Bize şimdi lâzım, "kemal-i teslimiyetle sabır ve temkinde bulunmak ve bilhâssa inkisar-ı hayale düşmemek ve bazan ümidin hilaf-ı zuhuruyla me’yus olmamak ve muvakkat fırtınalarla sarsılmamak, inayet-i İlahiyenin imdadımıza gelmesini tevekkül ile beklemektir.”
Burada birbirimize çok tekrar ettiğimiz bir dersimiz de:
Vazifemizin yalnız ve yalnız hizmet ve neşir olduğu ve neticenin Cenab-ı Hakk’a ait bir keyfiyet bulunduğu hususudur. Tedbiri ise, a’zamî faaliyet ve a’zamî hizmet içerisinde tedbir olarak mütalaa ediyoruz. Yoksa hizmeti (Allah göstermesin ve Üstadımızı kabrinde mahzun etmesin) hiss, heva ve nefsin bir tezahürü olan, tamamen veya muvakkaten terketmek manasında değil…
Bidayet-i İslâm’dan beri gelen hâdisatı, zamanın şeridinde ibretle seyretmek, Nurları okumak, okutmak, yazmak suretindeki meşguliyetle hizmet-i Kur’aniye ve imaniyeyi devam ettirmek, kalbi ferahlandırmak, aramızdaki uhuvvet ve muhabbeti ziyadeleştirerek ihlasla ve tam tevekkül ve teslim içerisinde müsbet hareket ederek, hizmette kusur göstermemek elzemdir. Kanaatımız ve imanımız budur.
Hizmet.. durmadan, dinlenmeden, yılmadan hizmet… Kasırgalar, tufanlar saldırsa yine hizmet… Bu vatan ahalisinin Nurlara en az ekmek, hava ve su kadar ihtiyacı var.
Sefahet ve ahlâksızlığın cemiyetimizin bünyesini bir kanser gibi kemirdiğini ve her geçen dakikanın bilhâssa genç nesillerimizi uçurumlara attığını, bütün bir vatan sathına yayılmak istidadını gösteren serserilik ve anarşi tohumlarının hayatiyet ve bekamızı tehdid edecek hale geldiğini kör olanlar da gördü. Elbette Risale-i Nur’la bu müdhiş yaranın tedavisine çalışılacak.
Bu can bu tende durdukça, koynunda bir tarihin yattığı ve bütün bir ecdad kalbinin çarptığı bu vatanın; câmiler, mescidler, türbeler kokan temiz havasını teneffüs ettikçe ebedler tarafına doğru bu manevî bayrak dalgalanacak, bu iman yanacak, sönmeyecek inşâallah… Nihayet, en garazkârlar da anlayacak ki; “Bir hakikat var, hiçbir şeye feda edilmez, ehl-i dalalete başını eğmez, mağlub olmaz.”
“Evet, bu şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm hakikatı, elbette hayattan ziyade bir istediği var. Ve onun idamından kurtulmak çaresi, insanların her mes’elesinin fevkinde en büyük ve en ehemmiyetli ve en lüzumlu bir ihtiyac-ı zarurî ve kat’îsidir.”
Müsaade ederseniz burada bir an Üstadımıza sesleneceğiz:
Üstadımız! Elimizde nur var, siyaset topuzu yok. Asayiş memurlarıdır manen talebelerin… Düsturlarını öylesine benimsedik, nasihatlarını öylesine dinledik ki; kabrinde rahatsız edildiğin demde dilimiz susmadı, elimiz Nur Risalelerini bırakmadı, ayaklarımız menfî ümidlerin hilafına envâr-ı imaniye ve cihad-ı diniye meydanlarında koşuştu, hislerimiz galeyana geldi, hissiyatımız coştu, hicran ve tehassür, azab ve işkenceler içinde âdeta sergerdan gibi dolaştık, intikamımızı Risale-i Nur’un ihtiva ettiği tahkikî iman derslerini okumak ve okutmakla aldık.
“Birimiz şarkta, birimiz garbda, birimiz cenubda, birimiz şimalde, birimiz âhirette, birimiz dünyada da olsak, biz yine birbirimizle beraberiz.” sözün içli bir teselli marşımız oldu.
Netice: Üzülecek hiçbir şey yok, zulüm olursa ömrü de az olur. Kader herşeyden üstündür.
Hülâsa: Müjde var! Muktazî ise herşey var. Bir manevî sefer var, Risale-i Nur’u okuyarak Üstad’a kavuşuncaya kadar…
Müjde var arkadaşlar, müjde var! Said yaşıyor, yaşayacak!
İşte misal:
“Yakînim var ki; istikbal semavatı, zemin-i Asya Bâhem olur teslim yed-i beyza-yı İslâm’a.”
***