Sayfa 2/2 İlkİlk 12
12 sonuçtan 11 ile 12 arası

Konu: Tevbe Süresi...

  1. #11
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: Tevbe Süresi...

    kutsal haklara ve verdikleri ahde bakmazlar göz göre göre size kıyarlar, dilediklerini yaparlar. Bununla beraber bütün bu mânâlar, şu iki noktayla özetlenebilir: Ne ilâhî, ne beşerî hiçbir hakkı ve ahdi gözetmezler. Sizden kendilerine sağlanacak haklarda değil, kendilerinden size sağlanacak haklarda sizin hakkınızı gözetmezler. Ağızlarıyla sizi razı ve hoşnud etmeye çalışırlar. Vefakârlıktan, dostluktan, insaniyyetten ve insaftan bahseder, iman ve taatten dem vururlar, kandırmak ve inandırmak için yeminler ederler. Verdikleri sözler tam tersine çıktıkça asılsız mazeretlerle özür dilerler, uydurma sebepler ve bahaneler bulurlar. Lâkin bütün bunları sadece dil ucuyla yaparlar halbuki kalpleri hep çekimser kalır, ağızlarındaki söz gönüllerinden geçirdikleri niyyetlerle taban tabana zıttır. Ağızlarından çıkanlar kuru ve boş laflardan ibarettir. Dostluk değil, iki yüzlülük yani yağcılıktır. Ve bunların pek çoğu fasıktır. Taatten ve ahitten uzaklaşmış, aldırışsız ve inatçıdırlar. Pek az bir kısmında görüldüğü gibi, haksızlıktan çekinecek, namussuzluktan sakınacak ne bir inançları, ne kötülükten engelleyici insafları, ne de bir insani yiğitlikleri ve mertlikleri yoktur. Utanmaz ve arlanmaz kimselerdir.
    9- Allah'ın âyetlerini az bir paraya sattılar. Ahitlerin yerine getirilmesini ve her hususta dürüst davranılmasını emreden Allah'ın âyetlerini gayet az ve önemsiz bir şeye, bir anlık dünya ihtiraslarına değiştiler de Allah yolundan engellediler. Allah'ın yolunu kestiler, Allah'a giden yola engeller koydular, Beytullah yolundan, hak dinden, İslâm'a girmekten, ibadet ve itaatten vazgeçirmeye çalıştılar. Denilmiştir ki, Ebu Süfyan ve İbnü Harb, Peygamber'in tarafını tutanları bir yana bırakıp, yalnızca kendi taraftarlarına bir ziyafet vermişti. Bu bir lokma yemek sebebiyle onlar da Ebu Süfyan'ın tahrikiyle ahitlerini bozmuşlardı. Hakikaten bunlar ne fena işler yapıyorlardı, yahut ötedenberi yapageldikleri şeyler kendileri için ne kadar fena oldu, ne kadar pahalıya mal oldu.
    10- Hiçbir mümin hakkında ne bir yemin, ne de bir ahit gözetmezler. Yani bütünüyle İslâm ümmeti hakkında gözetmedikleri gibi, müminlerden bir tek kişi hakkında bile hiçbir hakkı ve ahdi gözetmezler. Ve işte bunlar o saldırganlar o tecavüzkâr tutumlarını sürdüren kimselerdir. Hak hukuk tanımayan, haddi aşan, zulüm ve saldırıdan, haksızlıktan geri kalmayan kimseler işte bunlardır. İşte saldırgan diye bunlara denir. Yoksa bunlara karşı usulünce berâet ilan edip savaş açacak olanlara değil. Çünkü esas saldırganlar bunlardır.
    11- İmdi bunlar eğer tevbe ederler, şirkten ve küfürden vazgeçerlerse, namazı kılarlar, zekatı da verirlerse,
    o zaman dinde kardeşlerinizdirler. Sizin lehinize olan onların da lehine, aleyhinize olan onların da aleyhine olmak üzere bütün hak ve görevlerde sizinle eşit olurlar. Şu halde müslüman oldukları takdirde kendilerini kardeş biliniz ve onlara kardeş muamelesi ediniz. Ve biz bu âyetleri bilen ve anlayan kavme ayrıntılı olarak açıklarız. Yani bu âyetlerin delalet ettikleri hükümleri anlayacak, tanıyacak olan bir kavme tafsilatlı olarak açıklıyoruz. Yukarıda geçtiği üzere "anlamayan kavme" değil, ilmin değerini bilen, hakkı ve hukuku tanıyan kimselere böylece ayrıntılı olarak bildiriyoruz ki, onlar bu âyetlerden istifade ederler. Bu cümle, bu âyetlerde gizlenmiş bulunan derin mânâ ve hikmetleri ve hükümleri iyice düşünüp hakkını takdir ve ifaya teşvik için zeyl halinde bir ara cümledir. Yani, Ey müminler! Siz bu âyetlerdeki ayrıntılı açıklamaların kadrini kıymetini biliniz, onları iyi anlayıp, ahkâmı ile amel ediniz. Onlar da değerini bilirler ve tevbe edip İslâm'a girerlerse, size kardeş olma şerefine ererlerse kendileri için büyük kurtuluş olur. Değerini anlamazlarsa o zaman kendileri bilirler.
    12 Ve eğer ahitlerinden sonra yeminlerini de bozarlarsa ve sizin dininize ta'netmeye başlarlarsa, açıkça inkâr edip, küçük düşürmeye ve sövmeye kalkarlarsa ki, o müşrikler hep böyle yaparlar. İşte bu iki durumda siz de o küfür imamlarını katlediniz. Yani yeminlerle tevsik ve te'yid ederek ahit verdikten sonra yeminlerini bozanlar ve dininize ta'n edenler küfürde ileri gitmiş, küfür imamı, küfür önderi, küfür elebaşısı olmuş olurlar. Şu halde o zaman siz de ölmeyi ve öldürmeyi göze alıp bunlarla çarpışınız, bunlara karşı savaş açınız. Şüphesiz ki bunların asla yeminleri yoktur. Hakikatte onlar için, onların gözünde yemin denilen şey yoktur. Kalplerinde yeretmiş kutsal bir değer yoktur. Kalplerinde yeminin hiçbir yeri, hiçbir hükmü ve değeri olmadığından, bütün yeminleri ağızlarıyladır. Ağızlarıyla ne kadar yemin etseler o da boştur. Yaptıkları yemine riayet etmezler. Yemine inanmadıkları için yemin bozmayı mahzurlu görmezler. Yeminleri olmadığı, inkarda bu kadar ileri gitmelerinden belli olmuştur. Bunlarla artık bir ahit, bir antlaşma yapmak imkânsızdır. Bunlarla bir sözleşme yapabilmek yeminsizlikten kurtulmuş olmalarına bağlıdır. Bu da ancak onlara savaş açmakla mümkün olur. Zira böyle kâfirler katl ve kıtalden başka bir şeyden anlamazlar. Başka bir şekilde yola gelmezler.
    Bundan dolayı bu yemin tanımayan kâfirlere, bu küfrün elebaşılarına karşı savaş açınız ki vazgeçsinler. O küfre ve sizin dininize ta'nedip, sövüp saymaya, o yeminsizliğe ve ikide bir ahitlerini bozmaya bir son versinler.
    Yani onları yola getirmek niyyeti ve azmiyle onlara karşı savaş açınız. Onlara karşı savaşmaktan asıl maksadınız bu olsun. Yoksa saldırganların âdeti olduğu gibi, sırf yakıp yıkmak ve yok etmek ve sadece karşı tarafa zarar vermek veya eziyet edip öldürmek amacıyla olmasın.
    Şimdi:
    13- Böyle bir kavimle savaş yapmaz mısınız ki, yeminlerini bozdular ve Peygamber'i çıkarmak istediler. O Peygamber ki, içlerinde bulunduğu müddetçe "Sen onların içinde olduğun müddetçe Allah onlara azab edici değildir." (Enfâl, 8/33) Allah onları azaba uğratmayacaktı, yurtları selamet yurdu olacaktı. Lâkin onlar kendileri için ve bütün âlemler için rahmet olan bir peygamberi bile aralarında tutmak istemediler. Onu yerinden yurdundan etmek, kendi vatanlarını da dâr-ı harp yapmaktan çekinmediler. Bunu önce Mekke'de istediler, hicret vaki oldu. Bununla beraber işin peşini bırakmadılar, daha sonra Medine'den de kovup çıkarmak istediler. (Enfâl Sûresi'nde 8/30. âyetin tefsirine bkz.) Yahudilerle işbirliği ederek Ahzab olayını gerçekleştirdiler. Bir de "ihrac"ın diğer bir mânâsıyla: Hudeybiye'den önce ve sonra Hz. Peygamberi bir huruc hareketine ve saldırganlığa zorladılar. Gerçi bütün tahriklere rağmen bunu başaramadılar, fakat öyle olsun istediler. Ve ilk önce onlar size başladılar. Size karşı savaş açan ilk önce saldırıyı başlatan onlar oldular. Başlangıçta Resulullah onlara "Kitab-ı Mübin" ile geldi, müjdeler getirdi ve uyarıda bulundu, öğütler verdi ve birtakım gerçekleri hatırlattı. Belgelerle, kanıtlarla doğruyu isbat etmeye çağırdı. Onlar bu konuda aciz kaldılar. Belge ve bürhanla mücadele etmeyi bir yana bırakıp, kılıçlara sarıldılar. Hz. Peygamber'i ve ona inananları öldürmeye kalkıştılar. Bu suretle kendi vatanlarını dâr-ı harb haline getirdiler, kendilerini de harbî durumuna düşürdüler. Müslümanlarla aralarında harp halini ortaya çıkaran önce onlar oldular. Bu bir mütareke (ateşkes) ahdi ile sonuçlanmadan önce Bedir'de savaşa azmettiler: Kervan geçip gittikten sonra bile, "Muhammed'e ve yanındakilere çatmadan ve Bedir'de zevk u sefa yapmadan geri dönmeyiz." dediler. Orada mağlup oldular, fakat Bedir'den Hudeybiye'ye
    kadar aralarında barış sağlanmadı ve hep savaş durumu sürüp gitti. Nihayet Mescid-i Haram civarında, Hudeybiye'de arzularına göre, bir muâhede meydana geldi. Bunu bozan ilk saldırı da yine onlardan geldi. Bunun üzerine Mekke'nin fethi gerçekleşti. Kureyş müşriklerinin birçoğu İslâm'a girdiler, girmeyenler de umumi aftan yararlandılar. Bu kere de Huneyn Savaşı'na sebebiyet veren ilk saldırı da yine onlardan geldi. Nihayet yine rahat durmadılar. Tebük Seferi'ni fırsat bilerek içerde ve dışarda ihtilal teşebbüslerinde bulundular. Buna göre bu güne kadar meydana gelen bütün saldırıların ilk başlatıcısı onlardır. Yemini bozmak, Peygamberi çıkarma sevdası, sebepsiz yere saldırıya geçmek, işte bu üç sebepten her biri başlı başına birer savaş sebebi olduğu halde bunların hepsi kendilerinde birleşmiş bulunan bir kavme karşı siz artık savaşmaz mısınız? Bunlardan korkuyor musunuz? Bunlara karşı da savaşmıyacaksanız, bunun korkaklıktan başka ne sebebi olabilir? Eğer öyleyse Allah korkmanıza daha layıktır. Çünkü Allah izin vermezse onlar size ne zarar verebilir, ne de fayda sağlayabilir. Hiçbir şey yapamazlar. Fakat Allah'ın ilan ettiği bu emirlerine muhalefet edip onlarla savaşmayı terkettiğiniz takdirde başınıza gelecek ilâhî gazap ve azaptan sizi ne onlar, ne de başkası kurtarabilir. Eğer siz müminler iseniz bu böyledir. İman yalnızca Allah'dan korkmayı gerektirir. Yemine inananların yeminsizlere karşı savaşmaları gerekir.
    14-O halde: onlarla savaşınız, harbe giriniz ki Allah, onları sizin ellerinizle cezalandırsın, azaba uğratsın, savaşın acılarını tattırsın: Ölsünler, yaralansınlar ve esir olsunlar. Canlarından ve mallarından kayıp versinler, ve onları zelil ve perişan etsin, ve sizi üzerlerine mansur ve muzaffer kılsın, yardımıyla galip getirsin, üstün eylesin ve birtakım müminlerin gönüllerine ferahlık versin. Huzaa gibi, kâfirlerin eza ve cefalarına katlanmış, fakat onlara gerekli karşılığı verememiş, halleri yürekler acısı olan bir takım müminlerin gönüllerinde elem ve keder bırakmasın, onların gönül dertlerini şifaya kavuştursun,
    15- ve kalblerindeki gayzı, kin ve öfkeyi gidersin. Yani gönüllere öyle bir şifa versin ki, ihtirasları arttıracak, yeni yeni öçlere sebebiyet verecek, saldırgan bir imtikam şeklinde olmasın, tam aksine hakkın yerini bulmasından zevk alacak olan müminlerin kalplerindeki kinleri silsin, haklı öfkelere sebep olan zulüm ve haksızlığı, saldırganlığı ortadan kaldıracak şekilde gayzdan azade bir hayat yaşatsın, gönülleri huzura kavuştursun.

    __________________


    Seni çok Özledim Annem

  2. #12
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: Tevbe Süresi...

    Görülüyor ki, burada savaş emri üzerine beş ayrı hikmet ve fayda bina edilmiştir. Ve bunlar (vav) harfi ile birbiri üzerine atfedilerek beşi birden
    "savaşınız!" emrine cevap yapılmıştır. Şöyle ki:

    1. Ta'zib, yani cezalandırma, suçluyu ve saldırganı hak ettiği cezaya çarptırmak,
    2. İhza, saldırganı zelil ve perişan edip, başkaldıramaz duruma sokmak,
    3. Nusret: Müminlerin şan ve şerefini yücelmek,
    4. Şifay-ı sadr: Ezilmiş ve acı çekmiş olan müslümanların gönüllerine su serpip, ferahlık vermek,
    5. Öfkeleri giderme: Hakkın yerini bulmasından dolayı, galip tarafı da, mağlup tarafı da yeni yeni kin ve öfkelerden korumak.
    Bu beş maddelik gerekçe, bütünü birden meşru bir savaşın gayelerini beyan ve hedefin gerçekleşmesini vaad etmektedir. Demek oluyor ki, savaşta en başta bir cezalandırma hikmeti vardır. Bir savaşı başarılı kılacak yüksek amaçlara, her şeyden önce öldürme, yaralama, tahribat ve mal kaybı gibi acı yollardan gidilebilecektir. Fakat bu cezalandırma, yukarıda da açıklandığı gibi, savaşın tek başına gayesi olamayacağı gibi, yalnızca bir eza ve cefadan ibaret olmamalıdır. Müminler, bu ilâhî azabı hak etmiş olan bir kavme, o azabın uygulanmasıyla görevli bir el durumunda olduklarını bilerek, haksız ve faydasız ezalardan sakınmalıdırlar ki, yaptıkları iş kulların işi olmaktan çıkıp, hakkın cezalandırması haline dönüşsün. Bu uğurda şehid olanlar azaba uğramadan Allah'ın rahmetine nail olabilsinler.
    Bu böyle yapıldığı takdirde buna düşmanın perişanlığı ve alçaklığı sonucu eklenecektir ki, bu da savaşın ikinci hedefidir. Fakat bu da tek başına bir gaye, bir hedef değildir. Bu da ancak hak adına yapılan ilâhî bir hizy olduğu takdirde gerçek amacına ulaşmış olacaktır ki, o da, müminlerin bütünüyle düşmanlarına üstün gelmesi ve zafere kavuşmasıdır. Esas gaye de ilâhî yardıma ve nusrete kavuşmaktır. Yoksa düşmanlar zillete düşmekle beraber, müminler de diğer cihetten bir afete uğrayacak olursa harpten beklenen fayda sağlanmamış ve savaşın gayesi gerçekleşmemiş olur. İşte bundan dolayıdır ki sırf cezalandırma, savaşın hedefi olamayacağı gibi, tek başına düşmanı küçük düşürme gayretleri de öyledir. Savaşın esas gayesi, Allah'ın yardım ve nusretini ve rızasını kazanmaktır. Bu da gönüllerdeki kin ve öfke ateşini silecek, gönüllere huzur ve ferahlık getirecek nihai bir hedefi gerçekleştirmiş olmalıdır. Zira elde edilmiş öyle zaferler olur ki, galiplerin başına daha büyük dertler açar, galip tarafın gönlünü
    okşayan öyle geçici başarılar olur ki, daha büyük kin ve öfkeler saçar. İşte işin başında düşmanı cezalandırma ve perişan etme gibi iki sebep, sonunda da gönülleri huzura kavuşturma ve öfkelerden arındırma gibi yine iki faide ile dengelenmiş bulunan bu formül, tam ortasında ve işin merkezinde de ilâhî yardımın yer almasıyla esas savaşın amacının bu iman ve bu maksat üzerine kurulu olmasını gerekli kılar. Âyetin muhtevasında yer almış bulunan bu beş temel ilkenin bu şekilde tertip edilmiş olması da buna işaret eder. İşte bu berâetin ilanı ve savaş emirleri bu beş hikmetin ve faydanın elde edilmiş olmasıyla ilgilidir. Bu emirler gözetildiği ve bu niyetle hareket edildiği takdirde Cenab-ı Hak, bunların gerçekleşeceğini vaad eyler. Bir de bütün bu hikmetlerin ötesinde ve bütün bunlara eşdeğer ikinci bir hikmet daha vardır ki, o da yukarıda "Umulur ki, onlar bu saldırılarına son verirler." diye açıklanan, savaşta gayelerin gayesi olarak göz önünde tutulması gereken ve savaşı asıl ibadet haline getiren ilâhî hikmet budur. Bundan dolayı olsa gerek ki, öbürleri de açıklandıktan sonra tekrar bu gayenin önemini anlatmak ve belirlemek üzere geriye dönülerek, bunu ayrı bir cümle halinde açıklamak için buyuruluyor ki:
    Ve Allah, kime dilerse ona tevbe nasib eder. O yeminsizlere karşı savaşmayla ilgili olarak zikrolunan beş faydanın ortaya çıkmasına sebep olduktan başka bunların meydana gelmesi, nihayet bir tevbe ile de ilgilidir ki, bu tevbe her iki taraf için de söz konusu olabilir. Bir taraftan o söz dinlemez ve verdiği sözü tutmaz olan o kâfirler, harbin acısını ve hakka iman edenlerin zaferini yakından gördükçe içlerinde uyanık olanlar, bunun sonucunda da küfür ve günahtan tevbe edip iman ve İslâm'a dönenler bulunur. Nitekim Mekke'nin fethi bunun çok açık bir örneğini vermişti. Beri taraftan böyle bir harbin müminler üzerinde de büyük bir eğitici gücü vardır. Onların imanlarını güçlendirir, hakka bağlılıklarını arttırır, beşeriyet icabı işlemiş oldukları günahlarından tevbe edip arınmalarına sebep olur. Bunu tefsir âlimleri çeşitli yönlerden ele alıp açıklamışlardır: Herşeyden önce Allah'ın cihad emrini içine sindiremeyenler varsa bunlar savaşa bizzat katılmakla öyle bir günahtan fiilen tevbe etmiş olurlar. İkinci olarak, nusret ve zafer hadd-i zatında çok büyük bir ilâhî ihsandır. Böyle bir nimete ermiş olanlar, bunun sürekliliğini elde etmek için buna hamd ve şükretmekle sevaba nail olurlar ve daha çok tevbeye sarılmış olurlar. Üçüncü olarak nusret ve zafer, adaleti ve huzuru pekiştireceği için üretimin artmasına, ticaretin gelişmesine ve nimetlerin bolluğuna sebep olur. Halbuki, fena yollara ve haram lezzetlere sarfolunması mümkün olan malların helâl yollara akması, birçok hayırların ve hizmetlerin yerine gelmesine sebep olacağı
    gibi, sıkıntı ve darlığın ortadan kalkmasıyla insanların haramdan tevbe etmelerine de sebep olur. Dördüncü olarak, insanın içindeki nefsani meyiller, dünya lezzetlerine aşırı düşkünlük gösterir. Bunu bazı hallerde "İnsanlar yasaklandıkları şeylere karşı düşkünlük gösterirler." hikmeti uyarınca, mahrumiyet ve yasaklar onların arzularını kamçılar. Buna karşılık insanoğlu dünya nimetlerinin ve lezzetlerinin ne kadar aşağılık, önemsiz ve boş şeyler olduğunu iyice anlar ve o vakit dünya, gözünde küçülür. Dünyaya önem veren o aşırı meyiller kendiliğinden söner, bu da nefsin dünyadan yüz çevirip yüce duygulara yönelmesiyle sonuçlanır. İşte bu mânâ Sad Sûresi'nde Süleyman aleyhisselam'dan hikaye yoluyla ifade buyurulmuştur: "Bana benden sonra hiçbir kimseye gerekmeyecek bir mülk bağışla." (Sad, 38/35) duasının tefsirindeki vecihlerden biriydi. Yani öyle bir mülk ki, verildikten sonra artık nefsin dünyadan herhangi bir beklentisi kalmaz. Mülklerin ve devletlerin en büyüğü olan böyle bir mülkün ve devletin eline geçmesinden sonra anlar ki, dünya bütünüyle bir hiçtir, dünya zevkleri ve lezzetleri de boş ve faydasız şeylerdir. Bu anlayıştan sonradır ki kalb, dünyadan yüz çevirir ve artık dünyaya değer vermez olur, büsbütün Allah'a yönelir. İşte harbin gayesine ve yapılış şekline göre, genel anlamda toplum ahlâkı ve özel anlamda fertlerin ahlâkı üzerinde iyi ve kötü bir takım sonuçları vardır. Allah'ın yapılmasını emrettiği savaş ise yukarıda tek tek açıklanan beş hikmet ve faydanın elde edilmesine sebep olduğu gibi, sonuçta da her iki tarafın çeşitli bakımlardan tevbe edip Allah'a yönelmesine de sebep olur. Fakat görülüyor ki, burada söz konusu edilen tevbenin herkese nasip olacak külli bir tevbe değil de ancak Allah'ın istediklerine nasip olacak bir tevbe olduğu özellikle vurgulanmıştır. Çünkü bazı kimselerde inkâr ve günahkârlık huy ve karakter halini almıştır ki, bunlar ne bolluk zamanında şükretmeyi bilirler, ne de darlıktan ibret almayı akıl ederler. Yola gelmez ve hallerini düzeltmezler. Bunun aksine bazı kimselerde de doğuştan iffet, takva ve iman huy ve karakter halindedir. Bunlar da bollukta ve darlıkta huylarını bozmazlar. Yine bazı insanlar vardır ki, onların huyları üzerinde darlık ve sıkıntının bolluktan daha fazla iyi etkisi görülür. Sonra şan ve şöhretin artması, dünya ve nimet kapılarının kendilerine açılması ile "Eğer Allah, kullarına rızkı bol bol verseydi, onlar yeryüzünde mutlaka azarlardı." (Şûrâ, 42/27) taşkınlık ve azgınlık gösterirlerdi, adeta Firavun'laşırlardı. Refah ve bolluk çoğu zaman görüldüğü gibi, dünyaya daldırır, şehevat denilen zevklere sürükler, gururu arttırır, hakkı unutturur, Allah yolundan engeller, batağa saplandırır ve boğar.
    "Nefis bir bebek gibidir, onu kendi haline bırakırsan, büyüyüp delikanlı oluncaya kadar süt emmeye devam eder, fakat onu sütten kesersen o da büsbütün vazgeçer gider."
    Bolluk ve ikbalin, dünyayı anlamaya, hiçliğini idrak edip ondan tiksinmeye, bıkıp usanmaya ve Allah'a yönelmeye sebep olabilmesi için Allah'ın o kula hayır murad etmiş olması lazımdır. Bu, ancak o gibi kullara mahsustur. Ve insanların durumundaki bu değişik etkilerin başka başka sonuçlar vermesi de yine sırf Allah'ın istemesi ve iradesine bağlı bir şeydir. İşte bütün bunlardan dolayı, âyette tevbe hikmeti, öbür âyetlerde olduğu gibi, mutlak olarak savaş şartına bağlanmamış, "Allah'ın dilediğine" diye ilâhî iradeye bağlanmıştır. Ve Allah alimdir, hakimdir. Herşeyi bilir. Ne yaptığını, ne yapacağını bilir. Her yaptığı iş nice hikmetleri içerir. Genellikle bu gibi "zeyl" ifadeleri zamir ile yetinilmeyip Allah ism-i celali ile birlikte gelir ki, bu daha çok ilâhî heybet ve korkuyu muhatabın ruhuna telkin içindir. Yani o şan ve azametine sınır olmayan Allah Teâlâ bu kıtal emrini, bir hikmet ve bilgiye dayanarak vermiştir. Şu halde bu gibi emirler, kemal-i dikkat ve itina ile uygulandığı zaman, bu hikmet ve faydaların neler olduğu görülecektir. Bunun sonunda birtakım hayırlar bulunduğu hakkında şüphe ve tereddüde düşülmemelidir. Ve bu ilâhî emirlere karşı gelmekten son derece sakınılmalıdır.


    __________________


    Seni çok Özledim Annem

Sayfa 2/2 İlkİlk 12

Benzer Konular

  1. Nur süresi 31. ayet(başörtüsü ile ilgili)
    By Konyevi Nisa in forum Kuran-ı Kerim meali
    Cevaplar: 5
    Son Mesaj: 25.03.11, 10:11
  2. Bakara süresi Âyet:1 (Elif lâm mîm)
    By Konyevi Nisa in forum Kur'an Tefsiri
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 12.09.08, 10:23
  3. Kasas Süresi, 28:77,(Dünyadan nasibini unutma )
    By SiLa in forum Kur'an Tefsiri
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 06.09.08, 13:47
  4. Fatiha Süresi Tefsiri
    By Scorponork in forum Kur'an Tefsiri
    Cevaplar: 6
    Son Mesaj: 04.07.08, 18:47

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •