Sayfa 30/34 İlkİlk ... 2829303132 ... SonSon
334 sonuçtan 291 ile 300 arası

Konu: Mektubat-ı Rabbani

  1. #291
    Reyhani
    Reyhani - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Mektubat-ı Rabbani 276. Mektup

    Bu mektûb, meyân şeyh Bedî’uddîne yazılmışdır. Kur’ân-ı kerîmdeki muhkem ve müteşâbih olan âyet-i kerîmeleri bildirmekdedir:

    Âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamd olsun! Peygamberlerin en üstünü olan Muhammed aleyhisselâma “aleyhi ve aleyhim ve alâ âlihi ve eshâbihittayyibînettâhirîn ecma’în” salât ve selâm olsun! Allahü teâlâ, bizi ve sizi ilmde râsih olanlardan eylesin!

    Kardeşim! Allahü teâlâ, kendi kitâbını ikiye ayırdı. (Muhkemât) ve (Müteşâbihât). Bunlardan birincisi, islâmiyyet bilgilerinin ve ahkâmının kaynağıdır. İkincisi, hakîkatlerin ve sırların hazînesidir. El, yüz, ayak, baldır, parmaklar ve parmak uçları, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde yazılıdır. Bunların hepsi, müteşâbihâtdandır. Bunlar gibi, Kur’ân-ı kerîmdeki sûrelerin başında bulunan harfler de müteşâbihâtdandır. Bunların ne demek olduğu, yalnız (ulemâ-i râsihîn) denilen büyüklere bildirilmişdir. Âyet-i kerîmedeki (El) kelimesinin, kudret demek olduğunu ve (Yüz) kelimesinin zât demek olduğunu sanmayınız! Bunlar çok gizli, derin bilgilerdir. En yüksek olanlara bildirilmişdir. Sûrelerin başındaki (Hurûf-i mukatta’ât) denilen harfler ile ne bildirildiği nasıl anlatılabilir? Çünki bunların her harfi, âşık ile ma’şûk arasındaki gizli esrârın denizleridir. Sevenle sevgilinin ince işâretlerinden örtülü birer işâretdir. Muhkemât, her ne kadar Kur’ân-ı kerîmin temelleridir. Fekat, bunların meyveleri ve netîceleri olan müteşâbihât, Kur’ân-ı kerîmin maksadları, gâyeleridir. Temel, binâyı tutmakdan başka birşeye yaramaz. Netîceleri, meyveleri elde etmek için vâsıtadan başka birşey değildir. Bundan dolayı, Kur’ân-ı kerîmin özü müteşâbihâtdır. Kur’ân-ı kerîmdeki muhkemât ise, bu özün, bu çekirdeğin kabuğudur. Müteşâbihât, şifre ile, işâret ile, aslı, özü bildiriyor. Ulûhiyyet mertebesinin inceliklerini haber veriyor. Muhkemât böyle değildir. Müteşâbihât, hakîkatlerdir. Muhkemât ise, müteşâbihâtın yanında, o hakîkatlerin sûretleri, görünüşleridir. Kur’ân-ı kerîmdeki bilgilerin özü ile kabuğunu ve hakîkati ile sûretini birlikde elde edebilen âlime (Âlim-i râsih) denir. Zâhir âlimleri, bu ilmlerin yalnız kabuğunu öğrenirler. Yalnız muhkemâtı bilirler. (Ulemâ-i râsihîn) ise, muhkemât bilgilerini elde etdikden sonra, müteşâbihât ile ne denilmek istenildiğini anlarlar. Sûret ile hakîkati, ya’nî muhkem ile müteşâbihi birleşdirirler. Fekat, muhkemâtı öğrenmeden ve muhkemâtın emrlerini ve yasaklarını yapmadan, müteşâbihâte ma’nâ vermeğe kalkışan ve sûreti bırakarak hakîkati arıyan kimse, câhildir, hem de kendi cehâletini anlamıyan kara câhildir. Doğru yoldan çıkmışdır da, kendi sapıklığından haberi yokdur. Bu dünyâda sûret ile hakîkatin bir arada bulunduğunu bilmiyor. Bu dünyâ durdukça, hiçbir hakîkat, sûretden ve şeklden ayrılmaz. Hicr sûresinin doksandokuzuncu âyetinde meâlen, (Sana yakîn gelinceye kadar, Rabbine ibâdet et) buyuruldu. Burada yakîn demek, mevt, ya’nî ölüm olduğunu, tefsîr âlimleri bildirmekdedir. Allahü teâlâ, bu âyet-i kerîmede, ölüm gelinceye kadar ibâdet yapılmasını emr etmekdedir. Ölüm de, bu dünyânın sonu demekdir. Çünki hadîs-i şerîfde, (Bir kimse, ölünce, onun kıyâmeti kopmuş olur) buyuruldu. Âhıret hayâtında hakîkatler meydâna çıkacakdır. Orada sûretler hakîkatlerden ayrılacakdır. Dünyâ hayâtı başkadır. Âhıret hayâtı başkadır. Bu iki hayâtı birbiri ile karışdıran, yâ câhildir veyâ zındıkdır. Zındık, din perdesi altında islâmiyyeti yıkmağa çalışır. Çünki, islâmiyyetin câhillere olan her emri, âlimlere de ve tesavvuf yolunun sonuna varanlara da emr edilmişdir. İslâmiyyetin emrlerini yapmakda, bütün mü’minler ve âriflerin en yüksek derecede olanları arasında hiç ayrılık yokdur. Tesavvufcuların câhil olanları ve mülhidler ya’nî zındıklar, islâmiyyetin emr ve yasaklarından kendilerini sıyırmak istiyorlar. Bu emrler ve yasaklar, yalnız câhil kimseler içindir diyorlar. Tesavvufculara ve tarîkatcilere yalnız ma’rifet ve hakâyık-ı Kur’âniyyeyi öğrenmek emr olundu diyorlar. O kadar câhildirler ki, âmirlere, kumandanlara ve devlet adamlarına da yalnız adâlet ve insâf etmeleri emr olundu. Bunlara başka bir ibâdet emr olunmadı diyorlar. İslâmiyyet, ma’rifet elde etmek için lâzımdır. Ma’rifet elde edenlerin islâmiyyete uymalarına lüzûm yokdur diyorlar. Yukarıdaki âyet-i kerîmede yakîn demek, ma’rifetullah demekdir. Sehl bin Abdüllah-i Tüsterî de böyle demişdir diyorlar. Bu âyet-i kerîme, (Allahü teâlânın ma’rifetine kavuşuncaya kadar ibâdet ediniz!) demekdir diyorlar. Ehl-i sünnet âlimlerinden bu âyet-i kerîmedeki yakîne ma’rifetullah diyen olmuş ise de, (Ma’rifetullah elde edinciye kadar, ibâdet zahmeti, güçlüğü bulunur. Sonra bu güçlük kalmaz) demişlerdir. Yoksa, sonra ibâdet etmek kalmaz dememişlerdir. Böyle söylemek, ilhâd, zındıklık olur. Bunlara göre, ârifler, ibâdet yapmakla emr olunmadı. Bunlar, gösteriş için ibâdet ederler. Talebelere, kendilerine uyanlara öğretmek için yaparlar. Yoksa, ibâdet yapmağa, ihtiyâcları yokdur derler. Bu sözlerine herkesi inandırmak için, Ehl-i sünnet âlimlerinin, (Üstâd, münâfık ve mürâî olmadıkca, talebe ondan birşey öğrenemez) sözünü ileri sürerler. Bu zındıkları, Allahü teâlâ yok eylesin! Bilmiyorlar ki, âriflerin ibâdete ihtiyâcları o kadar çokdur ki, câhillerin ihtiyâcı bunun onda biri kadar bile değildir. Çünki ârifler, ibâdet etmekle yükselebilirler. Onların ilerlemeleri, islâmiyyete uymağa bağlıdır. İbâdetlerin câhillere kıyâmetde verilecek olan karşılığına, ârifler bu dünyâda kavuşmakdadır. Bundan dolayı, âriflerin ibâdet yapması dahâ çok lâzımdır. Bunların islâmiyyete uymağa ihtiyâcları dahâ çokdur.

    İslâmiyyetin sûreti ve hakîkati vardır. Bu ikisine birlikde din denir. Sûret dediğimiz dînin bilinen emrleri ve yasaklarıdır. Hakîkat de, islâmiyyetin iç yüzüdür. Kabukla özün her biri, islâmiyyetin parçasıdır. Muhkem ve müteşâbihden herbiri, islâmiyyetin kısmlarıdır. Ulemâ-i zâhir, islâmiyyetin yalnız kabuğunu öğrenmişlerdir. Ulemâ-i râsihîn “kaddesallahü esrârehümül’azîz”, islâmiyyetin kabuğunu ve özünü birlikde elde etmişlerdir. Sûret ile hakîkati bir araya getirmişlerdir. İslâmiyyeti bir insana benzetebiliriz. Onun da insan gibi, sûret ve hakîkati vardır. Çok kimseler, onun sûretine tutulmuşlar, hakîkatine, özüne inanmamışlardır. Rehberlerini yalnız doğru yolu gösterici ve kalbi temizleyici olarak bilmişlerdir. Bunlar zâhir âlimleridir.

    Birçok kimse de, islâmiyyetin yalnız hakîkatine tutuldular. Fekat, bunu islâmiyyetin hakîkati bilmediler. İslâmiyyet, yalnız sûretdir ve kabukdur dediler. İslâmiyyetden başka bir öz, bir hakîkat vardır dediler. Bununla berâber islâmiyyete tâm uydular. İslâmiyyeti elden bırakmadılar. Sûreti elden kaçırmadılar. İslâmiyyetin bir hükmünü yerine getirmiyene yıkıcı ve sapık dediler. Bunlar, Allahü teâlânın Evliyâsıdır. Allahü teâlânın sevgisine dalmışlar. Onun mâ-sivâsını unutmuşlardır.

    Birçokları da, islâmiyyet sûretle hakîkatin ikisine birlikde denir dedi. Öz ile kabuğun ikisinin de islâmiyyet olduğuna inandı. İslâmiyyetin hakîkatini bırakarak yalnız sûretine sarılmağa kıymet vermediler. Sûret olmadan, yalnız hakîkati elde etmek de tâm olmaz, noksân olur dediler. Hakîkati elde etmeden, yalnız sûrete sarılanı da müslimân bildiler ve kıyâmetde kurtulacağını söylediler. Ulemâ-i zâhir ve bütün mü’minler böyledir dediler. Sûrete sarılmaksızın hakîkat elde edilemez dediler. Elde edilir diyenlere zındık ve sapık dediler. Bu keskin görüşlü büyüklere göre, görünür görünmez bütün üstünlükler, hep islâmiyyetin içindedir. İlâhî ilm ve ma’rifetler, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleridir. Binlerce şühûd ve müşâhedenin kıymeti, bir i’tikâd bilgisi olan, (Allahü teâlâ hiçbirşeye benzemez, hiç kimse tarafından anlaşılamaz) sözünün kıymeti ile bir olamaz. İslâmiyyetin hükmlerinden bir hükmüne uymıyan bir kimsede hâsıl olan hâllere, vecdlere, tecellîlere ve zuhûrlara hiç değer vermezler. Bunların istidrâc olmasından korkarlar. Böyle söyliyenler Allahü teâlânın hidâyetine kavuşan Ulemâ-i râsihîndir. Hakâık-ı Kur’âniyye, işin iç yüzü bunlara bildirilmişdir. İslâmiyyetin edeblerini gözetdikleri için, islâmiyyetin hakîkatine kavuşmuşlardır. Yukarıda bildirilen ikinci kısm, böyle değildir. Bunlar da, hakîkati arıyor, hakîkate tutulmuş ve islâmiyyetin ahkâmına, elden geldiği kadar sarılmış iseler de, bu hakîkati islâmiyyetin dışında biliyorlar. İslâmiyyeti, bu hakîkatin kabuğu sanıyorlar. Bunun için, bu hakîkatin görüntülerinden, zıllerinden bir zılle bağlanıp kalmışlardır. Bu hakîkatin özüne, içyüzüne kavuşamamışlardır. Bunun için, bunların evliyâlığı bir zılde kalmış, Allahü teâlânın sıfatlarının görüntülerine varabilmişlerdir.

    Ulemâ-i râsihînin evliyâlığı ise, asldadır. Asla kavuşduran yolu bulmuşlardır. Zıllerin perdelerinin hepsini aşmışlardır. Bunların evliyâlığı, Peygamberlerin vilâyetidir “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. Öteki Evliyânın vilâyeti ise, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vettehıyyât” vilâyetinin gölgesidir.

    Çok zemândan beri bu fakîr, müteşâbihâtin neyi gösterdiğini yalnız Allahü teâlâ bilir sanıyordum. Ulemâ-i râsihîn, yalnız bunlara îmân eder diyordum. Âlimlerin ve tesavvufcuların, müteşâbihât için verdikleri ma’nâları uygun bulmuyordum. Örtülebilecek olan ma’nâların bunlar olduğunu sanmıyordum. Meselâ, Ayn-ül-Kuddât-i Hemedânî “rahmetullahi aleyh” hazretleri, (Elif lâm mîm)den elem, derd ma’nâsını anlamışdır. Çünki, aşk ve muhabbete elem lâzımdır. Çok zemân sonra, Allahü teâlâ lutf ederek, ihsân ederek, müteşâbihâtin te’vîlinden ya’nî işâret etdikleri ma’nâlardan bu fakîre “rahmetullahi aleyh” az birşey bildirdi. Bu büyük denizden bu miskînin uygun yaratılmış toprağına birkaç damla serpildi. Ulemâ-i râsihîne de, müteşâbihâtin te’vîlinden, işâret etdikleri ince bilgilerden çok şeyler ihsân edildiğini anladım. Bize doğru yolu gösteren Allahü teâlâya hamd olsun! Allahü teâlâ, bize doğru yolu göstermeseydi, kendimiz bulamazdık. Rabbimizin Peygamberleri hep doğru söylemişlerdir. Bildirdiğiniz rü’yâların ta’bîrini, buluşduğumuzda söylerim. Onun yerine ince ma’rifetleri yazdım. Kusûruma bakmayınız! Size ve doğru yolda olanlara ve Muhammed Mustafânın “aleyhi ve alâ ihvânihissalevâtü vetteslîmâtül ulâ” izinde gidenlere selâm olsun!


  2. #292
    Reyhani
    Reyhani - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Mektubat-ı Rabbani 277. Mektup

    Bu mektûb, molla Abdül-Hay için yazılmışdır. (İlm-ül-yakîn) ve (Ayn-ül-yakîn) ve (Hakk-ul-yakîn) bildirilmekdedir:

    Allahü teâlâ, size herşeyin hakîkatini, doğrusunu bildirsin! Allahü teâlânın zâtını, kendisini tanımakda (İlm-ül-yakîn) demek, Onun kudretini gösteren âyetleri, alâmetleri görmekdir. Bu âyetleri (Basîret) ile ya’nî kalb gözü ile görmeğe (Seyr-i âfâkî) derler. Zât-i ilâhînin şühûdü ve huzûru ise, yalnız (Seyr-i enfüsî) ile ilerlemekde olur. Bu seyr, sâlikin kendinde olan ilerlemekdir. Fârisî beyt tercemesi:

    Ömür boyu yol alsa,
    hep seyr eder kendinde.

    Sâlikin kendi dışında olan müşâhedeleri, Allahü teâlânın zâtını bildiren, işâretleri, alâmetleri görmekdir. Allahü teâlânın kendisini müşâhede etmek demek değildir. Hakâık-ı Kur’âniyyeyi bilenlerin başı ve Âriflerin büyüğü, islâm dînine yardım edenlerin önderi olan hâce Ubeydüllah “kuddise sirruhül akdes” buyurdu ki, (Seyr, ya’nî ilerlemek, iki dürlüdür: Doğru üzerinde seyr ve dâire üzerinde seyr. Doğru üzerinde seyr, uzaklarda dolaşmakdır. Dâire üzerinde seyr ise, yaklaşmakdır. Bir doğru üzerinde seyr, dileği kendi dâiresinin dışında aramakdır. Dâire üzerinde seyr ise, kendi kalbinin etrâfında dönmekdir ve dileği kendinde aramakdır). Görülüyor ki, his edilen veyâ Âlem-i misâlde görülen, şekllerden herhangibiri olan ve nûrlar, ışıklar gerisinde bulunan tecellîler, görünmeler hep (İlm-ül-yakîn) hâsıl eder. Her ne şekl olursa olsun ve nasıl nûr olursa olsun, renkli nûr olsun, renksiz nûr olsun, sınırlı olsun veyâ sonsuz olsun, bütün dünyâyı doldursun veyâ doldurmasın, nûrların ve şekllerin hepsi, ilm-ül-yakîn içindedir. Mevlânâ Abdürrahmân-i Câmî “kuddise sirruhüssâmî” hazretlerinin (Leme’ât) kitâbındaki beytlerden fârisî bir beytin tercemesi:

    Ey dost! Seni her yerde ararım,
    Her an senden haberler sorarım.

    beytini açıklarken buyuruyor ki: (Bu beyt, dostu, âfâkda ya’nî insanın dışında görmeği haber veriyor. İlm-ül-yakîni bildiriyor). Bu şühûd, maksaddan, dilekden haber vermediği için, Onun huzûrunu, ancak işâretlerle ve düşüncelerle hâsıl etdiği için, ateşi bildiren dumanın ve harâretin şühûdü gibidir. Bunun için, bu şühûd, ilm-ül yakînden ileri gidemez. (Ayn-ül-yakîn) bilgisi hâsıl edemez. Sâlikin varlığını yok edemez.

    Ayn-ül-yakîn ise, ilm-ül-yakîn ile bilindikden sonra, Allahü teâlâyı müşâhede etmekdir. Bu şühûd, sâlikin varlığını yok eder. Bu şühûd çoğalınca, sâlikin te’ayyünü büsbütün yok olur. Kendi te’ayyününden hiçbirşeyi müşâhede etmez. Ya’nî kendini müşâhedede fânî olur. Bu (Tâife-i aliyye) “kaddesallahü teâlâ esrârehüm” arasında bu şühûde (İdrâk-i basît) denir. (Ma’rifet) de derler. Bu idrâk, câhillerde de, yüksek olanlarda da vardır. Fekat, birbirlerine benzemez. Yüksek olanlarda mahlûkların şühûdü, Allahü teâlânın şühûdüne mâni’ olmaz. Belki onlar, Allahü teâlâdan başka hiçbirşeyi müşâhede etmezler. Câhillerde böyle değildir. Mahlûkların şühûdü, Hak teâlânın şühûdüne mâni’ olur. Bu şühûdden haberleri olmaz. Bunu idrâk etmezler. Bu ayn-ül-yakîn, ilm-ül-yakîni örter. Önceden ilm-ül-yakîn de, ayn-ül-yakîni örtüyordu. Bu şühûd hâsıl olunca şaşkınlık ve bilgisizlik olur. İlm kalmaz. Büyüklerden birkaçı “kaddesallahü teâlâ sirreh” buyurdu ki, (İlm-ül-yakîn, ayn-ül-yakîni örter. Ayn-ül-yakîn de ilm-ül-yakîni örter). Yine buyurdular ki, (Tâm ma’rifet hâsıl olduğunu anlamak için, kendi sırrına bakmak ve orada hiçbir bilgi bulmamak lâzımdır. Böyle olan kimsenin ma’rifeti tâmdır. Ma’rifetin bundan ötesi yokdur). Büyüklerden birkaçı da “kaddesallahü teâlâ esrârehümül aliyye” buyurdu ki, (Allahü teâlâyı en çok tanıyan ârifin, Allahü teâlâyı bilmesi çok az olur, hayrete düşer. Şaşırır kalır).

    (Hakk-ul-yakîn) demek, yakîn ya’nî anlamak kalmadıkdan ve ârif yok oldukdan sonra, Allahü teâlâyı müşâhede etmekdir. Ammâ ârifin Hak teâlâyı şühûdü, Hak teâlâ iledir “celle ve alâ”. Kendi müşâhedesi değildir. Sultânın eşyâsını ancak kendi vâsıtaları taşır. Hakk-ul-yakîn bilgisi, (Bekâ-billah) makâmında hâsıl olur. Hadîs-i kudsîde, (Benimle işitir ve benimle görür) buyuruldu ki, bu makâmı göstermekdedir. Sâlikde tâm Fenâ hâsıl oldukdan, Zât-i ilâhîde ve sıfatlarında fânî oldukdan ya’nî zâtdan ve sıfatlarından başka herşeyi unutdukdan sonra, Allahü teâlâ sâlike yeni bir vücûd, varlık ihsân eder. Onu şaşkınlıkdan, şü’ûrsuzlukdan kurtarır. Şü’ûr ve uyanıklık verir. İhsân olunan bu varlığa (Vücûd-i mevhûb-i Hakkânî) denir. Bu makâmda, ilm-ül-yakîn ile ayn-ül-yakîn birbirini perdelemez, örtmez. Şühûd ile birlikde ilm vardır. İlm var iken de, müşâhede etmekdedir. Ârif bu makâmda kendi te’ayyününü Hak teâlâ sanmışdır. Kendisinin mahlûk olan te’ayyünü olduğunu anlamamışdır. Çünki, hiçbir mahlûku müşâhede etmemekdedir. Tecelliyât-i sûriyyede kendi te’ayyünlerini ve sûretlerini, Hak teâlâ olarak tanımakdadır. Onlar kendisinin mahlûk olan te’ayyünleridir. Bu te’ayyünlerinde fânî olmadığı için bunların müşâhedesini, Şühûd-i Hak sanmakdadır. Bu nerde, o nerde? Toprak için olan nedir, herşeyin sâhibi için olanlar nedir?

    Câhiller bu sözleri işitince, (Tecellî-i sûrî) ile (Hakk-ul-yakîn)in birbirlerinden başka olmadığını sanırlar. Her ikisi de kendini Hak teâlâ sanmakdır. Fekat ârif, Tecellî-i sûrîde kendi sûretine, şekline (Ben) der. Hakk-ul-yakînde ise, kendi hakîkatine, özüne (Ben) der. Tecellî-i sûrîde Hak teâlâyı kendi görür. Bu makâmda ise, Hak teâlâyı Hak teâlâ ile görür. Kendisi göremez. Görülüyor ki, Tecellî-i sûrîde şühûd sözü bir bakımdan söylenebilir. Çünki, Hak teâlâ ancak Hak teâlâ ile görülebilir. Bu da, hakk-ul-yakîn mertebesindedir. Burada şühûd demek, tâm yerinde olur. Zemânımızdaki birkaç şeyh, bu inceliği ve ayrılığı anlamadıkları için ve yakînlik deyince, maddelerin birbirine yakın olmasını düşündükleri için, din büyüklerine dil uzatıyorlar. Hakk-ul-yakîni yukarda açıkladığımız gibi bildirenleri kötülüyorlar. Allahü teâlâyı tanımak, Tecellî-i sûrîde hâsıl olur diyorlar. Hâlbuki Tecellî-i sûrî sülûkün ya’nî bu yolculuğun başlangıcında hâsıl olmakdadır. Onlar buna hakk-ul-yakîn diyorlar. Hâlbuki hakk-ul-yakîn, yolun sonunda ele geçebilir. Onların yolun sonunda kavuşdukları ve hakk-ul-yakîn dedikleri, bize yolun başında Tecellî-i sûrî olarak hâsıl olmakdadır. Allahü teâlâ, dilediğini doğru yola kavuşdurur. Vesselâm.


  3. #293
    Reyhani
    Reyhani - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Mektubat-ı Rabbani 278. Mektup

    Bu mektûb, molla Abdülkerîm-i Sennâmîye yazılmışdır. Herkese, i’tikâdı düzeltdikden ve işlerini islâmiyyete uydurdukdan sonra, kalbin selâmetde olmasına çalışmak lâzım olduğu bildirilmekdedir:

    Allahü teâlâya hamd olsun! Onun seçdiği kullarına selâm olsun! Kardeşimin kıymetli mektûbu geldi. Bizleri sevindirdi. Dostlarımıza olan nasîhatımız şudur: İ’tikâdı, îmânı, Ehl-i sünnet velcemâ’at âlimlerinin kitâblarında bildirdiğine uygun olarak düzeltmelidir. Allahü teâlâ onların çalışmasına bol bol iyilikler ihsân eylesin! Bundan sonra farz, vâcib, sünnet, mendûb, halâl, harâm, mekrûh, müştebeh olan fıkh hükmlerini öğrenmeli, her işi bunlara uygun yapmalıdır. Îmânı ve işleri düzeltdikden sonra, kalbi Allahü teâlâdan başka şeylere tutulmakdan kurtarmak lâzımdır. Kalbin selâmeti için de, kalbe Allahü teâlâdan başka hiçbirşeyin düşüncesini getirmemek lâzımdır. Eğer bir kimse, bin sene yaşamış olsa, kalbine Allahü teâlâdan başka hiçbir düşünce hiçbir zemân gelmemelidir. Bu sözümüz yanlış anlaşılmasın. Kalbde düşünülen şeyler, Allahü teâlâdan başka bilinmemeli demek istemiyoruz. Çünki, tevhîdi murâkabe edenlerde de başlangıcda bu hâl hâsıl olur. Bizim dediğimiz, kalbe hiçbir zemân, hiçbir düşünce gelmemelidir. Kalbe hiçbir düşüncenin gelmemesi için, Allahü teâlâdan başka herşeyi unutmak lâzımdır. Öyle unutmalıdır ki, birşeyi düşünmek için kendisini zorlasa, düşünemez olmalıdır. Bu çok kıymetli ni’mete (Fenâ-i kalb) denir. Bu, yolun başlangıcında ele geçer. Vilâyetin bütün derecelerine bundan sonra kavuşulur. Fârisî beyt tercemesi:

    Bir kimsede hâsıl olmazsa Fenâ,
    Hak teâlâya yol bulamaz aslâ!

    Bu büyük ni’mete kavuşduran yolların en kısası, Ebû Bekr-i Sıddîkdan gelen yoldur “radıyallahü teâlâ anh”. Çünki, bu büyüklerin yolu, Âlem-i emrden başlamakdadır. Kalbden, kalbin sâhibine yol aramışlardır. Başka tarîkatlerdeki riyâzetler ve mücâhedeler yerine, sünnete yapışmışlar, bid’atden sakınmışlardır. [(Riyâzet) nefsin istediklerini yapmamakdır. (Mücâhede), nefsin istemediklerini yapmakdır.] Behâüddîn-i Buhârî “kuddise sirruh” hazretleri buyurdu ki, (Bizim yolumuz, yolların en kısasıdır). Lâkin sünnete yapışmak çok güç birşeydir. Bu büyüklere uyanlara, onların yoluna katılanlara müjdeler olsun! Mevlânâ Nûreddîn-i Câmî hazretleri buyurdu ki, fârisî beytler tercemesi:

    Behâiyye, ne güzel götürücüdür!
    Yolcuları gizlice yerine götürür.

    Sözlerinin tadı sâliklerin kalbinden,
    Halvetde çile çekmek fikrini süpürür.

    Bir câhil bu büyüklere dil uzatırsa,
    Cevâb vermeğe değmez dersem iyi olur.

    Hep arslanlar, bu zincire bağlanmışlardır,
    Kurnaz tilki bu zinciri nasıl koparır?

    Kâdî Muhammed Şerîfin mektûbu geldi. Fakîrlere olan aşırı sevgisi anlaşıldı. Hoşumuza gitdi. Fakîrin düâsını kendisine ulaşdırınız. Kardeşimiz şeyh Habîbullahın kıymetli mektûbu da geldi. Babasının vefât etdiği yazılı idi. Hepimiz Allahü teâlâ için yaratıldık. Sonunda Onun huzûruna varacağız. Fakîrin “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” düâsını ulaşdırıp başsağlığı dileyiniz! Kendisine söyleyiniz ki, düâ ile, Fâtiha ile, istigfâr ile merhûm babasına imdâd ve yardım eylesin! Çünki mezârdaki ölü, denizde boğulmak üzere olan kimse gibi imdâd bekler. Oğlundan veyâ anasından, babasından, kardeşinden, arkadaşından gelecek olan bir düâyı bekler.

    Şeyh Ahmedînin bu büyüklerin yoluna katıldığını ve fâidelendiğini bildiriyorsunuz. Allahü teâlâ, bu doğru yolda ilerlemesini nasîb eylesin! Kendisi yeni müslimân olduğu için, ona fârisî kitâblarda yazılı olan Îmân bilgilerini ve fıkh hükmlerini öğretiniz! Farz, vâcib, sünnet, mendûb, halâl, harâm, mekrûh ve müştebeh olan şeyleri öğrensin ve bunlara göre işlerini düzeltsin! (Gülistân), (Bostân) kitâblarını öğrenmek ve öğretmek, îmân ve fıkh bilgileri yanında, boşuna vakt geçirmek olur. Vesselâm.


  4. #294
    Reyhani
    Reyhani - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Mektubat-ı Rabbani 279. Mektup

    Bu mektûb, molla Hasen-i Kişmîrîye “rahmetullahi aleyh” yazılmışdır. Kendisinin tesavvuf yoluna girmek ve Muhammed Bâkîbillah hazretlerinin “kuddise sirruh” sohbet ve hizmetinde bulunmak ni’metine sebeb olduğu için, ona şükr etmekde, bu arada Allahü teâlânın, kendilerine verdiği ni’metleri bildirmekdedir:

    Allahü teâlâya hamd olsun! Onun seçdiği kullarına selâm olsun! İhsân ederek, okşıyarak gönderdiğiniz kıymetli mektûbunuzu mevlânâ Mehdî Alî getirdi. Bizleri çok sevindirdi. Selâmetde olunuz! Şeyh Muhyiddîn-i Arabînin “kuddise sirruh” [(Fütûhât) kitâbının beşyüzellisekizinci bâbında ve Abdülvehhâb-i Şa’rânînin (El-ye-vâkit vel-cevâhir) kitâbında yazılı olan] hilâfetlerinin sırası, ömrlerinin sırasına göredir sözünün, onun hangi kitâbında yazılı olduğunu soruyorsunuz. Kıymetli kardeşim! Bu yazıyı, bundan çok önce (Fütûhât-i mekkiyye) kitâbında görmüşdüm. Şimdi çok düşündüm. Kitâbdaki yerini hâtırlıyamadım. Yine görürsem inşâallah bildiririm.

    Ni’mete kavuşmaklığıma sebeb olduğunuz için, size ne kadar şükr etsem azdır. O ihsânınızın karşılığını ödiyemediğimi biliyorum. Bugünkü se’âdetimiz ve kazancımız, hep o ni’metden hâsıl oldu. Bugünkü alış verişimiz, hep o ihsânınızdan meydâna geldi. Sizin o güzel aracılığınızla öyle şeylere kavuşuldu ki, onları çok az kimseler görebilmişdir. Sizin bereketli vâsıtanızla öyle şeyler verildi ki, pekaz kimse onların tadını duyabilmişdir. İhsânların en kıymetlilerinden o kadar gönderdiler ki, çoklarına ihsânların en aşağılarından o kadar gelmemişdir. Ahvâlin, makâmların, zevklerin, vecdlerin, ulûm ve ma’rifetlerin, tecellîlerin ve zuhûrların hepsini yükselmek için merdiven gibi önüme serdiler. Yakınlık derecelerine ve kavuşmak konaklarına ulaşdırdılar. Anlatacak söz bulamadığım için, kurb ve vüsûl kelimelerini kullandım. Yoksa, kurb ve vüsûl kelimeleri o makâma yaklaşamaz. Söz ile, işâret ile, şühûd ile, hulûl ile, ittihâd ile, keyfiyyet ile, makâm, mertebe demekle, zemân, mekân, ihâta, sereyân, ilm, ma’rifet, cehl, hayret kelimeleri ile anlatılamaz. Fârisî iki beyt tercemesi:

    Kuşumdan nasıl haber vereyim sana?
    Ankâ ile birlikde yaşar dâimâ!

    Ankânın adını herkes bilir ammâ
    Kuşumun adını kimse bilmez aslâ.

    Allahü teâlânın bu ihsânları, bu sebebler dünyâsında sizin sebebinizle nasîb oldu. Sizin sebeb olmak ni’metinizle ele geçen bu ihsânları saymak, sizin ni’metinize de şükr etmek olacağı için, kısaca yazıldı. Böylece, sizin ni’metinizin şükründen az birşey yapılmış oldu. Size ve doğru yolda olanlara ve Muhammed Mustafânın “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât” izinde gidenlere selâm olsun!


  5. #295
    Reyhani
    Reyhani - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Mektubat-ı Rabbani 280. Mektup

    Bu mektûb, hâfız Mahmûda yazılmışdır. Bu büyükleri sevmenin bütün se’âdetlerin sermâyesi olduğu bildirilmekdedir:

    Allahü teâlâya hamd olsun! Onun sevgili Peygamberine salât ve selâm olsun! Önce iyi düâlarımı bildiririm. Mevlânâ Mehdî Alî ile gönderdiğiniz kıymetli mektûb geldi. Bizleri sevindirdi. Allahü teâlâya hamd olsun ki, fakîrlere olan sevginiz çokdur. Bu sevgi dünyâ ve âhıret se’âdetlerine kavuşduran sebebdir. Ayrılık günlerinin uzaması, bu sevginizi sarsmamışdır. İki şeyi elden kaçırmamak lâzımdır: Birincisi, islâmiyyetin sâhibine uymak “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm”. İkincisi, bağlı olduğu rehberini “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yalnız Allah için sevmekdir. Bu iki şey varken, hiç bir şey verilmese, hiç üzülmemelidir. Birgün gelir, elbet verirler. Fekat, Allah göstermesin, eğer bu ikisinden birisi sarsılırsa, hâsıl olan hâlleri ve zevkleri istidrâc bilmelidir. Bunları harâblık ve yıkım saymalıdır. Doğru yol işte budur. İnsanı herşeye kavuşduran ancak Allahü teâlâdır. Vesselâm.

    _____________________

    Ey, yerin gökün sâhibi, ey vasfı Allahüssamed!
    Sayısız isyânla geldim kapına, beni kılma red!

    _____________________

    Yâ Allah, yâ Rahmân, yâ Rahîm, yâ afüvvü yâ Kerîm. Fa’fü annî verhâm lî ente erhamürrâhimîn.


  6. #296
    Reyhani
    Reyhani - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Mektubat-ı Rabbani 281. Mektup

    Bu mektûb, seyyid mîr Muhammed Nu’mâna “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” yazılmışdır. Silsile-i aliyye-i Sıddîkiyyeye bağlanmağa şükr etmekde, bu yolu övmekdedir:

    Allahü teâlâya hamd olsun! Onun seçdiği kullarına selâm olsun! Bu büyük ni’metin şükrü hangi dil ile yapılır? Allahü teâlâ, biz fakîrleri, îmânımızı, i’tikâdımızı Ehl-i sünnet vel-cemâ’at âlimlerinin “şekkerallahü teâlâ sa’yehüm” bildirdiklerine göre düzeltdikden sonra, Sıddîkdan gelen yola sülûk etmekle şereflendirdi. Bizleri, o büyüklerin mensûbları yapdı. Bu fakîre göre, bu yolda bir adım ilerlemek, başka yollarda yedi adım ilerlemekden dahâ fâidelidir. Peygamberlere uyarak ve vâris olarak, onların kemâlâtına kavuşduran yol ancak bu yüksek tarîkdir. Başka yollar, vilâyetin kemâlâtının sonuna ulaşdırır. Oradan Peygamberlik kemâlâtına kavuşduran yol açılmamışdır. Bunun içindir ki, bu fakîr kitâblarımda ve mektûblarımda, bu büyüklerin yolunun, Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” yolu olduğunu yazdım. Eshâb-ı kirâm verâset yolu ile, Peygamberlik kemâlâtından çok şeylere kavuşdukları gibi, bu yolun sonuna varanlar da, onlara uydukları için, o kemâlâtdan çok şeylere kavuşurlar. Bu yolun başında ve ortasında olanlar, sonunda bulunanları çok sevdikleri için, (Kişi, sevdiği ile berâber olur) hadîs-i şerîfindeki müjdeye kavuşurlar. [Bu hadîs-i şerîfi, Abdüllah ibni Mes’ûddan “radıyallahü teâlâ anh” (Buhârî) ve (Müslim) bildirmekdedir. (Künûz-üd-dekâık)da da yazılıdır.] Bu yola girip de, birşeye kavuşamıyan ve zarar eden kimse, bu yolun edeblerini gözetmiyen ve yenilikler, reform yapan ve edeblere uymayıp, rü’yâlarına, hulyâlarına uyan kimsedir. Bu kimsenin yoldan çıkmasında, felâkete sürüklenmesinde, yolun günâhı nedir? O, rü’yâlarının, hulyâlarının yolunda gitmekdedir. Türkistân yoluna dönmüşdür. Kâ’be yolundan sapmışdır. Elbette hâcı olamaz. Fârisî beyt tercemesi:

    Korkarım ki, ey câhil, Kâ’beye varamazsın!
    Kâ’beyi sayıklama, Türkistân yolundasın!

    Oradaki sevdiklerimizin ve bu tarîka girenlerin toplandıkları ve çalışdıkları bir sırada sizin oradan ayrılmanızı iyi görmüyorum. Bundan önce bize gelmenizi işâret etmiş idi isem de, bu yolculuğunuz şartlara bağlı idi. Şimdi de bu şartları gözetmelisiniz! Birkaç istihâre yaparak kalbinizde râhatlık, genişlik olduğunu iyi anladıkdan sonra ve yerinize birini oturtarak oradaki çalışmaların sarsılmayacağı te’mîn edildikden sonra, buraya gelmeniz doğru olabilir. Bu şartlar yapılmazsa, oradaki çalışmaları bozmayınız! Tâliblerin topluluğunu gevşetmeyiniz! Dahâ çok yazmıyorum. Vesselâm.


  7. #297
    Reyhani
    Reyhani - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Mektubat-ı Rabbani 282. Mektup

    Bu mektûb, Bedî-uz-zemâna gönderilmişdir. Hızır “aleyhisselâm” ve İlyâs “aleyhisselâm” ile buluşmağı bildirmekdedir:

    Allahü teâlâya hamd olsun! Onun seçdiği kullarına selâm olsun! Çok zemândan beri, sevdiklerimiz Hızır “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” için soruyorlar. Onun için bu fakîre lâzım olan bilgi verilmediğinden cevâb yazmıyordum. Bugün sabâh vakti toplanmışdık. İlyâs “aleyhisselâm” ile Hızır “alâ nebiyyinâ ve aleyhimessalevâtü vetteslîmât” rûhânî şekllerde geldiler. Hızır “aleyhisselâm” rûhânî olarak dedi ki, (Biz rûhlar âlemindeniz. Allahü teâlâ, bizim rûhlarımıza öyle kuvvet vermişdir ki, insan şeklini alırız. İnsanların yapdığı işleri, bizim rûhlarımız da yapar. İnsanların yapdığı gibi yürürüz, dururuz, ibâdet ederiz). (Nemâzları şâfi’î mezhebine göre mi kılarsınız?) dedim. (Biz islâmiyyete uymakla emr olunmadık. Kutb-i medârın işlerine yardım ederiz. Kutb-i medâr şâfi’î mezhebinde olduğu için, biz de onun arkasında şâfi’î mezhebine göre kılıyoruz) dedi. Bu sözünden anlaşıldı ki, bunların ibâdetine sevâb yokdur. Yanında bulundukları kimseler gibi ibâdet ederler. İbâdetin yalnız şeklini yaparlar. Bu konuşmadan da anladım ki, vilâyetin kemâlâtı şâfi’î mezhebine uygundur. Peygamberlik kemâlâtının hanefî mezhebine bağlılığı vardır. Kıyâmete kadar hiç Peygamber gelmiyecekdir. Bu ümmete bir Peygamber gönderilse idi, hanefî mezhebine göre ibâdet ederdi. Hâce Muhammed Pârisâ “kuddise sirruh” hazretlerinin, (Füsûl-i sitte) kitâbındaki, (Hazret-i Îsâ “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” gökden indikden sonra, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “radıyallahü teâlâ anh” mezhebine göre iş yapar) sözünün ne demek olduğu şimdi anlaşıldı. Bu iki büyükden yardım ve düâ istemeği düşündüm. (Allahü teâlânın lutfüne, ihsanına, ni’metlerine kavuşan bir kimseye biz ne yapabiliriz?) dedi. Sanki kendilerini aradan çekdiler. Hazret-i İlyâs “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” bu konuşmaya hiç katılmadı. Birşey söylemedi. Vesselâm.

    Zikr et zikr, bedende iken cânın!
    Kalbin temizliği zikr iledir Rahmânın!


  8. #298
    Reyhani
    Reyhani - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Mektubat-ı Rabbani 283. Mektup

    Bu mektûb, sofî Kurbâna yazılmışdır. Resûlullahın mi’râc gecesinde Allahü teâlâyı görmesi dünyâda olmayıp âhıretde olduğu bildirilmekdedir:

    Süâl: Ehl-i sünnet âlimleri, sözbirliği ile diyor ki, Allahü teâlâyı dünyâda kimse görmez. Hattâ, Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğu, (Resûlullah “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât” mi’râc gecesinde Allahü teâlâyı görmedi) dediler. Huccet-ül-islâm imâm-ı Gazâlî, (Resûlullahın “aleyhissalâtü vesselâm” mi’râc gecesinde Rabbini görmediği dahâ doğrudur) demişdir. Sen ise, o Serverin mi’râc gecesinde gördüğünü bildiriyorsun. Bunu nasıl açıklarsın?

    Cevâb: O Server “aleyhissalâtü vesselâm” mi’râc gecesinde, Rabbini dünyâda görmedi. Âhıretde gördü. Çünki, O Server “aleyhissalâtü vesselâm” o gece, zemân ve mekân çevresinden dışarı çıkdı. Ezeli ve ebedi bir ân buldu. Başlangıcı ve sonu, bir nokta olarak gördü. Cennete gideceklerin, binlerce sene sonra, Cennete gidişlerini ve Cennetde oluşlarını o gece gördü. Eshâb-ı kirâm arasında malı en çok olanlardan Abdürrahmân bin Avf, Eshâb-ı kirâmın “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” fakîrlerinden beşyüz sene sonra Cennete girecekdir. Onun beşyüz sene geçdikden sonra Cennete girdiğini gördü. Ona, niçin geç kaldığını sordu. İşte o makâmdaki görmek, dünyâda görmek değildir. Âhıret görmesi ile görmekdir. Ehl-i sünnet âlimleri, dünyâda görülemez buyurdular. Biz ise, âhıretdeki görmekle gördüğünü söylüyoruz. Bu görmeği dünyâda gördü demek de, mecâz olarak denilmişdir. Dünyâdan gidip gördüğü ve yine dünyâya geldiği için denilmişdir. Herşeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir.


  9. #299
    Reyhani
    Reyhani - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Mektubat-ı Rabbani 284. Mektup

    Bu mektûb, molla Abdülkâdir-i Enbâlîye yazılmışdır. Hâller, vecdler, Âlem-i emre bağlı şeylerdir. Bunları bilmek Âlem-i halk ile olur. Bu mektûbda bildirilenler, eski ma’rifetlerdir. Bunların yenisi büyük oğluna yazdığı mektûbda bildirilmişdir:

    İnsanın bir görünen zâhiri vardır. Bir de görünmiyen bâtını vardır. İnsanın zâhirî Âlem-i halkdan yapılmışdır. Bâtını Âlem-i emrdendir. Tesavvuf yolunun başında ve ortasında hâller, vecdler, müşâhedeler ve tecellîler hâsıl olur. Bunlar insanın bâtını olan Âlem-i emre bağlı şeylerdir. Bu yolun sonunda hâsıl olan şaşkınlık, cehâlet, acz ve ümmîdsizlik gibi şeyler de, Âlem-i emre bağlıdır. İnsanın zâhiri kuvvet bulunca, bu da bu şeylerden pay alır. Her ne kadar devâmlı olmaz ise de, birşeyler hâsıl olur. (Kerîmlerin sofrasından toprağa da bir pay düşer) sözünde olduğu gibi, Âlem-i emrde olanlardan Âlem-i halka da biraz serpilir. Zâhirin asl işi, bütün bunları bilmekdir. Çünki, bâtında bunlar hâsıl olur. Fekat bunları bilmez. Zâhir olmasaydı, birşey bilinmez, hâsıl olan şeyler birbirinden ayırd edilemezdi. Tesavvuf yolunda ilerlemenin ve makâmların Âlem-i misâlde işâretlerle gösterilmesi, zâhirin anlaması içindir. Görülüyor ki, hâller bâtın içindir. Bu hâlleri bilmek zâhir içindir. Bundan anlaşılıyor ki, hâllerini bilen Evliyâ ile hâllerini bilmiyen Evliyâda hâllerin bulunması bakımından ayrılık yokdur. Bu hâlleri bilmek bakımından fark olabilir. Bunun gibi, bir adam çok acıkır, açlık dayanamıyacak kadar artar. Adam kıvranır durur. Bu sıkıntılara açlık dendiğini de bilir. Başka birisi de, böyle açlıkdan kıvranır. Fekat, bu sıkıntılara açlık denildiğini bilmez. Bunların ikisinde de açlık hâli vardır. Aralarında ayrılık yokdur. Ayrılıkları, yalnız açlık denildiğini bilmekde ve bilmemekdedir.

    Hâllerini bilmeyenler de ikiye ayrılır: Birincileri, hâllerin hâsıl olduğunu bilmez. Değişik değişik hâller olduğunu anlamaz. İkincileri, bu değişiklikleri bilir. Fekat, her bir hâlin ne olduğunu bilmez. Bu ikincilere de ilm sâhibi denir ve irşâd etmeğe elverişli olurlar. Hâlleri birbirinden ayırmak, her rehberin yapacağı iş değildir. Belki, yüzlerce sene geçdikden sonra, bu ni’mete kavuşan biri bulunabilir. Başkaları kendi hâllerini, bu ni’met sâhibinden öğrenirler. Ülül’azm olan Peygamberler “salevâtüllahi teâlâ ve teslîmâtühü aleyhim” birbirinden yüzlerce sene sonra gönderilirdi. Ayrı hükmler, başka başka dinler, bunlar ile gönderilirdi. Başka Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vettehıyyât” onların dinlerine uyarlardı. Yalnız onların hükmlerini bildirirlerdi. Fârisî mısra’ tercemesi:

    Herkesin işi için, yaratır bir kulunu.

    Vesselâm.


  10. #300
    Reyhani
    Reyhani - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Mektubat-ı Rabbani 285. Mektup

    Bu mektûb, mîr seyyid Muhibbullah-i Mankpûrîye yazılmışdır. Simâ’, raks ve vecd üzerinde bilgi vermekde, rûhdan açıklama yapmakdadır:

    Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlâya hamd olsun! Onun seçdiği kullarına selâm olsun! Allahü teâlâ, sana herşeyin doğrusunu düşünen ve doğrusunu bulan akl versin ve herşeyin doğrusunu bildirsin! Vecd ve simâ’ [ya’nî kasîde, ilâhî dinliyerek kendinden geçmek, kimlere fâidelidir? Bunlar], hâlleri değişen, her zemânda başka dürlü olan, bir zemân şü’ûrlu, bir zemân şü’ûrsuz olan kimseler için fâidelidir. Bunlara (Erbâb-ı kulûb) denir. Bunlara Allahü teâlânın sıfatları tecellî eder. Her sıfatın tecellîsinde başka bir hâl alırlar. Sonsuz olan sıfatların ve ismlerin tecellîleri, te’sîrleri altında hâlden hâle dönerler. Hâlleri değişir, dilekleri hep değişir. Bunlar devâmlı bir hâlde kalamaz. Zemânları değişmeden olamaz. Bir zemân (Kabz) ya’nî sıkıntı, başka zemân (Bast) sevinç içindedirler. Bunlara (İbn-ül-vakt) de denir. Hâllerin te’sîri altında mağlûbdurlar. Bir zemân yükselirler. Başka zemân, aşağı derecelere düşerler.

    Tecelliyât-i zâtiyyeye kavuşanlar kalb makâmından yukarı çıkmışlar, kalbin sâhibine varmışlardır. Hâllere köle olmakdan kurtulmuşlar, hâlleri verene ulaşmışlardır. Bunların vecd ve simâ’a ihtiyâcları yokdur. Çünki, zemânları değişmez. Hâlleri devâmlıdır. Dahâ doğrusu vaktleri ve hâlleri yokdur. Bunlara (Ebül-vakt) ve (Erbâb-üt-temkîn) denir. Bunlar kavuşmuşlardır. Hiç geri dönmezler. Birşey gayb etmezler. Birşey gayb etmiyen, birşey bulmaz. Evet, sona kavuşanlar arasında, vaktleri devâmlı olduğu hâlde, simâ’dan fâidelenenler de vardır. Bunları biraz aşağıda açıklayacağız. İnşâallahü teâlâ.

    Süâl: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Allahü teâlâ ile öyle vaktim olur ki, o ânda hiçbir melek ve hiçbir Peygamber bana yaklaşamaz) buyurdu. Bu hadîs-i şerîf vaktin devâmlı olmadığını göstermiyor mu?

    Cevâb: Bu hadîs doğru ise, âlimlerin çoğu, burada bildirilen vaktin devâmlı olduğunu anlamışlardır. Şöyle de deriz ki, devâmlı olan vaktde arasıra husûsî hâller de olur. Bu hadîs-i şerîf, bu hâlleri bildirmekdedir.

    Süâl: Tegannî dinlemek, bu hâllerin bulunduğu zemân belki fâideli olur. Böyle olunca, nihâyete kavuşanlar da, bu hâlleri elde etmek için simâ’a muhtâc olur.

    Cevâb: Bu hâller, nemâz kılarken hâsıl olmakdadır. Nemâzın dışında da hâsıl olursa, nemâzın te’sîri iledir. Hadîs-i şerîfde, (Gözümün nûru nemâzdadır) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, belki çok seyrek olan bu hâlleri göstermekdedir. Başka bir hadîs-i şerîfde, (Kulun Rabbine en yakın olduğu zemân, nemâzdaki zemânıdır) buyuruldu. Alak sûresi ondokuzuncu son âyetinde meâlen, (Secde et, Rabbine yaklaş!) buyuruldu. Allahü teâlâya yakınlık çok olduğu zemân, başkalarının bulunması, araya karışmaları da o kadar azalır. Bu hadîs-i şerîf ve bu âyet-i kerîme gösteriyor ki, o vakt, nemâzda olan vaktdir. Vaktin devâmlı ve kavuşmanın aralıksız olduğu, tesavvuf büyüklerinin söz birliğinden de anlaşılmakdadır. Zünnûn-ı Mısrî buyuruyor ki, (Geri dönen, yalnız yoldan dönmüşdür. Kavuşan, geri dönmez).

    (Yâd-i dâşt), devâmlı huzûr demekdir. Her ân Allahü teâlânın huzûrunda olmakdır. Bu ni’met, bu yolun büyükleri olan, Hâcegân “kaddesallahü teâlâ ervâhahüm ve esrârehüm” hazretlerinin yolunda çalışanların eline geçmekdedir. Vaktin devâmlı olduğunu inkâr etmek, sona varamamayı gösterir. Büyüklerden birkaçı, meselâ ibni Atâ ve benzerleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, (Allahü teâlâya kavuşdukdan sonra, beşeriyyet hâllerine dönülebilir) demişdir. Bu sözden, vaktin devâmsızlığı anlaşılır. Fekat, sözlerine dikkat edilirse, (Dönülebilir) diyorlar. (Dönenler vardır) demiyorlar. Çünki, insanlık sıfatlarına dönen hiç olmamışdır. Böyle olduğunu erbâbı iyi bilir. Buradan anlaşıldı ki, tesavvuf büyükleri, vâsıl olanın geriye dönmiyeceğini sözbirliği ile bildirmişdir. Bu sözbirliğinden ayrılan birkaç kişi, dönmek câizdir demişdir.

    Sona varanlardan birçokları yüksek derecelerden bir dereceye kavuşdukdan ve (Cemâl-i ilâhî)yi müşâhede hâsıl oldukdan sonra, kendilerine soğukluk ve gevşeklik hâsıl oluyor. Böylece kavuşdurucu mertebelere yükselmeleri duruyor. Bunların dahâ kavuşduracak konakları aşması lâzımdı. Yaklaşdıran derecelerin hepsini geçmemişlerdi. Bu soğuklukla berâber, yükselmek, yaklaşmak arzûsundadırlar. İşte bu vakt simâ’ bunlara fâide verir. Harâretlerini, enerjilerini artdırır. Simâ’ yardımı ile yaklaşdırıcı mertebelere yükselir. Sükûnet buldukdan sonra, bu mertebelerden geri dönerler. Fekat inerken, o makâmlardaki hâllerini gayb etmezler. Bu vecd, bu buluş, gayb etdikden sonra olan buluş değildir. Çünki vuslatı, huzûru hiç gayb etmezler. Her ân kavuşmuş oldukları hâlde, kavuşdurucu konaklara yükselmeleri içindir. Sona gelenlerden vâsıl olanların simâ’ları, vecdleri de böyledir. Fenâ ve Bekâya kavuşanlara cezbe verirler. Lâkin soğuklukları, gevşeklikleri olduğu için, yüksek konaklara çıkabilmek için, yalnız cezbe iş göremez. Simâ’ da lâzım olur.

    Tesavvuf büyüklerinden birçokları da “kaddesallahü teâlâ esrârehüm”, vilâyet derecesine kavuşdukdan sonra, nefsleri kulluk makâmına iner. Rûhları, kendi makâmlarında cenâb-ı Hakka karşıdır. Kulluk makâmında bulunan nefs-i mutmeinneden her zemân rûha yardım gelir. Rûh bu yardımı ile matlûba âşina olur. Bu büyükler, ibâdetle râhat ederler. Kulluk vazîfelerini görmekle sükûnet bulurlar. Yükselmek arzûları azdır. İslâmiyyete uymak nûru ile parlamışlardır. Kalb gözleri, sünnete uymak sürmesi ile kuvvet bulmuşdur. Bunun için, keskin görüşlüdürler. Uzakdan öyle şeyler görürler ki, yakında olanlar onları göremez. Yükselmeleri az ise de, nûrları çokdur. Aslın nûrları ile aydınlanmışlardır. Bu makâmlarında iken şânları, kıymetleri büyükdür. Simâ’a, vecde ihtiyâcları yokdur. Simâ’ yerine ibâdetlerden istifâde ederler. Asldan aldıkları nûrlar, yüksek makâmlara çıkmış gibi fâide verir. Simâ’ ve vecde düşkün olan taklîdciler, bunların yüksek şânlarını bilmedikleri için kendilerini âşık, bunları zâhid sanırlar. Aşk ve muhabbet yalnız raksda, vecdde bulunur derler.

    Sona kavuşanlardan birçokları da vardır ki, (Seyr-i ilallah) yolculuğundan ve (Bekâ-billah) makâmına kavuşdukdan sonra, bunlara kuvvetli cezbe ihsân ederler. Kanca takıp çeker gibi sürüklerler. Orada soğukluk bulaşmaz. Gevşeklik gelmez. Yükselmek için, şaşılacak şeylere ihtiyâcları yokdur. Bunların dar olan halvetlerine simâ’ ve nağme yanaşamaz. Vecd ve tevâcüd ile ilişikleri yokdur. Yetişebilecek en son mertebeye çekilir, ulaşdırılırlar. O Servere “aleyhissalevâtü vetteslîmât vettehıyyât” uymak sâyesinde, O Servere “sallallahü aleyhi ve sellem” mahsûs olan makâmdan pay alırlar. Böyle kavuşmak ancak (Efrâd) denilen seçilmişlere nasîb olur. (Kutb)lar da, bu makâmdan pay alır. Ancak Allahü teâlânın ihsânı ile, sonun sonuna kavuşan bir seçilmişi, bu âleme geri çevirirlerse ve yaradılışda uygun olanları yetişdirmek vazîfesi buna verilirse, nefsini kulluk makâmına indirirler. Rûhu, nefsden ayrı olarak, Allahü teâlâya doğru olur. İşte bu, ferdiyyet kemâllerine sâhibdir. Kutbların yetişdirme yetkisine mâlikdir. Burada, Kutb dediğimiz, (Kutb-i irşâd)dır. (Kutb-i evtâd) değildir. Zıl makâmlarının bilgileri ve asl makâmlarının ma’rifetleri kendisine verilmişdir. Dahâ doğrusu, onun makâmında, ne zıl vardır, ne de asl vardır. Zılden, asldan ileri geçmişdir. Böyle bir kâmil ve mükemmil çok ender yetişir. Asrlardan, uzun yıllardan sonra, bir dâne bulunursa, yine büyük ni’metdir. Herşey onunla nûrlanır. Onun bir bakışı, kalb hastalıklarını giderir. Bir teveccühü, beğenilmiyen kötü huyları silip süpürür. Urûc makâmlarının hepsinden dahâ yukarıya çıkmış kulluk makâmına inmişdir. İbâdet etmekde râhat bulmuşdur. Vilâyet makâmlarının en üstünü olan (Abdiyyet) makâmında yerleşen seçilmişleri de vardır. (Mahbûbiyyet mansabı)na kâbiliyyet de buna verilir. Bu ise, Vilâyet mertebesinin bütün kemâllerini taşımakda ve da’vet derecesi makâmlarının hepsini içine almakdadır. (Vilâyet-i hâssa)dan ve (Nübüvvet makâmı)ndan pay almakdadır. Onun şânını şu mısra’ kısaca bildirmekdedir. Fârisî mısra’ tercemesi:

    Bütün güzellerde bulunan, yalnız sende vardır!

    Başlangıcda olanlara, vecd ve simâ’ zararlıdır. Yükselmesine engel olur. Şartlarına uygun olsalar da zararlıdırlar. Simâ’ın şartları, bu mektûbun sonunda, inşâallah bildirilecekdir. Bunun vecdi bozukdur. Hâl kaplaması suçdur. Hareketleri tabî’îdir. İsteklerine, nefsinin şehvetleri karışmışdır. Başlangıcda olan, mübtedî denilenler, (Erbâb-i kulûb) olmıyanlardır. Erbâb-i kulûb olanlar yoldakilerdir. Mübtedî ile müntehî arasında bulunanlardır. Müntehî demek, sona varmış, (Fânî-fillah) ve (Bâkî-billah) olmuş demekdir. Bunun da dereceleri vardır. Kavuşmanın da mertebeleri vardır. Her derece, her mertebe, birbirinin üstündedir. Bu mertebeler sonsuzdur. Kavuşmakla bitmez, tükenmez. Simâ’, yoldakilere ve müntehîlerin birkaçına fâidelidir. Bunu, yukarıda bildirmişdik. Şunu da bildirelim ki, Erbâb-i kulûb, simâ’sız olamaz demek istemiyoruz. Cezb olunmıyanlar, [çekilmekle şereflenmiyenler], sıkı riyâzetler, ağır mücâhedeler yardımı ile ilerliyebilirler. Simâ’ ve vecd, yalnız bunlara yardımcı olur. Erbâb-i kulûb, meczûblardan ise, cezbe yardımı ile ilerlerler. Simâ’ bunlara lâzım değildir. Şunu da söyliyelim ki, cezb edilmiyen Erbâb-ı kulûb için, simâ’ her zemân fâideli olmaz. Bundan yardım görebilmek için şartlar vardır. Bu şartlar gözetilmezse zararlı olur.

    Simâ’ın şartlarından biri, kendini yüksek bilmemekdir. Temâm olduğunu sanırsa ilerliyemez. Evet, simâ’ bunu da biraz ilerletirse de sükûn buldukdan sonra, o makâmdan geri iner. Simâ’ın bundan başka şartları, tesavvuf büyüklerinin kitâblarında, (Avârif-ül-me’ârif) ve benzerlerinde yazılıdır. Zemânımız tarîkatcilerinin çoğunda, bu şartlar yokdur. Şimdi yapılmakda olan simâ’ ve raksların ve toplantıların zararlı olduğu açıkdır. Bunların ilerletmeleri nerede? Hiç ilerletmezler. Yardım etmekden çok uzakdırlar. Fâide yerine zarar verirler.

    TENBÎH 1: [(Simâ’), ilâhî, mevlid ve kasîde ve Kur’ân-ı kerîmi tegannî ile okuyanları dinlemek demekdir. (Raks), eli, ayakları tempo ile oynatmak ve dans demekdir.] Simâ’ ve raks, müntehîlerden birkaçına da lâzımdır dedik. Çünki yükselecek çok mertebeleri bulunduğu için, yolda sayılırlar. Erişilebilecek mertebelere yükselmedikce müntehî olmaz, sona varmış sayılmazlar. Seyr-i ilallah sonuna vardıkları için, bunlara müntehî denilmişdir. Bu seyrin sonu, sâlikin mazhar olduğu isme kadardır. Fekat, bu seyrden sonra, bu ismde ve isme bağlı şeylerde de seyr vardır. Bu ismdeki ve kavuşanların bildikleri şeylerdeki seyrden sonra, ismin sâhibine varıp, burada Fenâ ve Bekâ hâsıl edince, tâm müntehî olur. Seyr-i ilallahın doğrusu da budur. İsme kadar olan seyre de, (Seyr-i ilallah) denilmiş, o mertebede olan Fenâya ve Bekâya da, (Vilâyet) adı verilmişdir. (Seyr-i fillah) sonsuzdur denilmesi, Bekâdaki seyr içindir. Bütün konakları geçdikden sonradır. Bu seyrin sonsuz olması demek, o ismde seyr olunursa ve bu ismdeki şü’ûnların herbiri ile ayrı ayrı ahlâklanırsa, sonuna varılmaz demekdir. Çünki, her ismde sonsuz şü’ûnlar bulunmakdadır. Eğer yükselirken, onu bu ismden geçirirlerse, bir adımda geçebilir ve sonun sonuna varabilir. Eğer orada yok olursa, çok şerefli olur. Yok eğer insanları yetişdirmek için, geri indirirlerse, çok büyük üstünlük olur. Bu isme kavuşmanın kolay bir şey olacağını sanmamalıdır. Bu ni’mete kavuşabilmek için, cân fedâ etmek lâzımdır. Acabâ kimi bu büyük ni’mete kavuşdurmakla şereflendirirler?

    Tenzîh ve takdîs sanılan mertebe çok olur ki, teşbîh ve tenkîsdir. Hattâ çok mertebeler vardır ki, tenzîh sanılırlar. Hâlbuki, rûh makâmından da aşağıdırlar. Arşın üstündeki tenzîh gibi görünen de, teşbîh dâiresinin içinde olabilir. Münezzeh olarak [ya’nî mahlûklarla ilgisi olmıyarak] görünen şey, rûh âleminden olabilir. Çünki Arş, maddeli, cihetli, ölçülü şeylerin sonudur. Rûh âlemi, cihetli, ölçülü âlemin dışındadır. Çünki rûh, [madde değildir] mekânsızdır. Bir yere sığmaz. Rûhun, Arşın dışında olduğunu söylemek, seni şaşırtmasın. Rûhu kendinden uzak sanma! Aranız çok açık zan etme! Öyle değildir. Rûh mekânsız olmakla berâber, onun için her yer birdir. Arşın dışında demekle, başka şey anlatılmakdadır. Oraya varamıyana anlatılamaz.

    [Rûh, radyo dalgalarına benzetilebilir. Bu dalgalar madde değildir. Yer kaplamazlar. Böyle olmakla birlikde, her yerde vardırlar denir. Çünki, her yerde bulunan radyoda ses hâsıl ediyorlar].

    Tesavvuf büyüklerinden birçoğu, rûh makâmına varınca, onu Arşın üstünde buluyorlar. Rûhun tenzîhini [ya’nî, maddelere benzememesini], Allahü teâlânın tenzîhi sanıyorlar. Rûh makâmının bilgilerini, ma’rifetlerini, ince, gizli şeyler zan ediyorlar. Allahü teâlânın Arş üstünde istivâsını anladık diyorlar. Hâlbuki onların gördükleri nûr, rûhun nûrudur. Bu fakîr “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”de, bu makâm hâsıl olunca, şaşırıp kalmışdım. Bereket versin, Allahü teâlânın yardımı imdâdıma yetişerek, bu tehlükeden kurtarılmışdım. O nûrun, rûhun nûru olduğunu, Allahü teâlânın nûru olmadığını anlamışdım. Bize bu doğru yolu gösteren Allahü teâlâya hamd olsun! Allahü teâlâ, bize doğru yolu göstermeseydi biz onu bulamazdık. Rûh, mekânsız olduğu için, anlaşılamıyacak bir mahlûk olduğu için, insanı şaşırtmakdadır. Doğruyu açığa çıkaran Allahü teâlâdır. Doğru yolu gösteren ancak Odur.

    Bunlardan birkaçı, Arşın üstündeki rûhun nûru ile nûrlanarak geri dönerler ve onunla Bekâ hâsıl ederler. Kendilerini, teşbîh ile tenzîhi birlikde taşıyor sanırlar. Bu nûru kendilerinden ayrı bulurlarsa, cem’den sonra fark, ya’nî birleşdikden sonra ayrılmak makâmına kavuşduklarını sanırlar. Tesavvufcuların böyle yanılmaları çok olmuşdur. İnsanı böyle yanılmakdan ve korkulu yerlerden koruyan ancak Allahü teâlâdır.

    Rûh, bu madde âlemine göre, her ne kadar maddesiz ve anlaşılamıyacak ise de, hiç anlaşılamıyana göre anlaşılır olmakdadır. Sanki bu madde âlemi ile, hiç maddesiz olan mukaddes varlık arasında bir geçid gibidir. Bunun için, her ikisine de yakınlığı vardır. Her iki bakımdan da incelenebilir. Hiçbirşeye hiç benzemiyen varlık ise böyle değildir. Maddeli varlıkların, aklın, anlayışın, Ona hiçbir bağlılığı yokdur. Bundan dolayı sâlik, rûhun bütün makâmlarını geçmedikce, o isme varamaz. Görülüyor ki, önce göklerin her tabakasını ve Arşı geçmek lâzımdır. Madde âleminden büsbütün çıkmalıdır. Bundan sonra mekânsız, maddesiz olan (Âlem-i ervâh) mertebeleri de aşılmalıdır. Bundan sonra bu isme varılabilir. Fârisî beyt tercemesi:

    Efendi, yükseldim, kavuşdum sanıyor,
    Kendini beğenmiş, yerinde sayıyor.

    Allahü teâlâ, mahlûklara benzemekden çok uzakdır. O ötelerin ötesi, dahâ ötesidir. Bu (Âlem-i halk) denilen madde, ölçü âleminin ötesi (Âlem-i emr)dir. Âlem-i emrin ötesi, ismlerin ve şü’ûnların zıllerinin ve asllarının topluca ve ayrı ayrı mertebeleridir. Bu zıl ve asl ve mahlûklar ve ilâhî ve toplu ve ayrı ayrı bütün mertebelerin ötesinde hakîkî matlûbu aramalıdır. Böyle aramak ni’metini acabâ kime ihsân ederler? Hangi tâli’liyi bu se’âdetle şereflendirirler? Bu Allahü teâlânın öyle bir ihsânıdır ki, dilediğine verir. Allahü teâlâ, büyük ihsân sâhibidir. Çok yüksekleri istemelidir. Yolda ele geçenlerle oyalanmamalıdır. Bunların ötesini aramalıdır. Arabî beyt tercemesi:

    Sevgiliye kavuşmak, ele geçer mi acabâ?
    Yüksek dağlar ve korkunç tehlükeler var arada!

    TENBÎH 2: Sonsuz kavuşmak ve devâmlı vakt, ancak mutlak Fenâdan sonra, Bekâ-billah ile şereflenen kimseye nasîb olur. Bunun (İlm-i husûlî)si, (İlm-i huzûrî)ye dönmüşdür. Bu sözümüzü dahâ açıklıyalım: Bir kimsenin, kendi dışında bulunan birşeyi bilmesi için, o şeyin görüntüsünün zihnde hâsıl olması lâzımdır. Görüntü hâsıl olmaksızın bilmeğe, (İlm-i huzûrî) denir. İnsan kendisini, ilm-i huzûrî ile bilir. Çünki kendisi, kendi zihninde vardır. (İlm-i husûlî)de, bilinen şeyin görüntüsü zihnde bulundukca, o şey bilinir. Zihndeki sûret yok olunca, o şey unutulur. Bundan dolayı, ilm-i husûlî devâmlı olamaz. İlm-i huzûrî böyle değildir. Bilinen şey, hiç unutulmaz. İnsan kendisini, ilm-i huzûrî ile bilmekdedir. Kendisi zihnde hep var olduğundan, insan kendini hiç unutmaz. Bekâ-billah, ilm-i huzûrî ile olur. Hiç unutulmaz. Bunu yanlış anlamamalıdır. Bekâ-billah, kendini Hak bulmakdır sanmamalıdır. Tesavvufculardan birkaçı burada yanıldı. (Hakk-ul-yakîn)in böyle olduğunu sandı. Öyle değildir. Tâm Fenâdan sonra hâsıl olan Bekâ-billahın böyle bilgileri yokdur. Onların söyledikleri hakk-ul-yakîn, cezbede hâsıl olan Bekâ-billah ile uygundur. Bizim bildirdiğimiz Bekâ ise başkadır. Fârisî mısra’ tercemesi:

    Bu şerâbı tatmadıkca, tadını anlıyamazsın!

    Görülüyor ki, Bekâ-billah devâmlıdır. Burada unutmak hiç olmaz. Bekâ-billah hâsıl olmadıkca devâm olamaz. Çoklarına ve hele Ebû Bekr-i Sıddîkdan gelen yolda olanlara, bu makâma yetişmeden önce, devâmlı görünür ise de doğrusu, bizim bildiğimizdir. İşin içyüzü, bize bildirilen gibidir. Herşeyin doğrusunu ancak Allahü teâlâ bilir. Herkesin dönüşü Onadır. Geçmişde ve gelecekde her hamd, âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâ içindir. Onun Resûlüne devâmlı ve sonsuz düâlar ve selâmlar olsun!


Sayfa 30/34 İlkİlk ... 2829303132 ... SonSon

Benzer Konular

  1. Ramazan ayının üstünlükleri imam rabbani
    By ArzuNur in forum Mübarek Gün Ve Geceler
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 28.09.08, 22:42
  2. İmâm-ı Rabbâni Hazretleri'nden bir nasihat...
    By ArzuNur in forum Nasihatlar
    Cevaplar: 4
    Son Mesaj: 16.07.08, 21:58
  3. İmam-ı Rabbani
    By Kartal__13 in forum İslami Şiirler
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 21.06.08, 23:34
  4. İmÂm-i RabbÂnÎ
    By İslam-Gülü in forum İslam Büyüklerimiz ve Alimlerimiz..
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 10.06.08, 15:14

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •