***
DIŞARDA
Points: 455.346, Level: 100
Level completed: 0%,
Points required for next Level: 0
Overall activity: 100,0%
Achievements


Evliyâullah Sevgisi:
Allah-u Teâlâ'nın veli kullarının cümlesine hürmet edip sevgi beslemelidir. Zira onlar Hakk'ın sevdiği ve muhabbet için seçtiği kullarıdır.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Biz kimi dilersek onu derece derece yükseltiriz." (En'âm: 83)
İşte bunlar bu derecelere yükselttiği kullardır. Gerçek bahtiyar insan bunlardır.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Bize kendi katından bir veli ver, bize kendi katından bir yardımcı ver." (Nisâ: 75)
Bazı zevât-ı kiram bu Âyet-i kerime'yi:
"Bize senden sana gitmemizi gösterecek, bize kılavuzluk edecek bir veli ver." şeklinde mânâlandırmışlardır.
Duâlarında Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in:
"Ey Allah'ım! Bana kendi sevgini, seni sevenlerin sevgisini ve beni sana yaklaştıracak olanların sevgisini nasip eyle." (Tirmizî)
Buyurmaları, bu sevginin çok mühim olduğunu ifade etmektedir.
Allah-u Teâlâ bir kulu hayra yöneltirse, o hep iyileri sever. Bu, hukuk-u peygamberiye gereğidir. Hakk'ın dostlarını sevmek ve onların sevgisini kazanmak büyük bir nimet, dünya ve ahiret sermayesidir. Onlara Allah için gönülden bağlı olanlar, ahirette de onlarla beraberdirler. Onların gönüllerine girenler onlara ilhak olurlar.
Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Sâdât-ı kiram ve Pirân-ı izam Efendilerimiz hakkında besleyebildiğim cüz'i bir muhabbetten başka bir sermayem yoktur." buyurmuşlardır. (31. Mektup)
Yusuf Aleyhisselâm'ın bir peygamber olduğu halde:
"Ey göklerin ve yerin yaratıcısı! Dünyada da ahirette de benim yârim yardımcım sensin. Müslüman olarak canımı al ve beni sâlihler zümresine kat." (Yusuf: 101)
Diye duâ ettiğini Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde haber veriyor.
O, bu dilek ile ahirete intikal etmiştir. Gerçekten Allah'a gönülden bağlı olanların can atacakları arzu ve gaye işte bu sondur.
Evliyâullah'a yakın olan, feyz ve berekete nâil olur. Bir istekte bulunurken, bu gibi zevât-ı kiramın yüzü suyu hürmetine istemek çok faydalı olduğu gibi, onları vasıta yaparak Allah-u Teâlâ'ya sığınmak da çok mühimdir.
Suçlu bir çocuğun, kabahati anında babasının çok sevdiği bir dostuna sığınması ve kendisini affettirmesi gibidir.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Eğer onlar kendilerine zulmettikleri vakit, sana gelip de Allah'tan tevbekâr olarak günahlarının bağışlanmasını isteselerdi, sen Peygamber de kendileri için af isteyiverseydin, elbette Allah'ı affedici ve merhametli bulurlardı." (Nisâ: 64)
Rabbânîler:
Bir ilim vardır ki buna mârifetullah ilmi denir. Kitap satırları arasında bulunmayan, ancak Allah-u Teâlâ'ya yakın olanların sadırlarında, kalplerinin derinliklerinde gizli bulunan ilim marifetullah ilmidir.
"Rabb'im bana öğretti." (Yusuf: 37)
Âyet-i kerime'sinde buyurulduğu üzere Allah-u Teâlâ'nın takvâ ve taat sahiplerinin kalbine nurunu akıtması ile Marifetullah ilmi husule gelir.
Marifet, bütün varlıkların muhiti olan Allah-u Teâlâ'yı tanımaktır. Zira O'ndan başka ve O'nun fevkinde başka bir şey yoktur.
Allah-u Teâlâ'nın kullarına imandan sonra en büyük ihsanı iki şeydir; biri mârifetullah, diğeri muhabbetullah.
Muhabbetullah Allah sevgisidir. O Allah'tan gayrı bütün sevgileri yakan bir ateştir. Ruhun zaferi ve sevinç kaynağıdır.
Mârifetullah ise muhabbetullah'tan daha hassas bir makamdır.
Bu incelik ve hassaslık nereden geliyor? "Muhabbetullah"ta sen varsın ki muhabbet ediyorsun. "Mârifetullah"ta ise O var, sen yoksun. Ne sen kaldın ne de muhabbetin kaldı.
Bu hususta bazı zâtlar tarafından birçok izahlar yapılmışsa da, fakirin kanaatı Hakk'ta hiç olmaktır.
İnsanı diğer varlıklardan ayıran ve onu Allah'ın halifesi yapan en büyük özelliği, Allah-u Teâlâ'nın ona bahşettiği akıl ve onun semeresi olan ilim-irfan sahibi oluşudur.
"Ve Allah Âdem'e bütün isimleri öğretti." (Bakara: 31)
Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğuna göre, Allah-u Teâlâ ona eşyanın isimlerini, mahiyetlerini ve hususiyetlerini bir bir öğretti.
Bu makam Allah-u Teâlâ'nın Âdem Aleyhisselâm'a her şeyin ismini öğreterek, ona verdiği üstünlüğün zikredildiği makamdır.
Mârifet, Hakk'ın ilminin var olduğu yerde kişinin bilgisizliğinin ve hiçliğinin mevcut olmasıdır. Mârifetullah budur. O Allah-u Teâlâ'yı görür, kendisini görmez. Kendisi yok ki ilmi olsun. Allah'ın kadrinin yüce oluşu, O'nun hakkında mârifet sahibi olduğuna delâlet etmektedir. Bu da yalnız O'nun var olduğunu bilmektir. Allah'ın kadri hariç bütün kadir ve kıymetleri hakir bulmak, Allah'ın kadri yanında başka bir kadir ve değer görmemektir. Bunlar hep mârifetullah ehline âittir.
Allah-u Teâlâ'nın zât, sıfat ve fiillerini anlamak, hikmetlerini müşâhede etmek, kalbe tecelli eden hakiki hakikatlerle mümkün olur.
İlmin en üstün derecesi kalbe tecelli eden bilgidir. Allah-u Teâlâ'nın koyduğu bilgi esastır. Marifetullaha en kestirme yoldan ulaştıran, en efdâl, en makbul ilim, hakiki ilim de budur. Bizâtihi aranan ilmin tâ kendisidir. Çünkü marifet-i ilâhî'nin fevkinde hiçbir marifet yoktur. İnsanlar bu ilimle ebedî saâdete ererler. Diğer bilgiler zandan ibarettir.
Bu ilim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in kalb-i şerif'lerine Miraç gecesi kondu. O ise bu sırrı gizli tuttu, ancak çok yakınlarına açtı. O sır bereketi ile şeriat ahkâmı kıyamete kadar bâki kalacaktır.
Tecelliyât-ı ilâhî'ye akıl ile bilinmediği gibi ilim ile de bilinemez ve çözülemez. Yakınlık âleminden coşar gelir. Hakiki ilim de budur. İlim içinde ilimler olduğu gibi, yollar içinde de yollar vardır.
Bu bir iç âlemdir, dıştan görülmez.
•
Bir zâhirî hoca vardır, öğretmeye "Elif"ten başlar. Kişi günâ gün öğrenir. Daha derin hoca vardır, ilimden öğretir. Açıklayabildiği kadar Âyet-i kerime'leri açıklar. Hadis-i şerif'leri izah edebildiği kadar izah eder, en güzelini öğretmeye çalışır. Fakat bu öğrettiği şey satırdan alınmıştır. Satırdan aldığını nakletmeye çalışır.
Bir de Allah-u Teâlâ'nın öğrettikleri vardır. Allah-u Teâlâ'nın talebeleri sadırdan alır. Allah-u Teâlâ an be an yeni tecelliyatlarda bulunur. Nurunu kalbine akıtması ve nakşetmesiyle gizli sırlara muttali olur. Kalbindeki esrarı kitaba döktüğü zaman herkes hayret eder. Çünkü halk satır ilmini biliyor, bu ilim ise sadırdan çıktı. Satırın muallimi benî beşer, sadırın muallimi ise Allah-u Teâlâ'dır.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Her şeyden haberdar olan Allah gibi sana hiç kimse haber veremez." (Fâtır: 14)
Sana hakikati bildirecek olan, her şeyden kemâliyle haberdar olan zât-ı kibriyâ'dır, diğer haber verenler değil.
Kime akıtırsa bu ilim onda bulunur. Hangi hazineye ne kadar cevher kondu ise, o kadar cevher olur. Fakat o cevher hazineye âit değildir. Koyana âittir.
Çeşmeden su akar, fakat o su çeşmeye ait değildir. Su kesildiği zaman çeşmeden hiçbir şey akmaz.
İlim ikidir: Sadır ilmi, satır ilmi.
Satır ilmi duymakla, okumakla öğrenilir, medreselerde tahsil edilir. Bu ilim sahipleri şeriatın zâhirine vâristirler. Şeriat ahkâmını tâlim ederler. Hakk'a vâsıl olmak, bu ahkâmın tatbik edilmesine bağlıdır. Ahkâma uymayan her türlü çalışma ve ibadet nâkıstır. Bunun için çok mühimdir.
Sadır ilmi Allah-u Teâlâ'nın kalbe koyduğu ilimdir. Buna "Marifetullah ilmi" de denir. Marifetullah ehli bu gayeye ulaşmış ve bu faydalı olan marifetullah ilmine vâkıf olmuşlardır. Hem zâhirî hem bâtınî misal âlemine uçabilmek için çift kanatlı kuş mesabesinde olmuşlardır.
Sadır ilmi bâtınîdir, satır ilmi zâhirîdir.
Sadır ilmi hususidir, satır ilmi umumidir.
Sadır ilmi hallere mahsustur, satır ilmi fiillere mahsustur.
Sadır ilmi murakaba içindir, satır ilmi muamele içindir.
Sadır ilmi burhan ilmidir, satır ilmi beyan ilmidir.
Sadır ilmi hidayet ilmidir, satır ilmi rivayet ilmidir.
Sadır ilmi o bilgiyle hakikatte O'na O'ndan başka bir delil olmadığını bilmektir, satır ilmi ise Allah-u Teâlâ'nın kâinattaki sanatını görmektir.
Zâhir ehli; ilim okur, okutmak için okur. Okudukça büyür, kendisini dev gibi görür.
Bâtın ehli; okur, okudukça küçülür, küçüldükçe küçülür.
Birisi halk için okur, birisi Hakk için okur. Birisi halktan ücret alır, birisi Hakk'tan ücret alır.
Birisi kendini görür Hakk'ı görmez, birisi Hakk'ı görür kendini görmez.
•
Bir temsil: Zâhirî ilim yumurtanın dış kabuğudur, kabuk olmazsa yumurtanın hükmü olmaz. Tarikat ilmi beyazıdır, bu ilmi elde etmek için kabuktan içeriye intikal etmek gerekiyor. Hakikat ilmi sarısıdır, daha da ileriye nüfuz edilerek elde edilir. Civcivin çıkması ise marifetullahtır, civciv çıkınca kabuk atılır, artık yumurtadan eser kalmaz. Kudsî ruh ile desteklenmiş olanlar marifetullaha nâil olduğu zaman ene kabuğunu deler, hiç olduğunu anlar, misal âlemine uçar.
Fenâfişşeyh tahsili esnasında birçok tecellilere mazhar olunur. Kişi bu tecelliyatlara mazhar olurken her şeyi bildiğini zanneder. Fenâfirrasul tahsiline geçtiği zaman hakikate ulaşır ve hiçbir şey bilmediğini burada öğrenir. Yumurta bir süre sıcakta kalıp, civcivin kabuğu delip çıktığı gibi; Fenâfillâh'a da geçtiği zaman vücut varlığını deler, yol bulur. Kudsî ruh ile desteklenen kimseler Lâhut âlemine kadar çıkar. Kabuk değersiz bir hiç olduğu gibi; o anda artık kendi varlığının hükümsüz ve bir kabuktan ibaret olduğunu, her şeyin O'nun ve O'ndan olduğunu gözü ile görür. Bu tahsilde hiç olduğunu öğrenir, var olan Allah-u Teâlâ insanda tecelli eder. Fakat bunu gören dünya yüzünde kaç kişidir?
Zâhirde iken insan hep bildiğini söyler, hakikate geçince içeriye nüfuz eder, hiçbir şey bilmediğini itiraf eder. Marifetullah'a geçmesi ile de hiçbir şey olmadığını bilir. Çünkü kurbiyet ve sıddıkiyete nâil olmuş olur.
Kabuk da O'nundur, yani zâhirî ilim de Allah-u Teâlâ'nın bir ihsanıdır, beyazı da O'nun ihsanıdır, sarısı da O'nun ihsanıdır. Civcivin çıkması da, mârifetullah ilmi de O'nun lütf-u ihsanıdır.
Aslında var olan Allah'tır. Var'ı bulunca varlık ifnâ olur, kişi hiç olduğunu öğrenir.
Zâhirde olanların ilmi satır ilmidir, halktan alır. Yani satırdan okumakla, bir hoca tarafından öğretilmekle alır.
Nasıl ki bin inşaat mühendisi bir araya gelse, bir doktorun işini yapamaz. Neden yapamaz? Branşları, tahsilleri ayrı olduğu için, birinin ilmini diğeri bilmez. Bu da böyledir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Onu sizin için bir ibret ve öğüt yapalım ve anlayışlı kulaklar onu anlasın diye." (Hâkka: 12)
Nice insanlar vardır ki, işitmesi de işitmemesi de birdir. İşittikleri sadece kulağında kalır, kalbine inmez, bunun için de duymamış gibi olur. Çünkü duymak başka, işitmek başkadır. Duyan kalp, işiten kulaktır.
•
Bâtınî ilim ilham vasıtası ile, Allah-u Teâlâ'nın nuru kalbe akıtması ve dilediğini duyurması ile husule gelir. Zâhirî yani dış ilimlerle iç âlemi bilmek mümkün değildir.
"Âlimler peygamberlerin varisleridir." (Buhârî)
Hadis-i şerif'i dikkatle incelendiği zaman bu hakikat açıkça görülür.
Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olmayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan daha büyük şeref tasavvur edilemez.
Hiçbir peygamberin ümmeti vâris-i enbiyâ mertebesine nâil olamamıştır. Bu vazife ancak Ümmet-i Muhammed'e tevdi ve ihsan buyurulmuştur.
Onlar vâris-i enbiyadır. Onlara "Vâris-i enbiya" denir.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Cenâb-ı Hakk benim göğsüme ne döktüyse, ben de onu olduğu gibi Ebu Bekir'in göğsüne boşalttım." (Risâle-i Es'adiyye)
Kalpten kalbe dökülen ilâhi emanetullah kıyamete kadar devam eder. İşte bütün bu sır buradan geliyor, bütün esrar, bütün gizlilik bu noktadan doğuyor.
•
Zâhirî ilmin çeşitleri çoktur. Bâtınî ilimlerinki ondan da çoktur. İlm-i iman, ilm-i İslâm, ilm-i ihsan, ilm-i tevbe, ilm-i zühd, ilm-i verâ, ilm-i takvâ, ilm-i ahlâk, ilm-i mârifet-i nefs, ilm-i mârifet-i kalp, ilm-i tezkiye-i nefs, ilm-i tasfiye-i kalp, ilm-i mükâşefat, ilm-i tevhid, ilm-i tecelli-i sıfat, ilm-i tecelli-i zât, ilm-i makamat, ilm-i vusûl, ilm-i fenâ, ilm-i bekâ, ilm-i sekr, ilm-i sahv, ilm-i mârifet ve benzeri ilimler.
Âlimler üç taifedirler: Bir taifesi zâhirî ilmi bilirler. İkincisi bâtınî ilmi bilirler. Üçüncüsü hem zâhirî ilmi bilirler hem de bâtınî ilmi bilirler. Bu üçüncüsünden çok azdır.
Fakir onları tarif ederken;
"Sehm-i nübüvvete vâris olanlar",
"Sehm-i velâyete vâris olanlar",
"Hem sehm-i nübüvvete hem de sehm-i velâyete vâris olanlar" olarak belirtmişizdir.
Adı üstünde vâris, çalışmakla elde edilen bir şey değil. Allah-u Teâlâ doğrudan doğruya nuru kalbine yazmış, Kudsî ruh ile desteklemiş, Resulullah Aleyhisselâm'ın emanetini ona boşaltmıştır. Bütün sırlar bu noktada toplanıyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar.
"Az bir tevfik, birçok ilimden hayırlıdır." (Deylemî)
Hâtem-ül Enbiyâ -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'den sonra vahiy kesilmiş, ilham kapısı ise açık kalmıştır. Din, kıyamete kadar bâkidir. İnsanların yeni bir dine ihtiyaçları yoktur. Fakat zamanla vesveselere dalıp arzu ve heveslere kapıldıkları için, hakikati hatırlatmaya, ruhlarını kuvvetlendirmeye ihtiyaçları vardır.
Marifetullah ancak tasavvuf yoluyla, ruhi zevk ile husule gelir. Diğer bilgilerle hâsıl olmaz. Daha doğrusu Allah vergisidir, bir lütf-u ihsandır.
"Bu Allah'ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir." (Cum'a: 4)
Tasavvufun gayesi içi tahliye etmek ve temizlemektir.
•
Marifetullah ehli Allah-u Teâlâ'nın tayin ettiği muallimlerdir. Onlar ilmi Rabb'lerinden alırlar, Hakk'ın talebeleridirler. Allah-u Teâlâ onlara ne öğrettiyse onu bilirler, ne gösterdiyse onu görürler. Hakk'ın öğrettiklerini halka öğretirler. Sırları ancak onlar çözer ve çözdürmeye çalışırlar.
Allah-u Teâlâ kendi talebelerine emrediyor ve Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Kitabı öğrettiğinize ve okuduğunuza göre Rabbânîler olunuz." (Âl-i imrân: 79)Bu Âyet-i kerime bâtınîdir, zâhir ehline ait değildir. Allah-u Teâlâ kendi talebelerine bu emri veriyor.
"Rabbânî olmak"demek; "Rabb'e hâlis kul olun, Rabb'e mensup ilim erbâbı olun, kalp kulakları ile işiticiler ve gayb gözleriyle bakanlar olun." demektir. Bu iç âlem işidir.
Bu nokta değişti şimdi. Onlar: "Kafa gözü ile kafa kulağı ile" bunlar ise: "Kalp gözü ile kalp kulağı ile" alırlar.
Bunlar Allah-u Teâlâ'nın tasarrufundadırlar, bunları O idare eder ve kendi katından ilim ihsan eder.
Bunlar Hakk'ı bilir, Hakk'tan olduğunu görür, kendilerini bilmez. Bunlar Hakk'ta fâni olanlardır. Zira bunlar Mârifetullah ehlidirler.
Rabbânîler'in gerçek mânâsı şudur ki; onların özünde Allah var. Sözleri de sadece Allah ve Resulullah'tır.
Allah-u Teâlâ bu gibi kimseler hakkında Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah dilediğini yardımıyla destekler." (Âl-i imrân: 13)
Bunlar doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ'nın yardımıyla desteklenen kimselerdir. Onların yalnız suretleri var, gerçekte ise içlerinde Allah ve Resulullah mevcuttur.
Zâhirde kafa gözü ve kafa kulağı mevcuttur, bunlarla dış âlem idrak edilir. Dış dünya çok küçük ve gayet cüz'idir.
Allah-u Teâlâ bir de kalp gözü ve kalp kulağı halketmiştir. Dilediği zaman bir kulunun kalp gözünü açarsa, gayb âlemi görülür.
Hakikat gözü ile bakabilen, Allah-u Teâlâ dilerse âlemleri de seyreder, Levh-i mahfuz'daki esrarı da dilerse ona okutur. İç dünya, âlemleri içine alır.
Kalp kulağını açarsa, ona istediğini duyurur. Gerçek duyma budur.
Hakikati duyurdukları kadar duyulur. Gayb âlemini müşahede ettirdikleri kadar görülür.
Sana ne duyurulursa sen onu duyarsın. Kalp gözünü açarlarsa, ne gösterirlerse onu görürsün.
Allah-u Teâlâ'ya yakın olan Mukarreb kulların her işi Hakk iledir, onların yaşayışları mânevîdir, içtendir. Çünkü onların içinde Hakk var.
Her şeyin bir özü vardır. Dağların özünde elmas var, Kâbe-i muazzama'nın özünde Hacer-i esved var, insanın özünde ise Hazret-i Allah var.
İnsan-ı kâmil'in âlem-i ekber oluşunun sebebi budur.
Onun içindir ki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Sâdıklarla beraber olunuz!" diye emir buyurmaktadır. (Tevbe: 119)
Bu emr-i şerif'te çok büyük esrar vardır.
Gerçek Mürşid-i kâmil, mürşid-i hakiki olan Allah-u Teâlâ'yı bilir, kendisinin bir resimden ibaret olduğunu da bilir. Bir paçavradan ibaret olduğunu hem gözü ile görür, hem bilir. Allah-u Teâlâ murad ederse o paçavrayı kullanır, dilediğinin gönlünü siler.
Bir maskeden ibaret olduğunu hem görür, hem bilir.
Bunlar Hakk'ı bilenlerdir. Onlardan başka bunu bilen ve gören olmaz.