Gelen giderken
Kudemanın usta şairlerinden Taşlıcalı Yahya Bey'in şöhretli bir gazeli
vardır; hani
Âdemoğlu âleme üryân gelir üryân gider
Nâle vü efgân ile giryân gelir giryân gider
beytiyle başlar. Hikmetle örülmüş bu gazelin her beyti birbirinden
güzel, her biri ışıklı ve parıltılı mısralarla örülüdür. Çok basit
gibi görünen ama anlam derinliği yönünden adeta sehl-i mümteni
derecesinde haykırışlardır bunlar.
Demiş ki:
İnsanoğlu aleme çıplak gelir, yine çıplak gider. Feryatlar, inleyişler
içinde ağlayarak gelir, yine ağlayarak gider.
Beyitteki kelimelerin anlam derinliklerine inildiğinde aslında
söylenen sözün günümüz diline çevirisinin tam yapılamadığı görülür.
Söz gelimi üryan kelimesi "çıplak" demek ise de burada yeni doğan bir
bebeğin dünyaya ait hiçbir varlık getirmediği, yani elinin boş olduğu,
dolayısıyla ölüm vaktinde yine eli boş olarak gideceği, dünyadan öte
tarafa maddi hiçbir şey götüremeyeceği gibi insanlık hallerine işaret
eder. Dünya malı dünyada kalır ya, işte gelen de geldiği gibi üryan
gider. Oysa şair bu üryanlığa bir de ağlayarak (giryan) gelip gitmeyi
ilave ediyor. O halde sormak lazımdır; acaba üryanlık bir ağlama
sebebi midir? Yani insan öte tarafta ne bırakmış olabilir ki dünyaya
gelişine ağlıyor olsun? Haydi ölürken ağlayışını anlayabilir; bunu
dünyada bırakıp gittiği (belki gidemediği) malına, evladına,
şöhretine, rahatına vs. kısaca dünyalıklara bağlayabiliriz. Üstelik bu
ağlayış yalnızca gözyaşı değil çığlıklara, inleyişlere, feryatlara da
vabestedir. Soruların cevabı oldukça düşündürücü!..
Sufiler insanın dünyaya gelişini, ruhun ana vatandan gurbete atılışı
olarak yorumlarlar ve anne rahmini cennet hayatı ile (ekmek elden su
gölden her ihtiyacı hazır bir hayat) özdeşleştirirler. Nitekim cenin
anne karnında su ile çevrili bir ortamda yaşar "Ve canı olan her şeyi
sudan yarattık!" ayetinin bir yorumu da buna işaret eder. Peki de ne
bulmuştur insan bu bırakılıp gelen vatanda? Orada madde olarak değil
ise de mana olarak ne vardır?
El-cevab: Ne yoktur ki? Belki bir vatanda olan her şey... Sevilen her
şey... Ve tabii bizzat Sevgili... Bu durumda sevgiliden ayrılan
kişinin ağlamasına şaşılamaz; bilakis sevgiliye geri dönüşte ağlayana
şaşılır. O halde gurbete gelirken ağlayanı mazur gören kişi, gurbetten
vatana dönerken ağlayanı anlamakta zorlanacaktır. Mademki gurbet
geçici bir misafirliktir; insan misafir olduğu yere yerleşmek istesin,
olacak iş mi? Üstelik de yerleşebilip geri dönmeyen bir tek kişi
yokken. Bu sefer soru şu hale girer: Acaba dünya süsü insanı nasıl
aldatmaktadır ki giderken ancak ağlayışlarla gidilmektedir?!..
Şair beytin ikinci dizesindeki "nale vü efgan (çığlık, feryat, ah-vah
vb.)" kelimelerini doğan çocuk ile ölen kişinin fiilleri gibi
göstermektedir. Doğan çocuğun anne rahminden ayrılışı sırasında hava
ile teması ve hava basıncı yüzünden ağladığı, yabancı ortam
şartlarının metabolizmasını etkilediği bilinmektedir. Bazı ölümlerin
de feryat içinde gerçekleştiği ve gidişte de bir çığlık bulunması
muhtemeldir. Ama şairin bize hatırlatmak istediği çığlıklar doğan ile
ölenin değil, onun çevresindekilerin çığlıkları olsa gerektir. Hani
doğum süresinde anne acı çektiği için, başındakiler de sevinçten
çığlık çığlığadır; ölümde de herkes yas halinde üzüntüden feryad ve
figandadır ya!...
Şaire göre dünyaya geliş de, oradan gidiş de ağlayarak (giryan giryan)
olmaktadır. Son soru şöyle olsun: Doğan bir bebeğin ağladığını hep
biliriz de ölenin ağlaması ne demeye gelir? Ölmekte olan birinin
başucunda bulunursanız (Allah vermesin), ona dikkatle bakın, son
nefesine yakın gözlerinin ucundan birer damla yaş geldiğini
göreceksiniz.
İşte, dünyaya eli boş gelip yine eli boş giden insanoğlu galiba
buradaki fakirliğine ağlamaktadır. Gelişte vatandaki konumunu
kaybettiği için fakir, gidişte de vatana götürecek kâr elde edemediği
için fakir. Zaten kâr elde ettiği zaman adına şeb-i arus (gerdek
gecesi) denilmekte. Üstelik, dünyaya gelişte saf, berrak bir ruh ile
gelip de kirlenmiş olarak giden ruhun feryattan başka yapacağı ne
olabilir ki?
MECNUN, LEYLA İLE SOHBETTE
Mecnun bir gün fırsat buldu, Leyla ile oturmaya muvaffak oldu. Leyla,
onu sınamak için bir dilekte bulundu:
- Ey âşık! Neyin varsa getir.
- A ay yüzlü, dedi Mecnun, aşkınla ne suyum kaldı, ne kuyum. Ne
ciğerimde azıcık kan, ne gözümde bir nebze yaş. Aklımı yağma ettin,
uykumu çaldın. Artık bir canım var, emreyle onu vereyim.
- Ben onu senden ne vakit istesem alırım, başka neyin var, sen ondan
bahset.
Mecnun o vakit arandı, yakasında sakladığı bir iğnesi vardı, onu
çıkarıp sevgiliye sundu.
- İşte varlık aleminde sahip olduğum tek şey bu iğnedir. Bunu da neden
taşıyorum bilmek istersen, çölde, ovada seni izlerken çok düşüyorum,
kendimden geçiyorum; oralarda ayağıma, bedenime dikenler batıyor; bu
iğneyle o dikenleri çıkarıyorum.
- İşte bunu istiyordum ben senden. Eğer aşkında gerçek isen bu iğne
nasıl layık oluyor sana? Dikeni çıkarırsan buna vefa mı derler?!..
BERCESTE
Heman ağlayı geldim âleme ağlayı gittim ben
San ol nilüferim kim suda bittim, suda yittim ben
Rehayî
İskender Pala