Sözü hiç evirip çevirmeden söylemeliyim ki, Türkiye’de tarih spekülatörleri var. Özellikle yakın tarihe ilişkin farklı görüşler bu çerçevede yaygara malzemesi yapılıyor. Bu da yakın tarihin analitik tahlilinin yapılmasını engelliyor. Dolayısıyla her şey bir korku kuşağının içinde kalıyor.
Buna rağmen bu ayki yazımı, vaktiyle şapka yüzünden asılan İskilipli Atıf Hoca konusuna tahsis edeceğim. Çünkü 4 Şubat Atıf Hoca’nın idam yıldönümüydü. Bu konu önemlidir, zira yakın tarihe ilişkin korku kuşağının en koyu tonunda kaybolmuş konulardan biridir. Bugüne kadar da sadece spekülatif amaçların malzemesi olarak kullanılmıştır.
“Milletimiz için lâyık kıyafet”
Bilindiği gibi, Atatürk 24 Ağustos 1925 tarihinde Kastamonu’ya elinde Panama şapkasıyla gitmiş, Kastamonululara hitaben yaptığı konuşmada, “...Uygar ve milletlerarası kıyafet, bizim için, çok cevherli milletimiz için lâyık bir kıyafettir” demişti. “Onu giyeceğiz. Ayakta iskarpin veya fotin, bacakta pantolon, yelek, gömlek, kravat, yakalık, ceket ve tabiatıyla bunları tamamlamak üzere başta siper-i şemsli serpuş. Bu serpuşun adına şapka denir. Redingot gibi, bonjur gibi, smokin gibi, frak gibi, işte şapkamız!.. İsterseniz bildireyim ki, bu kadar yüksek ve önemli bir sonuca varmak için, gerekirse bazı kurbanlar da verelim...” (K. Z. Gençosman, Atatürk Ansiklopedisi, İstanbul 1981, X, 67)
Anlaşılacağı gibi, bu iş, “kurban” vermeyi göze aldıracak kadar önemliydi. İskilipli Atıf Hoca da maalesef “kurbanlar”dan biri olacaktı.
Sıradan olsa kimse ilişmezdi
İskilip'in Tophane Köyü’nde dünyaya geldiği için “İskilipli” unvanını kullanan Mehmed Atıf Hoca, tanıtılmak istendiği gibi sıradan bir “molla” değil, İstanbul gibi bir ilim merkezinde medrese eğitimini tamamladıktan sonra, Daru'l-fünununa (üniversite) girip İlahiyat Fakültesi’nden 1905’de mezun olmuş ve Kabataş Lisesi Arapça muallimliği yapmış, ayrıca da çeşitli dergi ve gazetelere yazılar yazıp kitaplar telif etmiş bir aydındı. Zaten “sıradan” olsaydı, olabilseydi kimse ona ilişmeyecek, ömrünü sehpada yitirmeyecek, başı yastıkta bitirecekti.
Fakat “önder” kimliği hiç peşini bırakmadı.
Önce, Meşihat–ı İslamiye Dairesi’nde çalışan dersiamların (asistan) mağduriyetini gidermek için yaptığı çalışmalar üzerine devrin Şeyhülislam’ı tarafından Bodrum’a sürüldü. Orada müthiş bir kıskaca alındı. Bu kıskacı kırmak için, Kırımlı İbrahim Tali Efendi’nin pasaportu ile gizlice Kırım’a gitti. Ve ancak Meşrutiyet’in ilanından bir hafta evvel İstanbul’a döndü.
Ülkesinde hizmet etmeyi seçti
1910’da onun medreselerin genel müfettişliğine getirildiğini görüyoruz. Aynı zamanda “Sebilürreşad”, “Beyan-ül Hak” ve “Mahfel” gibi dergilerde yazılar yazdı. İlmi kifayeti ve fazileti sayesinde İstanbul’da, hatta İslâm dünyasında parmakla gösterilmeye başlandı. O kadar ki, Kosova, Plevne, Üsküp ve Kırım’dan gelen heyetler, onu memleketlerine götürmek için çabaladılar. Ülkesinde baskı gördüğünü bildikleri için bir bakıma kurtarmaya çalıştılar ama Atıf Hoca ülkesinde kalıp inançlarına hizmet etmeyi seçti.
Rivayete göre Japon büyükelçisi Baron Uşida kendisini ziyaret ettiğinde Atıf Hoca’ya şöyle demiş: “Sizin gibi birkaç hoca daha olsaydı, İslamiyet bütün Doğuyu, bu arada Japonya’yı da fethederdi.”
31 Mart Olayı’nda (13 Nisan 1909) bir hafta kadar tutuklu kaldı. Suçsuz olduğu anlaşılınca serbest bırakıldı. Ama bu kez de, Mahmud Şevket Paşa’nın öldürülmesi olayına adı karıştırıldı. Sinop’a sürüldü. Çorum, Boğazlıyan ve Sungurlu'da yaklaşık 1,5 yıl sürgün hayatı yaşadıktan sonra, “bir yanlışlık” olduğu söylenerek serbest bırakıldı.
Sinop sürgünü esnasında onu tanıyan emekli imam Cevdet Soydanses, Atıf Hoca’yı “Efendi, sessiz, ağzı çok iyi lâf yapan ve eli kalem tutan biri” olarak anlatıyor.
Hoca 1919 yılında Dar-ül Hilafet-i Âliye (Yüksek Hilafet Merkezi) Medresesi İbtida-i Dahil Umum Müdürlüğü ve Medreset-ül Kudat’ta (Hakimler Okulu) Hikmet-i Teşriiyye (kanun yapma hikmetleri) Dersi Müderrisliği’ne getirildi.
1919’da Profesörler Derneği kurdular
Atıf Hoca kitaplara gömülmüş, kendi uzletinde varlık arayan bilginlerden değildi. Kendi zamanında meydana gelen tüm olaylara teşhis koyan, analiz yapan, olaylar hakkında konuşup yazan bir din bilgininin, geliri Donanma Cemiyeti’ne ait olmak üzere, “Nazar-ı Şeriatta Kuvve-i Berriye ve Bahriyenin Ehemmiyeti Ve Vücubu” yani, “Şeriata göre Deniz ve Kara Kuvvetlerinin Önemi ve Gerekliliği” üzerine eser yazdığını düşünebiliyor musunuz.
O işte böyle bir âlimdi. Hiçbir iktidar, eğer yönetemiyorsa, böyle âlimlerden hoşlanmaz. Nitekim iktidarlar Atif Hoca’dan hiç hoşlanmıyordu. Bu yüzden de başı dertten kurtulmuyordu.
Onun gibi başı dertten kurtulmayan birkaç kişi daha vardı: Bediüzzaman Molla Said Efendi (Said Nursi), Mustafa Sabri Efendi ve Ermenekli Saffet Efendi…
Hep birlikte 19 Ocak 1919’da “Müderrisler Cemiyeti”ni (profesörler derneği) kurdular. Daha sonra cemiyet, aldığı bir kararla adını “Teali-i İslam”a (İslamı yüceltme) çevirdi. (Bu cemiyet, İzmir’in işgali üzerine sert bir protesto beyannamesi yayınladı)
1922 Ramazanında Saray’daki “Huzur Dersleri”ne (Ramazanın ilk on gününde, devrin en seçkin âlimlerinin katılımıyla, Saray’da padişahın huzurunda yapılan ilmî sohbetler) “muhatap” (Huzurda doğrudan ders veren alimlere “mukarrer”, onlara soru yöneltenlerle soruları cevaplayanlara “muhatap” denirdi) olarak katıldı. (Huzur Dersleri geleneği, pek çok güzel gelenek gibi, maalesef 1922’de son bulmuştur)
Hoca, İzmir’in işgaline gösterdiği sert tepkiyi İstanbul’un işgaline de gösterdi. Kurduğu “Teali-i İslam Cemiyeti” vasıtasıyla Anadolu’nun toparlanmasına yardımcı oldu. İrşatlarıyla Anadolu’nun yüreğini diri tutmaya çalıştı.
Şapka kanunu ve protestolar
Nihayet Cumhuriyetin ilanı ve “Şapka İktisası Hakkında Kanun”un TBBM’nde kabulü...
Atatürk’ün Kastamonu gezisinde söylediklerinden ilham alan Bakanlar Kurulu, 2413 numaralı kararname ile devlet memurlarına şapka giyme mecburiyeti getirdi (02 Eylül 1925). Ardından Konya Milletvekili Refik Bey ve arkadaşları 15 Kasım 1925 tarihinde şapka dışında başlık giyilemeyeceğine ilişkin kanun teklifini TBMM’ne verdiler. Bursa Milletvekili Nureddin Paşa, tasarının Teşkilatı Esasiye Kanunu’na (anayasa) aykırı olduğunu ileri sürdüyse de dikkate alınmadı ve 671 sayılı “Şapka İktisası Hakkında Kanun” 25 Kasım 1925’te kabul edildi. 28.11.1925 günü 230 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi.
Şapka Kanunu, başta Erzurum olmak üzere Rize, Sivas, Maraş, Giresun, Kırşehir, Kayseri, Tokat, Amasya, Trabzon ve Gümüşhane’de protestolarla karşılanmıştı. Çoğu dini duyarlılıktan gelen ve kendiliğinden gelişen muhalefet, öteden beri yönetimin “makbul” saymadığı etkin bazı kişilerin kışkırtmasına bağlandı. Onlardan pek çoğu İstiklal Mahkemeleri’nde yargılandı, bazıları ağır hapis cezalarına, bazıları ise idam cezasına çarptırıldı.
Frenk Mukallitliği ve Şapka
Direnişin en şiddetli olduğu yer ise Trabzon’un hocalarıyla meşhur ilçesi Of’tu. Of, Hamidiye Kruvazörü tarafından bombalandı. (Bizim uşakların bombardıman altında, “Atma Hamidiye atma, şapka da giyeceğuz, vergi de vereceğuz” diye ağlaştıkları rivayet edilir)
Bu arada Atıf Hoca da şapka devrimi’nden bir buçuk sene önce yayınladığı “Frenk Mukallitliği ve Şapka” isimli kitabından, (yasa gereği, kitabını yayınlamadan önce Maarif Vekâleti’ne göndermiş, vekâletten izin, hattâ takdir almıştı) dolayı tutuklanmıştı.
Hoca bu eserinde, Avrupa taklitçiliğine dikkat çekiyor, müteaddit hadislere dayanarak, “Bir kavme benzemeye çalışan onlardandır… Bir Müslümanın, şiar (simge) ve alamet-i küfür addolunan (sayılan) bir şeyi zaruretsiz giymek ve takınmak suretiyle gayr-i Müslimleri (Müslüman olmayanları) taklit etmesi ve kendini onlara benzetmesi şer’an (dinen) yasaktır” diyordu.
Bediüzzaman’ın cevabı
Sevgili dostu Bediüzzaman ise bir “tevil” ile hükmü yumuşatıyor, bu sayede Batı’nın ruhuna gönüllü girmeyen milyonları “beraat” ettiriyordu.
Mahkemenin Bediüzzaman’a sorusu şöyleydi…
“Dediler: ‘Sen, yirmi senedir bir tek defa takkemizi (şapka) başına koymadın. Eski ve yeni mahkemelerin huzurunda başını açmadın, eski kıyafetinle bulundun. Halbuki on yedi milyon (Türkiye’nin o zamanki nüfusu) bu kıyafete girdi.’
“Ben de dedim: ‘On yedi milyon değil, belki yedi milyon da değil, belki rızasıyla ve kalben kabulüyle ancak yedi bin Avrupa-perest (avrupa hayranı) sarhoşların kıyafetlerine ruhsat-ı şer'iye (dini izin) ve cebr-i kanunî (kanun baskısı) cihetiyle girmektense, azîmet-i şer'iye ve takvâ (dine sıkı bağlanma ve duruş) cihetiyle, yedi milyar zatların kıyafetlerine girmeyi tercih ederim.”
“…Hocam ruhun karanlık!”
İskilipli 26 Aralık 1925 tarihinde Giresun İstiklal Mahkemesi’ne sevk edildi. İstiklal Mahkemeleri’nin astığı astık kestiği kestikti. Daha ziyade muhaliflere gözdağı vermekte kullanılıyor, bu yüzden de cezalar çok acımasız oluyordu. Buna rağmen, Giresun İstiklal Mahkemesi, Atıf Hoca’ya takipsizlik verdi.
Takipsizlik kararından sonra İstanbul’a dönen Atıf Hoca, 26 Aralık 1925’de arkadaşları ile birlikte tekrar tutuklanarak Ankara'ya sevk edildi. Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmaya başlandı. Bu kez isnat edilen suç, “halkı kanunlara karşı kışkırtmak”tı. Oysa Hoca şapka aleyhine hiç bir gösteriye katılmamıştı.
İstiklal Mahkemeleri’nin kimliği hakkında fikir vermesi bakımından mahkeme zabıtlarında yer alan hitap şekillerinden birkaçını nakledelim:
“...İnkâr filan edeyim deme! Temyizsiz, istinafsız (üst mahkemesiz) bir mahkeme karşısında bulunuyorsun. Ufak bir yalan söylersen okkanın altına gidersin.”
“…Hocam ruhun karanlık.”
“…Anlaşılıyor ki, İstiklal Mahkemesi kanunlarına biraz daha şiddet lâzım. Senin gibi muzır (zararlı) adamlara bir iki sual sorduktan sonra, hemen hükmü vermeli.”
“Türk vatanında yaşamaya hakkın yok”
Mehmed Akif’in damadı Ömer Rıza Doğrul’a mahkemede söylenen şu sözlere bakın:
“Ne olursan ol! Türk vatanında, Türk vatandaşları arasında yaşamaya hakkın yok. Sana daha açık söyleyeyim mi? Kendimizden başkasının bu toprakta oturmasını istemiyoruz… Bu Gürcülüğü, Araplığı, Çerkezliği ruhunuzdan ne vakit çıkaracaksınız bilmiyorum ki? Türkiye’de doğar, Türkiye’de büyür, burada yer, içersiniz. Niye yok Gürcüyüm, Çerkezim bilmem neyim dersiniz?”
Âdi bir suçtan dolayı Ankara İstiklal Mahkemesi’ne verilen biri, mahkeme arasında şahit olduğu manzarayı şöyle anlatıyor:
“Atıf Hoca’yı getirdiler. Kılıç Ali, Kel Ali ve Necip Ali (Mahkeme heyeti) ayağa kalktılar. Ellerinde şapkaları da var. Atıf Hoca’ya: ‘Hocam, bunu giymekte bir beis yoktur deyiver’ dediler. Fakat Atıf Hoca: ‘Hayır’ dedi.”
Âdet ile alâmet arasındaki fark
Bolulu Nizamettin Saraç anlatıyor:
“Atıf Hoca’nın muhakemesinde bulundum. Muhakemeyi reis sıfatıyla Kel Ali adıyla maruf Ali Çetinkaya yürütüyordu. Büyük bir hışımla Hoca’ya dönerek: ‘Sen şapka aleyhinde bulunmuşsun!’ dedi. Hoca sakin ve vakur bir tavırla: “Evet efendim. Şapka Kanunu çıkmadan iki sene önce, şapkanın bir Müslüman kisvesi (kıyafeti) olmadığına dair bir risale yazmıştım.’
“Kel Ali: ‘Şimdi ne yapıyorsun?’ diye sordu. Hoca: ‘Kanunlara itaat ediyorum’ cevabını verdi. Bunun üzerine Kel Ali hiddetle bağırarak: ‘Sen bilmiyor musun ki şapka da bezdir, fes de bezdir’ deyince, Hoca sükunetle: ‘Evet biliyorum, ancak Hey’et-i Hakimin (hakimlerin) arkasındaki bayrak da bezdir… ancak alâmettir… Şapka da bir alâmettir. Âdet ile alâmet arasındaki farkı düşünerek o risaleyi yazmıştım.’
“Bunun üzerine celse tatil olundu ve savunmasını yapmak için mahkeme bir gün sonrasına ertelendi.”
“Mahkeme-i Kübra’da hesaplaşırız!”
Ve nihayet 2 Şubat 1926 günü, mahkemede müdde-i umumi (savcı) Necip Ali Bey iddianamesini ve ceza taleplerini okudu. Tek idam isteği Babaeski Müftüsü Ali Rıza Efendi hakkındaydı. Âtıf Efendi 10 senelik sürgün (kürek) cezası istenen maznunlar arasındaydı. Normalde hakimler savcının isteğinden fazla ceza vermezler, ya aynını ya da daha azını verirlerdi. Fakat öyle olmadı: Hoca’ya iki gün içinde idam cezası verildi.
İdam hükmü 04 Şubat 1926 sabahı infaz edildi.
Atıf Hoca’nın son sözü şöyleydi:
“Mahkeme-i Kübra’da hesaplaşırız!”
***
Hoca’nın ardında bıraktığı eserleri şunlardır: Mirat-ül İslam, İslam Yolu, İslam Çığırı, Din-i İslam’da Men-i Müskirat, Nazar-ı Şeriatta Kuvve-i Berriye ve Bahriye, Tesettür-ü Şer’i, Muayenet üt Talebe, Medeniyyet-i Şeriyye, Frenk Mukallitliği ve Şapka.
yavuZ Bahadıroğlu