Vicdan ve fıtrat asla yalan söylemez. Evet, fıtrat kanunları yalan söylemez. Eşyanın tab'ında bulunan vasıf ve hususiyetler, insanı aldatmaz. Meselâ, dünyâ "dönüyorum" diyorsa, dönüyordur. Tohum, "beni toprağa atın; şartlar yerine gelince filiz çıkarıp, ağaç olacak ve meyve vereceğim" diyorsa, dediğini yapar. Su, "soğuk bana vurursa donar, buz olurum" derse, dediği gibi olur. Ateş, "yakarım"; yerçekimi, "boşlukta kalma, çeker ve yere çarparım"; bülbül, "şakırım"; yılan "sokarım ha!" diyorsa, dediklerini yaparlar. Evet, hiç bir fıtrat, hilaf-ı vâki beyanda bulunmaz.
Teklif altına giren bir rûh ve vicdanları olmadığı halde cansız maddeler, nebât, ve hayvanat fıtratlarıyla yalan söylemezken, vicdan, dolayısıyla da idrak ve şuur sahibi insan fıtratı yalan söyleyebilir mi? Şuur, bir tanzim edici olarak devredeyse, o zaman vicdan da, fıtratına uygun şekilde fonksiyonunu eda eder. Zihne, şuura, duygulara, lâtifelere yön ve manâ kazandıran meknî bir hazine, bir potansiyel olan vicdanın mühim bir unsuru kalp ve kendinden güç aldığı kumandanı da ruhtur. Evet bir kimse, eğer fıtratı bozulmamışsa ve şuur da vazifesini eda ediyorsa, bu takdirde o insan, kitapları ve kâinat sayfalarına yazılmış delilleri okumasa bile -pek çok düşünürün söylediği gibi- yine yalan bilmeyen sızlanışlarıyla vicdan, Rabbini bulacak ve bilecektir. Şu kadar ki, ruhu hesaba katmadan vicdanı meçhul bir mekanizma içinde kabûl etmek, vicdansızlık ve ruhsuzluk olur.
İnsanın, hayvanlar âleminden ayrıldığı çok noktalardan bir tanesi de, geçmiş ve gelecekle olan bağlantı ve alâkasıdır. Hayvan, sadece bulunduğu ânın lezzetiyle yaşar ve keyiflenir. O, geçmişe ait hâdiselerden etkilenmediği gibi, gelecek için de üzülme, endişe duyma, sevinme, emeller besleme ve plân yapma hususiyetlerine sahip değildir. Bir insanı tokatlamak için bile, kendisini kandırmadan bir kenara çekemezsiniz. Hayvanlar ise, burunlarının dibindeki ölümün bile farkına varamazlar. Eğer, kesileceğinin şuuruna varsaydı, hiç mezbahanede hayvan bulabilir miydiniz? Hayvan, mükellef olmadığı içindir ki, Ahiret'te toprak olup gidecektir. Demek ki insan, maddî hücreler yönünden hayvana benzese bile, bu iki varlık arasında vicdan, akıl, şuur ve idrak gibi önemli farklılıklar vardır. Bunlar gibi, sonsuzluk düşüncesi, ebet arzusu, yok olma endişesi ve zamanın kavranması, geçmişten etkilenip, geleceğe ait sevinç ve kuşkuların yaşanması da, insana ait hayvanlarda bulunmayan hususiyetlerdendir.
Ebet duygusu ve ebet arzusu, ancak ebede namzet ruha ait olabilir. Sonlu ve fânî madde, hiç bir zaman sonsuzluk düşüncesinin membaı ve kaynağı olamaz. İnce elektrik telleri, yüksek gerilimli akımı taşıyabilir mi? Maddî âlemde, insanın iç aynasına ve düşüncesine ebedî yaşama arzusunu aksettirecek ve onda böyle bir duyguyu mayalayacak bir örnek yoktur ki, "Ondan alındı" denebilsin. Öyleyse, sonlu beden hücrelerinin ve kâinat atomlarının ötesinde, başka âlemleri isteyen, "Fâniyim, fâni olanı istemem; âcizim, âciz olanı istemem; isterim, bir Yâr-ı Bâkî isterim, ebedî bir âlem isterim" diyen, sonsuza dilbeste ve ebet âşığı ruhtur.
Ölünün gözleri açık da olabilir; böyleyken, neden görmez? Yaptıklarınızın neden farkına varmaz ve size neden cevap vermez? Beden kışlasının hücre askerleri neden dağılıp gitti ve neden işlemez hale geldi? Cevap gayet basit: Kumandan bırakıp gittiği, ruh güneşi battığı ve o kuş, ten kafesinden kurtulup sonsuz âlemlere uçtuğu, et-kemik evinin o geçici misafiri, eşyalarını toplayarak kordonunu kesip öteler yolculuğuna devam ettiği için!.. Ruh, yine ruh! Hayret! Bedene bakın! 60 yıl yaşasın da, sonra 60 gün dayanamayıp bakterilere mağlup olsun ve çürüyüp gitsin! Söyleyin, yıllarca başımda taşıdığım baş gözdelerim gözlerim! Bir kaç dakikalığına olsun, bana dostlarımı, kitaplarımı ve çiçeklerimi neden gösteremiyorsunuz?
Ölüme geçici bir hayat rengi verilebilir; yani hücreleri, kalp atışları ve beyin fonksiyonlarıyla öldü kâbûl ettiğiniz bir insan, kalp masajlarıyla, elektrik şoku vermekle, ölüme mahkûm denilen uzuv ve vücutları dondurup ilerisi için saklamakla, gelişen cihaz ve keşiflerle, en keskin ve tesirli ilaçlarla hayata döndürmüş gibi olabilir.
Fakat bu, asla ölen insanın hayata döndürülmesi demek değildir. Böyle durumlarda beden, fonksiyonlarıyla ölmüş görünse de ruh, bedenle münasebetini devam ettirdiği ve beden santralına takılı bazı fişleri henüz çıkarmamış olduğu içindir ki bu, bir ölüm ve hayat berzahı sayılabilir. Diyelim ki, teyp kasetinizi va'z veya Kur'ân dinlemek için cihazınıza koydunuz; cihaz çalıştığı halde, ses yükseltici düğme tamamen kısılı kaldığından hiç ses alamıyorsunuz. Bu durumda, siz cihazınızı çalışmıyor zannedeceksiniz; oysa o, çalışmakta, fakat ses vermemektedir.
Aynen bunun gibi, Efendimizin (sav) sarih ve kesin beyanı içinde, "her hastalığa çare bulunacak", fakat, ruhun beden elbisesinden bütün bütün soyunması, santralına takılı fişleri tamamen çıkarması ve cesede bağlı kordonunu tamamen koparıp ayırması manâsında "ölüme çare bulunamayacaktır." Bu bakımdan, bazılarının ölmüş görülen veya zannedilen bir vücudun hayata döndürüldüğünü söylemeleri, esasen çalıştığı halde sesi duyulmayan cihazın ses düğmesine dokunmaktan öte bir manâ ifâde etmemektedir.
Meseleyi fıkhî açıdan ele alacak olursak, ruhun terk-i mekân ettiği andan itibaren safha safha yapılan teçhiz, tekfin ve defin ameliyeleri.. cesedin yıkanması, taşınması ve namazının kılınması.. uykusuz kalma, koşuşturma, ağlama, ilânatta bulunma.. komşu ve akrabanın belki ilk defa bu şekilde bir araya gelmesi.. sarsmadan tabutun taşınması ve geçerken ayağa kalkılması.. evet, bütün bunlar çürüyüp toprak olacak bir ceset için mi? Kabir ziyaretleri, Kur'ân okumalar, duâ etmeler, mevlit okutmalar, geride kalan bazı eşyanın hâtıra olarak saklanması, duvara asılan resimler ve hatırladıkça "ah" çekmeler, bütün bunlar çoktan toprak kesilmiş hücreler için mi? İnançsızların dünyâlarında bile ölenlerin mumyalanması, anıtlara çelenkler konulup temenna çekilmesi, bel kırıp diz çökülmesi, devrim şehidi (?) tavsifleri, o kokuşup gitmiş, çözülüp dağılmış pislik kalıntıları için mi?... Her canlıyı tüm ayrıntılarıyla temsil eden genetik şifrelerin faaliyet emri nereden geliyor? DNA'sı, RNA'sı ile hücrelerin hayatiyetini ve atomların faaliyetini sağlayıp, düzenleyen ne? Maddî bütün sebepler hazırken, neden onca araştırmadan sonra, "Hücreye hayat-ruh verilemez" diye itirafta bulunuluyor? Allah'ın (cc) varlığı, öldükten sonraki hayat ve onu yaşatacak olan ruh, hep birbirine bağlı hakikatler değil mi? Ruh hakikatı, dirilme ve hesap verme düşüncesi, zalimle mazlumun ceza ve mükâfat göreceği inancı, içtimâî hayatta çocuklara, gençlere, yaşlılara, hastalara ve sağlamlara, kısaca iman eden her insana bir fren, bir disiplin, bir denge ve saadet sebebi değil midir?
İnkârcıya muhalfarz "ruh ve hesap günü yoksa, inanmakla bizim kaybımız ne, inkârla senin kazancın ne? Daha dünyâda iken, inanan insanın elde ettiği faziletler, insanlık ve mutluluk onun peşin kazancıyken, ya senin o yürekler acısı haline ne demeli? Bir de hesap günü varsa, o zaman düşün, bizim durumumuzu, senin akıbetini!.." demek hakkımız değil midir?