2 sonuçtan 1 ile 2 arası

Konu: Osmanlı'da Adalet

    Share
  1. #1
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Osmanlı'da Adalet

    Osmanlı deyince ne düşünmeliyiz?

    Her şeyden evvel adaleti düşünmeliyiz.

    Hangi açıdan?

    Objektif açıdan, âfâkî açıdan.

    Bütün Avrupa'da, Osmanlı'ya verilen değer neden o kadar üst seviyedeydi?

    Çünkü Osmanlı kadıları, adaletin ateşten bir gömlek olduğunu en iyi idrak eden insanlardı. Onların gözünde, Allahû Tealâ'nın karşısında, adalet açısından herkes eşitti. Eğer bir padişah, bir kral, halktan herhangi bir kişinin hakkını haleldâr etmişse; o hakkı, hakkın sahibine iade etmek, kadıların temel göreviydi, hiç şaşmazdı bu.

    Oysa ki Avrupa'da, asillerle halk arasında bir uçurum vardı. Eğer bir asil yolda giderken kazara, halktan birini atıyla çiğnemişse, onun hesabını kimseye vermezdi. Vermeye gerek görmezdi. O asildi, ötekiler de halktı. Osmanlı'da da asiller vardı; beyler, beylerbeyleri... Bunlar asaletin temsilcileriydi. Ama adalete geldiği zaman konu, beylerle, beylerbeyleriyle, padişahla halk arasında en ufak bir farklılık gözetilmezdi. İşte adalet bu demektir.

    Her toplumda ileri gelenler vardır ve halk vardır. Bu ileri gelenler, her yerde kendilerine mevki edinirler, bir şeylerin sahipleridir; zengindirler, çevre yapmışlardır. Bütün ileri gelenler birbirleriyle yakın ilişki içerisindedirler ve ötekiler halktır. Adalet dağıtanlar, bu şehrin ileri gelenleri tarafındandır ve adalet hep tek taraflı olarak dağıtılır.

    İşte, böyle bir Orta Avrupa, Ortaçağ Avrupası'nda Osmanlı, adaletin bütün standartlarında tam dağıtıldığı, müstesna bir ülke oluyor. Allahû Tealâ'nın Kur'ân-ı Kerîm'de söylediği gibi kıst'ı, adalet müessesesini, Osmanlı tam olarak tanzim ediyor . Tatbik ediyor, %100 yerli yerine oturtuyor. Osmanlı kadısı, hiç kimsenin hakkının, çiğnenmesine müsade etmiyor. Bu hakkı çiğneyen kişi padişahta olsa bu durum değişmiyor.

    İşte, Fatih Sultan Mehmet, işte İstanbul'da bir Rum:

    Fatih Sultan Mehmet talepte bulunuyor, diyor ki:

    "Orada cami yapacağım, arazini bana satmanı istiyorum."

    Biliyorsunuz, her arazinin bir rayiç bedeli vardır. Yani o çevrede o arazinin ne kadar para ettiği, aşağı yukarı herkes tarafından bilinir. Bir alt hududu , bir de üst hududu vardır. Fatih Sultan Mehmet, üst hududun iki katını veriyor. Ama Rum vermemekte ısrarlı. Bir Hristiyan olduğu için caminin kurulmasına gönlü razı olmuyor.

    Fatih Sultan Mehmed ise "O kadar para verdiğim halde, bu adam arsayı vermiyor. Demek ki bunu, inadından yapıyor; nefsani ir davranış bu. Ben cami yapacağım, benimki nefsani değil ruhani." diye düşünyor.

    Ve sonuçta Rum'un arsasını alıyor , camiyi yaptırıyor.

    Adam perişan. Sonra, diyorlar ki:

    "Ya, bu kadar üzüntünün sebebi ne?"

    "İşte, yapabileceğim bir şey yok ki! Bunu yapan padişah; daha ötesi yok. Onun üstünde kimse yok. O bana bunu yaptığına göre. Her şey bitti!" diyor.

    Diyorlar ki:

    "Her şey bitmedi, bu memlekette kadılar vardır."

    "Yani? Ne demek istiyorsunuz?" diyor.(Adam hiç inanamıyor bir defa söylenenlere.)"

    Diyorlar ki:

    "Gidersin kadıya, adaletsizliği anlatırsın, Padişah da olsa, o hesabı görür."

    Adamcağız hiç inanamıyor böyle bir şeye; ama diyor hadi gideyim mahkemeye, ben müracaat edeyim.

    Ve kadıya müracaat ediyor.

    Adamın gözleri hayretten açılıyor; Fatih Sultan Mehmet mahkemeye geliyor. Padişah ayakta, kadı efendi oturuyor ve mahkeme başlıyor. Fatih Sultan Mehmed, adamın arsasını zorla iktisab etmektan suçlu bulunuyor ve elinin kesilmesi kararı alınıyor. Fatih Sultan Mehmet'in eli kesilecek; ama Osmanlı adaletinde, bir müessese daha var; eğer bir şeyin bedeli ödenirse ve alacaklı taraf, hak sahibi taraf bunu kabul ederse, o ceza düşer.

    Bu kanuna göre teklifte bulunuluyor.

    Deniyor ki:

    "Bunun bedeli şu kadar altın, bu kadar altına karşılık, onun elinin kesilmesinden vazgeçiyorsan, o ödemese bile (Padişah ödemese bile) onu sana beytülmal öder. Razı mısın?"

    Rum: "Şey..." Bir Padişaha bakıyor, inanamıyor, sonra: "Tabiî razıyım. Razı olmaz mıyım? O, Padişah. " diyor.

    Fatih Sultan Mehmet diyor ki:

    "Benden beytülmalın talebi 200 altın; ama ben 2000 altın vereceğim. Ve her gün de bir altın daha ödenmesini istiyorum. Senenin 365 günü, her gün bir altın ödenecek bu zata."

    Ve kadı yerinden kalkıyor, Fatih Sultan Mehmet'in ayaklarının yanına gelip diz çöküyor:

    "Padişahım, şu ana kadar ben Allah'ı temsil ediyordum. Ben oturuyordum, siz ayaktaydınız. Çünkü siz maznun mevkiindeydiniz. Allah'ı temsil eden siz değildiniz. Adaleti veya adaletsizliği temsil ettiğiniz, mahkemenin sonunda belli olacaktı. Ben Allah'ı temsil ediyordum; adaletin sahibi bendim o sırada. Şimdi benim görevim bitti. Şimdi bana, size tâbî olan, sizin imparatorluğunuzun bir kadısı olarak el etek öpmek düşer." diyor.

    Padişahın eteğini öpüyor ve ondan sonra Padişah oturuyor, ötekiler dışarı çıkıyorlar.

    Bu size neyi anlatıyor?

    Adalet müessesesini anlatıyor. Osmanlı'nın adaletini anlatıyor. Adamlar, o güne kadar bir asille, bir halktan birisi mahkeme edilecek de, mahkeme halktan birisine hakkını verecek. Asırlar boyunca böyle bir şey görülmemiş Ortaçağda Avrupa'da. Böyle bir şey yok. İlk defa Osmanlı götürüyor adaleti. İnsanlar arasında, Kur'ân-ı Kerîm'e göre fark olmadığını orada ispat ediyorlar insanlara (İslâm'ın ne olduğunu.)

    İşte bu adalet müessesesidir ki, yüz binlerce insanı Osmanlı'ya teslim etmiş.

    KADI VE MAHKEME

    Muhâkeme, mutlak şekilde umuma açık, alenidir. Bu bir prensiptir. Kadı, önüne getirilen bütün hukukî mevzuları bildiği iddiasında değildir. Bu da diğer bir prensiptir. Onun için kadı, göreceği dâvânın konusunu en iyi bilen bir veya birkaç ehl-i vukufu (bilir kişi) yanında bulundurmaktadır. Onların söyleyecekleri ile kayıtlı değildir, hüküm kendisine aittir. Fakat onlara danışmaktadır. Ayrıca ehl-i vukufun mütâleaları, hâkimin kararına ekli olarak adlî sicile geçirilmektedir. Bu ehl-i vukuf heyeti ile aynı zamanda, kadı'nın kararı, bir kat daha teminat altına alınmaktadır.

    Kadı'nın doğru hükmetmesinde en büyük teminat, kadı'nın vicdanı idi. Bugün de öyledir. Fakat kadı'da vicdan yoksa ne olacaktır? Buna karşı bir takım baskı tedbirleri alınmıştır. Haksız hükmeden bir kadı, gerek münferit ve şahsî, gerekse o kazânın halkının topluca müracaatı ile şikâyet edilebilmekte ve bu gibi şikâyetleri hükümet, mutlaka değerlendirmekte, bazen müfettişler göndermektedir. Haksız hükmettiği, hele rüşvetle hüküm verdiği anlaşılan bir kadı'nın istikbali mahvolmaktadır.

    Şahsın veya halkın müracaatı, bölgenin en büyük âmiri ve hükümetin temsilcisi olan sancak beyine ve daha çok beylerbeyine yapılabilmektedir. Şahıs veya halk bu şikâyeti isterse, sancak beyine, beylerbeyine veya herhangi bir kişiye danışmaksızın doğrudan doğruya Divân'a da yapabilmektedir. Divân'a şikayette bulunmanın hiçbir prosedürü yoktur. Bir kağıt yazıp imzalamak kâfidir. Bu şikâyetler, yüzde doksan nispetinde mutlaka tahkik edilmektedir. Padişaha müracaat yolu da açıktır.

    Kadı, belirli bir suçu olmadıkça azlolunamaz, ancak daha yüksek bir kazâya tâyin edilmek üzere bulunduğu kazâdan alınabilirdi. Ticaret yapması yasaktı. Borç alıp veremez, hediye kabul edemez, umumî ziyaretlerde bulunamazdı. Kadı, halife olan Padişahın vekili olarak, onun adına adalet tevzî ettiği için, kendini sadrazama tâbî, onun emrinde saymazdı. Sadrazam, kadı'nın kazâya, adalete ait işlerine, hüküm veriş şekline karışmazdı. Kadılar gerektiği durumlarda, Padişahları dahi mahkeme çağırmak ve yargılamak yetkisine de sahipti.

    Osmanlı düzeninde kadı, kazâsının belediye başkanıydı ve belediye başkanı olarak salahiyetleri çok genişti. Zira aynı zamanda, kazâ kaymakamıdır. Bu suretle imparatorluğun bütün ilçelerine, ilmiyye sınıfından kadılar hâkimdir ve devleti onlar temsil etmektedirler.

    Beledî işlerde kadıya, kedhudâlar yardımcı olmaktadır. Bunlar, esnaf teşekküllerinin seçimle işbaşına gelmiş mümessilleridir. Ve klasik Osmanlı düzeninde nüfuzları çok fazladır. Beledî düzen, bilhassa bunlar tarafından sağlanmakta ve kadıya az iş düşmektedir. Fakat kadı, kaymakam ve belediye başkanı sıfatlarıyla, esnafı, fiyat ve temizlik bakımından ve istediği başka bakımlardan, teftiş edebilmekte ve hemen teftişi sırasında o anda istediği cezayı kesebilmektedir.

    Zabıta, tamamen kadı'nın emrindedir. Her kasaba ve şehirde, askerî yetkilerle donatılmış subaşı ve onun emrinde asesbaşı ve asesler vardır. Bunlar güvenlikten ve asayişten sorumlu polislerdir; fakat asker sınıfından sayılmaktadırlar.

    Hızlı Yargı

    Osmanlı düzeninde, hemen tevzî edilmeyen adalet, adaletsizlik sayılırdı. Osmanlı adaletinin bu husustaki şöhreti ise, cihanşümûldü.

    Batılıların bu konudaki görüşlerinden birkaç örnek:

    "2 veya 3 celsede nadirdir, ekseri dâvâlar bir celsede hükme bağlanır." (d'Ohsson, VI, 204-5).

    "En mühim dâvâlar, bir saat içinde hükme bağlanır. Hüküm, derhal infaz edilir. Avrupa'da olduğu gibi hükmü geciktirecek oyunlardan hiçbiri tatbik edilmez". (Sir Paul Ricaut, II, 327).

    "XV. asrın sonlarında Türk adaleti, dünyanın en liberal, şefkatli ve doğru adaleti idi." (Cantacasin,14-5).

    Esir olarak birkaç yıl İstanbul'da kalan ve Türkiye'de gördüklerini İspanya kralı II. Felipe'ye takdîm ettiği eserinde anlatan bir İspanyol müellifinin müşahedeleri şu şekildedir: (Kânûnî Devrinde İstanbul, 95-102).

    "Türk'ün adaleti, Hristiyan olsun, Mûsevî olsun, müslüman olsun, herkese eşit şekilde tatbik edilir. Kadı'nın kürsüsü üzerinde Kur'ân'ın yanında bir haç ve bir Tevrât bulunur. Kadı, Hristiyan'a haçı, Mûsevîye Tevrât'ı öptürerek yemin ettirir."

    "Türkiye'de iltimas mektubu geçmez. Adaletlerinin en iyi yanı, dâvâların kısa sürmesidir. İspanya'da olduğu gibi, 'nasıl olsa dâvâ bitmiyecek' diye haklı taraf, haksız tarafla uyuşmaya mecbur bırakılmaz. Gerek kadı mahkemesinde, gerek Dîvân-ı Hümâyûn'da dâvâlar bitince mübaşir: 'Kimin maslahatı var?' diye üç defa bağırır. Dâvâlar bitmeden kadı veya kazasker, kürsüden kalkamaz..."

    Vatandaş, çok mühim dâvâlar için kadı'ya giderdi. Ufak tefek anlaşmazlıkları, büyük otoriteleri olan aile reisleri, esnaftan olan zâtlar, esnaf kedhudâları, hakem olarak çözerlerdi. Böyle şeyler için çok mühim bir adam olan kadı'nın huzuruna çıkmak ayıptı. Gerçi kadı, bir akçalık dâvâyı görmeye kanunen mecburdu. Ahlâk ve gelenekler çok sağlamdı. O zamanki dâvâ sayısı ile bugünküler rakam şeklinde mukayese edilirse, ortaya çok feci bir sosyal durum çıkar. Bugün ülke, adeta birbiriyle anlaşamayan insanların yurdu olmuştur.

    HUKUK

    Dînî Hukuk ve Millî Hukuk

    .
    Osmanlı'da hukuk sistemi için "Hâkânî" veya "Sultânî" denilen sistem geçerliydi. Devletin yüksek menfaatlerini kollayan bir düzendi. Osmanlı Devleti'nde Padişah, mutlak icra otoritesine dayanarak, devlet ihtiyaçları için, bir nizam koyma yetkisine sahipti. Bu düzene göre yasama yetkisi, Padişahındı veya Padişah adına yapılırdı. Ceza hukuku ve diğer sahalarda, kesin şekilde, işte bu sultânî hukuk hakimdi. Devletin başından sonuna kadar durum bu şekildeydi.

    Yükselme devri boyunca Padişahtan aşağıya doğru herkes, Allah'ın dostuydu. Sultan Osman'dan başlayarak hepsinin mürşidleri oldu. Görüyoruz ki; mürşide yüzde yüz bağlı olan Padişah, aslında Allah'ın Padişah'ı oluyordu. Bu dizaynın yukarıdan aşağı inen çatısına baktığımız zaman, önce Allah'ı görüyoruz, sonra Allah'a bağlı mürşid, mürşide bağlı Padişah, sonra onun emrinde kim varsa hepsi Allah'a dostlar.

    Medenî Hukuk ve Ceza Hukuku

    Medenî kanunda, hele evlenme ve boşanmada, tamamen şeriat hükümleri ve Hanefî mezhebi tatbik edilmektedir. Hanefî hukuku esas olmakla beraber, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî hukuku da geçerli idi ve vatandaşın, bu sistemlerden birinin kendisine tatbik edilmesini istemek hakkı vardı. Ceza kanunları, mürşidinden emir alan Padişahların iradesiyle konulmuş kanunlardı. Daima yukarıda bahsettiğimiz sultânî denilen hukuk hakim olmuştu. Bu hukukun gayesinin de, kanun metinleri gözden geçirilirse, devletin yüksek menfaatlerini kollamak olduğu açıkça görülebilir.

    Birden fazla kadınla evlenmek, sanıldığı kadar yaygın değildir.

    Sultanlar ve hanım sultanlarla evlenenler, hiçbir zaman ikinci bir zevce alamamışlardır. Esasen bir kız, istediği taktirde, evlenme akdine, kocasının başka bir eş alamayacağına dair şart koydurabilirdi.

    SOSYAL SINIFLAR

    Devletten dirlik veya maaş alan bütün görevlilere "askerî" denirdi. "Askerî" sınıf, yalnız savaşan sınıf değil, bütün devlet görevlileri idi. Vergi vermezlerdi. Yani sistem şu idi: Kendilerine bir maaş verilip o maaştan vergi kesilmek yerine, devletin ödeme gücü neyse, o miktarda net olarak hesaplanır ve verilirdi. İkinci bir sosyal sınıf, şehirlilerdi: Tüccar ve esnaftı. Nihayet "reâyâ" denilen köylü gelirdi.

    "Reâyâ" adı altında, herkesin zannettiği gibi, aşağı derecede bir sınıf veya mezheb kastedilmemektedir. İmparatorluğun bütün çiftçileri, Anadolu'nun İslâm halkı ile Tisza vâdisindeki Hristiyanlar, Padişah'ın bütün tebaası, reâyâ olarak adlandırılır. Daima reâyâ, Padişah'ın himayesinde yaşar.

    Askerî, şehirli ve râiyyet dışında bir sosyal sınıf daha vardır: Esirler. Harp esirleri değil, hizmet maksadıyla kullanılan, para ile alınmış insanlar, kölelerdi. Esir, daha doğrusu köle ve cariye, efendisi aleyhine kadı'ya müracaat edip dâvâ açabilmekte, hakkını koruyabilmektedir. Kölesine efendi, kızını verebilmekte, efendisi cariyesi ile evlenebilmektedir. Demek ki; kölelik de bir sosyal baraj değildir.

    Sosyal sınıfların batıdaki sosyal sınıflardan farkı, asaletin olmamasından ve serf bulunmamasından doğmaktadır. Bu iki büyük fark, Avrupa ile Türkiye'nin sosyal yapıları arasında çok büyük bir ayrılık manzarası arz etmektedir. Osmanlı Türkiyesi'nin her asrında pek çok örneği gösterilebileceği gibi, ayağında çarık, sırtında heybe, beş parasız İstanbul'a gelen bir Türk köylüsü, gerekli kademelerden geçip, bir çeyrek asır sonra, bazen daha fazla, fakat bazen de daha kısa bir müddet içinde, sadrazam olmakta, hattâ Padişahın kızını almaktadır. Böyle bir durum, Batı'da mümkün değildir. 1975 Batısı'nda bile başbakan olması mümkün bulunan böyle bir şahıs, kral kızı ile evlenememektedir


    Seni çok Özledim Annem

  2. #2
    ***
    DIŞARDA
    Points: 7.004, Level: 55
    Points: 7.004, Level: 55
    Level completed: 27%,
    Points required for next Level: 146
    Level completed: 27%, Points required for next Level: 146
    Overall activity: 16,7%
    Overall activity: 16,7%
    Achievements
    kuzat - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    Nov 2010
    Yer
    İstanbul
    Mesajlar
    904
    Points
    7.004
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    15

    Standart

    Osmanlı’nın yükselme döneminde adaleti temsil eden Kadılar vardı.
    Bu Kadıların her biri ‘ulûl elbab’dı.
    ‘Ulûl’, sahipler demek ‘Elbab’ ise sırlar demektir. Yani Allah’ın sırlarının sahipleri…
    Allahû Tealâ Âli İmrân-190 ve 191’de buyuruyor ki;

    Bismillâhirrahmânirrahîm

    3/ÂLİ İMRÂN-190: İnne fî halkıs semâvâti vel ardı vahtilâfil leyli ven nehâri le âyâtin li ulîl elbâb(ulîl elbâbı).

    Muhakkak ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde, ulûl elbab için elbette âyetler (deliller) vardır.

    3/ÂLİ İMRÂN-191: Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard(ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr(nârı).

    Onlar (ulûl elbab, lüblerin, Allah’ın sır hazinelerinin sahipleri), ayaktayken, otururken, yan üstü yatarken (daima) Allah'ı zikrederler. Ve göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler (ve derler ki): “Ey Rabbimiz! Sen bunları bâtıl olarak (boşuna) yaratmadın. Sen Subhan’sın, artık bizi ateşin azabından koru.

    Yani, Kur’ân-ı Kerim’de Ulûl elbab daimî zikrin sahipleridir.

    İşte Osmanlı’da Kadıların her biri ‘daimî zikirde’ydiler.

    Yani Âli İmrân Suresinin 7. âyet-i kerimesine göre Allah ile tezekkür etme yetkisini Allah’dan alanlardı. Allah ile tezekkür etmek demek, Allah ile konuşmak yani O’ndan vahiy almak demektir.

    Bismillâhirrahmânirrahîm

    3/ÂLİ İMRÂN-7: Huvellezî enzele aleykel kitâbe minhu âyâtun muhkemâtun hunne ummul kitâbi ve uharu muteşâbihât(muteşâbihâtun), fe emmellezîne fî kulûbihim zeygun fe yettebiûne mâ teşâbehe minhubtigâel fitneti vebtigâe te’vîlih(te’vîlihi), ve mâ ya’lemu te’vîlehû illâllâh(illâllâhu), ver râsihûne fîl ilmi yekûlûne âmennâ bihî, kullun min indi rabbinâ, ve mâ yezzekkeru illâ ulûl elbâb(elbâbi).

    Kitab’ı sana indiren O’dur. Onun bir kısmı muhkem (hüküm ihtiva eden, mânâsı açık olan) âyetlerdir, onlar Kitab’ın esasıdır ve diğerleri, muteşâbihtir (yoruma açık âyetlerdir). Fakat kalplerinde eğrilik (bâtıla meyil) bulunanlar, bu sebeble muteşâbih olanlara (yorum gerektirenlere) tâbî olurlar. Ondan fitne çıkarmak için, onun te’vilini (yorumunu) yapmak isterler. Ve onun te’vilini Allah’dan başka kimse bilmez ve ilimde rusuh sahipleri ise: “Biz O’na îmân ettik, hepsi Rabbimizin katındandır” derler, onlar da tezekkür edemezler, sadece Ulûl'elbab (daimi zikrin ve sırların sahipleri) (tezekkür edebilir).



    Bismillâhirrahmânirrahîm

    7/A’RÂF-201: İnnellezînettekav izâ messehum tâifun mineş şeytâni tezekkerû fe izâhum mubsırûn(mubsırûne).

    Muhakkak ki; takva sahibi kimseler şeytandan onlara gözü bürüyen bir vesvese dokunduğu zaman (Allah’ı) tezekkür ederler (Allah’la tezekkür ederler).

    İşte o zaman onlar, basar edenlerdir (kalp gözlerinin basar hassası ile görürler: Casiye-23.

    Bu âyette de o kişilerin kalp gözlerinin açık olduğunu yani yedi kat yerleri ve gökleri görebildiklerini açıklıyor.

    Kadıların ulûl elbab olduğu bir devlette, tabidir ki davaların sonucu Allah’ın kararı olunca Allah’ın adaleti tecelli ediyordu. SIR BU İŞTE…



    Osmanlı düzeninde gecikmiş adalet, adaletsizlik sayılırdı. Hızlı yargı, Osmanlı Hukuk Sistemi’nin esasıydı. “2 veya 3 celse nadirdir, ekseri davalar, bir saat içinde hükme bağlanır” (d’Ohsson).
    Birkaç bin hâkimle, akıl almaz genişlikte bir imparatorlukta nasıl oluyor da bu derece süratle adalet tevzi edilebiliyordu? Bu sualin cevabı şudur:
    Ufak tefek anlaşmazlıklar, asla kadı huzuruna getirilmezdi. Çünkü herkes mürşidinin eğitimi ile nefs tezkiye ve tasfiyesi yapardı. Gerçi kadı bir akçalık davaya bakmaya bile mecburdu. Ancak iki taraf da, kadı huzuruna gitmeden davalarını hallederlerdi. Bu hususta otoritesi büyük olan aile reisi, esnaf örgütlerinin liderleri, köy muhtarı, mahalle imamı, eşraftan zatlar, hakem olurlardı; anlaşmazlıkları hallederlerdi. Osmanlı birbiriyle ihtilaflı, birbiriyle anlaşamaz, birbiriyle kavgalı bir toplum değildi.
    İslâm ahlâkının yaşandığı toplumlarda, sosyal hayatın nasıl huzur ve barış içinde sürdürüldüğünü, tarih bize pek çok örnekle göstermiştir.
    Osmanlı İmparatorluğu asırlar boyunca üç büyük kıtanın büyük bir bölümüne hâkim oldu. Bugün Balkanlar’da, Ortadoğu’da, Kuzey Afrika’da ve daha pek çok yerde Osmanlı’nın izlerini görmek mümkündür. Osmanlı ayak bastığı her yerde Türk’ün üstün karakterinin tanınmasına vesile oldu. La Martine’in 1854 yılında basılan Histoire de la Turquie isimli 10 ciltlik eserinden yapılan bir alıntı Osmanlı’nın günümüzdeki izlerini çok güzel yansıtmaktadır:
    “İzmir’i, İstanbul’u, Suriye’yi, Lübnan’ı ziyaret edin. Oralarda manastırlara, dînî mekânlara, eğitim kurumlarına girin. Dînî eğitim veren yerlere bakın ve “Osmanlı’nın, size karşı davranışında ve korumasında bir eksiklik var mıydı?” diye sorun. Hepsi size “Osmanlı’nın ve Sultan’ın tarafsızlığından” söz edecektir.”

    Gerçek şu ki, bu dînî yerlerin yönetiminde Osmanlı tam bir tarafsızlık, saygı ve barış duygusuyla hareket etti...

    XVI. asır sonlarında Fransız mütefekkiri Jean Bodin, Fransa’nın Osmanlı Devleti gibi yönetilmesini Kralı’na tavsiye etmekte, padişahın yalnız İslâm Dîni’nin başı olmadığını, imparatorluğundaki Ortodokslar’ın, Katolikler’in ve Museviler’in de başı olduğunu, bu dört dîne eşit muamele ettiğini, ni’metleri eşit şekilde paylaştırdığını yazmaktadır. (Discours) Bodin (1520-1596), Avrupa’da devletler hukukunun kurucusu sayılmaktaydı.

    1717’de Cenevizli, Chenieri “Türkler, bütün dînlere karşı evrensel bir anlayış ve değişmez bir hoşgörü gösterirler” diye yazdı. (Hammer)

    Osmanlı İmparatorluğu, kurucusu olan Osman Bey’den başlamak üzere Fatih Sultan Mehmed ve diğer padişahların adil yönetimleri ile tüm insanlığa örnek oldular. Onların zamanlarında her dînden, her inançtan insanlar bir arada huzur içinde yaşadılar. Hatta herhangi bir mücadeleye dahi girmeden kendi istekleriyle Fatih Sultan Mehmed’e teslim olan toplumlar oldu. Bu da insanların onun adil yönetiminden ne derece hoşnut olduğunu göstermekteydi.

    Bütün İslâm devletlerinde olduğu gibi, Osmanlı padişahları da fethettikleri bölgelerdeki gayrimüslimlere karşı son derece adaletli davranmışlardı. Kur’ân-ı Kerîm ahlâkına göre o ülkelerin yerli insanları Allah’ın kendilerine bir emanetiydi. Onları himaye etmek, hiç kimsenin onlara zulüm yapmasına müsaade etmemek, ancak adalet sahibi olan yöneticilerin sorumluluğudur. Bu nedenle Avrupalı devletler ele geçirdikleri ülkelerde çok büyük soykırımlar gerçekleştirip, yerli halka zulümler yapıp, ülkenin tüm doğal zenginliklerini sömürürken, Osmanlı padişahları gittikleri ülkelere refah götürmeyi kendilerine gaye edindiler. Fethettikleri ülkelerdeki yerli halkın inançlarını değiştirmek için hiçbir zorlama yapmadılar, aksine ibadetlerini huzur içerisinde yapabilmeleri için onlara imkân sağladılar.

    Örneğin; 1461’de bölgenin Osmanlı’nın eline geçmesiyle Sümela Manastırı, Osmanlı padişahları tarafından son derece saygın ve kutsal bir yer olarak görüldü ve bu şekilde Osmanlı döneminde de kutsal bir yer olma prestijini korudu. Bununla birlikte manastırda yaşayan keşişler dînî vecibelerini hiçbir baskı altında olmaksızın özgür bir şekilde sürdürdüler. Manastır birçok Osmanlı padişahları tarafından ziyaret edilip, büyük bir hassasiyetle koruma altına alındı. Hatta bazı belgeler incelendiği zaman manastıra padişahlar tarafından bir takım hediyeler de verilmiş olduğu görüldü.

    Sevgili Öğrenciler, Tekrar Edelim:
    Avrupalı devletler ele geçirdikleri ülkelerde çok büyük soykırımlar gerçekleştirip, yerli halka zulümler yapıp, ülkenin tüm doğal zenginliklerini sömürürken, Osmanlı padişahları gittikleri ülkelere refah götürmeyi kendilerine gaye edindiler.

    Nefsimiz afetlerle dolu olduğu için hep adaletin dışına kaçmaya çalışır. Onun kibri vardır, gururu vardır, öfkesi vardır, nefreti vardır. Bütün negatif faktörler üzerindedir. Öyleyse bu faktörler varsa, cemaat halinde yaşayan insanlar mutlaka birbirleriyle anlaşmazlığa düşeceklerdir. İşte adalet, onların anlaşmazlığa düştüğü anda başkaları tarafından sağlanan bir sonuçtur. Bir adaletsizlik olmalıdır ki; adalet teessüs etsin.
    Adaletin başkaları tarafından kurulması bizim işlediğimiz hatalara bağlıdır. Biz hata yaparsak, biz adaletsizliğe sebebiyet verirsek veya bize karşı adaletsiz bir davranış olursa, o zaman adaletin oluşması için gerekli makamlara müracaatımız söz konusu olur ve birbirine karşı adaletsiz davranan insanların, adaleti sağlayan bir makam önünde, adaletin sonucuna ulaşması söz konusu olur. İşte bu müessese hâkimlik müessesesidir. İster hâkim adını verelim, ister hakem adını verelim, her kim böyle bir görevi almışsa o, adalete riayet etmek mecburiyetindedir.
    Adalete üst boyutta riayet edenler, nefslerinin afetlerini yok edebilen, ulûl’elbab makamına ulaşabilenlerdir. Nasıl ulaşmışlardır? Nefslerindeki bütün afetleri yok etmişlerdir. Kim daimî zikre ulaşırsa kısa bir müddet sonra nefsindeki bütün afetler yok olur.

    Osmanlı’da Kadı hâkim demekti. Ticaret yapması yasaktı. Borç alıp veremez, hediye kabul edemez, umumî ziyaretlerde bulunamazdı. Kadı, halife olan Padişahın vekili olarak, onun adına adalet dağıttığı için, kendini sadrazama tâbî, onun emrinde saymazdı. Sadrazam, Kadı’nın adalete ait işlerine, hüküm veriş şekline karışmazdı. Kadılar gerektiği durumlarda, Padişahları dahi mahkemeye çağırmak ve yargılamak yetkisine de sahipti.
    Osmanlı düzeninde kadı, kazasının belediye başkanıydı ve belediye başkanı olarak salahiyetleri çok genişti. Zira aynı zamanda, kaza kaymakamıydı. Bu suretle imparatorluğun bütün ilçelerine, ilmiye sınıfından kadılar hâkimdi ve devleti onlar temsil etmekteydiler.
    Zabıta, tamamen Kadı’nın emrindeydi.
    İstanbul’un fethinden sonra Fatih bütün mahkûmları serbest bıraktı. Fakat bu mahkûmların içinden iki papaz zindandan çıkmak istemediklerini söyleyerek dışarı çıkmadılar. Papazlar Bizans imparatorunun halka yaptığı zülüm ve işkence karşısında ona adalet tavsiye ettikleri için hapse atılmışlardı. Onlar da bir daha hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdi. Durum Fatih’e bildirildi. O, asker göndererek, papazları huzuruna davet etti. Papazlar hapisten niçin çıkmak istemediklerini Fatih’e de anlattılar. Fatih o dünyaya kahreden iki papaza şöyle hitap etti:

    - Sizlere şöyle bir teklifim var: Sizler İslâm adaletinin tatbik edildiği memleketimi geziniz, Müslüman hâkimlerin ve Müslüman halkımın davalarını dinleyiniz. Bizde de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz, hemen gelip bana bildiriniz ve sizler de evvelki kararınız gereğince uzlete çekilerek hâlâ küsmekte haklı olduğunuzu ispat ediniz.

    Fatih’in bu teklifi papazlar için çok cazip geldi. Hemen Padişah’tan aldıkları tezkere ile İslâm beldelerine seyahate çıktılar. İlk vardıkları yerlerden biri Bursa’ ydı... Bursa’da şöyle bir hadiseyle karşılaştılar:

    Bir Müslüman bir Yahudi’den bir at satın almış, fakat hiçbir kusuru yok diye satılan at hastaymış. Müslüman’ın ahırına gelen atın hasta olduğu daha ilk akşamdan anlaşılmış. Müslüman sabırsızlıkla sabahın olmasını beklemiş, sabah olunca da erkenden atını alıp kadının yolunu tutmuş. Fakat olacak ya, o saatte de kadı henüz dairesine gelmemiş olduğundan bir müddet bekledikten sonra adam kadının gelmeyeceğine hükmederek atını alıp ahırına götürmüş. Atını alıp götürmüş ama at da o gece ölmüş.

    Olayı daha sonra öğrenen kadı, atı alan Müslüman’ı çağırtıp meseleyi şu şekilde halletmiş:

    - Siz ilk geldiğinizde ben makamımda bulunsaydım, sağlam diye satılan atı sahibine iade eder, paranızı alırdım. Fakat zamanında makamımda bulunamadığımdan hadisenin bu şekilde gelişmesine mademki ben sebep oldum, atın ölümünden doğan zararı benim ödemem lazım, deyip atın parasını Müslüman’a vermiş.

    Papazlar, İslâm adaletinin bu derece ince olduğunu görünce parmaklarını ısırdılar ve hiç zorlanmadan bir kimsenin kendi cebinden mal tazmin etmesi karşısında hayret ettiler.

    Mahkemeden çıkan papazlar seyahatlerine devam ettiler ve İznik’e uğradılar. Papazlar orada şöyle bir mahkeme ile karşılaştılar:

    Bir Müslüman diğer bir Müslüman’dan bir tarla satın alarak ekin zamanı tarlayı sürmeye başlamış. Kara sabanla tarlayı sürmeye çalışan çiftçinin sabanına ağzına kadar dolu bir küp altın takılmış. Hiç heyecan bile duymayan Müslüman bu altınları küpüyle tarlayı satın aldığı öbür Müslüman’a götürüp teslim etmek istemiş;

    - Kardeşim ben senden tarlanın üstünü satın aldım, altını değil. Eğer sen tarlanın içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin herhalde bu fiyata bana satmazdın. Al şu altınlarını, demiş.

    Tarlanın ilk sahibi ise daha başka düşünmekteymiş. O da şöyle söylemiş:

    - Kardeşim yanlış düşünüyorsun. Ben sana tarlayı olduğu gibi, taşı ile toprağı ile beraber sattım. İçini de dışını da bu satışla beraber sana verdiğimden, içinden çıkan altınları almaya hiçbir hakkım yoktur. Bu altınlar senindir, dilediğini yap!.. demiş.

    Tarlayı alanla satan anlaşamayınca mesele kadıya, yani mahkemeye intikal etmiş. Her iki taraf iddialarını kadının huzurunda da tekrarlamışlar.

    Kadı, her iki şahsa da çocukları olup olmadığını sordu. Onlardan birinin kızı birinin de oğlunun olduğunu öğrendi ve oğlanla kızı nikâhlayarak altını çeyiz olarak verdi.

    Papazlar daha fazla gezmelerinin lüzumsuz olduğunu anladılar ve doğru İstanbul’a Fatih’in huzuruna geldiler ve şahit oldukları iki hadiseyi de aynen nakledip şöyle dediler:

    - Bizler artık inandık ki, bu kadar adalet ve birbirinin hakkına saygı ancak İslâm dîninde vardır. Böyle bir dînin salikleri başka dînden olanlara bile bir kötülük yapamazlar. Dolayısıyla biz zindana dönme fikrimizden vazgeçtik, sizin idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inanmış bulunuyoruz.

    Doğumundan ölümüne kadar her türlü muamelenin adil esaslar üzerine inşa edildiği Osmanlı devlet düzeninde, kapsamlı ve çok geniş bir vicdanî kontrol mekanizması kendiliğinden işlemekteydi. Bu vicdanî kontrol devlet kontrolünden çok daha tesirli ve çok olumlu neticeler verdi.

    Bugün batılı ülkelerin geliştirmeye çalıştıkları bu otokontrol mekanizması; Osmanlı’nın attığı her adıma ölçü oldu. Orta Afrika’dan Orta Asya’ya kadar uzanan Osmanlı İmparatorluğu’nun 600 yıldan fazla yaşamasının en önemli sebebini teşkil etti.

    Bu devlet, öyle bir hukuk devletiydi ki; müşterinin ununa, buğdayına zarar gelir düşüncesiyle değirmenlerde tavuk beslenmesini dahi yasakladı. Değirmen sahipleri vakti öğrenebilmek için yalnız bir tek horoz besleyebildiler. Hayvanların eziyet görmemesine kadar kanuni tedbirler alındı.

    Görevin kötüye kullanılmasını önlemek için kadılar ikinci bir kontrol mekanizması meydana getirirlerdi. Daha Osman Gazi devrinde, yani beylik döneminde fethedilen şehir ve kasabalara idarî ve adlî görevleri yürütmek için birer kadı tayin edildiğini belgelerden öğreniyoruz. Kadı (hâkim) olacak kimselerde aranan şartlar vardı.

    Fatih devri hukukta ve adalette de dünyaya örnek olacak uygulamalarla doluydu.
    Fatih’in muhakeme edilişi o zamanki adalete somut bir misaldi; Fatih Cami’nin inşaası esnasında koca bir mermer sütunu yanlış kesip israf ettiği, dolayısıyla devlete zarar verdirdiği gerekçesiyle Fatih tarafından eli kestirilen Rum Mimar İpsilanti Usta İstanbul Kadısı Hızır Çelebi’ye müracaat etti.
    Mahkeme günü Kadı’nın huzuruna giren Fatih oturmak istedi, fakat Kadı Hızır Çelebi oturmasına müsaade etmedi ve davacı ile yan yana oturmasını ihtar etti. Emir adaletin temsilcisinden geldi. Uymamak mümkün müydü? Muhakeme neticesinde de Fatih suçlu bulundu. Hüküm: “Kısasa kısas” Yani Fatih’in de eli kesilecekti. Devlet ricali araya girerek Rum Usta’ya ricada bulundular ve tazminatı kabul etmesini söylediler. Zaten Rum Mimar da Padişah’ın elinin kesilmesine razı değildi. Tazminatı kabul etti. Fatih, bizzat kendi gelirinden ustanın ailesinin ve çoluk çocuğunun ömür boyu ihtiyacını karşılayacak miktardaki tazminatı ödemeyi kabul etti ve ayrıca bir de ev yaptırdı.
    Muhakeme bu şekilde neticelendikten sonra Hızır Çelebi’nin yanına giden Fatih, İstanbul Kadısı’na “Şayet adaletten ayrılıp padişahım diye benim lehime karar verecek olsaydın başını şu kılıcımla uçuracaktım”dedi.
    Hızır Çelebi ise Padişah’ın bu sözlerine cevaben şöyle dedi: “Sen de padişahım diye kararlarıma muhalefet edip mahkemenin huzurunu bozmaya ve adaletin kutsiyetini ihlal etmeye kalksaydın (oturduğu minderin altındaki hançeri göstererek) ben de bunu senin kalbine saplayacaktım” dedi.
    İşte bu anlayış Osmanlı’da bütün bir ülkeye hâkim oldu ve bu anlayış devam ettiği müddetçe devlet dünyanın en büyük devleti olma vasfını korudu.

    Bütün hayatı, İslâm için gayretle geçen Fatih gayretinin sebebini bir başka olay vesilesiyle şöyle açıkladı:

    Fatih’le anlaşmak isteyen Uzun Hasan’ın elçi olarak gönderdiği annesi Fatih’in Trabzon seferine katıldı. Sare Hatun katlanılan zorluklara dayanamayıp Fatih’e şöyle dedi: “Oğul bir Trabzon için kendini bu kadar yormak fazla değil mi? Bir kale bu kadar meşakkatlere değer mi?”
    Günlerdir at sırtında aşılmaz denilen dağları geçitleri aşan Fatih şu cevabı verdi:
    - Anacığım İslâm’ın kılıcı elimdedir, eğer bu zahmet ve eziyetlere katlanmazsam gazi lakabına lâyık olamam. Bugün ve yarın ALLAH’ın huzuruna çıktığımda utanırım. Sonra bizim davamız Trabzon’u fethetmek dâvası değildir. ALLAH’ın ismini yüceltmek ve ilân etmek davasıdır. Bu uğurda ne kadar zahmet ve meşakkat çeksek yine azdır.
    Fatih’in kişiliğini ve icraatlarını bu düşüncelerden ayrı olarak değerlendirmek gerçeklere uymaz.

    Bütün hayatını dîne, devlete ve millete hizmetle geçiren bu büyük idarecinin hayatı günümüzün ve geleceğin Devlet İdarecileri, İlim adamları ve gençleri için alınacak derslerle doludur.

    Bir gün, Fatih’in babası II. Murad Han’ın kendisine birtakım özel ihtiyaçları için para lâzım oldu. O da, bunun için veziri Çandarlı’dan borç alıp ihtiyaçlarını giderdi. Bunu gören Fazlullâh Paşa, büyük bir üzüntü ile:
    – Sultanım! Padişahlara özel hazine gerektir. Müsaade eyler ve ferman buyurursanız, size hazine temin edelim. Dedi.
    Sultan sordu:
    – Nasıl ve nereden hazine temin edeceksiniz?
    Fazlullâh Paşa:
    – Padişahım! Bu vilâyet halkında fazlaca mal vardır. Sultanlara, zaman zaman bir yolunu bulup o mallardan almak münasip düşer! dedi.
    Bu teklif üzerine Sultan Murad, hızla yerinden fırladı ve büyük bir hiddetle:
    – Paşa! Bu söz, nasıl bir sözdür? Bu fikir, nasıl bir fikirdir ki, söyler ve teklif edersin? Bilmez misin ki, bizim vilâyetimizde üç helâl lokma vardır! Biri madenler, biri cizye, biri de ganimetlerdir. Bilmez misin ki, bizim askerlerimiz gaziler ordusudur. Onlara helâl lokma gerektir. Bilmez misin ki, hangi padişah askerine haram lokma yedirirse, onları Harami eyler. Harami’nin ise sebatı yoktur. Küçük bir zorluk görünce kaçmaya başlar. Bundan sonra da hâlimizin ne olduğunu görmek zor olmaz! dedi.

    Bu ifadelerin ardından Sultan, gayr-i meşru bir hazine tertibini teklif eden Fazlullâh Paşa’yı, kul hakkına riayetsizlik edebileceği ihtimâli dolayısıyla derhal azletti.
    Sevgili Öğrenciler,

    Peygamber Efendimiz (S.A.V) de her işte, bir denge gözetirdi. Sevgisi hiçbir zaman adaletine gölge düşürmedi.

    “Kızım Fatma bile yapmış olsa adaleti uygularım” diyerek sosyal statüsü ne olursa olsun insanlar arasında ayrım yapılmasına karşı çıktı, hukukun üstünlüğünü savundu.”
    osmanlikulturunuyaşatmaderneği .com
    "Evliyanın kılıcı kınında değildir. Kimseyi kesmezler ama üzerlerine giden kesilir"



Benzer Konular

  1. Osmanlı'da Posta ve Telgraf Nezareti
    By BuRaK in forum Osmanlı tarihi
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 05.07.08, 06:43

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •