3. Toplum Yapısı Bakımından
Her toplumun kendi bünyesine uyduğu kabul edilen bir yapısı ve bu yapılanmaya uygun olduğuna inanılan bir yönetim şekli bulunmaktadır. İdeal devlet tarzını öngören eserler ise, yazarının ait olduğu toplumsal şekillenmeden memnuniyetsizliğinin bir yansıması olarak, mevcut yapıya bir başkaldırı ve alternatif olarak düşünülmüş ve yazılmıştır.
Her iki filozof dikkate alındığında ortaklık esasına göre bir yaşama tarzını önerdikleri görülmektedir. Toplum, ortaklığı gerektiren zorunluluklardan dolayı meydana gelmektedir. Sözü edilen bu ortaklığın iki şekilde ortaya çıktığını belirtmek yanlış olmaz. Bunlardan biri mal ortaklığı, diğeri de insan ortaklığıdır. Bu konunun izahına geçmeden önce, her iki filozofta toplumun hangi gereklilikler doğrultusunda oluştuğuna bakmakta yarar vardır.
Platon’a göre toplumu meydana getiren, insanın tek başına, kendi kendine yetmemesi, başkalarına ihtiyaç duymasıdır. Buna göre insanlar, bir takım ihtiyaçlarını, eksikliklerini tamamlamak için birbirlerine başvururlar. Bundan toplum ortaya çıkar. Platon bunu şu ifadesiyle açıklamaktadır. “Böylece bir çok eksikler birçok insanların bir araya toplanmalarına yol açar. Hepsi yardımlaşarak bir ortaklık içinde yaşarlar. İşte bu türlü yaşamaya toplum düzeni deriz.” İnsanın yaşamasını sağlayacak ihtiyaçları gidermek için değişik işlerden anlayan başka insanlara ihtiyacı vardır; zira her işi bir tek insan yapamaz. Her insanın da yaratılışına uygun ve bu doğrultuda yapabileceği bir iş bulunmaktadır. Bu toplumda yaşayan herkes, yaptığı işten ürettiklerini de başkalarıyla paylaşmak durumundadır.
Buna göre “nerede bir toplum varsa, orada bazı ihtiyaçlar karşılanıyor demektir ve bu amaca uygun olarak karşılıklı bir hizmet alışverişi bulunmaktadır.” Karşılıklı ihtiyaçlar bulunduğu yolundaki teori, toplumun bir sözleşme çerçevesinde oluştuğu sonucunu doğurduğu gibi, aynı zamanda iş bölümü ve görevlerde uzmanlaşma ilkesini de beraberinde getirmektedir.
Düşlenen toplumun gelişip ilerlemesi, ancak bu şekilde olabilir. Henüz kurulma aşamasında olan ve gelişmekte olan bir toplumda üretilenler yetmeyince, toplumun fertleri gerekli ihtiyaçlarını başka şekillerde karşılamaya çalışacaklar, böylece toplum içerisinde ticaretçiler, satıcılar, bedenen çalışanların yer aldığı üreticiler sınıfı meydana gelecektir. Ancak, giderek büyüyen toplumda topraklar insanı besleyemez olunca, bu kez ister istemez toprakların genişletilmesi gereği ortaya çıkacağı için, başka ülkelerin toprağına göz dikilecek, bu da devletler arasında huzursuzluğa ve sonuçta da savaş çıkmasına vesile olacaktır. Böyle bir durumun olabileceği varsayımı, ülkenin korunması gereğini ortaya koymaktadır; bu da ülkeyi dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı savunacak koruyuculara veya savaşçılara ihtiyaç olacağını göstermektedir. Bu itibarla devletin en çok ihtiyaç duyacağı hususlardan biri, savunmadır ve bunu üstlenecek olan teşkilat da koruyucular sınıfı olacaktır. Böylece Platon, toplumda bir sınıfın daha oluşmasını öngörmektedir; bu da koruyucular sınıfıdır. Koruyucuların kendilerine düşen işi en iyi şekilde yapmaları zorunludur. “Koruyucuların işi önemli olduğuna göre, onların da yalnız büyük bir özen ve sanat isteyen kendi işleriyle uğraşmaları gerekir.”
Diğer taraftan, toplumun başıboş bırakılması söz konusu olamayacağına göre, onu idare edecek olanlara da ihtiyaç olacaktır. Bu yöneticiler, koruyucuların en iyilerinden ve devlet kurmayı en iyi bilenlerden seçilmelidir. Böylece Platon’un devlet hakkında verdiği bu ilk bilgilerden de anlaşılacağı üzere devlette üç türlü görevin yapılması gerektiği ortaya çıkmaktadır: Temel maddî ihtiyaçların karşılanması işi, üreticilere aittir; devletin korunmasını koruyucular veya bekçiler üstlenecektir; devletin yönetilmesi, koruyucular arasından seçilen yöneticiler tarafından yapılacaktır. Burada, yetenek farklarına dayalı ve devletin ihtiyaçlarına göre herkesin farklı bir görev icra edebileceği bir iş bölümü olduğu dikkati çekmektedir. Platon’un yaptığı tasnifte toplumsal açıdan üç farklı sınıfın varlığı, üç tip insanın olduğu gerçeğine dayanmaktadır. “Kişilikleri gereği, egemenliğe değil, çalışmaya yatkın olanlar, sadece başkalarının kontrolü ve direktifleri altında egemen olmaya yatkın olanlar, ve son olarak da amaç ve araçların nihai şekilde seçilmesi gibi, devlet adamlığının en yüksek görevlerini yapabilecek olanlar.” Bu noktada Platon, devletle, daha doğrusu toplumdaki bölümlerle, insan arasında bir ilgi kurmakta ve toplumdaki yönetenler, savaşanlar ve para kazananlar gibi insanda da akıl, istek ve öfke gibi üç bölüm olduğunu kabul etmektedir. Anlaşılıyor ki Platon, toplumdaki sınıfların tasnifini yaparken, insanın psikolojik yapısını dikkate almaktadır. Buna göre, üç çeşit nefis bulunmakta ve bunlar toplumun sınıflarıyla birebir denkleştirilmektedir. Bu bakımdan, beslenme veya şehvet yeteneklerini içine alan ve Platon tarafından diyaframın altında yer aldığı kabul edilen nefis veya ruh ki bu, üreticilere denk düşmektedir; yapıcı veya atılgan olan ve göğüste bulunan nefis, bu da irade (istek) olarak koruyucular sınıfına karşılık gelmektedir; nihayet bilen veya düşünen ve başta bulunduğu kabul edilen rasyonel ruh ki bu da akıl olup yöneticilere tekabül etmektedir. Buna göre Platon, insandaki ruhî hallerin insanda da bulunduğunu kabul etmekte, insanla devlet arasında bir irtibat kurmaktadır. Bir anlamda devletin bir organizma olduğuna işaret etmektedir.
Burada belirtmek gerekir ki; Platon, çağdaş siyasî düşünceye yeni bir bakış açısı kazandırmaktadır. O da Platon’un bir ‘homo politicus’ hipoteziyle işe başlamamasıdır. O, insanı sadece bireysel benlikler olarak görmemektedir. O, toplumun karmaşıklığı ve zenginliği ile ilgisi olmayan soyut bir ‘siyasi insan’ ı esas almamaktadır. Platon, toplumu anlamanın yolunun, insanı tanımak ve anlamaktan geçtiği kanaatinde olduğu için, toplumla ilgili değerlendirmelerini, insanla irtibatlandırmaktadır. Burada dikkati çeken ve “onon inancında zamanları aşan bir dikkate değer husus vardır ki, o da insanın incelenmesine dayandırılmadığı takdirde hiçbir siyaset teorisinin anlamlı olmayacağıdır.”
Campanella’nın Güneş Ülkesi’nin nasıl oluştuğu ve buradaki insanların ne şekilde bir araya geldiklerine dair görüşleri ise şöyledir:
Campanella, Güneş Ülkesi’nin, zorbalar, haydutlar, büyücü rahiplerin egemen olduğu Hindistan’dan kaçarak geldiklerini söylediği, dürüst insanların oluşturdukları zorunlu bir topluluk olduğu kanaatindedir. O, bu insanların buraya, filozofça ve ortak bir toplum kurmak amacıyla geldiklerini kabul etmektedir. Dolayısıyla da Campanella, böyle bir toplumda, her konuda eşitçe paylaşımı amaçlayan bir ortaklık öngörmektedir..
Kitabında yaptığı izahlara bakıldığında Campanella, kurmayı düşlediği ülkesinin insanlarını iki ana sınıf olarak görmektedir. Biri yöneticiler sınıfı, diğeri de halk tabakası. Halk tabakası her işte ortak çalıştığı için, kendi aralarında bir taksime tabi tutulmazken, yöneticiler kendi aralarında sınıflandırılmıştır. Bunlar, kentin en büyük yöneticisi Metafizikçi ve onun yardımcıları olan Güç, Akıl ve Sevgi adlarındaki yöneticilerdir.[26] Yöneticiler tabakası, toplumun küçük bir birimini oluşturmasına rağmen kendi aralarında bir iş taksimi bulunmaktadır. Asıl kalabalık kesim, halktır. Ancak yöneticiler, topluma egemen olan bir sınıftır ve toplumu yönetme yetkisi onlardadır.
Buna göre her iki filozof da toplumda ortak yaşamayı kabul etmektedir. Ancak Platon, toplumun ve onun yönetimini üstlenen devletin, ihtiyaçların gereği olarak meydana geldiğini savunurken, Campanella, karşılıklı ihtiyaçlara dayanan bir toplum anlayışı yerine, yanlış yönetilen ve zorbalığın hakim olduğu bir topluluktan kaçan insanların, daha insanca bir yaşam özlemiyle oluşturdukları zorunlu bir toplum anlayışından söz etmektedir. Platon, insan psikolojisi ile toplumun sınıfları arasında irtibat kurarken, Campanella yalnızca toplum yapısını dikkate almaktadır. Ayrıca bu sınıflandırmada bizzat Platon’un belirlediği üçlü bir tasnif söz konusu iken, Campanella’da genel olarak ikili bir tasnif dikkati çekmekte, yöneticiler ise biri asıl yönetici olmak üzere dörtlü bir taksime tabi tutulmaktadır.
Bu filozoflar, toplumdaki ortaklık anlayışını da şu şekilde ortaya koymaktadırlar:
Platon’a göre devlette tam bir ortaklık durumu bulunduğundan dolayı koruyucuların ve bunların içinden çıkmış olan yöneticilerin hiçbir mülkiyet hakları yoktur. Devlet ellerinde olduğu ve onu idare ettikleri, dolayısıyla da devletin bütün maddi kaynakları ellerinde bulunduğu halde, ondan hiçbir nimet elde edemezler. Başka devletlerin başındakiler gibi toprakları, güzel, büyük evleri bulunmaz, bu evleri gereğince döşeyemez, kimseyi konuk edemezler. Başkalarının sahip olduğu servet, altın, gümüş vb. hiçbir malları olmadığı gibi, istediklerini satın alamaz, diledikleri gibi yaşayamazlar. Burada Platon’un, devletin en imtiyazlı sınıfı olarak görülen koruyucular sınıfı için servet edinme yasağı getirmesinin sebebi, onların servet ve malla ilgilendikleri taktirde, yalnızca kendilerine ehemmiyet verip, devleti ihmal edebilecekleri endişesidir. Arazileri, evleri ve paraları olduğunda, koruyucu olacakları yerde, kendileri de mal sahibi, çiftçi veya tüccar olup; yurttaşlarına yardım edecek yerde onların zorba efendileri olabilirler. Bu ise hem kendilerini, hem de devleti felakete sürüklemek demektir. Platon, koruyucular sınıfına (bekçiler ve yöneticiler) mülkiyet edinme hakkı (ev, arazi, para) tanımadığı gibi, onların barakalarda ortak bir hayat sürdürerek, ortak sofralarda yemek yemeleri kuralından da söz etmektedir. Platon, devlette dikkat edilmesi gereken en önemli kurumun adalet olduğuna dikkat çekmektedir. Sözü edilen adaletin nimet dağılımında da sağlanması gerekmektedir. Herkesin yeteneğine ve yaptığı işe göre hakkını vermek , adaletin sağlanması açısından önemlidir. Görülüyor ki burada Platon’un tek hedefi vardır: O da devleti her bakımdan korumaktır.
Oysa Platon, aynı yasaklamaları üreticiler için düşünmemektedir. Yukarıdaki ifadelere bakıldığında koruyucu ve yöneticiler dışında kalanların servet sahibi olabilecekleri anlaşılıyor. Bunların özel mülkiyetleri, paraları, servetleri olabilir ancak, onların da aşırı zenginlikten kaçınmaları gerekmektedir. Platon, üreticiler sınıfının her türlü özel mülkiyetten yararlanabileceklerini kabul etmekle beraber, bu durumun alt sınıflardan üst sınıflara geçebilme imkanı ile nasıl bağdaşabileceğini açıklamamaktadır. Kaldı ki onun, bu programı sonuna kadar devam ettirerek çözme niyetinde olmadığı da anlaşılmaktadır. O günkü Grek toplumunun vazgeçilmez kurumlarından biri olan kölelik hakkında bir görüş ileri sürmemesi de bunu göstermektedir. Onun bu hususta görüş belirtmemesi, ‘Devlet’ adlı kitabında öngördüğü devlet modelinde kölelerin yapabileceği bir iş bulunmamasından ve dolayısıyla da bu kurumun ilkece kaldırılmış olduğu şeklinde yorumlamalara neden olmuştur. Bu da Platon’un, yaşadığı toplumun kurallarına bir başkaldırı olarak değerlendirilebilir. Zaten ideal devleti düşünmesi de toplumdaki aksaklıkların giderilmesi içindir.
Anlaşılıyor ki Platon, kısmî bir mal ortaklığından söz ederek bunu, koruyucularla yöneticiler sınıfına hasretmekte, üreticiler içinse baştan beri mülkiyet hakkı tanımaktadır. Bu, sınırlı bir ortaklıktır.
Campanella’ya göre de toplumun temelinde özel mülkiyetin bulunmayışı vardır. Toplum, kişisel çıkarlar doğrultusunda değil, ortak duygu ve menfaatler doğrultusunda ve özellikle de yurt sevgisi üzerine kurulmuştur. “Güneş Kentliler, yurtlarına inanılmayacak kadar büyük bir sevgi ile bağlıdırlar. Böyle olmaları da gerekir. Çünkü yurt sevgisi, kişisel çıkardan vazgeçildiği ölçüde artar. Tarih de bunun böyle olduğunu gösteriyor. Eski Romalılar, özel mülkiyeti hor gördüğü ölçüde kendilerini, seve seve yurtlarına feda edebilmişlerdir.” Campanella’ya göre bencillik, yurt sevgisinin azalmasına yol açtığı için, öncelikle bencilliğin amacını ortadan kaldırmak gereklidir. Bencilliği doğuran şeyler, ister ev, para cinsinden bir mülkiyet edinme, ister evlenmek suretiyle bir kadın veya çocuk cinsinden bir sahiplenme olsun fark etmez. Bunlar oldu mu, insan mal, mülk derdine düşer ki, bu da bencilliği körükler. İşte bu yüzden “Güneş Ülkeliler, bencilliğin amacını ortadan kaldırmakla onu yok etmişler ve yerine, ortak yaşama sevgisini koymuşlardır.”
Güneş Ülkesi, insanların birbirlerine olan ihtiyaçlarının bir yansıması olarak ortaya çıkmadığına göre, böyle bir toplumda insanlar, birbirlerine yardım etme fırsatı da bulamayacaklar demektir. Yöneticiler de dahil tüm halkın ihtiyacı devlet tarafından, eşitçe karşılanacaktır. Yöneticiler bu eşit dağılımı düzenlemek zorundadırlar. Ancak, savaşlarda alınan esirlerden satılamayanlar, köle olarak kullanılmak suretiyle işe yaramaları sağlanır ve bunlar kentin dışındaki ağır işlerde kullanılırlar.
Campanella, bencilliğin yok edilmesi ve yurt sevgisi temeline dayalı olan ortak yaşamayı şöyle anlatıyor: “Güneş Kentlilerin evleri, odaları, yatakları ve gerekli bütün eşyaları ortaktır. Her altı ayda bir, yöneticiler herkese hangi çevrede, hangi evde, hangi odada kalacağını bildirir. Her odanın kapısında, içinde geçici olarak oturanın adı yazılıdır. Bütün kol ve kafa işlerinde erkekler gibi, kadınlar da ortak çalışır.” Kadınlar ve erkekler her işte ortak çalışabilirler, ancak bazı işler kadınlara ağır gelebilir. Toprağı belleme, ekip biçme, hasat gibi ağır işleri erkekler yaparken, hayvan sağma, peynir yapma, kentin duvarları dışında sebze ekip toplama, meyve toplama, kumaş dokuma, dikiş yapma, elbise yapma, saç sakal kesme, ilaç hazırlama gibi işleri de kadınlar üstlenir. Ayrıca, evde sofra kurma ve toplama işi de kadınların olup sofra hizmetlerini ise 20 yaşından küçük kız ve erkekler birlikte yaparlar.
Campanella, mal ortaklığına dayalı bir toplumda yoksulluğa da zenginliğe de rastlanacağı kanaatindedir. Zira yoksulluk insanları alçaltır, hilelere hırsızlıklara, kurnazlıklara, yalancılıklara, serseriliğe götürür; sonuçta da yurt sevgisinin azalmasına yol açar. Buna mukabil zenginlik de insanları gururlu, cahil, küstah, palavracı, hain, kendini beğenmiş, bencil ve iftiracı yapar. “Oysa her şeyin ortak olduğu Güneş Ülkesi’nde herkes aynı zamanda hem zengin, hem yoksuldur. Zengindir, çünkü Kent, bütün ihtiyaçlarını karşılar; yoksuldur, çünkü hiç kimsenin malı mülkü yoktur, her şey ortaktır. Güneş Kentliler, mala mülke köle olmazlar, sadece yararlanırlar ondan.” Çünkü, Güneş Ülkesi’nde kimsenin geçim derdi yoktur. Devlet herkese gereken ne ise onu vermekle mükelleftir. Yöneticiler hiç kimsenin hak ettiğinden fazlasını almamasına dikkat ederler. “Herkes ihtiyacı ne ise onu almaktadır.” Buna göre nimet dağılımı bir taraftan da çalışmaya göre belirlenmiş olur. Burada herkes eşitçe bir dağılımla çeşitli işlerde çalışırlar. “Yararlı işler, sanatlar, bilimler, çeşitli toplum görevleri bütün yurttaşlar arasında eşitçe paylaşılmakta, adam başına günde dört saat düşmektedir. Günün geri kalan saatleri çekici bilgilere, okumaya, tartışmalara, gezmelere, kısaca beden ve kafanın gelişmesine yarayan faydalı ve hoş işlere harcanmaktadır.”
Görülüyor ki her iki düşünür de toplumda bir mal ortaklığından söz etmektedir. Bu konuda Campanella, sınıflar arasında hiçbir ayırım yapmadan en alt seviyedeki insanın da en üst tabakadakinin de hiçbir şekilde servetinin olamayacağını benimserken, Platon, üreticilerin yani emeğini ortaya koyarak çalışanların servet edinebileceklerini kabul ederek, yöneticilerin de içinde bulunduğu koruyucular sınıfının ise asla mal-mülk sahibi olamayacaklarını savunmaktadır; böylece sınırlı bir mal ortaklığı anlayışı geliştirmektedir. Her iki filozof da mal ortaklığına, devletin daha iyi korunmasını sağlamak için karşı çıkmaktadırlar. Campanella buna bencilliği de ilave etmektedir. Zira bencillik, devletin çıkarlarını zedeleyebilecek bir unsurdur.
İnsan konusundaki ortaklığa gelince:
Platon, koruyucular ve yöneticilerin aile kurmaları hususunda, onların mal edinmeleri konusundaki tavrını devam ettirerek bir yuva sahibi olmalarına da karşı çıkmaktadır. Çünkü o, koruyucuların kadınlarının ortak olmasını öngörmektedir: “Bekçilerimizin kadınları hepsinin arasında ortak olacak, hiçbiri hiçbir erkekle ayrı oturmayacak. Çocuklar da ortak olacak. Baba oğlunu, oğul babasını bilmeyecek” diyen Platon, bunu, kendisi tarafından kurulmasını planladığı devletin bir kanunu olarak düşünmektedir. Bu kanunu halka kabul ettirmenin çok daha güç olduğunu belirterek bunun gerçekleşmesi halinde çok yararlı olacağını da ifade etmektedir. Öyleyse bu ortaklık nasıl gerçekleşebilir?
Daha önce belirtildiği gibi, üreticilerde bulunduğu halde, koruyucular ve idare edenler sınıfından hiç kimsenin özel bir mülkiyet hakkı olmadığı için evleri, sofraları ortak olacak, bir arada yaşayacaklar, bütün idmanlara birlikte katılacaklar ve doğal olarak da çiftleşmek isteyeceklerdir. Ancak Platon’a göre kadın erkek beraberliği rasgele olmamalıdır. Buna hiçbir din ve devlet de izin vermez. Öyleyse bu birlikteliklerin “mümkün olduğu kadar düğünlü dernekli evlenmeler” olması ve “bu evlenmelerin toplum için yararlı olanlarının kutsal sayılması” gerekmektedir. Bu noktada Platon’un bir taraftan kadında ortaklıktan bahsederken, diğer taraftan da devlet eliyle yapılan kutsal evliliklerden söz etmesi, çelişkili olarak gözüküyorsa da Platon, bu çelişkiye çözüm bulmaktadır. Bu çelişkinin nasıl giderildiğini açıklayabilmek için önce, Platon tarafından kutsal sayılan yararlı evlilikler hangileridir? Sorusuna cevap vermemiz; ardından da kadındaki ortaklık nasıl anlaşılmalıdır? Sorusunun cevabını aramamız gerekmektedir.
Platon, en iyi cins hayvan nesilleri yetiştirmek için nasıl en gürbüz, en güçlüler birbirleriyle çiftleştiriliyorsa, insan cinsi için de durumun aynı olduğunu kabul etmektedir. En güçlü erkeklerle, en güzel kadınlar seçilerek evlendirilmeli, en zayıf ve kötü durumdakiler de birbirleriyle çiftleştirilmelidir. En iyilerin seçilip evlendirilmelerinde, yöneticiler ufak hile ve yalanlara başvurabilirler. Çünkü idareciler, yönettikleri insanların yararı için ufak tefek düzen ve yalanlar icat edebilirler. Bu en iyi erkek ve kadınların evliliği düğünlerle olacak, şairler bu evlilikleri kutsayan şiirler söyleyecekler. Evlenmelerin sayısını devlet adamları belirleyecektir. Bu sayı savaşlara, hastalıklara ve başka olaylara göre değişebilecektir. Bu ayarlama, toplumun sayısının azalmasına da çoğalmasına da mani olacak şekilde olmalıdır. Bu suretle Platon, toplumun sayısal bakımdan kontrol altında tutulmasını amaçlamaktadır. Nitekim o, savaşçıların sayısının ‘bin’i geçmemesine dikkat etmek gerektiğini vurgulamaktadır; böylece devletin sınırı ne çok geniş, ne de çok dar olacak, ikisi ortasında yeterince sınırlı bir bütünlük olarak bulunacaktır.
Yine Platon’a göre kutsal evlilikler için seçilemeyen çirkin ve mutsuz yurttaşlar devlete değil, kendi talihlerine küsmelidirler. Ona göre bunu sağlamak için evlendirmelerdeki ayarlamanın kurnazca tertip edilmesi gerekmektedir. Bundan başka savaşta ve başka işlerde yararlılık gösterenlere kadınlardan daha fazla yararlanma imkanı tanınması gereklidir.
Toplum bu evlendirmelerle sağlıklı ve güçlü nesiller elde edince, bu nesiller arasında evlendirmeler yapılacak ve çok daha verimli ve gürbüz insanlar yetiştirilecektir.
Bu kutsal evlendirmelerden amaç en iyi çocuklar elde etmek olduğu için en kötülerin çiftleşmelerinden doğan çocukların değil, en iyilerden olan çocukların büyütülmesi gerekmektedir. Bu en iyilerin çocuklarının bakımı ve eğitimi, kadınların ve erkeklerin görev aldığı özel bir kurula bırakılmalıdır. Bu kurul, bu çocukları özel bir yuvada özenle büyütürken, seçkin olmayanlardan doğan veya kusurlu doğan çocuklara, gözden uzak bir yerde bakılmalıdır. Bekçi kadınlardan sütü az olanlar varsa bunların yerine, süt anneler çocukları emzirmelidir. Babalar ve anneler, bütün çocuklara kendi evladı gözüyle, çocuklar da bütün anne ve baba yaşındakilere anne ve baba gözüyle, aynı çağdaki çocuklara da kardeş gözüyle bakmalıdırlar. İşte kadın ve çocuktaki ortaklık böyle kurulacaktır. Platon, bütün bu özel gayretlere rağmen koruyuculardan da sakat olarak doğan çocuklar bulunduğu takdirde bunların başka sınıflara aktarılması, üreticiler sınıfından olan sağlam yapılı çocukların da koruyucular sınıfına alınmaları gerektiğini savunmaktadır. O, bu suretle hem toplumdaki bütünlüğün korunacağını, hem de herkesin, hangi iş için yaratılmışsa o işi yapmalarının sağlanacağını belirtmektedir. Bu, aynı zamanda sınıflar arası geçişin bulunduğunu da göstermektedir.
Burada bir hususa açıklık getirmek gerekmektedir; o da, Platon’un, yalnızca en iyilerden doğan çocuklar büyütülmelidir ifadesinden sakat çocukların yok edilmesi hükmünün çıkarılamayacağıdır. Nitekim Kâmıran Birand, “sakat doğan çocuklar, ortadan kaldırılacaktır” hükmü ile bu kanaatte olduğunu açıkça belirtmektedir. Oysa yukarıda Platon’dan aktardığımız cümlelerde bu hususa çok açık olmasa da yer verilmekte ve sakat doğan çocukların toplumda bir yerleri bulunmasa ve değer verilmese bile ayrı bir yerde yaşamalarına izin verileceği anlaşılmaktadır.
Bekçilerdeki gürbüzlük ve en verimli çocuk yapma çağı, kadınlarda 20- 40 arası, erkeklerde ise 25 ile 55 yaş arasında 30 yıl sürmektedir. Bu yaşların altında ve üstünde çocuk yaparlarsa, devlete karşı suç işlemiş sayılırlar. Koruyucular arasındaki her evlenme, törenlerle olmalıdır. Devlet iki insanı birleştirmedikçe üretme çağında bile olsalar, suç işlemiş sayılırlar. “Nişansız ve dini törensiz doğan çocuk, piç sayılacaktır.” Kadın ve erkek devlete çocuk verme yaşını geçirdikten sonra istedikleriyle birleşmekte serbest kalırlar. Yalnız kendi çocukları, anaları, babaları, nineleri, dedeleri, torunları ile çiftleşemezler. Bir de bu yaştan sonra çocuk yapmamaya çalışmalıdırlar. Diğer taraftan, doğan bütün çocuklar kardeş sayılırlar; aynı ana ve babanın, üreme çağlarında meydana getirdikleri çocuklar da kardeş olup bunlar, birbirleriyle cinsel ilişkiden kaçınmalıdırlar. Bununla birlikte, kutsal evlilikler için çekilen kurada aynı ana babalardan olan kardeşler birbirlerine düşerlerse ve bu onaylanırsa, kız kardeşlerle erkek kardeşlerin birleşmelerine izin verilecektir.
Evlendirmelerde dinî törenler uygulandığına göre Platon’un, ideal devletinde dine de önemli bir yer vermesi gerekmektedir ki öyledir. Platon’un Devlet’inde bir taraftan ahlâkî ilkelere dayalı bir din anlayışı dikkat çekerken, diğer taraftan da Tanrı’nın yüceliğinin, ruhun ölümsüzlüğünün ve ahiretin varlığının kabul edildiği bir din anlayışı bulunmaktadır.
Platon’un ifadelerine bakıldığında, devlet tarafından yapılan kutsal evlendirmeler, sadece sağlıklı ve gürbüz bir çocuk elde edebilmek içindir; bir aile yuvası kurmak için değil. Bir koruyucu erkekten çocuk doğuran koruyucu bir kadın, yeni nesiller üretme ihtiyacı doğarsa, çocuk doğurma yaşları arasında, devlet tarafından tekrar kuraya tabi tutularak, başka bir koruyucu erkekle çiftleştirilir. Bu, kadın konusunda bir ortaklıktır. Ancak, çocuk doğurabilme yaşlarında olan kadınlara, isteyen erkek istediği gibi sahip olamaz, yapılan tüm evlilikler, devletin kontrolü altındadır ve çocuklarla anne, babaları bilmese de doğan çocukların kime ait olduğunun devlet tarafından bilindiği anlaşılmaktadır. Çocuk doğurma yaşını geçiren kadınlar ise serbest bırakılmakta ve koruyucu erkeklerden, savaşta başarı gösterenler, bu kadınlarla izne gerek olmadan birleşebilecekleri anlaşılmaktadır. Artık bu kadınlar, orta malı sayılmaktadır. Zira bunların çocuk yapabilme ihtimalleri bulunmamaktadır.
Tüm bu anlayışlar, bir komünizm olarak değerlendirilebilirse de Platon için, tam bir komünizm anlayışı sergilemektedir demek, doğru olmaz. G. Sabine’in de dediği gibi Platon, bu sistemi toplumun bütün kesimlerine değil, yalnızca koruyuculara, yani askerler ve yöneticilere düşünmektedir. Üreticilerin her türlü hakkı olmasına rağmen, diğerlerinin sınırlı hakları bulunmaktadır.
Aynı hususların Campanella’daki durumuna gelince. Filozofça bir devlet kurma çabası içinde olan Campanella da Platon gibi mal ortaklığının yanında, kadın ve çocuk konusunda da ortaklık olması gerektiğini öne sürmektedir. Buradaki ortaklık, çalışma ortaklığını içerdiği gibi, cinsel açıdan kadın ortaklığını da içine almaktadır. Güneş Ülkesi’ni kuranların doğdukları ülkede kadın ortaklığı yoktur ama mal ortaklığındaki bencilliği ortadan kaldırmak amacına yönelik durum, burada da geçerli olup, Campanella, insanın, “bana ait” diyebileceği bir karısının, bir çocuğunun olmaması gerektiği kanaatindedirÇünkü her aidiyet duygusu beraberinde bencillik duygusunu da getirmektedir. Kadında ve maldaki ortaklığın tabiata daha uygun bir durum olduğunu kabul eden Campanella, bununla birlikte “belki, Güneş Ülkeliler, bir gün kadın ortaklığını bırakacaklardır” demek suretiyle ütopik devletinin gelişmeye açık olduğuna işaret etmek istemektedir.
Bununla birlikte sözü edilen kadın ortaklığı tamamen kuralsız uygulanan, erkeğin her istediği kadına hayvan gibi saldırdığı bir ortaklık değildir. Aksine kadın ortaklığı; gayesi, çocuk üretmek olan ve belli kurallar dahilinde cereyan eden bir uygulamadırÇiftleşme ve üreme işini yöneten, Kent’in asıl yöneticisi Hoh’un üç yardımcısından biri olan Sevgi’dir. Sevginin en önemli görevi, “kadınla erkeğin kusursuz bir şey yetiştirecek yolda birleşmelerini sağlamaktır.” Üreme için erkeklerde aranan yaş 21, kadınlarda ise 19’dur; bu süre çelimsiz kimselerde uzayabilir. Diğer taraftan cinsel istekleri aşırı olan bazı erkeklerin, doğaya aykırı yollara sapmalarını önlemek amacıyla, 21 yaşından önce de kadınlarla birleşmelerine izin verilebilir. Ancak bu yaştan önce çiftleşmek isteyen erkeklere bulunacak kadınların, kısır veya hamile olmaları gerekir. Bunun sebebi de 21 yaşından önce döllendirilecek çocuğun güçsüz olacağı endişesindendir. Aşırı cinsel arzusu olan erkeklerin istekleri, Sevgi’nin vereceği izne ve onun emri altındaki başhekimin direktiflerine göre karşılanır. İzinsiz olarak çiftleşirken veya cinsel sapıklık yaparken yakalananlar, doğa yasalarına aykırı davrandıkları için ağır cezalara çarptırılırlar. Verilen cezalar, suç yeniden işlendi mi artarak devam eder ve idama kadar gidebilir. 20, hatta 27 yaşına kadar temiz kalmış ve suç işlememiş olanlar ise, törenler düzenlenerek erdemleri övülüp kutlanırlar.
Çiftleşmelerin kuralı, boylu boslu güzel kadınlar, iri yarı, güçlü erkeklerle; şişman erkekler, sıska kadınlarla; zayıf erkekler de şişman kadınlarla birleştirilir ki aşırılıklar arasında denge kurulsun. Böylece soylarının bozulmaması sağlanmış olur. Güneş Kentliler, her üç gecede bir, iyice yıkanıp temizlendikten sonra, baş ebenin izni ile birleşirler. Yatak odalarına güçlü erkek heykelleri konulmuştur ki, kadınlar bu heykellere bakıp doğuracakları çocukların böyle olmalarını hayal etsinler. Çiftleşme öncesi de en az üç gün kötü şeyler düşünmemesi ve döl yolunu temiz tutması gerekir. Aşırı cinsel istek duydukları için çiftleşmelerine izin verilenler ise, bu kuralların hiç birine uymazlar.
Din adamı ve bilim adamları, çiftleşmeden önce iyice cinsel perhize çekilerek beslenmelidir. Zira onların devamlı kafaları yorgun olduğu için üretim güçleri azalmış olur. Onlara en güzel, taşkın, sağlam ve cazibeli kadınlar verilmelidir.
Birleştiği erkekten çocuğu olmayan kadın, bir başka erkeğe verilir. Birkaç kez denendikten sonra kısır olduğu anlaşılırsa, orta malı olur. Böyle olan kadınlara, ortak sofrada ve tapınaklarda bulunmak gibi, aile kadınlarına tanınan haklar tanınmaz. Bunun sebebi de cinsel arzuları fazla olan kadınların sırf zevklerini doyurmak için kısırlığa heveslenmelerini önlemektir.
Gebe kadınlar, yorucu işlerden uzaklaştırılır, çocukları anne karnında beslensin diye anne adayının beslenmesi hekimlerce kontrol altında tutulur. Doğum sonrası doğum evlerinde anneler çocuklarına kendileri bakarlar. Hekim tavsiyesine göre iki yıl ya da daha fazla bir zaman çocukları, anneleri emzirir. Sütten kesilince kız çocuklar kadın eğitimcilere, erkek çocuklar da erkek eğitimcilere bırakılırlar. Esasen “çiftleşmenin amacı, tek tek insanların değil, insan soyunun korunmasıdır. Onun için insan üretme işi, insan teklerini değil, devleti ilgilendiren bir sorundur ve insan teklerini yalnız devletin birer üyesi olmak bakımından ilgilendirir ancak.”
Bu evlendirmelerden maksat, sağlıklı çocuklar elde etmek olmakla beraber, bazen sakat çocuklar da doğabilir. Geri zekalı olarak doğan çocuklar köylere gönderilir, tabiatla baş başa bırakılırlar. Zekası ilerleyenler tekrar kente dönerler. Ancak hiçbir kusurlu insanın yaşama ve eğitim hakkına dokunulmaz. Onlara sağlam vatandaş gibi davranılır. Çünkü bu ülkede, bedence kusuru ne olursa olsun, hiç kimse yoktur ki yararlı olmaktan kaçınsın; çok yaşlı olanlar bile yararlı öğütleriyle zaman zaman faydalı olabilirler. “Beden sakatlıklarına rağmen bu kimselere, sağlam yurttaşlar gibi davranılır.”
Görülüyor ki her iki düşünür de toplum hayatında ortak yaşamadan yanadır. Platon üreticiler sınıfı için mülkiyet edinmeye müsaade edip, askerler ve yöneticilere bu hakkı tanımamakta iken, Campanella, halka da yöneticilere de mülkiyet hakkı tanımamaktadır. Aynı durum, tam tersi bir şekilde, kadın ortaklığında da görülmektedir. Platon, üreticilere aile kurma hakkı tanımasına rağmen, yöneticiler ve askerlere bu hakkı tanımaz. Campanella ise kadın ortaklığını, toplumun tüm kesimleri için düşünmektedir. Burada dikkati çeken asıl önemli husus, her iki tarafın da erkekleri birinci planda görmeleridir. Kadın- erkek eşitliğinden söz edilmesine rağmen, erkek egemen bir toplum özlemi kendini göstermektedir.
Her iki düşünürün de özel mülkiyete ve aile kurmaya karşı oluşlarının temelinde, sırf devletin korunması ve yönetimine engel teşkil edebilir olması kaygısı bulunmaktadır. Her iki düşünür de üretilenlerden yararlanmayı öngörmelerine rağmen Platon, “herkese hak ettiği kadar” derken; Campanella, biraz daha net bir tavırla, “ihtiyaca göre nimet” verilmesinden yana olduğunu belirtmektedir. Campanella’nın toplu yaşamaya dayalı olan mal ortaklığı, kadın ortaklığı ve nimet dağılımı anlayışları, modern sosyalizm ve komünizm gibi doktrinlerin habercisi, öncüsü ve saf akılcı devlet teorilerinin şampiyonu olarak görünmektedir. Bir yoruma göre, Campanella, komünizm anlayışı ile, panteist Tanrı anlayışı arasında paralellik vardır. Böyle bir yorum, komünizmdeki ortak yaşama olgusu ile, Tanrı-tabiat birlikteliği veya ortaklığı benzerliğinden dolayı yapılmış olsa gerektir. Ancak, Güneş Ülkesi’nde panteist Tanrı anlayışından çok, Hıristiyanlık ağırlıklı eklektik bir din anlayışı hakim görünmektedir. Yöneticinin rahip olması, tapınağın kilise tarzında olması, Güneş Ülkesi insanlarının Hıristiyanlık eğilimini gösterirken, tapınakta her dinin kutsal kitaplarının ve peygamberlerinin veya ulu kişilerinin tanıtılıp fikirlerinin öğretilmesi de bunu göstermektedir. Hatta bir yorumda, Campanella’nın ideal devlet anlayışının, Hıristiyanlık ve Yahudilik dinleri gibi olmasa bile, Tanrı tarafından insan için açığa çıkarılmış bir yönetim biçimi olduğu iddia edilmektedir.
4. Yöneticiler Bakımından
Platon’a göre, devleti yönetecekler, koruyucular sınıfı arasından seçilir. Bu seçimde dikkate alınan ilk ölçü, yaş’tır. Platon, “yönetenlerin yaşlılar, yönetilenlerin de gençler olması gerekir” diyerek yöneticilerin yaşlılar arasından seçilmesi gereğine işaret etmektedir. İkinci önemli ölçü ise, yaşlılar arasında her bakımdan en iyilerin seçilmesidir. “Yönetenlerimiz, koruyucularımızın en iyileri olacağına göre, bunların devleti kurmasını en iyi bilenler arasından seçilmesi...ve bu iş için akıllı, değerli, üstelik de toplumla ilgili insanlar”ın olması gerekir. Bu yöneticiler, yalnız toplumun yararını gözeten insanlardır, dolayısıyla yapmaları gereken de devlet için en faydalı şey ne ise onu gözetmek olmalıdır.
Bununla birlikte Platon’a göre, devlet, kendisini oluşturan insanların bulundukları sınıfları, onların yaratılışlarına göre belirlemektedir. Zira insanların sınıfları, çoğunlukla doğuştan belirlenmiştir. Şöyle ki; Platon’a göre, “Tanrı,....önder olarak yarattıklarının mayasına altın katmıştır. Yardımcı olarak yarattıklarının mayasına gümüş, çiftçiler ve öbür yarattıklarının mayasına da demir ve tunç katmıştır.” Bu duruma göre Platon, toplumun bir takım tabakalardan meydana geldiğini söylediği gibi, toplum sınıflarına dahil insanların doğuştan hangi sınıfa ait olduğunu da belirtmektedir. Yani yöneticiler, doğuştan yönetici olarak doğarlar ve en değerli maden olan altın gibi ayrıcalıklıdırlar. Doğan çocuklar, hangi tabakada doğmuşlarsa, doğdukları tabakada bulunmaya devam edeceklerdir. Ancak arada sırada alt tabakalarda doğdukları halde mayalarında altın olan, yani önder yaratılışlı çocuklar meydana gelebilir. Bunun tersi de olabilir. Hangi tabakadan olursa olsun yönetici nitelikli çocukların korunup kollanması gerekmektedir. Günün birinde bunlar yönetici olacaklardır.
Platon her bakımdan iyi olan devletin temelinde bilgelik, yiğitlik, ölçülülük ve doğruluk gibi ilkeler bulunması gerektiğini bildirmektedir. Bunları kategorize edersek devleti, felsefe, savunma (askerlik), ahlak ve adaletin ayakta tuttuğu sonucuna ulaşabiliriz.
Bu dört değerden ilki bilgeliktir. Platon, “bizim kurduğumuz devlette, bilgelik vardır; çünkü kararlarını bilgece verir. Bilgece karar vermek bir bilgi işidir. İnsanlar bilgisizlikleriyle değil, bilgileriyle doğru karar verirler” demek suretiyle, düşündüğü devletin “yerinde kararlar veren, bilge bir devlet” olduğunu, daha doğru bir ifadeyle, olması gerektiğini belirtmektedir. Böyle bir devlet, tabiata uygun olarak kurulmuş bir devlettir. Bu devlet, az sayıda akıllı insanın bilgisiyle yönetilir. Bilgelik diye nitelenebilecek bilgi de budur
Devlette yiğitlik de olmalıdır. Bu husus, daha sonra değineceğimiz gibi, özellikle devletin korunması açısından önemlidir. Ölçülü olmak, “isteklerimize, tutkularımıza vurduğumuz bir çeşit dizgindir...bu, kendine hakim olmadır... Bizim devletimize kendine hakim diyeceğiz. Çünkü onda iyi yan, kötü yanı buyruğu altına almıştırFilozof geçinenler bir yana bırakılırsa, gerçek filozofta bulunması gereken erdemlerden ilki, doğruluktur. O, her yerde, her zaman doğrunun peşinden gider. Bir filozofun yaratılıştan sağlam bir belleği, öğrenme kolaylığı, ruh üstünlüğü ve inceliği olduğu gibi, bu niteliklere sahip durumda olan pek az insan vardır. Doğruluk ise devletin diğer üç değerini de doğuran ve yaşatandır. Doğruluk, herkesin kendi işiyle uğraşması, başkasının işine karışmaması olup, bir devleti doğru yapan da budur. Bu noktada devleti insanla karşılaştıran Platon, devlet nasıl doğru oluyorsa, insanın da öyle doğru olacağını kabul eder. İnsanın isteklerine dizgin vuran, insana bilge dedirten, korkulacak veya korkulmayacak yönleri öğreten akıldır. Aklı kendine önder yapan insan, ölçülü bilge, yiğit, doğru, yani üzerine düşen vazifeleri başkasının işiyle karıştırmadan yapar.