-
Silsilei-Saadat. Altun Silsile
Silsile-i Saadât'ın birinci halkasıdır.
Peygamberimizin, hakkında "Ümmetimden birini (kendime) dost edineydim, Ebû Bekr'i edinirdim" buyurdukları büyük bir zattır. Rasûlüllahın sahip olduğu muazzam nûrun en gizli tecellîsine, Hicrette Sevr Mağarasında ulaştı. Bu mağarada Sevgili Peygamberimiz, kendilerine diz üstü oturmasını, gözlerini yummasını, dilini üst damağına yapış-tırmasını ve "Allah" ism-i celâlini kalbinden, sadece kalbinden tekrarla-masını emrettiler. İşte " zikr-i hafî yolu" böyle başladı ve bu yolun ilk yolcusu da, Hz. Allah'ın Kur'ân-ı Kerîm'de bizzat faziletinden bahsettiği, böylece de faziletini inkârın küfre vardığı Hazret-i Ebû Bekrini's-Sıddıyk (r.a.) oldu.
Peygamberlerden sonra, Eshâb-ı kirâmın ve insanların en üstünü idi.
Asıl adı Abdullah bin Ebû Kuhâfe. Babasının adı Osman'dır. Fakat "Ebû Kuhâfe" lâkabıyla meşhurdur. Anasının adı Selma binti Sahr'dır. O da "Ümmül Hayr" lakabıyla meşhurdur. Hem ana hem de baba itibariyle Allah rasûlünün dedelerinden MÜRRE'de Peygamber Efendimizin (s.a.v.) temiz soyu ile birleşmektedir. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)den 2 yıl 3 ay küçüktür. Fil vak'asından sonra M. 573 yılında dünyaya gelmiştir. Müslüman olmadan önce adı, Abdül-uzzâ veya Abdul Kâ'be idi. Peygamberimiz (s.a.v.), imân ettikten sonra ismini "Abdullah" olarak değiştirdi. 38 yaşında müslüman oldu. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)in vefat ettigi gün halife seçildi. Hilâfeti 2 sene 3 ay 10 gün sürdü. 63 yaşında iken hicretin 13 (M. 634) yılında Cemaziyel-âhir ayının yedisinde pazartesi günü hastalandı.15 gün hasta olarak yattıktan sonra vefat etti. Vasiyeti üzerine hanımı Esmâ yıkadı. Cenaze namazını Hazret-i Ömer kıldırdı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)in kabrinin bulunduğu Hücre-i seâdate defnedildi.
"Sabaha karşı kalkıp namaz kılanların babası" manasına gelen "Ebû Bekr" lakabını kendisine Peygamber Efendimiz verdi. Ki her gece gecenin son üçte birinde mutlaka kalkar, sabaha kadar ibadetle meşgul olurdu.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Aşere-i Mübeşşerenin yani Cennetle müjde-lenen on sahabenin birincisidir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)in kayın pederi, müminlerin annesi Hazret-i Âişe'(r.a) nin babasıdır. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'ın Resûlulah Efendimize fevkâlâde sadâkât ve sevgisi vardı. Peygamberimize karşı olan, sevgisi ve bağlılığı kelimelerle tarif edile-meyecek kadar çoktur.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de, Hazreti Ebû Bekir'i (r.a.) çok se-verdi. O'nun için bizzat kendisine:
— "Sen Allahü Teâlânın cehennemden atîki (cehennemde azâd ettiği kimse) sin" ve "Cehennemden atîk olan ( âzâd edilmiş kimse) görüp sevinmek isteyen kimse, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'e baksın." buyurması bunun bir alâmetidir. Bir rivayette de, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'in annesi Ümmül Hayr"-Selmâ'nın bir iki evladı olmuş ise de hiç birisi yaşamamıştı. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz doğduğu zaman, annesi kucağına alıp, Kâ'beye götürmüş ve yaşaması için "Allahım bu çocuğu ölümden âzâd edip bana bağışla!" diye duâ etmiş; Ka'be'nin her yanından
—Ya Emetellah, sana müjdeler olsun ki, çocuğun yaşayacak, seni pek sevindirecek. Tevrat'ta adı Sıddîk olarak bildirildi, nidâsı geldi. Yanındakilerin hepsi bunu duydular. ve bu sebeble "Atik" ismini verdiler.
Veya, soyunda ayıp ve kusur görülmediği için bu lâkab verilmiştir, denildi.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, ilk müslüman olan hür erkek, sı-fatının sahibidir. Kadınlardan ilk müslüman Hazret-i Hatice, kölelerden Zeyd b. Hârise ve çocuklardan Hazret-i Ali'dir. (Radıyallahü anhüm) Hazret-i Ebû Bekir Efendimiz Müslüman olmadan evvel de Resûlullah'ın (s.a.v.) yakın arkadaşı idi. Büyük bir tüccardı. Bütün malını, evini barkını İslam uğrunda harcadı. İslamiyeti kabul etmesine kadar geçen 38 senelik hayatında hiç içki kullanmamış, sapıklık ve hurafelerden kaçınmış, if-fetiyle ve güzel ahlâkı ile tanınmış bir kişiydi. Kavmi arasında o da Peygamber Efendimiz gibi çok sevilir ve sayılırdı. Fakirlere yardım eder, muhtaç olanları gözetirdi. Dürüst ve itimat edilir bir tüccar olarak meş-hurdu.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Peygamberliğini bildirip müslüman olmasını teklif ettiği zaman, hiç tereddüd etmeden derhal İslâmiyeti kabul etti. Sonra babası, annesi ve torunları da müslümanlığı kabul etmiş, hepsi de Eshâb-ı Kiram'dan olmakla şereflenmişlerdi. Ki bu şeref, Eshâb-ı Kiramdan hiç kimseye, nasip olmamıştır.
Müslüman oluşu hakkında bildirilen haberler çeşitlidir:
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, İslâmiyeti kabul etmeden yirmi sene önce, bir rüyâ görmüştü: "Gökten dolunay inip, Ka'be-i muazzama'ya gelmiş ve sonra, parça parça olmuş. Parçalardan her biri Mekke evlerinden biri üzerine düşmüş, sonra bu parçalar bir araya gelerek gök yüzüne yükselmişti. Hazret-i Ebû Bekir'in (r.a.) evine düşen parça ise, gök yüzüne yükselmişti. Hadiseyi gören Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) hemen evin kapısını kapamış sanki bu ay parçasının gitmesine mani olmuştu."
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) heyecanla rüyâdan uyanmış, sabah olunca, hemen yahûdi âlimlerinden birisine koşup, rüyâsını anlatmıştı. O âlim cevabında: "Bu karışık rüyâlardan biridir, onun için tabir edilmez" demişti. Fakat bu rüyâ, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) zihnini kurcalamaya devam etmiş, yahûdinin cevabı, O'nu tatmin etmemişti. Nitekim ticari seyahatlerinden birinde, yolu Busra'ya uğramıştı. Gördüğü rüyânın tabirini Rahip Bahira'dan istemiş ve aralarında şu konuşma geçmişti:
— Sen neredensin?
— Kureyştenim
— Mekke'de bir peygamber ortaya çıkıp hidâyet nûru Mekke'nin her yerine ulaşacak. Sen hayatında onun veziri, vefatından sonra da halifesi olacaksın. Çabuk, şimdi O'na ulaş. Şu anda vahy geldi. Mûsâ aleyhisselamın da Rabbi olan Allah hakkı için, herkesten önce ona imân et!"
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) bu rüyâsını ve tabirlerini, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) peygamberliğini açıklamasına kadar kimseye söyle-memişti.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) peygamberliğini açıklayınca, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) hemen Peygamber Efendimiz (s.a.v.)e koşup,
— Peygamberlerin, peygamberliklerine delilleri vardır, senin delilin nedir? "diye suâl etmişti.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) :
— Peygamberliğime delil, o rüyâdır ki, bir yahûdi âlimden tabirini istedin. O âlim karışık rüyâdandır, itibar edilmez dedi. Sonra Bahira rahip doğru tabir etti. Ey Ebû Kuhâfe'nin oğlu! Seni Allah'a ve Resûlüne dâvet ediyorum." buyurmuştu. Bunun üzerine Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz,
— Şehâdet ederim ki, sen Allahü Teâlâ'nın Resûlüsün ve senin pey-gamberliğin haktır ve cihânı aydınlatan bir nûrdur, diyerek, tasdik edip müslüman olmuştu.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'in müslüman oluşu, şu şekilde de ifâde edilmiştir: Peygamberimiz aleyhisselâma, peygamberlik emri gel-diğinde, "Bu sırrı kime söyleyebilirim, bu işi kime açıklayabilirim" diye düşünmüştü. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)in, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) ile, yakın arkadaşlığı ve bu sebeple de O'na karşı pek fazla sevgisi vardı. Ayrıca Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) çok akıllı idi ve doğruyu görüp seçebilmesiyle meşhurdu. Bu sebeple, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) nübüvvet sırrını ilk ona açmayı düşündü. Sabahleyin, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'e varmak ve bu sırrı ona açmak maksadıyla evden çıktı.
O gece, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) da şöyle düşünüyordu: "Bana, de-delerimizin seçtiği din, hiç uygun gelmiyor. Zirâ, kimseye zarar ve fayda vermeye gücü olmayan bir heykele ibâdet etmek, akıllı bir iş değil. Yerin ve göğün yaratıcısı buna râzı olmaz. Bunu ise, Muhammed'den (s.a.v.) başkasına söylemek doğru değildir. Zirâ, olgun ve akıllı, doğru görüşlü olduğu tecrübe edilmiştir. Yarın, ziyâret için ona varayım, bu hâli arzedeyim. O ne derse, öyle amel edeyim!". Bu düşünce ile Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) sabahlamış, sabahleyin Peygamber Efendimiz (s.a.v.)e varmak için evden çıkıp, yolda karşılaşmışlar. Birbirlerine karşı:
— Şözleşmeden birleştik"demişlerdi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle söze başlamışlar:
— Bir meşveret için, sana geliyordum".
— Ben de, bir fikir sormak için yanınıza geliyordum"
— Söyle yâ Eba Kuhafe
— Sen her işte öndersin ya Muhammed! Önce sen söyle! Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.v.):
— Dün, bana bir melek görünüp, Hak Teâlâdan "Halkı dine davet eyle!" diye emir getirdi. Ben endişede kaldım. Bu gün sana geldim. Seni, İslâm dinîne davet ederim. Ne dersin?" buyurdular. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.):
— Bu dine önce beni kabûl eyle! Çünkü, dün gece sabaha kadar bu fikirde idim. Şimdi ise bu sözü işittim" dedi.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'e İslâmiyeti anlattı. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) da kabûl edip, mü'minlerin serdârı oldu.
Hazret-i Ebû Bekir Efendimizin müslüman olmasına dair diğer bir bir rivayet:
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, Peygamber Efendimize (s.a.v.) peygamberlik gelmeden önce ticâret maksadıyla Yemen'e gitmişti. Bu seferlerinde, Yemen'deki Ezd kabilesinden, 390 yaşında çok kitap okumuş bir ihtiyara rastlamıştı. Bu ihtiyar Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'e bakıp:
— Zannederim ki sen, Mekke halkındansın" deyince, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)
— Evet, öyledir
— Kureyşten misin?
— Evet!
— Beni Temîmden misin?
— Evet!
— Bir alâmet daha kaldı. Şimdi bir de karnını aç, göreyim.
— Bundan maksadın nedir, söyle de öyle açayım?
— Kitaplarda okudum ki, Mekke'de bir Peygamber gelir. O'na, iki kimse yardımcı olur. Biri genç, diğeri ihtiyârdır. Genç olanı, nice zorlukları kolaylığa çevirir. Çok belâları giderir. O ihtiyar kişi ise, beyaz benizli, ince belli olup, karnı üzerinde bir siyah ben vardır. Zannederim ki, o kimse sensin. Karnını aç, göreyim, deyince Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) d açmış; göbeği üzerindeki siyâh beni görünce,
— Vallahi o kimse sensin" deyip, bir çok vasiyetlerde bulunmuştu. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.), işini bitirince, vedâlaşmak için ihtiyarın huzuruna varmış, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hakkında bir kaç beyit söylemesini istemiş, bunun üzerine ihtiyar, oniki beyt okumuş, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'da bunları ezberlemişti. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) seferden Mekke-i mükerreme'ye dönünce, Ukbe bin Ebû Mu'ayt, Şeybe, Ebû Cehil, Ebü'l Bühterî gibi, Kureyşin ileri gelenleri, ziyâret için evine gelmişlerdi. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) onlara hitâben:
— Ben yokken Mekke'de aranızda mühim bir hâdise oldu mu?" diye sordu. Onlar da:
— Bundan daha garip bir hâdise olur mu ki, Ebû Tâlib'in yetimi, peygamberlik dâvâsı ediyor ve sizler, baba ve dedeleriniz, bâtıl din-densiniz, diyor. Eğer hatırın olmasaydı, O'nu bu zamana kadar sağ bı-rakmazdık. Sen onun iyi dostusun, bu işi sen hallet" demişlerdi.
Bunun üzerine Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) onlardan özür dileyerek ay-rılmış, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)in Hazreti Hatice'nin (r.anha) evinde olduğunu öğrenip, kapıyı çalmış, Peygamber efendimiz kendilerini karşılayınca:
— Yâ Muhammed (s.a.v.) senin hakkında söylenilenler nedir?" demiş. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)
— Ben Hak Teâlânın peygamberiyim. Sana ve bütün Adem oğullarına gönderildim. İmân getir ki, Hak Teâlânın rızâsına vâsıl olasın ve canını cehennemden koruyasın" buyurdular. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) buna delil nedir? deyince, Peygamber Efendimiz (s.a.v.):
— O, Yemen'de gördüğün ihtiyarın hikâyesi delildir, buyurdular. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) "Ben Yemen'de pek çok ihtiyar ve genç gördüm " dedi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) cevabında:
—O İhtiyar ki, sana oniki beyit emânet verdi ve bana gönderdi" di-yerek o beyitlerin hepsini okudu. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) bunu sana kim haber verdi, deyince;
— Benden evvelki peygamberlere gelen melek haber verdi" buyur-dular.
Bunun üzerine Hazreti Ebû Bekir (r.a.)
—Elini bana ver deyip, mübârek elini tutmuş ve:
— Eşhedü en lâ ilâhe illallâh.Ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah" deyip müslüman olmuştu. Bu sevinçle evine müslüman olarak dönmüştü. Nitekim bir hadis-i şerifte: "Her kime imânı arzettiysem, yü-zünü buruşturur, tereddüdle bakardı. Ancak Ebû Bekir (r.a.) imânı kabûl etmekte hiç tereddüd ve duraklama etmedi." buyurulmuştur.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, müslüman olunca hemen, çok sevdiği arkadaşlarına gitti. Onları da, müslüman olmaları için iknâ etti. Eshâb-ı kirâmın ileri gelenlerinden ve Cennetle müjdelenen Osman bin Affân, Talha bin Ubeydullah, Zübeyr bin Avvâm, Abdurrahman bin Avf, Sa'd Bin Ebu Vakkâs, Ebu Ubeyde bin Cerrâh gibi yüksek şahsiyetler onun tavsiyesi ile müslüman oldular.
İslâmiyeti kabul eden Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'i dininden vazgeçirmek için Kureyş müşriklerinin azılı pehlivanlarından Nevfel bin Adviye, bir ipe bağlayıp işkence etmeye başladı. Kendi kabilesi olan Beni Temim bu hazin durumu gördükleri halde aldırış etmediler. Bir gün Resûlüllah efendimiz, yeni müslüman olanlardan bir kaçı ile Erkam bin Erkam'ın (r.a.) Safa tepesindeki evinde oturuyorlardı. Başta Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz olmak üzere, hepsi, bu yeni dinin müşriklere açıklanmasını arzuladıklarını bildirdiler. Fakat henüz "açıkça tebliğ et" emri verilmemişti. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de:
—Ya Ebâ Bekr ! Bizim sayımız henüz az. Bu işe yetmeyiz" buyurdu ise de, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'in ve arkadaşlarının arzularının çoklu-ğundan onları kıramadı.
Hemen Mescid-i Haram'ın bir tarafına topluca oturdular. O sırada müşrikler de orada toplu halde bulunuyorlardı. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz ayağa kalktı. Putlardan yüz çevirip, Allahü Teâlâya ve O'nun Peygamberi Muhammed aleyhisselâma inanmanın lâzım olduğunu an-latmaya başladı. Müşrikler hep birden Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'e ve ar-kadaşlarına saldırdılar. Yumruk ve tekmelerle ortalığı alt üst ettiler. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'i fena halde tartaklayıp dövdüler. Utbe bin Rebia, demirli ayakkabılarıyla Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'in yü-zünü gözünü kanlar içinde bıraktı, bilinmez hale getirdi. Beni Temim kabilesine mensup kişiler yetişip ayırmasaydılar öldürünceye kadar dövmeye devam edeceklerdi. Kabilesinden olan kişiler Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'i bir çarşafın içine koyarak evine götürdüler. Hemen geri dönüp Kâ'beye geldiler:
— Eğer Ebû Kuhafe'nin oğlu ölecek olursa, yemin olsun ki, biz de Utbe'yi gebertiriz!" dediler ve hemen Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'in yanına gittiler.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, uzun bir süre kendine gelemedi. Babası ve Beni Temim'liler, O'nu ayıltmak için çok uğraştılar. Ancak akşama doğru kendine gelebildi. Gözlerini açar açmaz, kısık bir sesle:
— Resûlullah ne yapıyor? O, ne haldedir? Ona da dil uzatmışlar, ha-karet etmişlerdi" diye sormuştu. Annesi Ümmül-Hayr'a dediler ki:
— Sor bakalım, birşey yer veya içer mi?. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'in yemeğe ve içmeğe ne isteği vardı, ne de bir gücü! Ev, tenhalaşınca annesi ona:
— Ne yersin, ne içersin?" diye sordu. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz gözlerini açtı ve :
— Resûlullah ne haldedir, ne yapıyor?" dedi. Annesi,
— Vallâhi arkadaşın hakkında hiçbir bilgim yok!" dedi. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.):
— Hattâb'ın kızı Ümmü Cemîl'e git, Resûlullah'ı ondan sor!" dedi. Annesi Ümmül-Hayr, kalkıp Ümmü Cemîl'in yanına gitti ve:
— Oğlum, senden Abdullahın oğlu Muhammed'i (s.a.v.) soruyor. Acaba ne haldedir?". Ümmü Cemîl de:
— Benim ne Muhammed (s.a.v.), ne de senin oğlun hakkında bir bilgim var! İstersen seninle birlikte gidelim?" dedi. Ümmül - Hayr, "Olur" deyince, kalktılar. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'in yanına geldiler. Ümmü Cemîl, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'i böyle perişan bir vaziyette, yara -bere içinde görünce, kendisini tutamıyarak çığlık kopardı ve :
— Sana bunu yapan bir kavim, muhakkak azgın ve taşkındır. Allah'tan dileğim, onlardan öcünü almasıdır" dedi. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, Ümmü Cemîl'e:
— Resûlullah ne yapıyor, ne haldedir?" diye sordu. Ümmü Cemîl, Ona:
— Burada annen var, söylediğimi işitir" dedi. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz de:
— Ondan sana bir zarar gelmez, sırrını yaymaz" deyince. Ümmü Cemîl:
— Hayattadır, hali iyidir" dedi. Tekrâr:
— Şimdi o nerededir?" diye sordu. Ümmü Cemîl:
— Erkâm'ın evindedir" dedi. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz:
— Vallahi, Resûlullahı gidip görmedikçe, ne yemek yerim, ne de bir şey içerim!" dedi. Annesi:
— Sen, şimdi biraz bekle, herkes uykuya dalsın! dedi. Herkes uyu-yup, ortalık tenhalaşınca, Hazret-i Ebû Bekr, annesine ve Ümmü Cemîl'e dayanarak, yavaş yavaş Resûlullah'ın yanına vardı. Sarılıp öptü. Müslüman kardeşleriyle kucaklaştı. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'in bu hali, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)i çok üzdü. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz:
—Yâ Resûlellah! Babam, anam sana feda olsun! O azgın adamın, yüzümü gözümü yerlere sürtüp, beni bilinmez hâle getirmesinden başka bir üzüntüm yok! Bu yanımdaki de, beni dünyaya getiren annem Selmâdır. Onun hakkında duâ buyurmanızı istirham ediyorum. Umulur ki, Allahü Teâlâ, Onu senin hürmetine Cehennem ateşinden kurtarır" dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz, Selmâ'nın müslüman olması için Allahü Teâlâya yalvardı. Resûlullah'ın (s.a.v.) duâsı kabul olunmuş, annesi de hidayete kavuşup müslümanlığı kabul etmişti.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, Peygamber Efendimiz (s.a.v.), ne söylerse, itiraz etmeden hemen kabul ederdi. Hatta herkesin itiraz ettiği meseleleri bile itirazsız kabullenirdi. Meselâ, Peygamberimizin Mi'râc mûcizesini kabul etmeleri böyle oldu. Resûlullah Efendimiz, Mi'râc'tan dönüp sabah olunca, Kâ'be yanına gidip Mekkelilere Mi'râcı anlattı. İşiten kâfirler, alay etti. Muhammed aklını kaçırmış, iyice sapıtmış, dediler. Müslüman olmaya niyeti olanlar da vaz geçti. Bir kaç kafir de sevinerek Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'in evine geldi. Çünkü bunun akıllı, tecrübeli, hesaplı bir tüccâr olduğunu biliyorlardı. Kapıya çıkınca hemen sordular:
— Ey Ebû Kuhâfe'nin oğlu! Sen çok kerre Kudüs'e gittin geldin. İyi bilirsin. Mekke'den Kudüs'e gidip gelmek ne kadar zaman sürer" dediler. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz:
— İyi biliyorum. Bir aydan fazla, dedi. Kâfirler bu söze sevindiler.
— Akıllı, tecrübeli adamın sözü böyle olur, dediler. Gülerek alay ederek ve Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'in de kendi kafalarında olduğuna sevinerek:
— Senin efendin, Kudüs'e bir gecede gidip geldiğini söylüyor, artık iyice sapıttı" dediler.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.), Resûlullahın mübârek adını işitince hemen:
— Eğer O söyledi ise doğrudur, inandım. Bir anda gidip gelmiştir" deyip içeri girdi. Kâfirler neye uğradıklarını bilemediler. Önlerine baka baka gittiler ve:
— Vay canına, Muhammed ne yaman büyücü imiş. Ebû Kuhâfe'nin oğluna sihir yapmış" diyorlardı. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) hemen giyinip, Resûlullah'ın yanına geldi. Büyük kalabalık arasında yüksek sesle,
— Yâ Resûlellah! Mi'râcınız mübarek olsun! Allahü Teâlâya sonsuz şükürler ederim ki, bizleri, senin gibi büyük Peygambere, hizmetçi yapmakla şereflendirdi. Parlayan yüzünü görmekle, kalbleri alan, ruhları çeken tatlı sözlerini işitmekle nimetlendirdi. Yâ Resûlallah! Senin her sözün doğrudur. İnandım. Canım sana feda olsun" dedi. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'in sözleri, kâfirleri şaşırttı. Diyecek şey bulamayıp dağıldılar. Şüpheye düşen, imânı zayıf birkaç kişinin de kalbine kuvvet geldi.
Resûlullah (s.a..v.) o gün Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'e "Sıddîk" dedi. Bu adı almakla, bir kat daha yükseldi.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, Resûlullah'ın en yakın dostu idi. Ondan hiç ayrılmazdı. Onların bu beraberliği, Mekke'den Medine'ye hicrette de devam etti. Ona mağara arkadaşı oldu. Mağara'da üç gün kaldıktan sonra, ikisi bir deveye binerek yolculuk ettiler. Medine'ye va-rıncaya kadar Resûlullah'ın bütün hizmetini o gördü. Medine'deki mescid yapılırken onunla beraber çalıştı. Hiçbir hizmetten, fedakârlıktan geri kalmadı.
Resûlullah Efendimizle birlikte bütün harplerde bulundu. Bir kısmında ordu kumandanlığı vazifesi yaptı. Muharebelerde, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)in yanında onun muhafızlığını yapardı. Efendimize karşı bedenini siper ederdi. Bedir'de, Uhud'da, Hendek'te müşriklere karşı büyük kahramanlıklar gösterdi. Tebük harbinde, sancaktarlık görevi yaptı.
İslâmın zuhûrundan 21 yıl sonra Mekke şehri, müslümanlar tarafından fethedilmiş. Mekke halkı Hazret-i Peygamberin huzuruna gelerek İslâm'ı kabul etmeye başlamışlardı. Hazret-i Peygamber, Safa tepesine oturmuş, yeni müslümanların biatını kabul ediyordu. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz babasının yanına gelerek:
— Babacığım! Artık İslâm'ı kabul etme zamanı geldi. Haydi, seni Resûlullah'ın yanına götüreyim, dedi. Ebû Kuhâfe'nin kabul etmesi üze-rine, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, babasının koluna girerek onu, iki cihanın efendisi Muhammed aleyhisselâmın huzuruna getirdi. Ebû Kuhâfe, gayet ihtiyardı ve gözleri de görmüyordu. Hazret-i Peygamber onları görünce ayağa kalktı ve muhabbet dolu bir sesle:
— Ya Ebâ Bekr ! İhtiyar babana niçin zahmet verdin? Onu buralara kadar yordun. Biz onun ayağına giderdik" diye iltifat buyurdu. İhlâs, takva ve sadakat güneşi Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)
— Ya Resûlallah, babamın sizin ayağınıza gelmesi daha uygundur" dedi.
Ebû Kuhâfe'nin de müslüman olmasıyla Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'in ailesi, Muhammed aleyhisselâmın ümmeti içinde hiçbir aileye nasip olmayan büyük bir şeref ve fâzilete erişti. Çünkü bir ailede dört kuşak müslümanlık ve sahabîlik tacını giymiş oldular. Ebû Kuhâfe, oğlu Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'in halife olduğu günleri gördü. Hazret-i Ömer'in hilâfeti devrinde müslüman olarak âhirete göç etti.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz hicretin dokuzuncu (M. 631) senesinde Hac kafilesi başkanlığında görev yaptı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)in son hastalıklarında üç gün imamlık görevinde bulunup, onyedi vakit namaz kıldırdı. Üç vaktinde de Peygamberimiz (s.a.v.), Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'e uyarak onun arkasında namaz kıldılar.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, Hicretin10. (M. 632) senesinde, Peygamberimizin vefâtı üzerine Eshâb-ı kirâmın sözbirliğiyle halife seçildi. Peygamberlerin sonuncusu Muhammed Aleyhisselâm'dan sonra müslümanların halifesi, yani Peygamberimizin vekili ve müslümanların reisi, Hazret-i Ebû Bekrinis-Sıddîk (r.a) olmuştur. Ondan sonra da sırası ile Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman ve Hazret-i Ali halife olmuşlardır. Bu dördünün üstünlük sıraları, halifelikleri sırası gibidir. Hazret-i Ali (r.a.) buyuruyor ki: "Beni, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) ile Hazret-i Ömer'den (r.a.) üstün tutan, iftira etmiş olur. İftira edenleri dövdükleri gibi, onu döverim". Hazreti Ali Efendimizin soyundan gelen Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleri de "Gunyetüt-Talîbîn" kitabında şöyle yazıyor: Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdu ki:
—Allahü Teâlâdan istedim ki, benden sonra Ali (r.a.) halife olsun. Melekler dedi ki: Yâ Muhammed, Allahü Teâlânın dilediği olur. Senden sonra halife, Ebû Bekr-i Sıddîkdır".
Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî yine buyurdu ki: Ali (r.a.) dedi ki: Peygamber (s.a.v.) bana dedi ki: "Benden sonra halife Hazret-i Ebû Bekir olacaktır. Ondan sonra Ömer, ondan sonra Osman, ondan sonra da Sen olacaksın!".
Hazret-i Ali (r.a.) buyuruyor ki:
— Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) doğru sözlüdür. Ondan işittim ki, Resûlullah (s.a.v.); "Günah işleyen biri, pişman olur, abdest alıp, namaz kılar ve günahı için istiğfar ederse, Allahü Teâlâ, o günahı elbette af eder. Çünkü, Allahü Teâlâ, Nisâ sûresi yüzdokuzuncu âyetinde: Biri günah işler veya kendine zulüm eder, sonra pişman olup, Allahü Teâlâyı çok merhametli ve af ve mağfiret edici bulur, buyurmaktadır" dedi.
Resûlullah'ın (s.a.v.) vefat ettiği haberi, Eshâb-ı kirâm arasında yayı-lınca herkesin aklı başından gitti. Hazret-i Ömer kılıcı eline alıp, "Resûlullah öldü" diyenin kellesini uçururum, deyip ortaya çıktı. Herkes, üzüntüden ve Ömer'in (r.a.) bu halinden korktuğu halde, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, cesaretini muhafaza ederek, Eshâb-ı kirâmın ara-sına girdi. Onlara Resûlullah'ın da öleceğini, O'nun bir insan olduğunu bildiren âyet-i kerîmeyi okudu. Tesirli sözler söyleyerek nasihat etti. Halkı sükûna ve huzura kavuşturdu. Derhal halife seçimi yapıldı. Müslümanlar başsızlıktan, dağınıklıktan kurtarıldı.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz pazartesi günü halife seçildi. Salı günü, Mescid-i şerife gelip, Eshabı topladı. Minbere çıktı. Hamd ve se-nâdan sonra:
— Ey Müslümanlar! Sizin üzerinize halife ve emir oldum. Halbuki, sizin en iyiniz değilim. Eğer iyilik yaparsam bana yardım ediniz. Fena bir iş yaparsam, bana doğru yolu gösteriniz. Doğruluk emanettir. Yalancılık hiyanettir. Sizin zayıfınız, bence çok kıymetlidir. Onun hakkını kurtarırım. Kuvvetine güveneniz ise, bence zayıftır. Çünkü ondan başkasının hakkını alırım. Hiçbiriniz cihadı terk etmesin. Cihadı terk edenler zelil olur. Ben Allah'a ve Resûlüne itaat ettikçe, siz de bana itaat ediniz. Eğer ben Allah'a ve Resûlüne âsi olur, doğru yoldan saparsam, sizin de bana itaat etmeniz lâzım gelmez. Kalkınız, namaz kılalım. Allahü Teâlâ hepinize iyilik versin" dedi.
Resûlüllah Efendimiz (s.a.v.) vefat edince, birdenbire bazı kabile ve insanların İslâmiyetten ayrılma tehlikesi büyüdü. Her taraf dehşetle doldu. Yemen'deki ve başka yerlerdeki memurlar geri gelmeye, kara haberler getirmeye başladılar. Müslümanlar ne yapacaklarını şaşırdılar. Mekke, Medine ve Tâif'ten başka bütün Arabistan halkı İslâmiyetten ay-rıldılar. Mürtedlerin sayısı yanında Müslümanlar çok az idi. Fakat, Resûlullahın halifesi, zamân-ı seâdetteki gelişmeyi hiç değiştirmemeğe ve Resûlullahın niyetlerini yerine getirmeye kararlı idi. Halife seçiminden sonra, Eshâb-ı kirâm arasında Hazret-i Üsâme'nin sefere gidip gitmemesi hakkında ihtilaf edilmişti. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Üsâme'yi sekiz bin kişilik bir kuvvetle Şam tarafına göndermişti. Mübârek eliyle Üsâme'ye bir de bayrak vermişlerdi. Ordu henüz Medine'den çıkmamıştı. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) vefat ettiler. Muhacirler ve ensar (r.a.) bu kuvvetin Şam'a gönderilmesini istemiyorlardı. Çünkü, bir tarafta yahudi ve hıristiyanlar, diğer tarafta mürted ve münafıklar dine saldırıyorlardı. Bu kadar kuvveti kendimizden uzak tutarsak halimiz ne olur! diyorlardı. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, "Kuvvetimiz olmadığını, her tarafın boş olduğunu görerek, kurtlar gelip çoluk çocuğumuzu evden çekip götürmeye kalkış-salar, yine, bayrağını Resûl-i Ekrem'in (s.a.v.) mübarek eliyle verdiği Üsâme'nın (r.a.) ordusunu Şam'a göndereceğim" buyurdu. Ve hemen orduyu harekete geçirdi. Orduyu bizzat Medine dışına kadar yaya olarak uğurladı. Ordu komutanı Peygamber Efendimizin sevgili kölesi Şehit Hazreti Zeyd'in oğlu Üsame idi. Üsame, babasının şehit olduğu atının üs-tünde Hazreti Ebû Bekir Efendimiz de yaya gidiyordu. Bu halden utanan Hazreti Üsame:
— "Ey müminlerin emiri, ne olur müsaade et de ben de atımdan ine-yim. Bu halden utanıyorum" dedi. O da cevaben:
— "Ya Üsame, Allah yolunda benim de ayaklarım tozlansın istemez misin" dedi ve yaya olarak uğurlamasına devam etti. Sonra bir ara kumandan Hazreti Üsame'nin kulağına eğilerek:
—"Eğer müsaade edersen Ömer benimle kalabilir mi?" diye Hazreti Ömeri rica etti. Hazreti Üsame de Hazreti Ömer'i verdi.
İslâm düşmanları bu kararlı hareketi görüp korktular. Müslümanlar kuvvetli olmasaydı, bu kadar kuvveti uzağa göndermezlerdi, dediler. Hazreti Ebu Bekir (r.a) Her tarafa birlikler gönderdi. Medine'ye hücuma hazırlanan düşman üzerine, gece şiddetli bir çıkış yaparak, sabaha kadar savaştı. Hepsini dağıttı. Yanındaki askerlerle birlikte, uzaktaki mürtedlerle muharebeye gitmek üzere devesine bindi. Fakat, Hazret-i Ali (r.a.) Halife'nin devesinin yularını tutup,
— Ey Resûlüllah'ın halifesi! Nereye gidiyorsun? Sana Resûlullahın Uhud muharebesinde söylediğini söylerim. O gün sana "Kılıcını kınına sok! Ölümünle bizi yakma!" buyurmuştu. Vallahi, sana bir hâl olur ise, müslümanlar, senden sonra düzen bulmaz" dedi. Eshâb-ı kirâmın hepsi, Hazret-i Ali'yi tasdik etti. Bunun üzerine Hazreti Halife Medine-i mü-nevvere'ye döndü. Sonra, onbir kabileye bölükler gönderdi. Bunlardan Hazret-i İkrime emrindeki asker, Yemâme'de, Müseyleme'nin kırkbin askerine karşı gelemedi. Halife, Hazret-i Halid bin Velid'i imdada gön-derdi. Hazret-i Halid, Yemâme'de de büyük zafer kazandı. Yirmi bin mürted öldürdü. İki bine yakın da müslüman şehid oldu. Amr ibn-i Âs (r.a.) da, Huzâ'a kabilesini hidâyete getirdi. Alâ bin Hâdremi (r.a.) Bahreyn'de çetin muharebeler yapıp mürtedleri dağıttı. Huzeyfe, Arfece ve İkrime, (r.a.) Ummân ve Bahreyn'de birleşip, mürtedleri bozdular. On bin mürted öldürdüler. Halife, Halid bin Velid'i (r.a.) Irak tarafına gön-derdi. Hîre'de yüzbin altın cizye aldı. Hürmüz kumandasındaki İran ordu-sunu bozdu. Basra'da otuz bin kişilik orduyu perişan etti. İmdada gelen büyük ordudan yetmiş bin kâfir öldürüldü. Sonra, çeşitli muharebelerle, büyük şehirler aldı. Halife, Medine'de yeni bir ordu topladı. Hazret-i Ebû Ubeyde kumandasındaki orduyu Şam taraflarına, Amr İbni Âs kumandasındaki orduyu da Filistin'e gönderdi. Sonra Yezid bin Ebi Süfyan'ı Şam'a yardımcı gönderdi. Sonra yeniden asker toplayıp, Hazret-i Muaviye kumandasında, kardeşi Yezid'e yardım gönderdi. Hazret-i Halid bin Velid'i de Irak'dan Şam'a sevketti. Hazret-i Halid, askerin bir kısmını Müsennâ'ya bırakıp, bir çok muharebe ve zaferlerle Suriye'ye geldi.
İslâm askerleri birleşerek Ecnadin'de büyük Rum ordusunu yendiler. Sonra, Yermük'de 46.000 İslâm askeri, Herakliyüs'ün 240.000 askeri ile uzun ve çetin savaşlar yapıp galip geldi. Yüzbinden ziyâde Rum askeri öldürüldü. Üç bin Müslüman şehid oldu. Bu muharebede İslâm kadınları da harp etti. Başkumandan Hazret-i Halid bin Velid'in ve tümen komutanı Hazret-i İkrime'nin şaşılacak kahramanlıkları görüldü. Bütün bu zaferler, halifenin cesareti, dehası, güzel idaresi ve bereketi ile oldu.
Yermük savaşı yapılırken, Halife Ebu Bekrinissıddıyk Hazretleri Medine'de vefât etti.
Onun devrinde, İslâm devlet idaresinin temelleri sağlamlaşmış, Kur'ân-ı kerîm'in hiç bir hükmü dışına çıkılmadığı gibi, dinden ayrılmak isteyenlere de fırsat verilmemişti. Mürtedlerle yapılan bu harplerde Yemâme'de, bir çok hafız şehid olmuştu. Hazret-i Ömer'in de teklifi ile Kur'ân-ı kerîmin bir kitap halinde toplanması kararlaştırıldı. Bu görev, Zeyd bin Sâbit'e (r.a.) verildi. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'in en büyük hizmetlerinden biri de, Kur'ân-ı kerîm'in kitap halinde toplatması olmuştur. Cebrail aleyhisselam her sene bir kerre gelip, o zamana kadar inmiş olan Kur'ân-ı kerîm'i, Levh-i Mahfuz'daki sırasına göre okur, Peygamber (s.a.v.) efendimiz dinler ve tekrar ederdi. Peygamber Efendimiz'in âhirete teşrif edeceği sene, Cebrail Aleyhisselam iki kerre gelip, tamamını iki kere okudular. Kur'anı Kerim, Peygamberimizin ve Esâbın çoğunun, tam olarak ezberinde idi. Bazıları da bazı kısımları ezberlemiş, bir çok kısımlarını yazmışlardı. Efendimiz aleyhisselâm âhirete teşrif ettiği sene, halife Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) ezber bilenleri topladı. Yazılı olanları getirtti. Hazret-i Zeyd bin Sâbit'in başkanlığındaki bir hey'ete, bütün Kur'ân-ı kerîm'i kâğıt üzerine yazdırdı. Böylece, "Mıshaf" veya "Mushaf" denilen bir kitap meydana geldi. Otuz üç bin Sahâbi bu Mushaf'ın her harfinin, tam yerinde olduğuna söz birliği ile karar verdi. Üçüncü halife Hazreti Osman (r.a.) hicretin yirmi beşinci senesinde, sûreleri, yerlerine göre sıraladı. Bu mushafa bakarak altı tâne daha Mushaf yazdırdı. Bahreyn, Şam, Basra, Bağdat, Yemen, Mekke ve Medîne'ye gönderdi. Bugün, bütün dünyada bulunan Mushaflar, hep bu yedisinden yazılıp, çoğalmıştır. Aralarında bir nokta farkı bile yoktur. (Hazreti Ebu Bekir (r.a.) "Camiu'l Kur'an, Hazreti Osman (r.a.) Nâşiru'l Kur'an'dır)
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, Eshâb-ı kirâmın ençok ilim sahibi olanlarındandı. Her ilimde müracaat kaynağı olmuştur. İslâmî ilimlerin bütün meselelerini bilirdi. Nitekim Resûlullah Efendimiz onun hakkında:
— Allahü Teâlâ kalbime ne akıttı ise ben de hepsini Ebû Bekir (r.a.)'in kalbine akıttım" buyurmuştur. Böylece O, Muhammed aheyhisselâmdan sonra insanların en üstünü oldu. Hicrette O'nun yol arkadaşı idi. Mağarada beraber idiler. Hayatı boyunca Peygamber Efendimiz (s.a.v.)in yanıdan hiç ayrılmadı. Her işinde onun veziri oldu. Bir meselede Eshâb-ı kirâm ile istişare ederken Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'i sağına, Hazret-i Ömer'i de soluna oturturdu. Görülecek mesele hususunda, önce bu ikisinin reyini, görüşünü sorar, sonra da diğer sahabilerin görüşlerine yer verirdi. Çünkü Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'in ilmi o kadar yüksekti ki, Eshâb-ı kirâmın (r.a.) en yükseklerinden olan Hazret-i Ömer bile onun idrakine yetişemiyordu.
Hazret-i Ömer bir gün Resûlullahın Hazreti Ebu Bekr'e bir şeyler an-lattığını gördü. Hemen yanlarına gidip dinledi. Sonra, başkaları da, gördü fakat gelip dinlemeğe çekindiler. Ertesi gün, o kimseler Hazreti Ömer'i (r.a.) görünce,
— Yâ Ömer, Resûlullah (s.a.v.) dün size bir şey anlatıyordu. Bize de söyle, öğrenelim, dediler. Çünkü, Resûlullah efendimiz daima,
— Benden duyduklarınızı, din kardeşlerinize de anlatınız! Birbirinize duyurunuz! buyururdu. Hazret-i Ömer,
— Dün, Hazret-i Ebû Bekir Kur'ân-ı kerîm'den anlayamadığı bir âyetin mânâsını sormuş, Resûlullah ona anlatıyordu. Bir saat dinledim, bir şey anlayamadım, dedi. Çünkü, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'in yüksek derecesine göre anlatıyordu. Halbuki, Hazreti Ömer (r.a.) o kadar yüksek idi ki, Resûlullah (s.a.v.)
— Ben Peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra peygamber gelmeyecektir. Eğer, benden sonra Peygamber gelseydi, Ömer Peygamber olurdu, buyurdu. Böyle yüksek olduğu halde ve Arabçayı çok iyi bildiği halde, Kur'ân-ı kerîm'in Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'e anlatılan tefsirini anlıyamadı. Çünkü, Cebrâil aleyhisselâm dahi, Kur'ân-ı kerîm'in bazı mânâsını, esrârını, Resûlullah'a sorardı. Resûlullah Kur'ân-ı kerîm'in hepsinin tefsirini Eshâbına bildirmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'in tefsiri için lâzım olan bütün ilimler, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'de mevcuttu. Yaşadığı zamanda Kureyş'in âlimi olarak tanınırdı. Çok güzel konuşurdu. Arap dilinin belâğatına vâkıftı. Resûlullah'tan (s.a.v.) çok feyizlere kavuşmuş, Kur'ân-ı kerîm'den hüküm çıkarmak hususunda üstün bir kudret ve maharet sahibi idi. Âyet-i kerîmelerin ve hadîs-i şerîflerin mânâ ve hakikatlarına hakkıyla muttali (öğrenmiş) idi. Eshâb-ı kirâm ve Tâbiînin âlimleri, bir çok âyet-i kerîmelerin tefsirini O'ndan alıp bildirmişlerdir.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'in hadîs ilminde de üstün bir hizmeti olmuştur. Resûlullah'ın her haline ve her işine pek yakından vâkıf bulunuyordu. Eshâb-ı kirâm, bir çok meselede Resûlullah'ın nasıl hareket ettiğini Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'den soruyordu. Kendisinden, Hazret-i Ömer bin Hattâb, Osman bin Affân, Aliyyü'l-Mürtezâ, Abdullah ibni Abbas, Abdullah ibni Ömer, Huzeyfetül-Yemânî, Zeyd bin Sâbit (r.anhüm.) ve daha birçok sahabi hadîs-i şerîf rivayet etmişlerdi. Hilâfet işleri meşguliyetinin çok olması ve her işittiğini rivayet edecek kadar uzun yaşamamış olması sebebiyle rivayet ettiği hadîs-i şerîflerin sayısı azdır. Buna rağmen 142 adet hadis rivayet ettiği kaynak eserlerde zikredil-mektedir. Resûlullah efendimizden bizzat işiterek rivayet ettiği hadîs-i şerîflerin bazıları şunlardır:
— "Misvak ağzı temizlemeğe, Cenâb-ı Hakk'ın rızasına kavuşmağa vesîledir."
— "Allahü Teâlâ'dan ömrünüzün başında ve sonunda âfiyet ve yakîn isteyeniz."
— "Doğruluğa ve iyiliğe dikkat edin, zîrâ bu kişiyi Cennete götürür. Yalandan ve kötülükten sakının, zîrâ bunlar Cehenneme götürür."
— "Peygamberler miras bırakmazlar. Onların bıraktıkları sadakadır."
— "Peygamberler, ruhunun kabz olunduğu yere (vefât ettikleri yere) defin olunurlar."
Ebû Bekr-inis- sıddîk, Eshâb-ı kırâmın en büyük fakihlerindendi. Resûl-i Ekrem'in zamanında bile fetva verirlerdi. Resûlullah'tan yayılan bütün ilimlere ve feyizlere ayna olmuştur. İslâmî ilimlerin her meselesini bilirdi (ve hükümlerinin hepsine hakkıyla vâkıftı. Eshâb-ı kirâmın içinde "Fukahâ–ı seb'a" adı ile meşhur olan yedi büyük âlimden biri de Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz idi. Fetvâlarının adedi itibarıyla bunların mutavassıtlarındandı. Kendi hilâfeti devrinde kurulan dinî müesseselerden (kuruluşlardan) biri de, "iftâ makamı" (fetvâ makamı) idi. Bu kuruluşun en önemli görevi, fıkhî (dinî meseleleri araştırıp, tetkik ve tahkik edip, dinî hükümlerde İcmâ'ın (birliğin) hâsıl olmasına çalışmaktı. Müslümanların so-rularına cevap vermek suretiyle, hem onlara faydalı olunuyor, hem de, ilmin gelişmesi temin ediliyordu. İslâmiyetin zimmîlere (gayri müslim va-tandaşlara) tanıdığı bütün haklar eksiksiz yerine getirilmekteydi.
Ebû Bekr-i Sıddîk (r.a.) Neseb ilminde de çok yüksekti. Arapların soylarına ait vak'aları (olayları) en iyi bilendi. Aralarındaki kan davalarını halleder, onun hakemliğine ve kararlarına itirazları olmazdı.
Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk, tasavvuf ilminin bütün yüksek marifetle-rine kavuşmuştu. Resûlullah'ın kalbine akıtılan feyizlerin, marifetlerin hepsi O'na da verilmişti. Resûlullah'tan sonra Allahü Teâlâyı en iyi tanıyan ve en çok ibadet eden O'dur.
Tasavvuf, Resûlullah'ın (s.a.v.) izinde bulunmak, O'nun gösterdiği yoldan ayrılmamaktır. İnsanların yaratılışları ayrı ayrı olduğu için tasavvuf yolları da ayrılmıştır. Bu ümmetin sonra gelen evliyâsı, Resûlullah'tan gelen feyizlere, nurlara iki yoldan kavuşmuştur. Birisi nübüvvet yolu, di-ğeri de velâyet yoludur. Müslümanlar, nübüvvet yolunun bütün marifetle-rine, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz vasıtası ile kavuşmuşlardı.
Nakşibendi Silsilesinin sertacı Hazreti Ebû Bekrini's-sıddıyk (r.a) dır.
İslâmiyeti kabul eden köleleleri, fiatının çokluğuna aldırış etmeden alır ve hürriyete kavuştururdu. Evinin bir köşesini mescid haline getiren Hazreti Sıddıyk (r.a.), orada mümin'lere namaz kıldırır ve kur'an öğ-renmelerine yardımcı olurdu. Yanık sesi ile ağlayarak okuduğu Kuran-ı Kerimi kafirler bile gizli gizli gelir dinlerlerdi.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'in fazîletleri, üstünlükleri sayıla-mayacak kadar ve kitaplara sığmayacak kadar çoktur. Bunların herbiri, Kur'ân-ı kerîm'in, hadîs-i şerîflerin ve Eshâb-ı kirâm ile diğer din âlimle-rinin haber vermesiyle anlaşılmıştır. Bu ümmet içinde, Peygamberimizden (s.a.v.) sonra birinci olma saadetinin sahibi, Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk'dır. Bu hususta icma vaki olmuştur. Eshabı Kiramın ittifakı vardır. Çünkü dini kuvvetlendirmek ve Peygamberlerin efendisine yardım etmek için, malını dağıtmakta, cihad etmekte, düşmanlarla siddetli mücadele etmekte ve şânını, şerefini kaybetmekte, öncelerin öncesi odur. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) diğer müslümanların en üstünü olmasının sebebi, imâna gelmekte, malının çoğunu ve canını fedâ etmekte ve her türlü hizmette, başkalarının önünde bulunmasıdır. Hadid sûresinin onuncu âyetinde: "Mekke-i Mükerreme'nin fethinden önce malını veren ve cihâd eden kimseye, fetihden sonra malını dağıtan ve cihâd edenden daha büyük derece vardır. Allahü Teâlâ hepsine Cenneti va'd etti" âyet-i kerîmesi, onun için indirilmiştir. Ve yine Tevbe sûresinin yüz üçüncü âyetinde, "Önce imâna gelenlerden, her fazilette öne geçenlerden, hem Mekke'den gelen Muhacirlerden, hem de Medine'de bunları karşılayıp, yardım eden Ensârdan, önde olanlardan ve iyilikte, bunların izinde gidenlerden Allahü Teâlâ razıdır. Hepsini sever. Onlar da, Allahü Teâlâdan râzıdır. Allahü Teâlâ, onlara cenneti hazırladı. Cennette sonsuz kalacaklardır" buyuruldu. Bu ayeti kerimenin de Hazreti Ebu Bekir'den bahsettiğine bütün sahabe ittifak etmiştir.
Feth sûresi onsekizinci âyetinde,
— Ağaç altında, sana söz veren mü'minlerden, Allahü Teâlâ elbette râzıdır" müjdesine, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) da dahildir. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) de
—Ağaç altında benimle sözleşenlerden hiçbiri cehenneme girmez! buyurdu. Bu sözleşmeye "Bi'at-ür-Rıdvân" denir. Çünkü, Allahü Teâlâ, bunlardan râzıdır.
Bedir Gazâsında, Ramazan-ı şerîfin onyedinci Cuma günü, temmuz ayının öğle sıcağında, iki taraf hücum etmişti. Resûlullah (s.a.v.) Ebû Bekir, Ömer, Ebû Zer, Sa'd ve Sa'id ile (r.anhüm) kumanda yerinde oturmuştu. İslâm askeri sıkıntı çekiyordu. Sa'd ve Sa'id'i (r.a.) yardıma gönderdi. Sonra Ebû Zer'i (r.a.) gönderdi. Sonra , Ömer'i (r.a.) gönderdi. Bir saat geçti. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.), sıkıntının azalmadığını görerek, kılıcını çekip, atını sürmek istedi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) elinden tutup,
—"Yanımdan ayrılma yâ Ebâ Bekr ! Bedenime ve kalbime gelen her sıkıntı, senin mübârek yüzünü görmekle hafifliyor. Seninle kalbim kuv-vetleniyor." buyurdu.
Hicretten evvel altı köle âzâd etmişti. Yedinci olarak Hazreti Bilâl-i Habeşî'yi (r.a.) âzâd edince, hakkında Velleyl sûresinin onyedinci ayeti indi:
— "Takva sahibi olan Cehennem ateşinden uzaklaştırılacaktır".
İbni Ömer (r.a.) Resûlullah'dan (s.a.v.) bildirdi. Resûlullah (s.a.v.), Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'e:
—"Sen benim havuz başında ve mağarada arkadaşımsın" buyurdu. Resûlullah (s.a.v.) kâfirlerden mağarada saklanınca, gizli ve alenî herşeyine vâkıf olan sadece Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) idi. O ise, sâdık, sıddîk, muhlis müminlerdendi. Halini bildiği için, bu korkulu yerde onunla arkadaşlığı tercih etti. Bu hicrette Allahü Teâlâ, Habibine, başka akraba ve yakınlarını değil, özellikle Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk'ı arkadaş etti. Bu hususiyet Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'in şerefini ve diğerlerinden üstün olduğunu göstermektedir.
Hazerde ve seferde Resûlullah'dan hiç ayrılmadı, hep yanında bu-lundu. Resûlullah'ı o kadar severdi ki, malını, canını, her şeyini O'nun için fedâ etmeye hazır halde idi.
Tevbe sûresinin kırkıncı ayetinde :
—"Mekke kâfirleri onu Mekke'den çıkardıklarında ikinin ikincisi, (yani Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) ile mağaradaydılar." âyeti ile, Allahü Teâlâ onu, Resûlullah'ın ikincisi kıldı. Bunda Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz için son derece üstünlük vardır.
Nitekim:
1— Resûlullah insanları imâna davet etti. Ebû Bekr-i Sıddîk imân edenlerin birincisi oldu. Böylece imânda onun ikincisi oldu.
2— Sonra Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz insanları Allah'a ve Resûlüne imâna çağırdı. Birçokları bu çağrıyı kabul etti. Böylece davette de ikincisi oldu.
3— Her savaşta Resûlullah'ın yanında idi. Bedir'de de O'nun ya-nında ikincisidir.
4— Resûlullah hastalanınca, O'nun yerine insanlara imam olup, öne geçti. Bu hususta da ikinci oldu.
5— Resûlullah'dan sonra O'nun türbesine defin olunmada da ikincisi oldu. Bunlar hep O'na en yakın olma delilleridir.
Onların üçüncüleri Allahü Teâlâ idi. Allahü Teâlânın kendisiyle ol-duğu bir kimse ise, şüphesiz, şeref ve fazîletce çok üstündür.
MAĞARADA İKEN
İhya'da yazılıdır:
Bir gün Hazreti Ömerin yanında Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'in ismi geçmişti. Hazret-i Ömer (r.a.) şöyle dedi:
— Ömrümdeki bütün amelimin Hazret-i Ebû Bekir'in, bir gün ve ge-celik ameli gibi olmasını isterdim. O'nun o mes'ud gecesi ki, Resûlullah (s.a.v.) ile birlikte mağaraya gitti. Mağaraya varınca: "Allah için, yâ Resûlallah içeri girmeyin! Ben gireyim. İçerde zararlı bir şey varsa, bana gelsin, mübârek zâtınıza bir keder, bir elem gelmesin" dedi ve içeri girdi. İçeriyi süpürüp temizledi. Sağında solunda bir çok irili ufaklı delikler gördü. Hırkasını parçalayıp, delikleri kapadı. Bir iki delik kaldı. Onları da ayakları ile kapayıp, sonra Resûlullah'a, içeri girmesini söyledi. Resûlullah (s.a.v.) içeri girdi ve mübârek başını Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'in kucağına koyup uyudu. Ayağını yılan soktu. Resûlullah uyanır korkusuyla, sabredip, hiç hareket etmedi. Gözyaşı Resûlullah'ın mübarek yüzüne dam-layınca: "Ne oldu yâ Ebâ Bekir?" buyurdu.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz :
—Ayağım ile kapattığım delikten bir yılan ayağımı soktu. Ayağımı çekersem çıkıp size zarar vereceğinden korkuyorum, dedi. Resûlullah (s.a.v.)"ayağını çek" buyurdular. Ayağını çekince heybetli ve zehirli bir yılan çıktı. "Ey utanmaz yılan, benim mağara arkadaşıma, sırdaşıma eziyyet etmeğe Allahü Teâlâdan korkup, benden utanmıyor musun?" buyurdu. Yılan,
—Ey Allahın Habîbi, insanların, cinlerin Peygamberi. Sana yalnız in-sanlar değil, hayvanlar, kuşlar, yılanlar, karıncalar, hepsi aşıktır. Hatta bu köleniz gözü yaşlı, büyüklerimizden yüksek vasıflarınızı dinlemiş, mübarek yüzünüzü görmeğe aşık olmuştur. Bu mağarayı şereflendire-ceğinizi biliyordum. Onun için çok zamandan beri bu sıkıntılı mağarada gece gündüz demeyip yolunuzu bekliyorum. Sıddîk'ınız, bu karanlık mağaraya sabahı, siz de güneşi getirdiniz. Fakat Sıddîk sizi görmeme mani olunca benden korku ve haya kalktı. Bu küstahlığa cesaret ettim." diyerek özür diledi. Resûlullah (s.a.v.) özrünü kabul etti. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'in yarasına mübarek tükrüğünden sürdü ve yara hemen iyi oldu.
YÜZÜĞE YAZI
Peygamberimize (s.a.v.) bir gümüş yüzük hediye getirmişlerdi. Hazret-i Ebû Bekir'e (r.a.) Resülüllah (s.a.v.) Efendimiz,
— Yâ Atik, bu yüzüğü bir kuyumcuya götür, üzerine (Lâ ilâhe illal-lah) yazılsın, buyurdu. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz yüzüğü alıp kuyumcuya götürdü. Bu yüzüğün üzerine:
— Lâ ilâhe illallah Muhammedür resûlullah" yaz, dedi. Resûlullah (s.a.v.) böyle emretmemişti, fakat Allahü Teâlânın ismi şerifi ile Resûl-i Ekrem'in ismi şerifinin ayrı olmasını uygun görmemişti.
Kuyumcu Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'in söylediği gibi yazdı.
Sonra Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) yüzüğü Sultân-ı enbiyâya teslim etti. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) yüzüğe baktılar. Yüzüğün üzerinde "Lâ ilâhe illallah Muhammedürresûlullah, Ebû Bekir Sıddîk" yazılı idi.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz çok utandı, terledi. Bir cevap ve-remedi. Cebrâil aleyhisselâm gelip, Hâk Teâlânın selâmını söyledikten sonra,
— Ebû Bekir 'in kendi adının yazıldığından haberi yoktur, ben yaz-dırdım. Habîbim üzülmesin. Ebu Bekir benim ismimden senin isminin ayrı kalmasına razı olmayınca Ben de onun isminin ayrı kalmasını istemedim " buyurduğunu söyledi .
Hazreti CEBRAİL'İNBÜRÜNMESİ
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz müslüman olunca, Allahü Teâlânın rızası, Habibullâhın aşkı için seksen bin dirhem fakirlere sadaka olarak verdi. Kırk binini gizli, kırk bini de aşikâre vermişti. Bundan sonra giyecek elbisesi bile kalmamıştı. Sonra eski bir mutaf (keçi kılından dokunmuş elbise) eline geçti. Arkasına giydi. Namaz vakitleri haricinde göğsüne kadar tandıra girer, mutafı arkasına alırdı. Namazları evinde kılardı. Böylece üç gün geçti. Resûlullah (s.a.v.) dördüncü gün sabah namazından sonra Eshâb-ı kirâma dönerek,
— Ebû Bekir üç gündür mescide gelmiyor. Acaba hasta mıdır, gidip hatırını soralım, buyurdular. O sırada Cebrail aleyhisselâm siyah mutaf giymiş vaziyette geldi. Resûl-i ekrem cebrail aleyhisselamı böyle görünce hayret etti.
— Ey kardeşim cebrail bu ne hal? diye sordular.
— Yâ Resûlallah, gökteki bütün melekler böyle giydiler, dedi.
— Neden bu şekilde giydiler?" diye sorunca.
— Yâ Resûlallah! Ebû Bekir Hak Teâlânın ve senin dinin uğruna, kırkbini gizli, kırkbini de aşikâre olarak seksen bin dirhem sadaka verdi. Hiç giyeceği kalmadığı için üç gündür mescide gelemedi. Hak Teâlâ sana selam edip, Ebû Bekir 'e bir elbise gönderilmesini emir buyuruyor, dedi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) eshâbına,
— Kimde fazla elbise varsa versin! Hak Teâlâ ona çok sevap verip, firdevs Cennetinde bana komşu yapacaktır" buyurdu.
Eshâb-ı kirâmın hiç birinin fazla elbisesi yoktu. Sonunda bir sahabi başka birisinden bir elbise bulup, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'e gönderdi. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz o elbiseyi giyip , Resûl-i Ekrem'in huzuru ile şereflenmek için yola çıktı. Henüz huzura varmadan Cebrail aleyhisselâm gelip,
—Yâ Resûlallah! Hak teâla sana selam edip, Ebû Bekir'i karşılamanızı emir buyurdu" dedi. Resûlullah (s.a.v.) Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'e karşı çıkıp musâfaha etti. Bütün Eshâb-ı kirâm da musâfaha edip, hepsi candan Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'i tebrik ettiler.
HALİFELİĞE İŞARET
Eshab-ı kirâmın büyüklerinden Ebû Said-i Hudrî (r.a.) şöyle anlatıyor:
— Bir gün Resûlullah (s.a.v.) hutbe okuyordu. Hutbelerinde: "Allahü Teâlâ bir kulunu dünya ile kendi katında olan arasında serbest bıraktı. O da, Allahü Teâlâ katında olanı seçti." buyurdu.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) bunu duyunca ağladı. Kendi kendime, "Bu zatı hangi şey ağlatıyor. Kulunu Allahü Teâlâ, dünya ile kendi katında olan arasında serbest bıraktı, o da Allahü Teâlâ katında olanı seçti. Bu sözün neresine ağlanır ki, dedim. Halbuki bu sözle Resülüllah Efendimizin vefatına işaret varmış. Meğer Hazreti Ebu Bekir'den başka kimse bunu anlayamamıştı.
Hazret-i Ebû Bekir bizim en âlimimiz idi. Resûlullahın (s.a.v.) ona, "Ey Ebû Bekir (r.a.), ağlama! Arkadaşlığı ve malı bana Ebû Bekir (r.a.)'den daha bereketli kimse yoktur. Eğer ümmetimden dost edinsey-dim, Ebû Bekir (r.a.)'i edinirdim. Fakat İslâm kardeşliği ve muhabbeti vardır"
Peygamberimiz Hazret-i Ebû Bekir'in mescide açılan kapısı hariç, diğer bütün kapıları kapattırdı. Peygamberimiz, "Onun kapısında nûr görüyorum." buyurmuş, âlimler de, bu sözün kendisinden sonra onun halifeliğine işaret olduğunu söylemişlerdi.
İBNİ MÜNZİR, HAZRETİ ALİ'DEN (R.A.) BİLDİRİR:
— Bu ümmetin Resûlullahdan sonra en üstünü Hazret-i Ebû Bekir (r.a.), sonra Ömer, sonra Osman'dır (r.a.)" sonra da kendisinin olduğunda ittifak vardır. Ebû Bekir (r.a.)den başka hiç kimse Cebrâil aley-hisselâmdan vahiy işitmemiştir.
Resûlullah efendimiz, Mi'rac gecesi Cebrâil aleyhisselâma:
— Ümmetimin hepsine süal, hesap var mıdır?" diye sordu. "Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'den başka herkese vardır. Ona:
—"Buyur! Hesapsız Cennete gir!" denilecektir. O da:
—"Dünyada beni sevenler, benimle beraber girmeyince, ben de girmem" diyecektir.
Hazreti Ebû Bekir (r.a) Diline hâkim olmak, lüzumsuz hiçbir söz söy-lememek için mübârek ağzına taş koyardı. Mecbûr olmadıkça dünya ke-lâmı söylemezdi.
Bir hadîs-i şerîfte:
— Ebû Bekir'in imânı, bütün mü'minlerin imânları ile tartılsa, Ebû Bekir (r.a.)'in imânı ağır gelir" buyuruldu.
Hazret-i Ömer anlatır:
— Tebük gazâsında, Resûlullah (s.a.v.) herkesin sadaka getirmesini emir buyurmuştu. O sırada benim de malım çok idi. Her zaman Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz hepimizden fazla sadaka verirdi. Bu sefer de ben en fazla vereyim düşüncesiyle malımın yarısını götürdüm. Resûlullah,
— Ey Ömer evine ne kadar mal bıraktın!" buyurdu.
— Bunun kadar da evimde var dedim. O esnâda, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) geldi. Resûlullah (s.a.v.) Ona da,
— Evine ne kadar mal bıraktın? buyurdu.
—Hiç bir şey bırakmadım, eve Allah ve resülünü bıraktım, dedi. Bunun üzerine Efendimiz:
—İkinizin arasındaki fark, cevaplarınız arasındaki fark kadardır." buyurdu.
NEDEN ÖNÜNDE YÜRÜYORSUN
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz ile Ebûdderdâ (r.a.) beraber bir yolda giderken, dar bir yere geldiler. Hazret-i Ebûdderdâ önde, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz arkada yürürlerdi. O sırada, karşıdan Resûl-i Ekrem parlak ay gibi görünüverdi. Hazret-i Ebûdderdâ'ya:
— Neden Ebû Bekir (r.a.)'in önünde yürüyorsun! Onun daha üstün olduğunu bilmiyor musun? Böyle gitmek edebe aykırı değil midir? " bu-yurdu. Ebûdderdâ (r.a.] hatasını anlayıp tevbe etti.
CİĞER KEBABI
Birgün Eshâb-ı kirâmdan bazıları Resûlullah'a, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'den şikâyet için geldi.
—Yâ Resûlallah, Ebû Bekir, odasında yalnız başına ciğer kebabı yer, kokusunu duyarız, bizi hiç davet etmez, dediler. Efendimiz:
—"Bir daha böyle yaptığında, bana haber verin, beraber evine gi-delim!" buyurdu. Bir gün haber verdiler. Resûl-i Ekrem, hemen kalkıp, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'in evine gitti. Ateş ve kebap yoktu.
—"Yâ Ebâ Bekir, sen ciğer kebabı yiyormuşsun, bize de var mıdır?" buyurdu.
—Yâ Resûlallah, ben ciğer kebabı yemiyorum, pişen kendi ciğerimdir, dedi. Resûlullah, bunun nasıl olduğunu sorunca:
—"Hak Teâlâ, bana İslâm Dinini nasib etti. Habibine dost eyledi. Eshâb-ı kirâm arasında büyük yer verdi. Acaba kıyamet gününde hâlim ne olur, bu kadar nimetin sükrünü yapabilir miyim, diye koktuğumdan, ciğerim yanıyor." cevabını verdi.
VÜCUDUM CEHENNEM KADAR OLSUN
Birgün Resûlullah efendimiz, Eshâb-ı ile mescidde otururken, Cebrail aleyhisselâm geldi. Resûl-i Ekrem'e,
— Ebû Bekir'in bir saat ibâdeti başkalarının yetmiş yıllık ibâdetinin yerini tutar, dedi. Resûl-i Ekrem, bir şey söylemeyip, Hazret-i Bilâl'e, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'i çağırmasını emir buyurdu. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) hemen geldi. Resûlullah, Hazret-i Ebû Bekir'i karşıdan görünce, karşılayıp, yanına oturttu.
— Evde ne yapıyordun ne gibi bir amelle meşguldün? diye sordu. O da şöyle cevap verdi:
— Hatırama şu gelmişti: Hak Teâlâ Cenneti ve Cehennemi yarattı. Her ikisini de dolduracağını diledi (takdir etti). Hak teâladan, vücudumu Cehennemi dolduracak kadar büyük yapmasını ve yalnızca oraya beni koymasını başka kulunu koymamasını diledim. Böylece hem Hak teâlanın takdiri yerine gelmiş, hem de bütün insanlar Cehennem korkusundan kurtulmuş olurlar, cevabını verdi. Eshâb-ı kirâm, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'in bu yüksek duasına hayran kaldılar.
BÜTÜN GÜZELLİKLER
Resûl-i ekrem bir gün:
— "Bu gün içinizde oruçlu olan var mıdır?" buyurunca; Hazret-i Ebû Bekir (r.a.), "ben oruçluyum" dedi.
— "İçinizde kim, bugün cenazede bulundu? buyurdu. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, "ben bulundum" dedi. Yine:
—" İçinizden kim, bugün bir fakire yemek verdi?" buyurdu. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, "ben verdim" dedi. Sonra:
— "İçinizden kim, bugün hasta yokladı? buyurdu. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, "Ben yokladım." dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.v.):
— "Bu kadar hasletlerin bulunduğu kimse, muhakkak Cennete girer" buyurdu. Burada Cennete girmekten maksat, hesapsız Cennete girmektir, denilmiştir.
Resûlullah efendimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki:
—"Bize her nîmet verene, iyilik edene mükâfatını verdik. Fakat Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'in iyiliğinin, ikrâmının karşılığını veremedik. O'na, Hak Teâlâ hazretleri, kıyâmette ikrâmda bulunacak, mükâfatını verecektir. Bana Ebû Bekir'in malının verdiği fayda gibi hiç kimsenin malının faydası olmadı. Dost edinseydim, Ebû Bekir (r.a.)'i edinirdim. Fakat ben, Hak Teâlânın dostuyum."
Hazret-i Ömer: "Ebû Bekir (r.a.), bizim Seyyidimiz, büyüğümüz, ha-yırlımızdır. Resûl-i Ekrem'e hepimizden çok sevgilidir" buyurmuştur.
NEREYE DEFNEDELİM
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, Resûlullah'ın vefâtından sonra, her geçen gün biraz daha zayıflıyordu. Birgün kızı Âişe-i Sıddıka haz-retleri bu zayıflamanın sebebini sordu. Cevabında:
—"Beni, Muhammed aleyhisselâmın ayrılığı böyle zayıflattı" bu-yurdu.
Hazret-i Âişe vâlidemiz anlatır:
— Babam vefat edince, Eshâb-ı kirâm nereye defnedelim diye te-reddüde düştüler. O halde uyumuşum. Kulağıma, "Dostu dosta kavuştu-run" diye bir ses geldi. Uyandım, Eshâb-ı kirâma anlattım. Onlar da aynı sesi işittiklerini söylediler. Hatta mescidde namaz kılanlar da, işittik dedi-ler. Artık müşavereye lüzum kalmamıştı. Habib-i Ekrem'in yanına defnet-tiler.
SENİ ÖZLEDİK
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, son hastalığında:
— Halifeliği kime bırakacağım hususunda tekrar istihâre ettim. Hak Teâlâdan, rızâsına uygun olmasını diledim. Bilirsiniz, yalan söylemem. Hiçbir akıllı kimse de, Hak Teâlâya kavuşma zamanında kendisine iftirâ edilmesini istemez ve müslümanları aldatmayı uygun bulmaz" buyurdu. Orada bulunan Eshâb-ı kirâm,
— Ey Allah'ın Resûlünün halifesi! Senin doğruluğundan şüphemiz yoktur. Söyleceklerini söyle, dediler. Şöyle buyurdu:
— Gecenin sonuna doğru uyumuşum. Resûl-i Ekrem'i rüyada gör-düm. İki beyaz elbise giymişti. O elbiselerin eteklerini ben tutuyordum. O sırada elbiseler yeşil olup, parlamağa başladı. Bakanların gözlerini alırdı. İki yanında, uzun boylu, gayet güzel yüzlü, nûr elbiseli ve bakanlara neşe veren iki kimse vardı. Resûl-i Ekrem selâm verip musafaha etmekle beni şereflendirdi. Mübârek elini göğsüme koydu. Üzüntüm gitti.
— Yâ Ebâ Bekr, seni çok özledik, kavuşma zamanın yaklaştı, bu-yurdu.
— Ben de seni özledim, yâ Resûlallah dedim. Resülüllah Efendimiz:
— Bu ümmet için âdil, sâdık, yerde ve gökte herkesin rızâsını ka-zanmış, zamanın en temiz olan Fâruk'u (Hazret-i Ömer'i) halife seç!" buyurdular. Yanındakileri göstererek: "Bunlar, dünyada vezirlerin, vefatın zamanında yardımcıların, Cennette komşularındır. Bana senin isminin gökte melekler arasında, yerde de halk arasında "Sıddîk" olduğunu haber verdiler" buyurdu.
—Yâ Resûlallah, anam babam sana fedâ olsun, bu iki kişiyi tanıya-madım ve onlar gibi kimse de görmedim, dedim.
—"Bunlar Cebrâil ve Mikâil'dir" buyurdular. Sonra gittiler. Uyandım. Yüzüm gözyaşlarından ıslanmış, evdekiler baş ucumda ağlıyordu." buyurdu.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz (r.a.) ölüm hastalığında çocukla-rını Hazret-i Âişe'ye, iki oğlan, iki kız olarak ısmarladı. Hazret-i Âişe,
—"Benim bir kız kardeşim var, ikincisi hangisidir?" diye sordu. "Hanımım hâmiledir. Kızı olacağını zannediyorum." buyurdu. Hakikaten vefâtından sonra, hanımının bir kızı oldu.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz Hicretin onüçüncü yılında vefat etti. Vefatında Medine'de herkes ağladı. Hazret-i Ali (r.a.) işitince, o da ağlayarak geldi ve:
—"Hilâfet bugün tamam oldu" buyurdu. Kapı önünde durup:
— Yâ Ebâ Bekr! Sen, Resûlullah'ın sevgilisi, arkadaşı, dert ortağı, sırdaşı ve müşâviri idin. Önce İslâma gelen sensin. Senin imânın, hepi-mizin imânından daha saf oldu. Senin yakînin, daha kuvvetli, Allah'dan korkun daha büyük oldu. Herkesten zengin, herkesten daha cömert sen idin. Resûlullah'a en şefkatli, en yardımcı, sen idin. Resûlullah ile sohbe-tin, hepimizin sohbetinden daha iyi idi. Hayır sahiplerinin birincisi sensin. Senin iyiliklerin, hepimizinkinden çoktur. Her iyilikte ileridesin. Resûlullah'ın huzurunda, senin derecen en yüksek oldu. O'na en yakın, sen oldun. İkrâmda, ihsanda, güzel huylarda, boyda, yaşda, O'na en çok benzeyen, sen oldun. Allahü Teâlâ, sana, çok mükâfat versin ki, Resûlullah'a herkes yalancı derken sen, "Doğru söylüyorsun, inandım" dedin. Sen, O'nun kulağı ve gözü gibi idin. Allahü Teâlâ seni, Kur'ân-ı kerîmde (sıdk) ismi ile şereflendirdi. Resûlullah'a en sıkıntılı zamanlarında yardımcı oldun. Sulhda, O'nun huzurunda, harplerde, O'nun yanında idin. O'nun ümmetinin halifesi, O'nun dininin koruyucusu idin. Câhiller dinden çıkarken, sen İslâm dinine kuvvet verdin. Herkes şaşırdığı zaman, sen kükremiş arslan gibi ortaya çıktın. Herkes dağılırken sen Muhammed Mustafa'nın (s.a.v.) yolunu tuttun. Eshâbın az konuşanı ve en beliği, edibi sen idin. Her sözün, her buluşun doğru, her işin temizdi. Gönlün herkesten kuvvetli, yakînin hepimizden sağlam idi. Her işin sonunu, önceden görür, geri kalmışları İslâma sokarak aydınlatırdın. Mü'minlere şefkatlı, af edici baba idin. İslâm'ın ağır yükünü sen taşıdın. İslâm'ın hakkını herkes elden kaçırırken, sen yerine getirdin. Sen rüzgârların oynatamıyacağı bir dağ gibi idin. İşin doğruluk idi, ilim idi. Sözün mertçe, doğruyu bildirmek idi. Gerici düşüncelerin, bozuk inançların kökünü kazıdın. Hak dinin ağacını diktin. Güçlükleri, müslümanlara kolaylaştırdın. Küfür ve mürtedlik ateşini söndürdün. Allah'ın dinini, sen doğrulttun. İslâma, imâna sen kuvvet oldun. Göklerde, melekler arasında, senin derecen çok büyüktür. Muhacirler ve Ensâr arasında, senden ayrılık yarası çok derindir) buyurdu. Ve çok ağladı. Mübârek gözlerinden yaşlar aktı. Sonra: "Allahü Teâlânın kazâ ve kaderine râzı olduk. Verdiği elemleri kabul ettik. Yâ Ebâ Bekir! Resûlullah'dan ayrılık acısından sonra, bize senin vefatından daha acı bir musîbet gelmedi. Sen mü'minlere sığınak, dayanak ve gölge idin. Münafıklara karşı çok sert ve ateşli idin. Allahü Teâlâ, seni Muhammed aleyhisselâmın huzuruna kavuştursun! Bize, senden ayrılma acısı için sabırlar ve ecirler versin! Bizleri, senden sonra, azmaktan, sapıtmaktın korusun" buyurdu. Eshâb-ı kirâmın hepsi, sessizce, Hazret-i Ali'nin sözlerini dinledi. Sonunda hepsi, hüngür hüngür ağladı.
Hazret-i Ali:
—İlk İslâm'a gelen ve en önce Resûlullah (s.a.v.) ile kıbleye karşı na-maz kılan Ebû Bekir'dir, buyurdu.
HAZRETİ EBU BEKİR EFENDİMİZİN MÜBAREK SÖZLERİNDEN
Buyurdular ki:
—Takva akıllıca yapılan işlerin en güzelidir. Hakka âsî olmak, ah-makça yapılan işlerin en çirkinidir. Verilen emâneti yerine getimek en üstün doğruluk sayılır. Hiyânet olarak da, en önde yalan gelir."
Şüpheli şeylerden kaçınırdı.
Bir defasında bilmeden şüpheli birşey yiyip anlayınca hemen zorla istifra edip, midesini boşalttı ve sonra şöyle dua etti:
—"Allahım, bilmeden yaptım. Çıkarabildiğim kadarını çıkardım. Beni bundan ve damarlarımda kalanlardan sorguya çekme!"
Birine nasihat veriyordu. Sonunda şöyle buyurdu:
— Ey kardeşim, sana yaptığım tavsiyeyi aklında tut ve kaybolmama-sına dikkat et! Ölümü özüne sevdir. Nasıl olsa gelecek."
Çok kerre dilini parmağıyla tutar ve:
—Başıma gelen herşey bunun yüzündendir" derdi.
Binekte iken devesinin yuları düşse, verin demez, deveyi çöktürür alırdı. Sebebini sordular,
—"Resûlullah bana, insanlardan birşey isteme diye emretti" buyurdu.
— "Allah sevgisini hâlis olarak tadanı, bu sevgi, dünyayı istemekten alıkoyar ve bütün insanlardan uzaklaşır, kesilir."
—"Ömrünü faydasız, boş şeylerle geçiren, tarlaya tohum ekme vaktini kaçırmış olur. Vaktinde tohum ekmeyen ise, hasat zamanında pişman olur."
— "Ne söyleyeceğine ve ne zaman söyleyeceğine dikkat et!"
Ordu kumandanlarını bir yere gönderdiği zaman, onlara:
—"Kadınları öldürmeyiniz, çocuklara dokunmayınız, ihtiyarlara te-câvüz etmeyiniz, meyveli ağacı kesmeyiniz, ma'mur yerleri tahrip et-meyiniz, haddi tecâvüz etmeyiniz, korkmayınız ve gıdadan başka bir maksatla koyun ve deve kesmeyiniz ve manastırlarına çekilmiş insanlara zarar vermeyiniz" diye emirler ve nasihatlar verirdi.
Bir hutbesinde buyurdu ki:
— "Ey insanlar, Allah'tan af ve afiyet isteyiniz. Çünkü mü'mine, İslâm'dan sonra af ve afiyetten daha hayırlı bir şey verilmemiştir."
— "Müslümanlardan hiçbiri, diğerini hâkir görmesin! zîrâ müslü-manların küçüğü, Allah yanında büyüktür."
— "Allahü Teâlâdan, kendisini, kıyamet gününde Cehennem ateşin-den korumasını isteyen bir kimse, müminlere karşı çok merhametli ve ince kalbli davransın!"
Oğlu Abdurrahman'ı, komşusu ile münâkaşa ederken gördü ve oğluna gücenerek:
— "Oğlum, komşu ile münakaşa yapma! Şu gördüğün insanlar dağılır gider ve sen yine komşunla başbaşa kalırsın" dedi.
Yine bir hutbesinde:
— "Ey insanlar! Allahü Teâlânın "Ey imân edenler, siz kendinize bakınız, siz doğru yolda bulundukça, yoldan çıkanların size zararı olmaz" (Mâide sûresi l05) âyeti celîlesini okuyorsunuz, fakat onu yerine koymuyor, başka mânâda kullanıyorsunuz. zîrâ ben, Resûl-i Ekrem'den şöyle buyurduğunu işittim: "İnsanlar kötülüğü görüp mani olmadıkları zaman, Allahü Teâlânın, onların hepsini azaba uğratmasından korkulur" dedi.
Bir gün Eshâb-ı kirâma hitaben buyurdu ki:
— "Allahü Teâlâ size dünyayı fethettirecek, kapılarını açacaktır. Siz, ihtiyacınızdan fazlasını almayınız!"
— "Bilmiş ol ki, sabah namazını kılan kimse, Allah'ın himayesindedir. Allah'ın hakkını küçümseme, zîrâ yüzüstü seni Cehenneme atar."
— "Allahü Teâlâya olan hâlis sevginin zevkine varan, dünyalıktan vazgeçer ve bütün insanlardan yüzçevirir."
Hazret-i Ömer'e şöyle tavsiye buyurdu:
— "Hak ağırdır. Ağır olduğu kadar da acıdır. Ve aynı zamanda fay-dalıdır. Bâtıl ise hafif ve aynı zamanda belâlı ve zararlıdır. Eğer tavsiyeme uyarsan, henüz erişemediğin ve mutlak surette sana ulaşacak olan ölümden sevimli bir şey senin için olamaz. Vasiyetime uymazsan da gaybda olan ölümden daha çok buğz ettiğin bir şey olmaz. Halbuki onu önlemeğe gücün yetmez."
— "Kişinin kelâmı, aklının beyânı, faziletinin tercümanıdır."
Yine bir hutbesinde buyurdu ki:
— "Bütün hamd ve senâlar Allahü Teâlâya mahsustur. O'na hamd eder O'ndan yardım dilerim. O'ndan af niyaz eder, O'na inanır, O'na güvenirim. Hidayeti ister ve körlükten O'na sığınırım. Allah'ın dürüst yürümeyi nasip ettiği kişi dosdoğru yol alır. Onun saptırdığı ise ne bir dost, ne de bir mürşid bulabilir… Bütün varlığımla inanırım ki, Allah'tan başka ilâh yoktur. O tektir ve şeriki yoktur. Mülk ve saltanat O'nundur, hamd O'nadır. Dirilten de öldüren de O'dur. Ve O, hiç ölmeyen diridir. Dilediğini yüceltir, dilediğini alçaltır. Bütün hayırlar O'nun elindedir. O, her şeye gücü yetendir.
Bütün varlığımla inanırım ki, Muhammed Mustafa (s.a.v.) O'nun kulu ve Peygamberidir. "O'nu hak ve hakikat olan dini tebliğ vazifesiyle göndermiştir ki, Hak din diğer dinlere galip gelsin. Putperestler beğen-meseler de bu böyledir." (Tevbe 33). O'nu bütün insanlığa bir rahmet ve bütün insanlık için bir dayanak ve delil olarak göndermiştir. O gön-derildiği zaman insanlar, olabilecekleri hallerin en kötüsü içindeydiler. Bilgisizlik karanlıklarına gömülmüş durumdaydılar. Dinleri uydurma, da-vetleri yalan ve sahte idi. Allahü Teâlâ hakikat dinini Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm ile aziz kıldı.
Ey mü'minler, Allah sizin gönüllerinizi, birbirine ısındırdı. O'nun ni-meti sayesinde sizler kardeş haline geldiniz. Daha önceleri bir ateş çu-kurunun tam kenarında idiniz. Sizi oradan çıkaran O oldu. İşte, Allah size işaretlerini böyle apaçık gösterir ki, doğru yola kavuşabilirsiniz. O halde ey imân edenler! Allah'a ve O'nun Resûlüne tam uyun! Allahü Teâlâ: "Resûle uyan, Allah'a uymuş demektir. Eğer yüz çevirirlerse ey Peygamberim, bu onların bileceği bir şeydir. Biz seni onların başına bekçi göndermedik" buyurmaktadır. (Nisa, 80).
Ey imân edenler! Size her işte, her durumda Allahü Teâlâdan kork-manızı nasihat ederim. Hoşunuza giden işler kadar, size zor gelen du-rumlarda da hakikate sarılın. Şunu bilin ki, doğru söz dışında hiçbir kelam hayır ve yarar getirmez. Yalan söyleyen, yaradılış hikmetini saptırmış, bunu yapan ise, helâk olmuştur. Ey insanlar! Büyüklenmekden sakının. Topraktan yaratılıp, yine toprağa dönecek olan bir varlığın kibirlenmesi de, ne demek oluyor? Bugün var, yarın yok olan bir varlığın kendini beğenmesi ne kadar anlamsız!..
Ey insanlar! Çalışın ve nefislerinizi, içinde yer alacakları ölüm ötesi için hazırlayın. Önümüzde çözümü zorlaşan şeyleri Allah'ın ilmine havale edin. Öbür âleme geçmeden önce bir şey hazırlayın ki, oraya vardığınızda karşınıza çıksın. Çünkü Allahü Teâlâ, "Mahşer gününde herkes, dünyada hayır ve kötülük olarak yaptığı her şeyi hazır bulacak ve isteyecek ki, kötülüklerle arasında uzak bir mesafe bulunsun. Allah size kendinden korkmanızı emreder. Allah kullarını çok esirgeyicidir." (Al-i İmran, 30).
O halde, Allah'tan korkun, O'nun emir ve yasaklarına iyice kulak ve-rin. Sizden önce gelip geçenlerden de ibret alın. Ve unutmayın ki, Rabbinizin huzuruna mutlaka çıkarılacak ve küçük-büyük bütün davra-nışlarınızın karşılığını bulacaksınız. Bununla beraber Allah dilediğini bağışlayabilir. O bağışlayıcı ve affedicidir.
Kendinizi iyi tanıyın, sadece kendi noksanlarınızla meşgul olun. Yardım istenilecek tek kudret, Allahü Teâlâdır. O'nun dışında hiçbir güç ne yapabilir, ne bozabilir.
"Muhakkak Allah ve melekler, sürekli olarak O Yüce Peygamber'e salât ve selâm getirirler. Ey imân edenler! Siz de o Yüce Peygamber'e salât ve selâm edin." (Ahzâb, 56).
Allah'ım! Kulun ve peygamberin Muhammed Mustafa'ya (s.a.v.) salât ve selâmların en seçkiniyle salât ve selâm et! Bizleri de o âlemlerin Efendisine salât ve selâm etmekle şereflendir, yücelt! Bizleri, ona gönül verenler arasında haşret! Bizleri onun havzından su içen bahtiyarlardan kıl! Allah'ım, sana boyun eğmemiz hususunda bize yardımcı ol! Bizleri düşmanlarımız karşısında muzaffer kıl!.."
-
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
02. Selman-ı Farisi (r.a.)
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri'nin künyeleri (Ebû Abdullah) olup hayr ve faziletlerine izâfetle "Selmanü'l-Hayr" namıyle de anılmışdır. Fârisî namı kendilerinin Arab asıllı olmadıklarına delalet etmektedir. İran'lıdır. Medineye gelişini ve Resülüllah (s.a.v) ile buluşmasını şöyle anlatıyor:
"Isfehan'ın Ceyyan köyünden İranlı bir genç idim. Babam bu köyün ağası ve sözü en çok geçen kişisiydi.
Doğduğum günden itibaren, babamın dünyada en çok sevdiği kim-seydim.
Gün geçtikçe, babamın bana olan sevgisi artıyordu, benim üzerime titriyor ve beni adeta bir kız gibi eve kapatıyordu.
Mecûsîliğe o kadar kendimi vermiştim ki, taptığımız ateşin bakıcısı olmuştum. Gece, gündüz hiç sönmeyen ateşin yakılma işi bana verilmişti.
Babamın büyük bir çiftliği vardı. Devamlı onunla meşgul olur, gelirini toplardı.
Bir defasında, meşguliyeti sebebiyle köye gidemedi ve bana şöyle dedi.
—" Oğlum! Görüyorsun çiftliği ihmal ettim. Bari sen git de oranın işiyle ilgilen". Çiftliğe gitmek gayesiyle yola çıktım. Yolda bir kiliseye rastladım. Orada ibadet eden hıristiyanların seslerini duydum . Bu dik-katimi çekti.
Babamın uzun süre beni başkalarıyla görüştürmemesi sebebiyle ne hıristiyanlar ne de diğer dinlere inananlar hakkında bilgim vardı.
Seslerini duyunca ne yaptıklarını seyretmek için oraya girdim . Onları iyice anlayıp dinleyince, dua ve ibadetleri hoşuma gitti ve dinlerine girmeyi arzu ettim. Kendi kendime şöyle dedim:
gösterdim. Oradan altın ve gümüş dolu yedi küp çıkardılar.
—" Biz de bu adamı gömmeyiz" dediler ve onu çarmıha gerip taşla-dılar.
Kısa zaman sonra, onun yerine başka birini tayin ettiler. Ben de ona —" Bu din bizimkinden daha iyi" Oradan ayrıldığımda, güneş batmıştı. Tabiî, babamın çiftliğine de gitmemiştim. Onlara:
—" Bu dinin asıl yurdu nerededir?" diye sordum. Onlar:
—" Suriye'dedir". diye cevap verdiler.
Akşam olunca eve döndüm. Babam ne yaptığımı sordu:
—" Babacığım! Ben kiliselerinde ibadet eden bazı insanlarla karşı-laştım. Onların dinleri hoşuma gitti. Yanlarında güneş batıncaya kadar kaldım". dedim. Babam yaptığımdan korkup dedi ki:
—" Yavrum! bu din iyi değildir. Senin ve atalarının dini olan daha iyidir". Ben de:
—" Hayır, onların dini bizim dinimizden daha iyi"dedim. Babam söylediklerimden ve dinimden döneceğimden endişelenip beni eve hapsetti ve ayaklarımı bağladı.
Bir fırsatını bulunca hıristiyanlara şöyle bir haber gönderdim:
—" Size, Suriye'ye gitmek isteyen bir kafile geldiğinde bana haber veriniz".
Az bir süre sonra, onlara Suriye'ye gitmek üzere yola çıkmış bir kafile uğrayınca, bana haber verdiler. Bir yolunu bulup ayağımın bağını çözdüm. Gizlice onlarla birlikte yola çıktım ve nihayet Suriye'ye geldik. Suriye'ye varınca, bilgi bakımından bu dinin mensuplarından en kuvvetlisi kimdir diye sordum:
—" Kilisenin idarecisi baş papazdır" dediler. Onun yanına gittim.
—" Ben hıristiyan olmayı arzu ediyorum, senin yanında kalmayı, sana hizmet etmeyi, senden bilgi edinmeyi ve burada ibadet etmeyi is-tiyorum"dedim. O da:
—" Yanımda kal" dedi. Ben de onun yanında kaldım ve ona hizmet etmeye başladım. Bir müddet sonra, adamın kötü birisi olduğunu anladım. Adam, dindaşlarına sadaka vermelerini istiyor ve onları sevap kazanmaya teşvik ediyordu. Ama o, Allah rızası için verilen sadakaları kendisi için ayırıp saklıyordu. Fakir ve yoksullara hiçbir şey vermiyordu. Tam yedi küp altın biriktirmişti. Gördüklerim hiç hoşuma gitmemişti. Adam bir müddet sonra öldü. Hıristiyanlar onu defnetmek için toplandılar. Onlara dedim ki:
—" Dostunuz kötü bir kişiydi. Sizin sadaka vermenizi ister ve sizi sevap kazanmaya teşvik ederdi. Fakat ona sadakaları getirdiğinizde kendisi için ayırıp saklar, yoksullara hiçbir şey vermezdi".
—" Bunu nereden anladın" dediler. Ben de:
—" Verdiklerinizi sakladığı yeri size gösterebilirim" dedim. Onlar:
—" Haydi, orayı göster" dediler. Onların verdiklerini sakladığı yeritabi oldum. Dünyada ondan daha dindar, âhirete ondan daha düşkün, gece gündüz ondan daha çok ibâdet eden hiç kimse görmemiş ve onu çok sevmiştim. Uzun zaman onun yanında kaldım. Ölüm döşeğine düşünce, ona dedim ki:
—" Ey Falanca! Beni kime bırakacaksın? Ne yapmamı emrediyor-sun?" Bana:
—" Oğlum! Benim gibi sadece Musul'da oturan birisini biliyorum. O dinini değiştirmemiş ve ahlâkını bozmamıştır. Sen ona git" dedi.
O da ölünce, Musul'daki kişiye gittim. Ona bışımdan geçenleri anlatıp şöyle dedim:
—" Falan şahıs ölürken bana, senin yanına gelmemi tavsiye etti ve senin hakk üzerinde olduğunu söyledi". O da:
—" Peki, yanımda kal" dedi. Ben de onun yanında kaldım. Onun iyi bir kimse olduğunu anladım ama çok geçmedi; o da öldü. Ölüm yatağına düştüğünde:
—" Ey Falanca! İşte Allah'ın emri sana geldi. Sen benim durumumu biliyorsun. Beni kime bırakacaksın, ne yapmamı emrediyorsun" dedim. O da:
—" Oğlum! Bizim gibi Nusaybin'de oturan falan şahsı biliyorum. Onun yanına git" dedi. O da toprağa verilince, Nusaybin'deki şahsın yanına gittim. Başımdan geçenleri ve bundan önceki kişinin tavsiyesini ona anlattım. Bana:
—" Peki, burada kal" dedi. Ben de onun yanına yerleştim. Onun da Suriye'li Musul'lu zatlar gibi iyi birisi olduğunu gördüm. Çok geçmedi, o da öldü. Ölmeden önce:
—" Beni tanıyorsun, Bana şimdi kime gitmemi tavsiye edersin?" de-dim. O da :
—" Oğlum! Bizim gibi, Ammuriye'deki falanca kimseyi biliyorum" dedi.
Onun yanına gittim ve başımdan geçenleri ona da anlattım. O:
—" Peki, yanımda kal" dedi. Öncekiler gibi doğru yolda olan bu şahsın yanında kaldım. Orada birkaç inek ve küçük bir davar sürüsü edindim.
Çok geçmeden, ötekilerin başına gelen onun da başına geldi. Ölmek üzereyken dedim ki:
—" Benim durumumu biliyorsun. Bana kimi tavsiye edersin, ne yap-mamı emredersin?" O da bana şunları söyledi:
—" Oğlum! Yeryüzünde bizim inandığımıza bağlı bir insanın kaldı-ğını zannetmiyorum. Fakat Arabistan'da bir peygamberin çıkacağı zaman yaklaşmıştır. O İbrahim'in diniyle gönderilecek, sonra kendi yurdundan, iki siyah dağ arasında hurmaları bulunan bir yere hicret edecek. Onun gizli olmayan peygamberlik alâmetleri vardır. Hediye kabul eder, sadaka kabul etmez. İki omuzunun arasında da peygamberlik mührü vardır. Eğer bu ülkeye gidebilirsen git". Nihayet ecel onu da aldı. Ondan sonra, Kelb kabilesinden bazı arap tacirler Ammuriye'ye uğrayıncaya kadar orada kaldım. Onlara:
—" Eğer beni de Arabistan'a götürürseniz şu ineklerimi ve şu küçük davar sürümü size veririm" dedim. Onlar da:
—" Tamam, seni götürelim" dediler. Onlara ineklerimle davarlarımı verdim ve beni de yanlarına aldılar. Vadi'l-Kura denilen yere geldiği-mizde, sözlerinden dönüp beni yahudilerden birine sattılar. Böylece o yahudinin hizmetine geçip kölesi oldum.
Bir müddet sonra, Kureyza oğullarından olan amca oğlu onun ziyâ-retine geldi ve beni satın alıp Medine'ye götürdü. Ammuriye'deki zatın söylediği hurma ağaçlarını gördüm. Anlattığı özellikleriyle Medîne'yi tanıdım. Onun yanında kaldım.
O günlerde, Peygamber (s.a.v.) Mekke'de kavmini İslâm'a davet edi-yordu. Fakat ben köle olarak bir sürü işte çalıştırıldığımdan onun adını duymamıştım.
Kısa bir süre sonra, Rasûlüllah (s.a.v.) Medine'ye hicret etti. Ben hurma ağacının tepesinde, efendimin emrettiği işleri yapıyor, efendim de ağacın altında oturuyorken ansızın yanına amcasının oğlu geldi ve ona dedi ki:
—" Allah Evs'le Hazrec'i kahretsin! Onlar şu anda, peygamber ol-duğunu iddia eden ve bugün Mekke'den gelen bir adam için küba'da toplanıyorlar". Bu sözleri duyar duymaz adeta beni sıtma tutmuştu ve öyle sarsıldım ki, efendimin üstüne düşmekten korktum. Hemen hurma ağacından indim ve o adama şöyle dedim:
— Ne diyorsun? Verdiğin haberi tekrar etsene..." Efendim kızıp beni sille tokat döğmeye başladı.
Sonra doğru Rasûlullahın yanına gittim. Ve kendisine:
— "Ben senin dürüst bir kimse olduğunu duydum. Senin muhtaç ve muhacir (göçmen) arkadaşların var. Bendeki şu hurmalar sadakadır. Bu sadakaya en lâyık sizi gördüm". Sonra hurmaları ona yaklaştırdım. Ashabına:
— "Sizler yeyin" dedi, ama kendisi elini uzatıp bir lokma bile yemedi. İçimden dedim ki:
— "Bu bir..!" Yanından ayrılıp hurma toplamaya gittim. Resûlüllah (s.a.v.) Kuba'dan Medîne'ye gelince yanına gidip şöyle dedim:
— "Ben senin sadaka yemediğini gördüm. Şu hediyedir. Sana ikram ediyorum". Resûlüllah (s.a.v.) bu defa yedi ve ashabına da yemelerini emretti ve hep birlikte yediler. Kendi kendime:
—" Bu ikincisi..." dedim. Bakîu'l-Garkad'dayken Rasûlüllah'a (s.a.v.) geldim. Orada ashabından birini gömüyordu. Baktım ki oturuyor. Üzerinde iki kat elbise vardı. Selâm verdim. Ammuriye'deki zatın söylediği peygamberlik mührünü belki görürüm diye sırtına bakarak etrafında dolaşmaya başladım. Peygamber Efendimiz kendisinin sırtına baktığımı görünce ne istediğimi anladı. Sırtından elbisesini attı. Ben de sırtına bakıp mührü gördüm ve tanıdım. Hem öperek, hem de ağlayarak üzerine kapandım. Resûlüllah (s.a.v.) dedi ki:
— "Sen nerden biliyorsun?"
Ben de başımdan geçenleri anlattım. Resülüllah'ın çok Hoşuna gitti ve ashabının da duymasını istedi. Onlara da anlattım. Şaşırdılar ve memnun oldular.
PEYGAMBERİMİZ (S.A.V) BUYURDULAR:
—" Önce gidip koşuyu kazananlar dört kişidir;" Selmân-ı Fârisî o dört kişiden biri idi.
—" Selman, bizim ehl-i beytimizdendir."
—" Cennetin iştiyak duyduğu kimselerden biri de Selman'dır."
—" Allahü Teâlâ, ashabımdan dört kişiyi sever; onların biri de Selman'dır."
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri, çok gani gönüllü zâhid bir kimse idi; Zahidlerin de, en büyükleri arasındaydı.
MENKIBE
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri, Kinde kabilesinden bir kadınla ev-lendi. Kadının odasına girdiği zaman gördü ki; Kıymetli eşya ve kıymetli taşlarla süslenmiş. Orayı öyle görünce şöyle dedi :
—" Eviniz, kızdırılmış cehennem mi oldu; yoksa kıble, Kinde'yemi döndü!.Daha sonra şöyle dedi:
—" Resülüllah (s.a.v) bana şöyle tavsiye etti: "Dünyadaki eşyan, an-cak, bir yolcunun gittiği yere götürebileceği kadar olsun."
Odadaki süsler tamamen sökülüp atılıncaya kadar içeri girmedi.
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri'ne, Hazret-i Ali'yi (r.a) sordular; şöyle anlattı:
—" O, öyle bir denizdir ki, ilmin evvelini ahirini aldı; taşmadı."
KALBİNİ TEMİZLE
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri, Huzeyfe b. Yeman ile Nebtıye'ye gitti. Orada namaz kılmak için bir yer aradı. Orada bulunan kafir bir kadın şöyle dedi:
—" Kalbini temizle, istediğin yerde namazını kıl.
Bunun üzerine Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri ağladı; Huzeyfe'ye şöyle dedi:
—" Bu sözü, bir hikmet olarak, kafirin kalbinden al. "
GECEKİ HALİ
Şöyle anlatıldı:
—" Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri, gece karanlığı bastığı zaman, namaz kılmaya başlardı. Namazdan yorulursa, dili ile Allah'ı zikretmeye başlardı. Dili zikirden yorulduğu zaman da Yüce Allah'ın varlığına, bir-liğine delâlet eden âyetleri, onun büyüklüğünü düşünmeye başlardı. Bundan sonra nefsine şöyle derdi:
—" Dinlendin artık, namaza kalk."
Bir süre namaz kıldıktan sonra, diline şöyle derdi:
—" Dinlendin artık, Allah'ı zikretmeye başla. Bütün gece hali buydu."
MESLEĞİ
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri'nin beş bin (dirhem veya dinar) maaşı vardı. Otuz bin (dirhem veya dinar) maaşla Medayin'e vali olmuştu. Bu gelirlerden şahsına pek bir şey harcamazdı; hepsini dağıtırdı.
Hutbeye çıkar, hutbe okurdu; üzerinde sadece bir abası vardı. Bir kısmına sarınır, bir kısmını da yere yayar üzerinde otururdu.
Bir evi yoktu ki, gidip otursun, gölgelensin; dinlensin. Bunun için gölgeyi izlerdi; nerede gölgelik varsa oraya gider otururdu.
Topladığı gelirlerden, kendi maaşı verildiği zaman onu alır, hemen dağıtırdı. Ondan bir şey yemezdi. Kendi elinin emeği ile geçinirdi. Eli ile yaptığı iş de, hurma yaprağından sepet örmekti.
El emeği ile ördüğü sepeti satar, paralarını biriktirirdi. Ondan sonra da o parayla et alır, balık alırdı. Pişirip hazırladıktan sonra cüzzamlı hastaları çağırır, onlarla birlikte oturur yerdi.
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri, bir şey alıp götüreceği zaman, kendi sırtında taşırdı. Fakirlere mahsus bir kıyafeti vardı. Yoldan geçerken, onu gören kimseler, onunla alay ederlerdi; Kendi valileri olduğunu an-lamazlardı.
Çok kere de, onun valileri olduğunu anlar, eşyayı alıp götüreceği yere kadar götürmek isterlerdi; onlara şöyle derdi:
— Olmaz, gideceği yere kadar ben götürmeliyim.
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri, hurma sepeti örmesini, satmasını, harcamasını şöyle anlatırdı; Allah ondan razı olsun:
— Ördüğüm sepeti hurma yaprağını bir dirheme alıyorum. Onu iş-ledikten sonra üç dirheme satıyorum.
Onun bir dirhemini yaprak aldığım yere veriyorum. Bir dirhemini de sadaka olarak dağıtıyorum. Bir dirhemi ile de, ailemin geçimini sağlıyo-rum. Hiç kimsenin, zekatını, sadakasını alıp yemezdi.
KİRLİ SU
Kölelerinden biri, Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri'ne şöyle dedi:
— Beni, belli bir para karşılığında azad et. Sordu:
— Bu parayı nereden bulup getireceksin; kendinden vereceğin bir şey var mı? Köle:
— Yok, deyince, tekrar sordu:
— Öyle ise, nasıl ödeyeceksin? Köle şöyle dedi:
— İnsanlardan isterim; dilenirim. Bunun üzerine köleye şöyle dedi:
— Sen bana, insanların yıkandıkları kirli suyu mu içirmek istiyorsun?
SECDE
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri, Acem diyarından İslam Dini'ne ilk gi-rendir. Bilâl-ı Habeşi ise, Habeşistan'dan ilk Müslüman'dır. Allah ikisinden de razı olsun.
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri'ne, Fârisî bir köle kadın düştü. O köle kadına şöyle dedi.
— Namaz kıl. Kadın şöyle dedi:
— Kılmam. Sonra şöyle dedi:
— Öyle ise bir kere secde et. Kadın bunu da kabul etmedi; şöyle dedi:
— Bu da olmaz. Sonra, Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri'ne sordular:
— Onun bir kere secde etmesinden ne kazanacaktın? Şöyle dedi:
— Eğer secde edecek olsaydı, namaz kılmış olurdu. İslam Dini'nde namazdan yana bir nasibi olmayan kimse, İslam Dini'nden yana hiç bir nasibi olmayan gibidir.
ONU SANA YAZMIŞ
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri, bir kadını istetmek için, Ebud-Derda'yı yolladı. Ebud-Derda gitti, kadını istedi; Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri'nin faziletini anlattı. Bölgesinden İslam Dini'ne ilk girme şere-fine nail olduğunu bildirdi. Kadının akrabaları ona şöyle dediler:
— Biz onu Selman'a vermeyiz; istersen sana verelim. Ebud-Derda, kadını orada kendine nikahladı, çıktı. Gelip Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri'ne şöyle dedi:
— Bir şey oldu, sana söylemeye utanıyorum. Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri sordu:
— Nasıl bir şey oldu?
Ebud-Derda, durumu olduğu gibi anlattı. Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri de dinledi, ve şöyle dedi:
— Onu istediğim için benim utanmam daha uygundur. Çünkü, Allahü Teâlâ, onu sana yazmış.
BANA GELİNCE...
Bir gün, Kureyş kavminden biri, Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri'nin yanında övünüyordu. Onu dinleyen Selmân-ı Fârisî Hazretleri şöyle dedi:
— Bana gelince... kendimi tanıtayım; anlatayım. Ben kokmuş sudan yaratıldım. Sonra da kokuşmuş bir cife olacağım. Ondan sonra da, işlerin tartıldığı amel terazisinin başına gideceğim. Eğer, iyilik gözü ağır basarsa, asıl üstün ben olurum, hafif gelecek olursa, kötünün de kötüsü ben olurum.
İKİNCİ ELBİSE
Hazret-i Ömer, bir gün Hutbe okuyordu; Allah ondan razı olsun. Şöyle dedi:
— Susunuzki, size duyurayım. Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri şöyle dedi:
—Vallahi, seni dinlemek istemiyoruz.
Hazret-i Ömer sordu:
— Neden? Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri anlattı:
— Sen, kendini tebaandan üstün görüyorsun. Hazret-i Ömer tekrar sordu:
— Bu nasıl oldu? Hazreti Selman şöyle cevap verdi:
— Üzerinde iki kat elbise var. Halbuki burada başka kimsede böyle bir şey yok. Hazreti Ömer (r.a) dedi:
— Biraz müsaade et ey Allah'ın kulu. Sonra da:
— Ey Abdullah! Ey Ömer'in oğlu Abdullah! Söyle bu ikinci elbise kimindir? Hazreti Ömer'in oğlu cevap verdi:
— Yemin ederim ki o ikinci elbise benimdir. Bu cevap üzerine Selmân-ı Fârisî şöyle dedi:
— İşte şimdi seni dinler ve sana itaat ederiz, dedi. Allah hepsinden razı olsun.
İKİ İŞ
Selmân-ı Fârisî vali idi. Ebu Kalaba hazretleri yanına geldiğinde onu hamur yoğururken gördü:
— Bu da ne, senin hizmetçin yok mu? dedi. Selmân-ı Fârisî Hazretleri şöyle buyurdu:
— Var, onu bir işe yolladım, humuru da ben yoğuruyorum. Ona iki işi de yaptırmayı uygun bulmadım, dedi.
ESHABIN HAKİKİ MANASI
Selmân-ı Fârisî Hazretleri Medayinde vali iken yanına iki kişi geldi.
— Sen Selman mısın? dediler. Oda :
— Evet dedi. Sonra tekrar sordular:
— Sen Resülüllahın eshabından mısın? dediler. Selmân-ı Fârisî Hazretleri şöyle dedi: bilemiyorum ki. Bu defa iki kişi şöyle dediler:
— Galiba biz yanlış geldik. Aradığımız sen değilsin.
Bunun üzerine Selmân-ı Fârisî Hazretleri:
— Aradığınız benim. Ancak henüz belli değil. Ben Resülüllah'ı gör-düm. Onun meclisinde bulundum, oturdum. Ancak kim onunla Cennete girerse onun eshabından sayılan odur, buyurdu.
YUMUŞAK ARKADAŞ
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri bir hastaya geçmiş olsun ziyaretine gitmişti. Hasta ise ölmek üzereydi. Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri bu-yurduki:
— Ey melek buna yumuşak ve arkadaşça davran. Bunu duyan hasta şöyle dedi:
— Melek şöyle diyor: "Her müminin yumuşak davranan bir arakadaşı vardır."
DOKTORCULUK
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri'ne Ebud'Derda Hazrelerinden bir mektup geldi. Mektupta" İnsanları kutsallaştıran yere gel" diye yazıyordu. Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri de ona şöyle yazdı:
—" Hiç bir yer insanı kutsallaştıramaz. İnsanı kutsallaştıran kendi amelleridir. Duyduğuma göre doktorluk yapıyormuşsun. Hastaları iyi edebiliyorsan sana ne mutlu. Eğer doktorculuk oynuyorsan sakın ha, bir insanı öldürebilirsin. Bunun sonunda Cehenneme girmek de vardır."
ORUÇLUYUM
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri bir gün Ebu'd-Derda Hazretlerinin evine gitti. Ebu'd Derda Hazretlerini sordu. "Uyuyor" dediler. "Nesi var ?" deyince:
— Onun âdetidir. Cuma geceleri ibadet eder, gündüzleri de oruç tutar, dediler. Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri yemek hazırlamalarını istedi. Yemek hazırlanınca Ebu'd-Derda Hazretlerini uyandırdı.
— Hadi bakalım yemeğe, dedi. O ise :
— Ben oruçluyum yiyemem, dedi.
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri ise ona israrla yedirdi. Sonra kalkıp birlikte Resülüllah Efendimizin yanına gittiler. Meseleyi olduğu gibi an-lattılar. Resülüllah Efendimiz:
—" Uveymir Selman, bu işte senden daha bilgili, dedi. Ve bu sözü üç defa tekrar ettikten sonra:
—" Geceler arasında sadece Cuma gecesini ibadete tahsis etme. Günler içinde de sadece cuma gününü oruca ayırma" buyurdular.
İLK GECE
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri evlendi. Evliliğinin ilk günü hanımına dedi ki:
— Resülüllah bana şöyle tavsiye etti. Ailenle birleşeceğin zaman Allah'ın Taatı üzerine birleş. Gel birlikte Allah'a ibadet edelim sonra beraber oluruz.
ALLAH'A İTAAT EDENE
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri bir müsafiri ile Medayin şehrinden çıktılar. Bir sahraya geldiklerinde kuş ve geyik sürüsüne rastladılar. Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri:
— İçinizden bir geyik ve bir de kuş gelsin. Müsafirime ikram etmek istiyorum, diye seslendi. Hemen bir kuş ve bir de geyik geldi. Yanındaki müsafiri :
— Sübhanellah, bu nasıl iştir ! dedi. Bunun üzerine Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri:
— Buna şaşıyor musun? Bir kimse Allah'a itaat etsin de ona herhangi bir şey baş kaldırsın, isyan etsin böyle şey olmaz, buyurdu.
ÂLEM-İ ERVAHTAN
Hafız Ebu Nuaym Hazretleri anlatıyor:
Haris Bin Umeyr anlatmıştı.
— Bir gün Medayin şehrine gelmiştim. Yanında kırmızı bir deriyi ovan bir adamla karşılaştım. Bana doğru baktı ve:
— Orada biraz dur, ey Allah'ın kulu, dedi. Yanımdaki adama: "Bu zat kimdir?" diye sordum. Selmân-ı Fârisî olduğunu söyledi. Sonra o zat eve gitti. Güzel, beyaz bir elbise giyip geldi. Elimi tutup benimle musafaha etti. Dedim ki:
— Ey Allahın kulu, daha önce seninle hiç tanışmamıştık. Sen beni nerden tanıyorsun?
— Doğrudur, dediğin gibidir. Ancak yemin ederim ki, seni görür görmez ruhum ruhunu tanıdı. Sen Haris Bin Umeyr değil misin? dedi. Ben evet diye cevap verince buyurduki:
— Resülüllah Efendimizin şöyle buyurduğunu işittim: " Ruhlar hep bir arada bulunan ordu gibidirler. Onlardan ezelde birbiri ile tanışanlar, dünyada da birbirlerini tanırlar ve hemen anlaşırlar. Öbür alemde birbirleri ile tanışmayanlar ise burada da birbirlerine yabancı olurlar.
SELMÂN-I FÂRİSÎ (R.A)
HAZRETLERİNDEN GÜZEL SÖZLER:
—" İlim çoktur ömür kısadır. Öyle ise tuttuğun dini yoldan sana ne gerekli ise onu al kalanını bırak."
—" Bu ümmetin helaki yaptıkları sözleşmenin bozulmasına yakın zamanda olacaktır."
—" Kalb ile cesedin durumu âmå ile kötürümün durumu gibidir. Kötürüm şöyle der: " Şurada bir meyve görüyorum ama uzanıpta alamı-yorum. Beni sırtına al ki onu alayım". Bunun üzerine kör onun sırtına yüklenir, o da o meyveyi alır. Hem kendisi yer hem de köre yedirir".
—" Mümkün olursa pazara ilk giren de olmayın, son çıkan da olma-yın. Çünkü orası şeytanın savaş alanıdır. Sancağını oraya dikmiştir."
Abdullah bin Selam hazretleri Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri'ne şöyle dedi:
—" Benden önce ölürsen ne ile karşılaştığını bana bildir. Ben senden önce ölürsem ben sana bildiririm"dedi. Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri Abdullah bin Selam'dan önce vefat etti. Abdullah bin Selam onu rüyasında gördü ve nasılsın diye sordu. O da:
—" Hayır oldu" diye cevap verdi. Abdullah bin Selam tekrar sordu.
—"Orada hangi işi daha yararlı buldun". Selmân-ı Fârisî (r.a)
—" Tevekkülü çok güzel bir şey olarak buldum ve onun çok faydasını gördüm. Sana tevekkülü tavsiye ederim. Tevekkül çok güzel bir şeydir" buyurdu.
—" Dünyada iman sahibinin hali hastanın hali gibidir. Doktoru da yanındadır. Bu doktoru onun hastalığını da bilir ilacını da. Hasta zararlı bir şey istediği zaman doktoru ona sakın ha ona yaklaşma, onu alır yer, helak olur, ölürsün, der. Hastalığından kurtuluncaya kadar bu böyle devam eder. İman sahibi de böyledir. Pek çok şey ister. Fakat kendisine neyin zararlı olduğunu bilmez. Allâhü Teâlâ Hazretleri onu zararlı şeylerden uzaklaştırmaya çalışır. Sonunda iman sahibi ölür cennete gider."
—" Allâhü Teâlâ Hazretlerine gizli gizli asi oldun ve günah işledinse gizli gizli ibadet et sevap işle. Şayet açıkça asi oldun günah işledinse açık açık itaat et ve sevap işle. Bunlar birbirlerini silerler."
—" Üç kimse beni şaşırttı.
1- Dünya için ümitlerle dolu olan insan. Halbuki ölüm onun peşinde.
2- Gaflet içinde gezen kimse. Halbuki onu hiç unutmayan biri var.
3- Kahkahalarla gülen kimse. Alemlerin rabbı Allah ona dargın mı yoksa ondan razı mı olduğunu hiç düşünmez."
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri çokça yiyecek almıştı. Kendisine:
—" Ey Allah'ın kulu, sen Resûlüllahın eshabından olasın da, böyle şey yapasın, dediler. Şöyle cevap verdi:
—" Bunu böyle yapmam bir endişeden ve vesveseden değildir. Nefis gücünü aldığı ve rabbının ibadetine daldığı zaman şeytan ondan ümidini keser.
Atıyye bin Amir anlatıyor:
—" Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretlerini gördüm. Bir yemek için kendi-sine ısrar ediliyordu. O da şöyle diyordu:
—" Bu kadarı yeter. Resûlüllah Efendimizden duydum. Dünyada iken çokça karınlarını doyuranlar kıyamet günü en çok aç kalanlardır. Ey Selman dünya müminin zindanı, kafirin de cennetidir.
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri vefatına yakın ağlıyordu. Kendisine sordular:
—" Neden ağlıyorsun". Şöyle cevap verdi:
—" Vallahi ölümden korkuma ağlamıyorum. Ne varki Resûlüllah Efendimiz "Sizden her birinizin dünyalığı bir yolcunun azığı kadar olsun" buyurdu. Şu etrafımdaki yastıklara bakın". Etrafında bir çamaşır leğeni, büyükçe bir çanak, abdest için bir su kabı ve bir de yastık vardı. Bize bir tavsiyede bulun dediler. Şu tavsiyede bulundu:
—" Bir derdin olduğu zaman Cenâb-ı Hakk'ı zikret, bir hüküm vere-ceğin zaman rabbını hatırla, bir bölme yapacağın, pay dağıtacağın zaman rabbını aklına getir".
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri vefat ettikten sonra, geride kalan eş-yaları satıldı. Hepsi 24 dirhem ( yaklaşık 70 gram) gümüş para etti.
Bir gün Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretlerine bize bir tavsiyede bulun dediler. Şu tavsiyeyi yaptı:
—" Öleceğin zaman şu hallerin biri içinde öl: Ya hac yolunda, ya Allah yolunda cihadda, veya bir mescidin tamiri anında. Gücün yeterse bunları yap. Sakın şu iki halin biri içinde iken ölmeyesin:
—" Tüccar ve vergici".
RESÜLÜLLAH İLE ÜLFETİ
Altun Silsile'nin ikinci halkası olan Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri Rasûlüllah (s.a.v.) Hazretlerinin çok yakını idi.
Hazret-i Aişe (r.a.):
— Selmân bize bile galebe edip geceleri Resûlüllah ile gizli gizli sohbet eder ve bizden ziyâde ülfet ederdi, dedi.
Hendek gazasında, harp cephesi boyunca hendek kazma fikrini o ortaya atmış ve Sevgili Peygamberimiz tarafından kabul edilmiştir. Zamanımızın çelik ve beton müdafaa hatlarına eşit olan bu tedbir, o zamanın en ileri fennî ve askerî buluşlarındandır. Hendek kazımında çalışması da çok meşhurdur.
Hazret-i Ömer'in (r.a.) hilâfet yıllarında Medayin'e vali tayin edilmişti. 250 (bir rivayete göre de 350) yaşlarında iken Hazret-i Osman'ın (r.a.) hilâfetleri sırasında irtihâl'i dâr'ı bekâ eylediler. (Radıyallahü anh)
-
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
03. Kasım bin Muhammed (k.s.)
Hafîd-i Sıddîk-i Ekber Kaasım (r.a.) hazretleri Medine-i Münevvere'de yetişen ve Ashab-ı Kiram'dan sonra fetvâ vermeye başlayan meşhur "Fukahâ-i Seb'a" (Yedi Fakih)'den birisidir. Hazreti Ebu Bekir Efendimizin torunudur. Kasım hazretleri Hazreti Hüseyin Efendimizin oğlu Zeynelabidin ile teyze çocuklarıdır. Kasım'ın annesi son İran kisrası Yezdücerd'in kızıdır. Tâbiînin büyüklerindendir. Altun Silsile'nin üçüncü elidir. Emâneti Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretlerinden almıştır. Böylece, ken-disiyle birlikte feyz-i ilâhinin sırrı sahabîler dâiresinden çıkarak tâbiîn dairesine intikâl etmiştir.
H. 31 (M.653) tarihinde ve Hazret-i Osman (r.a.) 'in hilâfetleri zamanında doğmuştur. Babası Mısır'da öldürülünce küçük yaşta yetim kalan Kaasım (r.a.) Hazretleri halası Ümmü'l-Mü'minin Hazreti Aişe (r.a.) validemizin yanında büyüdü. Pek çok sahâbiye yetişmiştir.
Halası Hazreti Aişe'den (r.a.) İbn-i Ömer, ibn-i Abbas, Ebû Hüreyre ve Muaviye (Radıyallahu anhüm) hazerâtı gibi meşhurlardan hadis ve ilim rivâyetlerinde bulunmuştur.
Uzun boylu, esmer, gözleri ve sakalı siyah, sakalının iki yanı seyrek idi.
HERKES TAKDİR EDERDİ
Dedeleri Ebû Bekrini's-Sıddîk (r.a.) Sevgili Peygamberimizden sonra insanların en faziletlisi olduğu gibi, kendisi de zamanındaki insanların en faziletlisi idiler. İmâm Mâlik O'nu methederken:
—" Kaasım bu ümmetin fakîhlerinden bir fakîh idi." demiştir.
Vera ve takvâ ile muttasıftı. Yahya bin Sa'id :
—" Medîne'de Kaasım'dan üstün bir kimseye yetişmedik" derken; İbn-i Sa'd:
—" Kaasım güvenilir idi, âlim idi, fâkih idi, imâm idi. Çok hadîs bi-lirdi. Takvâ ve verâ sahibi idi". diye kendisini methetmiştir.
Ebü'z-Zınâd:
—" Ben Kaasım'dan daha fıkıh ve hadîs bilen bir kimseyi görmedim" demiştir. İbn-i Uyeyne, O'nun devrinin en büyük âlimi olduğunu söylemiş ve İbn-i Sa'id de:
—" Kaasım ilimde önder, fıkıhta otorite, takvâca yüce ve çok hadis bilen bir zat idi." demiştir. Ömer bin Abdülaziz'in de şöyle dediği rivayet edilmiştir:
—" Eğer birisini yerime halîfe seçmem icâb etseydi, Kaasım'ı seçer-dim."
FETVADA ÇOK DİKKATLİ İDİ
Hafîdü Sıddîk-ı Ekber Kaasım (r.a.), Allah ve Rasûlü namına söz söy-lemenin ve fetvâ vermenin mes'uliyetini müdrik bir zat idi. Şu sözleri bunu açıkça göstermektedir:
—" İnsanın, Allah'ın hakkını bildikten sonra câhil olarak yaşaması, bilmiyerek fetvâ vermesinden daha hayırlıdır." Dini mes'eleler hakkında çok hassas davranır, ancak açık olanları hakkında fetvâ verirdi. Her sabah Peygamber Efendimizin (S.A.V.) mescidine gelir, iki rek'at namaz kılar, sonra Rasûlüllahın minberi ile kabr-i saâdetleri arasına oturur ve kendisine sorulan mes'elelere fetvâ verirdi.
HALİFEYE NASİHATİ
Ömer ibni Abdülaziz, Abdülmelik bin Mervan ölünce çok üzüldü. Yetmiş gün çul giyip gezdi. Yemekten içmekten kesildi. Hayata küstü. Onu bu halde gören Kasım (r.a.) şöyle dedi:
—" Bizden önce gelip giden büyükler bu gibi musibetleri dayanıklı karşılamayı severlerdi. Zorluklara da hoşca göğüs gererlerdi. Nimetlerde ise alçak gönüllü davranırlardı.
BABASI İÇİN İSTİĞFAR EDERDİ
Çok kere secdeye kapanıp şöyle derdi:
—" Allahım babamın Hazreti Osman hakkında işlediği günahı ba-ğışla".
HALİFENİN EMRİ
Ömer bin Abdülaziz, halifeliği zamanında Kasım bin Muhammed'i, halası Hazret-i Aişe'ye ait ne kadar hadis-i şerif ve başka rivayetler biliyorsa, onların hepsini toplamakla görevlendirmiştir.
HADİS RİVÂYETİNDE ÇOK HASSASTI
Kasım bin Muhammed, hadis-i şeriflerin hem manasına ve hem de la-fızlarına, harflerine varıncaya kadar dikkat ederek rivayet ederdi. Halbuki Tabiinden bazı hadis alimleri, hadis-i şerifleri manası ile rivayet etmekte bir beis görmüyorlardı. Fakat Tabiinden muhaddislerin çoğu hadis-i şeriflerin, Peygamberimizden işitildiği şekilde rivayet edilmesi üzerinde ittifak etmişlerdir. Kasım bin Muhammed, hadis-i şerif rivayet ederken en ince noktalara kadar dikkatli hareket eder, bir harfin bile değiştirilmesini uygun görmezdi.
TÜRBE-İ ŞERİFEYİ ANLATIYOR
Kasım bin Muhammed (r.a.) anlatıyor:
—"Bir gün halam Hazret-i Aişe'nin yanına vardım. Ona; "Ey Ana! Bana Peygamber efendimizin kabrini aç! dedim. Bunun üzerine bana Hücre-i Saadeti açtı. Üç kabir gördüm. Pek yüksek dağillerdi. Pek yerle beraber de değillerdi. Üzerlerine kızılca Batha taşcağızları dökülmüştü. Peygamber Efendimizin şerefli kabri hepsinden ilerdeydi. Hazret-i Sıddık'ın başı, Fahr-i kainat hazretlerinin mübarek sırtı hizasında, Hazret-i Ömer'in başı da Resülullah Efendimizin ayağı hizasındaydı."
VEFATI
Vefatından önce gözlerini kaybetti. Öleceğini anlayınca oğluna;
—"Beni üzerimde bulunanlarla kefenleyin" dedi. O sırada üzerinde gömlek, peştemal ve cübbe vardı. Oğlu;
—"Babacığım bunu iki katına çıkarsak olmaz mı? " diye sorduğunda,
—"Dedem Ebû Bekr de böyle üç parça bir kefene sarılmıştı. Bizim için ölçü onlardır. Bu kadarı kafi, Sonra dirilerin yeni giyeceklere ölüler-den daha çok ihtiyacı var." buyurdu.
Hicri 107, Milâdi 725 tarihinde ve 70 yaşında oldukları halde Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere arasındaki Kudeyd'de irtihal-i dâr-ı bakâ eylediler. (Radıyallahü anh)
-
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
04. Cafer-i Sadık (k.s.)
İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretleri Silsile-i Nakşibendiyye-i aliyyenin dördüncüsüdür.
H.80 (M. 699) veya H.83 (M.702) yılında Medîne'de doğdu. Babası Oniki İmamın beşincisi imam Muhammed Bâkır, annesi Hazreti Ebû Bekir'in (r.a.) torunu Kâsım bin Muhammed'in kızı Ümmü Ferve'dir. Böylece İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretleri'nin soyu baba tarafından Hazreti Ali Efendimize, anne tarafından da Hazreti Ebû Bekir Efendimize ulaşmaktadır. Künyesi büyük oğlu İsmâil'e nisbetle Ebû İsmâil ise de onun kendisinden önce vefât etmesi sebebiyle daha çok Ebû Abdullah, bazan da Ebû Mûsâ diye anılmıştır. Lakablarının en meşhûru Sâdık olup, Sâbir, Fâzıl, Tâhir ve Âtır lakabları da zikredilmiştir.
İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretleri Eshâb-i kirâmı görmekle şeref-lenen Tâbiîn devrinin yükseklerinden ve evliyânın büyüklerindendir.
İrşad vazîfesi, otuz dört sene sürmüştür.
Son derece güzel yüzlü ve tatlı dilliydi. Bedeni sanki nûr saçıyordu. Yüzünün renginde beyaz ve kırmızı karışmış olup, tatlı bir çehresi vardı. Kuvvetli ve orta boylu idi. Kısa ve şişman değildi, saçı kumrala yakındı. Hazret-i Ali Efendimize çok benzerdi. On evlâdı olup, yedisi erkek üçü kız idi. Oğulları: Mûsâ Kâzım, İshâk, Muhammed, İsmâil, Abdullah, Abbas ve Ali'dir. Evlatlarının hepsi zamânın âlimi ve üstünlerinden olup, evliyânın rehberiydiler. Mûsâ Kâzım oniki imâmın yedincisidir.
İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretleri ilmi, oniki imâmdan beşincisi olan babası Muhammed Bâkır'dan öğrendi. İlim ve fazîlette zamânının bir tânesi oldu. Bütün din bilgilerinde olduğu gibi, zamânının bütün fen ilimlerinde de söz sâhibiydi. Yetiştirdiği talebeler, cebir ve kimyâ ilimle-rinde çeşitli keşifler yapmışlar, bu ilimlerin temel sistematiğini kurmuşlar-dır.
İmâm-ı Azam Hazretleri İmâm Câferü's-Sâdık'ın halka-i tedris ve sohbetine devam ederek, o gizli ve âşikâr marifet menbaından, ilim ve evliyâlık yolunda çok istifâde etmiş ve onun huzurunda kavuştuğu yüksek mertebeleri anlatmak için:
—" O iki sene olmasaydı, Nûman helâk olmuştu" buyurmuştur. Câfer-i Sâdık Hazretlerinde iki yol birleşmiştir. Biri; Hz. Ebû Bekir, Selmânü'l-Fârisî, Kaasım Bin Muhammed Bin Ebû Bekir (r.a.) yolu ile gelen Nübüvvet kemâlâtı, diğeri Hazret-i Ali, Hazreti Hüseyin, Zeynelâbidin, Muhammed Bâkır (r.a.) yolu ile gelen velâyet kemâlâtıdır. İşte bu iki kemâlâtın kendisinde toplandığı zat Câferü's-Sâdık'tır. Rasûlüllahdan gelen yol nübüvvet ve velâyettir.
NİÇİN HAKKIYLA YAPMADIN?
Bir gün devrin meşhûr âlim ve zâhidlerinden Dâvûd-i Tâî, İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretleri'nin yanına gelmişti. Ona dedi ki:
—"Ey Peygamber efendimizin torunu! Bana bir nasîhat ver. Çünkü kalbim karardı. O da buyurdu ki:
—"Ey Dâvûd! Sen zamânımızın en zâhidi, Allah'tan en çok korkanı-sın. Benim nasîhatime ne ihtiyâcın var?"
—"Ey Resûlüllah'ın torunu. Sizin bütün yaratılmışlara üstünlüğünüz var. O büyük Peygamber'in kanı damarlarınızda dolaşmaktadır. Onun için herkese nasîhat vermeniz, üzerinize vâciptir, borçtur."
—"Ey Dâvûd! Ben kıyâmet günü gelince, ceddim Muhammed aley-hisselâmın elimden yakalayıp;
—"Niçin bana hakkıyla uymadın?" demesinden korkuyorum. Bu işler, nesep ve soy işi değil, ibâdet ve amel işidir.
Dâvûd-i Tâî bu sözleri duyunca ağlamaya başladı ve dedi ki:
—"Yâ Rabbî! Onun varlığı Peygamberlik soyundan meydâna gelmiş-tir. Sözleri yaşayışı herkese senettir, delildir. Dedesi Resûlüllah aleyhisse-lâm, annesi Betûl (Hazret-i Fâtımâ) olduğu hâlde, böyle düşünürse, Dâvûd'da kim oluyor ki, yaptıklarının bir kıymeti olsun!"
BÜYÜKLÜĞÜ
İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretlerinin büyüklüğü bazı eserlerde şöyle anlatılmaktadır:
İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretleri; Muhammed aleyhisselâmın milletinin, dîninin sultânı, Peygamberlik kemâlâtının, üstünlüklerinin bur-hânı, delili, senedi, hakîkatlerin âlimi, evliyânın gönüllerinin meyvası, Resûlüllah'ın sallellahü aleyhi ve sellemin vârisi, âriflerin, Hak âşıklarının serveri, zevk, aşk, sâhiplerinin rehberi idi. Tefsîr ilminde eşi yoktu.
Tasavvuf ilimlerinde yüksek mârifetlere kavuşmuş olan ve bu bilgileri arzu edenlere öğreterek onlara mürşidlik, rehberlik yapan İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretleri, kelâm, tefsîr, hadîs ve diğer din ilimlerinde de yüksek derecelere ulaşmıştır. Bu ilimlerde kendisinin olduğu bildirilen eserler, risâleler sonradan yazılmıştır. Din bilgisi üzerinde hiç kitap yazmadı. Kelâm ilminde, sapık îtikâd, inanç sâhibi olan Ehl-i bid'ate ve felsefecilere karşı verdiği sağlam, vesikalı cevaplar, bu hususta yazılan Ehl-i sünnetin kelâm kitaplarında yer aldı.
İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretleri, hadîs ilminde sika güvenilir bir râvi olup, kendisinden pek çok hadîs-i şerif rivâyet edilmiştir. Bu hadîs-i şerifleri, babasından, o da kendi babasından ve annesinden, Atâ bin Ebî Rebâh'dan ve Zührî gibi birçok râvîden alıp öğrenmiş ve kendisinden de Süfyân-ı Sevrî, Süfyân bin Uyeyne, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe, Mâlik bin Enes, Ebû Eyyûb-i Sahtiyânî gibi büyükler hadîs-i şerif bildirmişlerdir. Hadîs-i şerifler, Sahîhi Buhârî'nin dışında kalan Kütüb-i Sitte'nin hepsinde yer alır. Hadîs ilminde, İmâm Şâfiî ve Yahyâ bin Muîn, onun sika, güvenilir olduğunu bildirmişlerdir. İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe, onun hakkında;
—"Ondan daha fakih, fıkıh ilmini bilen kimse görmedim." buyurdu. Ebû Hâtem de, onun sika bir râvi olduğunu söylüyor. Sâlih bin Ebil-Esved, İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretlerinin;
—"Beni kaybetmeden önce her ilimden sorunuz. Benden sonra, size, benim gibi söyleyen birisini bulamazsınız." buyurduğunu haber verdi. Her ilimde üstâd, her mârifette mâhirdi. Doğruluğu ve sadâkatı o kadar çoktur ki, bundan dolayı kendisine "Sâdık" lakabı verildi.
BÖYLE GEREKİYOR
İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretleri bir müddet halvet, yalnızlık hâ-linde kalmış, evinden insanlar arasına çıkmamıştı. Evliyânın büyüklerinden Süfyân-ı Sevrî evine gelip:
—"Ey Resûlullah'ın torunu! İnsanlar bereketli nefesinizden, faydalı sohbetinizden mahrum kaldı. Niçin uzlete çekildiniz?" deyince, buyurdu ki:
—"Şimdi böyle gerekiyor. (Zaman bozuldu ve dostlar değişti). Sözümüzün hakîkatı meydana çıktı." ve şu iki beyti okudu:
Geçen gün gibi geçip gitti, vefâ da,
İnsanların kimi hayâl, kimi ümit peşinde.
Dostluk, vefâ görünüşte kaldı aralarında,
Fakat kalbleri akreplerle dolu gerçekte.
ÜÇ ŞEY
Süfyân-ı Sevrî Hazretleri, bir gün İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretleri'nin evine gitti. İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretleri:
—"Ey Süfyan! Sen, zaman zaman sultân ile görüşüyorsun. O seni arıyor, sen de ona gidiyorsun. Ben ise, mümkün mertebe sultandan uzak duruyorum. Zamânın hâli bunu îcâb ettiriyor. Yanımdan hemen çık, git!"
Süfyân-ı Sevrî;
—"Bana bir hadîs-i şerîf nakletmedikçe buradan ayrılmayacağım, ey İmâm! Senden nasihat alacak bir şey işitip gideyim." dedi.
İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretleri;
—"Çok sözün sana faydası yoktur. Ben atalarımdan rivâyetle Resûlullah'tan bildirilen şu üç şeyi sana anlatayım." dedi. Bu üç şey şudur:
1-Allâhü Teâlânın nîmetine kavuşan ve bu nîmetin devamlı olmasını isteyen kimse, Allah'a hamd ve şükrünü çoğaltsın! Zîrâ Allâhü Teâlâ Kur'ân-ı kerîmde İbrâhim sûresi onuncu âyetinde meâlen; "Nîmetlerimin kıymetini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız, onları arttırırım. Kıymetini bilmez, bunları beğenmezseniz, elinizden alır, şiddetli azab ederim." buyurdu.
2-Bir kimse, rızkı azaldığı zaman çok tövbe ve istiğfâr etsin! Zîrâ Allâhü Teâlâ Nuh sûresinde tövbe ve istiğfâr edenlerin, günâhlarını ba-ğışlayacağını ve rızıklarını arttıracağını vâd ediyor.
3-Bir kimse sultandan veya her hangi bir şeyden sıkıntı görür ve bir belâya uğrarsa; "Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil-aliyyil-azîm." desin!
Bunun üzerine Süfyân-ı Sevrî, İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretlerinin elini tuttu ve ona dedi ki:
—"Hepsi, bu üçü müdür?" İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretleri;
—"Bunları iyi anla! Allâhü Teâlâya yemin ederek söylüyorum ki, bun-ları yaparsan çok ihsânlara, iyiliklere kavuşursun." buyurdu.
FAİZİN HARAM KILINIŞI
Bir gün İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretleri'ne sordular: "Allâhü Teâlâ fâizi niçin haram kılmıştır?"
Buyurdu ki:
—"İnsanların birbirine iyilik yapmaları, ihsanda bulunmaları için, Allâhü teâlâ faizi haram etti. Fâiz haram olmasaydı, birbirine karşılıksız iyilik yapan kalmazdı. Yapılan her iyiliğin karşılığı olarak dünyâda men-faat bekleyen çok olurdu."
BEN DE AMİN DEDİM...
İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretleri duâsı makbûl olanlardandı. Allâhü Teâlâ'dan bir şey istediğinde daha sözü bitmeden isteği verilirdi. Bir gün yalnız başına yolda gidiyordu. Kendisini sevenlerden biri de ar-kasından yürüyordu. Bir ara İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretleri;
—"Yâ Rabbî! Elbisem yoktur, bana elbise gönder." buyurdu. Aniden bir paket içinde elbise geldi. Arkadan tâkip eden zât evlerine kadar geldi. Hazret-i İmâma;
—"Ey efendim, siz duâ ederken ben de âmin dedim. Eski elbiseleri-nizi bana verin." dedi. Bu söz İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretlerinin pek hoşuna gitti ve elbiselerini ona verdi.
ELLİ HAC MİKTARI
Bir şahıs, İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretlerinden, Allâhü Teâlânın kendisine çok mal verip, çok hac yapması için duâ buyurmasını istedi. O da;
—"Yâ Rabbî! Buna elli hac yapacak kadar mal ver!" diye duâ etti. O şahıs elli hac yaptı. Elli birinci hac için Cühfe denilen yerde gusül ede-cekti. Sel geldi ve orada vefât etti.
İTİRAZ EDENİN HALİ
Hakem bin Abbâs-ı kelbî buyuruyor ki;
—"Benim Zeyd isminde bir amcam var idi. O, İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretlerine çok îtirâzda bulunurdu. Bir gün bir hurma mevzuu açıldı. Yine çok îtirâzda bulundu ve; "İmam Ca'ferüs-Sâdık nerede, böyle işler nerede?" dedi. İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretleri'nin bu sözden haberi oldu ve şöyle buyurdu:
—"Yâ Zeyd-i Kelbî, eğer böyle bir şey varsa, Allâhü Teâlâ sana, kelb büyüklüğünde bir hayvan musallat etsin ki o hayvan seni helâk etsin."
Bir gün Zeyd bir yere giderken, yolda köpek büyüklüğünde bir arslan saldırdı ve onu öldürüp ciğerlerini söktü. Bu olaydan sonra kimse İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretlerine îtirâzda bulunmadı.
OĞLUNA NASİHATI
İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretlerinin, oğlu Mûsâ Kâzım Hazretlerine nasîhatı:
—"Ey oğlum, kendi rızkına râzı ol! Kendi rızkına râzı olan, kimseye muhtâc olmaz. Gözü başkasının malında olan, fakir olarak ölür. Allâhü Teâlânın taksim ettiği rızka râzı olmayan, O'nu kazâ ve kaderinde, di-lediğini yaratmakta töhmet altında tutmuştur. Kendi kusurlarını küçük gören, başkasınınkileri büyütmüş olur. Her zaman kendi kusurlarını büyük gör. Başkasının gizli bir şeyini açığa vuranın, evindeki gizli şeyler herkesçe bilinir.
"Kardeşi için kuyu kazan, o kuyuya kendisi düşer. Ahmaklar arasında bulunan horlanır, âlimler arasında bulunan hürmet görür.
"Ey oğlum, insanlara kızmaktan çok sakın, yoksa sana da kızarlar. Boş iş ve söze karışmaktan sakın, sonra aşağılanırsın."
"Ey oğlum, lehinde veya aleyhinde de olsa, hakkı ve doğruyu söyle! Böyle yaparsan herkes seninle istişâre eder danışır fikrini alır."
"Ey oğlum, arkadaşlık yaptığın, ziyâretine gittiğin kimse, iyi ahlâk sahibi olsun, kötü ahlâkı olanlarla arkadaşlık etme, onlarla görüşme! Çünkü onlar, suyu olmayan çöl, dalları yeşermeyen ağaç, ot bitmeyen topraktırlar."
"Ey oğlum, Allahü Teâlânın kitâbını okuyucu, iyilikleri emredici, kötülükten nehyedici, sana gelmeyene sen gidici, seninle konuşmayanla konuşucu ol! İsteyene ver. Gıybetten, koğuculuktan sakın. Çünkü söz ta-şımak, insanların kalbinde düşmanlığı arttırır. İnsanların ayıplarını görme. İnsanların ayıplarını gören, onların hedefi olur."
YÜKSEK HALLERİNDEN
Bir gün, İmam Cafer-i Sâdık (k.s.) Hazretleri Emevî halifelerinden Mansur'a gammazladılar. Hacca gittiği zaman, İmam Cafer-i Sâdık (k.s.) Hazretleri ile onu gammazlayan huzura çıkarıldı. İmam Cafer-i Sâdık (k.s.) Hazretleri gammaza şöyle dedi:
—" Söylediğinin doğruluğu üzerine yemin eder misin?. "
Gammaz şöyle dedi:
—"Evet, yemin ederim. "
Sonra yemin etti. Bunun üzerine İmam Cafer-i Sâdık (k.s.) Hazretleri, halifeye dönüp şöyle dedi:
—"Hayret!. Gördüğüm gibi yemin de etti."
Ondan sonra da gammaza dönüp şöyle dedi:
—"Sen şöyle diyerek yemin edeceksin: "Allah'ın gücünden, kuvvetinden uzak olup kendi gücüme, kuvvetime sığınıyorum ki, Cafer şöyle şöyle dedi. "
O gammaz, önce böyle bir yemin etmek istemedi. İsrar edilince bu yemini etti.. Yeminini tamamlayamadan da olduğu yerde düşüp öldü.
ŞAKİNİN ÖLÜMÜ
Şakinin biri İmam Cafer-i Sâdık (k.s.) Hazretleri'nin azadlı kölesini sebepsiz yere öldürmüştü. Bunu duyunca, İmam Cafer-i Sâdık (k.s.) Hazretleri çok üzüldü. Gece sabaha kadar namaz kıldı, o azgın adamı Allah'a havale etti. Seher vakti , henüz tam sabah olmadan o şakinin ölümüne ağlayanların sesleri duyulmaya başlandı.
ARSLAN PARÇALADI
Bir gün amcası Zeyd hakkında, Kelb kabilesinden Hakem b. Abbas'ın ileri geri sözlerini duydu; Şöyle bir şey demişti:
Astık sizin için Zeyd'i hurma dalına;
Görmem dürüst asılanı hurma dalına..
Onun böyle dediğini duyan İmam Cafer-i Sâdık (k.s.) Hazretleri, çok üzüldü ve şöyle dedi:
—"Allah'ım, onun üzerine köpeklerinden bir köpeği sal."
Çok geçmeden o adamın üzerine bir arslan saldırıp parçaladı.
Taberî'de yazılıdır. "Vehb anhlatıyor:
—"Leys b. Saad'in şöyle dediğini dinledim: "Hicretin 113. (M.736) yılında hacca gitmiştim. İkindi namazını kıldıktan sonra, Ebu Kubeys Dağı'na çıktım. Bir de baktım ki; bir kimse oturmuş, duâ ediyor ve şöyle diyor:
—"Yâ Rabbi, yâ Rabbi!."
Bu sözü o kadar söyledi ki, sonunda nefesi kesildi.
Daha sonra şöyle demeye başladı:
—"Ya Hayy, ya Hayy!."
Yine nefesi kesildi. Bundan sonra da, şu dilekte bulundu:
—"Allahım, canım taze üzüm istiyor; bana üzüm yedir. Hırkam da eskidi, beni giydir."
O, bu sözünü tamamlamadan gördüm ki, içi üzüm dolu bir sepet.. O gün, yer yüzünde üzümün olması mümkün değildi. Bir de iki hırka gördüm ki; onların benzerini görmemiştim.
Gelen üzümden yemek istediği zaman, yanına gittim şöyle dedim:
—"Bu işte ben de ortağım, Sen duâ ettiğin zaman ben de, "Âmin!." diyordum.
Şöyle dedi:
—"Öyle ise ye, ama ondan bir şey alıp saklama, sonraya da bırakma."
Bundan sonra da, gelen hırkanın birini bana verdi. Dedim ki:
—"Benim ona ihtiyacım yok."
Bunun üzerine birini giydi, birine de sarındı.
İki de gösterişli elbisesi vardı. Onları da alıp olduğu Ebu Kubeys Dağı'ndan indi. Ben de peşindeydim. İner inmez, kendisini bir adam karşıladı, şöyle dedi:
—"Ey Resulüllah'ın oğlu, beni giyindir."
Onun böyle demesi üzerine, gösterişli elbiselerinin ikisini de ona verdi. O elbiseleri alan kimseye sordum:
—"Sana bunları veren kimdi?."Şöyle dedi:
—"O, İmam İmam Cafer-i Sâdık (k.s.) Hazretleridir.
O kimsenin böyle demesi üzerine hemen İmam Cafer-i Sâdık (k.s.) Hazretlerini aradım ki, kendisinden yararlı şeyler işiteyim, hadis-i şerif, haber duyayım. Fakat bulamadım. kaybolmuştu..
SARI KAFTAN
Amcasının oğlu Abdüllah b. Muhsî Haşimoğullarının büyüğü idi; Muhammed'in kardeşinin de babası.
İmam Cafer-i Sâdık (k.s.) Hazretleri'ne elçi gönderdiler ki, bu iki kardeşe biat ede. İmam Cafer-i Sâdık (k.s.) Hazretleri şöyle dedi:
—"Hilâfet, biat ne benim içindir; ne de onlar için.. O, sarı kaftan giyen, çocuklarını onunla oynatan kimse içindir."
O sırada Mansur Abbasî de orada bulunuyordu, üzerinde de sarı kaftan vardı.
Durum, dediği gibi çıktı; Mansur halife oldu.
MÜBAREK SÖZLERİNDEN...
—"Bir iyiliğin tamam olması için, şu üç şeyi yapman gerekir:
1) Ettiğin iyiliği gözünde küçük göresin.
2) Ettiğin iyiliği gizli tutasın, yaymayasın.
3) Ettiğin iyilikte acele edesin; ağırdan almayasın."
—"Akıl kadar ihtiyaç duyulan bir mal yoktur.
Cahillikten daha büyük bir musibet olmaz.
Danışmak kadar büyük yardımcı bulunmaz."
—"Dikkat ediniz, Allahü Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
—"Ben eli açık cömerdim, ikram sahibiyim; şahsiyeti düşük olan bana yakın olamaz."
—"Bir kimse sanırsa ki; Allâhü Teâlâ bir şeydedir, bir şeyden parçadır, bir şeyin üstündedir, o kimse şirke düşmüştür. Çünkü Allâhü Teâlâ, bir şeyin üstünde olursa taşınmış olur, bir şeyde olursa sınırlı olur, bir şeyden parça olunca da yaratılan bir şey, sonradan olma bir şey olur. "
—"Bir gün kendisine sordular:
—"Neden duâ ediyoruz da kabul olmuyor?."
Şu cevabı verdi:
—"Çünkü, kime duâ ettiğinizi bilmiyorsunuz. "
Vücudunun iç kısmına kaba, kısa yünden cübbe giyerdi. Dış kısmına dakıymetli elbise giyerdi. Soranlara şöyle derdi:
—"İçimizdeki cübbeyi Allah için giyeriz; elbiseyi ise sizin için giyeriz. Allah için olanı gizledik, sizin için olanı da açığa çıkardık."
—"Eğer bir günah işlersen, hemen Allah'tan bağışlanmanı dile, istiğfar et. Zira işlenen günahlar, henüz yaratılmadan önce insanların boyunlarına asılan yaftalar gibidirler. Olmaya ki, bağışlanmanı dilemeyi bırakıp hatalarda israr edesin."
—"Allâhü Teâlâ, dünyaya şöyle vahyetti:
-Bana hizmet edene sen de hizmet et; bana hizmet etmeyeni de kendine hizmet ettirip yor. "
—"Yalancının mürüvveti olmaz. Başkasının iyiliğini çekemeyen hasetçi rahat yüzü görmez. "
—"Cimrinin dostu olmaz. "
—"Kötü huylu kimse büyük sayılmaz. "
—"Allah'ın haram ettiği şeylerden elini çekip onun emirlerine sarıl ki, ibadet ehli biri olasın, adın da âbid ola. Allah'ın sana verdiği payla gönlünü hoş tut ki, Müslüman sayılasın"
"Beş kimse ile berâber bulunmaktan sakın: Birincisi, yalan söyleyen-den sakın. Çünkü ona dâimâ aldanırsın. İkincisi, cimriden sakın. Üçüncüsü, ahmaktan yâni aklı az olandan sakın. Çünkü en çok işine ya-rıyacağı zaman, seni bırakır. Dördüncüsü, kötü kalbli kimseden sakın. Çünkü işi bozulunca seni harcar. Beşincisi, fâsıktan yani günah işlemekten utanmayan kimseden sakın! Çünkü seni bir lokma ekmeğe satar."
"Bir mümin kardeşine âit hoş olmayan bir iş duyarsan, birden yetmişe kadar özür kapısını araştır. Bulamazsan belki benim anlamadığım özür kapısı vardır de ve kapa."
"Müslüman kardeşinizden mânâsını anlamadığınız bir söz duyarsanız, iyiye yorunuz. Daha iyisi kâbil olmayacak kadar iyiye yorumlayınız. Anlayamamaktan dolayı kendinizi ayıplayın."
"Bir hata işlediğiniz zaman istiğfar edin. Hatâda isrâr helâk olmaya sebebtir. Bir kimse geçim darlığı çekiyorsa istiğfâra devâm etsin."
"Mihnete (sıkıntıya) hamdetmeyen, nîmete şükretmez."
"Perşembe günü ikindi vakti olunca, Allahü Teâlâ, meleklerini gökten yere indirir. Meleklerin yanında gümüşten sâhifeler ve altından kalemler vardır. Ertesi gün güneş batıncaya kadar Resûlüllaha okunan salevâtı yazarlar."
"Bu dört şeyi, her şerefli kimsenin yapması gerekir. Yapmaması ona yakışmaz:
1.Bulunduğu meclise babası gelirse ayağa kalkmak.
2.Müsâfire hizmet etmek.
3.Yüz tâne hizmetçisi olsa, muhtaç olmadığı zaman bineğine yardım istemeden binmek.
4.İlim öğrendiği hocasına hizmet etmek."
"Bir kimse, sevdiği bir malının elinde devamlı kalmasını isterse, ona baktıkça, "Mâşâallah, lâ havle velâ kuvvete illâ billâh (yâni, Allah'ın di-lediği olur, kuvvet O'nundur) desin!"
"Malı ve evlâdı çok olmasını isteyen, nebâtî, sebze yemek çok yesin!"
"Din âlimleri fakihler, sultanların, devlet adamlarının kapısına gidip, onlara yaltaklanmadıkça peygamberlerin vekilleridir."
"Namaz, her takvâ sâhibi için yakınlıktır. Hac, her güçsüzün cihâdıdır. Bedenin zekâtı oruçtur. Amel, ibâdet, hayırlı iş yapmadan karşılık bekleyen, yaysız ok atana benzer."
"Sadaka vererek rızkınızı çoğaltınız. Zekât vererek mallarınızı koru-yunuz. İktisâd eden, tasarrufa riâyet eden aldanmaz. Tedbirli, düzenli yaşamak, geçimin yarısıdır. İnsanlarla iyi geçinmek, aklın yarısıdır."
"Ana-babasını üzen, onlara isyân etmiş olur. Musîbet zamânında dizini döven, sevâbından mahrûm olur. Allahü Teâlâ sabrı musîbet miktârınca indirir."
"Takvâdan, Allahü Teâlâdan korkup haramlardan sakınmaktan daha üstün azık yoktur. Susmaktan güzel şey yoktur. Bilgisizlikten zararlı düşman yoktur. Yalandan büyük hastalık yoktur."
"Günahlara tövbe etmeyi geciktirmek, Allahü Teâlâya karşı mağrûr olmak, kibirli olmaktır."
"Uzun emel sâhibi olmak ve herşeyi sonraya bırakmak, perişanlık ve düşüncesizliktir."
"Allahü Teâlânın yarattığı işlere karışmak, felâketine sebeb olur. Meselâ, Allah bana mal verseydi, hacca giderdim. Sıhhat verseydi ibâdet ederdim... gibi sözler söylemek, kişinin helâkidir."
Dört şey vardır ki, onların azı da çoktur:
1. Ateş, 2. Düşmanlık, 3. Fakirlik, 4. Hastalık."
"Kız evlâtlar, ana-babası için hayır hasenâttırlar. Oğlanlar ise, nîmet-tirler. Hasenât sâhibi olanlar sevâb kazanır. Nîmetlerden ise hesâba çekilir, suâl sorulur."
"Bir kimse, kusûr, günah işlediği zaman utanmıyorsa, yaşlandığı za-man pişmanlık duyup kötü işlerinden vaz geçmese ve tenhâ bir yerde olduğu zaman Allahü Teâlâdan korkmazsa, onda hayır yoktur."
"Üç şey vardır ki, müslümanları çok azîz şerefli eder:
1.Kendisine zulüm edeni affetmek.
2.Kendisine bir şey vermeyene iyilikte bulunmak.
3.Kendisini aramayanları arayıp hâllerini sormak."
Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bâzıları şunlardır:
Peygamber efendimiz buyurdu ki:
"Allahü Teâlânın hidâyete kavuşturduğunu kimse saptıramaz. Allahü Teâlânın hidâyet vermediğini, kimse hidâyete erdiremez. Sözlerin en iyisi, Allahü Teâlânın kitâbıdır. Yolların en iyisi, Muhammed aleyhisselâmın gösterdiği yoldur. İşlerin en kötüsü, bu yolda yapılan değişikliklerdir. Bid'atlerin hepsi, dalâlettir, sapıklıktır."
"İlim, hazînedir. Anahtarı, sorup öğrenmektir. İlmi isteyiniz ki, Allahü Teâlâ size merhamet etsin. İlim öğrenmekte dört kişiye sevâp vardır. Talebeye, hocaya, dinleyenlere ve onlara yardım edenlere."
Rivâyet ettiği hadîs-i kudsî:
"Lâ ilâhe illallah kal'amdır. Bunu okuyan kal'aya girmiş olur. Kal'ama giren de azâbımdan kurtulur."
İmâm Ahmed bin Hanbel Hazretleri Müsned'inde buyuruyor ki: Cebrâilin Allahü Teâlâ'dan naklen, Peygamber efendimize; "Lâ ilâhe il-lallah hısnî, men kâlehâ, dehale hısnî ve men dehale hısnî, emine min azâbî" şeklindeki duâyı her kim rivâyet edenlerin ismiyle, inanarak ihlâsla bir deliye veya hastaya okursa şifâ bulur.
YAŞADIĞI DEVRİN BAZI HUSUSİYETLERİ
İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretleri siyâsetten tamamen uzaklaşmış, Medîne'de ilimle meşgûl olmuş ve bu şekilde Emevîlerin baskılarından kurtulabilmiştir. Abbâsîler devrinde de siyasî-idâri tutum açısından önemli bir değişikliğin olmadığını görerek kendisini ilme vakfetmiştir. Bilhassa amcazadeleri Muhammed en-Nefsüzzekiyye ile İbrâhim bin Abdullah'ın H.145 (M.762) yılındaki isyanlarına muhalefet etmiş, onlara, başarılı olamayıp öldürülebileceklerini söylemiştir. Rivayetleri Buhâri'nin el-Câmi'us-sahîh'i dışında Kütüb-i Sitte'de yer almıştır.
Buhârî'nin bu eserinde İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretleri'nden rivayette bulunmaması, onun hadis konusunda zayıf oluşu yüzünden değil meclisine girip çıkan bazı kimselerin kendisinin söylemediği münker ve mevzû hadisleri ona isnat etmeleri sebebiyledir.
İnsanların din konusunda bilmeleri zaruri olan başlıca hususlar: Allah'ı kâinatın yaratıcısı ve yöneticisi olarak tanımak, O'nun nimetlerini ve O'na karşı yapılması gereken vazifeleri bilmek, küfür ve dinden dönmeye sebep olacak şeylere vâkıf olmak şeklinde gösteren İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretlerine göre Allah hiç bir şeye benzemez, hiçbir şey de O'na benzemez. Allah kulların tasavvur ettiği her türlü hayal ve vehmin ötesindedir, gözler O'nu idrak edemez.
İnsanların kendi istekleri ile yaptıkları fiillerin kendilerine nisbet edi-leceğini, fiillerin hayır veya şer olmasından dolayı mükâfat ve ceza gö-receklerini belirten İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretleri, kıyamet gü-nünde Allahın bütün mahlukatı toplayacağını, onları emirlerini yerine getirmemekten dolayı mesul tutacağını, iradeleri dışında maruz kaldıları şeylerden dolayı ise sorumlu tutmayacağını söylemiştir.
Büyük günah işleyen kimsenin durumu hakkında ona nisbet edilen görüş, günahkâr müminin günahı miktarınca azap gördükten sonra ce-hennemden çıkıp cennete gireceği şeklindedir. Ona göre büyük günahlar: Şirk, Allahın rahmetinden ümid kesmek, ebeveyne itaatsizlik, adam öldürmek, namuslu kadınlara zina isnadında bulunmak, yetim malı yemek, savaştan kaçmak, yalan yere yemin etmek, faiz, zina, hıyanet, zekât vermemek, yalancı şahitlik, içki içmek, namazı terketmek, ahdi bozmak, akrabalık münasebetini kesmek, yalan söylemek, Allah'a karşı nankörlük, ölçü ve tartıda hile yapmak, livâta ve bid'at olmak üzere yirmiyi aşkındır.
İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretleri rec'at, bedâ (İmamların yeniden dirilip yaşamaları), tenâsüh (Ruhların vücuttan vücuda geçmesi), gaybet (gözden kaybolmak), hulûl ve teşbih ile ilgili şia inancının esasını teşkil eden hususlardan tamamen uzaktır. Livata ve müt'a nikahı hakkında ona nisbet ettirilen sözler uydurma ve iftiradır.
İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretleri H.148 (M.765) senesi Recep ayının on beşinde Pazartesi günü Medine'de vefât etti. Kabri, Cennet-ül-Bâkî'de olup, babası ve dedesi yanındadır.
(Kaddesallâhü sirrahül aziz)
-
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
05. Bayezid-i Bestami (k.s.)
Evliyânın büyüklerinden, Silsile-i aliyye-i Nakşıbendiyyenin beşinci halkasıdır.
Sultân-ül Ârifîn lakabıyla meşhûrdur. Künyesi, Ebû Yezîd'dir. (Bâyezîd şeklinde de telaffuz olunur.) İsmi Tayfûr, babasının adı Îsâ'dır.
Mîlâdî 776 (H.160) veya 803 (H. 188) de İran'da Hazar denizi kenarında Bestâm'da doğdu. Zât-ı Âli Kadrleri büyük evliyadan olup, tarikatın imamı ve hakîkatın pîri ve şerîat yolunun yolcusu, ehl-i sünnet vel-cemâat ve hanefiyyü'l-mezheb idiler.
Ana karnında iken bile harikuladelikleri vardı. Annesi şüpheli bir şeyi ağzına alacak olsa, onu geri atıncaya kadar karnına vururdu.
ÇOCUKKEN VERDİĞİ CEVAPLAR
Çocukken birgün cami avlusunda oynuyordu. Oradan geçmekte olan Şakîk-i Belhî kendisini görüp;
—"Bu çocuk büyüyünce zamânın en büyük velisi olacak." buyurdu.
Yine bir gün hadîs âlimlerinden bir zât onu görünce çok hoşuna gitti. Zekâ ve anlayışını ölçmek için sordu:
—"Güzel çocuk, namaz kılmasını güzelce biliyor musun?" Bâyezîd-i Bestâmî de ona;
—"Evet Allah dilerse becerebiliyorum." cevâbını verince;
—"Nasıl?" diye sordu. Bâyezîd-i Bestâmî de;
—"Buyur yâ Rabbî! diyerek emrini yerine getirmek üzere tekbir alı-yor, Kurân-ı kerîmi tâne tâne okuyor, tâzim ile rükûya varıyor, tevâzu ile secde ediyor, vedâlaşarak selâm veriyorum." deyince, o zât hayran kaldı:
—"Ey sevgili ve zekî çocuk! Sende bu fazîlet ve derin anlayış varken, insanların gelip başını okşamalarına niçin izin veriyorsun?" diye sordu. Bâyezîd-i Bestâmî de; "
—"Onlar beni değil, Allahü Teâlânın beni süslediği o güzelliği mes-hediyorlar. Bana âit olmayan bir şeyi dokunmalarına nasıl mani olabili-rim?" cevâbını verdi.
Küçük yaşta iken annesi, kendisini mektebe gönderdi. Bâyezîd haz-retleri, büyük bir dikkatle derslere devâm ediyordu. Burgün Kurân-ı kerîm okumak için gittiği mektepte, okuduğu bir âyet-i kerîmenin (Lokman sûresi:14) tesiri ile erkenden eve döndü. Annesi merak edip niçin erken döndüğünü suâl edince, şöyle cevap verdi:
—"Bir ayet-i kerîme gördüm. Allahü Teâlâ o âyet-i kerîmede kendi-sine ve sana hizmet ve itâat etmemi emrediyor. Ya benim için Allahü Teâlâya duâ et, sana hizmet ve itâat etmem kolay olsun, veyahut da beni serbest bırak, hep Allahü Teâlâya ibâdet ile meşgûl olayım." dedi. Annesi;
—"Seni Allahü Teâlâya emânet ettim. Kendini O'na ver." dedi. Bundan sonra Bâyezîd, Kendini Allahü Teâlâya verdi, emirlerinin hiç birisini yapmakta gevşeklik göstermedi; ama annesinin hizmetini de ihmâl etmedi. Annesinin küçük bir arzusunu, büyük bir emir kabûl edip, her durumda yerine getirmeye çalışırdı. Çünkü Allahü Teâlânın emri de böyle idi.
ANNESİNİN ARZUSUNA DİKKATİ
Elinde olmadan iki sefer annesinin arzusunu yerine getiremedi. Bu husûsu büyük pişmanlık içinde şöyle anlatır:
—"Hayâtımda yalnız iki defa annemin arzusunu yerine getiremedim. Her defâsında mutlaka bana zararı dokundu. Birincide düştüm burnum ezildi. İkincisinde ayağım kaydı düştüm, omuzumdaki su testisi kırıldı.
Hâdise şöyle cereyan etmişti: Soğuk ve dondurucu bir kış gecesi idi. Annesi yattığı yerden oğluna seslenip su istedi. Bâyezîd-i Bestâmî hemen fırlayıp su testisini almaya gitti. Fakat testide su kalmamış olduğundan çeşmeye gidip, testiyi doldurdu.Buzlarla kaplı testi ile annesinin başına geldiğinde, annesinin tekrar uykuya dalmış olduğunu gördü. Uyandırmaya kıyamadı. O halde bekledi. Nihâyet annesi uyandı ve:
— "Su, su!" diye mırıldandı. Bâyezîd elinde testi bekliyordu. Şiddetli soğuğun tesiri ile eli donmuş, parmakları testiye yapışmış idi. Bu hâli gö-ren annesi;
—"Yavrum, testiyi niçin yere koymuyorsun da, elinde bekletiyorsun?" dedi. Bâyezîd-i Bestâmî;
—"Anneciğim uyandığınız zaman, suyu hemen verebilmek için testi elimde bekliyordum." dedi. Bunun üzerine annesi;
—"Yâ Rabbî! Ben oğlumdan râzıyım. Sen de râzı ol!" diye cânu gö-nülden duâ etti. Belki de annesinin bu duâsı sebebiyle, Allahü Teâlâ ona evliyâlığın çok yüksek mertebelerine kavuşmayı ihsân etti.
Gençlik yıllarında yaptığı bâzı ibâdetlerden zevk alamıyordu. Bu du-rumu zaman zaman annesine anlatırdı ve yetişmesinde, terbiye edilme-sinde bir kusur bulunup bulunmadığını sorardı:
—"Anneciğim; beni emzirdiğin zaman, benim yüzümden haramdan bir şey aldın mı? İçimde beni Rabbimden alıkoyan bir şey hissediyorum. Fakat neden olduğunu bilmiyorum." derdi. Annesi uzun bir müddet dü-şündükten sonra;
—"Evlâdım tek şey hatırlıyorum. Sen daha küçüktün. Komşulara oturmaya gitmiştim. Kucağımda iken ağlamaya başladın. Bir türlü sustu-ramadım. Seni susturmak için ocağın üstünde pişmekte olan tarhanaya komşudan izin almaksızın parmağımı batırıp ağzına koydum." dedi. Bunun üzerine annesinden, o komşuya gidip helallik dilemesini istedi. Annesi helallik diledikten sonra yaptığı ibâdetlerden zevk almaya başladı.
Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri Üveysî idi. Yani İmâm Câfer-i Sâdık'ın vefâtından kırk yıl sonra doğduğu hâlde İmâm Ali Rızâ'nın sohbetinden ve bunun bereketiyle İmâm Câfer-i Sâdık'ın rûhâniyetinden istifâde ederek mânevî mertebelere ulaştı. Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, İmam Câfer-i Sâdık'ın rûhâniyetinden feyz almakla meşhûr oldu.
(Bazı tarihçiler Bâyezid-i Bestâmi'nin (k.s.) (136) Hicrî yılında dün-yaya geldiğini ve Câferü's-Sâdık (r.a.) hazretlerinin de (148) yılında irtihal buyurduklarını yazarlar. Buna göre Bâyezid-i Bestâmî hazretleri (12) yaşında iken, Câferü's-Sâdık (r.a.)'den feyz almakla şereflenmiş oluyor.)
Otuz sene Şam civârında bulunup, yüz on üç âlimden ilim öğrendi. Aşk-ı İlâhîde o kadar ileri ve ibâdette o derece yüksekte idi ki, namaz kılarken Allah korkusundan göğüs kemikleri gıcırdar, yanında bulunanlar bunu işitirlerdi. Son derece âlim, fâdıl ve edîp idi. Şiirleri meşhûrdur.
HOCASINI SON DERECE DİKKATLİ DİNLERDİ
Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, hocalarından birinin huzûrunda iken hocası;
—"Şu rafdaki kitabı getir." dedi. Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri,
—"Hangi rafdaki kitabı istiyorsunuz efendim?" dedi. Hocası;
—"Bunca zamandır buraya gelip gidiyorsun. Dershânede oturduğun yerin üstündeki rafı diyorum." deyince, Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri,
—"Efendim, mübârek sohbetinizi dinlemekteki dikkat ve edebe ri-âyetten dolayı, şu âna kadar başımı kaldırıp etrafa bakmış değilim." diye cevap verdi. Hocası bu söz karşısında çok memnun oldu. Ve,
—"Mâdem ki durum böyle; senin işin tamamdır. Artık memleketin Bestam'a dönebilirsin ve bizden öğrendiklerini başkalarına öğretebilirsin." diyerek icazet verdi.
BU DERECEYE NASIL KAVUŞTU
Bu dereceye nasıl kavuştun dediklerinde şöyle anlattı:
—"Çocukken bir hal oldu. Öyle bir şey gördüm ki, onsekizbin âlem o huzurun yanında bir zerre gibi göründü. Aklım başımdan gitti. Büyük bir hal kapladı. Ya Rabbi! bu dergâh bu kadar büyük ve bu kadar boş, oradaki işler, haller o kadar güzel ve orası o kadar yalnız, dedim. Gizli bir ses duydum;
—"Dergâh boş değil. Kimse buraya gelemiyor. Her yüzü yıkanmamışın buraya girmesini istemiyorum" buyurdu. Bütün insanları çağırmayı bir an düşündün. Fakat hemen Peygamberimizin (s.a.v.) şefâat makamına edepli olmak aklıma geldi. Yine bir ses duydum;
— "Bu bir edebi gözetmen ile, ismini büyük eyledik. Kıyamete kadar sana, (Sultânü'l-Arifin Bâyezid) derler." diyordu.
MÜRŞİDİM BİR KADINDIR
Bir gün Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretlerine;
— "Mürşidin, kimdir?" diye sordular. O da;
—"Bir kadın." dedi.
—"Bu nasıl olur?" dediler. Cevâbında şöyle buyurdu:
—"Bir gün Allahü Teâlânın sevgisi ile, kendimden geçmiş olarak yolda yürüyordum. Bir kadın gördüm. Elinde bulunan bir çuval unu, ta-şımam için bana ricâda bulundu. Gücüm yetmez diye düşündüm. Orada kafes içinde bulunan bir arslana işaret ettim. Kafes açılıp, arslan geldi. Un çuvalını yükledim. Fakat açıktan kerâmet göstermiş olduğum için de çok korktum ve mahcûp oldum. Kadının beni tanıyıp tanımadığını öğrenmek için;
—"Pazara varınca kimi gördüm diyeceksin." dedim. Kadın;
—"Zâlim Bâyezîd-i gördüm diyeceğim." dedi. Ben hayretle;
—"Neden?" diye sordum. Kadın şöyle cevap verdi:
— "Allahü Teâlâ, bu arslanı yük taşımak için yaratmadığı halde, sen niçin yük yükledin? Bu zulüm değil de nedir? Bunu, insanlar sana kerâmet sâhibi desinler diye yapmış isen çok fena." dedi. Bunun üzerine çok ağlayıp istiğfar ettim. Bundan sonra benden fevkalâde bir hâl meydâna gelse, "Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlüllah, Nûh Neciyullah, İbrâhim Halîlullah, Mûsâ Kelîmullah, Îsâ Rûhullah" yazısını veya bir nûr görüyorum. Böylece, benden meydana gelen hâllerin doğru olduklarının, Allahü Teâlâ tarafından tasdîk olunduğunu anlıyordum.
TAM BİR HAK AŞIĞI İDİ
Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, Allahü Teâlânın aşkı ile öyle bir hâlde idi ki, O'ndan başka hiç bir şeyi hatırlamazdı. Yirmi yıl yanında bulunan ve hiç ayrılmayan talebesine her çağırdığında; "Yavrum ismin nedir?" diye sorardı. Bir defâsında, o talebe dedi ki;
—"Efendim. Yirmi yıldır hiç ayrılmadan, hizmetinizde bulunmakla şerefleniyorum. Lâkin her defâsında ismimi sormanızın hikmetini anlı-yamadım." Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri,
—"Evlâdım, kusura bakma. Her defâsında ismini soruyorum. Allahü Teâlânın muhabbeti kalbime gelince, beni öyle bir hâl kaplıyor ki. O'ndan başka her şeyi unutuyorum. Senin ismini de hatırımda tutmaya çalışıyorum, fakat böyle hâl olunca yine unutuyorum. Sen hiç üzülme." buyurup talebesinin gönlünü aldı. O tam bir Hak aşığı ve tam bir istiğrak halinde idi.
"BİZ KERAMET İŞİNİ ÇOBANA HAVALE ETTİK"
Şeyh Attar (k.s.) Tezkiretü'l-Evliya isimli kitabında buyurmuşlardır ki: "Yusuf Behûrânî isminde bir kimse, imtihan kasdı ile keramet taleb ederek huzur-u Bâyezid'e gelir. Hazreti Şeyh de:
—"Biz keramet ve hârikalarımızı O'na havale ettik var O'na git" di-yerek müridlerinden, Şeyh Ebû Saîd Râî hazretlerine gönderir. Bu işaret üzerine O zat Şeyh Ebû Saîd Râî hazretlerinin yanına vardığı zaman, Onu Sahrada namaz kılar vaziyette bulur. Diğer tarafta da Şeyhin koyunlarına kurtların bekçilik ve çobanlık yaptığını görür. Şeyh namazı bitirdiği zaman Yusuf Behûrânî kendilerinden taze üzüm ister. Şeyh Râî hazretleri de der-hal elinde bulunan asasını iki parça edip, bir parçasını kendi tarafında diğer parçasını o kimse tarafında yere diker. Hemen Allahü Teâlâ'nın hikmeti ki, o parçaların her biri asma haline gelerek taze üzüm verir. Fakat Şeyh Râî tarafında olan beyaz, Yusuf Behûrânî tarafında olan siyah renkli olarak zuhur eder. O zat, renklerin niçin değişik olduğunu sorar. Şeyh Râî hazretleri:
—"Ben Cenabı Hak'dan alâ tarîkı'l-yakîn istedim, sen alâ tarikı'l-im-tihan istedin, binaenaleyh her şeyin rengi kendi halinde olmak tabiîdir." cevabını verirler. Sonra o kimseye bir kilim vererek iyice muhafaza etmesini tenbih eder. O da kilimi alıp hacca gider. Arafat'da o kilim kaybolur. Hac'dan sonra Bestam'a döndüğünde kilimi Şeyh Râî'nin önünde bulur. bunun üzerine Hazreti Bâyezid gibi büyük bir zatdan kerâmet taleb ettiğine canu dilden nedâmet duyar, tevbe ve istiğfarla O da Hz. Bâyezid'in müridleri arasına dahil olur.
Hazreti Bâyezid (k.s.) fevkalâde âlim ve fâzıl olduğu gibi, şiir söyle-mek kabiliyeti de var idi.
SÜNNETE UYMAYANDAN VELİ OLMAZ
Bir gün yakınları kendisine;
—"Efendim, filan yerde büyük bir zât var. Fazîlet ve kerâmet sâhibi bir velîdir." dediler ve daha başka sözlerle o zâtı çok medh ettiler. Bunun üzerine Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri,
—"Madem öyledir. O halde o büyük zâtı ziyârete gitmemiz lâzım oldu." buyurdular. Talebelerinden bâzıları ile birlikte onun bulunduğu yere geldiler. Bâyezîd-i Bestâmî bildirilen zâtın, mescide gitmekte olduğunu ve kıbleye karşı tükürdüğünü gördü. Görüşmekten vazgeçip derhal geri döndü. Sonra o kimse hakkında şöyle buyurdu:
—"Dînin hükümlerini yerine getirmekte, Sünnet-i seniyyeye uymakta ve edebe riâyette zayıf birisine, nasıl olur da kerâmet sâhibi denilir. Böyle bir kimsenin, Allahü Teâlânın evliyâsından olması mümkün değildir." buyurdu.
KUL HAKKI...
Bâyezîd-i Bestâmî yağmurlu bir havada Cumâ namazına gitmek için evinden çıktı. Sağanak hâlinde yağan yağmur, yolu çamur hâline getir-mişti. Yağmur bitinceye kadar bir evin ihâta duvarına dayandı. Çamurlu ayakkabılarını duvarın taşlarına sürerek temizledi. Yağmur yavaşlayınca câmiye doğru yürüdü. Bu sırada aklına bir mecûsînin duvarını kirlettiği geldi ve üzülerek;
—"Onunla helâlleşmeden nasıl Cumâ namazını kılabilirsin? Başkasının duvarını kirletmiş olarak nasıl Allahü Teâlânın huzurunda durursun?" diye düşündü ve geri dönüp o mecûsînin kapısını çaldı. Kapıyı açan mecûsî;
—"Buyrun bir arzunuz mu var?" diye sorunca;
—"Sizden özür dilemeye geldim." dedi. Mecûsî hayretle;
—"Ne özrü?" diye sordu. O da;
—"Biraz önce duvarınızı çamurlu ayakkabılarımı temizlemek mak-sadıyla kirlettim. Bu doğru bir hareket değil. Yağmurun şiddeti bana bu inceliği unutturdu." deyince, Mecûsî hayretle;
—"Peki ama ne zararı var? Zaten duvarlarımız çamur içinde. Sizin ayağınızdan oraya sürülen çamur bir çirkinlik veya kabalık meydana getirmez." dedi. Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri,
—"Doğru ama, bu bir haktır ve sâhibinin rızâsını almak lâzımdır." dedi. Mecûsî;
—"Size bu inceliği ve insan haklarına bu derece saygılı olmayı dininiz mi öğretti?" diye sorunca;
—"Evet, dînimiz ve bu dînin peygamberi olan Muhammed aleyhisse-lâm öğretti." dedi. Mecûsî;
—"O hâlde biz niçin bu dîne girmiyoruz?" diyerek kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu.
KARINCALARI İADE ETTİ
Hazreti Şeyh Bâyezid-i Bestâmî (k.s.) Mekke-i Mükerreme'den dö-nerlerken, Hemedan beldesine uğrayıp bir miktar tohum satın alırlar ve bir torbaya doldururlar. Bestam'a varıp eşyalarını indirerek tohum torbasını açtıkları zaman, bir kaç tane karınca görürler. Bunun üzerine:"Bu karıncaları kendi yuvalarından ayrı düşürmek insanlıkla bağdaşmaz" diyerek tekrar Hemedan'a dönüp o tohumu aldığı dükkâna bırakarak Bestam'a teşrif buyururlar.
ŞEYTAN NAMAZA KALDIRDI
Sultân-ül-Ârifîn Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretlerini, bir gece uyku bastırıp, sabah namazına uyanamadı. Sabahleyin namazını kazâ edip o kadar ağladı ve inledi ki, sonunda kendisine ilham olundu ve şöyle dendi:
—"Ey Bâyezîd, bu günâhını affeyledim. Bu pişmanlık ve ağlamana da, ayrıca yetmiş bin namaz sevâbı ihsan eyledim."
Aradan bir müddet geçtikten sonra onu, yine uyku bastırdı. Şeytan gelip Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri'nin mübârek ayağından tutarak uyandırdı ve;
—"Kalk namazın geçmek üzeredir." dedi. Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, Şeytan'a;
—"Ey mel'ûn! Sen hiç böyle yapmazdın. Herkesin namazının geç-mesini kazaya kalmasını isterdin. Şimdi nasıl oldu da beni uyandırdın?" buyurunca, Şeytan şu cevabı verdi:
—"Birkaç ay önce sabah namazını kaçırdığında, pişmanlığın ve üzüntün sebebi ile çok ağlayıp inlediğin için affolunmuş idin ve ayrıca yetmiş bin namaz sevâbı almıştın. Bu gün, onu düşünerek sâdece vaktin namazının sevâbına kavuşasın da, yetmiş bin namaz sevâbına kavuşa-mayasın diye seni uyandırdım." dedi.
5 ON ŞEY
Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri buyurdu ki:
"Şu on şey beden üzerine farzdır:
1) Farzları noksansız yerine getirmek,
2) Haram kılınan şeylerden kaçınmak,
3) Allah için mütevâzî olmak,
4) Müslüman kardeşlerine eziyet etmekten sakınmak,
5) İyi ve kötü herkes için hayır isteyen olmak,
6) Allahü Teâlânın mağfiretini arzulamak,
7) Her işte ve her hâlükârda Allah rızasını gözetmek,
8) Öfkeyi, gurur ve taşkınlığı, zulüm ve haksızlığı, üzücü ölçüde mü-câdeleyi terketmek,
9) Kendi kendine nasîhatçi olmak,
10) Ölüme bilerek hazırlanmak."
Şu on şey bedeni korur:
1) Gözleri haramdan ve lüzumsuz şeylerden korumak,
2) Dili zikre alıştırmak ve bunu îtiyâd hâline getirmek,
3) Nefis muhâsebesi yapmak ve bu ölçü ile yaşamak.
4) İlim öğrenmek ve ve ilimle amel etmek.
5) Edep ve terbiyeyi her yerde ve herkese karşı muhâfaza etmek,
6) Bedeni, dünyânın faydasız işlerinden kurtarıp, dünyâ ve âhiret için faydalı işlerde kullanmak,
7) İnsanlarla bir müddet haşır-neşir olmamak, kalbi geliştirmek, düşünceyi berraklaştırmak, zekâyı işletmek için uzlete çekilmek,
8) Nefis ile kıyasıya mücâdele etmek,
9) Çokça ibâdet etmek,
10) Peygamber Efendimizin sünnetine uymak.
Şu on şey bedenin şerefidir:
1) Tevâzu içinde yumuşak huyluluk,
2) Hayâ ve edep,
3) İlim,
4) Haram ve şüpheli şeylerden kaçınmak, gönül rahatlığı içerisinde ibâdetleri hatâsız yapmaya çalışmak, dünyâ şatafatına değer vermemek,
5) Her işte, atılan her adımda Allahü Teâlâdan korkmak,
6) Güzel ahlak,
7) Başa gelen belâ ve musîbetlere sabretmek
8) Halk ile iyi geçinme ve idâre etme çârelerini bilip yürütmek,
9) Öfkeye mâni olmak,
10) Dilenmemek.
Şu on şey insanın maddî ve mânevî yapısını tahrîb eder:
1) Terbiye azlığı,
2) Cehâlet çokluğu,
3) Halktan nîmet beklemek,
4) Şehvet azgınlığı, nefis kudurganlığı,
5) Baş olma sevdası,
6) Dünyâya lüzumundan fazla meyletmek,
7) Allahü Teâlâ katında nefs ile dostluk kurmak,
8) Çok yemek,
9) Çok uyumak,
10) Kalabalığa uymak.
On şey insanı aşağılık yapar:
1) Öfke ve hiddet,
2) Kin ve nefret,
3) Büyüklenme,
4) Zulüm ve haksızlık,
5) İnat yollu mücâdele,
6) Cimrilik,
7) Başkasına ezâ ve cefâ etmek,
8) Mümin kardeşine saygısızlık,
9) Kötü huy ve fenâ ahlâk,
10) İnsaf ölçülerini aşmak.
KABRİSTANLARDA ÇOK DOLAŞIRDI
Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, kabristanda çok dolaşırdı. Bir gece yine kabristanda gezerken, gece bekçisi elindeki sopayla ona vurdu. Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri,
—"Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm." dedi. Bekçi birkaç kere daha vurunca sopa kırıldı. Bâyezîd hazretleri eve dönünce talebe-lerine sopanın fiyatını sordu. O kadar parayı bir keseye koyarak, bir mikdar da tatlı ile berâber, o bekçiye gönderdi. Bir de mektup yazdı. Mektup şöyle idi:
—"Muhterem Bekçi efendi, belki beni hırsız sanarak dövdün. Kabahat bendedir. Gece kabristanda gezmeseydim, dövmezdin. Sopanızın kırılmasına da sebeb oldum. Gönderdiğim parayla kendine bir sopa al! Sopanın kırılma üzüntüsünün kalbinden gitmesi için de, yolladığım tatlıyı ye! Allahü Teâlânın selâmı üzerine olsun."
Bekçi mektubu okuyunca, gelip özür dileyerek tövbe etti. Onunla bir-likte birkaç bekçi daha hak yola girdi.
"HALİMİ GİZLESEM...
Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, hacca gitmek üzere yola çıktı. Bir devesi vardı. Azığını ve eşyâsını o deveye yüklemişti. Birisi kendisine;
—"Bu kadar uzun yol için, bu kadar yük bu deveye fazla gelmez mi?" dedi. Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri;
—"Acaba yükü taşıyan deve midir? Dikkat et bakalım, devenin sır-tında yük var mı?" dedi. O kimse bu defa baktığında gördü ki, yük de-venin sırtından bir karış yukarıda durmaktadır. O kimse hayretini gizle-yemeyip;
—"Sübhânellah! Ne kadar acâib bir iş." dedi. Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri:
—"Hâlimi gizlesem, bana dil uzatıyorsunuz. Hâlimi açık açık gös-tersem hayret ediyorsunuz, tâkat getiremiyorsunuz. Ben size ne yapayım bilemiyorum?" buyurdu ve yoluna devâm etti. Ziyâretleri esnâsında manen kendisine, annesinin hizmetine gitmesi bildirildi. Bestâm'a giden bir kâfile ile hemen yola çıktı. Bestâm'a geldiği duyulunca bütün halk yollara dökülüp, kendisini karşıladılar. Seher vakti evlerine geldi. Annesi abdest almış şöyle duâ ediyordu:
—"Yâ Rabbî! Benim garib oğlumu her kötülükten muhâfaza buyur. Büyükleri kendisinden hoşnûd eyle, Oğluma güzel hâller ve iyilikler ihsân buyur..." Bunun üzerine Sultan-ül-Ârifîn kapıyı çalıp izin istedi. Annesinin
—"Kim o?" suâline, Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri,
—"Senin garîb oğlun." cevâbını verdi. Annesi koşup kapıyı açtı ve;
—"Senden ayrılık hasretiyle ağlaya ağlaya saçlarıma ak düştü, belim büküldü." dedi ve oğlu ile hasret giderdi.
DEMİRCİNİN KUTUPLUĞU
Bâyezid-i Bestâmî Hazretleri anlatıyor:
—Benim zamanımda binlerce velî vardı. Hepsi de, ibâdet, riyâzet, keşif ve kerâmet sahibi idi. Fakat asrın kutuplarından biri ümmî bir de-mirci idi. Ben bu işin sır ve hikmetine karşı hayretler içindeydim. Çoluk çocuğunun nafakası için geceli gündüzlü örs başından ayrılmayan de-mirciyi göreyim dedim, bir gün dükkâna gittim. Selâm verdim. Beni gö-rünce çocuklar gibi sevindi. Ellerime sarıldı, uzun uzun öptü. Ve benden dua rica etti. Henüz keşif âlemine girmemiş olduğu için makamından ha-bersizdi. Benden dua isteyince dedim ki,
—" Ben senin ayaklarından öpeyim de sen bana dua et!" O da şu cevabı verdi:
—"Benim sana dua etmemle içimdeki derd hafiflemez ki ."
—"Derdin nedir, söyle bir çare arayalım, deyince, tekrar şu cevabı verdi:
—"Acaba kıyamet gününde bunca insanın hali ne olur? bunu dü-şünmekten, buna yanmaktan başka derdim yok." dedi.
Demirci bunu söyledi ve hüngür hüngür ağlamaya başladı. Beni de ağlattı. O vakit içimde bir nida duydum:
—"Bunlar nefsim, nefsim diyenlerden değil, ümmetim, ümmetim, di-yenlerdendir." Hemen içimdeki hayret silindi. Kutupluk makamının bu demirciye niçin verildiğini sezer gibi oldum. Anladım ki, böyleleri, sevgili Peygamberimizin kalbine doğrudur ve onun hakikatına mazhardırlar. Demirciye sordum:
—"İnsanların azab çekmesinden sana ne?" Cevabı şöyle oldu:
—"Bana mı ne? Benim fıtratımın mayası, şefkat suyuyla yoğrulmuştur. Cehennem ehlinin bütün azabını bana yükleseler de onları bağışlasalar ben saadete ererim ve derdimden kurtulurum.
Demircinin dükkânında saatlerce oturdum. Sohbet ettik. O, namazda okunmak için farz miktarından fazla sûre ve âyet bilmiyordu. Onları öğrettim.
Ve ben, onun yanında kırk yıldır elde edemediğim manevi derecelere yükseldim. İçim feyz-i İlâhî ile doldu. O vakit büsbütün anladım ki, kutupluk sırrı başka bir mânâ imiş. O, faziletle, ilimle, ibadetle, elde edilen bir iş değil, sadece Allah vergisidir.
KANDİLİN IŞIĞI GÖRÜNMÜYOR
Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, bir gece, talebelerinden bir kısmı ile bir yere müsâfir oldular. Ev sâhibi, evin aydınlanması için bir kandil yaktı. Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, yanında bulunanlara;
—"Bu kandilde bir gariblik görüyorum. Yanıyor ama ışık vermiyor. Hikmeti nedir?" diye sordu. Ev sâhibi;
—" Efendim. Biz bu kandili bir gece yakmak için komşumuzdan emânet almıştık. Bu akşam ikinci gece yakıyoruz." deyince, Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, kandili söndürdü.
—"Hemen kandili sâhibine götürüp teslim edin. Arzu ederseniz, bir gece daha yakmak için izin isteyin." buyurdu. Ev sâhibi kandili alıp komşusuna götürdü. Olanları anlattı ve tekrar izin alıp geri getirdi. Eve gelince kandili yaktılar ve oda aydınlandı. Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri buyurdu ki:
—"İşte şimdi ışığını görüyorum."
KARINCA DİRİLDİ
Bâyezîd-i Bestâmî bir gün yanlışlıkla bir karıncayı öldürdü. Haberi olunca, çok pişman olup üzüldü. Ölü karıncayı avcuna alıp, şefkat, mer-hamet ve hüzün ve kırık kalbi ile karıncaya üfledi. Hemen, Allahü Teâlânın izni ile karınca canlanıp yürümeye başladı.
YAPTIKLARIMI YAPMADIKÇA
Bir gün yolda yürürken, bir gencin kendisini takib ettiğini farketti. O gence doğru dönüp:
—"Niçin beni tâkip ediyorsun, istediğin nedir?" dedi. Genç, edeple;
—"Efendim, sizin gibi olmak, yolunuzda bulunmak istiyorum. Lütuf elinizi uzatıp himmet buyurun da ben de kazanayım." dedi. Buyurdu ki:
—"Benim yaptıklarımı yapmadıkça, benim derimin içine girsen isti-fâde edemezsin. Bu, Allahü Teâlânın bir lütfudur." buyurdu.
45 HAC BİR EKMEĞE
Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, kırk beş kere hacca gitmişti. Bir gün Arafat Tepesinde oturuyordu. Nefsi ona;
—"Bâyezîd! Senin bir benzerin var mıdır? Kırk beş defâ haccettin ve binlerce defâ Kur'anı Kerimi hatmetme bahtiyarlığına eriştin." diye fısıldadı. Bu ses onu üzdü. Derhâl toparlandı ve oradaki mahşerî kalabalığa;
—"Kim benim kırk beş defâ yapmış olduğum haccı bir ekmeğe satın alır?" diye sordu. Bir adam başını kaldırıp;
—"Ben alırım." dedi ve ekmeği uzattı. Bâyezîd-i Bestâmî aldığı ek-meği orada bulunan bir köpeğin önüne attı.
RAHİPLERLE KONUŞMASI
Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri sonra hac işini bitirip, yol hazırlığı yaparak, Rum diyârına (Anadoluya) doğru yola çıktı. Günlerce gittikten sonra bir Râhip ile karşılaştı. Râhip, Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri'nin elini tutup, evine müsâfir götürdü. Evinde ona bir oda verdi. Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, kendisine ayrılan bu odada ibâdete başladı ve kalbini Allahü Teâlâya çevirdi. Râhip her gün onun yiyeceğini sabah akşam getirip önüne koyardı. Bu hal bir ay devam etti. Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, daha sonra nefsine dönerek;
—"Ey nefs! Seni kırmak istiyorum, fakat sen o kadar kötüsün ki kırıl-mıyorsun." dediği sırada râhip içeri girdi ve;
—"İsmin nedir?" diye sordu. O da;
—"Bâyezîd!" cevâbını verdi. Râhip;
—"Ne güzel adamsın. Keşke Mesîh'in kulu olmuş olsaydın!" deyince, bu sözler Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri'ne çok ağır geldi. Bunun üzerine evi terketmek isterken râhip;
—"Bizim burada kırk günü tamamla, öyle git. Çünkü bizim büyük bir bayramımız var, onu görmeni çok arzu ediyorum. Aynı zamanda çok değerli bir vâizimiz, sâdece bu günlerde bir defâ konuşur. Onu dinlemeni istiyorum." deyince, bu teklifi kabûl ederek, kırk gün kalmaya râzı oldu. Kırkıncı gün geldiğinde râhip odaya girerek; "
—"Buyurun dışarı çıkalım, bayram günümüz geldi." dedi. Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, dışarı çıkmak için hazırlandı. Fakat râhip ona;
—"Siz bu kıyâfetle nasıl bin kadar râhibin arasına gireceksiniz? Bu yüzden üzerinizdeki elbiseyi çıkarıp, şu din adamı elbiselerini giy ve boynuna da İncil'i as!" dedi. Bu teklif ona çok ağır gelmesine rağmen, bunda bir hikmet vardır diyerek râhibin getirdiği elbiseleri giydi. Râhiplerin arasına katıldı. Hiç kimsenin dikkatini çekmedi. Biraz ilerle-dikten sonra râhiplerin en büyüğü geldi. Fakat konuşmuyordu. Niçin konuşmadığı sorulduğunda;
—"Nasıl konuşabilirim, aranızda bir Muhammedî var!" diye cevap verdi. Halk ve râhipler galeyâna gelerek;
—"Onu göster parçalayalım." diye bağırıştılar. Başrâhip;
—"Hayır, yemin ederim ki söyleyemem, ancak ona dokunmayacağı-nıza söz verirseniz, onu size tanıtabilirim." dedi. Bunun üzerine râhipler ve halk, Muhammedî olan zâta dokunmayacaklarına dâir yemin ettiler. Başrâhip;
—"Allah için ey Muhammedî! Ayağa kalk ve kendini göster." diye seslenince, Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, ayağa kalktı. Başrâhip;
—"Adın ne?" diye sordu.
—"Bâyezîd!" cevâbını verdi.
—"Tahsil gördünmü?" diye sorunca;
—"Rabbim öğrettiği kadar bir şeyler biliyorum." dedi. Bunun üzerine râhip;
—"O halde bana şu hususları cevaplandır: İkincisi olmayan biri, üçüncüsü olmayan ikiyi, dördüncüsü olmayan üçü, beşincisi olmayan dördü, altıncısı olmayan beşi, yedincisi olmayan altıyı, sekizincisi olmayan yediyi, dokuzuncusu olmayan sekizi, onuncusu olmayan dokuzu, on birincisi olmayan onu, on ikincisi olmayan on biri, on üçüncüsü olmayan on ikiyi söyle bunlar nelerdir?"
Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, baş râhibe;
—"Beni iyi dinle! İkincisi olmayan bir, eşi-ortağı, dengi ve benzeri olmayan Allahü teâlâdır. Üçüncüsü olmayan iki, gece ve gündüzdür. Dördüncüsü olmayan üç, üç talaktır (boşamadır). Beşincisi olmayan dört; Tevrat, Zebûr, İncîl ve Kurân-ı Kerîmdir. Altıncısı olmayan beş, beş vakit namazdır. Yedincisi olmayan altı, göklerin ve yerin yaratıldığı altı gündür. Sekizincisi olmayan yedi, yedi kat göktür. Dokuzuncusu olmayan sekiz, kıyâmet günü Arş'ı taşıyacak sekiz melektir. Onuncusu olmayan dokuz, kadının dokuz ay hâmilelik müddetidir. On birincisi olmayan on, Mûsâ aleyhisselâmın Şuâyb peygambere on yıl çobanlık etmesidir. On ikincisi olmayan on bir, Yûsuf peygamberin on bir kardeşidir. On üçüncüsü olmayan on iki, on iki aydır."dedi. Râhip tebessüm ederek;
—"Doğru söyledin. Şimdi de bana, havadan ne yaratıldı, havada ne muhâfaza olundu ve kim hava ile helâk edildi? bunlardan haber ver." dedi. Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri;
—"Îsâ peygamber havadan yaratıldı, havada muhâfaza edildi. Âd kavmi hava ile helâk edildi." diye cevap verdi. Râhip;
—"Doğru söyledin. Ağaçtan kim yaratıldı, ağaçta kim korundu ve ağaç ile kim helâk oldu?" diye sorunca;
—"Mûsâ aleyhisselâm'ın asâsı ağaçtan yaratıldı, Nûh aleyhisselâm ağaç içinde (gemide) korundu, Zekeriyyâ aleyhisselâm ise ağaç içinde testere ile biçilip helâk edildi." cevâbını verdi. Râhip tekrar;
—"Doğru söyledin. Kim ateşten yaratıldı, kim ateşten korundu ve kim ateş ile helâk oldu?" diye sordu. O da;
—"İblis ateşten yaratıldı. İbrâhim aleyhisselâm ateşten korundu. Ebû cehil ateş ile helâk oldu." dedi. Râhip tekrar;
—"Taştan kim yaratıldı, taş içinde kim korundu ve taş ile kim helâk oldu?" dedi. Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri;
—"Sâlih peygamberin devesi taştan yaratıldı. Eshâb-ı Kehf taş içinde korundu ve Ebrehe ve ordusu taş ile helâk edildi." Cevâbını verdi. Râhip;
—"Doğru söyledin. Âlimler, cennet'te dört nehir vardır, biri baldan, biri sütten, biri sudan, biri de şaraptandır. Ayrı ayrı olan bu dört nehir aynı kaynaktan akıyormuş, diyorlar. Bunun dünyâda bir örneği var mıdır?" diye sordu.
—"Evet vardır. İnsanın başından dört nehir akar. Kulak yağı acıdır. Göz yağı tuzludur. Burun suyu ayrı bir tad taşır. Ağızdan gelen su tatlı-dır." cevâbını verdi. Râhip yine;
—"Doğru söyledin. Cennet ehli yer içer fakat abdest bozmaz, su dökmez. Bunun dünyâda bir benzeri var mıdır?" diye sorunca;
—"Evet vardır. Ana rahmindeki cenin yer içer fakat dışkısı yoktur." cevâbını verdi. Râhip;
—"Doğru söyledin. Cennet'te Tûbâ ağacı vardır. Cennet'te hiç bir saray, hiç bir köşk yoktur ki, bu ağacın dalına dokunmasın. Bunun dün-yâda bir örneği var mıdır?" diye sordu.
—"Evet vardır. Güneş sabahleyin doğunca böyle değilmidir?" cevâ-bını verdi. Râhip;
—"Doğru söyledin. Şimdi şunları cevaplandır: Bir ağaç vardır. On iki dalı bulunmakta, her dalında otuz yaprak ve her yaprakta beş çiçek yer almakta, bunlardan ikisi güneşe, üçü karanlığa bakmaktadır. Bu ağaç nedir?" deyince:
—"Ağaç bir yılı temsil eder. On iki dalı, on iki ay, her daldaki otuz yaprak, günleri, her yapraktaki beş çiçek de, beş vakit namazı temsil eder." cevâbını verdi. Son olarak Râhip şöyle sordu;
—"Bana şu kimseden haber ver. Hacca gitmiş, tavâf yapmış ve ma-kâmlarda bulunmuştur. Fakat onun ne rûhu vardır ne de hac kendisine vâcibdir?" Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri,
—"Nûh peygamberin gemisidir." Dedikten sonra, râhibe;
—"Ey râhip! Birçok sorular sordun. Biz onları cevaplandırmaya çalış-tık. Müsâde ederseniz benim de sorularım var. Fakat ben bir sorudan başka sormayacağım. O da şudur: Cennet'in anahtarı nerededir? Cennet kapılarının üzerinde ne yazılıdır?"
Râhip sustu ve cevap vermekten kaçındı. Diğer râhipler bu duruma bozuldular ve;
—"Ey büyüğümüz, mağlup mu oluyorsunuz?" dediler. O da;
"Hayır mağlup olmak istemiyorum." deyince;
—"Peki öyleyse niçin cevap vermiyorsun." dediklerinde;
—"Şâyet cevap verirsem benim cevâbıma katılır mısınız?" dedi. Bunun üzerine hepsi birden
—"Katılırız" diye söz verdiler. Râhip;
—"Dinleyin, şimdi cevap veriyorum. Cennet'in anahtarı ve kapılarının üzerinde yazılı olan ibâre; Lâ İlâhe İllallâh Muhammedün Rasûlullahdır." deyip müslüman oldu. Diğer râhipler de hep bir ağızdan Kelime-i şehâdeti getirip müslüman oldular. Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri de onların yanında bir müddet kalıp islâmiyeti öğretti. Böylece onun buraya gitmesinin hikmeti anlaşıldı.
UÇTUĞUNU GÖREN...
Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretlerine, bir kimse gelip:
—"Efendim, ben Taberistan'da idim. Bir zâtın cenâze namazını kılı-yorduk. Siz de orada idiniz, cenâze namazından sonra Hızır aleyhisse-lâm'ın elinden tuttunuz. Sonra sizin havada uçtuğunuzu gördüm." dedi. Sultân-ül-Ârifîn ona;
—"Doğru söylüyorsun." buyurdu.
NEFS TERBİYE OLMADIKÇA...
Bâyezîd-i Bestâmî'ye bir gün bir kimse gelip;
—"Efendim! Ben otuz senedir, gündüzleri oruç tutup, geceleri namaz kılıyorum. Ama, kendimde hiç bir ilerleme göremiyorum. Halbuki îtikâdım da düzgündür." dedi. Sultân-ül-Ârifîn;
—"Sen bu hâlde üç yüz sene daha devâm etsen bir şeye kavuşa-mazsın. Çünkü nefs engelin var." buyurdu. O kimse;
—"Efendim! Bunun bir çâresi yok mu?" diye sordu. Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri:
—"Var ama sen kabûl etmezsin." buyurdu. O kimse isrâr edip;
—"Aman efendim, lütfen bildiriniz ve beni talebeliğe kabûl ediniz. Ne emrederseniz yaparım." dedi. Sultân-ül-Ârifîn buyurdu ki:
—"Öyle ise şimdi evine git. Bu kıymetli elbiseleri çıkarıp, âdî ve eski bir elbise giy. Boynuna bir torba asıp içine ceviz doldur. Seni iyi tanı-yanların bulundukları sokağa git. Çocukları başına topla, "Bana bir tokat vurana bir ceviz, iki tokat vurana iki ceviz veriyorum" de."
O kimse bunları duyunca;
—"Lâ İlâhe İllallâh. Ben bunları yapamayacağım. Bana başka bir şey emretseniz." dedi. Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri,
—"Senin ilâcın ancak budur ve biz de baştan; "Sen bunları kabûl etmezsin!" diye söylemiştik. Yolumuzun esâsı nefsi terbiye etmektir." buyurdu.
KOMŞU HAKKINA RİAYETİN NETİCESİ
Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri'nin mecûsî bir komşusu ve süt emme çağında bir de çocuğu vardı. Bu mecûsî sefere çıktı. Evlerini ay-dınlatacak bir şeyi bulunmadığı için çocuk ağlıyordu. Sultan-ül-Ârifîn her gün bir çıra alıp, komşusunun evine götürdü. Mecûsî seferden dönünce durumu haber alıp, kendisinde değişiklikler hissetti. Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretlerine karşı kalbinde bir sevgi hâsıl olduğu halde;
—"O zâtın aydınlığı varken bizim karanlıkta bulunmamız hiç uygun değildir." dedi ve hemen Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri'nin huzûruna gidip müslüman oldu.
BÜTÜN İNSANLARA ŞEFAAT
Bir gün sohbetinde bulunanlara;
—"Kalkınız, Allahü teâlânın velî kullarından birini karşılamaya çıka-lım." buyurup, kalktılar. Yola çıktıklarında, İbrâhim bin Şeybe-i Hirevî ile karşılaştılar. Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri ona;
—"Hatırıma, seni karşılamak ve Allah katında sana şefâat etmek geldi." buyurdu. O'da,
—"Efendim siz bütün mahlûkâta şefâat etseniz yine fazla sayılmaz." dedi.
DELİNİN NASİHATİ
Bâyezîd-i Bestâmî bir gün talebeleriyle giderken delilerin bulunduğu bir tımarhânenin önünden geçiyorlardı. Talebelerinden birisi, orada de-lilerin tedâvileri için bir şeyler yapmaya çalışan baştabibe yaklaşıp;
—"Günah hastalığı ile hasta olanlar için bir ilâcınız var mıdır?" diye sordu. Baştabib cevap veremeyip susunca, ayağı zincirle bağlı delilerden biri, Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri'nin teveccühü ile şöyle dedi:
—"O derdin ilâcı şöyledir: Tövbe kökünü istiğfâr yaprağıyla karıştırıp, kalb havanına koyarak, tevhîd tokmağıyla iyice dövmeli. Sonra insaf eleğinden eleyip, gözyaşıyle hamur etmeli. Daha sonra Aşkullah ateşinde pişirip, Muhabbet-i Muhammediyye balından katarak, gece gündüz kanâat kaşığıyla yemelidir."
NEFSİN PİSLİĞİ HER PİSLİKTEN
DAHA PİSTİR
Bâyezîd-i Bestâmî bir gün yolda giderken yanından geçen bir köpeği gördü. Köpeğe değip necâset bulaşmasın diye eteklerini topladı. O anda köpek dile gelip, şöyle dedi;
—"Benden sana bulaşacak kir, üç defâ yıkamakla temiz olur. Ama senin nefsindeki kibir kiri yedi deryâda yıkansa temiz olmaz." Bunun üzerine Bâyezîd-i Bestâmî, köpeğe;
—"Senin dışın pis, benim ise içim. Gel berâber olalım da belki birbi-rimize faydamız olur." dedi. Köpek de;
—"Sen benimle yoldaş ve arkadaş olamazsın. Zîrâ halk beni horlar, sana tâzim eder. Beni gören taşlar, seni gören ise iltifâta başlar ve "Ârifler sultânına selâm olsun!" der. Benim yarına yiyecek bir kemiğim bile yok, ama senin bir ambar buğdayın var." cevâbını verdi. Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, bu cevaptan kederlendi. Bir köpeğin yol arkadaşı olmaya bile lâyık değilim, diye üzüldü.
TAKAT GETİREMEDİ
Ebû Türâb Nahşebî'nin bir talebesi vardı. Allahü Teâlâya olan mu-habbetinin çokluğundan, her gün yüzlerce defa kendinden geçip bayılırdı. Bir gün hocası, kendisine;
—"Sen Bâyezîd-i görsen daha çok derecelere kavuşurdun." dedi ve o talebe ile beraber Bâyezîd'in yanına geldiler. Bâyezîd-i Bestâmî ile o talebe göz göze geldikleri anda talebe düşüp vefât etti. Bunun üzerine Ebû Türâb Nahşebî dedi ki:
—"Yâ Bâyezîd, bu talebe öyle idi ki, Allahü Teâlânın aşkı ile kendi-sinde bâzı hâller olur, kendisinden geçerdi. Fakat sizi bir defâ görmekle düşüp can verdi. Bu nasıl oluyor?" Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri buyurdu ki:
—"O kişinin hâli doğru idi. Önceden, onun müşâhedesi, kalb gözü ile görmez kendi makâmı kadar idi. Beni gördüğü anda, müşâhedesi benim makâmım kadar oldu. Lâkin o kimse buna tâkat getiremeyip can verdi."
MAHVİYYET DERECESİ...
Bir gece bâzı kimseler Hazret-i Bâyezîd'in nasıl ibâdet yaptığını, neler söylediğini işitmek için penceresinin altında dinlemeye başladılar. Seher vakti olduğunda bütün kalbiyle "Allah" dedi. Sonra düşüp bayıldı. Bayılmasının sebebi sorulduğunda;
—"Sen kim oluyorsun? Senin haddine mi düştü ki ismimi ağzına alı-yorsun? Şeklinde bir nidâ gelir diye çok korktum da onun için bayılmı-şım." buyurdu.
..........
Bâyezîd-i Bestâmî namaz kılmak için mescide gelince kapıda bir mikdâr durur ve ağlardı. Sebebini soranlara;
—"Câmiyi, vücûdumla kirletmekten korkuyorum. Tövbe edip Allahü teâlâya yalvarıyorum, ondan sonra giriyorum." dedi.
NEFSE CEZA
Bâyezîd-i Bestâmî'ye;
—"Nefsine verdiğin en hafif cezâ nedir?" diye sordular. Cevâbında;
—"Bir defâsında nefsim, bir itâatsizlikte bulundu. Buna cezâ olarak bir yıl hiç su içmedim." buyurdu.
YAĞMUR DUASI
Bir gün bâzı kimseler, Bâyezîd'in huzûruna gelip yağmur yağması için duâ etmesini taleb etmişlerdi. Bâyezîd mübârek başını eğip, bir mikdar duâ ettikten sonra;
— "Gidiniz, damlarınızın oluklarını kontrol ediniz." buyurdu. Ondan sonra 24 saat durmadan yağmur yağdı.
ACZİYYET...
Bir defâsında Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri'nin kalbine şöyle il-hâm olundu:
—"Ey Bâyezîd! Hazînelerim, başkaları tarafından yapılan ibâdetlerle ve güzel hizmetlerle doludur. Sen bize öyle bir şeyle gel ki, o bizde olmasın." Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri,
—"Yâ Rabbi! Hazînende bulunmayan şey nedir?" dedi. Kalbime il-hâm olundu ki:
—"Âcizlik, zavallılık, çâresizlik, zillet ve ihtiyaç."
Mİ'RÂCI...
Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, bir defâsında şöyle anlattı:
—Bizim rûhumuzu, semâlara götürdüler. Cennet'i Cehennem'i gös-terdiler. Hiçbir şeye bakmadım. Hep Allahü Teâlâyı düşünüyordum. Nice makâmlardan geçirdiler. Nihâyet ezeliyet ağacını gördüm. Sonra;
—"Yâ Rabbî! Sana gelebilmem için beni benliğimden kurtar." diye yalvardım. Bana bildirildi ki:
—" Ey Bâyezîd! Benliğinden kurtulup bana yaklaşman, Sevgili Peygamberime tâbi olmana bağlıdır. O'nun ayağının tozunu, gözüne sürme yap. O'nun bildirdiği hükümlere uymaya devâm et.
BU DERECEYE NASIL ULAŞTIN?
Kendisine:
—"Bulunduğunuz şu derecelere nasıl kavuştunuz?" diye sordular. Cevâbında buyurdu ki:
—"Her yerde Allahü teâlânın gördüğünü ve bildiğini düşünüp, edebe riâyet etmekle." buyurdu.
PEYGAMBERİ ANLAMAK
Bir gün Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri'ne; "
—Peygamberler hakkında ne buyurursunuz?" diye sordular. Cevâbında buyurdu ki;
—"Biz onlar hakkında bir şey söyleyemeyiz ve onları anlayamayız. Hallerini anlamaktan âciziz. Onlar, bizim anlayabildiğimizden çok daha yüksekdirler. Diğer insanlar, Büyük velîleri ne kadar anlayabilirse, velîler de peygamberleri ancak o kadar tanıyabilirler."
BİN CENNET KÖŞKÜNDEN
DAHA FAZLA...
Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, yanında bulunanlara;
—"Allahü Teâlâ, kendilerinden râzı olduğu kimseleri Cennet'ine ko-yuyor değil mi?" diye sordu. Onlar;
—"Evet efendim, öyledir." diye cevap verdiler. Bunun üzerine;
—"Bir kimse, Allahü Teâlânın rızâsına kavuştuktan sonra, bir anlık duyduğu zevk ve saâdet, Cennet'teki bin köşkten daha fazladır." bu-yurdular.
İMAMIN ARKASINDA NAMAZ KILDI...
Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, bir defâsında bir imâmın arka-sında namaz kıldı. Namazdan sonra, o imâm kendisine:
— "Siz bir yerde çalışıp para kazanmıyorsunuz. Başkalarından da bir şey istemiyorsunuz. O halde siz, nafakanızı nereden temin ediyorsunuz?" dedi. Hazret-i Bâyezîd bunu duyunca;
—"Ben hemen namazımı iade edeyim. Zîrâ rızıkları kimin verdiğini bilmeyen birinin arkasında namaz kılmışım, bu ise câiz değildir." buyurdu.
AKSİ DE OLABİLİRDİ...
Bâyezîd-i Bestâmî bir gün talebeleri ile birlikte, gâyet dar bir sokaktan geçiyorlardı. Hazret-i Bâyezîd, karşıdan bir köpeğin gelmekte olduğunu gördü ve geri çekilip köpeğe yol verdi. Talebelerinden birinin hatırına şöyle geldi;
—"İnsanoğlu hayvanlardan şereflidir. Hem bizim üstâdımız, Sultân-ül-Ârifîndir. Hem de etrâfındakiler onun, her biri çok kıymetli sâdık tale-beleridir. Bütün bunlara rağmen, üstâdımız bu köpeğe yol vermesinin hikmeti acaba nedir?" Bunun üzerine Bâyezîd buyurdu ki:
—"Şu köpek, hâl lisânı ile bana dedi ki: Sana Sultân-ül-Ârifîn hil'atini ve bana da köpeklik postunu giydirdiler. Bunun tersi de olabilirdi." Bunun üzerine ben ona yol verdim."
MÜCADELE YILLARI
Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri buyurdu ki:
—"On iki sene nefsimin ıslahı için çalıştım. Nefsimi riyâzet, nefsin arzularını yapmamak körüğünde, mücâhede, nefsin istemediği şeyleri yapmak ateşiyle kızdırdım. Nefsi, yerme, kötüleme örsünde, kınama, ayıplama çekici ile dövdüm. Böyle uğraşa uğraşa kendi benliğimden bir ayna yapıp beş sene kendimin aynası oldum. Yapabildiğim ibâdet ve tâat-larla bu aynayı cilâlayıp parlattım. Bir sene ibret nazarı ile bu aynaya baktım. Netîcede aynada gördüm ki, belimde, gurur, riyâ, ibâdete güvenip amelini beğenmek gibi kalb hastalıklarından meydana gelen bir zünnâr bulunuyor. Bu zünnârı kesip atabilmek için beş sene daha uğraştım. Yeniden hakîki müslüman oldum.
Ömrüm boyunca, Allahü teâlâya lâyıkıyla ibâdet edebilmeyi, nama-zımı lâyıkıyla kılabilmeyi arzu ettim. Bu arzu ile, belki güzel namaz kılarım diye sabaha kadar namaz kıldım. Fakat kıldığım bütün namazları O'na lâyık olarak bulmuyorum. Nihâyet Allahü teâlâya şöyle yalvardım:
—"Yâ Rabbî! Sana lâyık şekilde tam ve kusursuz olarak hiç namaz kılamadım. Kıldığım bütün namazlar hep Bâyezîd'e yakışır şekilde oldu. Beni ve ibâdetlerimi kusurlarımla birlikte kabûl eyle."
Bir zaman;
—"Artık ben zamânın en büyük evliyâsıyım." Düşüncesi kalbime geldi. Hemen buna pişman olup gönlüm hüzünle doldu. Şaşkınlık içeri-sinde Horasan yolunu tuttum. Bir müddet gittikten sonra;
—"Allahü teâlâ beni, kendime getirecek birini bana gönderinceye kadar buradan ayrılmayacağım." diye niyet ettim ve orada üç gün bek-ledim. Dördüncü gün dişi bir devenin üzerinde bir gözü görmeyen biri geldi.
—"Nereden geliyorsun?" dedim. "Sen niyet ettiğin zaman üç bin fersah uzakta idim. Oradan geliyorum. Kalbini koru. "Zamânın en büyüğü benim." gibi düşünceleri hatırına getirme!" dedi ve kayboldu.
Uzun seneler nefsimi terbiye etmekle uğraşıp çile çektikten sonra, bir gece, Allahü teâlâya yalvardım.
—"Şu testi ve aba sende oldukça, sana ruhsat yoktur." diye ilhâm olundu. Bunun üzerine yanımda bulunan testi ve abayı terk ettim. Bundan sonra bana; "Ey Bâyezîd, nefsin hevâ ve hevesi için tuzaktaki tâne misâli olan dünyâ mallarına gönül bağlayıp, sonra da Allahü Teâlâya kavuşmak için yol isteyen kimselere;
—"Bâyezîd, nefsin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yapmak sûretiyle kırk yıl uğraştığı hâlde, yanında bulunan kırk bir testiyi ve eski bir abayı terk etmedikçe izin alamadı. Siz, bu hâlinizle size izin verileceğini mi zannediyorsunuz. Aslâ izin alamazsınız." diye bildirdi.
ARŞI BAŞI ÜSTÜNDE TAŞIDI
Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, vefât ederken, kendisini seven-lerden Ebû Mûsa ismindeki zât yanında bulunamamıştı. Fakat o gece rüyasında; "Arşı, başı üzerine alıp taşıyordu." Bu rüyâya çok hayret edip, hikmetini anlayamadı ve bunu Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretlerine sormak için yola düştü. Yolda, Bâyezîd-i Bestâmî'nin vefât ettiğini haber aldı. Bestâm'a geldiğinde cenâze merâsimi için, hesabı mümkün olmayan fevkalâde bir kalabalık gördü. Tabutunu taşımakla şereflenmek için yanaşmaya çalıştı. Fakat yanaşıp da tabutu taşımak mümkün olmuyordu. "Gördüğüm rüyâyı unutmuş vaziyette, Hazret-i Bâyezîd'in tabutunu taşımakla şereflenmek istiyordum. Bu mümkün olmayınca tabutu taşı-yanlar arasından meşakkatle, sıkıntı ile geçip tabutun altına girdim ve tabuta başımı dayayıp öylece gidiyordum. Birden tabutun içinden bana şöyle hitâp ettiğini duydum:
—"Ey Ebû Mûsa! İşte şu bulunduğun hâl akşamki gördüğün rüyânın tâbiridir."
SON SÖZLERİ
Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, devamlı; "Allah!.. Allah!.." derdi. Vefâtı ânında yine "Allah!.. Allah!.."diyordu. Bir ara şöyle duâ etti:
—"Yâ Rabbî! Senin için yaptığım bütün ibâdet, tâat ve zikirleri hep gaflet ile yaptım. Şimdi can veriyorum. Gaflet hâli devâm ediyor. Allah'ım! Bana huzûr ve zikir hâlini ihsân eyle." Bundan sonra, Zikir ve huzûr hâli içinde rûhunu teslim etti.
İrtihalleri hicret-i Celîle-i Nebeviyyenin 231 veya 232, İbn-i Halkan'ın rivayetine göre (Mîlâdî 875) 261 senesi Şaban-ı Şerîfin on beşinci günü (mayıs ayında) vaki olmuşdur. Kabri şerifleri Bestam'da bütün insanların ziyaretgâhıdır. Bestam İran hududları içinde Horasan bölgesindedir. (Kaddesellahu Sirrahûl Aziz)
(Hatay şehrinde de bir kabri vardır ki, makam olarak mı yoksa ger-çekten kabri olup olmadığı ehline malumdur.)
Ebu Yezid Tayfurü'l-Bestâmî (Kuddise sirruhu) Hazrelerinin Halifesi:
Şeyh Ammi-i Bestâmî idi. Varisi ise, Şeyh Ebul Haseni'l -Harkaanî Hazretleridir. (k.s.)
VEFATINDAN SONRA
Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, vefat ettikten sonra, büyüklerden biri kendisini rüyâda görüp;
— "Allahü teâlâ sana ne muâmele eyledi?" diye sordu. Buyurdu ki:
—"Beni toprağa koydukları zaman bir ses duydum ki; "Ey Bâyezîd! Bizim için ne getirdin?" diyordu. "Ya Rabbî! Sana lâyık hiç bir amel ya-pamadım, ama şirk de getirmedim." dedim.
Hâzret-i Bâyezîd, vefat ettikten sonra, büyük zâtlardan birisi kendi-sini rüyada görüp sordu.
—"Münker ve Nekir sana nasıl muâmele eyledi?" Cevâbında;
—"O iki mübârek melek gelip; "Rabbin kimdir?" diye sorunca, onlara dedim ki:
—"Bunu sormakla sizin maksadınız hâsıl olmaz. Siz bana O'nu so-racağınıza, beni O'na sorun. Eğer O, beni, kulu olarak kabûl ederse ne âlâ. Mâzallah O, beni kulu olarak kabûl etmezse, ben, yüzdefâ; "O, benim Rabbimdir." desem ne faydası olur?" buyurdu.
Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, vefât ettikten sonra, onun sâdık talebelerinden olan bir hanımefendi şöyle anlattı:
— "Kâbe-i Muazzama'yı tavâf ettikten sonra bir saat kadar tefekkür ettim. Bu sırada uykum geldi ve birazcık uyudum. Rüyâmda beni göğe çıkardılar. Allahü Teâlânın izni ve lütfu ile, Arş-ı âlânın altını gördüm. Çok güzel kokusu vardı. Nurdan yazılmış bir yazı gördüm "Bâyezîd Veliyyullâh" yazılı idi ve yazının eni ve boyu da görünmüyordu.
Velîler tâifesinin efendisi Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri buyuruyor ki:
—"Velîler arasında Bâyezîd-i Bestâmî'nin yeri, melekler arasında Cebrâil'in yeri gibidir."
Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretlerinin tasavvufta derecesi çok yüksek idi. Tasavvuf ilminde sekr, ilâhî aşk ile kendinden geçme hâli denilen bir hâlin kendisini kapladığı bir an, içinde bulunduğu durumu, müşâhede ettikleri şeyleri anlatmak için "Sübhânî" demiştir. Bu sözü bâzı kimseler anlıyamamış, Bâyezîd Hazretlerinin şânına uygun olmayan sözler sar-fetmişlerdir. Halbukî bu sözü İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, birinci cild 43'üncü mektubunda şöyle açıklamaktadır: "Hallâc-ı Mensûr'un "Enelhak" ve Bâyezîd-i Bestâmî'nin "Sübhânî" sözünü tevhîd-i şühûdî bilmemiz lâzımdır. Bu sûretle dîne uygun olurlar. Bu büyükler o hâl içinde, Allahü Tealâdan başka, hiç bir şeyi göremeyince, bu sözleri söylemiş, Allahü Teâlâdan başka bir şey yoktur demek istemişlerdir. "Sübhânî" sözü, Hak Teâlâyı tenzihtir. Kendini tenzih değildir. Çünkü kendi varlığını bilmemektedir. Bir şeye hüküm veremez."
NASİHATLERİNDEN...
Talebelerine şöyle nasihât ederdi:
—"Müslüman kardeşinize saygılı olmanızdan daha kolay ne vardır? Onlara hürmet etmek, haklarını korumak ne güzel haslettir! Müslüman kardeşlerimize kin beslemek, onlara karşı saygısız olmak ne zararlı şeydir! Bu yol hiç kimseye fazîlet kapısını açmamış, hiç kimseyi başarıya ulaştırmamıştır."
—"Dilini, Allahü Teâlâ'nın ismini anmaktan başka işlerle uğraşmaktan ve başka şeyler konuşmaktan koru. Nefsini hesâba çek. İlme yapış ve edebi muhâfaza et. Hak ve hukûka riâyet et. İbâdetten ayrılma. Güzel ahlâklı, merhamet sâhibi ve yumuşak ol. Allahü teâlâyı unutturacak her şeyden uzak dur ve onlara kapılma.
—"Otuz sene mucâhede eyledim, nefsimin istediklerini yapmadım. İlimden ve ilme uymakdan daha zor bir şey bulamadım."
—"Gözlerini harama bakmaktan ve başkalarının ayıplarını görmekten koru."
—"Bir gece karanlığında odamda otururken ayaklarımı uzatmıştım. Hemen bir ses duydum. Sultanla oturan edebini gözetmelidir, diyordu. Hemen toparlandım."
—"Allahü Teâlânın kendileri sebebiyle nefsimi cezâlandırdığı bütün şeyler üzerinde düşündüm. Onların en şiddetlisi olarak gafleti buldum. Allahü Teâlâdan bir an gâfil olmak (bir an unutmak) Cehennem ateşinden daha şiddetlidir."
—"Ey Allahım! Ey kusurlardan uzak olan sonsuz kudret sâhibi Rabbim. Sen ne dilersen yaparsın. Benim vücûdumu öyle büyült, öyle büyült ki, Cehennem'i ağzına kadar doldursun. Böylece başka kullarına yer kalmasın. Onların yerine ben yanayım."
—"Siz havada uçan birisini gördüğünüz zaman hemen o kimsenin fazîletli, kerâmet sâhibi birisi olduğuna hüküm vermeyin. Hatâ edebilir-siniz. O kimsenin hakîkaten fazîlet ve kerâmet sâhibi olduğunu anlamak için, İslâmiyetin emirlerine uymaktaki hassâsiyetine, Peygamber efen-dimizin ahlâkı ile ahlâklanması ve sünnet-i seniyyeye uymasına, hakîki is-lâm âlimlerine olan muhabbet ve bağlılığına bakın. Bunlar tam ise, o kimse fazîlet ve kerâmet sâhibidir. Bunlara uymakta en ufak bir gevşeklik ve zayıflık bulunursa, o kimse için fazîlet ve kerâmet sâhibidir, demek mümkün olmaz.
—"Ya Rabbî! Sana kavuşmak nasıl mümkün olur?" diye duâ ettim. Bir nidâ geldi, "Nefsini üç talakla boşa." diyordu.
—"Bu kadar zahmet ve meşakkatlere, sıkıntılara katlanarak aradığımı, annemin rızâsını almakta buldum. Çok basit gibi gelen anne rızâsını almanın, bütün işlerin evvelinde lâzım olduğunu anladım."
—"Günahlara bir defâ, tâatlere ise bin defâ tövbe etmek lâzımdır. Yâni yaptığı ibâdet ve tâatlere bakıp kendini beğenmek, o ibâdeti hiç yapmamak günâhından bin kat daha fenâdır."
—"İnsana zararı en şiddetli olan şeyin ne olduğunu bilmek istedim. Bunun, gaflet olduğunu anladım. Gafletin insana yaptığı zararı, Cehennem ateşi yapmaz. Yâ Rabbî! Bizleri gaflet uykusundan uyandır. Lütuf ve keremin ile bu duâyı kabûl eyle."
—Bütün âlemin yerine beni Cehennem'de yaksalar ve ben de sab-retsem, Allahü teâlâya muhabbeti dâvâ edinmiş birisi olarak yine bir şey yapmış olmam. Allahü Teâlâ da benim ve bütün âlemin günahını affetse, rahmetinden ve ihsânından bir şey eksilmiş olmaz."
—"Bir kimsenin, Allahü Teâlâya olan muhabbetinin hakîki olup ol-madığının alâmeti; "kendisinde deniz misâli cömertlik, güneş misâli şefkat ve toprak misâli tevâzu gibi üç hasletin bulunmasıdır."
—"Allahü Teâlânın nîmetleri, her an herkese gelmektedir. O halde her zaman O'na şükretmek lâzımdır."
—"Bizim sözlerimiz kitap ve sünnettendir. Bu iki kaynaktan gücünü ve mânâsını almayan bir sözde değer yoktur."
—"Ârifin alâmeti nedir?" diye sorulduğunda; "Allahü Teâlâyı zikirde gevşeklik göstermemektir." buyurdu.
-
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
06. Ebu’l-Hasan Harkani (k.s.)
Silsilei Sâdâtı Nakşıbendiyei Aliyyenin altıncı halkasıdır.
İsm-i şerif-leri "Ali bin Câfer " dir. Künyesi Ebu'l Hasen'dir. İntisab ve irşadları Hazret-i Bâyezid'in rûhâniyet-i aliyyelerindendir.
Bestâm'ın bir kasabası olan Harkân'da dünyaya geldi. Uzun boylu, güzel yüzlü, geniş alınlı, iri gözlü ve kumral idi. Hazret-i Ömer'e benzerdi. Mîlâdî1034 (H.425) senesinde Harkân'da vefât etti. Kabri Harkân'dadır.
Bâyezîd-i Bestâmî Hazretleri, her sene bir defâ, Dıhistan'da şehitlerin kabirlerinin bulunduğu Kumtepeyi ziyârete giderdi. Harkân'dan geçerken durur ve havayı koklardı. Talebeleri kendisine;
—"Efendim, sizin bu şekilde havayı koklamanızdaki hikmet nedir? Biz herhangi bir şeyin kokusunu duymuyoruz." diye sorduklarında, bu-yurdu ki;
—"Evet öyledir. Fakat bu kasabadan öyle birisinin kokusu geliyor ki, onun adı Ali, künyesi Ebul Hasen'dır. O, zamânın kutbu olacaktır."
Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî Mesnevi'sinde ise şöyle anlatıyor:
Bâyezid-i Bestâmî, arkadaşları ile bir gün, açık havaya çıkmıştı. Yolda giderken, büyük bir hale kapıldı. Bu hali arttıkça arttı, arkadaşları onun bu halinden dehşete kapıldılar.
Kendine geldiği zaman, o halin sebebini sordular, şöyle anlattı:
—"Bana, Harkan tarafından acaip bir nefes gelmektedir. Resulüllah Efendimiz'e (s.a.v.) Yemen tarafından gelen nefese benziyor. Oradan, büyük velilerden birinin çıkacağını bu nefes bana haber veriyor.
O büyük velinin ismini sordular; şöyle anlattı:
—"Ebul Hasan'dır." Sonra onun halini, tavrını, şeklini, makamlarını, yolunu anlattı. Bu arada, makam itibarı ile, kendisinden daha büyük olacağını işaret etti.
Bâyezid-i Bestâmî'nin vefatından sonra, aradan seneler geçti.Harkan'dan biri geldi; Bâyezid-i Bestâmî'nin tekkesine girdi. Bâyezid-i Bestâmî'nin arkadaşları ona:
—"Adın nedir?" Diye sordukları zaman şöyle dedi:
—"Ebul Hasan Harkânî'dir."
Bunun üzerine onun şekline, haline, tavrına, sıfatına baktılar; tam Bâyezid-i Bestâmî'nın anlattığı gibi buldular. Hemen ona müjdeyi verdiler.
—"Şeyh Bâyezid-i Bestâmî, seni şöyle şöyle bildirmişti; sen de onun müridleri arasına gireceksin, mübârek kabrinden tarikat alacaksın."
Ebul Hasan Harkânî de ona şöyle dedi:
—"Ben de, Bâyezid-i Bestâmî'yi rüyada gördüm; anlattığınız durumu bana haber verdi.
Bundan sonra Bâyezid-i Bestâmî'nin türbesine gitti; ruhaniyetinden tarikat aldı.
Ve.. her sabah, Bâyezid-i Bestâmî'nin türbesine gitti; onun mübarek toprağına yüz sürdü. Sabah erkenden, onun türbesine gider, kuşluk vaktine kadar orada kalırdı; ondan ilim alırdı; ilâhî maarif bilgileri alırdı.
Belki de, Bâyezid-i Bestâmî'nin ruhaniyeti şekil alıp ona görünüyordu; belki de, ilham yollu ona bilgiler aktarıyordu.
Alıştığı gibi, yine bir gün Bâyezid-i Bestâmî'nin makamına gitti. Kış mevsimi idi; kar kapatmıştı. Kabrinin yerini tam tesbit edemedi; üzülüp döndü. Dönmüş gidiyordu ki, şöyle bir ses duydu.
—" Gel bana..Ben buradayım gel, sesleniyorum sana.."
Bundan sonra olan oldu; yüksek makamlara çıkmayı elde etti. Ondan sonra devamlı yükseliş kaydetti. Ve.. zamanının bir tanesi oldu;
Ebul Hasan Harkani'den tarikat alanlar arasında ileri gelen zatlar çoktur. Onlardan biri de, Şeyh 'ül İslam Abdullah Ahsari'dir. Abdullah Ahsârî şöyle demiştir:
—" Hadis ilminde, fıkıf ilminde, şeriatın diğer ilim dallarında hocam çoktur. Ancak, tarikatta şeyhim, şeyh Ebul Hasan Harkânî'dir. Eğer onu görmeseydim; Hakkı ve hakikati bilemezdim."
Ebu'l Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri Cenâb-ı Bâyezid'i manada gördüğünü ve irşada mazhar olduğunu hikaye etmiştir.
Oniki sene Harkân'dan Bestâm'a hocasının kabrini ziyâret için gitti. Bu ziyârete giderken, yolda Kur'ân-ı kerîmi hatm ederdi. Her gittiğinde ziyâret ile ilgili vazîfelerini yaptıktan sonra;
— "Yâ Rabbî! Bâyezîd'e ihsân ettiğin sana âit ilimlerden, büyüklü-ğünün hakkı için, Ebü'l-Hasan kuluna da ihsân eyle!" diye yalvarırdı. Geri dönerken, hiç bir zaman Bâyezîd'in türbesine arkasını dönmezdi.
On iki sene sonra, Allahü Teâlânın lütfu ile Bâyezîd'in rûhaniyetin-den istifâde edip olgunlaştı. Allahü Teâlâyı tanıtan kalb ilimlerinde ve diğer ilimlerde talebe yetiştirmeye başladı. Pek çok talebesi vardı.
Kerâmetleri pek çoktur. Bunlardan bazıları aşağıdadır:
BENİ HATIRLAYIN
Onun kerametlerinden olmak üzre naklederler ki: Bir kâfile insan, Ebu'l Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri'nin huzuruna gelerek:
—" Yollar korkuludur, bize bir dua öğretiniz." diye istirhamda bulu-nurlar. Cenâb-ı Şeyh:
—"O vakit Ebü'l-Haseni hatırınıza getiriniz." buyururlar. Hz. Şeyhin bu hikmetli sözü onların hoşlarına gitmez. Yolda eşkiya zuhur ederek hepsinin mal ve metalarını alırlar. Yalnız Hazreti Şeyhi hatırına getiren bir kimsenin malına hiç zarar gelmez. Bu hale arkadaşları taaccüb edip sebebini sorarlar. O da:
—"Şeyh Ebü'l-Hasen'i hatırladım ve selâmette kaldım." cevabını verir.
Bunun izahını Ebu'l Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri şöyle yapar:
—"Evlatlarım! Günah kirleri ile dolu kimsenin dua ve niyazı Allah'a ulaşmaz. Siz dua ettiniz ulaşmadı. Bu arkadaşınız bana, ben de Allah'a yalvardım. İşte onun için o kurtuldu. Çünkü duası Allah'a ulaştı.
ÇEKİRGE BELASI
Vaktiyle Bestam şehrine bir çekirge sürüsü hücûm etti. Bütün ekinleri ve sebzeleri yediler. Halk, çekirgelerden ve bu musîbetten kurtulmaları için feryâd ederek, duâ ediyordu. Fakat bu musîbetten bir türlü kurtu-lamadılar. Halkın telâşını ve üzüntüsünü gören Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri;
—"Ne oldu, bu halkın feryâdı nedir böyle?" diye sordu. Çekirge isti-lâsı bütün ekinlerin perişanlığını ve halkın bundan üzüntülü olduğunu söylediler. Bunun üzerine, ayağa kalkarak dama çıktı. Ve etrafa bir nazar etti. Çekirgeler toplanıp şehirden derhal uzaklaştılar. İkindi namazı vaktine kadar bir tek çekirge kalmadığı gibi, bütün ekinlerin yaprakları da eski hâline gelip, hiç ziyân olmadı.
GAZNELİ MAHMUD İLE
Sultan Mahmûd Gaznevî, bütün Asya'ya hâkim olduğu zamanda, Harkân şehrine yakın gelmişti. Adamlarından bir kaçını, Harkân'a Şeyh Ebu'l- Hasen Harkânî (k.s.) Hazretlerinin huzûruna göndermiş ve Şeyh hazretlerini yanına çağırmıştı. Şeyh hazretleri buna karşılık, bir özür beyân ederek gitmek istemediler. Durum, Mahmûd Gaznevî'ye bildirilince,
— "Haydi kalkınız! Zîrâ o, bizim sandığımız kimselerden değildir. Biz ona gidelim." dedi. Sonra kendi elbisesini Kâdı Iyâz'a giydirdi ve kendisi de silâhtar olarak, Kâdı Iyâz'ın yanında Ebü'l-Hasan Harkânî'nin evine girdi. Mahmûd Gaznevî selâm verince, Ebü'l-Hasan hazretleri selâmını aldı. Fakat ayağa kalkmadı. Mahmûd Gaznevî, Ebü'l-Hasan Harkânî'ye;
— "Sultan için neden ayağa kalkmadınız?" diye sorunca, Ebü'l-Hasan, Sultân Mahmûd'a;
—"Mâdem ki seni öne geçirmişler, yanıma gel bakalım." dedi. Soruya o ânda cevâp vermediler.
Sultan Mahmûd Gaznevî, Ebü'l-Hasan Harkânî'ye;
—"Bâyezîd-i Bestâmî nasıl bir zât idi? diye sordu. Ebü'l-Hasan Harkânî:
—"Bâyezîd, öyle kâmil bir velî idi ki, onu görenler hidâyete kavu-şurdu. Allahü Teâlâ'nın râzı olduğu kimselerden olurdu." diye cevap verdi. Sultan Mahmûd bu cevâbı beğenmedi ve;
—"Ebû Cehl, Ebû Leheb gibi kimseler, Fahr-i kâinâtı, Server-i âlemi nice kere gördüler. Fakat hidâyete gelmediler. Hâl böyle olunca, Bâyezîd'i görenlerin hidâyete geldiklerini nasıl söylüyorsun?" dedi.
Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri;
—"Ebû Cehil ve Ebû Leheb gibi ahmaklar, Allahü Teâlânın sevgili Peygamberini, insanların en üstünü Hazreti Muhammed olarak görmediler. Ebû Tâlib'in yetimi, Abdullah'ın oğlu olarak gördüler. O gözle baktılar. Eğer, Ebu Bekr-i nis Sıddîk gibi bakarak, Resûlullah olarak görselerdi, eşkıyâlıktan, küfürden kurtulur, onun gibi kemâle gelirlerdi." buyurdu.
Sultan Mahmûd Han bu cevâbı çok beğendi. Din büyüklerine olan sevgisi arttı. Sultan Mahmûd;
—"Bana nasîhat ediniz." deyince Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri;
—"Şu dört şeye dikkat et: Günahlardan sakın, namazını cemâatle kıl, cömert ol, Allahü Teâlânın yarattıklarına şefkat göster." dedi. Sultan Mahmûd;
—"Bana duâ buyurun." deyince, Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri;
—"Ey Mahmûd, âkıbetin makbûl olsun." dedi. Bunun üzerine Sultan mahmûd, Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretlerinin önüne bir kese altın koydu. Buna karşılık Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri, Sultânın önüne arpa unundan yapılmış bir yufka ekmeği koydu. Sultan ekmekten bir lokma aldı. Fakat lokmayı yutmadı. Bunun üzerine Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri;
—"Bir lokma ekmeği yutamıyorsun. İster misin, şu bir kese altın bizim de boğazımızda dursun? Biz paralarla olan alâkamızı kestik. Şu altınları önümden alınız." dedi. Sultan, Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretlerinin paraları almasını çok istediyse de, kabûl etmeyince, ondan bir hâtıra istedi. Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri ona hırkasını verdi.
Sultan Mahmûd giderken, Ebü'l-Hasan ayağa kalktı. Bunun üzerine Sultan Manmûd;
— "Geldiğim zaman hiç iltifat etmemiştin, fakat şimdi ayağa kalkı-yorsun. O hâl niye idi? Bu ikrâm nedir? diye sordu. Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri;
—"Buraya pâdişâhlık gururuyla beni imtihan için geldin. Şimdi ise dervişlik hâliyle gidiyorsun ve dervişlik devletinin güneşi üzerinde ışıl-damaya başladı. Önce gurur içinde olduğundan dolayı ayağa kalkmadım. Fakat şimdi derviş olduğun için ayağa kalkıyorum." dedi.
Sultan, sonra gazâya gitmek üzere Harkân'dan ayrıldı. Sevmenât'a geldi. İçine mağlûb olma korkusu düştü. Birden atından inip, bir köşede Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretlerinin hırkasını eline alıp;
—"Yâ İlâhî! Şu hırkanın sâhibinin yüzü suyu hürmetine, şu kâfirlere karşı bizi muzaffer kıl. Ganimet olarak ele geçireceğim her şeyi dervişlere vereceğim." diye duâ eder etmez, düşman tarafında bir toz duman ortaya çıktı. Düşmanlar, bu toz-duman içinde birşey görmiyerek, kılıçlarını birbirlerine vurdular ve kendi kendilerini öldürdüler. Sağ kalanları dağılıp gitti. O akşam Sultan Mahmûd, rüyâsında Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretlerini gördü. Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri, Sultan Mahmûd'a;
—"Allahü Teâlâ'nın dergâhında, hırkamızın yüzü suyu hürmetine zafer kazandın. Eğer o anda isteseydin, kâfirlerin hepsinin müslüman olmasını sağlayabilirdin." buyurdu.
TERLİĞİ AĞRIYAN YERE SÜRDÜLER
Bir gün Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretlerinin bir talebesi çok has-talandı. Buna hiç bir tabîb çâre bulamadı. Talebe hastalığın ağrısına dayanamaz hâle gelmişti. Sonunda durumu Ebu'l-Hasen Harkânî'ye bil-dirdiler. Bunun üzerine Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri terliklerini vererek;
—"Bunları ağrıyan yere sürün." buyurdu. Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretlerinin dediği gibi yaptıklarında, Allahü Teâlânın yardımıyla talebe iyileşti ve hiç bir rahatsızlığı kalmadı.
KUTBÜ ÂLEM
Talebelerinden biri, Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretlerinden;
—"Lübnan Dağına gidip Kutb-i âlemi görmek için bana izin ver." diye ricâda bulundu. Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri izin verince, o talebe Lübnan dağına vardı. Orada, yüzleri kıbleye dönmüş hâlde oturan bir cemâat gördü. Önlerinde bir cenâze duruyordu. Fakat cenâze namazını kılmıyorlardı. Talebe dayanamıyarak;
—"Niçin cenâzenin namazını kılmıyorsunuz?" diye sordu. Oradakiler;
—"Kutb-i âlemin gelmesi lazımdır. Kutb-i âlem buraya her gün beş kere gelir ve imâmlık yapar." diye cevap verdiler. Talebe bunu duyunca çok sevindi ve beklemeye başladı. Bir süre sonra herkes ayağa kalktı. Kendi hocası Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri'nin geldiğini gördü. Bu durum onu dehşete düşürdü ve kendinden geçti. Tekrar kendine geldiğinde, namaz kılınmış ve cenâze defnedilmişti. Kutb-i âlem de git-mişti. Talebe orada bulunanlara;
—"Kutb-i âlem tekrar ne zaman gelir?" diye sorunca;
—"Önümüzdeki namaz vakti." diye cevap verdiler. Talebe onlara;
—"Ben onun talebesiyim. Ona karşı şöyle şöyle demiştim. Uzun sü-reden beri yollardayım. Ona durumumu arzedin de, beni berâberinde Harkân'a geri götürsün." diye yalvardı. Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri, tekrar namaz kıldırmak için oraya geldiklerinde, talebe elini ona doğru uzattı ve tekrar bayıldı. Ayıldığı vakit, Rey şehrinin çarşısındaydı. Harkân'a hocasının yanına gidince, Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri ona;
— "Gördüklerini kimseye anlatma. Çünkü, Allahü Teâlâdan bu dün-yâda beni halktan gizlemesini ve bir tâne ârif ve büyük bir zât hariç, hiçbir kimsenin görmemesini istedim. Öyle de oldu. O zât da Bâyezîd'-i Bestâmî'dir." buyurdu.
BİTMEYEN EKMEK
Bir gün Ebû Saîd, Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretlerinin yanına büyük bir kalabalıkla ziyâret için gelmişti. Hizmetçi kadın, arpadan ya-pılmış bir kaç adet ekmeği, bir sepet içinde Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri'nin yanına getirdi. Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri o kadına;
—" Şu ekmeklerin üzerine bir örtü ört ve oradan istediğin kadar ekmek çıkar." diye tenbih etti. Kadın denileni yaptı ve kalabalık bir halk topluluğuna, durmadan örtünün altından ekmek çıkardı. Fakat ekmekler bitmiyordu. Bir süre sonra kadın örtüyü kaldırınca, sepetin içinde hiçbir şey kalmadığı görüldü. Bunun üzerine Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri;
—"Şâyet örtüyü kaldırmasaydın, kıyâmete kadar bunun altından ek-mek çıkarıp duracaklardı." buyurdu.
MÜBAREK SÖZLERİNDEN
Bir gece Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri;
—"Bu gece falan sahrada savaş yapılıyor. Şu kadar kişi de yaralandı." buyurdu. Durumu araştırdıklarında, Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretlerinin dediği gibi olduğu anlaşıldı. Aynı gece, Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretlerinin oğlunun kafasını kesip, kapısının eşiğine attılar. Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri'nin hiç haberi olmadı. Kendisini inkâr eden hanımı;
—"O kimseye ne demeli, şu kadar mesâfe uzaklıkta cereyân eden bir olayı haber veriyor, ama oğlunun kafasını kesip kapısına attıkları hâlde, bundan haberi olmuyor?" deyince, Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri;
—"Evet dediğin doğrudur. Ama biz onu gördüğümüz vakit, aradaki perde kaldırılmıştı. Oğlanı katlettikleri zaman ise, perde çekmişlerdi." dedi.
MÜBAREK SÖZLERİNDEN...
—"Hep sevindirici şeyleri arama; bazen seni üzecek şeyleri de ara ki, ağlayasın; göz yaşların görüle. Allah, ağlayanları sever.."
—"Bir kulun vesile ederek Cenâb-ı Hakk'ı bulmaya çalıştığı ne şey olursa olsun; o şeylerin en güzeli Kur'an'dır. Öyle ise, Cenâb-ı Hakk'ı Kur'an yolundan aramalısınız."
—"Peygamber'in varisi odur ki, hemen her hali ile ona uyar. Sayfaların yüzünü karartan onun varisi olamaz."
—"Benim için bir gün, kırk senedir. Cenâb-ı Hakk kalbime baktığı zaman, başkasını görmemeli. Orada Allah'tan başka bir şey olmamalı; sineme onun arzusu dışında bir şey yerleşmemeli..
Kırk yıldan beri, nefsim benden bir içimlik soğuk su ister; bir bardak kaymaksız süt ister. Şu ana kadar ben, ona bu imkanı vermedim."
—"Kalplerin nurlarında halkın bir işi yoktur. Yapılan işlerin en güzeli, yaratılmışın düşüncesi girmeyen iştir. Rızıkların en helâli, elde etmek için tüm gücüyle çalışıp elde ettiğindir. Arkadaşların en güzeli, Allah ile bir yaşaması olandır."
Ebul Hasan Harkânî Hazretlerine sordular:
— "Adı ile bilinenlerin en güzeli nedir?. Dediler ki:
—"Siz söyleyin, biz bilmeyiz" Şöyle dedi:
—"Devamlı Allah'ı anan kalbdir." Sofilikten sorulunca da şöyle dedi.:
—"Sofilik, seccade ile, yamalı giymekle, merasimle, törenle olmaz. Asıl sofilik, kalbde hiç bir fani varlık bırakmamaktır.."
—"Sofi odur ki, gündüz güneş istemeye, gece ay istemeye.. Yıldızlara da ihtiyacı olmaya..Tasavvuf efendiliği öyle bir yokluktur ki, onda vücûda ihtiyaç duyulmaz."
Ebul Hasan Harkânî Hazretlerine sordular:
—"Kul, ne zaman Cenâb-ı Hakk'tan gafil kalmaktan kurtulduğunu anlar?. Şöyle dedi:
—"O kul, Cenâb-ı Hakk'ı zikrettiği zaman, bu zikri bütün varlığı ile gerçekleştirir. Bu arada, bütün varlığı ile şunu da bilecektir ki: Cenâb-ı Hakk da onu zikretmektedir."
—" Fenadan, bekadan söz etmeye kimin hakkı var, kim lâyıktır?. diye sordular. Şu cevabı verdi:
—" Şu kimseye layık olur ki, yerle gök arasında ipekten bir telle bağlanıp asılmıştır. O, bu halde iken, şiddetli bir kasırga çıkar, ağaçları yerlerinden söker, dağları denizlere katar; onları doldurur. Bu hal içinde o kimsenin kılı bile kıpırdamaz, hiç bir şeyden korkmaz."
MÜBAREK SÖZLERİNDEN
İhlas ve riyâ nedir? diye sorduklarında; Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri buyurdular ki:
—"Allahü Teâlâ için yaptığın her şey ihlastır. Halk için yaptığın her şey de riyâdır."
Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri buyurdular ki:
—"Nimetlerin en iyisi, çalışarak kazanılanıdır. Arkadaşların en iyisi, Allahü Teâlâ'yı hatırlatanıdır. Kalblerin en nurlusu içinde mal sevgisi ol-mayanıdır."
—"Dünyada âlimler ve âbidler (ibâdet edenler) çoktur. Ama akşam ve sabah Cenâb-ı Hakkın rızası üzerine bulunmak mühimdir."
—"Kalblerin en nurlusu; içinde Allahü Teâlâ'nın sevgisinden başka bir şey bulunmayandır. Amellerin en iyisi; riyâdan uzak olan yani ihlâs üzere olanıdır."
—"Siz Allahü Teâlâ'dan konuşurken, başka şeyden bahsedenle ar-kadaşlık etmeyiniz."
—"Cennet'te Tûbâ ağacının altında, Allahü Teâlâdan bîhaber (habersiz) olarak bulunmaktansa, dünyada bir diken ağacının altında, daima O'nu hatırlamayı daha çok arzu ederim."
—"Resûlullah Efendimizin varisi; O'nun işlerine uyan ve şerîatine tâbî olandır."
—"Ömrüme bakınca, yetmiş yıllık ibâdetlerimin hepsini, bir saatlik kadar kısa, günahlara bakınca da, Nûh Aleyhisselâmın ömrü kadar uzun gördüm."
—"Dünya, peşinden koştuğun sürede senin pâdişahındır. Ondan yüz çevirince, sen ona sultan olursun."
—"Allahü Teâlâ nasıl senden vaktinden evvel namaz kılmanı istemi-yorsa, sen de O'ndan, vaktinden önce rızık isteme."
—"Ulemâ; "Biz Peygamberin vârisiyiz." diyor. Fakat Peygamberimizin vârisleri arasında biz de varız. Çünkü O'nda olan şeylerin bazısı bizde de var. Resûlüllah Efendimiz fakirliği seçmişti. Biz de fakirliği tercih etmiş bulunuyoruz. O cömertti. Güzel bir ahlâkı vardı. Hâinlik bilmezdi. Basîret sahibiydi. Halkın rehberiydi. Aç gözlü ve hırs sahibi değildi. Hayır ve şerri Allahü Teâlâdan bilirdi. Tabiatında yalan ve kandırma diye bir şey yoktu. Zamânın esiri değildi. İnsanların korktuğu şeyden korkmazdı. İnsanların güvendiği şeye güvenmezdi. Hiç gu-rurlanmazdı. İşte bunlar evliyânın sıfatlarıdır. Resûlüllah Efendimiz, ucu bucağı bulunmayan bir umman idi. Eğer o ummandan bir damla ortaya çıksaydı, bütün âlem ve mahlûkat şaşırır kalırdı. Sûfîlerin kervanı; Allahü Teâlâ, Resûlullah ve Eshabı Kiram sevgisinden ibarettir. Bu kervanda bulunan ve ruhları bunların ruhuyla kaynayan kimseye ne mutlu."
—"Yol ikidir: Biri hidâyet, öbürü dalâlet, (sapıklık) yoludur. Kuldan Allahü Teâlâya giden yol dalâlet yoludur. Allahü Teâlâdan kula gelen yol ise hidâyet yoludur. Şimdi her kim hidâyete erdim derse, o, hidayete ermemiştir. Her kim beni hidâyete erdirdiler derse, o, hidayete ermiştir."
—"Allahü Teâlânın karşısında şu üç şeyi muhafaza etmek zordur: Hak ile iken sırrı, halk ile iken dili, amel (iş ve ibâdet) yapar iken temizliği."
—"Yakınların yakını, bizim maksadımız olanın yanında uzak kalır. Ey kardeşim, suya daha yakın olan daha çok batar; ateşe daha yakın olan, daha çok yanar."
—"Ne zaman Allahü Teâlânın varlığına nazar etsem, kendi yoklu-ğumu görürüm, ne zaman kendi varlığıma nazar etsem, Allahü Teâlânın varlığını görürüm."
—"Şu iki kişinin çıkardıkları fitneyi, şeytan bile çıkaramaz: Dünya hırsına sâhip âlim ve ilimden yoksun sûfî."
—"Şayet bir mümini ziyaret edersen, hâsıl olan sevâbı, yüz adet kabul edilmiş hac sevâbı ile değiştirmemen lazımdır. Çünki bir mümini ziyaret için verilen sevap, fakirlere verilen yüz bin altın sadakanın sevâbından daha fazladır. Bir mümin kardeşinizi ziyarete gittiğinizde, Allahü Teâlânın rahmetine kavuştuk diye itikad edin."
—"İlimden en fazla nasib alan, onunla amel edendir. En fazîletli amel ise, üzerine farz olandır."
—"Dilini, Allahü Teâlâdan başkası hakkında konuşmamak için mü-hürle! Kalbini, Allahü Teâlâdan başkasını düşünmemek için mühürle! İhlâssız bir işi yapmaman ve helal olmayan bir şeyi yememen için de, davranışlarına, dudaklarına ve dişlerine aynı şekilde mühür vur."
—"Bir mümin kardeşini sabahtan akşama kadar incitmeyen kimse, o gün akşama kadar Peygamber Efendimizle yaşamış olur. Eğer bir mümin kardeşini incitirse, Allahü Teâlâ onun o günkü ibâdetini kabul etmez."
—"Allahü Teâlâ kuluna, îmandan sonra temiz yürek ve doğru dilden daha büyük hiç bir şey ihsan etmemiştir."
—"Çok ağlayınız, az gülünüz; çok susunuz, az konuşunuz. Çok ve-riniz, az yiyiniz; çok uyanık olunuz, az uyuyunuz."
—"İnsanoğlu, şu üç şeyle sürekli olarak tâatı yaparsa, sorgusuz suâl-siz Cennet'e gidebilir: Kalb, nefs ve dil."
ESERLERİ
Ebu'l Hasen Harkaanî (k.s.) Hazretlerinin, "Esrâr-ı Sülûk" isminde, âdâb-ı tarîkatı hâvî bir risaleleri olup, Salâhu'd-dîn Uşşâkî tarafından türkçeye tercüme edilmiştir.
İRTİHALLERİ
İrtihalleri yakın olduğu zaman:
—"Belde-i Bestam'ın zemini, Harkaan'ın zemininden daha yüksek olmakla, benim cismim Hazreti Bâyezid'in cism-i pâkinden daha yüksekte bulunursa bu edepsizlik olur. Bu bakımdan benim kabrimi diğerlerinin kabirlerinden üç arşın daha derin kazınız." diye vasiyet buyurmuşlardır. İrtihallerinde bu vasiyetleri yerine getirilmiştir. Mezarları etrafında da bir arslanın hayli bir zaman dolaştığı görülmüştür.
Hazreti Şeyh'in kabr-i âlîler üzerine her kim elini koyarak Cenab-ı Hak'dan maksadının hasıl olmasını dilerse bi-inâyet-i Teâlâ, dilediğinin yerine geleceği "Tezkiretü'l-Evliya" sahibi Şeyh Ferîdüddin-i Attar tara-fından nakledilmiştir.
Hazret-i Şeyh, Hicret-i Celîle-i Nebeviyyenin (419) veya (425) sene-sinin bir aşûra günü irtihal-i dar-ı na'im buyurmuşlardır. (Kaddesallahu Sirrehül Aziz )
Halifeleri:
Şeyh Abdullah Hirevî, Şeyh Hakim Nasır, Şeyh Ebu'l-Kaasım Gürgânî
Varisi:
Şeyh Muhammed'ül-Farmedi (k.s.)
KARS'TAKİ KABRİ
Ebu'l Hasen Harkaanî (k.s.) Hazretleri'nin kabrinin Harkan kasaba-sında olduğu tarihen sabittir. Ancak Kars şehrinde de bu mübarek zatın bir kabrinin olduğu biliniyor. Bu kabrin bir makam olarak mı yoksa sırlardan bir sır olarak mı bulunduğu hakkında kesin malumatımız yoktur. Buna dair bir malumatı Kars Tarihi'inden ve Evliya Çelebi'nin seyahat-namesinden aşağıya almayı uygun bulduk. Her şeyin en doğrusunu Allah bilir.
İslam sofilerinin büyüğü, Nakşibendi Tarikatının Altıncı halkası olan Ebü'l Hasen Harkaanî hazretleri Hicrî 421-429 (M. 1030- 1037) yılları arasındaki Selçukluların Kars Muharebelerine bir takım dervişleriyle katılmış, Kars hududu Yahnılar dağında ağır yaralanarak sağ bacağından ve sol pazusundan fazla kan kaybıyla şehid olmuştur.
Zamanın geçmesi ve düşman istilâlarından bir türlü aman bulamayan Kars'ta; bu kabir de zamanın getirdiği müşkil küşa haller dolayısı ile ör-tülen toprak ve kül yığınları yüzünden kabri şerifleri kaybolmuş, uzun yıllar belirsiz hale gelmiştir.
Sultan Üçüncü Murat devrinde, Kars Osmanlılara geçtiği zaman, İranlılar tarafından yıkılıp tahrib edilen Kars kalesi burçlarının tamiri için Lala Mustafa Paşa tamirine memur edilir. Paşa, kalenin tamirine başladığı sıralarda, Askerlerden Hafız Osman isminde ehli hâl bir zat, yüce şeyhi rüyasında görür. Derki:
-— "Oğlum Hafız Osman, uzun müddetden beri toprak altında yat-maktayım. Paşana söyle kabrimi ayâna çıkarsın, okunacak fatihalardan nasıbdar olayım.
Bu hal üzerine Hafız Osman uykudan uyanır. Gördüğü bu rüyaya bir türlü mânâ veremez. Paşaya da cesaret edip söyleyemez.
Ertesi gece aynı rüyayı tekrar görür, yine paşaya cesaret edip söyle-yemez.
Üçüncü gece de yüce şeyhi aynen görür. Bu defa o zat der ki:
-— "Yavrum Hafız Osman, gördüğün rüyalar (sadık) doğru rüyalar-dır. Yalnız makamımın nerede olduğunu evvelki rüyalarında söylememiş olduğum içindir ki seni tereddütde bırakmış oldum. Bunun için de Paşaya söylemeğe cesaret edemedin. Şimdi dikkat et, tarif ediyorum; Yarın hemen Paşaya çık ve söyle. Kars kaleiçi mahallesinde KAĞIZMAN KAPISI'na girdiğinde yirmi iki adım gün batı tarafına gidersin, son adımın altında benim tabutum bulunur. Üzerimdeki toprak ve kül yığınlarını temizledikten sonra, halis topraktan üç arşın eşiniz. Sandukam meydana çıkar. Tekrar Kars kalesine doğru onsekiz adım götürür orada da üç arşın derinliğinde halis topraktan kabrimi eşer oraya defn edersiniz. Bana bir tekke olmak üzere başucumda da bir cami inşa edersiniz.
Hafız Osman mânevî bir vazifenin verilmesi ûlvî heyecanıyle uykudan sıçrayarak uyanır. Paşaya rüyasını arz etmek için saray yolunu tutar. Selâm ve ihtiram gösterdikten sonra görmüş olduğu rüyayı Paşaya bütün teferruatiyle anlatır. Paşa da bütün dikkat ve heyecanla dinlediği samimi askerini kucaklar.
-— "Yaa... Evladım sen de mi bu zatı rüyanda gördün? Evet oğlum bir piri fânî bana da müteaddit defalar bu hususu rüyamda buyurdularsa da senin tafsilatlı rüyan gibi olmadığından büyük tereddüt ve endişe içinde idim. Bihamdillah bu telaşlı endişeden beni kurtardın". Diyerek Hafız Osmanı okşayıp, yüzünden gözünden öper ve:
—"Evlâdım, yarın bu mübarek rüyayı askerî ve mülkî bütün maiyye-time ve Kars halkına bir tamimle ilân edip, işe başlayacağım" der.
Ertesi günü ilân edilir. O zaman Kars'ta yirmiüç medrese vardır. Ekseriyetle camiler medrese vazifesini de içine almıştır. Yalnız hafızlık dersine çalışan talebe adedi üçbini aşkındı. Arabî, fârisî lisan tahsili de bu bölümde devam edermiş.
Lala Mustafa Paşa'nın tamimi ertesi günü ilân edilir. İlânı duyan Kars halkı, Medreseler, Tekkeler, post-nişîn dervişan, ulema, mülkî ve askerî erkân bilumum halkın iştirakiyle tekbir ve tehlil getirilerek KAĞIZMAN KAPISINA dayanırlar.
Hafız Osman ruya sahibi önde olarak, tam kapının yanında Lala Mustafa Paşa'nın işaretini beklerler.
Paşa işaret eder. İşarete uyan Hafız Osman adımlamaya başlar, yirmi ikinci adımında:
– "İşte Cenâb-ı Allah bilir burada olmalıdır" der. Hazirun orayı eş-meye başlarlar.
Şeyh Ebül Hasan Harkânî hazretlerinin tarifi veçhile yığılan toprak (küllük) kaldırıldıktan sonra halis topraktan da iki arşın eşilir.
Sonra Lala Mustafa Paşa çalışanlara şöyle bir hitâbede bulunur.
—"Aman evlâtlarım durun, eşici sert aletleri kullanmayalım ve dik-katle ellerimizle eşelim. Olaki, aletler tabuta değer, böylece bu büyük zata hürmetsizlik etmiş oluruz.
Bu hitabe karşısında çalışanlar, kazma ve kürekleri bırakarak elleriyle eşmeye başlarlar.
Üç arşın tamamlanınca sumaki bir mermer tabut görünür. Tamamen zahire çıktıktan sonra Paşa cebinden ipek mendilini çıkarıp tabutun üzerini siler. Şu yazı meydana çıkar. (MENEM SEYYİD ŞEHİD ALİYYİBNİ CAFER TARİHİ ŞEHADETİ 425.) Yine Şeyh Ebül Hasen Harkaanî hazretlerinin emr-i âlileri üzerine, Tekbir ve tehlil getiren Hafızlar, tale-beler, tartı ve dükkânını kapayıp gelen dindar ahali, postnişîn dervişanlarla bilumum Kars halkı bu anı, bir iştiyak içinde manevî hava yaşarlar, büyük bir vecd ile tabutu Kars kalesine doğru onsekiz adım getirip yeni eşilecek kabrin yanına koyarlar.
Lala Mustafa Paşa tekrar topluluğa dönerek büyük ûlemaya şu ricada bulunur.
—"Peygamber Efendimiz Hazretleri ve vezirlerinin cesetleri diriler gibi taze durmalıdır. Müsaade buyurulsun da tabutun kapağını açıp bu büyük sultanı dünya gözümüzle ziyaret edelim der: Paşanın bu istirhamı karşısında ulema müsaade eder, tabutun kapağı açılır. Açıldığında, tabuttan gayet güzel bir koku etrafı kaplar. Bu koku herkesi mest ve medhuş eder. Ruhanî tesirin altında kalan topluluk hislenip ağlaşırlar. Tabutun içinde yatan zatı görür görmez, Allah diye Mevlâya açılan kalb-ler, coşkun tezahürat içinde kendilerini mânâ aleminin uçsuz sahillerinde zannederler.
Böylece ruhânî aşk ve şevk ile tekbir ve tehlil, salatu selâm saatlerce semâî kubbeyi çınlatır. Açılan tabutun içinde orta boylu, köserek sakallı sarışın bu zatın terutaze yattığı görülür. Hatta arkasının desnemesi (şal hırkası) başının külâhı bile çürümemiş. Sağ bacağı ile sol pazusunun ya-ralarına bağlı mendillerden al kan damlamakta olduğu görülür.
Bu ruhânî manzara Kars halkını o gün bir mânâ alemine sürükler ki, emsali belki tarihte ender vukua gelmiştir.
Denilirse ki: Meselâ İstanbul'un fethi esnasında, Ebû Eyyüb Sultan'ın kabrinin keşfi de Akşemseddin tarafından böyle olmamış mıdır?
Evet ona da harika bir keramet demeyen kim? O yüce sehabe de aynen ruhânî işaret neticesi kabrini izhar ettirmiştir. Bu ölçü tartıya gelmeyen manevî tülûattır. Zevkine erenler tadar.
Kelime, cümle bu sahada cılız kalır. İfade edemez zîrâ bu manayı: "Siz onlara ölü demeyiniz onlar diridir. Lâkin siz onların diri oluşlarını bilemezsiniz" mealindeki Kur'an-ı Kerîm tescil etmişdir. Bunu Kur'ana inananlar iyi bilir.
Hazreti Şeyhin emirleri üzerine halis topraktan üç arşın derinliğinde kabri şerifleri eşilerek elan yattığı yere defn ederler.
SULTAN ÜÇÜNCÜ MURAD'A
VAK'ANIN BİLDİRİLMESİ
LALA MUSTAFA PAŞA, bu akıllara durgunluk veren vak'ayı Sultan Üçüncü Murad'a bildirir. Sultan Murad'ın cevabî fermanı şöyledir:
—"O yüce Sultan'a bir türbe ve civarında o türbeye tekye olmak üzere bir Cami bina kılınsın."
Lala Mustafa Paşa, Padişahtan gelen emir üzerine işe başlar ve Sultanın emrini yerine getirir. Erzurumda bulunan Lala Paşa Camiinin bir mislini de halıhazır Caminin yerinde yapar.
Şimdiki mevcut cami sonradan yapılıp bu şekle gelmiştir. Aslı, yuka-rıda denildiği gibi Erzurum'daki Lala Mustafa Paşa Camii idi.
Evliya Çelebi bu hadiseyi kendine has üslubu ile şöyle hikaye eder:
......İkinci kurucusu Lala Mustafa Paşa bu şehirde eski eserleri ortaya koyarak hayır sahiplerine göndermiştir.
Kale yetmiş günde bütün cephane ve levâzımı ile birlikte tamamlan-mış. Tamir sırasında iyi kişilerden asker taifesinden Ehli Kur'an bir hafız rüya görüp Lala Paşaya şöyle anlatmış.
"Harkaanî derler, yerim buradadır. Alamet ve nişanımı istersen, ayağın ucunda bir derin kuyu vardır. Onu kaz , tâ ki acayıbi göresin" dedi.
Olan anlatılınca nice yüzbin amele tayin olunan kuyuyu eşmeye baş-ladılar. Kuyudan dört köşe somaki bir mermer tabut görünmüş. Gaziler o kırmızı taşı okuyarak çıkarmışlar.
Üzerinde güzel yazı ile yazılmış. (Menem Seyyid Şehid Eb'ül Hasan Harakani) Aliyyibni Cafer.
Vücudu henüz terutaze olup, bazusunun yaralı olan yerine sarılmış olan mendili ve arkasındaki yün hırkası çürümemiş halde. Sağ tarafındaki yarasından kırmızı kan sızdığı görülmüş idi. Gaziler bu hali görerek tekbir ile eşilen mezarına koyup kapamışlar.
İç kalede ilk yapı olmak üzere Hasan Harkânî tekkesi ve Camii şerifi yapılmıştır. Türbe LALA MUSTAFA PAŞA Hayrıdır:
M. 1604 tarihine kadar Sultan Üçüncü Murad Camii ismiyle ad almış, aynı tarihte Safevî işgalinde cami ve tekke bozulmuş ve düşmanlar tarafından yıktırılmış.
Ebül Hasan Harkaanî hazretlerinin türbesi yanındaki kubbeli Sultan Murad Camii bozulup harap olduğundan, 1617 yılında Sadrazam Mehmet Paşa'nın Karsı yeniden şenlendirip, top ve asker toplayarak burayı yeniden canlandırması üzerine on iki yıldan beri tedirgin olan Kars ahalisi de gelip, eski evlerinin imarını yaparak şenlendirirler.
Türbenin kapısı üzerine duvara konulmuş bulunan kara kevek taşa beş satır halinde beş beyit yazılıdır. Ebül Hasen Harkânî'yî tanıtır ve tarihi ikinci imarını gösterir mânâ taşımaktadır.
Beyitler aynen şöyledir:
TAŞ ÜZERİNDEKİ KİTABE
1) Hak nasib etti yapıldı Merkad-i nev gülzâr,
2) Ebül Hasan Harkaanî yattığıdır bu mezar
3) Ol Muhammed Derviş etti bu makamı böyle hoş ,
4) Evliyanın aşkına olsun fedâ canlar hezâr.
5) Her murad hasıl olur, sıdk ile bunda ey dede,
6) Her kim ihsan eyleye bulunur derdine izâr,
7) İncidenler bu makamı incidiser o Hakkı,
8) Çün ehanehü ehanellah kelamında yazar
9) Tarihi nebi-î birden Yusuf Molla dedi.
10) Başed insal sitte vü işrin hezâr.
(H. 1045 —" M. 1635 yıl)
Sultan Birinci Ahmed'in oğlu Sultan Dördüncü Murad 1623 / 1640 tarihinde kısa zamanda Osmanlı Devletine düzen vererek, Şah Abbas'ın aldığı yerlerden BAĞDAT-IRAK Ülkeleriyle AHISKA'yı da kurtarmış , REVAN'ı geri almış ve Safevilerle keskin bir sınır çizmiştir.
Hazreti Şeyh'in kabr-i âlîler üzerine her kim elini koyarak Cenab-ı Hak'dan maksadının hasıl olmasını dilerse bi-inâyet-i Teâlâ, dilediğinin yerine geleceği "Tezkiretü'l-Evliya" sahibi Şeyh Ferîdüddin-i Attar tara-fından nakledilmiştir.
Hazret-i Şeyh, Hicret-i Celîle-i Nebeviyyenin (419) veya (425) sene-sinin bir aşûra günü irtihal-i dar-ı na'im buyurmuşlardır. (Kaddesallahu Sirrehül Aziz )
Halifeleri:
Şeyh Muhammed'ül-Farmedi (k.s.), Şeyh Abdullah Hirevî, Şeyh Hakim Nasır, Şeyh Ebu'l-Kaasım Gürgânî
-
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
07. Ebu Ali Farimidi (k.s.)
Silsile-i Nakşıbendiyye'nin yedincisidir.
İsmi, Fadl bin Muhammed'dir. M.1042 (H. 433) senesinde doğdu. Horasan'da yaşadı. M. 1085 (H.478)'de vefât etti. Kabri, Tûs yâni Meşhed şehrindedir.
Orta boylu, esmer, kaşları çatık, gözleri ve kirpikleri siyah idi.
Yaşadığı devrin âlimleri arasında bir tane idi. Zâhiri ilimleri, Ebü'l-Kaasım Kuşeyrî'den tahsil eylemişlerdir. Tasavvufta intisabı iki vasıta iledir. Birisi, Ebü'l-Kaasım Gürkânî-i Tûsî, diğeri de şeyhlerin şeyhi, Ebü'l-Haseni'l-Harkaanî Hazretleridir. Yüksek hallerinin tercümesi kendi rivâyetleri olmak üzere aşağıdadır.
ELBİSELERİ PARÇALANDI
EBU ALİ FARMEDİ (k.s.) Hazretleri anlatıyor:
— Gençlik günlerimde, Nişabur'da ilim talebi ile meşgul idim. Şeyh Ebû Sa'id Ebû'l-Hayr Hazretleri teşrif buyurdular. Yüksek hizmetlerine gittim. Nurlu cemallerine âşık olmuştum. Bir gün hanelerine gittim, gizlice ve hatta Şeyh Hazretleri bile görmeyecek şekilde bir köşeye oturdum. Cenab-ı Şeyh vecde geldiler, elbiselerini parçalayarak ve bir müddet vecd ve şevke gark olarak öylece kaldılar. Sahiv hali kendilerine avdet ettiği va-kit, müridleri teberrüken elbiselerinin parçalarını topladılar. Hazret-i Şeyh nezd-i âlilerinde bir kol parçasını alıkoyup:
—"Ey Ebû Ali Tûsî! neredesin?" diye nida buyurdular. Şeyh beni ta-nımaz ve gözleri önünde değilim hülyasıyle cevap vermedim. Fakat bu nidalarını üç defa tekrar eylediklerinden, beni talep ettiklerini anlayarak huzurlarına gittim.. O kol parçalarını bana vererek taltif ettiler. Bundan sonra gönlümde bir aydınlık zuhur etti ve bir takım haller peydâ olmaya başladı. Oradan kalkıp üstadım Ebü'l-Kaasım Kuşeyrî'nin huzurlarına vardım. Vak'ayı anlattım. Mübarek olsun buyurdular. Bundan sonra üç sene daha ilim tahsiliyle meşgul oldum. Bir gün kalemi divite batırdım. Siyah mürekkeb beyaz oluvermişti. Taaccüb ederek doğruca Hazret-i üstazın huzuruna vardım. Mes'eleyi arzettim.
—"Madem ki kalem senin elinden kaçtı, sen de onu terkeyle ve başka bir işle meşgul ol." buyurdular.
BİR KOVA SU İLE
BU ALİ FARMEDİ (k.s.) Hazretleri anlatıyor:
Bir gün, üstadım Ebü'l-Kaasım Kuşeyrî Hazretleri hamamda gusl edi-yorlardı. Ben de kuyudan bir kaç kova su çıkarıp hamamın havuzuna boşalttım. Hazret-i Üstaz hamamdan çıktığında:
—"Hamamın havuzuna su boşaltan kim idi?" diye sual eylediler. Niçin yaptım diye korkarak şaşırdım. Nihayet mecburen,
—"Ben idim" cevabını verdim.
—"Ey Ebû Alî! Ebü'l-Kaasım'ın 70 senede kazandığı mertebeyi, sen bir kova su ile kazandın." buyurdular. Bir müddet sonra yüksek müsade-leriyle, Şeyh Ebü'l-Kaasım Gürkaanî Hazretlerinin sohbetlerine vasıl olup pek çok füyüzata nail oldum. Aşk ve şevk bâtını ziyadeleştiğinden Şeyh Ebü'l-Haseni'l Harkaanî Hazretlerinin şerefli hizmetlerinde hesapsız füyüzata nâil oldum."
.............
Ayrıca Ebû Abdullah Muhammed bin Muhammed Şîrâzî, Ebû Mensûr Temîmî, Ebû Abdurahmân Neylî, Ebû Osman Sâbûnî ve daha başka âlimlerden de ilim tahsil etti. Sözü, nasihatları pek tesirli idi. Selçuklu devletinin meşhur veziri Nizâmül-mülk ve zamânın devlet erkânı kendisine çok hürmet ederdi.
Ebû Ali Farmedî Hazretleri, hem İmâm Gazâlî, hem de Yûsuf Hemedânî Hazretlerinin hocası idi. Her ikisi de ondan istifâde ederek kemâle gelmiş, yüksek derecelere kavuşmuştur.
DAHA YUKARISI
Ebû Ali Farmedî (k.s.) Hazretleri anlatır: Bir gün bana bir hal olmuştu. Kendimden geçtim. Bu hal içinde sanki yok ve fark edilmez oldum. Bu hâlimi hocama anlattım.
—"Ey Ebû Ali! Benim gönül kuşum, buradan yukarısını bilemez." buyurdu. Ben de kendi kendime, beni bu makamdan ileri götürecek bir mürşide, rehbere ihtiyâcım var, diye düşündüm. Bunun üzerine bir müddet geçti. Gün geçtikçe bu hal artardı. Bu sırada Ebü'l-Kâsım Gürgânî'nin ismini işitmiştim. Tûs şehrine hareket ettim. Evini bilmiyor-dum. Şehre gelince sordum. Yerini târif ettiler, gittim. Talebelerinden bir cemâatle mescidde oturuyorlardı. Ben de iki rekat namaz kılıp, önünde diz çöktüm. Şeyhin başı önüne eğikti. Başını kaldırdı ve;
—"Gel ey Ebû Ali!" buyurdu. Vardım, selâm verip oturdum. Mânevî hallerimi anlattım.
—"Evet...Başlangıcın mübârek olsun! Henüz bir dereceye erişmişsin, ama terbiye görürsen, yüksek derecelere kavuşacaksın." buyurunca, gönlümden; "Artık rehberim budur." dedim.
Ebü'l-Kâsım Gürgânî hazretleri beni tasavvufta yetiştirmek üzere nefsimin terbiyesi için çeşitli riyâzetler yâni nefsimin isteklerini yapma-mamı emretti. Nihâyet arzu edilen derecelere ulaştım. Sonra arkadaşla-rımdan Ebû Bekir Abdullah ile beni kardeş yaptı ve bizi beraberce Ebû Saîd hazretlerinin yanına Mihene'ye gönderdi. Ebû Saîd hazretlerinin huzûruna varınca, bana bir parça bez verip duvarların tozunu silmemi söyledi. Arkadaşım Ebû Bekir Abdullah'a da müsâfirlerin ayakkabılarını düzeltme vâzifesini verdi. Üç gün bu hizmeti yaptım. Dördüncü gün beni Ebü'l-Kâsım hazretlerinin yanına geri gönderdi. Sonra iki hocam da vefât etti. Onların yerine sohbetleri ben yapmaya başladım. Talebelerim çoğaldı. İsmim her tarafa yayıldı. Arkadaşım Şeyh Ebû Bekir Abdullah büyük bir zât olduğu halde adı duyulmadı. O şöyle dedi: Şeyh Ebu Saîd onun için; "Ebû Ali bez ile duvarın tozunu sil de, ömür boyunca söz bezi ile Allahü Teâlânın kullarının gönül duvarlarındaki mâsiyet ve günah kirlerini silersin!" buyurdu. Bana da dervişlerin ayakkabılarını düzeltmemi emretti. Ben de bu vazîfede kaldım. Kimse beni tanımadı, ismimi anmadı."
...........
Ebû Ali Farmedî hazretleri, bu hocalarından sonra zamânındaki ev-liyânın en meşhurlarından ve büyüklerinden olan Ebü'l-Hasen Harkânî hazretlerinin sohbetlerinde daha yüksek derecelere kavuşmuş, kemâl mertebelerine ulaşmıştır. Bunu şöyle ifâde etmiştir:
"Kalbimde hâsıl olan aşk ve şevk ziyâdesiyle artmıştı. Bu arzumun çokluğu sebebiyle, Ebü'l-Hasen Harkânî hazretlerinin sohbetine kavuştum. Hizmetinde bulundum. Nihâyetsiz feyzlere, mânevî zevklere eriştim."
Ebû Ali Farmedî (k.s.) Hazretleri zamanında evliyânın önderi ve hi-dâyet güneşiydi. Nizâm-ül-Mülk'ün makâmına gelince, büyük vezir hürmetle ayağa kalkar, onu kendi makâmına oturturdu. Halbuki, başkaları geldiği zaman, sâdece ayağa kalkar, yerini terketmezdi. "Neden böyle yapıyorsun" diye sorduklarında;
—"Ebû Ali Farmedî Hazretleri benim yüzüme karşı kusurlarımı söy-lüyor, yaptığım yanlış işleri, haksızlıkları açıklayıp beni ikâz ediyor. Diğerleri ise, beni yüzüme karşı övüyorlar. Bu yüzden nefsim gururlanıyor. Ebû Ali Farmedî Hazretlerinin yermesi, benim için daha hayırlı ol-duğundan, ona daha çok hürmet ediyorum." derdi.
Ebû Ali Farmedî buyurdu ki:
—"Talebenin hocasına karşı dili ile saygılı olması gerektiği gibi, söy-lediğini de kalbinden de reddetmemesi gerekir."
Bununla alakalı şu rüyâsını anlatır: Hocam Ebü'l-Kâsım Gürgânî'ye bir rüyâmı anlattım ve ona;
—"Sizin bana rüyâmda şöyle şöyle dediğinizi gördüm ve niçin böyle yaptığınızı sordum." dedim. Hocam, bunun üzerine bir ay benimle ko-nuşmadı ve;
—"Eğer içinde benim söylediklerimi reddetmek duygusu ve cevâb almak arzusu olmasa, rüyânda bana bu şekilde sormazdın." dedi.
ŞAFİİ MEZHEBİNE MENSUB İDİ
Ebû Ali Farmedî Hazretleri, Şafii mezhebine mensub idi. Fıkıh ilmine vakıf bir alim idi. İmam Gazâli Hazretlerine, Ebu Osman Sabunî'ye fıkıh dersleri verdi.
Mevlâ Abdülgafur anlatıyor:
—"Ebu Ali Farmedi, yaşadığı asrın şeyhi idi. Bilhassa zikir yolunda, nasihatta, hoşça terbiye etmekte, üzerine düşeni en güzel şekilde yapmakta onun bir benzeri pek gelmemiştir. Güzel benzetmeleri, işaretleri çok incelik taşırdı. Kullandığı kelimeler gönüldendi; konuştukları kalblere işler, iz bırakırdı.
Sem'anî, anlatıyor:
—" O, Horasan'ın dili ve şeyhi idi. Müridlerin terbiyesi işinde güzel bir yol bulmuştu. Büyük nahiv âlimi Molla Cami, Ebu Ali Farmedî'nin ilk hidayete gelişinden bir mikdar anlattı. Onun bir cümlesini şöyle nakletti:
—"Gençlik yıllarımda Nisabur'da ilim talebi ile meşguldüm. O sıralarda "Şeyh Ebu Said Ebülhayr, Mihene beldesinden gelmiş, bir vaaz meclisi kurmuş." diye duydum. Hemen oraya gittim, yüzündeki nura gözüm ilişir ilişmez de ona aşık oldum. Bundan sonra, hakiki tasavvuf ehline karşı içimde bir sevgi doğdu.
Büyük alim İmam Gazalî hazretleri anlatıyor:
—" Şeyh Ebu Ali Farmedî'yi dinledim; şeyhi Ebülkasım Gürgâni'den dinlediği hadis-i şerifi okuyordu. Bir ara şöyle dedi:
—"Hak yolcusu bir salikin doksan dokuz tane ismi vardır. O, bu kadar isim almasına rağmen, henüz ulaşacağı makamı bulamamıştır."
Yine İmam Gazâlî Hazretleri, Ebû Ali Farmedi Hazretlerini bulup, ona intisab ettikten sonra kaleme aldığı Elmunkızu mineddalal kitabında şöyle yazıyor:
—"Zâhirî ilimleri bırakıp, çalışma ve gayretimi tasavvuf üzerine verdim. Yakînen anladım ki, Hak yolunda olanlar ancak tasavvuf erbâbı olan sofîlerdir. Onların iç âlemleri (kalbleri), yolları ve ahlâkları en güzel şekildedir. Eğer akıl, ilim ve hikmet sâhipleri bir araya toplanıp da sofîlerin tarîkatlarını değiştirip ondan daha yüksek ve daha güzel bir yol bulalım diye birleşseler, mümkün değil bulamazlar.
Çünkü onların görünür ve görünmez hareket ve durumları, Hazreti Resûlüllah'ın hallerinden örnek alınmıştır. Dünyâda ve âhirette peygamberlik nûrundan daha yüksek bir nûr yoktur ki, onunla nûrlanmak mümkün olsun.
Sofîler peygamberlik nûrundan o kadar istifâde eder, Kur'ân ve sünnete bağlılıkla o kadar nûrlanırlar ki, bâzan uyanık hâlde melekleri görürler. Peygamberlerin ruhlarını müşâhede ederler. Daha nice faydalara kavuşurlar. Bundan başka, sûret ve misâl müşâhedesinden (maddî âlemden) sıyrılıp öyle bir mertebeye varırlar ki, dil onu anlatmaktan âcizdir."
Şeyh Muhammedül-farmedi (k.s.) Hazretlerinin varisi:
ŞEYH YUSUFÜ'L-HEMEDÂNÎ,
Halifeleri:Şeyh Ebu'l-Hasen Busnî, Huccetü'l-İslâm Muhammed bin Muhammed GAZALİ (İmam Gazali Hazretleri).
-
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
08. Yusuf Hemedani (k.s.)
Silsilei Sâdât-ı Nakşıbendiyye-i aliyye'nin 8. halkası.
İsmi, Yûsuf bin Yâkûb Hemedânî. Künyesi Ebû Yâkûb. İmâm-ı Âzâm Hazretlerinin nes-lindendir. Mîlâdî 1048 (Hicrî 440) senesinde Hemedan'da doğdu. Mîlâdî 1140 (Hicrî 535) de Herat'tan Merv'e giderken yolda vefât etti.
Yûsuf Hemedânî (k.s.) Hazretleri orta boylu, buğday benizli, kumral sakallı, zayıf bir zât idi.
On sekiz yaşında Bağdat'a gelip, fıkıh ilmini Ebû İshâk Şirâzî'den öğrendi. Yaşı küçük olmasına rağmen, Ebû İshâk kendisine husûsî ihti-mam gösterirdi. Ebu İshak'ın ve diğer fıkıh âlimlerinin derslerine devâm etmekle, Hanefî mezhebinde fıkıh ve münâzara alimi oldu.
Ayrıca, Şafii mezhebinden fıkıh alimi idi. Hocası, Şeyhüddünya Şeyh İbrahim b. Ali b. Yusüf Firuzabadî idi.
İsfehan ve Semerkand'da, zamanın meşhûr hadîs âlimlerinden hadîs ilmini öğrendi.
Tasavvufu Ebû Ali Fârmedî (k.s.) hazretlerinden öğrenip, onun soh-betinde yetişti.
Abdullâh Cüveynî, Hasan Simnânî ve daha bir çok büyük zât ile gö-rüşüp, sohbet etti. Kendilerinden ilim öğrendi.
Yaya olarak otuz yedi defa hac yaptı. Kur'ân-ı Kerîmi sayısız hat-metti. Gece namazlarında her rekatte bir cüz okurdu.
Tefsir, hadis, kelâm ve fıkıh ilminden yedi yüz cüz ezberindeydi. İki yüz on üç mürşîdden istifâde etti. Yedi bin kâfirin imâna gelmesine sebeb oldu. Hızır aleyhisselâm ile çok sohbetleri oldu.
Yûsuf Hemedânî (k.s.) Hazretleri, İmâm-ı A'zam Hazretlerine çok bağlıydı. Ona karşı çok hususi bir muhabbeti vardı.
Altmış yıldan fazla, irşat vazifesi ile meşgûl oldu. Yüzlerce talebe ondan ders aldı. Abdullah Berkî, Hasan Endâkî, Ahmed Yesevî ve Abdülhâlık Gucdüvânî gibi büyük velîleri o yetiştirdi. Bunlardan Ahmed Yesevî, Türkistan tarafına göç edip, insanları irşâd ederek büyük hizmetler yaptı.
Irak, Horasan, Maverâünnehr bölgelerinin muhtelif şehirlerinde bu-lunarak, halka saâdet yolunu anlatmak ile meşgul oldu. İlmi, fazîleti ve kerâmetleriyle İslâm dünyasında tanınıp, çok sevildi.
Eline ne geçerse muhtaçlara verir, kimseden bir şey istemezdi. Herkese karşı çok iltifat eder, yumuşak ve merhametli davranırdı.
Yolda yürürken bile Kur'an-ı Kerîm okumakla meşgûldü. Hoş-dü denilen yerden, câmiye gelinceye kadar bir hatim okur, mescid kapısından, Hasan Endâkî ve Ahmed-i Yesevî hânesine varıncaya kadar Bakara sû-resini okurdu. Geri dönerken Âl-i İmrân sûresini bitirirdi.
Arada bir, yüzünü Hemedân'a çevirir ve çok ağlardı.
Selmân-ı Fârisî hazretlerinin âsâsı ve sarığı kendisindeydi. Her ay başında, Semerkand âlimlerini çağırarak onlarla sohbet ederdi. Bir ta-raftan köylülere ve yanına gelen herkese din bilgilerini öğretmeye çalışır, insanlarla uğraşmaktan, onları yetiştirmek için çalışmaktan hiç sıkılmazdı. Diğer taraftan, ağrılara ve yaralara ilâç yaparak herkesin derdine devâ bulmaya çalışırdı. Maddi ve mânevî hastalıkların tabîbi ve mütehassısı idi.
Talebelere ve kendisini sevenlere dâimâ Peygamber efendimizin ve Eshâb-ı kirâmın yolunda gitmelerini tavsiye ederdi.
Kalbi, bütün mahlûkât için derin bir sevgi ile doluydu. Gayr-i müslim-lerin evlerine giderek, onlara İslâmiyeti anlatırdı.
Her şeye sabır ve tahammül eder, herkese karşı muhabbet gösterirdi.
Fakirlere zenginlerden daha fazla îtibâr ederdi. Zühd sâhibi idi. Dünyâya ehemmiyet ve kıymet vermezdi. Odasında hasır, keçe, ibrik, iki yastık ve bir tencereden başka birşey bulunmazdı. Talebelerine, Dört Büyük Halîfenin menkıbe ve fazîletlerinden bahseder, onlar gibi ahlâk-lanmalarını nasîhat ederdi.
YÜSE HALLERİNDEN
Yusüf Hemedanî'nin cemaati arasında bulunan biri cemaatten ayrıldı. Ayrılmakla da kalmadı, Yusüf Hemedânî Hazretlerine iftiralarda bulundu.
Yusüf Hemedânî, o kimsenin bu halini duyunca şöyle dedi:
—"Bu kimse öldürülecektir."
Ve dediği gibi de oldu. Çok geçmeden Öldürüldü.
YÜKSEK HALLERİNDEN..
Necîbüddîn Bergaşî-i Şirâzî Hazretleri buyurmuşlardır ki:
—"Bir vakit meşâyihın kemâlatını hâvi bir kitabın birkaç cüz'ü elime geçmişti. Mütâlaa ettiğimde bana son derece kanaat bahşetti. Kimin tasnifi olduğunu ve bu zatın başka eserleri olup olmadığını araştırmaya talib oldum. Bu hususta çok iştiyakım vardı. Bir gece rü'yamda gördüm ki, bir nurânî pîr hanemi teşrif ile abdest almak üzere şadırvan cihetine yürüdü. Gayet güzel beyaz bir hırka ile bir de yeşil hırka giymişlerdi. Arkalarından gittim. Giymiş oldukları beyaz ve yeşil hırkalarını çıkarıp bana teslim ettiler. Abdest aldıktan sonra:
—"Bu iki hırkadan birisini sana vereceğim hangisini istersen al." buyurdular. Ben de:
—"Vermek ve vereceğinizi seçmek elinizdedir." dedim. Yeşil hırkayı bana vererek kendi elleri ile üzerime giydirdiler. Beyazıda kendileri gi-yerek:
—"Beni tanır mısınız?" diye sorduklarında, hayır dedim. "Müştâkı olduğunuz o cüzlerin musannıfı benim. Namım Yusuf Hemedânî'dir. Ve nezdinde birkaç cüz'ü olan kitabımın ismi "Zînetü'l-Hayat'tır." Menâzilü's-Sâlikîn ve Menâzilü's-Sâirîn gibi daha başka tasniflerim vardır." buyurdular. Uyandığım zaman mesrûr olup çok sevindim. (Kaddesallahü Sirrahül Aziz.)
SABREDİN
Bir gün, Hemedân'dan bir kadın, ağlayarak Yûsuf Hemedânî (k.s.) Hazretleri'nin huzuruna geldi ve dedi ki:
—"Oğlumu Bizanslılar esir etmişler." Kadına;
—"Sabredin" buyurdu. Kadın:
—"Sabredecek hâlim kalmadı" dedi. Bunun üzerine Yûsuf Hemedânî (k.s.) Hazretleri ;
—"Yâ Rabbî, bu kadının oğlunu esirlikten kurtar. Üzüntüsünü neşeye çevir!" diye duâ etti. Kadın dönünce oğlunu evde buldu. Hayret etti. Oğluna;
—"Anlat evlâdım! Buraya nasıl geldin?" dedi. Oğlu;
—"Biraz evvel İstanbul'daydım. Ayaklarım bağlı olup, başımda mu-hâfız vardı. Âniden bir kimse geldi. Beni kaptığı gibi, bir anda buraya getirdi." dedi.
BÜYÜKLERİN YAZDIKLARI
Yûsuf Hemedânî (k.s.) Hazretleri'ne,
—"İslâm âlimlerinin ve kıymetli rehberlerin azalıp yok olduğu zaman ne yapmak lazım? denildiğinde;
— "O zaman, her gün o büyüklerin yazdığı kitaplardan bir miktar okuyunuz?" buyurdu.
BÜYÜKLÜĞÜ
Sayısız kerâmetleri olan bir zât idi. Kerâmetlerinin en büyüklerinden birisi de Allahü Teâlâyı tanımak yolunda çok yüksek derece ve makâmlar sâhibi olan, Abdülhâlık Gucdüvânî gibi büyük bir velîyi yetiştirmesidir.
CEZASINI BULDU
Yûsuf Hemedânî (k.s.) Hazretleri hakkında uygunsuz şeyler söyleyip, onu kötüleyen bir kimse vardı. Bu durum Yûsuf Hemedânî Hazretlerine intikâl edince, üzüldü ve yakında cezasını görür buyurdu. Birkaç gün içinde o kimse, eşkıyâlar tarafından öldürüldü.
DİRİ DENMEZ
Bir defa Yûsuf Hemedânî (k.s.) Hazretleri insanlara vâz ederken iki kimse gelip,
—"Sus! Yanlış şeyler söylüyorsun" dediler.
—"Asıl siz susunuz. Size diri denmez!" buyurdu. O anda, o iki kişi orada ölüverdiler.
RUHANİYETİ ÇEKTİ
Yûsuf Hemedânî (k.s.) Hazretleri, bir gün evinde iken gönlüne, dışarı çıkmak arzusu geldi. Hâlbuki Cumâ gününden başka bir günde dışarı çıkmak âdetleri değildi. Bu arzu o kadar ağır bastı ki, niçin gitmek gerektiğini bilemedi. Merkebine bindi,
—"Allahü Teâlânın dilediği yere gitsin!" diyerek hayvanının yularını salıverdi. Merkep onu şehirden çıkarıp, vâdi tarafında bir mescide gö-türdü. Bir gencin başını önüne eğmiş, rabıta yaptığını gördü. Onu bekledi. Ancak bir saat sonra başını kaldırdı. Heybetli görünüşü olan bu genç, Yûsuf Hemedânî (k.s.) Hazretleri'nin talebelerinden biriydi. Hocasına dedi ki:
—"Ey Hocam! Başımda halledemediğim bir müşkil var. İyi ki siz, gel-diniz! Ne yapacağımı şaşırmıştım."
Genç, meselesini hocasına anlattı. Hocası da onu sıkıntıdan kurta-racak şekilde cevaplandırdı. O andan sonra, talebesi olan bu gence;
—"Ey genç! Ne vakit sıkıntıya düşersen şehre gel, benden sor! Beni buraya kadar yorma!" dedi.
Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri, bu hâdiseyi anlattıktan sonra buyurdu ki:
—"Sâdık bir talebe, doğruluğu ve ihlâsı ile, hocasını kendi yanına hareket ettirip getirmeye muktedir olabilir."
İMTİHAN İÇİN SORU
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin Mektûbatında ve İbn-i Hacer-i Mekkî hazretlerinin Fetâvâ-i Hadîsiyye isimli eserinde anlatılıyor:
Ebu Sâid Abdullah, İbn-üs-Sakkâ, ve Seyyid Abdülkâdîr-i Geylânî ilim öğrenmek için Bağdat'a geldiler. Abdülkâdîr-i Geylânî Hazretleri o zaman çok gençti. Hâce Yûsuf Hemedânî (k.s.) Hazretlerinin, Nizâmiyye Medresesinde vâz ettiğini duymuşlardı. Bunlar, onu ziyâret etmeye karar verdiler. İbn-üs-Sakkâ;
—"Ona bir soru soracağım ki cevabını veremeyecek." dedi. Ebû Ebû Saîd Abdullah;
—"Ben de bir soru soracağım bakalım cevap verebilecek mi?" dedi. Küçük yaşına rağmen büyük bir edeb timsâli olan Abdülkâdir Geylânî de
—"Allah korusun. Ben nasıl soru sorarım. Sâdece huzûrunda bekle-rim, onu görmekle şereflenir, bereketlenirim" dedi. Nihâyet Yûsuf Hemedânî (k.s.) Hazretlerinin bulunduğu yere vardılar. O anda orada yoktu. Bir saat kadar sonra geldi. İbn-üs-Sakkâ'ya dönerek;
—"Yazıklar olsun sana, ey İbn-üs-Sakkâ! Demek bana cevâbını bile-meyeceğim suâl soracaksın hâ! Senin sormak istediğin suâl şudur. Cevâbı da şöyledir. Ben görüyorum ki, senden küfür kokusu geliyor." buyurdu. Sonra Ebû Saîd Abdullah'a dönerek;
—"Sen de bana bir suâl soracaksın ve bakacaksın ki, ben o suâlin cevâbını nasıl vereceğim. Senin sormaya niyyet ettiğin suâl şudur ve cevâbı da şöyledir. Fakat sen de edebe riâyet etmediğin için, ömrün hüzün ile geçecek." buyurdu. Sonra Abdülkâdir Geylânî'ye döndü. Ona yaklaştı ve;
—"Ey Abdülkâdir! Bu edebinin güzelliği ile, Allahü Teâlâyı ve Resûlünü râzı ettin. Ben senin Bağdat'ta bir kürsîde oturduğunu, çok yüksek bilgiler anlattığını ve; "Benim ayağım, bütün evliyânın boyunları üzerindedir." dediğini sanki görüyor gibiyim ve ben, yine senin vaktindeki bütün evliyâyı, senin onlara olan yüksekliğin karşısında boyunlarını eğmiş hâlde olduklarını görür gibiyim." buyurdu ve sonra gözden kayboldu. Kendisini bir daha göremediler.
Aradan uzun seneler geçti. Hakîkaten Abdülkâdir-i Geylânî yetişti. Zamânında bulunan evliyânın en üstünü, baş tâcı oldu. Öyle yüksek de-rece ve makâmlara kavuştu ki, insanlardan ve yüksek zâtlardan herkes gelerek, mübarek sohbetlerinden istifade ederlerdi. Bir gün yüksek bir kürsîde oturmuş vaaz ediyordu. Buyurdu ki:
—"Benim ayağım, bütün evliyânın boyunları üzerindedir." Zamânında bulunan bütün evliyâ, onun kendilerinden çok yüksek olduğunu bilirler ve üstünlüğü karşısında boyunları eğri olurdu. Bunlar meydana çıktıkça, Hâce Yûsuf Hemedânî (k.s.) Hazretlerinin seneler önce kerâmet olarak haber verdiği hâller anlaşılıyordu.
İbn-üs-Sakkâ'ya gelince, o Yûsuf Hemedânî (k.s.) Hazretleri ile arala-rında geçen o hâdiseden sonra, şer'î ilimlerle meşgûl oldu. Çok güzel konuşurdu. Şöhreti zamânın sultânına ulaştı. O da bunu elçi olarak Bizans'a gönderdi. Hıristiyanlar buna çok alâka gösterdiler. Nihâyet, onların yalanlarına aldanarak hıristiyan oldu. Bu hâdiseyi anlatan zât diyor ki: "Bir gün onu gördüm. Hastaydı. Ölmek üzereydi. Ben yüzünü kıbleye döndürdüm. O başka tarafa çevirdi. Tekrar kıbleye döndürdüm. O tekrar başka tarafa döndürdü ve böylece öldü."
Ebû Saîd Abdullah diyor ki:
—"Ben Şam'a geldim. Bâzı vazifelerde bulundum. Hayâtım çeşitli sı-kıntılar ile geçti. Yûsuf Hemedânî (k.s.) Hazretlerinin, her üçümüz hak-kında da söylediği aynen meydana geldi."
VARİSİ
Yûsuf Hemedânî Hazretleri, bütün dostlarına, talebesi Abdülhâlık Gucdüvânî'ye tâbi olmalarını söyledi. Kendisinden sonra bu talebesi, irşad vazifesi ile meşgul oldu.
Yûsuf Hemedânî (k.s.) Hazretleri, önce Merv şehrinde bir müddet kalıp Herat'a gitti ve uzun zaman kaldı. Sonra, tekrar Merv'e gelip bir müddet daha kaldıktan sonra Herat'a döndü. Herat'tan Merv'e yolculuğu sırasında vefat etti. Kabri Merv şehrindedir.
Halifeleri:
Hâce Abdü'l-Hâlik Gucdüvânî, Şeyh Hasen Dâkî, Hâce Ahmed Yesevî, Şeyh Hakim Senâî, Şeyh Abdullah Berevî.
-
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
09. Abdu’l-Halık Gucdüvani (k.s.)
Tarîkat erbabının önderi, ilim ve marifet eshabının yol göstereni olan Abdü'l-Hâlikı'l-Gucdüvanî (k.s.) Yusuf Hemedânî (k.s.) Hazretlerinin en büyük halîfelerindendir. Kendileri, Hâcegân-ı Nakşiyye defterinin en başta gelenlerindendir. İlim, fazilet, makâmat ve kerâmat sahibi idiler. Kaynaklarımızda velâdet tarihine dair bir kayda rastlanmamışsa da, ir-tihalleri Hicretin 575 (M. 1179) veya 585 senesinde, Buhâra'ya altı fersah mesafedeki Gucdüvan isimli beldede vaki olmuştur.
Vefatına şu tarih düşürülmüştür:
Yâr-ı mahbûb-u Nebiyyi Müctebâ.
Doğum ve irtihalleri aynı şehirde olmuştur. Babasının adı Abdü'l-Cemil olup, neseb-i şerifleri İmâm Mâlik Hazretlerine ulaşır. Babası Abdü'l-Cemil ile Hızır aleyhisselâm arasında kuvvetli bir dostluk bulun-duğu cihetle, muhterem anneleri hamile kaldığı zaman, Hızır (aleyhisselam) Ona salih bir erkek evladının dünyaya geleceğini müjdeledi ve ismini de Abdü'l-Hâlik koydu. Annesi ile babası aslen Malatya'lı olup henüz doğmadan önce, babası bütün aile efradı ile birlikte önce Mâveraünnehre, orada bir müddet oturduktan sonra, da Buhâra'ya nakl-i mekân buyurmuşlardır.
Reşahat sahibi buyurur ki:
Hâce Abdülhâlik Gucdüvânî (k.s.) Hazretleri henüz beş yaşında iken Buhâra şehrinin büyük alimlerinden olan Şeyh Üstad Sedrettin hazret-lerinden Kur'an öğreniyordu. Okuma esnasında: (Rabbinize tazarru ederek ve gizli ZİKİR ediniz.) âyet-i kerîmesine geldiği zaman hocasına:
—"Bu "gizli"nin hakikati ve kalb ile yapılan zikrin aslı nedir? Eğer zikir ve dua cehrî (yani âşikâr) ve dil ile olursa riyadan korkulur. Araya riya girerse hakkıyle zikredilmemiş olur. Eğer kalb ile zikredersem "Şeytan insanın damarlarında kan gibi dolaşır" hadis-i şerîfi gereğince şeytan bu zikri duyar. Bu müşkilimi halledin." der.
Hazret-i Üstaz, bu suale hayran olarak:
—"Oğlum, bu ilm-i ledünnî'dir. Allahu Teâlâ dilerse seni ehlüllahtan bir zata ulaştırır, kalb ile zikri sana ta'lim eyler. O vakit bu müşkilin hal-lolur." buyurur.
Bu işaret üzerine bu çocuk bütün müşkillerin zorlukların açıcısı olan Allahu Teâlâdan, müşkilinin çözülmesine muntazır iken, bir gün Hazret-i Hızır (Aleyhisselâm) yanına gelip cehrî ve hafî (Açık ve gizli) zikr yollarını öğrettiler. Kalb ile zikre izin verip vukûf-ı adediye Onu vâkıf kıldılar.
Silsile-i Zeheb'de önce adedî vukuf (belli sayı ile) ile zikr-i hafî yapan Hâce Abdülhâlik Gucdüvânî Hazretleri olmuştur. Hızır (A.S.) Hazret-i Şeyhi evlatlığa kabul ederek nefy ve isbat yolu ile zikretmeye işaretle müşkilini halletmişlerdir.
Hazret-i Hâce buyurmuşlardır ki:
—"Yirmi yaşında idim. Hazret-i Hızır (A.S.) beni Mâverâü'n-Nehr'de Hâce Yusuf Hemedânî Hazretlerine gönderdi. O'ndan tam manasıyle istifade hasıl oldu.
Hazreti Hâce beş vakit namazı Kâbe-i Muazzama'da ifa edip yine avdet buyururlardı.
ZÜNNARI KES
Hâce Abdülhâlik Gucdüvânî (k.s.) Hazretleri bir âşûra gününde bir kaç mürîdi ile sohbet ederlerken, zâhid sûretinde birisi yani; arkasında hırka, omuzunda seccade olarak kapıdan girip meclise oturdu. Hâce Abdülhâlik Gucdüvânî (k.s.) Hazretleri arasıra ona bakıyordu. O adam bir müddet sonra kalkıp Hz. Şeyhe dönerek;
—"Resülüllah (s.a.v) Mü'minin firasetinden sakının, çünki o Allah'ın nuru ile bakar, buyurmuşlardır. Bu hadis-i şerifin sırrı nedir?" diye sual eder. Hazreti Şeyh de:
—"Sırrı budur ki, zünnarı kesip şeref-i islâm ile müşerref olasın" bu-yurur. O kimse ise neûzü billah ben de zünnar bulunmaz der. Hâce Abdülhâlik Gucdüvânî (k.s.) Hazretleri oradakilerden birine o adamın hırkasını çıkarmasını işaret buyurur. Hırkayı çıkardıklarında belindeki zünnar da açığa çıkar. Bunun üzerine o adam hemen tevbe eder ve Dîn-i Mübîn-i İslâm-ı kabul ederek Şeyh Hazretlerinin müridlerinin içine dahil olur.
HÂCE - HACEGÂN
"Hace" tabiri bu yolda ilk defa Abdülhalik Gucdüvani Hazretlerinde kullanıldı.
Bu kelimenin cemii (yani çoğulu) "Hâcegân"dır. Arapça yazılışı Havâce'dir fakat vav okunmayıp Hâce diye okunur. Elif ise 'ha'nın zammesinin fethaya dönmesine alamet olarak getirilmiştir. Efendi, ağa, ev sahibi, aziz, hürmetli, manalarına gelmekle birlikte şeyh ve Üstaz manasına kullanılır.
Abdülhalik Gucdüvani Hazretleri anlatıyor:
—"On iki yaşına gelmiştim. Benim yetiştirilmem için, Hızır aleyhisselam bana Yusuf Hemedanî' Hazretlerini tavsiye etmişti. O, Buhara'ya gelir gelmez, hemen yanına gittim. Horasan'a dönünceye kadar onun yanında kaldım. Onun hizmetinde bulunduğum süre, Hızır aleyhisselamın bana verdiği emir, telkin dışında bir emir vermedi; Hızır aleyhisselamın bana verdiği emirlere dikkat etmemi söyledi."
HACEGAN TARİKATI
Şeyh Muhammed Pârisâ Hazretleri anlatıyor:
—"HâceAbdülhalik Gucdüvani Hazretleri'nin tuttuğu yol, tarikat, bütün tarikat ehli kimselere bir belgedir ve en tutarlı yoldur. Hemen hepsinin makbülüdür. O yol, sadakat ve vefa yoludur. Her hali şeriata, ve Resülüllahın sünnetine uygundur. Bid'atlardan kaçmakta, boş arzuları tersine itmekte bu yol, en güzel örnektir. Abdülhalik Gucdüvani Hazretleri, çoğunlukla halini insanlardan gizli tutardı. Çeşitli mücahede işleri ile ve ağır terbiye davranışları ile olurken, hiç kimseye bir şey sezdirmezdi. Hele manada ilim tahsili içine hiç kimse vakıf olmazdı. Neticede zamanının önde gelen irfan sahibi bir zatı oldu; akranları arasından sıyrıldı, öne geçti. Üstün halleri ile gözler kendisine dikildi. Büyük şehirlerin hemen hepsinde ünü yaygındı. Bu sebeple kafile kafile insanlar ona gelirlerdi.
Bir süre şam'da da kaldı. Orada mekan tuttu ve bir de tekke yaptı. Orada kendisine nice sadık müridler geldiler ve istifade ettiler.
EVLİYA KEBİR
Abdülhalik Gucdüvani Hazretleri'nin büyük halifelerinden biridir. İrfan sahibi bir şeyhti. Buhara'dan gelmedir.
Önceleri zahirî ilimlerin tahsili yolundaydı.
Şeyh Abdülhalik Gucdüvani Hazretleri, bir gün çarşıya gidip et almıştı. Çarşıda Evliya Kebir ile karşılaştı. Evliya Kebir ona :
—"Etini ben taşıyayım." dedi.
Bunun üzerine, taşıması için eti ona verdi. Eve kadar birlikte geldiler. Abdülhalik Gucdüvani Hazretleri Evinin önünde Evliya Kebir'e baktı ve şöyle dedi:
—"Bir saat sonra gel, seninle yemek yiyelim."
Evliya Kebir oradan ayrılıp gittikten sonra, kalbinde zahiri ilme karşı meyil tamamen kalktı ve Şeyh'in hizmetine karşı meyilli bir durum belirdi. Bir saat sonra, Gucdüvanî' Hazretlerinin yanına gitti. Abdülhalik Gucdüvani Hazretleri onu öptü ve sonra :
—"Sen, benim oğlumsun." dedi.
Sonra ona, yolun inceliklerini öğretti. Artık Evliya Kebir Hoca'ya gitmeyi bırakmıştı. Her nerede hocasını görecek olsa; kendisini azarlar, çıkışır, ilmi bıraktığı için kızar ve:
—"Yine medreseye dön, ilme devam et." derdi.
O, hocasının bu sözünü kabul etmezdi fakat ona karşı bir cevap da vermezdi.
Aradan bir zaman geçti; hocası gecelerin birinde büyük günahlardan birini işledi. O gecenin sabahında yine hocası ile karşılaştı. Hocası yine Evliya Kebir'e dil uzattı.
Bunun üzerine, Evliya Kebir, hocasına şöyle dedi:
—"Ey efendim, sen bu gece şu şu kötü işi yaptın; şimdi de gelmişsin bana ders vermeye, beni Hak yolundan ayırmaya çalışıyorsun!."
Hocası çok utandı. Sofiye mertebesinin yüksekliğini anladı. Ve hemen Abdülhalik Gucdüvani Hazretleri'nin huzuruna geldi, tevbe etti, tarikata girdi ve onun huzurunda makbullerden biri oldu.
OĞLUNA NASİHATİ
Abdülhalik Gucdüvani Hazretleri'nin bir risalesi vardı ki, onu kıymetli oğlu Şeyh Evliya Kebir için yazmıştı.
Bu risalede tarikata dair edepler, nasihatler, ince, güzel terbiyeye dair bölümler vardı.
Abdülhalik Gucdüvani Hazretleri risalesinde buyuruyorlar ki:
—"Yavrucuğum, sana ilim tahsilini ve edeb öğrenmeyi tavsiye ederim. Hemen her zaman, Cenâb-ı Hakk'ın huzurunda olduğunu bil ve dikkat et. Bizden önce geçen büyük zatların izini bırakma. Resulüllah'ın (s.a.v.) sünnetine uygun davran; O sünnetin hakkıyle uygulayıcısı ol. Eshabın davranışını da gözünden ırak etme. Fıkıh oku, hadis oku, tefsir oku; bilhassa kendisini tasavvuf ehli sanan cahillerden uzak dur.
Namazını cemaatle kılmaya ihtimam göster. Ancak cemaatle namaz kılarken, imam veya müezzin olmamaya çalış.
Sakın ha, şöhret peşine düşmeyesin; şöhret afettir, tehlikedir. Hemen her halinle sıradan insanlardan biri gibi yaşa, öyle görün. Herhangi bir makama meyletme. İsterse Kadılık, müftülük gibi övülen bir makam olsun.
Hiç kimseye kefil olma; hiç kimsenin vasisi olma. Devlet yöneticileri ile, onların adamları ile arkadaşlık etme. Tüysüz delikanlı, kadın, din dışı hareketleri ile meşhur, sözünü bilmeyen avam kimselerle de arkadaşlık etme.
Ne kendin için bir tekke, zaviye yap, ne de öyle bir yerde otur. Şarkıları ve musikiyi pek dinleme; azı olursa zararı yoktur. Semağı ve musikiyi çok dinlemek, nifak doğurur, kalbi de öldürür. Ancak, semağ meclisi kuranları, musikı ile uğraşanları inkâra kalkıp protesto etme; çünkü onlar çoğunluktadır.
Az konuş, az ye az uyu. Arslandan kaçar gibi insanlardan kaç. Oturmak için daha çok ıssız yerleri tercih et. Helal yemeye çalış. Zaruret yoksa, şüpheli işleri tamamen bırak. Çok kere dünyalık isteği sana ağır basar. Ağır basan bu taleb için yola düşersen, dinin gider, imanın gider. Çok gülmemeye çalış. Zira, çokça, kahkaha atarak gülmek, kalbi öldürür.
Sakın ha, hiç kimseyi küçümseme. Dışını da pek o kadar süslemeye çalışma; çünkü dışın süslü olması, iç alemin iflası sayılır. Halkla çekişmeye girme. Hiç kimseden de bir şey isteme. Hiç kimseye, sana hizmet etmesi için bir emir verme.
Meşayihten büyük zatlara, yükseldiğin makamınla, canınla, malınla hizmet etmeyi bir vazife bil. Sakın ha, o büyüklerin işlerini inkara meyilli olma. Zira onları inkara yeltenen iflah olmaz. (Mahvolmaktan kurtulamaz.)
Dünyaya da, dünya adamlarına da aldanma.
Kalbin daima hüzünlü olsun. Hep gamlı gibi davran. Sanki, bedenin de hastadır. Kötülüklere karşı hasta gibi ol.
Gözlerin yaşlı, amelin temiz olsun. Duanda daima yakarıcı ol. Yenisine ihtiyaç olmadığı zamanlarda eski elbise giy. Yoksulluk, arkadaşın olsun. Fıkıh bilgisini kendine sermaye say. Evin mescid, candaşın Cenabı Hak olsun.
EVLİYA KEBİR ANLATIYOR
—"Bir gün, Hızır Aleyhisselam, Abdulhalik Gucdüvanî'nin ziyaretine geldi. Abdülhalik Gucdüvanî de ona arpa unundan yapılmış iki ekmek çıkardı ve yemesini teklif etti. Hızır aleyhisselam o ekmeklerden yemedi. Bunun üzerine Abdulhalik Gucdüvanî Hazretleri şöyle dedi:
—Yiyin efendim, bu helâldir.
Hızır aleyhisselam da şöyle dedi:
—"Evet, o helaldir ama, onun hamurunu yoğuran temiz değildir; bunun için ondan yemek bana caiz olmaz.
11 ESAS
Hâce Abdülhâlik Gucdüvânî (k.s.) Hazretlerinin tarîkatının binası aşağıda yazılıp izah edilecek olan onbir kelime üzerine kurulmuştur. Bunlar Hâce Abdülhâlik Gucdüvânî (k.s.) Hazretlerinin mübarek kelime-leridir.
1. HUŞ DER DEM: (Her an uyanık bulunmak)
Bu kelime, sâlik nefes alıp verirken gaflette olmamasından ibarettir. Zîrâ sâlik nefes alıp verirken uyanık bulunsa nefesini gafletten korur. Nefeslerini gafletten muhafaza etmek bu tarîkatta yüksek mertebedir. Zîrâ nefeslerini hıfzetmek huzûra sebebtir. Huzûr ise bu tarîkatta rükn-i âzamdır. Büyük ve mühim bir esastır.
2. NAZAR BER KADEM (Göz ayağa bakacak)
Bu kelime, sâlik yolda giderken daima nazarını âfâka bakmaktan ko-ruyacak ve ayağa bakacak demektir. Bu lugavî manasıdır. Tasavvufi yo-rumları ise şöyledir:
Salik yabancıların yüzüne hiç bakmayacak; gözü kendinde kendi gönlünü temaşa etmekte olacak.
Tevazu üzere olacak; yukarılara değil ayaklarının ucuna bakarak yürüyecek.
Resülüllahın sünnetine uygun yürüyecek. Zîrâ o, önüne bakarak yü-rürdü.
Salik yolda mesafe almak istiyorsa bastığı yeri görerek yürümeli ki hedefine varabilsin.
Göz bakacak ve kestirecek, ayak da oraya çıkacak.
3. SEFER DER VATEN (Vatanda sefer)
Sâlik, mâsivâyı terk edip cânib-i Hakk‘a teveccüh etmeden ibarettir. Bu, müridin kötü ahlâktan ve beşerî sıfatlardan sıyrılıp iyi ahlâk ve melekî sıfatların yurdu olan aslî vatanına dönmesini gösterir.
4. HALVET DER ENCÜMEN (Cemiyet içinde yalnızlık)
Bu kelime bâtında Hak ile meşgul olup, zâhirde halkın arasına ka-rışmayı ifade eder.
5. YÂD KERD ( Kalble zikir)
Bu kelime hâcegân indinde; lafza-i celâl-i nefesi tutmak sûretiyle zik-retmek demektir. Zîrâ hâcegân hazerâtı sâliklerin kalbini tasfiye için lafza–i celâli nefesi tutmak sûretiyle telkîn ettikleri zaman (yâd-ı kerdle meşgul ettin) derlerdi. Yahut da yâd-ı kerd kelimesi bu tarîkatta kelime–i tevhîdî nefesi tutarak zikretmekten kinaye oldu.
6. BÂZ KEŞT (Zikir anında mahlukatı düşünmemek) Zâkir nefesini tutarak zikrettiği zaman tek sayı ile zikredip nefesini verirken (İlahi ente maksûdî ve rızâke matlûbî= Allahım maksadım sensin ve senin rızanı istiyorum) kelâmını mülâhaza etmek.
7. NİGÂH DAŞT (Zikir anında mâsivâyı terk etmek)
Kalbi, havâtırdan yani, istenilmeyen düşüncelerden muhafaza etmek.
8. YÂD DAŞT (Hatırdan çıkarmamak)
Hak Sübhânehû ve Teâlâ Hazretlerinden daima âgâh olmak; zikir anında ve diğer zamanlarda Allah'ı hiç unutmamak.
9. VUKÛF-U ZAMÂNÎ (Her zaman, haline vakıf olmak) Nefsi daima muhasebeye çekmek.
10. VUKÛF-U ADEDÎ (Adetlere vakıf ve sahip olmak) Zikirde adetlere riayet etmek.
11. VUKÛF-U KALBî (Kalbe vakıf ve sahip olmak)
Önce kozalak şeklindeki kalbe teveccüh ederek basîret gözü ile ha-kîkat-i kalbe nazar edip durmak.
NASİHATLERİNDEN...
Bir gün huzuruna gelen bir kimse;
—"Eğer Allâhü Teâlâ beni Cennet ile Cehennem arasında muhayyer kılsa, ben Cehennemi seçerim. Zira bütün ömrümde nefsimin arzusu üzerine amel etmedim. O halde Cennet nefsin muradıdır. Cehennem ise, Allâhü Teâlâ'nın muradıdır." dedi. Abdülhâlık Gucdüvani (k.s.) Hazretleri bu sözü red ederek:
—"Kulun seçme hakkı yoktur. Her nereye git derlerse oraya gideriz. Nerede kalın derlerse orada aklırız. Kulluk budur. Senin dediğin kulluk değildir." buyurdu. O kimse bu sefer;
—"Efendim! Tasavvuf yolunda bulunan kimseye şeytan yaklaşabilir mi?" diye sordu. Şöyle cevap verdi:
—"Tasavvuf yoluna yeni gelmiş bir talebe, nefsini emmâre olmaktan kurtaramamış ise, bir şeye öfkelendiği zaman şeytan ona yaklaşabilir. Şayet nefsi mutmainne derecesine çıkmış ise o kimsede öfkelenmek yerine gayret hasıl olur. Her ne zaman gayret etse şeytan ondan kaçar. Bu kadar sıfat o kimseye kâfidir. Yeter ki Hakk'a yönelsin. Allâhü Teâlâ'nın kitabına ve Resülünün sünnetine sarılsın. Bu iki nur arasında tasavvuf yolunda yürüsün." buyurdu.
NASİHATLERİNDEN...
Bir gün Abdülhâlık Gucdüvani (k.s.) Hazretlerinin huzuruna uzak yerden bir müsafir geldi. Biraz sonra da yanlarına, güzel suretli, temiz giyimli bir genç geldi. Abdülhâlık Gucdüvani (k.s.) Hazretlerinden dua isteyip ayrıldı. Müsafir:
—"Efendim! bu gelen genç kimdi acaba? Gelmesiyle gitmesi bir oldu" dedi. O da:
—"Bizi ziyarete gelip dua isteyen bir melek idi" buyurdu. Müsafir hayret etti ve
—"Efendim, son nefeste iman selametiyle gidebilmemiz için bize de dua buyurur musunuz." diye niyazda bulundu. Bunun üzerine Abdülhâlık Gucdüvani (k.s.) Hazretleri :
—" Her kim farzları eda ettikten sonra dua ederse duası kabul olur. Sen, farz olan ibadeti yaptıktan sonra dua ederken bizi hatırlarsan biz de seni hatırlarız. Bu durum hem senin hem de bizim için duanın kabul olmasına vesile olur.
VEFATINDAN SONRAKİ KERAMETİ
Abdülhâlık Gucdüvani (k.s.) Hazretlerinin vefatından sonra da ke-rametleri görülmüştür. Şöyle ki vefatından 332 sene yani M. 1512 (H. 918) yılında Eshabı Kiram düşmanı safeviler 100 bin kişilik iyi yetişmiş askerleriyle Ceyhun nehrini geçerek Mavera-ünnehr vilayetlerine hücum ettiler. Çok kan döküp büyük tahribat yaptılar. Sonra Buhara'ya yöneldiler. Bir çok kaleyi ele geçirdiler. Girdikleri yerlerde ehl-i sünnet alimlerinin kabirlerini yıkıp hakaret ediyorlardı. Nihayet Gucdüvan ka-lesini de abluka altına aldılar. Niyetleri Abdülhâlık Gucdüvani (k.s.) Hazretlerinin de Türbesini tahrib etmekti. Özbek askeri onları karşıladı. Bu özbek askerlerinin etrafında binlerce beyaz atlı, beyaz elbiseli ve yeşil sarıklı askerler göründüler. Başlarında heybetli ve nurani bir zât, elinde iki ağızlı kılıç ile Safevileri işaret edip hücuma geçtiler. Ekin tarlasına giren orakçılar gibi safevîleri biçmeye başladılar. Ehli sünnet düşmanı Safevîler perişan olup kaçtılar.
Vefatından evvel söylediği,
Dosta mübarekim , düşmana musibetim
Cenkte demir gibi . sulhta mum gibiyim
Nur çeşmesinin başı Gucdüvan menzilimizdir
Rum kapısına kadar iki ağızlı kılıç vururum
şeklindeki sözleri de onun 332 yıl sonra ortaya çıkan kerametiydi.
(Aynı sene Osmanlı devletinin başına da Yavuz Sultan Selim geçmiş ve yine Ehli sünnet düşmanı safevileri Çaldıran savaşında perişan etmişti.)
Halifeleri:
HÂCE ARİF RİVGİRİ, Hâce Ahmed Sıddıyk, Hâce Evliyâ-i Kebîr, Hâce Süleyman, Hâce Habbaz Buharî
-
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
10. Hace Arif Rivgiri (k.s.)
Hâce Abdü'l Hâlik Gucdüvânî (k.s.) Hazretlerinin eshabının en faziletlisi ve halifelerinin en büyüğüdür.
Orta boylu, bedir yüzlü, iri gözlü, ince ve hilal kaşlı idi. Yüzünün rengi beyazı kırmızısına karışmış bir halde idi.
Buhâra'ya altı, Gucdüvân'a bir fersah mesafede bulunan Rivgir isimli kasabada doğdular. Mevcut me'hazlarda doğum tarihlerine dair kesin bir kayda rastlanmamıştır. Zât-i al-i kadrleri Türk meşâyıhının en müttekîlerinden ve evliyanın en büyüklerindendir. İlim, hilm, Zühd, takvâ, riyâzet, ibâdet ve sünnete ittiba bablarında çok yüksek rütbelerin sahibidirler.
Abdülhâlik Gucdüvânî Hazretlerinin hayatları müddetince yüksek hizmetlerine devam etmişler ve feyizlenmişlerdir.
Hâce Hazretlerinin irtihallerinden sonra irşad makamına oturmuşlar ve himmet ve inâyetleri ile Hakk'ı taleb edenleri hidâyete ulaştırmışlardır.
Hâce Ârif Rivgirî (k.s.) Hazretleri pek çok ömür sürmüşlerdir. Hâce Abdülhâlik Gucdüvânî Hazretlerinin hayatlarında uzun müddet şerefli hizmetlerinde bulunmuş ve vefatlarından sonra da (140) sene daha hayat sürmüşlerdir. Pek çok kemâlâtın sahibi Hâce Ârif Rivgirî Hazretleri, Hicrî 715 (Miladi 1315) senesinde, doğduğu kasabada irtihal buyurmuşlardır.
(Kaddesallahü Sirrehül Aziz)
-
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
11. Mahmud İncir Fag’nevi (k.s.)
Hâce Arif Rivgirî (k.s.) Hazretlerinin eshabının efdali ve halifelerinin en büyüğü olup, en yakın sırdaşı idi.
Orta boylu olup çok güzel bir sureti vardı.
Buhâra'ya üç fersah mesâfede bulunan Fagne isimli kasabada doğmuş ve Emkeng isimli beldeyi kendisine vatan edinmiş, maîşetlerinin temini için ticaretle (mimarlıka) iştigal etmişlerdir.
Birçok âlim yetiştirdi. Binlerce kimsenin, dalâletten hidâyete, doğru yola ve seâdete kavuşmasına vesile oldu. Yetiştirdiği âlimlerin en büyüğü ve kendisinden sonra Halîfesi Hâce Ali Ramîtinî Hazretleridir.
Hocası Arif Rivgirî'den icâzet alıp, insanları doğru yola irşad ile va-zifelendirilince, vaktin icabı sesli zikre başladı. Sesli zikre başlaması, hocası Hâce Arif Rîvgirî'nin vefât hastalığı sırasında, Rîvgir tepesi üze-rinde olmuştur. Hâce Arif Hazretleri bunu duyunca : "Şimdi vaktidir" buyurmuşlar ve bu hali kabul etmişlerdir. Hâce Arif Rîvgirî'nin vefâtından sonra, Kale Kapısı önündeki mescidde sesli zikre devâm eyledi. Zikr-i cehrî Muhammed Bahâü'd-dîn Şah Nakşibend (k.s.) Hazretlerine kadar devam etti.
UYUYANLAR UYANSIN
Bir gün yakınları ile saâdet meclislerinde zikr-i cehrî ile iştigal eder-ken, Buhâra'nın büyük âlimlerinden Hâfızü'd-dîn Hazretleri:
—"Tarîkatınız zikr-i hafî üzerine te'sis edilmişken sizin cehren zikre muhabbet göstermenizin sebebi nedir?" diye sorduklarında :
—"Uyuyanlar uyansın, gafiller işitsin ve hak yoluna, şerîat ve tarîkat hedeflerine doğru yürüsünler diye" buyurmuşlardır. Bu cevap üzerine Hâfizü'd-dîn Hazretleri:
—"Niyetiniz dürüsttür ve bu hal size helâldir." cevabını vermişlerdir.
Hâfızü'd-dîn Hazretleri hakîkatin mecâzdan ayrılma hudûdunun olması için, sesli zikrin sınırını (şartını) rica etti. Bunun üzerine şöyle buyurdu:
—"Sesli zikri ancak, dili yalandan ve gıybetten, boğazı, midesi haram ve şüpheliden temiz, kalbi riyâdan ve gösterişten uzak, sırrı Rabbinden başka her şeye teveccühden münezzeh olan yapabilir." buyurdu.
MERD OL
Büyük âlim Ali Ramîtinî anlatır:
Hâce Mahmud İncir Fagnevî (k.s.) zamanında dervişlerden biri Hızır' aleyhisselamı gördü ve sordu:
—"Bu zamanda eteğine yapışılacak, doğruluk caddesi üzerinde sâbit mürşid kimdir?" Hızır (A.S.) cevap verdi:
—"Hâce Mahmud İncir Fagnevî"dir.
Yine bir gün Hâce Ali, Hâce Mahmud'un bağlıları ile Ramitin'de zi-kirle meşgulken başı üstünden bir ak kuş geçiyor ve açık bir dille:
—"Yâ Ali! Erkekliği elden bırakma, merd ol" diyor. Kuşun gagasın-dan dökülen bu açık kelimeler, halkada bulunanlara öylesine dokunuyor ki, kendilerinden geçiyorlar. Akılları başlarına gelince soruyorlar:
— "Bu ne haldir?" Şu cevabı alıyorlar:
—"O kuş Hâce Mahmud Hazretleridir. Hazreti Allah O'na öyle bir keramet vermiştir ki, Mûsa Peygamber ile nice kelime söyleştiği makamda O'nu uçurur. Şimdi Hâce Evliyâ-i Kebîr'in halifesi Hâce Dıhkan ölüm halinde bulunduğu için kendisine ziyarete ve hatırını sormaya gidiyor. Çünkü o, Allahü Teâlâ'dan son nefeste, kendisine yardımcı olması için ev-liyâsından birini göndermesini istemişti. Hâce Mahmûd, bu sebeble onun yanına gidiyor." buyurdu.
Büyüklerden Hâce Dıhkan ölüm yatağında dua etmiş:
— Ya Rabbi! dünyadan ayrılmak üzereyim. Bana öz dostlarından bi-rini gönder de bu korkunç geçitte elimden tutsun, bana medet etsin.
Biraz sonra kapı açılıyor ve Muhmud İncir Fagnevî Hazretleri görü-nüyor.
— Geldim sana medet etmeye, diyor.
Hâce Hazretleri Hicret-i Celile-i Nebeviyye'nin 715 (M.1315) veya 717 senesinde irtihal buyurmuşlardır. (Kuddise Sirruhu)
Hâce Mahmud İncir Fagnevî (k.s.) Hazretlerinin
Varisi:
HÂCE ALİ RAMÎTİNÎ (k.s.),
Halifeleri:
Hâce Emir Hüseyin Vapekî, Hâce Emir Bilal Hüseyin Vapekî.
-
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
12. Hace Arif Ramitini (k.s.)
Hâce Mahmud İncir Fagnevî Hazretlerinin en büyük halifelerinden ve Nakşibendiyye meşayıhının da büyüklerindendir. Silsile-i Tarîkat-ı Aliyye içerisinde "Hâce Azîzan Ali" diye meşhur oldukları gibi, helâlinden kazanç te'min etmek için kumaş dokuyuculuğu yapar ve kendisine "Nessac" da denirdi. Büyük makamların ve acaib kerametlerin sahibi idiler. Buhâra yakınlarında Ramîtin isimli kasabada doğdular.
ZİKRİ KESİR
Şeyh Hasan Belfarî'nin eshabının ileri gelenlerinden Şeyh Bedreddin Hemedânî, Hâce Ali Ramitinî Hazretlerinin huzuruna gelerek:
—"Allah'ı çok zikrediniz" nazm-ı celîli ile me'mur olduğumuz zikr, zikr-i cehrî mi dir?, Zikr-i hafî mi dir? diye sordukları zaman, Hazret-i Şeyh şu cevabı verir:
—"Mübtedi'ye göre cehrî, müntehî'ye göre hafî" Yani, daha yolun başında olanlar için cehrî, yolun sonuna gelenler için ise hafîdir.
HALLAC'A YARDIM
Hâce Ali Ramîtinî (k.s.) buyurmuşlardır ki:
—Hallâc-ı Mansur zamanında, Hazret-i Abdü'l Hâlik Gucdüvânî (k.s.)'nin müridlerinden birisi bulunmuş olsaydı elbette ona imdad edip onu "Vahdet-i Vücud" makamından çıkarırdı.
AZİZAN LAKABI
Reşâhat sahibi Hâce Ali Ramîtinî (k.s.) Hazretlerinin kerametlerinden olarak rivayet eder ki:
—"Bir aralık Hâce Ali Ramîtinî (k.s.) hazretlerinin evinde fakirlik hasıl olmuştu. İki üç gün süren bu zamanda ev halkı açlıktan gayet üzüntülü idiler. O sırada Hz. Şeyhin muhlislerinden bulunan genç bir aşçı, içi pirinç pilavı doldurulmuş bir horoz getirip hediye eder ve lütfen kabul buyurması ricasında bulunur. Bu halden Hâce Ali Ramîtinî (k.s.) Hazretleri çok memnun olur ve:
—"Ey oğlum! icabet kapısı açıktır, ne istersen iste" buyurur. Genç aşçı şu dilekte bulunur:
—"Zâhir ve bâtında sizin şeklinizle şekillenmek istiyorum, başka bir isteğim yoktur" diye cevap verir. Hazret-i Hâce:
—"Evladım bu iş çok ağır bir yüktür, tahammül edemezsin" demesi üzerine, genç aşçı:
—"Efendim dileğim budur, fakat irade siz efendimindir." der. Cenâb-ı Şeyh:
—"O halde pek âlâ diyerek onun elinden tutup kendi halvethâne-i seâdetlerine götürerek karşısına oturtur ve bir saat murakabe ettikten sonra, o genç aşçı zâhir ve bâtın bi-aynihî şeyhi sûretinde teşekkül eder, fakat kendinden geçerek bayılır. Ondan sonra 40 gün daha yaşar ve sonra da rahmet-i Hakk'a kavuşur. İşte kendisine aynen benzeyen bu genç sebebiyle"Azîzân = İki aziz" lakabı verilmiştir.
Madden ve manen birbirine tıpatıp benzeyen iki zat...
SÖZLERİNDEN
—"Güzel güzel işler yapmaya çalışınız; onların hesabını yapmaya kalkışmayınız. Kendi kendinize kusurunuzu anlamaya çalışınız, eksik yanlarınızı biliniz; hemen onları tamamlamaya bakınız."
KALB
Resulüllah Efendimiz (s.a.v.) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurdu:
—"Cenâb-ı Hakk, bir gün ve bir gecede mümin kulun kalbine üç yüz altmış kere bakar."
Ali Ramitinî Hazretleri bu hadîs-i şerîfi, şöyle açıkladı:
—"Kalbin, üç yüz altmış deliği vardır. Her uzvun da, üç yüz altmış tane barsak yolundan ve diğer yerlerden gelen damarı vardır. Bütün bu damarlar, kalble birleşir. Kalb, Cenâb-ı Hakk'ın zikrinden etkilenir ve Cenâb-ı Hakk'ın rahmet nazarına has bir duruma gelirse, ondaki bu hal, bütün organlara geçer. İşte o zaman, organ kendi haline uygun bir şekilde ibadet ve taatle meşgul olur. O ibadet ve taattan meydana gelen her uzvun nuru, kalbe gelen nazardan ibaret olan feyze ulaşır.
İMAN
Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri'ne
—"İman nedir?." diye sorulduğu zaman şöyle dedi:
—"Maddeden kesilmek, mana ile birleşmektir. Bu sorunun cevabını daha çok onun güzel sanatlarından almaktır.
ÜÇ SORU
Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri'ne büyük alim Şeyh Rükneddin üç soru sordu.
Birinci soru :
—"Sen de, ben de fakirlere, yoksullara hizmet etmekteyiz, onlara yemek yedirmekteyiz. Senin yedirdiğin yemekte ne var ki, onda hiç bir zorlama yapmazsın, halk sana teşekkür eder; senden razı olurlar. Benden de şikâyet ederler ve razı olmazlar. Bunun sebebini anlatır mısın?.
Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri, bu soruya şöyle cevap verdi:
—"İyilik edenlerden çoğu kimseler, iyilik ettikleri kimselerin başına kakınç olurlar. Tabi insanların da, pek azı minnet yükünü çekebilir. Öyle ise, mümkün olduğu kadar insanlara minnet yükü vurmamaya çalış. O zaman onlardan hiç kimseyi senden şikayetçi bulamazsın.
İkinci soru:
—"Duyduğuma göre, Hızır aleyhisselam seni terbiye edip yetiştirmeyi üzerine almış. Bu nasıl olur?.
Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri, buna da şu cevabı verdi:
—"Allah'ın sevdiği kimseleri, Hızır aleyhisselam da sever.
Üçüncü soru:
—"Duyduğuma göre, sen Cenâb-ı Hakk'ı cehren (açıktan ve sesli) zikrediyormuşsun.. Bu sana nereden geldi?.
Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri, bu soruyu da şöyle cevapladı:
—"Ben de, sana bunu söyleyecektim. Duydum ki, sen de Cenâb-ı Hakk'ı gizli gizli zikrediyormuşsun. Mademki senin öyle zikrini başkası duydu; o da cehri zikir yerine geçer.
DUA
— Allahü Teala hazretlerine hiç isyan etmediğiniz bir dille dua ediniz ki , duanız kabulolsun. (Yani duada Allah dostlarını vesile ederek dua ediniz ki duanız kabul olsundemektir)
ZİKR-İ CEHRİ
Mevlâna Seyfeddin Fıdda, Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri'ne şöyle sordu:
—"Neden cehri zikir yapıyorsun?."
Buna da şu cevabı verdi:
—"Ulemânın ittifakı odur ki, son nefeste cehrî zikir yapılacaktır. Bunun delîli de, Resulüllah Efendimiz'in (s.a.v.) şu hadis-i şerifidir:
—"Ölülerinize şehadet cümlesi olan 'Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve Resulüh' Cümlesini telkin ediniz." Buradaki telkin sesli telkindir.
ZİKR-İ KESİR
Mevlânâ Şeyh Bedreddin Meydani, Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri'ne şöyle sordu:
— "Cenâb-ı Hakk, Kur'an'-ı kerimde (33/41) : 'Ey iman edenler, Allah'ı çokça zikrediniz.' buyuruyor. Bununla, bize çokça zikretmeyi emretti. Bu zikirden murad olan mânâ, dil zikri midir, kalb zikri midir?."
Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri şöyle cevap verdi:
—"Bu yola ilk girenler için dil zikridir. İşin sonuna varanlar için de kalb zikridir. Bu yola ilk giren kimse, Cenâb-ı Hakk'ı zorlama ile yapmacık zikretmeye çalışır. Müntehinin, yani, işin sonuna ulaşan kimsenin durumu öyle değildir. Kalb, zikirden etkilenince, onun bu etkisi, bütün bedene varır. Hemen her organ, zikretmeye başlar. İşte o zaman, zikir-i kesir gerçekleşir. Yine o zaman, bir günlük amel, bir senelik amel yerine geçer."
SÜLEYMANİYE KÜTÜPHANESİNDEKİ
RİSALESİNDEN:
Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri'nin İstanbul, Süleymaniye Kütüphanesinde bir riasalesi mevcuttur. O risalede şöyle buyurur:
Allahü Teâlâ Hazretlerinin sevdiği kul olabilmenin 10 şartı vardır:
1- Zâhirî ve bâtınî temizlik.
2- Dilin temizliği.
3- Zarûret olmadıkça yabancılarla beraber olmamak.
4- Oruç tutmak.
5- Çokça zikir.
6- Kalbe gelen masivayı (mahlukatı düşünmeyi) defetmek
.7-Allaha tevekkül ve bütün işlerin Allahın bilgisi ve kudreti dahilinde bir hikmete dayalı olarak olduğuna inanmak.
8- Allah dostları ile sohbet.
9- Allahın ahlakı ile ahlaklanmaya çalışmak.
10- Helal ve temiz lokma yemek.
MÜRŞİD
Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri şöyle buyurdu:
—"İrşad işine giren bir kimse müridin yeteneğini, kabiliyetini bilmelidir. Bunu bildikten sonra ona zikir telkini eder; kabiliyetine göre onu yetiştirir. Bir kimse, mürid terbiyesi işine girmiş ise kuş yetiştiricisi gibidir. Kuşun kursağına ne kadar yem gireceğini bilmesi gerekir. Haddinden fazla ona yem yüklememelidir."
ÜÇ BAYRAM
Biri, Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri'nin huzurunda şöyle bir şiir okudu:
Kalbini eritir ulvî aşk her âşıkın;
İki bayram herkese nefesinden bakın..
Bunu dinledi ve şöyle dedi:
—"Asıl üç bayram vardır: Zikirde başarı, zikir, zikrin kabulü.."
SEVGİ
Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri şöyle buyurdu:
—"Bu yolda en esaslı şey, veli kulların kalb sevgilerini elde etmeye çalışmaktır. Zira bu üstün velilerin kalbleri, hikmet-i ilahiye kaynağıdır. Onların sevgisini elde eden sâlik, büyük bir nasîbe kavuşmuş olur; onlardaki üstün haller, kendisinde de görülmeye başlar."
YÜKSEK HALLERİNDEN
Şöyle anlatıldı:
—"Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri ile, zamanında yaşayan Seyyid Ata arasında bir vak'a geçmişti.
Bir gün Seyyid Atâ'nın dilinden, Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri hakkında edep dışı bir söz çıktı. O gün, Türklerden bir gurup gelip bulunduğu şehri yağmaladılar. Malları alıp çoğunu da esir ettiler. O esirler arasında Seyyid Ata'nın oğlu da vardı. Oğlunun esir edildiği haberini alan Seyyid Atâ, anladı ki, bu belâ, Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri hakkında yaptığı hatadan başına geldi. Allah tarafından bir ceza idi bu.
Bunun üzerine koşa koşa Ali Ramitinî'ye gitti, ve ondan özür diledi. Sonra Ali Ramitinî (k.s.) Hazretlerini ve diğer bazı zatları evine davet etti. Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri, onun bu davetteki maksadını anlamıştı.
Hizmetçiler sofrayı açtılar, yemekler de geldi. Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri şöyle dedi:
—"Seyyid Ata'nın oğlu gelmeden ben bu yemeğe el sürmem.. O da gelip bizimle yemek yemeli.."
Böyle dedikten sonra sustu. Orada hazır bulunanlar beklemeye başladılar. Tam o anda kapı çalındı. Açtıkları zaman gördüler ki, Seyyid Ata'nın oğlu..
Şöyle anlattı:
—"Ben hiçbir şey bilmiyorum. Düşmanın elinde esirdim. Sonra da kendimi burada buldum.
İki şehir arasında on günlük mesafe vardı.
İLAHİ İLHAM
Şöyle anlatıldı:
Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri'ne Buhara'dan Harzem'e gitmesi için ilham yolu ile ilahi ferman çıktı. Hemen toplandı ve Harzem tarafına yollandı.
Harzem'e geldiği zaman sur kapısına gelip konakladı. Oranın padişahına da bir elçi gönderdi; şu haberi yolladı:
—"Fakir bir dokumacı sizin ülkenize girmek istiyor; orada kalmak niyetinde.. İzin verirseniz şehre girecek, vermezseniz dönüp gidecek."
Daha sonra giden elçiye şöyle dedi:
—"Eğer Şehre girmem için için verirse, kendi mühürü ile mühürlü bir yazı versin."
Elçi gidip padişaha durumu anlattığı zaman, hem padişah, hem de yanındakiler onun bu isteği karşısında güldüler; alay ederek :
—"Bunların ahmak oldukları belli.. Kendisine nasıl bir yazı istiyorsa yazın, verin." dediler.
Elçi, yazıyı aldı ve Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri'ne getirip verdi. O da şehre girdi. Şehirde büyüklerin yolunda devam etmeye başladı.. Her gün çarşıya çıkar, sanatkarların kapılarında durur, orada çalışanlara şöyle derdi:
—"Bugün buradan alacağınız ücret nedir?" Onlar da:
—"Şu kadar " derlerdi. Bunun üzerine Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri onlara şöyle derdi:
—"Ücretinizi ben vereceğim. Gelin abdest alın, birlikte oturalım. Gün batıncaya kadar Allah'ı zikredin."
Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri'nin sözünü dinleyip her kim geldiyse, kuvvetli tasarrufu ile kendisinde bir manevi güzel haller meydana geldi. Onlardaki bu hal, Ali Ramitinî (k.s.) Hazretlerin'den ayrılmamalarına ve onunla sohbet etmeye, yanında kalmaya çekti. Günler geçtikçe, onun yanına gelenler, müridler çoğaldı. Bu durumu gören hasetçiler hemen padişaha koştular ve gammazladılar. Dediler ki:
—"Şehrinize bir şeyh gelmiş. Herkes onun çevresinde toplanıyor, onun müridi oluyor, onunla arkadaş olmaya can atıyor. Bu işin sonu iyi değil. Ülkenin düzeni bozulabilir, fitne çıkabilir? Çıkacak bu fitneye de hiç kimse mani olamaz."
Padişah ve etrafındakiler korktular. Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri'ni şehirden çıkarmak istediler. Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri bu haberi aldığı zaman, elçisini yine padişaha yolladı. Padişahın izin kağıdını eline tutuşturdu. Padişaha gidip şöyle demesini istedi:
—"İşte sizin izin kağıdınız.. O bu şehre girerken, sizin izin kağıdınızla girdi. Eğer verdiğiniz hükümden dönüyorsanız, çıkıp gider."
Elçi padişaha gitti. Daha önce kendisinden aldığı yazılı izin kağıdını da ona verdi. Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri'nin dediklerini de söyledi.
Padişah, bu durumdan çok utandı.
Sonra da, Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri'nin ziyâretine geldi. Yaptığı son işten dolayı kendisinden özür diledi. Temiz bir sevgi ile ona bağlandı ve bundan da çok faydalar gördü.
NASİHATLERİNDEN
"Alahü tealanın sevgili kulu olmanın 10 şartı vardır.
1 -Temizlik. Bu da iki kısımdır. Zahiri temizlik, batıni temizlik
2- Dilin temizliği (dili muhafaza
3- Mümkün meretebe insanlardan uzak kalmak
4-Oruç tutmak
5-Allahü Teala'yı çok zikir
6- Kalbe gelen kötü düşünceleri defetmektir.
7- Allahü Teala'nın hükümlerine olduğu gibi rıza göstermek.
8- Salihlerle sohbet.
9- Ahlak-ı ilahi ile ahlaklanmak.
10- Helal ve temiz lokma yemek."
Hâce Azîzân'dan sordular:
—"Namazdan üst üste kazâ borcu olan ne zaman uyanır?" Şöyle buyurdular:
—"Doğan güneş onu uykuda yakalayamaz hale geldiği zaman."
Şöyle buyururlardı:
—"Allah'a tevbe ediniz!" meâlindeki âyette hem işâret ve hem de beşâret vardır. İşâret tevbeyedir, beşâret de kabul edileceğine dairdir. Kabul edilmeyecek olsaydı emredilmezdi.
Şöyle buyurdular:
—"Her hâl-ü kârda amel lâzımdır. Amel yapılınca da onu yapmamış bilmek, nefsi her zaman suçlu bilmek ve her ameli yeniden yeni baştan işlemeye muhtaç kabul etmek lâzımdır."
Buyurdular ki:
—"Bu yolda maksûda kavuşmak için, nice çileden daha üstün bir şey vardır: Allah dostunun gözüne girmek."
BUYURDULAR Kİ...
— "İki halde kendinizi çok sakınınız: Söz söylerken ve yemek yerken.
— "Hizmeti minnet bil; minneti hizmet bilme."
—" Kul Hakka aşık olursa, Hızır da kula aşık olur."
— "Yiyeceği temiz ve besmele ile pişiren kimselerin yiyeceğinden yemelidir.
— "Mürşidlerin, canavar terbiyecisi gibi olmaları lazımdır. Zira hay-van terbiyecisi onların huyunu bilir. Mürşid de terbiye işinde her saliki kendi kabiliyet ve istidadına göre yetiştirmek borcundadır.
— "Bu yolda ermek nice nefs çilesinden daha üstün olarak bir Allah dostunun gönlüne girmekle olur.
HALİFELERİ VE OĞULLARI
Hâce Hazretlerinin dört büyük halîfesi olup hepsi de, hâlen ve kaalen fazl-ü kemâl sahibi idiler. Ve herbiri Şeyhlerinin irtihallerinden sonra irşad işiyle uğraşmışlardır. Bu dört halîfenin dördünün de isimleri Mahmud idi. Birincisi, Hâce Mahmud Külahduz (Kalpak diken) Harzem'de medfundur. İkincisi, Hâce Mahmud Salâh Belhî'dir ki, Belh şehrinde medfundur. Üçüncüsü Hâce Muhammed Bâverdî'dir. Dördüncüsü, Hâce Muhammed Bâbâ Semâsî'dir ki, kendisinden sonra yerine geçen varisidir. Kabr-i şerifleri Semâs'dadır. (Rahmetullahi aleyhim ecmaîn)
Hazret-i Hâcenin iki oğlu olup her ikisi de zâhir ve bâtın ilimlerin hepsine sahip birer âlim, âmil ve ârif-i kâmil idiler. Büyük oğlunun ismi Hâce Muhammed olup hicrî 715 tarihinde, peder-i âlîlerinin irtihallerinden 19 gün veya 40 gün sonra vefat etmiştir. Küçük oğlunun ismi İbrahim olup 793 tarihinde vefat etmiştir.
Hace Azizan Ali Ramitinî Hazretleri , müridlerine şu emri verdi:
—" Muhammed Baba Semasi'ye bağlanınız, emrini tutunuz; hayatta kaldığı müddetçe yolundan ayrılmayınız.
VEFATI
Hâce Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri hicrî 715 yılında ve zilkaade ayının 28'inci pazartesi günü (130) yaşında Harezm şehrinde irtihal-i dâr-ı bekâ eylemişlerdir. (k.s.)
H. 721 veya 728'de (M. 1328) tarihinde vefat ettiğine dair de rivayet vardır. Kabri Harezm'dedir. Mühim ziyaret merkezlerinden biridir.
Hâce Ali Ramîtinî (k.s.) HazretlerininVarisi:
HÂCE MUHAMMED BÂBÂ SEMÂSÎ,
Halifeleri: Hâce Muhammed Bâverdî, Hâce muhammed Belhî, Hâce muhammed Külahdüz,
-
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
13. Muhammed Baba Semasi (k.s.)
Hâce Muhammed Bâbâ Semâsî (k.s.) Hazretleri Ramîtin ile Buhâra arasında bulunan ve Râmîtin'e iki kilometre, Buhâra'ya ise altı kilometre uzaklıkta bulunan Semâs (bazı kaynaklarda Semmas) köyünde doğdu. Mîlâdî 1354 (H.755)'te orada vefât etti. Tasavvuf ilmini büyük âlim Ali Ramîtinî Hazretlerinden öğrendi. Onun derslerinde ve sohbetlerinde yetişip, tasavvufta yüksek dereceye ulaştı. Hocası, kendisinden sonra irşâd makamına, Muhammed Bâbâ Semâsî'yi vekil bıraktı. Diğer talebelerine de, ona tâbi olmalarını vasiyet etti.
Hâce Azîzân Ali Ramîtinî Hazretlerinin hizmetlerinde bulunarak çok faide elde etmiş ve çok da feyz almışlardır. Hâce Azîzan Hazretleri Buhâra'dan Harezme teşrif buyurdukları vakit, Hâce Muhammed Bâbâ Semâsî Hazreleri de O'nunla beraber gelmiştir.
KASR-I ÂRİFÂN OLACAK
Reşâhat sahibi nakleder ki; Hâce Muhammed Bâbâ Semâsî Hazreleri, Hâce Muhammed Bahâü'd-dîn-i Nakşibend Hazretlerini (k.s.) evladlığa kabul edip terbiye buyurmuşlardır. Şâh Nakşibend Hazretlerinin doğumundan evvel, yuksek babalarının evlerinin önünden geçerken:
—"Bu topraktan tarîkata önder olacak irfan meydanının yiğidinin kokusu geliyor. Yakında bu hane bir kasr-ı ârifân olacakdır." buyurmuş-lardır.
Pîr-i Tarîkat Muhammed Bahâü'd-dîn Nakşibend Hazretleri, dünyayı teşrif ettiklerinin üçüncü günü, Hâce Muhammed Bâbâ Semâsî Hazreleri, tesadüfen yine evlerinin önünden geçerken:
—"Ötedenberi kokusunu duymakta olduğumuz, rayiha-i irfan bu gün fazlalaşmıştır. Galiba o ârîf zât dünyaya geldi." buyurdular. Bu haberi Muhammed Şâh Nakşibend Hazretlerinin büyük babasına ulaştırdılar. O zat da hemen Cenâb-ı Bahâü'd-dîn'i, Hâce Muhammed Bâbâ Semâsî Hazretlerine getirerek teslim ettiler.
Hazret-i hâce sevindi:
—"Yeni dünyaya gelmiş olan bu çocuk artık bizim oğlumuzdur. Biz O'nu evlatlığa kabul ettik. İşte gönüllerimizi okşayan kokusunu duydu-ğumuz bu zat yakında tarîkatın önderi olacak ve o zaman herkes ona bağlanacak." dedi. Daha sonra en büyük halîfeleri olan Emir Kilâl Hazretlerine:
—"Oğlum Bahâü'd-dîn'i sana havale ettim. Zahiren ve bâtınen yetiş-tirilmeleri senin için büyük bir vazifedir. Sakın ha kusur etmeyesin." diye emir buyurmaları üzerine, Cenâb-ı Emir Kılâl Hazretleri de bu emri çok acele yerine getireceğine dair söz verdiler.
RIZAN NEREDE İSE
Pîr-i Tarikat Hâce Muhammed Bahâü'd-dîn Hazretleri buyurdular:
—Evlenmek istediğim zaman Büyük Babam (aleyhirrahme) beni, Muhammed Bâbâ Semâsî Hazretlerinin huzuruna gönderdi. Kendisiyle görüşme şerefine nail olduğum vakit O'nun ilk zuhur eden kerametleri şu olmuştur:
Yüksek huzurlarına gideceğim günden bir evvelki gecede, kalbimde niyaz, ağlama ve tazarru fikri peyda olup Hazret-i Hâcenin camiine gitmiş ve iki rek'at namaz kılarak:
—"İlâhî! senin belâlarına sabra huccet ve muhabbet-i rabbaniyende zuhur edecek mihnetlere tahammül ve tâkat ihsan eyle." diye dua iste-miştim. Sabahleyin yüksek huzurlarına vardığım zaman, birdenbire bana hitaben:
—"Ey oğul! duayı şöyle yapmalıydın: "İlâhî! Rızâ-i ilâhiyen ne şeyde ise, bu zayıf kulunu o şeyde bulundur." Eğer Mevla hikmet-i kâmilesi icabı dostuna belâ gönderirse, yine kendi inâyeti ile o dostuna belâsına tahammül kuvvetini de ihsan eder. Yoksa kulun kendi dileği ile belâ is-temesi küstahlıktır. İşte Hazret-i Hâce geceki vak'ayı mükâşefe ile beni terbiye buyurdular. Sonra yemeği birlikte yedik. Bir ekmek arttı. Bunu yanında sakla dedi. Ben de kendi kendime şöyle düşündüm; Biz burada yedik, karnımız doydu, şimdi de evimize gideceğiz. Acaba bu ekmek ne işimize yarayacak. Yolda beraber gidiyorduk. Ben kendilerini kemâl-i edeple takip ediyordum. Fakat içimden hâlâ o ekmeği düşünüyordum. Hazret-i Şeyh benim hâlimi keşf edip:
— "Kalbi faydasız şeylerden korumak lâzımdır.” diyerek beni ikâz buyurdular. Yolda, ahbaplarından birisinin evine uğradı. Ev sahibi, bu ziyaretten son derece memnun kalarak bizi sevinçle karşıladı. Lâkin içinde bir sıkıntı olduğu yüzünden belli idi. Hâce Hazretleri sıkıntısının sebebini sorunca o da şu cevabı verdi.
—"Bir kâse sütüm var fakat, ekmeğim yok ki, beraber yiyelim. Bunun üzerine Hâce Hazretleri bana dönerek:
—"Ne işe yarayacak diye merak ettiğin ekmek işte işe yaradı, buna ver." buyurdular.
SÖZLERİNDEN
—"Talibler için en kestirme yol, ilahi hikmetlerin dolu olduğu bir gönüle girebilmektir."
—"Hiç günah işlememiş bir dille dua edin; reddolmaz. Hakiki dost vasıta kılınarak yapılan dua böyledir."
Hâce Muhammed Bâbâ Semâsî Hazretlerinin dört büyük halîfeleri var idi. Onlar, Hâce Sûfî Suhârî, oğlu Hâce Muhammed Semâsî, Hâce Dânişmend ve Hâce Emir Kilâl Hazretleridir. (Rahmetullahi aleyhim ec-maîn)
Cenâb-ı Hâce Hicrî 755 (M. 1354) senesinde irtihal eylediler. Memleketi olan Semâs'da medfundur. (k.s.)
Kuddise sirruhu
-
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
14. Seyyid Emir Kilal (k.s.)
Silsile-i Sâdât-ı Nakşıbendiye-i aliyye'nin on dördüncüsüdür.
Hâce Bâbâ Semâsî Hazretlerinin halifelerinin en üstünü idiler. Zamanında bulunan ulemâ ve evliyâ arasında şerîat, tarîkat ve marifet hususunda en fazla ilme sahip idi. Hazreti Hüseyin Efendimizinin so-yundan olup, seyyid idi. Muhammed Baba Semâsî Hazretlerinin (k.s.) talebesi ve Muhammed Bahaüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin hocasıdır. Çömlekçilik yaptığı için Kilal (bazı kaynaklarda Külal) ismiyle meşhur olmuştur.
Salih bir zat olan babası Seyyid Hamza, Medine'den gelip Buhâra'nın Efşene köyüne, sonra da Sühari'ye yerleşmiştir.
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri Buhâra'nın Sühari kasabasında doğdu. Doğum tarihi bilinmemektedir. M.1370 (H.772) senesinde Sühari'de vefat etti. Kabri de oradadır. Büyük bir âlim ve mürşid'i kamil olup, her ânını sünnete uygun olarak geçirdi. Pek çok kimse onun sohbet ve derslerinde kemale erdi. Üstün hallerini gösteren çok menkıbesi vardır.
Annesi anlatmıştır:
"Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerine hamile iken, şüpheli bir lokma yesem, karın ağrısına tutulurdum. O lokmayı midemden çıkarmadıkça, karın ağrısından kurtulamazdım. Bu hal başımdan üç defa geçti. Çok temiz ve hayırlı bir çocuğa hamile olduğumu anladım. Bunun üzerine yediğim lokmaların helalden olmasına daha çok dikkat edip, ihtiyatlı dav-randım."
Bir defasında, o devrin en meşhur velisi Seyyid Ata beraberinde za-manın maruf zatlarıyla, büyük bir cemaat halinde, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin babası Seyyid Hamza'nın bulunduğu köyden geçiyordu. Bu yolculuğu sırasında tanışıp dost oldular. Bundan sonra Seyyid Ata'nın her ne zaman oraya yolu düşse evvela Seyyid Hamza'nın evine gider, başkalarıyla daha sonra görüşürdü. Yine bir defasında Efşene köyüne uğramış ve seyyid Hamza'nın yanına gelmişti. Bu gelişinde Seyyid Ata ona bir müjde verip;
—"Ey Kardeşim! Allahü Teâlâ sana şanı pek yüce olacak bir evlat verecek. Cihan, baştan başa onun hizmetine girecektir. Bu çocuk doğduğu zaman, ismini Emir Kilal koy!" dedi. Aradan yıllar geçti. Seyyid Hamza'nın bir oğlu oldu. Seyyid Ata'nın işareti üzerine, ismini "Seyyid Emir Kilal " koydu.
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri Yirmi sene Baba Semâsi Hazretlerinin sohbetlerine ve derslerine devam etti. Her hafta pazartesi ve perşembe günleri, Sühârî'den 30 km kadar uzakta bulunan ve hocasının ikamet ettiği Semas'a gider gelirdi. Hocasına olan bağlılığı, temizliği, gayreti, ilme olan arzu ve isteği, onu kısa zamanda olgunlaştırdı. Hocasının ders ve sohbetlerinde kemale ulaştı. İnsanlara doğru yolu gösteren kıymetli bir rehber oldu. Hocası Muhammed Baba Semâsî Hazretlerinin vefatından sonra, onun yerine geçip, irşad vazifesi yaptı. İnsanların İslam ahlakı ile ahlaklanmasını, kalbin ve ruhun kötü huylardan kurtulmasını öğreten tasavvuf ilminde çok talebe yetiştirdi.
DİŞİ YERİNE TAKTI
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri, hocası Muhammed Baba Semâsî'nin yanında, Semâs'ta bulunduğu sırada orada oturan bir grup insanla, başka bir köyden bir cemaat arasında anlaşmazlık çıkmış iş kavgaya dökülüp, birinin dişi kırılmıştı. Dişi kırılan kimse ve taraftarları, kırılan dişin diyetini almak için hakime müracaat etmeye karar verdiler. Fakat önce Muhammed Baba Semâsî'ye dınışalım, kendi başımıza iş yapmayalım, ne buyurursa öyle yapalım dediler. Doğruca Muhammed Baba Semâsî Hazretlerinin huzuruna gidip, durumu arzettiler.
—"Kırılan dişi verin." buyurdu. Dişi alıp, o sırada henüz yanında ta-lebe olan Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri'e kırık dişi uzatıp;
—"Evladım, şu işi hallet de, aralarındaki anlaşmazlık bitsin." buyurdu.
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri, evliyanın ruhaniyetini vesile kılıp, Allâhü Teâlâya dua ederek, kırık dişi yerine koydu. O anda, duası be-reketiyle diş, eskisi gibi sağlam bir hale geldi. Dişi kırılan kimse, bu hadise karşısında hayret edip, dişini kıranları şikayet etmekten vazgeçti. Yanında bulunanlarla birlikte, yaptıklarına pişman olup, tövbe ettiler.
KÂBEYİ GÖRÜYORDU
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri bir gün sohbet ederken, kendisini bir hal kapladı. Bu sırada hac yapanların hallerini, nerede ve ne yapmakta olduklarını gördüğünü söyleyerek,anlatmaya başladı. Meclisinde bulunanlardan biri:
—" Kabe'yi nasıl görüp de anlatıyor? Kabe buraya çok uzakdır." Diye düşündü. Biraz sonra Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri, böyle düşünen kimsenin yanına yaklaşıp, elinden tuttu ve;"Gözlerini yum, başını kaldır, bak ne göreceksin." buyurdu. O da söylediği gibi yaptı. Birden gözüne Kâbe ve tavaf edenler göründü. Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerini de tavaf edenler arasında gördü. Bunun üzerine adam hayretler içinde kalıp, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri'nin ayaklarına kapandı, yanlış düşüncelerden dolayı af diledi. Bundan sonra Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri;
—"Ey cahil kişi, bir kimse kendisinde bir şey olmazsa, başkasında da yok zanneder. Gönül aynası açılmadıkça da hiç bir şeyi göremez, idrak edemez." dedi. O kimse tövbe edip, salih ve makbul kimselerden oldu.
ALLAHTAN KORKAN
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri bir defasında talebeleriyle birlikte evliyanın meşhurlarından Hayrun Ata'nın kabrini ziyarete gitmek için yola çıkmıştı. Yolun bir kısmını yürümüşlerdi ki, yolun ilersinden bir gayretli arslan ortaya çıkıp yolda durdu. Arslanı gören talebeler endişelenip, huzursuz olmaya başladılar. Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri hiç al-dırmadı. Arslanın yanına yaklaşınca, yelesinden tutarak yoldan çıkardı ve kenara bıraktı; talebeler geçtiler. Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerine, aslan başını yere koyarak, saygı gösterir gibi hareketler yaptı. Sonra oradan uzaklaştılar. Bu hali gören talebeleri;
—"Efendim bu nasıl bir iştir" diye sual ettiler. Bunun üzerine buyurdu ki:
—"Ey dostlarım, şunu biliniz ve dikkat ediniz ki, her kim gerçekten Allâhü Teâlâdan korkarsa, her şey ondan korkar, zarar vermez. Allah'tan korkmayan kimse, her şeyden korkar. Bir kimse, dâimâ Allâhü Teâlâdan korkar bir hâlde olursa, Allâhü Teâlâ ona korkutucu bir şeyi, musallat etmez. Hattâ o kul, Allah'tan korktuğu için her şey ondan korkup, çekinir."
CENAZE NAMAZI
Nakledilir ki, bir köyde sâlih zatlardan biri vefât edeceği sırada, cenâze namazını Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin kıldırmasını vasiyet etmişti. Fakat Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri, uzak bir yerde bu-lunuyordu. O zât vefât edince, o beldenin âlimleri, velîleri toplandı. Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin çağrılması için, bulunduğu yere bir kişi gönderelim, dediler. Bunun üzerine orada bulunan Şeyh Sûfi ;
- " Haberci göndermenize lüzum yok. Bu durum ona Allâhü Teâlâ'nın izni ile malum olur. Ve buraya gelir" dedi. Bu arada iki kişi gidip haber vermek üzere hazırlanmıştı. Tam gidecekleri sırada Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri aniden karşıdan gözüktü. Halk onu görünce karşılamaya koştular. Ve bu kerameti karşısında onu daha çok sevip bağlandılar. Sonra Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri vefat eden zatın cenaze namazını kıldırdı. Ve toplananlarla birlikte kabre götürüp defnettiler. Cenaze defnedildikten sonra kalabalık bir cemaat camide toplandı. Oradaki alimler bu iş için kendisine bir işaret ulaşıp ulaşmadığını ve nasıl malum olduğunu sordular. Bunun üzerine Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri buyurduki:
—"Ey kardeşlerim! Resülüllah Efendimiz buyurduki; "Kalb kalbe kar-şıdır." Yine Resûlüllah Efendimiz buyurduki; "Mümin müminin aynasıdır" "Her kaptan içindeki sızar."
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri bunları söyledikten sonra halk onun marifet sahibi büyük bir veli olduğunu anlayıp kendi kendilerine
—"Biz bu zatın büyüklüğünü bilmiyormuşuz." dediler. Bu sırada ce-maat içinde bulunan âlimlerden Mevlana Tâceddin, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerine, kendisini talebeliğe ve hizmetkarlığa kabul etmesini söyledi. Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri;
—"O bizim vazifemiz değildir." buyurarak; "Bari seni mânevî evlat-lığa kabul edeyim. " deyip onu mânevî evlatlığa kabul etti. Öyle bir te-veccühde bulundu ki, Mevlâna Taceddin, o anda marifet ilmine kavuşup, maksadına ulaştı.
GERÇEK KERÂMET EHLİ
Nakledilir ki, Kebş şehrinde Seyyid Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin talebelerinden birinin de bulunduğu bir micliste Kerametten söz açılmış ve Mevlana Celâleddîn Kebşî;
—" Şimdi böyle gerçek keramet ehli nerede bulunur. Göz açıp ka-payacak kadar kısa bir zaman içinde, doğudan batıya dünyâyı dolaşsın." deyince, o talabe ;
—" Evet şimdi böyle bir zât vardır. O benim hocam Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri'dir." dedi. Bunun üzerine Mevlânâ Celâleddîn Kebşî;
—"Bizi sohbetine kavuştur da, onun ayaklarının tozunu gözlerimize sürme yapalım."dedi. Talebe;
—"Sizin oraya kadar gitmenize lüzum yok, eğer buraya teşrif etmesi için tam bir teveccüh yaparsanız, bir anda burada olur."dedi. Bu söz üzerine, Mevlânâ Celâleddîn Kebşî teveccüh edip, Allâhü Teâlâ'ya hâlis kalble duâ etti. Sonra içeride bulunan cemâat birdenbire ayağa kalktı. Çünkü Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri çok uzakta olmasına rağmen, içeri giriverdi. Bu hâle çok şaşırdılar. Sonra da oturup sohbete başladılar. Mevlânâ Celâleddîn, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerine;
—"Efendim, sizi bu hâle kavuşturan şey nedir? Burayı bir ânda teşri-finiz nasıl oldu?" diye sordu. Bunun üzerine Seyyid Emir Kilâl (k.s.) Hazretleri, sohbete başlayıp buyurdu ki:
—"Bizi, sizin samîmî arzunuz bu diyâra getirdi. Bir kimse Allâhü Teâlâ'ya ihlâs ile yalvarır, tam samîmiyetle bir şey ister ve duâ ederse, Allâhü Teâlâ onu maksadına kavuşturur.
Bu sırada Mevlânâ Celâleddîn Kebşî;
—" Efendim, talebeniz ve hizmetçiniz olmakla şereflenmek istiyo-rum." dedi. Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri ona;
—"Biz seni evlâtlığa kabûl ettik." buyurdu. Sonra ona teveccüh na-zarlarıyla bakıp, bir anda yüksek derecelere kavuştu. Orada bulunanlar bu hâli görüp;
—"Ey Mevlânâ Celâleddîn, uzun zamandan beri uğraşıp ömür tü-kettin, fakat şimdi maksadına kavuştun." dediler. Onların böyle söyleme-leri üzerine, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri;
—"Siz kendi işinizi onun işiyle bir mi tutuyorsunuz? O, işini tamam-lamış, yolları katetmiş ve vakti gelmiş. Sâdece bizim bir işâretimize, te-veccühümüze ihtiyâcı kalmıştı." buyurdu.
SEVDİĞİ KULLARI...
Türkistan' dan Buhârâ'ya bir grup insan, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerini ziyârete geldi. Buhâra'dakiler, gelenlere;
—"Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri sizin diyârınıza gitmemiştir, siz onu nereden tanıyorsunuz?" dediler. Gelenler;
—"Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri, bizim memleketimizde o kadar tanınmış ve sevilmiş ki, anlatmakla bitmez. Biz, onun talebeleriyiz. O çok defâ bir anda bizim memleketi teşrif eder, biz de sohbetinde bulunurduk. Bu hadise çok vukû buldu. Biz böyle aniden teşrif edip, bizimle sohbet eden zata kim olduğunu sorduğumuz zaman, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri olduğunu söylerdi. İşte biz de, böylece onun talebelerinden olduk. Buhârâ'dakiler, anlatılan bu hâdiseye hayret edip, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerini daha çok sevdiler. Bağlılıkları kat kat arttı.
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri buyurdu ki:
—"Allâhü Teâlâ, sevdiği kullarına öyle ihsânda bulunmuştur ki, bir ânda doğudan batıya gidip gelirler. Başkalarının bundan haberi olmaz."
TİMUR HANLA MÜNASEBETİ
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri Buhârâ'da Cumâ namazını kılıp, ta-lebeleri ile birlikte ikâmet ettiği yere dönüyordu. Yolculukları sırasında, Gülâbâd ile Fetihâbât arasında, yeşillik bir yerde oturan bir cemâate rasladılar. Sohbet ediyorlar ve sohbetlerinde; evliyalıktan, kerâmetten bahsediyorlardı. Bu cemâat arasında, Timur Han da bulunuyordu . Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri talebeleriyle birlikte oradan geçerken, Timur Han onları görüp ;
—"Bunlar kimdir? diye sordu.
—"Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri ve talebeleridir."dediler. Timur Han bu sözü duyar duymaz kalkıp süratle yanlarına geldi. Huzuruna varıp, Fevkalade bir edeple önünde durdu. Sonra şöyle dedi:
—"Ey, dinin büyük alimi! Ey doğru ve yakın yolun kılavuzu ! Burada biraz durup sohbet ediniz ve bize nasihatta bulununuz da , dervişler is-tifade edip, bereketlensinler." dedi. Bunun üzerine Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri;
—"Dervişlerin sözleri gizli olur. Bu bizim vazifemiz değildir. Büyüklerin rûhâniyetinden bir işâret olmadıkça, bir şey söylemeyiz. Hiç bir zaman kendinden bir söz söyleme ve gafil olma. Görüyorum ki, senin başına büyük bir iş çıkacak ve bunda muvaffak olacaksın." buyurdu. Sonra yola devâm ettiler. Evine varınca, zâviyesinde bir müddet durup, yatsı namazı vaktinde dışarı çıktı. Cemâatle birlikte yatsı namazı kıldı. Namazdan sonra bir müddet oturup, büyüklerin rûhâniyetine teveccüh etti. Sonra hemen, Şeyh Mansûr adında bir talebesini yanına çağırdı. Talebe huzuruna gelince, ona;
—"Hiç durma süratle Emîr Timura git ; derhâl Harezm tarafına ha-rekete geçmesini söyle. Eğer oturuyorsa, hemen kalksın, ayakta ise ha-rekete geçsin, hiç durmasın. Çünkü velîlerin rûhâniyetleri, onun ve oğ-lunun bütün memlekete baştan başa hâkim olacağını bildirdi. Harezmi alınca Semerkand'a hareket etsin.
Haberi götüren Şeyh Mansur, süratle Timur Hânın bulunduğu yere gitti. Timur Hânı ayakta bekler bir halde buldu. Haberi aynen iletti. Tîmur Hân bu haberi alır almaz, hemen ordusunu harekete geçirdi. O harekete geçip gideceği yolun yarısına vardığı anda Tîmur Hân'ın düşmanları çadırına hücüm ettiler. Tîmur Hân ise Harezm'e yürüyüp orayı aldı. Sonra Semerkand'a yürüdü, orayı da fethetti. Böylece her gün yeni bir zafere ulaşıp hep muzaffer oldu ve işleri daima iyi gitti.
HELAL ET
Bir gün Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri, bir talebesiyle evine git-mişti. Evine gittiği talebesi ise, ava gittiğinden evde yoktu. Bu sebeple evine Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin teşrif ettiğini haber vermek üzere, bir haberci gönderildi. Hiç bir av bulamamıştı. Hemen eve dönmek üzere hareket etti. Bir av bulamadığı için üzülmüştü. Dönerken, karşısına iki kuş çıktı. Kuşlara atıp, vurdu ve yanına alıp sevinerek evine döndü. Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin teşrifine çok sevinip, avladığı iki kuşu pişirip ikram etti. Kuşlar pişirilip konduğu sırada, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri talebesine;
—"Eğer bu iki kuş da karşına çıkıp avlamasaydın, hiç av getiremez-din, o zaman ne yapardın?" deyip talebelerine şöyle buyurdu; :
—"Ey dostlarım, şunu biliniz ve rahat olunuz ki, bizim maksadımız, Allâhü Teâlâ'nın rızâsını kazanmaktır. Allâhü Teâlâ sizi, hem dünyada, hem de ahirette utandırmaz, mahrum bırakmaz. İnşallah fadl ve keremine kavuşturur.
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri, bir gün Şeyh ibrâhim adında bir zâtın bulunduğu Kıraman denilen yere gitmişti. Şeyh ibrahim Kıramanî'ye;
—"Bize helal et bul. "dedi. Şeyh ibrahim;
—"Bu iş oldukça zor, helal et az bulunur " dedi. Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri ona; Sen silahını al, ava çık. Kuşları kendine çağır, gel-diklerinde bir kaç tane avla." dedi. Bunun üzerine Şeyh İbrahim, silâhını alıp ava çıktı. Kuşları çağırdı, yanına pek çok toplandı. Bir kaç kuş avlayıp, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri'ne götürdü. Bu hâdiseden sonra, Şeyh İbrahim şöyle demiştir:
—"Her ne zaman ava çıkıp kuşları çağırsam, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin bereketiyle yanıma toplanırlar, ben de avlardım "
KUŞ YERE DÜŞTÜ
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin talebelerinden biri, Kermine şehrine gitmişti. Bu şehirde bulunduğu sırada, bir grup kimse ile sohbet ediyordu. Sohbette bulunanlardan her biri, kendi hocasından ve hocasının üstünlüklerinden bahsediyordu. Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri'nin talebesi de söze karışıp, benim hocam, hepinizin hocasından üstündür. Çünkü o, hem seyyid hem mürşid-i kâmildir dedi. Bu sırada, orada toplanıp konuşmakta olanların üzerinden bir kuş sürüsü geçiyordu. Bâzıları Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin talebesine dediler ki:
—"Eğer dediğin gibi hocan büyük bir velî ise, haydi duâ et de, onun hürmetine şu kuşlardan biri önümüze düşsün!"
Onların bu isteği üzerine Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin Talebesi Alahü Teâlaya dua edip hocasının hürmetine bu işin gerçek-leşmesini istedi. O talebe dua eder etmez kuşlardan biri cemaatin üzerine düşüverdi. Orada bulunanlar hayretten şaşıp Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin büyük bir veli olduğunu anladılar.
TAKVA ve ADALETTEN AYRILMASIN
Timûr Hân Semerkand'ın yanına yaklaşarak yerleşince, Buhâra'ya gitmeyi arzu etti. Bu sebeple Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerine haber gönderip,
—"Bizim Buhârâ'ya gelmemize musaade eder mi? Şâyet izin veril-mezse, kendilerinin Semerkandı teşrif etmelerini arzu ediyoruz, nasıl buyururlarsa öyle yapalım. "dedi. Timur Han'ın bu arzusu üzerine, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri gelmesini ve gitmeği kabûl edeceğini ve kendilerine duâ etmekte olduğunu söyledi. Bunları bildirmek ve Timur Hanla görüşmek üzere , oğlu Emir Ömer'i vazifelendirdi. Oğlunu gönderirken şöyle dedi :
—"Oğlum! Emir Timûr'a söyle! Eğer Allâhü Teâlânın razı olduğu yolda yürümek istiyorsa, takvâdan ve adaletten asla ayrılmasın. Bunları kendisine şiar edinsin ki, kıyamet günü kurtulabilsin! Yine talebelerimizle her zaman ona dua ettiğimizi söyle. Eğer dünyaya meylederse, bu durumların faydasına kavuşamaz.
—"Emir Kilâl Hazretlerinin oğlu Emir Ömer, Semerkand'a gidip, Timûr Han ile görüştü. Babasının söylediği şeyleri aynen bildirdi. Birkaç gün sonra da, Buhâra'ya dönmek üzere Timur Han'dan müsâade istedi. Ayrılırken, Timur Han ona;
—" Buhâra ve çevresini sizin emrinize bırakayım, ne olur kabul edin." dedi. Emir Ömer;
—"Buna izin yok." dedi. Bunun üzerine Timur Han;
—"Öyle ise Buhâra şehrini Emir Kilâl Hazretlerine bağışlayayım." deyince, Emir Ömer yine;
—"Buna izin yok." dedi. Timur Han;
—"Hiç olmazsa, Buhâra yakınında ikame etmekte olduğunuz köyü size bağışlayayım." diyerek, çok temennide bulundu. Emir Ömer şöyle dedi:
—"Babamdan sizin için, şu sözleri işittim: "Eğer, Allah adamı olan büyüklerin kalbinde bir yer kazanmak istiyorsa, takvadan ve adaletten ayrılmasın. Kıyamet günü Allâhü Teâlâ'nın rahmetine kavuşmak bununla olur." buyurdu.
SICAK EKMEK
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri bir ev yaptırmakta idi. Bu binanın inşası için pekçok kimse toplanmış çalışıyordu. Bir gün Emir Kilâl, aniden evine gitti. O gidince, orada çalışanlar dediler ki:
—"Emir Kilâl gerçekten veli ise, bizim her birimize birer sıcak ekmek verir. "
Bir müddet sonra Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri geldi. Yanında hiçbir şey yoktu. Yerine oturunca, binanın inşasında çalışanlardan bazıları birbirine;
—"Eğer veli olsaydı, bizim arzu ettiğimiz şeyi getirirdi." diyerek, aralarında konuşmaya başladılar. Daha sonra onlar böyle konuşurlarken, Emir Kilâl hemen ayağa kalkıp;
— "Ey tahammülsüzler, işte istediğiniz!" diyerek, elini koltuğunun al-tına sokup, her birine sıcak bir ekmek çıkarıp verdi. Onlar da söyledikleri sözlerden dolayı pişman olup, tövbe ettiler. Bundan sonra, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri onlara buyurdu ki:
—"Ey dostlarım, biz arzu ederiz ki, siz bizden ahireti, ahirette kur-tulmayı taleb edesiniz. Nefsinizin isteklerini terkediniz ki, ahirette utanıp, mahcub olmayınız. Eğer şükrederseniz, Allahü Teâlã size her istediğinizi ihsan eder. Bu dünyada ne yaparsak ahirette onun karşılığını bulacağız. Ey dostlar, dikkat ediniz ve uyanık olunuz! Bir kimse heva ve hevesinden vazgeçmedikçe, tuzağına av düşmeyen ve eli boş kalan avcı gibidir. Eğer insan, Allâhü Teâlâ'yı unutur, gaflete dalarsa, belaya ve musibete düşer. Ne yazık ki, ömür bitmek üzere olduğu halde, insan dünyalıklara dalmış, nefsinin esiri olmuş ve ahiret yolculuğunu unutmuş, ihmal etmiştir. Şiir:
"Ey ömrünü cahillerle rüzgara veren!
Sen ömrünün kıymetini nasıl bilirsin?
Yarın toprak altında yalnız kalınca,
Tövbe edeyim dersin, ama yapamazsın!"
ŞEYH BAZERGAN ÖLDÜ
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri bir defasında, Buhârâ'da Cuma namazı kılmak için talebeleriyle Buhâra'ya gidiyordu. Buhâra'ya var-dıklarında, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri dedi ki:
—"Ey dostlarım, Şeyh Muhammed Agâî Bâzergân, şu anda Belh şehrinde vefat etti." Bu söze şaşıranlar oldu. Çünkü kendisi Buhâra şehrinde olduğu halde, Belh şehrindeki bir hadiseyi haber veriyordu. Bu söze hayret edenlere buyurdu ki:
—"Biliniz ki Allâhü Teâlâ, resulü Muhammed aleyhisselama tam tabi olan kullarına öyle dereceler ihsan eder ki, her zaman doğuda ve batıda ne vuku bulursa, gözlerinin önünde görüp dinlerler. Belh şehrinin uzaklığı nedir ki!" Bunun üzerine talebeleri, o günün tarihini yazdılar. Daha sonra gördüler ki, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin işaret ettiği gün, o zât vefat etmişti.
GÖZLERİ GÖRMEZ OLDU
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin yaşadığı diyarda bulunan Kermine şehrinden bir adam ava çıkmıştı. Bu, Emir Kilal'i tanıyıp çok severdi. Ava çıkarken; "Eğer avlamak istediğim kazlardan avlayabilirsem, ikisini Emir Kilâl'e götürüp hediye edeceğim." diye niyet etti. Nihayet bir mikdar kaz avladı. İki tanesini Emir Kilâl'e vermek için ayırdı. Evine, şeh-rin ileri gelenlerinden biri geldi. O iki kazı görüp, gözü onlarda kaldı. Kazlar, kuzu gibi iri ve semiz idi. Gelen kimse, ev sahibine; "Bu kazları pişir de yiyelim." dedi. Ev sahibi; "Onları, Emir Kilâl hazretlerine vermek için ayırdım. Onları yememiz uygun olmaz, ben buna cesaret edemem." dedi. Gelen adam ısrar edip;
—"Ne olursa olsun bunları yiyelim, ben oğlu vasıtasıyla ondan özür dilerim." diyerek, ev sahibini ikna etti. Ev sahibi kazları pişirtip, o şehrin meşhurlarından olan o kimsenin önüne koydu. Tam yiyeceği sırada, yüzüne kazlardan öyle bir buhar ve sıcaklık yükseldi ki, gözlerine tesir edip, gözleri görmez oldu. Kazları yiyemedi ve yaptığı işe pişman oldu, tövbe etti. Hemen Emir Kilâl Hazretlerine bir at hediye etti. Birkaç gün sonra gözleri iyileşip eski haline döndü.
RİCALÜL GAYB VELİLER
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin talebelerinden biri, bir gece kendinde bambaşka bir hal hissedip;
—"Hocamın yanına gideyim, bakalım benim hakkımda ne emreder ve ne buyurur?" diye düşündü. Sonra, Emir Kilal'in yanına gitti. Bu talebesi şöyle anlatmıştır:
—"Gece vakti, varıp hocamın odasına girdiğimde, kalabalık bir ce-maat vardı. Hayret ettim. Bunlar, hiç görmediğim ve tanımadığım kimse-lerdi. Kalabalıktan oturacak yer kalmamıştı. Herkes başını eğmiş, sessizce oturuyordu. Ben de başka bir yere oturarak başımı yere eğip beklemeye başladım. Bir müddet böyle durdum. Sonra başımı kaldırıp baktım ki, odada hocam Emir Kilâl'den başka hiç kimse görünmüyordu. Hocam bana bakıp;
—"Sana müjdeler olsun, şimdi sen artık maksada kavuştun, ama bunu gizli tut." buyurdu. Bundan sonra hocama;
—"Burada gördüğüm, sonra da birdenbire kaybolup görünmez olan zâtlar kimlerdi?" diye sordum. Buyurdu ki:
—"Bunlar ricâl-ül-gayb denilen velilerdi. Aralarında HÂCE Gülan ve Abdülhalik Gucdüvani de vardı. Bunlar öyle zatlardır ki, vefatlarından önce ve sonra, Allâhü Teâlâ'nın dinine hizmet ederler. Bugün sen de onların sohbetinden (feyzinden) pay aldın."
NASİHATLERİ †£J @ä §πj †o
—"Evliyanın kerameti haktır. Aklen ve naklen câizdir. Bu hususta ev-liyadan çok nakiller vardır. Malum ve meşhur olup, hiç şüphe yoktur. Kalbi iman nuruyla aydınlanmış olan herkes, evliyanın kerametine inanır ve bu hususta hiç şüphe etmez. Buna misal çoktur. Süleyman aley-hisselamın veziri Asaf'ın Saba melikesi Belkıs'ın tahtını bir anda Sana'dan Kudüs'e getirmesi gibi.
Bir başka Misal: Hazret-i Ömer, Bir defasında Medine-i müneverede mescidde, Peygamber Efendimizin mimberi üzerinde hutbe okuyordu. Bu sırada çok uzaklarda düşmanla cihad eden ordu kumandanına;
—"Ya sariye, dağa dağa!" buyurdu. Uzakta olan kumandan Sâriye ve ordunun erleri, bu sesi duyup dağa çekildi. Düşmanın tehlikeli hücû-mundan korundu. Bu, apaçık bir keramettir. Eğer bir kimse, bu keramet, mucizeden aşağı değil derse, bu yanlıştır. Çünkü, hiç bir veli Peygamber derecesinde olamaz. Evliya-i kiram buyurmuşlardır ki:
—"Evliyadan meydana gelen keramet, Peygamber Efendimizin mu-cizesinden dolayıdır ve peygamberin peygamberliğini tasdik eder. Ona tabi olmayı gösterir. Eğer peygamberler doğru sözlü olmasıydı, evliyanın kerameti de hasıl olmazdı. Çünkü evliya, Nebî'ye tabi olmuştur."
NASİHATLERİNDEN...
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri kendine ait bir yerde dergah inşa ettiriyordu. Çalışanlardan biri, kendi kendisine;
—"Hiç kimse bir şey getirmiyor." dedi. Aradan az bir zaman geçmişti ki, bir adam geldi. Çok miktarda ekmek ve üzüm getirdi. Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin huzuruna varıp, gece gündüz diş ağrısı çekmekteyim. Sizin duanızı almak için geldim, bana yardımcı olunuz, tâkatım kalmadı dedi. Emir Kilâl, gelen adama;
—"Yanıma yaklaş bakayım, hangi dişin ağrıyor?" dedi. Adam yak-laştı. Emir Kilal parmağını ağzına sokup, ağrıyan dişinin üzerine koydu. Sonra İhlas suresini okudu. Gelen kişinin diş ağrısı kesilip, hiç hastalan-mamış gibi oldu. Bundan sonra Emir Kilâl hazretleri buyurdu ki:
—"Ey dostlar! ihlaslı olunuz. Her işinizi Allah rızası için yaparsanız, kurtulursunuz. İhlassız yapılan amel, üzerinde padişahın mührü bulun-mayan para gibidir. Üzerinde padişahın sikkesi bulunmayan parayı kimse almaz. Üzerine mühür vurulanı ise herkes alır. İhlas ile yapılan az amel, Allâhü Teâlâ indinde çok amel gibidir. İhlassız yapılan çok amelin ise, Hak katında kıymeti yoktur. Yaptığınız her ibadeti ve işi, ihlas ile yapınız. Böylece Allâhü Teâlâya yakın ve rızasını kazananlardan olunuz. Ey dostlarım! İhlas ile amel yaparsanız korkmayınız, bu size ahirette itibar ve şereftir. Eğer tama sahibi olup dünyaya düşkün değilsen, sonunda va-racağın yeri düşün. Merd o kimsedir ki, önce iyice düşünür, sonra amel etmeye başlar. Böylece, sonunda yaptığı işten utananlardan olmaz."
NASİHATLERİNDEN...
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri maraz-ı mevtinde (ölüm hastalı-ğında) bulunduğu sırada, talebelerine şöyle vasiyet etti:
—"Ey kıymetli talebelerim! İlim öğrenmekten ve Muhammed aleyhis-selamın yoluna tabi olmaktan asla ayrılmayınız. Bu, mümin için bütün saadetlerin ve nimetlerin vasıtasıdır. Bunun için Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki:
—"İlim öğrenmek, her müslüman erkek ve kadına farzdır." Yani her müslüman erkek ve kadının, kendine lazım olan din bilgilerini öğrenmesi farzdır. Bunlar, sırasıyla şu bilgilerdir:
1- İman ve itikad bilgileri.
2- Namazla ilgili bilgiler.
3- Oruçla ilgili bilgiler.
5- Eğer zengin ise, hac ile ilgili bilgiler.
6- Ana-baba hakkını öğrenmek. Allâhü Teâlânın kendisinden razı olmasını isteyen, annesinin ve babasının rızasını kazanır. Resûlullah Efendimiz; "Allâhü Teâlânın rızası, ana-babanın rızasını kazanmakla elde edilir" buyurdu. Bu bakımdan, ana-babanın hakkını gözetmek mühimdir.
7- Sıla-i rahim, (Akrabayı ziyaret).
8- Komşu hakkını gözetmek.
9- Lazım olan alış-veriş bilgilerini öğrenmek.
10- Helali ve haramları öğrenmek lazımdır. Çünkü insanların çoğu, bil-mediğinden ve bildiği ile amel etmediğinden helak olmuştur.
Şiir:
"Dünya talibleri, hep hırs ile mest oldular,
Para için, daim kendilerini bozdular.
Hüdaya yaptıkları ahidleri bozdular,
Hepsi Mûsa'ya düşman, Fir'avn'a dost oldular."
NASİHATLERİNDEN......
—İyi biliniz ki, dünyayı ve dünyaya düşkün olanları sevmek, sizin, Allâhü Teâlânın razı olduğu yolda yürümenize mani olan büyük bir en-geldir. Daima Allâhü Teâlâyı hatırlayıp, O'nu zikrediniz. Böylece dininizi dünyaya değişmemiş olursunuz. Daima Allâhü Teâlâdan korkunuz! Hiçbir ibadet, Allah korkusundan daha tesirli değildir. Allâhü Teâlâdan korkan kimseden çekininiz. Allâhü Teâlâdan korkmayan kimseden ise, korkmayınız.
Ey dostlarım, daima Allâhü Teâlâyı zikrediniz. Allâhü Teâlâdan başka herşeyi bırakınız. "La ilahe illallah" Kelime-i tevhîdini söylerken "Lâ" derken nefyediniz, Allâhü Teâlânın noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu biliniz. Biliniz ki, elbiseyi temiz su temizler. Dili, Allâhü Teâlâyı zikretmek temizler. Bedeninizi namaz kılmak, malınızı zekat vermek temizler. Yolunuzu, insanların sizden hoşnut ve memnun olması temizler. İhlas sahibi oluncaya kadar ihlas, kurtuluşa erinceye kadar da kurtuluşu arayınız.
— Kalbin, dilin ve bedenin temiz olması, helal lokma yemeye bağlı-dır. Bunu, iyi biliniz. Helal lokma yiyen insanın midesi, içinde temiz su toplanan havuz gibidir. Bu havuzdan etrafa temiz su dağılır ve bu su ile çiçekler yetişir, ağaçlar meyve verir, ondan istifade edilir. Resulullah sal-lallahü aleyhi ve sellem bir hadis-i şerifte buyurdu ki: "Bir kimse, hiç ha-ram karıştırmadan kırk gün helal yerse, Allâhü Teâlâ onun kalbini nur ile doldurur. Kalbine nehirler gibi hikmet akıtır. Dünya muhabbetini kal-binden giderir."
—Tövbe ediniz. Tövbekar ve edebli olmak lazımdır. Tövbe ediniz ki, tövbe, bütün taatların başıdır. Tövbe, sadece dil ile olmaz! Tövbe, işlenen günahlara kalbden pişmanlık ve bir daha günahı işlememektir. Allâhü Teâlâdan daima korkunuz. Kendi günahlarınıza bakıp, tövbe ediniz, başkaları sizden hoşnud olsun günahlarınıza pişman olup, o kadar ağlayıp tövbe ediniz de, gerçekten size tövbekar densin. Dünyada iken günahlara pişman olup, kulluk vazifesini yaparak ahireti kazanmak lazımdır. İşte bütün işin aslı budur. Sevgi ve muhabbet; Allâhü Teâlânın rızasını aramak ve kötü işleri terketmek, ahde vefa göstermek, emanete ihanet etmemek, kendi kusurlarını görüp, amelleri ile övünmemek, amellerini görmemek, daima Allâhü Teâlâyı zikretmekle meşgul olmaktır. Hiçbir işe, Allâhü Teâlânın ismini söylemeden (Besmelesiz) başlamayınız ki, ahirette yaptığınız bu işten dolayı utanmayasınız. Bu bakımdan, bir şeye başlarken, önce Besmele çekiniz, sonra işe başlayınız.
—Allâhü Teâlânın emirlerine itaat ediniz. Nerede olursanız olun, ilim öğrenmekten ve amel etmekten uzak kalmayınız. Her ne olursa olsun karşınıza her ne güçlük çıkarsa çıksın, ilmi ve ameli asla terketmeyiniz.
—Emr-i maruf ve nehy-i münker, iyilikleri emredip, kötülüklerden sa-kındırmak vazifesini yerine getiriniz. Dinin yasak ettiği şeylerden, dine uygun olmayan işlerden ve bid'atlerden sakınınız. Ayet-i kerimede mealen buyruldu ki:
"Ey iman edenler! Kendinizi ve evlerinizde ve emrinizde olanları ateşten (Cehennem'den) koruyunuz ki, onun yakacağı insanlar ve taş-lardır..." (Tahrim suresi:6) Ahirette bunlardan olmamak için çok korkup, sakınınız!
Rivayet edilir ki, Fudayl bin iyâd şöyle anlatmıştır: Havanın çok sert ve soğuk olduğu bir gün, Şeyh Abdülallâm'ı gördüm. Üzerinde ince bir elbise vardı. Soğuk olmasına rağmen, alnından buram buram ter damlı-yordu. Bunun üzerine;
—"Bu soğukta böyle terlemenin sebebi nedir?" dedim. Cevabında;
—"Bir gün burada bir günah işleniyordu. Ben buna mani olmak iste-dim. Fakat mani olamadım. Bunun ızdırabından dolayı ve kıyamet günü bunun günahından nasıl kurtulurum diye düşünmekten böyle terliyorum." dedi. Ya siz, her gün hem kendiniz, hem de başkaları için nice emr-i marufu kaçırıyorsunuz, halinize bir bakınız!
—İşlerinizi, dinimizin emirlerine uygun yapınız. Bir iş yapacağınız zaman, bakınız, dinin emirlerine uygun ise, onu kabul edip yapınız. Uymuyorsa, vazgeçiniz. Bütün işlerin başı, dinin emirlerine yapışmaktır ve Allâhü Teâlânın koyduğu hudutları aşmamaktır. Akıllı kimse, kendi halini düşünür. İnsanlar ile kendi arasındaki hududa, hakka riayet eder. Bunu gözetmeyenler için verilecek cezayı bildiren nice ayet-i kerimeler nazil olmuştur.
— Her zaman ve her yerde, bakarken, konuşurken, dinlerken, gelir-ken, yerken ve içerken, Allâhü Teâlâya ve insanlara karşı uyulması gereken bir hudut vardır. Fırsatı ganimet biliniz, yaptığınız işleri kurtuluşunuza vesile olacak şekilde yapınız. Helal rızık kazanmak için çalışınız. Kâfi miktarda kazanıp, israf ve cimrilik etmeyiniz. Nafakanızda dinimizin emrine uygun olarak davranınız. Resulullah Efendimiz; "İşlerin hayırlısı, vasat olanıdır." buyurdu. Helalinden ve kendi kazancınızdan yiyiniz. Eğer uykunuz gelirse, biraz uyuyunuz ki, ibadet ve taat yapmak için dinlenmiş olasınız. Fakat, Allâhü Teâlâyı zikretmeden uyumayınız. Resulullah Efendimiz; "Alimin uykusu, cahilin ibadetinden hayırlıdır." buyurdu.
CAMİ İNŞAATI
Bir gün Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri, talebeleri ile oturmuş soh-bet ediyordu. Bu sırada içeriye güzel yüzlü bir genç girdi. Hiçbir şey söylemeden oturdu. Orada bulunanlar, onu hiç tanımıyorlardı. Bir ara Emir Kilâl Hazretleri ona bakıp;
—"Tamam oldu mu?" dedi. Gelen genç de;
—"Bir açıklık kalmıştı, o da tamamlandı." dedi. Gelen genç biraz oturup, gitmek üzere kalktı, bir şey söylemeden kapıya doğru yürüdü. Orada bulunanlardan bir kısmı, gencin yanına koşup, yakalayıp konuşmak istediler.
—"Sen kimsin? Gelince bir şey söylemedin ve giderken müsaade is-temedin. Emir külal'e; "Bir yer kalmıştı, o da tamamlandı." dedin. Bu halin ne ve bu sözün manası nedir? Bunları bize açıkla ve kendini tanıt." dediler. Bunun üzerine genç,
—"Ben, Rum vilayetindenim ve Emir Kilal'in talebelerindenim. Bizim memleketimizde bir cami yapılıyordu ve bu cami inşası ile Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri ilgileniyordu. Bitince haber vermemizi emretti. Cami tamamlandı, ben de haber vermek üzere geldim." dedi. Bunları dinleyenler, çok şaşırıp;
—"Nasıl olur? Biz onun talebeleriyiz ve hocamız Rûm diyarına git-medi." dediler. Gelen genç; "Ben de onun talebesiyim, her gün arkasında namaz kılardım. Bizim memleketimizde çok talebesi ve tanıyıp seveni vardır." dedi.
—"Peki girince neden selam vermedin ve giderken neden izin iste-medin?" dediklerinde;
—"Bunları kalben söyledim." dedi. Ayrılırken de;
—"Bizim karşımıza mühim bir iş çıktığı zaman, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri gelir. Bizim memleketimizde, sizin burada olduğundan daha meşhur ve daha çok tanınıp sevilmiştir." dedi. Bunları dinleyen ta-lebeleri, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin tasavvuftaki derecesinin yüksekliğini ve tasarrufunun çokluğunu görüp, ona sevgi ve bağlılıkları kat kat arttı.
NASİHATLERİNDEN....
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri buyurdular ki:
—Ey talebelerim! insanların maksada, saadete kavuşmaktan mahrum kalmalarının sebebi; ahiret yolunu bırakıp, yalancı dünyaya sarılmalarıdır. Ahiret saadetini isteyen kimse, doğru itikada sahip olup, bid'at ve dalalet olan şeylerden uzak durarak ve yaptığı her işten hesaba çekileceğini bilerek, ona göre hareket etmelidir. Ey dostlarım! Gidişatınızdan habersiz olmak kadar kötü bir şey yoktur. Bu hal, gaflet içinde olmanın delilidir. Başkalarının habersiz olduğu şeyler, bu yolun büyüklerine açılmıştır. Onların maksadı, Allâhü Teâlânın rızasını aramaktır. Onlar, buna kavuşmuşlardır. Allâhü Teâlâ, her asırda sevip seçtiği kullarından bir büyük zat yaratır. Böylece herkesi belalardan, felaketlerden korur. Ey talebelerim! Böyle olan zata talebe olunuz. Böylece dünya ve ahiret saadetine kavuşursunuz. Ümmet-i Muhammedin aydınlatıcıları olan alimlere yakın olunuz. Resulullah Efendimiz;
—"Alimler, Peygamberlerin varisleridir." buyurdu. Sakın, ilmi ve alimleri sevmekten uzak kalmayınız. Bu, kurtuluş vesilesidir. Resulullah Efendimiz;
—"Kim alimi ve ilmi severse, hata işlemez." buyurdu.
Cahiller ile görüşmek, insanı Allâhü Teâlâ'dan uzaklaştırır. Sema' yapıyoruz diyerek hoplayıp, zıplayan kimselerin meclislerinden uzak durunuz. Onlarla oturmayınız. Onlarla sohbet, kalbi öldürür. Bunun için bu yolun büyükleri, bu işten uzak durmuşlardır. Gerçekten sema' halinde olan kimsenin hali öyledir ki, o anda bıçak çalsan haberi olmaz. Eğer böyle olursa, o kimse sema' halinde olduğunu gösterir.
—Ruhsatlardan uzak durup, azimet ile amel ediniz. Ruhsatlar ile amel etmek zayıf kimselerin işidir. Eğer bundan daha çok nasihat isterseniz, Abdülhalık Gucdüvani hazretlerinin nasihat ve yazılarına bakınız. Bu kadar kifayet eder. Akıllı olana bir işaret yeter."
VASİYETİ, VEFATI
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri vasiyetini yaptığı sırada, oğulları; Emir Burhan, Emir Şah, Emir Hamza, Emir Ömer ve talebelerinin çoğu huzurunda bulunuyordu. Bu oğullarından Emir Burhan'ın yetiştirilmesini, en başta gelen talebesi ve halifesi Bahaüddin-i Buhari'ye havale etti. Diğer oğlu Emir Şah'ı, Şeyh Yadigar'a, Emir Hamza'yı, Mevlana Arif Diggerânî'ye, Emir Ömer'i de, Mevlana Cemaleddin Dehkesani'ye yetiştirilmeleri için havale etmişti. Oğullarınadergahın hizmetleriyle alakalı olarak;
—"Hanginiz, Allâhü Teâlânın kullarına hizmet etmek için benim ve-kilim olur?" buyurdu. Oğulları;
—"Ey yakîn yolunun rehberi, biz buna nasıl güç yetirebiliriz? Fakat kim bu işi kabul ederse, biz onun hizmetine girelim." dediler. Oğulları böyle deyince, Emir Kilâl Hazretleri başını eğip, murakabeye daldı. Bir müddet sonra başını kaldırdı.
—"Büyüklerin ruhaniyeti, Emir Hamza'nın bu işi kabul etmesini işaret buyurdular." dedi. Emir Hamza, kabullenemeyeceğini arzetti ise de;
—"Bunu kabul etmekten başka çare göremiyorum. Kabul edeceksin, bu iş bizim elimizde değildir. Sen de biliyorsun." buyurdu.
Bundan sonra Emir Kilal, talebelerinden ayrılıp, hususî odasına geçti. Üç gün, üç gece dışarı çıkmadı. Sonra dışarı çıktı. Meclisinde toplananlar, neden üç gündür dışarı çıkmadığını sordular. Buyurdu ki:
—"Üç geceden beri, benim ve talebelerimin hali nasıl olur? diye dü-şünüyordum. Gayb den kulağıma bir ses geldi. Şöyle deniliyordu: Ey Emir Kilal! Kıyamet gününde seni, senin talebelerini, dostlarını, sizin mutfağınızdan uçan bir sineğin üzerine konduğu kimseleri bile affettim." Allâhü Teâlâ, fadlından ve kereminden ihsan etti" dedi. Bunları söylediği Perşembe günü sabaha doğru vefat etti.
VEFATINDAN SONRA
Nakledilir ki, bir defasında Mekke-i mükerremeden ve Medine-i mü-nevvereden tasavvuf ehli kimseler, bir cemaat halinde Buhâra'ya geldiler. Buhâra'da Sûhârî köyüne gitmek istediklerini söyleyerek, bu köyü sordular. Bunun üzerine kendilerine; "Siz nereden geliyorsunuz ve bu köyü niçin soruyorsunuz?" dediler. Onlar da Mekke ve Medine'den gel-diklerini, Suhari köyünü sormalarından maksadlarının, orada ikamet etmekte olan Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerini ziyaret etmek ve onunla görüşmek olduğunu söylediler. Buhâra'da görüştükleri kimseler onlara; "Malesef, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri vefat etti." dediler. Gelenler; "Madem mübarek yüzünü görmek nasib olmadı, bari oğullarıyla görüşelim." Dediler. Bu maksadla Sûhârî köyüne gittiler. Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin oğulları, onlarla görüşüp sohbet ettiler. Onlara;
—"Babamız Mekke ve Medine'ye hiç gitmemişti. Siz onu nereden tanıyorsunuz?" dediler. Gelenler;
—"Biz de buralara hiç gelmedik. Fakat biz Emir Kilâl hazretlerini Kâbe'de gördük. İki üç seneden beri hac mevsiminde bizimle beraber Kâbe'yi tavaf ederdi. Mekke ve Medine'de pekçok kimse ona biat edip talebe olmuştu. Fakat bu sene Kâbe'ye gelmedi. Merak edip, ona olan muhabbetimiz ve hasretimiz sebebiyle görmeye gelmiştik, fakat nasib olmadı." dediler. Böylece, Emir Kilâl hazretlerinin, kerâmetle, her sene hac mevsiminde, bulunduğu beldenin halkı farkına varmadan Kâbe'ye gittiği anlaşıldı. Gelen ziyaretçiler, daha sonra Emir Kilâl hazretlerinin kabrini ziyaret edip, dua ettiler. Sonra da oğullarından müsâade alarak Sûhârî köyünden ayrıldılar.
EMANETİN TESLİMİ
Seyyid Emir Kilâl (k.s.) Hazretleri, Şâh Nakşibend Hazretlerinin terbiyesini, üstazlarının da emirleri ile daha çocukken üzerlerine aldılar. Mahmut İncir Fagnevî Hazretlerinden, Seyyid Emir kilâl Hazretlerine gelinceye kadar gizli ve açık zikir birleştirilmiş bulunuyordu. Şâh Nakşibend Hazretleri, Abdü'l-Hâlıkı Gucdüvânî hazretlerinin de ruhâniyetiyle terbiye olmaya başlayınca ve O'nun te'siriyle açık zikri tamamiyle terk edip gizli zikre bağlandılar. O kadar ki, Emir Kilâl Hazretlerinin meclisinde açık zikir başlayınca halkadan ayrılıp dışarı çıkmaya başladılar. Bu hal diğer müridlerin hiç hoşuna gitmiyordu. Emir Kilâl Hazretleri ise şöyle buyurdular:
—"Siz oğlum Bahaüddin hakkında kötü bir zanna düşmüş ve O'nu kusurlu görmüş bulunuyorsunuz. Bu haliniz O'nu anlayamamaktan do-ğuyor. O'nun üzerinde Hazreti Allah'ın hususi bir nazarı vardır. Kulların hali de işte o nazara bağlıdır. Benim O'na nazarım ise kendi irademle değildir." Daha sonra Şâh Nakşibend Hazretlerini çağırıp buyurdular:
—"Oğlum Bahâüddin! Hâce Muhammed Bâbâ Semâsî'nin sana âit mübarek nefeslerini yerine getirdim. O beni nasıl terbiye ettiyse benim de seni öyle terbiye etmemi emir buyurmuşlardı. Ben de öyle ettim. Sonra da göğüslerini işaret ederek ilâve ettiler: "Sana memelerim kuruyuncaya kadar süt verdim. Artık senin ruhaniyet kuşun beşeriyet semalarını aştı. Mârifet kokusu burnuna hangi istikâmetten erişirse oraya yönel ve dilediğini iste."
Emir Kilâl Hazretleri Ölüm döşeğinde yakınlarına, umumi manada, Hâce Bahâüddin Nakşibend'e bağlanmalarını vasiyet etti. Müridler itiraz eder gibi oldular:
—"O, açık zikirde size tâbi olmamıştır.
Emir kilâl Hazretleri de şöyle buyurdular:
—"O'nda gördüğünüz her iş Allah'ın hükmüyledir. Kendi iradesinin o işte bir payı yoktur."
Seyyid Emir Kilâl (k.s.) Hazretleri Hicrî 772 (M.1370) senesi irtihal buyurarak Sûhar isimli beldeye defnedilmiştir. (Kaddesallahü Sirrahül Azîz)
-
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
15. Muhammed Bahaüddin Nakşibend (k.s.)
Babasının adı Muhammed, dedesinin adı Muhammed. Kendi adı, Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend El-Buhârî. Lakabı, Belâ Gerdan. (Bütün bela ve musibetleri kendi üzerine alıp müridanını her türlü sıkıntıdan koruyan manasına) Seyyid Emir Kilal Hazretlerinin talebesidir. Daha st makamlarda Üveysî olarak yetişmiştir ki Abdül-halik Gucdüvânî (k.s.) Hazretlerinin ruhaniyeti ile yetişmiştir. Buhâra'nın Kasr-ı Ârifân kasabasında dünyayı şereflendirdiler.
DOĞUMU
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşibend (k.s.) Hazretleri, Muharrem ayında dünyaya geldi. Doğduğu yıl, hicretin 717. (M.1317.) yılı idi. Doğduğu yer ise ( Buhâra'ya bir fersah uzakta) Kasr-ı Ârifân kasabası idi.
Evliyaullah'ın en büyüklerinden ve Seyyid Emir Kilâl Hazretlerinin en büyük halîfelerinden olan Şâh Nakşibend, tarîkatın imâmı, hakîkatın pîri, şerîat ve ehl-i sünnetin önderidir. Daha çocukluğunda mübarek yüzünde velîlik eserleri açıkça görülmüştür.
"Ravzatü'l-İslâm" isimli eserin müellifi Şeyh Şerafeddin Muhammed Nakşibendî'nin rivayetine göre temiz ve şerefli nesebleri bir kaç vasıta ile İmam Câferü's-Sâdık Hazretlerine dayanır. Şöyle ki; Hazret-i Muhammed Bahaüddin bin Seyyid Muhammed Buhârî bin Seyyid Celâl bin Seyyid Burhâneddin bin Seyyid Abdullah bin Seyyid Zeynelâbidin bin Seyyid Kaasım bin Seyyid Şâban bin Seyyid Burhâneddin bin Seyyid Mahmud bin Seyyid Bulhak bin Seyyid Taki bin İmam-ı Mûsa Kaazım bin İmam Câferü's-Sâdık (Radıyallahü anhüm ecmaîn)
Hâce Muhammed Bâbâ Semâsî Hazretleri, Hazreti Şâh Nakşibend'in doğumundan önce Kasr-i Arifan'dan geçerken, tarîkatta imam olacak emsalsiz bir zatın zuhur edeceğini müridlerine müjdelemişler ve henüz üç günlük yeni doğmuş bir çocuk iken O'nu evlatlığa kabul edip, zâhiren ve bâtınen terbiye etmeleri için Seyyid Emir Kilâl Hazretlerine havale buyurmuşlar idi.
ŞEYHLERİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşibend (k.s.) Hazretleri, tarikata zahirde, önceleri Muhammed Bâbâ Semâsî yolundan girdi; ondan sonra da, seyyid Emir Kilâl ile devam ettirdi. Ancak, esas irşadı, Hâce Abdülhalik Gucduvanî (k.s.) hazretlerinin ruhaniyeti ile (Üveysî) oldu..
İLK HALLERİ VE ÇALIŞMALARI
Hakîki manada hidayete erişini, Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşibend (k.s.) Hazretleri şöyle anlatıyor:
— Heniz 18 yaşındaydım. Dedem beni Semâs'a yolladı ki, büyük Arif, Meşhur Mürşit Şeyh Muhammed Bâbâ Semâsî'ye hizmet edeyim diye.
Onun yanına vardığım zaman, henüz akşam olmamış, güneş bat-mamıştı. Onun bereketi ile içimde bir sükûnet, huşu, yakarış, Allâhü Teâlâ'ya bir dönüş buldum.
Bir seher vakti idi; kalktım, abdest aldım; Muhammed Bâbâ Semâsî'nin müridlerinin bulunduğu mescide gittim. İlk tekbiri aldım, na-maza başladım. Secdeye vardığım zaman Allâhü Teâlâ'ya çokça yalvarıp yakardım; sonunda dilime şöyle bir dua geldi:
— "Allahım, bela yükünü kaldırmak, sevgi mihnetini çekmek için bana güç ihsan eyle."
Sonra sabah namazını Muhammed Bâbâ Semâsî ile kıldım. Namaz bittikten sonra bana döndü, keşif yolu ile içimden geçenleri, okuduğum duayı hatırlattı ve şöyle dedi:
— Oğlum, dualarında : "Allahım, bu zayıf kuluna rızâna muvafık ameller işlemeyi nasib eyle!." diye dua etmen daha uygun olur. Çünkü Allâhü Teâlâ, kulunun bela içinde olmasından hoşnut değildir. Eğer sev-diği bir kula belayı (hikmeti icabı ) verirse, ona taşıma gücünü de verir ve o belâdaki hikmetini de ona anlatır. Bu sebeple, bir kulun belayı seçmesi doğru olmadığı gibi edebe de uygun değildir.
YÜKSEK HALLERİNDEN...
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşibend (k.s.) Hazretleri, bir başka halini de şöyle anlatıyor:
— Hazret-i Şeyh Muhammed Baba Semâsî vefat ettikten sonra, de-dem beni alıp Semerkand'a götürdü. Onun âdeti idi: Her nerede hak ehli bir zat duysa, beni alıp onun yanına götürürdü; ondan bana duâ etmesini isterdi. Onların duâ bereketleri de bana gelirdi. Daha sonra da beni Buhâra'ya götürdü; beni orada evlendirdi. Esas kaldığım yer, Kasr-ı Ârifân idi. Allah'ın bana bir yardımı oldu ki; HÂCE-i Azizan'ın kavuğu bana geldi. O sıralarda hallerim iyi, ümitlerim kuvvetli idi. Seyyid Emir Kilâl'den sohbet nasibimi alıncaya kadar bu halim devam etti. Bir gün Seyyid Emir Kilâl, bana şöyle dedi:
— Şeyh Muhammed Bâbâ Semâsî bana şöyle dedi: "Bu oğlumun terbiyesinde gayreti elden bırakma. Bu oğlum Muhammed Bahaüddin'e dikkat et, ona şefkatli davran. Onun terbiyesinde kusur edersen, hakkımı sana helal etmem." Ben de ona şöyle dedim: "Eğer bu vasiyeti yerine getirmezsem adam değilim."
Seyyid Emir Kilal bu vaadini yerine getirdi.
ZAMANIN GELMEDİ Mİ
Muhammed Bahâüddin Şah Nakşibend (k.s.) Hazretleri, bir başka halini de şöyle anlatıyor:
— Hakîki manada uyanışım, dönüşüm şöyle olmuştu: Sessiz bir yerde bir arkadaşımla oturmuş, onunla konuşuyordum. Konuşmamı onun yüzüne baka baka yapıyordum. Tam bu sırada şöyle bir ses duydum:
— Senin, henüz bize tam dönme zamanın gelmedi mi?. Bu söz üze-rine büyük bir hale kapıldım. Hemen bulunduğum yerden koşarak çıktım; orada duracak halim kalmamıştı. Oraya yakın bir yerde su vardı; o suda boy abdesti aldım. Elbisemi de yıkadım. İki rekât namaz kıldım. Aradan nice seneler geçti; Onun gibi iki rekât namaz kılmak istedim; ama mümkün olmadı.
NASIL GİRMEK İSTERSİN
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşibend (k.s.) Hazretleri, bir başka halini de şöyle anlatıyor:
— İlk cezbeye kapıldığım zaman bana : "Bu yola nasıl girmek istiyor-sun?. " dendi. Dedim ki:
— Her dediğimi, her istediğimi yapmak; her arzumun yerine gelmesi şartı ile girerim. Bana şöyle dendi:
— Olmadı, biz ne dersek onun yapılması gerekir. Dedim ki:
— Benim gücüm yetmez. Ancak benim dediğim olursa girerim; İstediğim olursa adımımı atarım. Aksi halde bu yola girmem.
Bu sual cevap iki kere tekrar edildi; ondan sonra beni bırakıp gittiler; tam onbeş gün öyle kaldım. Bende büyük bir üzüntü meydana geldi. Sonunda bana : "Senin istediğin olacaktır." diye söylendi. Ben de şöyle dedim:
— Öyle bir yol istiyorum ki, oraya her giren kimse, vuslat (Allah'a ulaşıp kavuşma) makamı ile müşerref olsun.
ONU BURADAN ÇIKARIN
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşibend (k.s.) Hazretleri, bir başka halini de şöyle anlatıyor:
— Bir gün cezbe hali, kendimden geçme hali beni bastırdı. Bu hal içinde çıkıp gittim. Hemen her yola girdim. Ayaklarım dikenden yara oldu. Sonunda gece oldu, içimden Seyyid Emir Kilâl'i ziyaret etmek geldi. Mevsim de kıştı; hava dondurucuydu. Üzerimde eski bir kürkten başka bir şey yoktu. Seyyid Emir Kilâl'in konağına gittim. Müridleri arasında oturuyordu. Beni görür görmez "Bu da kim? diye sordu. Beni ona tanıttılar; Bunun üzerine şöyle dedi:
— Onu buradan çıkarın.
Dışarı çıktım. Nefsimin bu yoldan nefret etmesinden, azmasından, teslim boynunu bağdan sıyırmasından korktum. Fakat Allah'ın bana yar-dımı, rahmeti yetişti. Kendi kendime şöyle dedim:
— Allâhü Teâlâ'nın rızasını kazanma için her perişanlığa katlanacağım. Bu kapıdan da ayrılmam mümkün değil..
Sonra başımı tevazu ile, kırık gönülle o yüksek kapının eşiğine koy-dum. İçimden de şöyle geçirdim:
— Başımı bu eşikten kaldırmayacağım. Başıma ne gelirse gelsin, al-dırmayacağım.
Üzerime yavaş yavaş kar yağıyordu; hava da çok soğuktu. Orada öylece kaldım. Sabah yakındı ki; Seyyid Emir Kilâl dışarı çıktı. Ayağını başıma bastı. Benim orada olduğumu anlayınca, başımı eşikten kaldırdı; evine götürdü, beni müjdeledi ve şöyle dedi:
— Bu saadet elbisesi, senin üstün değerini anlatır.
Sonra mübarek eli ile ayağımdaki dikenleri temizledi, yara yerlerini sildi. Ve bana bol bol feyizler verdi, mânevî yardımlar etti. O kadar çok lütuflar eyledi ki; Tarifi zordur.
DİKENLİ ODUNLAR
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşibend (k.s.) Hazretleri bir başka halini şöyle anlatıyor:
— Buhâra'daydım. Seyyid Emir Kilâl ise Nesef'teydi. Bir gün içim-den şöyle geçti: "Seyyid Emir Kilâl'in ziyaretine gideyim."
Hemen hazırlanıp, yola çıktım. Makamına varıp, kendisine selam verdiğim zaman bana şöyle dedi:
— Oğlum, tam da lazım olacağın zaman geldin. Yemek hazırlaya-cağız, bize odun getirecek biri gerekli..
Onun bu işaretini teşekkürle kabullendim. Hemen odun getirmeye gittim. Odunda dikenler vardı, sırtıma batıyordu; fakat aldırış etmeden getirdim. O odunları getirirken de şöyle diyordum:
Cemal kâbesi gayem, o beni koşturan; Arkamdaki diken ip beni coş-turan..
HIZIR ALEYHİSSELAM
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşibend (k.s.) Hazretleri bir başka halini şöyle anlatıyor:
— Bir gün cezbe hali bana ağır basmıştı. İçimden, Seyyid Emir Kilâl'in ziyaretine gitmek geldi. O Nesef'te bulunuyordu. Rıbat-ı Cağrai'ye geldiğim zaman, bir atlı ile karşılaştım. Elinde de büyük bir sopa vardı. Başına da keçe külah giymişti. Yanıma geldi, elindeki sopa ile bana vurdu. Ve türkçe şöyle dedi:
— Sen atı gördünmü?.
Ona hiç bir cevap vermedim. Yol boyunca, bana sataştı durdu; yo-lumu değiştirmeye çalıştı. Ben de ona şöyle dedim:
— Ben senin kim olduğunu biliyorum.
Rıbat—-ı Keravel'e kadar beni izledi; peşimden ayrılmadı. Sonra da, kendisi ile arkadaş olmamı istedi. Ben hiç aldırış etmedim; hiç konuşma-dım. Yürüdüm, gittim. Seyyid Emir Kilâl'in huzuruna vardığım zaman bana şöyle dedi:
— Yolda sana Hızır aleyhisselam geldi; neden ona yüz vermedin?. Şöyle dedim:
— Benim niyetim size gelmekti. Sizden başkası ile meşgul olamaz-dım.
KABİRLERİ ZİYARETİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşibend (k.s.) Hazretleri bir başka halini şöyle anlatıyor:
— Sülûk halimin ilk günleri idi. Haller ağır basmıştı; kararsız bir hal almıştım. Bu yüzden geceleri Buhâra'nın çevresini dolaşıp duruyordum. Bu arada kabirleri de ziyaret etmeyi âdet edinmiştim. Bir gece, Muhammed b. Vasi'in kabrini ziyaret ettim. Orada bir kandil yanıyordu, içinde de yeteri kadar yağ vardı; uzunca da bir fitili vardı. Ancak, onun fitilinin biraz oynatılması gerekiyordu. Böyle olursa yağı çeker, aydınlığı yenilenirdi. Orada biraz oturduktan sonra bana bir işaret geldi; şöyle deni-yordu:
— Şeyh Ahmed Acğaryo'nun kabrine teveccüh et.
Oraya gittim. Orada da aynı şekilde bir kandil buldum. Tam bu sırada iki kişi geldi. Belime iki kılıç bağladılar. Bir merkebe bindirdiler. Doğruca Şeyh Ahmed Müzdahin'in kabrine götürdüler. Oraya gittiğimiz zaman yine öncekilere benzer bir kandil gördük. Orada eşekten indim, kıbleye doğru oturdum.
Bu teveccüh sırasında kendimden geçtim; rüya gördüm. Kıble duvarı yarıldı. Büyük bir deve çıktı; onun üzerinde de cüsseli bir adam vardı. Sarığını sarkıtmıştı. Bu sarkan sarık, kendisini örtmüştü. Devenin çevre-sinde de kalabalık bir cemaat vardı. Onların arasında Şeyh Muhammed Bâbâ Semâsî de bulunuyordu.
İçimden şöyle geçirdim:
— Keşke bileydim, bu cüsseli adam kimdir?. Çevresindekiler kimler-dir?. Onlardan biri bana şöyle anlattı:
— O deve üstündeki cüsseli adam, Abdülhalik Gucdüvanî'dir. Çevresindeki cemaat ise, onun halifeleridir.
Daha sonra, onlardan her birine işaret ede ede, şöyle dedi:
— Bu, Şeyh Ahmed Sıddık'tır. Bu, Şeyh Evliya Kebir'dir. Bu, Şeyh Arif Rivgirî'dir. Bu, Şeyh Mahmud İncir Fağnevî'dir. Bu, Şeyh Ali Ramitenî'dir. Sonunda Muhammed Bâbâ Semâsî'ye kadar saydı. Sonra şöyle dedi:
— Bunu, sen hayatta iken gördün, o senin şeyhindir. Sana kavuk verdi. Kendisini tanıdın mı?.
— Evet dedim. Halbuki o kavuk hikayesi üzerinden uzun bir zaman geçmişti, ben de onu unutmuştum.
Şöyle dedi:
— O kavuk, senin evindedir. Onun uğuru, bereketi ile Allâhü Teâlâ, senden büyük bir belâyı kaldıracaktır.
Bundan sonra, o cemaat bana şöyle dedi;
— Şimdi iyi dinle, Hazret-i Şeyh-i Kebir Abdülhâlık Gucdüvani sana bazı şeyler söyleyecek; onların hepsine senin ihtiyacın var. Hak yolda olduğun süre, onlar sana lâzım olacak. Onlara dedim ki:
— Bana yol verin, o zata selâm vereyim.
Perdeyi araladılar, ona selâm verdim; o da konuşmaya başladı. Sülûk halinin başında, ortasında, sonunda neler gerekse hepsini anlattı; sonunda şöyle dedi:
— O gördüğün kandiller senin için hem bir işârettir, hem de müjdedir. İşaret odur ki: O fitilleri biraz oynatsan; nurların arta, sırlar sana açıla... Müjde de şudur; Bu yol için senin tam bir kabiliyetin var. Öyle ise, bu kabiliyetin hakkını ver ki, makamları aşasın, en yükseğine ulaşasın. Doğru ol, meşru emirler caddesinde yürü. Hem de her halinde.. İyiliği söyle, kötülükten çekindir. İşin kolayına kaçmaktan uzak dur; oldukça gayret isteyen işlere gir. Olmaya ki, din dışı hareketlere giresin. Hazret-i Muhammed Mustafa'nın sünnetleri, hadis-i şerifleri senin yönünü tayin etmeli.. Allah ona salat ü selâm eylesin. Ondan gelen haberleri araştır. Onun izlerini izle. Onun değerli ashabının hallerini gözden uzak tutma.
Bu emirler üzerinde çok durdu. Beni teşvik etti.
Sözlerini tamamladıktan sonra Şeyh'in halifesi bana şöyle dedi:
— Bu gördüğün rüya değil gerçektir. Bunun alâmetini anlamak ister-sen, yarın Mevlâna Şemseddin Enbikûtî'ye git. Ona bir dava durumunu bildir. Ona de ki:
— Falan Türk'ün, Saka aleyhine açtığı dava doğrudur; hak Türk'ündür. Sen ise, Saka'ya yardım ediyorsun, onun tarafını tutuyorsun.
Şayet Saka, haksız olduğunu kabul etmez ise ona şöyle söylersin:
— Bende, senin aleyhine iki delil var; şöyleki:
1) Ey Saka, sen susuzsun. (O, bu sözün manasını anlar.)
2) Ey saka, sen yabancı bir kadınla cinsî münasebette bulundun. O kadın da senden hamile kaldı. Onun karnındaki çocuğu düşürttün; sonra da götürüp falan üzüm bağının falan yerine gömdün.
Daha sonra, Şeyh'in halifesi bana şöyle dedi:
— Bu emri, birinci gün Mevlâna Şemseddin'e ulaştırdıktan sonra ikinci gün, üç tane kuru üzüm al, Seyyid Emir Kilâl'in hizmetine git. Yolda giderken, falan yerde yaşlı birini göreceksin. Sana sıcak bir ekmek verecektir. O ekmeği ondan al, fakat onunla konuşma; yoluna devam et. Yolda bir kafileye rastlayacaksın. Bunları da geçtikten sonra bir atlı gö-receksin; ona öğüt ver, onun tevbesi senin elinde olacaktır. Sendeki Hâce-i Azizan'a ait kavuğu da Seyyid Emir Kilâl'e ver.
Daha sonra beni o yere götürenler dürttüler, uyandım; kendime gel-dim.
BÜYÜK KAVUK
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri devamını şöyle anlatıyor:
— Sabah oldu, Zivertun'daki evime gittim. Aileme kavuktan sordum; hemen bana getirdiler. Dediler ki:
— Uzun zamandan beri bu kavuk şurada duruyor.
O kavuğu görür görmez, bana büyük bir hal geldi; ve çok ağladım. Sonra, hemen o kavuğu aldım, aynı saatte Enbikete'ye gittim. (Enbikete, Buhâra köylerinden bir köydür. )
Daha sonra Mevlana Şemseddin'in mescidine gittim. Sabah namazını onunla kıldım. Namazdan sonra, bana verilen haberi tebliğ ettim; hayret etti.
O sırada, Saka da orada idi; yine Türkün iddiasını reddetti. Bana verilen belgeleri, delilleri söyledim. Bilhassa yabancı kadınla yattığını in-kâr etti. Bunun üzerine, mescidde bulunan cemaatten bir gurup bahsi geçen üzüm bağına gitti. O yeri kazdılar, düşük çocuğun cesedini bul-dular. Bundan sonra Saka yalvarmaya, özür dilemeye başladı. Oradakilere büyük bir hal geldi; Mevlâna Şemseddin ve oradaki cemaat ağlamaya başladılar.
İkinci gün, bana tayin edilen yoldan Nesef'e gittim. Üzerime de üç tane üzüm tanesi aldım.
Mevlâna gideceğimi anlayınca, bana birini yolladı, çokça da lütuflar eyledi. Sonra şöyle dedi:
— Görüyorum ki, arama elemleri seni sarmış. Ulaşmayı elde etme ateşi sana tesir etmiş. Senin şifan bizdedir. Burada kal, senin terbiye hakkını verelim. Seni en üstün gayene erdirelim. Üstün himmetin nisbe-tinde seni yükseltelim.
Bunun üzerine ben ona:
— Ben, sizden başkasının çocuğuyum. Terbiye memesini ağzıma da koysanız onu kabul edemem, deyince sustu. Yola çıkmama izin verdi.
Benim bir kuşağım vardı. İki kişi çağırdım. Onlara Çok sıkı bir şekilde iki taraftan belime sarıp bağlamalarını tembih ettim. Sonra yola çıktım. Anlatılan yere geldiğim zaman, yaşlı birini gördüm. Bana sıcak bir ekmek verdi. Ekmeği aldım. Onunla hiç konuşmadan geçip gittim. Gide gide bir kafileye rastladım. O kafilenin adamları bana sordular:
— Nereden geliyorsun?. Dedim ki:
— Enbikete'den geliyorum. Yine sordular:
— Oradan ne zaman çıktın?. Dedim ki:
— Güneş doğarken çıktım.
O kafilenin yanında iken kuşluk vakti olmuştu. Şaşırdılar:
— Ora ile bura arasında dört fersahlık yol var. Halbuki biz gecenin ilkinde çıktık; buraya da yeni geldik, dediler. Onları orada bıraktım, yola devam ettim.
Giderken, bir atlı ile karşılaştım. Yanına geldiğim zaman, kendisine selâm verdim. Bana sordu:
— Sen kimsin, ben senden korkuyorum?. Dedim ki:
— Kormana gerek yok; tevbeye gelmen benim elimde olacak.
Hemen atından indi. Tam bir tevazu gösterdi. Niyet etti, tevbeye geldi. Yanında şarap yükü vardı; hepsini döktü. Onu da geçip gittim. Sonra Nesef sınırına geldim. Seyyid Emir Kilâl'in makamına doğru yol-landım.
Seyyid Emir Kilâl'i görünce, kavuğu huzuruna bıraktım. Uzun süre sustuktan sonra şöyle dedi:
— Bu, Azizan'ın kavuğudur.
— Evet öyledir, dedim.
Bana şöyle dedi:
— Gelen emir odur ki: Bu kavuğu, on katlı bohça içinde saklayasın.
Onu aldım, emrettiği gibi yaptım.
Bundan sonra bana kelime-i tevhid zikrini telkin etti; gizli okumamı söyledi. Devamlı bununla meşgul olmamı emretti.
Bu işte, hep onun emrini tuttum.
Bana biraz gayret isteyen işleri yapmam emredilmişti; bunun için de açık zikri yapamazdım. Sonra, meşru ilimlerin nurlarını almak için, ilim sahiplerini izlemeye başladım. Resulüllah'ın (s.a.v) izini izledim. Onun hadis-i şeriflerini okumaya başladım. Kendisinin ahlâkı üzerine durdum; Eshab-ı kiram'ın hallerini araştırdım. Bana emredildiği üzere, bütün bunlarla amel ettim. Bu yaptıklarımın tam tesirini gördüm, büyük fayda-sını aldım.
Hasılı: O gördüğüm vakada, Hazret-i Şeyh Abdülhalik Gucdüvanî bana ne dediyse, hemen hepsi de zamanında ortaya çıktı.
SİKKE VERDİ
Abdü'l Hâlik Gucdüvânî Hazretleri bana döndü, hakkımda çok büyük inâyet buyurdu, bir sikke verdi ve şöyle dedi:
—"Bu sikkenin kerameti odur ki, bunu üzerinde taşıyan zâta nâzil olacak belalar, bunun bereketiyle o kimseden defolur.
Daha sonra sülûkun başlangıç, orta ve sonlarına ait yüksek sözleri bana beyan buyurdular.
BELALAR
Şeyh Mahmud İncir Fağnevî'nin zamanından, Seyyid Emir Kilal'e kadar cehrî zikir de yapılırdı. Bunun için toplanırlardı. Ancak, ayrı ayrı zikrettikleri zaman gizli zikir yaparlardı. Şah Nakşibend Hazretleri bu yolun başına geçince işin ağır tarafını tercih etmiş, gizli zikirde kalınmıştır.
Emir Kilâl'in müridleri bir araya geldikleri ve açık zikre başladıkları zaman, Şâh Nakşibend Hazretleri onların yanından kalkar giderdi. Kalkıp gitmesi, onlara ağır geldi. Bu yüzden onların bazısı, Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri hakkında iyi düşünmezdi. O, onların hatırının kırılmasına, incinmelerine aldırış etmezdi. Çünkü, har manada Seyyid Emir Kilâl'in hizmetindeydi ve ona karşı edepte kusur etmemek, edep hakkını ödemekti ki; bunu da hakkıyla yapıyordu.
Günler geçip giderken, Seyyid Emir Kilâl, Şah Nakşibend Hazretlerine her gün biraz daha iltifat ediyordu. Onu itina ile koruyor; yanından da hiç ayırmıyordu.
Bir gün, Seyyid Emir Kilâl'in müridleri, mescidinin onarımı için top-landılar; beş yüz kadar vardılar.
Oradan çıktıktan sonra hepsi Seyyid Emir Kilâl'in huzuruna gelip oturdular. Seyyid Emir Kilâl, onlar arasında Şah Nakşibend Hazretleri hakkında iyi düşünmeyenlere, onu eksikli kusurlu bulanlara baktı. Sonra da onlara şöyle dedi:
— Şeyh Bahaüddin hakkında düşündükleriniz yanlıştır; doğru değil-dir. Allâhü Teâlâ onu kabul buyurmuştur ama, siz bilmiyorsunuz. Gözüm, bakışım onadır; bu da Cenabı Hakk 'ın onu kabulünden ötürüdür.
O anda, Şah Nakşibend Hazretleri orada değildi. Mescidin kerpicini taşıyordu. Birini gönderdi, çağırttı; gelince de şöyle dedi:
— Oğlum, Şeyh Muhammed Bâbâ Semâsî'nin vasiyetini tam olarak yerine getirdim ; senin için ne lazımsa yaptım.
Sonra da göğsünü işaret ederek şöyle dedi:
— Sana terbiye sütünü verdim; sonunda bitti. Ne var ki, senin kabi-liyetin, hep güçleniyor. Şimdi sana izin veriyorum. Meşayih ara, onlardan faydalan. Himmetin gayretin büyüklüğü nisbetinde onlardan feyizler almaya çalış.
Şah Nakşibend Hazretleri bu sözleri şöyle yorumluyor:
—" Seyyid Emir Kilâl'in üsteki sözleri benim için büyük bir ibtilaya (bela ve musibetlere girmeme) sebeb oldu. Bir denemeden, diğer bir denemeye geçtim.
DİGER ŞEYHLERLE...
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri devamını şöyle anlatıyor:
— Bundan sonra Mevlâna Arif Dikkeranî ile yedi sene sohbet ettim. Ondan sonra da Şeyh Kusem'in sohbetine girdim. Bir gece uyumuşum, Hakim Ata'yı gördüm. Hakim Ata Türk şeyhlerinin büyükleri arasındaydı. Rüyada, bana bir dervişi tavsiye etti. Uyandığım zaman, o dervişin suretini muhayyilemde buldum.
Benim çok iyi bir ninem vardı. Gördüğüm rüyayı ona anlattım; şöyle dedi:
— Oğlum, yakında sana Türk şeyhlerinden nasih gelecek.
Bundan sonra, hep o dervişle karşılaşmayı arzu edip durdum; onunla buluşmayı bekledim. Sonunda onunla Buhâra'da karşılaştım. Görür görmez de tanıdım. Onun ismi şuydu: Halil Ata..
Onu gördüm görmesine ama, o saatte onunla sohbet etmek içimden gelmedi. Eve gittim. Gönlüm, hep onunla meşguldü.
Akşam vakti olmuştu; bir şahıs bana geldi, şöyle dedi:
— Derviş Halil seni istiyor.
Hemen ziyaret hediyesini aldım, çabucak ona gittim. Onu görür görmez istedim ki, daha önce gördüğüm rüyayı anlatayım. Bana Türkçe şöyle dedi:
— Gördüğün rüyayı biliyorum, anlatmana gerek yoktur.
Bunun üzerine kalbim ona kaydı; onun sözünden çok çok etkilendim. Onun sohbeti ile üstün hallere erdim.
Sonra Maveraünnehir halkı, onu başlarına başkan seçtiler, kendilerini sultan ettiler. Böyle iken yine onun yanından ayrılmadım. Onun saltanat günlerinde, kendisinden çok büyük haller gördüm. Kalbim ona karşı daha çok sevgi ile doldu.
Bu Halil Ata da, beni yetiştirme işinde üstün gayret gösterdi; hallerimi üstün etmeye çalıştı, bana çok şefkatli davrandı. Çok kere bana hizmet edeplerini öğretirdi.
Altı sene Halil Ata'nın sohbetinde kaldım; Saltanat süresinde yanın-dan ayrılmadım. Zahirde onun hizmet edeplerine riayet ediyor, ona karşı bir kusur işlememeye çalışıyordum; kimselerin olmadığı yerde de, onun özel sohbetinde oluyordum. Çok kere, seçkin müridleri arasında şöyle derdi:
— Her kim Allah rızası için bana hizmet ederse, halk arasında büyük olur.
Ben, onun bu sözüyle ne demek istediğini, kimi anlatmak istediğini biliyor, anlıyordum. O beni anlatmak istiyordu.
Şunu unutmamak gerekir ki, sultanlara tazim etmek, onlara saygı göstermek; onların dıştakı saltanatları, azametleri için olmamalıdır. Çünkü onlar sultanlar sultanı Allah'ın, Celâl sıfatının zuhur yerleridir.
Aradan bir süre geçtikten sonra Halil Ata'nın saltanatı çöktü. Onun intikali ile haller değişti. Bir anda o saltanat, o debdebe toz olup gitti. Onun böyle olması, bende dünyaya karşı daha da gani gönüllü zahid olma arzusu doğurdu. Dünya işlerine karşı içime bir kesiklik geldi. Sonra Buhâra'ya döndüm; Zivertun'da kaldım.
...............
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri devamını şöyle anlatıyor:
— Arayış içinde olduğum ilk günlerin birinde Allâhü Teâlâ'nın sevgili kullarından biri ile karşılaştım. O zamanlar, cezbe halim ileri idi. Bana dedi:
— Görülen duruma göre, sen ashaptan birini andırıyorsun, dedi. Şöyle dedim:
— Allah dostlarının himmet nazarına uğrarsam, ümidim odur ki, de-diğin gibi olurum. Bana yine sordu:
— Vaktin nasıl geçiyor, neler yapıyorsun? Şöyle dedim:
— Bulunca şükrediyorum, bulamayıncada sabrediyorum. Gülümsedi ve şöyle dedi:
— Bu dediğin kolay iştir. Asıl önemli olan, Nefsini biraz zora koşup bir hafta yiyecek içecek bulamasan dahi nefsin sana baş kaldırmaya..
Onun böyle demesi üzerine, kendisine tevazu gösterdim, kendisinden yardım istedim. Bana şöyle dedi:
— Gönül almaya bak, güçsüzlere hizmet et. Zayıfları, gönlü kırıkları koru. Bunlar öyle kimselerdir ki: Halktan hiç bir gelirleri yoktur. Bununla beraber tam bir sükûnet, tevazu, kırıklık içinde kalıp giderler. Onları ara bul.
Onun bu emrini tuttum. Söylediği yolda uzun süre çalıştım. Ondan sonra da bana hayvanlara bakmayı emretti; onların hastalıklarını tedavi etmemi istedi. Tek başıma onların yaralarını sarmayı, temizlemeyi iyi ni-yetle, ihlasla bu işleri yapmamı emretti. Bu hizmeti de yerine getirdim; bana nasıl anlattıysa öyle yaptım. Bu sıralarda öyle bir hale geldim ki: Yolda giderken bir köpek görecek olsam; olduğum yerde durur, önce onun geçip gitmesini isterdim. Ondan önce adım atmazdım. Bu halim yedi sene devam etti.
Bundan sonra bana kendi köpeklerine sadakatla, saygı ile bakmamı, onlardan yardım istememi emretti; sonra şöyle dedi:
— O köpeklerden birinin bakımını yaparken, büyük bir mutluluk du-yacaksın.
Onun bu emrini de bir ganimet bildim; hiç bir gayreti elden bırak-madım. Onun işaretindeki manayı anladım; verdiği müjdeyi bekledim. Bu bakımdan sırasında bir köpeğin yanına gittim; bende büyük bir hal meydana geldi. Onun önünde durdum; beni bir ağlamak tuttu. Ben öyle ağlamakta iken o sırt üstü yattı, ayaklarını göğe dikti. Bundan sonra hazin hazin sesler çıkarmaya, ağlamaya, inlemeye başladı. Ben de ellerimi açtım, tevazu ile, kırık gönülle:
— Amin!. dedim, o da sustu, döndü.
Yine o günlerden biri idi. Evden çıktım, bazı yerlere gittim. Yolda harba gördüm. Ki bu, güneşe aşık büyük kelerdir; güneşin rengine göre rengi değişir. Güneşe dalmıştı; onun güzelliğine hayrandı. Onu o halde görmekten bana büyük bir vecd geldi. Kendi kendime şöyle dedim:
— Bundan şefaat isteyeyim.. Şu anda bu, şefaat makamındadır.
Bunun üzerine karşısında tam bir edep ve saygı ile durdum. Ellerimi kaldırdım. Ben öyle ederken, o daldığı alemden ayrıldı; sırt üstü yattı, göğe doğru yüzünü döndürdü. O, bu halde iken ben:
— Amin!. diyordum.
Bundan sonra o zat, bana yollarda halkın geçip gitmesine mani olan şeyleri temizlememi emretti. Bu işe de hayli zaman koşup durdum. O kadar ki: yolların taşından, toprağından eteğimin temiz durduğunu hiç kimse görmedi.
Hâsılı: O büyük zat, bana her ne emrettiyse, tam bir sadakatle, temiz niyetle yaptım. Özümde bunların çok güzel sonuçlarını gördüm; Hallerimde tam bir yükselme oldu.
BUZDA BOY ABDESTİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri şöyle anla-tıyor:
— Bir gece, arkadaşlarımla birlikte Zivertun'daki evdeydik; uykuda iken bana boy abdesti almayı gerektiren bir hal oldu. Hemen uyandım, geceleyin boyabdesti almak için dışarı çıktım. Mevsim kıştı, bütün sular da donmuştu. Hangi suya gittiysem, şiddetli soğuktan donmuştu. O buzları kıracak bir şey de bulamadım. Bu durumu arkadaşlardan hiç birine de haber vermedim. Onlara zorluk vermek istemiyordum. Üzerimde de eski bir kürkten başka bir şey yoktu. Zivertun'dan ümidimi kesince, Kasr-ı Ârifân'daki evime gittim. Orada buzu kıracak bir şey aramaya başladım. Ailemden hiç kimseyi de bu durumdan haberdar etmek istemedim.
Evin hemen her yanını aradıktan sonra; mescidin yakınında bulunan havuz kenarında su alınan bir kap buldum. Onunla buzu kırmaya başladım. Bu işte çok zorlandım; Hatta elim bile yaralandı. Sonunda o kapla havuzdan su çıkardım; Boy abdesti aldım. Çok üşüdüm. Boy abdestini aldıktan sonra o kürkü yine giydim. Aynı saatte, o şiddetli soğuğa rağmen, Kasr-ı Ârifân'dan Zivertun'a döndüm.
FENAYI HAKİKİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri şöyle anla-tıyor:
— Değişik haller yaşadığım günlerin birinde şu bostandaydım. (Bostan, dediği yer, kendi kabridir.)
Orada ben vardım, benimle ilgilenen bir topluluk vardı.
Orada otururken, ilahî cezbe bende ağır bastı. İlahî lütuf geldi, çır-pınmaya başladım. Öyle bir hal aldım ki, ne durabildim, ne de bir şeyle meşgul olabildim. Dinlenme istiyordum.
Kararsız bir şekilde kalktım. Neden, niçin kalktığımı da pek bilmiyor-dum. Hemen kıbleye döndüm, bir yerde oturdum. Aynı anda kendimden geçtim.
İşte o zaman hakîki fenâ halini buldum. Hakîki mânâda Allâhü Teâlâ'nın varlığında yok olup gittim. O anda kendimi, sonsuz olarak nurdan bir deniz, bir yıldız gibi gördüm. Sonra da o nurdan deniz içinde eridim, bittim. Bende zahirî hayat eseri kalmadı.
Orada hazır olanlar, benim bu halimden ötürü ağlamaya, bağırıp çağırmaya başladılar.
Aradan geçen altı saatten sonra yavaş yavaş beşeriyet halim bana geldi.
KIPÇAKLARIN İSTİLASI
Şöyle anlatıldı:
— Kıpçak askerleri Buhâra şehrini kuşatmışlardı. Bu yüzden, Buhâra halkı, o kadar sıkışmış durumdaydılar ki, damları helâ gibi kullanıyorlardı. Bu sırada, Şâh Nakşibend (k.s.) Efendimiz de, namaz için hazırladığı bir damda oturuyordu. Huzuruna, samimî iki kişi geldi; bunlar ilme çalışıyorlardı. Onlara şu emri verdi:
— Şu oturduğumuz damın çevresindeki damların pisliğini temizleyin. Sonra da şöyle dedi:
— Buhâra medreselerinin helâlarını ben çok temizledim. Bu yolda, Hak yolcusu sâlike varını bolca harcamaktan, bir şeyin sahibi olmamaktan, üstün gayret sahibi olmaktan başka bir şey fayda etmez. Beni ancak bu kapıdan içeri aldılar; erdiğime, ancak bu şekilde erdim.
Başka bir cümlesinde ise şöyle dedi:
— Bu yolda varlığı yok etmek, nefsin varlığını görmemek kabul devletinin, ulaşmanın sermayesidir. Bu makamda ben, varlıkların her bir tabakasına nefsimi bağladım; yan yana durduttum. Sonunda baktım ki: Onların her bir ferdi, nefsimden çok çok daha iyi.. Daha sonra nefsimi artık tabakasına çektim. Gördüm ki, onların da bir yararı var. Kendi nefsi-min hiç bir yararını görmedim.
Sonunda köpek artığına geldim, kendi kendime şöyle dedim: "Bunun ne yararı var?."
Sonra da şu hükmü verdim: İşte nefsim de bunun gibi bir şey.. Ancak, daha sonra öğrendim ki, onun da faydası varmış..
Bundan sonra şunu bir gerçek olarak bildim ki: Nefsimin asla bir faydası yoktur.
NE İSTİYORSAN İSTE...
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri şöyle anla-tıyor:
— Bir gece, Zivertun çevresini dolaşmaya çıktım. Sonunda çiçeklik olan bir yere gelip kaldım. Orada anlatılması zor bir hale kapıldım; bana şöyle dendi:
— Zatımızdan ne istiyorsan iste. Tevazu ile, huzurla şöyle dedim:
— Allahım, rahmet deryalarından bana bir damla ver, inayet hazine-lerinden bana bir katre gönder. Şöyle dendi:
— Zatımızdan bir damla mı istiyorsun?.
Bundan da bana büyük bir hal geldi. Titremeye başladım. Yüzüme kuvvetli bir tokat attım. Bu tokatın acısını günlerce duydum. Sonra da şöyle dedim:
— Ey Kerim Allah, taşıma gücü ile birlikte bana rahmet, inayet deni-zini bağışla.
Bundan sonra bağış eseri derhal görüldü; inayet eserini sezdim. Ereceğime o anda erdim.
HİMMETİ YÜKSEK TUTUN
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri müridlerine bir gün şöyle dedi:
— Eğer himmetinizi yüksek tutmaz, oyununuzu büyük oynamazsanız, size hakkımı helâl etmem. Üstün himmette öyle olmalısınız ki, ayakları-nızla başıma basmalı, istediğiniz makama çıkmaya çalışmalısınız.
VEYSEL KARÂNİ VE TİRMİZÎ...
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bir gün sülûk hallerini açıklıyordu. Bu arada, büyüklerin ruhaniyet durumlarından yardım istemenin büyük tesirleri olacağını anlattı; sonra şöyle dedi:
— Veysel Karânî Efendimizin ruhaniyetine yönelip teveccüh etmenin; içten, dıştan bağlardan kopmakta, tam manası ile mânâ âlemi ile bağlantı kurmakta büyük tesiri vardır.
İmam Muhammed b. Ali Tirmizî'nin ruhaniyetine yönelmekte ise, in-sanın kendisine ait sandığı geçici sıfatların bir an önce silinip gitmesinde çok faydası vardır.
YÜKSEK HALLERİNDEN...
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin menkıbe-lerini derleyen Mevlâna Salâh şöyle anlattı:
— Hicretin 709. (M.1387) yılı idi. Şâh Nakşibend Efendimizin ya-nındaydım. Şöyle anlattığını dinledim:
— Yirmi sene var ki, ben Hakim Tirmizî'nin izini takib ediyorum. Onun kendine mal edeceği bir sıfatı yoktu; şu anda ben de öyleyim.
Onun bu anlattığından bir şey anlayan anladı; anlamayan da anlamadı.
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bir başka cümlesinde şöyle anlattı:
— Biz, bu yola ayak basarken, iki yüz kişi idik. Gayret ettim, çalıştım; esas gayeye erdim.
İLK GÜNLERİNDE
"Tasavvufda ilerlemek için çalıştığım ilk günlerde, bir yerde iki kişinin konuşup sohbet ettiğini görsem, gider onlara katılırdım. Onları dinlerdim. Eğer Allahü Teâlâdan, Resûlüllahtan, Kur'an-ı kerimden konuşup, hayır olan işlerden bahsederlerse, memnun olur ferahlık duyardım. Boş şeyler konuşanlardan ise, keder ve üzüntü duyarak uzaklaşırdım."
İLK GÜNLERİNDE
Yine şöyle anlatmıştır:
— "Hak yolda ilerlemeye, günahlardan arınmağa ve olgunlaşmağa çalıştığım günlerde, birgün yolum bir kumarhaneye uğradı. İnsanların toplanıp kumar oynamakta olduklarını gördüm.. Bunlardan iki kişi kumara öylesine dalmışlardı ki, hiçbr şeyin farkında değildiler. Böylece bir müddet devam ettiler. Nihayet birisi kaybettikçe kaybetti. Neyi varsa ortaya koydu, onları da kaybetti. Dünyalık neyi varsa hepsi bitti. Buna rağmen, kumar oynadığı kimseye şöyle diyordu: "Bu kadar kaybıma rağmen bu oyunda başımı dahi versem oyundan vazgeçmem." Kumarbazın, kumar oynayıp bu kadar zarar ve ziyan görmesine rağmen, o oyuna olan hırsı bana ibret oldu. Hak yolunda yürüyüp daha da olgunlaşabilmek için, bende öyle bir gayret hasıl oldu ki, o günden i'tibaren Hak yolunda talebim hergün biraz daha arttı."
İLK GÜNLERİM
Yine şöyle anlatmıştır:
—"Tövbe edip, tasavvufa yönelişim şöyle olmuştur: Âilem ve çocuklarıma karşı kalbimde sevgi ve muhabbet çok fazla idi. Birgün evimde otururken, aileme ve çocuklarıma pek fazla iltifat ve muhabbet gösterdim. Bu sırada aniden kulağıma gizli bir ses geldi. "Herşeyi bırakıp Allaha dönme zamanı daha gelmedi mi?" denildi. Bu sesi duyunca halim değişiverdi. Oturduğum yerde duramaz oldum. Hemen yakındaki nehre gidip, elbisemi yıkadım ve gusl ettim. Sonra iki rek'at namaz kıldım. Bir daha günah işlememek üzere tam bir tövbe yaptım. Herşeyden el çekip, Allahü teâlaya döndüm. Nice seneler kıldığım o iki rek'at namazın arzusundayım. Bu yola girdikten sonra Zivertûn köyünde oturdum. Beş vakit namazımı bu köyün camisinde kılıyordum. Birgün nasıl olduysa, bir vakit namazı cemâatle kılmayı kaçırmışım. Camiinin, âlim ve takvâ sahibi bir imamı vardı. Bana dedi ki: "Ben seni, ibadet meydanının safını dolduran erlerinden zannederdim. Meğer sen, saf dolduran er değil, saf kıran imişsin." İmâma dedim ki: "Zât-ı âliniz benim hakkımda böyle düşünüyorsunuz, fakat ben yaldızlı ve parlak bir tuncum." Ben böyle deyince, imam efendi bana şu beyti okuyarak cevap verdi:
"Kalbinin yönünü aşk pazarına çevir,
Demirin hâlis olması ateş iledir."
Bu söz kalbime öyle te'sirli oldu ve içime öyle bir dert salıp, beni öyle bir aşka düşürdü ki, ben bu aşk ile kararsız kaldım. Bundan sonra Allahü Teâlâ bana lütuf ve kereminden kapılar açtı. Önceki dostlarımdan birkaçı, bir gece yoluma çıktılar. Bana her biri bir şeyler söyledi. Böylece benim kendilerine uymam için çok uğraştılar. Onlara tabi olmak isterken, Allahü Teâlânın inayeti ile bir ayet-i kerimede bildirildiği gibi, "Allahü Teâlânın açmış olduğu kapıyı kapatmaya ve kapamış olduğu kapıyı açmaya kimsenin gücü yetmez" dedim. Bu söz, eski dostlarıma çok te'sir etti. Onlar da benim bulunduğum yola girdiler. Benim bütün gayretim, Allahü Teâlâdan başka herşeyi bırakıp, Allahü Teâlâya (rızasına) kavuşmaktı. Allahü Teâlâya sonsuz hamdü senalar olsun ki, bana inayet-i Rabbani erişerek maksadıma kavuşturdu."
İLK GÜNLER
— "Talebeliğimin ilk günlerinde, büyük hocam Hace Muhammed Bâbâ Semâsî hazretlerinin emrettiği şeylerin hepsini yerine getirdiğim. Bunların faidelerini ve te'sirlerini kendimde gördüm. Hocam bana, Resûlüllah (s.a.v.) ve Eshâb-ı kirâmın yolunda bulunmamı söylemişti. Ben bu vasiyeti tuttum. Bu hususta son derece dikkat ve gayret gösterdim. Âlimlerin meclisine devam edip, nasihatlerini dinledim. Âlimlerin eserlerini okuyup, bildirilenlere göre amel ettim. Allahü Teâlânın ihsânıyla bunların fâidesini gördüm. Tasavvufda en faydalı ve maksada çabuk kavuşturan şey, Allahü Teâlâya cân-ı gönülden, kendinden geçerek dua ve niyaz etmek, yalvarmak ve Allahü Teâlânın rızasını istemek, nefsi ezmek, onu mağlup etmektir. İşte bizi bunun için bu kapıdan içeri aldılar. Her ne bulduksa, bu sebeble bulduk. Bu mekanda sarı yüz ve eski elbise ararlar. Atlas ve ipeğin pazarı buradan başka yerdedir. Bir sâlih, hakikat yolunda kendi nefsini Fir'avn'ın nefsiyle mukâyese etmeli ve kendi nefsini onun nefsinden yüzbin defa daha aşağı görmeli. Eğer böyle olmazsa, o salih hakikat yolunun ehli olamaz. O yolda yokluk, nefsi tezkiye kolay değildir. Fakat bu, yolda maksada ulaşmak için bir ipucudur. İşte ben de bunun için nefsimi varlıkların her tabakasına nisbet edip, bu yolda yürüdüm. Nefsimi kâinattaki her şey ile karşılaştırdım. Hakikatte herşeyi her varlığı, her mahluku daha üstün ve daha hoş gördüm. O hale geldi ki, nefsim ile varlıklardan herhangi biri arasında kıyas yaparak düşündüm. kendimi aşağı ve aciz gördüm. Bu, benim içimdeki her türlü kir ve pası temizledi. Kâinatta ne varsa hepsinden faide gördüm. Fakat nefsimden hiçbir faide görmedim. Nefsimin önüne geçmemiş olsaydım, onu terbiye etmeseydim ve kendi isteği ile başbaşa bıraksaydım, beni bu kapıdan içeri almadıkları, bu makama koymadıkları gibi, nefsimin daha bana nice zararları olacaktı."
IRMAK TERSİNE AKTI
Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri, bir defasında Şeyh Seyfeddin adlı bir zatın ırmak kenarında bulunan kabri karşısında kalabalık bir cemâatle sohbet ediyordu. O cemâatte bulunanlardan bir kısmı Bahâüddîn Buhârî hazretlerinin tasavvufdaki yüksek derecesini bilmiyorlardı. Söz evliyâ zâtların hallerinden açılmıştı. Bir hayli süren bu konuşmada, evliyanın meşhurlarından olan Şeyh Seyfeddin ile Şeyh Hasen Bulgârî arasında geçen kerametler anlatıldı. İçlerinden biri dedi ki:
—"Eskiden velilerin tasarrufu, kerâmeti çok olurdu. Acaba bu zamanda da onlar gibi tasarruf ehli var mıdır? "Bunun üzerine Behâeddin hazretleri buyurdu ki:
—"Bu zamanda öyle zatlar vardır ki, şu ırmağa yukarı ak dese ırmak tersine akmaya başlar." Bu sözler Bahâüddîn hazretlerinin mübarek ağzından çıkar çıkmaz, önlerinde akmakta olan ırmak ters akmaya başladı. Bunun üzerine Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri;
—"Ey su! Ben sana yukarı ak demedim" buyurdu. Irmak tekrar eski yöne akmaya başladı. Bu kerametini o kadar çok kimse gördü ki, bu sebeple çokları Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin büyüklüğünü anlayıp, tam bir teslimiyetle ona bağlandılar ve saâdete kavuştular.
YAĞMUR YAĞDI
Bir defasında Nesef'de büyük bir kuraklık oldu. Sıcaktan toprak çatlayıp, mahsûller kurumaya başladı. Halk, günlerce yağmur beklediler. Fakat bir damla yağmur düşmedi. Nesef halkı, Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin duasını almak için aralarından birini huzuruna gönderdiler. O da gelip durumu arz etti. Nesef ahâlisi kuraklıktan dolayı mahzun ve kederlidir, dedi. Bunun üzerine, Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdu ki:
—"Üzülmesinler, Allahü Teâlâ onlara yağmur gönderecek." Aradan kısa bir zaman geçmişti ki, Nesef'e yağmur yağmaya başladı. Bir gün ve bir gece devam etti. Kuraklık kalkıp bolluk oldu.
BİR SOHBET YETERDİ...
Bir talebesi şöyle anlatmıştır:
—"Ben küçük yaşta Cenânyan denilen yerden Buhârâ'ya geldim. Alimlerin derslerine devam ettim. Sonra kalbime Kâ'be'yi ziyaret etme arzusu doğdu. Mekke'ye gidip, Kâ'be'yi ziyaret etmek şerefine kavuştum. Buhârâ'ya döndüm. Fakat nefsim çok azgındı. Hatta eşkıyâlık yapacak kadar kötü idi. Ben bu halde iken, bende bir çekilme hali hasıl oldu. Bu hal, beni ister istemez Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin huzuruna sürükledi. Huzuruna varınca, beni yanına yaklaştırdı. Sonra enseme öyle bir vurdu ki, yediğim sillenin te'sirinden neye uğradığımı bilemedim. İstemeyerek bağırdım. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bu halime öfkelenip;
— "Sus" dedi. Sonra da; "Eğer sabredip o nârayı atmasaydın, bir sohbetle işin tamam olurdu. buyurdu."
ŞEYH ÖMER'İN HİKÂYESİ
Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin talebelerinden Şeyh Ömer Taşkendi şöyle anlatmıştır:
—"Benim Bahâüddin Buhârî'ye muhabbetim ve talebe olmam şöyledir: Önce Taşkend'de talebelerinden bir kısmını tanımıştım. Onlar ile sohbet eder, hizmetlerinde bulunurdum. Sohbet sırasında bana, Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin faziletini, hallerini anlatırlardı. Böylece görmediğim halde ona karşı içimde bir muhabbet hasıl oldu. Birgün Taşkend'deki talebelerinden birinin evine gittim. Hocasına rabıta ediyordu. Bir müddet oturduktan sonra yemek getirdi. O anda Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri gözüme göründü ve kulağıma;
—"Senin Horasan'a gitmen gerekir" diye söyledi. Yemekten sonra Horasan'a, oradan da Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin yakın talebelerinden Mevlana Celâleddîn'in bulunduğu yere gittim. Evine varıp kapıda durdum, kendisi tarafından çağrılmamı bekledim. Bir saat sonra evinden bir cemâat çıktı. Beni çağırıp huzura kabûl ettiler ve;
—"Sen geldiğin sırada, gelişinden haberim var idi. Fakat seninle baş başa görüşmek istedim. Onun için beklettim" dedi. Bundan sonra ben halimi ona anlattım ve çok ağladım, bana yardımcı olmasını istedim. Yemîn ederek dedi ki:
—"Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri sana kâfidir, teveccühüne kavuşursun" Sonra onun faziletinden, menkıbelerinden bahsedip, huzuruna kavuşmak için hemen yola çıkmamı söyledi.
Yolculukta başıma ba'zı hadiselerin geleceğini de işaret etti. Derhal Nesef tarafına doğru yola çıktım. Oradan da Horasan'a hareket etmek üzere bir gemiye bindim. Gemi bir müddet yol aldıktan sonra, sabah namazının vakti girdi. Gemide bir ezân okudum. Fakat yolcular namaza kalkmadılar. Bu duruma üzülüp, onlara nasihat ettim. Fakat bana kızdılar. Bu durum karşısında bende öyle bir hal oldu ki, kendimi suya atmak istedim. Ayaklarımı suya uzatıp gemiden ayrıldım, fakat suya batmadım. Öyle bir hal oldu ki, suyun üzerinde yürümeye başladım. Gemidekiler bu halimi görünce ağlamaya başladılar.
—"Biz yanlış bir iş yaptık, yaptığımıza tövbe ettik. Gemiye gel, sen ne dersen onu yapacağız" dediler. Bunun üzerine tekrar bindim. Sabah namazını, gemideki yolcular ile cemâat olup kıldık. Bir müddet yolculuktan sonra Amûre kal'asına vardık. Orada da acâib hadiseler oldu. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerine iltica ettim. Şirmüşter denilen bir dergaha vardım. Yola devam ederken bir kervana rastladım. Bana dediler ki:
—"Bu çöle dalma, çok büyük bir çöldür yolunu şaşırırsın. Burada dur, şayet yola devam edecek olursan sağ tarafa yönel, sol tarafdan gidersen sonunu bulamazsın ve helak olursun." Kervan geçip gittikten sonra, kendi kendime; "Ben, Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin huzuruna gitmek üzere yola çıkmış bulunuyorum. Ona tâbi olup, hak yola gireceğim için bana tehlike gelmez" dedim. Çöle dalıp yürümeye başladım. Bir müddet yürüdükten sonra aç olduğumu hatırladım. Kendi kendime ba'zı nefis yemekleri düşünerek; "Âh o yiyecekler olsa da yesem" dedim. Ben böyle düşünürken, o anda önüme birdenbire bir sofra geldi, üzerinde tam arzu ettiğim yemekler vardı. Bu durum karşısında halim değişti. ağlamaya başladım.
—"Ey Allahım, senin rızanı arayan kimseye her ne lâzım olursa ihsân ediyorsun. Ben de senin rızandan başka birşey aslâ taleb etmeyeceğim" dedim. O yemekleri yiyip, çölde yola devam ettim. Yolda karşıma bir ceylan sürüsü çıktı, beni görünce sağa sola kaçışmaya başladılar. "Eğer ben bu yoldaki arzum ve isteğimde samîmî isem, ceylanlar benden kaçmazlar" dedim. Ben böyle der demez, ceylanlar yanıma toplanıp bana yüzlerini sürmeye başladılar. Bu durum karşısında da halim değişti ve çok ağladım. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerine karşı muhabbetim o kadar arttı ki, huzuruna bir an evvel kavuşmak için can atıyordum. Ehan denilen yere vardığımda, yine Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin bereketi ile acâib hâllere kavuştum. Oradan Serahs'a vardım. Kendi kendime; "Heryerde Allahü teâlanın dostları, sevgili kulları bulunur. Bu civarda da vardır. Onlardan müsâade almadıkça bu şehre girmeyeyim" dedim. Ben böyle düşünürken, karşıma divâne hâlde bir kimse çıktı. Halk onu görünce; "Divâne Dâvûd geliyor" dediler. Benim yanıma yaklaşınca, onu karşılayıp, selâmün aleyküm diyerek selam verdim. "Ve aleykesselâm" deyip selamımı aldı.
—"Hoş geldin Türkistanlı derviş" dedi. Beni yanına yaklaştırıp, koynundan bir ekmek çıkardı. Ekmeği parçalayıp yarısını bana verdi.
—"Ey derviş, bu ekmeğin yarısını sana verdiğim gibi, bu mülkün yarısını da sana verdim" dedi. Bu hadiseden sonra Serahs şehrine girdim. Çarşıya girince, bir başka divane gördüm. Çocuklar taşa tutuyorlardı.
—"Bu divânenin adı nedir?" diye sordum. "Câvâdâr'dır. Bu beldenin divânelerindendir" dediler. Kendi kendime;
—"Bundan da izin alayım" dedim. Bir tarafdan da çocuklar onu taşa tutuyorlardı. Bana bakıp;
—"Ey Türkistanlı derviş, söz divâne Dâvûd'un söylediği gibidir" diyerek ilk karşılaştığım kimse ile görüşüp kavuştuğumuz şeylere işaret etti. Bundan sonra bende güzel bir hal, cem'ıyyet hasıl oldu. Yemek arzu ettim ve;
—"Her halde bu şehirde Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin sevenlerinden bir kimse bulunur ve ben ilk lokmayı onun elinden yerim" dedim. Bu sırada yanıma birisi gelip;
—"Ben Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin hizmetçilerindenim. Evime buyur" dedi. Beni evine götürdü. Üç çeşit yemek getirdi. Sonra bana;
—"Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri Behrâb denilen yere gitmişler, oradan da buraya teşrif edecekler. Buraya teşrif edinceye kadar sen bizde kalacaksın, Senin yerin burasıdır" dedi. Birkaç gün sonra Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin oraya teşrif etmek üzere oldukları haberini aldık. Karşılamak üzere derhal dışarı çıktık. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bir merkeb üzerinde ve etrafında talebeleri olduğu halde teşrif ettiler. Bir mezarlığa yöneldiler. Ziyaretinde o kadar insan toplanmıştı ki, kalabalıkdan yanlarına yaklaşmak mümkün olmadı. Kendi kendime;
—"Çok uzaklardan geldim. Çok zahmetlere katlandım. Acabâ bana neden hiç iltifat etmediler? Artık ben kendi başıma kaldım" diye düşündüm. Bu düşünceler hatırımdan geçtiği sırada, Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri merkebden inip, yanına yaklaşmamı istediler. Bana;
—"Hoş geldin ey Taşkendli derviş Ömer, yanlış anlama, daha sen buraya geldiğin saatte haberdar oldum. Şimdi şu gördüğün kalabalık ile bir müddet meşgulüm" buyurdu. Sonra eve gittiler ve kalabalık da dağıldı. Beni huzuruna kabul edip;
—"Başından geçen hadiselerin hepsini bilmekteyiz. Gemide iken denize inince sana biz yardım ettik. Çölde önüne sofra bizim tasarrufumuzla geldi. Ceylanların sana yaklaşması ve iki divâne ile karşılaşman ve vukû bulan diğer hadiseler hep bizim teveccühümüz ile oldu" buyurdu. Bu sohbeti sırasında bana öyle teveccüh ve tasarrufda bulundular ki, bambaşka bir hale gelip, çok ağladım.
—"Niçin ağlıyorsun?" diye sordu. Ben de;
—"Şimdiye kadar geçen ömrümü zayi etmişim" dedim.
—"Öyle söyleme; yalnız bundan evvel bunu bilmiş olsaydım diyebilirsin. Şu andaki müşâheden ve teslimiyetin ondan daha büyüktür" buyurdu. Sonra;
—"Şimdi sen, bulunduğun hali mi, yoksa geçen halini mi istersin?" diye sordu. Ben de;
—"Bu halimi istedim" dedim.
—"Bu iş tâbi olmadan olmaz" buyurdu.
—"Ne işaret buyurursanız, ne emrederseniz yerine getiririm" dedim. Ben böyle deyince;
—"Huyunuz mübârek olsun!" buyurdu."
NAMAZ VE KURAN
Talebelerinden Emir Hüseyin de şöyle anlatmıştır:
—"Benim evim Kasr-ı ârifan'da idi. Yirmi yaşına kadar çiftçilik ile uğraştım. Namazdan ve niyazdan uzak idim. Yiyip içip yatmaktan başka işim yok idi. Tam gençlik cehâleti içinde idim. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri camiye giderken, gelip geçtikçe beni görüp tebessüm ederdi. Nihayet bir gece rü'yamda Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerini gördüm. Mübarek elinde bir ayna vardı. Aynayı bana verdi. Aynaya baktım, kendimi gördüm. Uyanınca, beni bambaşka haller kaplamıştı. Âniden Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri evime geldi. Bana dedi ki;
—"Aynayı sana kim verdi?"
—"Siz verdiniz efendim" dedim.
—"Niçin namaz kılıp, Kur'an-ı kerim okumazsın?" dedi.
—"Kur'an-ı kerim okumayı bilmiyorum" dedim.
—"Ben sana namaz ve Kur'an-ı kerim öğretirim" buyurdu. Bundan sonra beni yetiştirip, terbiye etti. Pekçok ihsana ve ni'mete gark etti."
DUVARDA KIRK ALTIN
Nakledilir ki, Şeyh Şâdî adında bir zat,, Kasr-ı ârifân'a gelip, Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin huzuruna girerek, ziyaretlerine gelmekte kusur ettiğini söyleyip affetmelerini istedi. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri ona şaka yaparak;
—"Bedâva özür kabul edilmez" buyurdu. Gelen zat;
—"Bir öküzüm vardır, onu size vereyim"dedi.
—"Onu kabul etmeyiz, köyünde uzun zamandan beri biriktirip, duvar arasında bir kap içinde gizlediğin kırk altının var, onları getirirsen kabul edilir" buyurdu. Şeyh Şâdî; "Sakladığım altınları başka kimse bilmiyordu. Nasıl bildiler?" diye hayretler içinde kaldı, sonra köyüne gidip altınlarını getirdi. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin önüne koydu. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri altınları sayıp, içinden bir tanesini ayırdı. Diğerlerini geri verdi.
—"Bunlarla öküz satın alıp çiftçilik yap, kaldırdığın mahsûlü Allahü teâlanın kullarına dağıt" buyurdu. Sonra ayırdığı bir altını göstererek;
—"Bu altın haramdır" buyurdu. Daha sonra o zâta;
—"Hâce hazretlerinin ayırdığı o bir altını nereden almıştın?" dediler. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerini tanıyıp, ona talebe olmadan önce bir kumarda kazanmıştım, dedi.
KURTLAR GELDİ
Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri, talebelerinden birini, bir işi için bir yere göndermişti. Talebesi işi görüp dönerken, yolda havanın çok sıcak olması sebebiyle, dinlenmek için bir ağacın gölgesine oturdu. Dinlenirken uykusu gelip, ağacın gölgesinde uyudu. Uyur uyumaz rü'yasında hocası Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'ni gördü. Elinde bir asâ ile yanına yaklaşıp;
—"Uyan, kalk, burası uyuyacak yer değildir" dedi. Bunun üzerine hemen uyanıp gözlerini açtı ve ayağa kalktı. Bir de gördü ki, iki kurt, kendisine doğru yaklaşmış, hücum etmek üzeredirler. Hemen oradan uzaklaşıp yoluna devam etti. Kasr-ı ârifân'a varınca, Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin yola çıkmış, kendisini karşılamakta olduğunu gördü. Yanına yaklaşınca; "Hiç öyle korkulu ve tehlikeli yerlerde istirahat edilir mi?" buyurdu.
NEHİRE ATTI
Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bir gün bir yere gitmekte iken, yolları bir akarsuya rastladı. Yanında bulunan talebelerinden Emîr Hüseyn'e;
—"Kendini bu suya at" buyurdu. Daha böyle derdemez, Emîr Hüseyin hiç tereddüt etmeden kendini akan suya attı ve suyun içinde kayboldu. Aradan bir müddet geçti. "
— Ey Emir Hüseyn, çık gel!" buyurdu. Emir Hüseyin derhal sudan dışarı çıktı. Elbisesinden en ufak bir yer bile ıslanmamıştı. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri ona;
—"Ey Emîr Hüseyin, kendini suya atınca ne gördün?" diye sordu. Emîr Hüseyn dedi ki:
—"Emriniz üzerine kendimi size feda ederek suya atınca, bende öyle bir hal hasıl oldu ki, kendimi birden bire gayet güzel döşenmiş bir odada buldum. Bu odanın hiç kapısı yoktu. Kapı aradım, orada zât-ı âlinizi gördüm. Bana bir kapı gösterdiniz.
—İşte bu kapıdan çık, buyurdunuz. Eliniz ile kapıyı açtınız, ben de kapıdan çıktım. İşte huzurunuza geldim" dedi.
HAMUR PİŞMEDİ
Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri, Peygamber efendimizin (s.a.v.) sünnetine tam uyar, Peygamberimiz (s.a.v.) yaptığı şeyleri yapmağa çok gayret ederdi. Resulüllahın (s.a.v.) işlediği her sünneti işlerdi. Bir defasında Peygamberimiz (s.a.v.) Eshab-ı kirâm ile ekmek pişirmişlerdi. Şöyle ki, Eshâb-ı kirâmdan bir grup, her biri bir parça hamuru alıp tandıra koymuştu. Peygamber efendimiz de mübarek eline bir parça hamur alıp tandıra koydular. Bir müddet sonra baktılar ki, Eshâb-ı kiramın koyduğu hamurlar pişmiş, fakat Peygamberimizin (s.a.v.) koyduğu hamur pişmemiş, olduğu gibi duruyordu. Ateş Peygamber efendimizin (s.a.v.) mübarek elini dokunduğu hamura te'sir etmedi. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri, Resûlüllaha uymak için talebeleriyle aynı şekilde ekmek pişirdiler. Talebelerinin koyduğu hamurlar pişti. Fakat Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin koyduğu hamur aynen kaldı. Onun da mübarek elinin dokunduğu hamura ateş te'sir etmedi. Resûlüllaha (s.a.v.) uymaktaki derecesi bu kadar çok idi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu hususta şöyle buyurmuştur: "Her hususta tâbi olana, tâbi olunanın kemâlâtından büyük pay vardır.
BÜTÜN DÜNYA
En büyük halifesi ve yerine irşâd makâmına geçen Hâce Alâüddîn-i Attâr (k.s.) buyurdu:
—"Hâce Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin bereketi ile kendisinden ettiğim istifadeyi beyan edip, ifşa etsem, bütün dünyayı evliyalık makamına ulaştırırım. Ama Allahü Teâlânın âdet ve iradesi böyle değildir."
ÖNÜNDEKİ SOFRA GİBİ
Hazret-i Azîzân, ya'ni Ali Râmîtinî (r.a.) buyurdu ki:
—"Bu büyükler, bütün dünyayı, önlerindeki sofra gibi görürler. Biz deriz ki, belki tırnağın yüzü gibidir. Onların nazarından bir şey örtülü değildir."
Hâce hazretleri, talebeleri ile bir kimsenin evinin terasında otururlarken, gönülleri yakan, kalblere te'sir eden bir sohbet ettiler. Sohbet esnâsında talebelerine; "Siz mi beni buldunuz, ben mi sizi buldum?" dediler. Talebeleri; "Biz sizi bulduk" dediler.
"Mâdem ki, siz beni buldunuz, bu terasta beni bulun" buyurup, talebelerinin gözünden kayboldu. Talebeleri her tarafı arayıp, bulamadılar. Söyledikleri söze pişman olup; "Sizin cazibeniz olmasa, siz lutf etmeseniz, kim sizin sohbetinize kavuşabilir?" deyip özür dilediler. Bunun üzerine Hâce hazretleri kendisini gösterdi. Biraz önce oturdukları yerde, aynı şekilde oturuyordu.
KULAĞA PAMUK
Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri Buhârâ'da, yaz mevsiminde bir akşam, talebeleriyle birlikte Atâullah adında bir zâtın evinin damında oturmuş sohbet ediyordu. Mübârek ağzından inci gibi güzel sözler dökülüyor, dinleyenlere feyz çağıyordu. Evin yakınına, Buhârâ vâlisinin sarayı vardı. O akşam vâli de, sarayının damında adamlarıyla birlekte def ve çalgı çalıp, eğleniyordu. Ses her tarafa yayılıyordu. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri;
—"Bizim bu sesleri işitmemiz caiz değildir, kulağımıza pamuk tıkamak lazımdır" dedi. Böyle söyledikten sonra, sohbet meclisinde bulunan talebeleri ve kendisi, çalgı sesini işitmez oldular. Halbuki vâli ve adamları sabaha kadar çalgı çalmışlardı. Sabahleyin komşular, Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin talebelerine; "Biz çalgı sesinden sabaha kadar uyuyamadık, siz nasıl durabildiniz?" dediler. Talebeler;
—"Hocamız bu sesi dinlememiz uygun olmaz, kulağımıza pamuk tıkamamız lazımdır" buyurdu. O andan i'tibaren sabaha kadar hiç çalgı sesi işitmedik" dediler. Bu durum, o vâliye anlatıldı. Vâli durumu öğrenince, yaptığı işe pişman olup, tövbe etti. Bu Hadise Buhârâ'da günlerce anlatıldı. Herkes Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin büyüklüğünü gördü. Ona muhabbetleri daha çok arttı.
ARADIĞIN BURADA...
Hâce Behâüddîn Nakşıbend hazretleri, Buhârâ'nın Gülabâd semtinde bir talebesinin evinde bulunuyordu. Bu sırada kapının önüne bir atlı gelip durdu. İçerden Hâce hazretleri atlıya seslenip;
—"İçeri gel! Aradığın buradadır" buyurdu. Atlı bu da'veti işitip, atından indi. kapıyı açtı ve içeri girdi. Gelen zâta;
—"Gördün mü, seni buraya çektik. Tirmiz'e hakîkatı aramak için geliyordun" buyurdu. İçeri giren o yolcu, Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin elini öptü ve şöyle dedi:
—"Buyurduğunuz gibi, Tirmiz'e bana doğru yolu gösterecek birini aramaya gidiyordum. Fakat yolda bir yere vardım, artık atım yürümez oldu. Ne kadar zorladıysam da bir türlü yürütemedim. Bir adım bile atmadı. Anladım ki, bunda bir sır vardır. Atın dizginlerini serbest bıraktım. At dönüp Buhârâ yoluna düştü. Hiç dokunmayıp, kendi haline bıraktım. Nereye gidecek diye merak ediyordum. Nihayet geldi, bu evin kapısının önünde durdu. Bunun üzerine Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri o kimseye iltifat edip, yetiştirmek üzere talebeliğe kabul etti.
YÜKSEK HALLERİNDEN
Bir başka talebesi şöyle anlatmıştır: Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerini tanımadan önce yüz altınım vardı. Bir sandıkta saklı idi. Birgün bu altınlarla ticaret yapma hevesine kapıldım. Altınları alıp, Buharâ'ya gittim. Hazır elbise alıp, köylerde satmaya başladım. Buhârâ köylerinden birinde bulunduğum sırada, Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin oraya teşrif ettiğini duydum. Eşyamı bir yere emanet bırakıp, ziyaretine gittim. Huzuruna girince, elini öpüp bir kenara oturdum. Bana;
—"Bu köye niçin geldin?" diye sordu. Bir miktar elbise aldım, onları satmak için geldim.
—"Elbiselerini getir göreyim" buyurdu. Gidip getirdim. Baktıkdan sonra karşıdaki dağı göstererek;
—"Eğer benden dünyalık istersen, şu dağı sana altın yaparım" buyurdu. Böylece dünyaya düşkün olmamayı, asıl maksadın ebedi saâdete kavuşmak olduğunu bildirdi. Ben de bunun üzerine dünya sevgisini kalbimden çıkarıp, varımı yoğumu Allah yolunda harcadım. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerine talebe oldum. Ondan sonra hiç geçim kaygusu ve sıkıntısı çekmedim.
AĞLAYAN VE TİCARET YAPAN
Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri hacda iken, Ka'be'yi tavaf sırasında, aksakallı bir ihtiyarın ka'be'nin örtüsüne sarılarak ağladığını ve göz yaşları ile orayı ıslattığını gördü. İmrenilecek bir halde olan ihtiyarın, bir de kalbine teveccüh etti. Keşfiyle gördü ki, ihtiyarın kalbi tamamen dünyalık şeylerle meşgul. Minâ pazarında ise genç bir tüccar gördü. Bu genç tüccar, aşağı yukarı ellibin altın değerinde alış veriş yapıyordu. Görünüşte tamamen dünyaya dalmış gözüken gencin kalbini hep Allahü teâlayı zikretmekle meşgûl bir hâlde gördü.
FAKİRDİ
En başta gelen talebelerinden Alâeddîn Attâr şöyle anlatmıştır:
—"Hace Behâeddin Nakşıbend hazretleri o derece fakir idi ki, evlerinde kış günleri namaz kılmak için yere serecek birşey bulunmadığından, eski bir kilim serip, onun üzerinde namaz kılarlardı. Mâişetlerine bir çekirdek bile haram karıştırmazlardı. Kendilerinin ve aile efradının helal yemesine çok dikkat ederdi. Şüphelendiği herhangi birşeyden uzak dururlardı. "İbâdet on kısımdır. Dokuzu helal rızık aramaktır. Diğer kısmı sâlih ameller ve ibâdetlerdir" buyurulan hadîs-i şerîfi bildirirlerdi.
ORUÇ
Buyurdu ki: "Oruç bana mahsustur. Onun karşılığını ben veririm" buyurulan kudsi hadis-i şerifte, hakiki oruca işaret vardır. Bu ise, Allahü Teala'dan başka herşeyi (Mâ-sivâyı) terketmektir."
ESMA-İ İLAHİ
Yine buyurdu ki: "Allahü Teâlanın doksandokuz ismi vardır. Kim onları sayarsa, cennete girer" buyurulan bu hadis-i şerifteki "Ahsa" kelimesinin bir ma'nası saymaktır. Diğer bir ma'nası ise, bu ism-i şerifleri öğrenip, bilmektir. Bir ma'nası da, bu esma-i şerifin mûcibince amel etmektir. Meselâ "Rezzak" ismini söylediği zaman, rızkı için aslâ endişe etmemeli. "Mütekebbîr" ismini söyleyince, Allahü Teâlânın azametini ve kibriyâsını düşünmelidir."
YARDIM EDERİZ
Yine bir gün, Behâeddin Buhari hazretlerine
— Bu dereceye nasıl ulaştınız? diyesordular.
—"Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme tâbi olmakla ulaştım" buyurdu.
SOHBET YOLU
Yine buyurdu ki:
— "Bizim yolumuz sohbettir. Halvette (yalnızlıkta) şöhret vardır. Şöhret ise afettir. Hayır ve bereket cemiyyette, bir araya gelmektedir. Bu da sohbet ile olur. Sohbet bir kimsenin arkadaşında fani olmasıyla, arkadaşını kendine tercih etmesiyle hâsıl olur. Bizim sohbetimizde bulunan kimseler arasında, ba'zılarının kalblerindeki muhabbet tohumu başka şeylere bağlılığı sebebiyle gelişmez, büyümez. Biz böyle kimselerin kalblerine başka şeylere olan bağlılıktan temizleriz. Bizim sohbetimizde bulunanlardan ba'zılarının da kalblerinde muhabbet tohumu yoktur. Biz böyle olanların kalblerinde muhabbet hasıl etmek için çok himmet ederiz, yardımcı oluruz."
KABİLİYETE GÖRE
Yine buyurdu ki:
—"İnsanlara rehber olan zâtlar, herkesin kâbiliyetine ve istidâdına göre muâmele ederler. Eğer tâlib yeni ise, onun yükünü çekip, ona hizmet ederler. Dâvûd aleyhisselama;
—"Ey Dâvûd! Beni taleb eden birini gördüğün zaman, ona hizmetçi ol! buyurulduğu gibi, çok hizmet ve himmet göstermek gerekir ki, talib de bu yola girme kâbiliyeti peydâ olsun. Bizim yolumuzda olan kimse, bu yola tam uyup, bunun aksine bir iş yapmamalıdır ki, işin neticesimeydana çıksın. Sünnet-i seniyyeye uymaktan ibâret olan yolumuza uyarak, işlerde ve amellerde dikkatli davranmalıdır ki, kendinde ehlullahın tam bir ma'rifetine kavuşma saadeti nail olsun."
NEFSE MUHALEFET
Buyurdu ki:
—"Bir kimse nefsine muhâlefet etmeye muvaffak olursa, ameli az da olsa, nefsini muhalefet etmeye (nefsinin isteklerine boyun eğmemeye) muvaffak olduğu için şükretmesi lazımdır. Ebdâllerin makâmını isteyen kimsenin, halini değiştirmesi, ya'ni nefsine muhâlefet etmesi lazımdır, buyurulmuştur."
SÜNNETE UYMAK
Buyurdu ki:
—"Bizim yolumuz, Allahü Teâlanın gösterdiği kurtuluş yoludur. Çünkü bu yol, sünnete uymak yoludur. Çünkü bu yol, sünnete uymak ve Eshab-ı kirama tabi olmaktır. İşte bu sebeple, bizim yolumuzda az zamanda çok kazanç elde edilir. Fakat sünnete uymak ve riâyet etmek, sabır ve hahammül ister. Biz, bizim yolumuza girenler, istersek cezbe ile, dilersek bir başka usulle terbiye ederiz. Çünkü rehber olan alim bir tabibe benzer. Hastanın hastalığını, derdini tesmbit eder ve ona göre ilaç verir. Bizim yolumuzda yalnız kalmak değil, sohbet esastır. Sohbetin de şartları vardır. İki kişi sohbet etmek isterse, birbirinden emin olmaları gerekir. Böyle olmazsa, sohbetten faide hasıl olmaz. Bizim sohbetimize girenlerin kalblerinde, muhabbet tohumu yer almıştır. Kısaca bu yola, Ehl-i sünnet ve cemâat yolu, denir. Bizim sohbetimize dahil olanların kalbine muhabbet tohumu atılmıştır. Fakat Allahü teâladan başka herşeyden alakasını kesmemiş olabilir. Bu durumda sohbetimize katılan kimsenin kalbinde, Allahü Teâlânın sevgisinden başka neye bağlılık varsa, onu kalbinden temizleriz. Kalbinde bize karşı meyli ve muhabbeti olanlara muhabbet tohumu ekip, gece gündüz onu terbiye etmemiz bizim vazifemizdir. Muhabbet için uzakta olmak farketmez."
VASITAYIZ
Buyurdular ki:
— Bizler, maksada ulaşmakta vâsıtayız. Allahü Teâlânın minâyeti olmadan ve rehber olmadan maksada erişmek mümkün olmaz. Şu halde bu yolda ilerleyen kimse, kıyamete kadar yaşasa, kendisine rehber olan zatın terbiye nimetinin, lütuf ve himmetinin şükrünü yerine getiremez."
MURADLARDAN..
Bir defasında da buyurdu ki:
—"Biz Allahü Teâlânın fadlına, ihsânına kavuştuk. Bizi murâdlardan, çekip götürülenlerden eyledi."
Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin yolunun esaslarından olan;
—"Biz sonda ele geçecek şeyleri başa yerleştirdik" buyurması, Resûlüllah (s.a.v.) efendimizin daha ilk sohbetinde bulunan bir kimsenin kalbine hikmet ve feyz akmasına ve bir sohbetle nihâyete kavuşmasına benzetilmiştir.
KALBE TEVECCÜH
Buyurdu ki:
—"Yolun esâsı, kalbe teveccühdür. Kalb ile de Allahü Teâlaya teveccühtür. Kalb ile çok zikretmektir. Farz ve sünnetleri edâ etmektir. Yeme içme giyme ve oturmada, işlerde ve adetlerde orta derecede olmaktır. Kalbi kötü düşüncelerden, vesveseden korumaktır. Kendisine rehber olan alimin sohbetini ganimet bilmektir. Hocasının huzurunda iken ve yanında yok iken edebe uymaktır. Bu yoldan maksad ve ele geçen şey; Allahü Teâlânın devamlı huzurunda olmaktır. Eshâb-ı kiram zamanında buna "İhsan" ismi verilmiştir. Ya'nî her an Allahü teâlanın gördüğünü bilmek ve Allahü Teâlâyı görüyormuş gibi ibâdet etmek haline İhsân denilmiştir. Bu yolda ilerleme esnasında; nefsin arzularını yok etmek, nurlara ve hallere gömülmek, fena ve beka makamlarına ulaşmak, üstün ahlak ile ahlaklanmak gibi on makam ele geçer."
ŞERİATA UYMAK
Yine buyurdu ki:
—"İslam dininin hükümlerini yapmak, ya'ni emirleri yapıp yasaklardan sakınmak, haramları, şüpheli şeyleri, hatta mübahların fazlasını terketmek, ruhsatlardan uzak durmak, mübahları zarûret miktarınca kullanmak, tamamen nûr ve safâdır. Aynı zamanda evliyalık derecelerine kavuşturan bir vâsıtadır. Velâyet derecelerine bunlarla ulaşılır. Uzak kalanların hepsi, bunlara dikkat etmediklerinden uzak kalırlar ve kendi arzularına uyarlar. Yoksa Cenab-ı Hakk'ın feyzi her an gelmektedir."
İŞİ İYİ YAPMAK LAZIM
Hace Alâüddin Gucdüvani de şöyle anlatmıştır: "Ben Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin son hastalıklarında, vefatından önce huzurunda idim. Ölüm halinde iken huzuruna girmiştim. Beni görünce;
—"Ala! Sofrayı getir yemek ye!" buyurdu. Bana hep "Ala" diye hitab ederlerdi. Ben emrine uymak için sofrayı getirip, birkaç lokma yedim. Hocam o halde hasta iken benim yemek yiyecek takatim yoktu. Sofrayı kaldırdım. Mübarek gözlerini açıp, sofrayı kaldırmış olduğumu gördü. Tekrar;
—"Alâ! Sofrayı getir yemek ye!" buyurdu. Sofrayı getirip, birkaç lokma daha yiyip kaldırdım. Yine sofranın kalkmış olduğunu görünce;
—"Sofrayı getir yemek ye! Yemeği iyi yiyip, işi de iyi yapmak lazımdır" buyurdu. Dört defa böyle oldu."
HAYATININ DİĞER SAFHALARI
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri üç kere hacca gitti.
Sonunda Merv'e geldi ve oraya yerleşti. Burada bir süre kaldıktan sonra Buhâra'ya gitti. Buhâra'da Kasr-ı Ârifân'da kaldı. Daha önce bu yerin adı Kasr-ı Hinduvan'dı.
Hemen her yana, Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin ünü yayıldı. Ülkenin hemen her yerinden, ona, "Merhaba" demek için kafile kafile insanlar gelip gitmeye başladılar. Onun himmeti ile kâinat nurlanıp ay-dınlandı. Kalblerin karanlığı, ondan gelen ilim bereketi ile gizli ilimlerle aydınlandı, açıldı. Şerli nefisler, onun himmeti ile sürur doldu, sevinç doldu.
Hemen her hali ile gizli ilimler dağıtmaya, Allah vergisi sırları açık-lamaya, Cenâb-ı Hakk'ın tekliğine dair maarif duyguları vermeye, Muhammedî feyizleri aktarmaya devam etti.
YÜKSEK İZAHLARI...
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin üstünlü-ğünü anlatan çok belgeler, deliller vardır.
Bir kudsî hadis-i şerifte şöyle geldi:
— "Nefsin, senin bineğindir; ona şefkatli davran."
Bu kudsî hadis-i şerifi, Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri şöyle açıkladı:
— Burada anlatılan "Nefis.." ile mutmainne nefis murad edilmekte-dir. O nefis, Yusüf suresinin 53. âyetinde buyrulan:
"Ancak Rabbımın merhamet ettiği nefis müstesna.." emri ile şeref-lenmiştir.
Velî kullardan bazısına öyle bir hal gelir ki; ilâhî emirlere karşı baş eğme durumuna kavuşurlar. Bu hallerinde onlar, verilen emre karşı ke-sinlikle aykırı hareket etmezler.
EZÂ'NIN MANASI
Resulüllah (s.a.v) efendimiz bir hadîs-i şerifinde şöyle buyurdu:
— "Eziyet veren şeyi yoldan at."
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bu hadis-i şerifi şöyle yorumladı:
— "Eza.." kelimesinden murad olunan mânâ nefistir. "Yol.." kelime-sinden murad ise, Hak yoludur. Nitekim, Bayezid-i Bestamî'ye de şöyle buyurulmuştur:
— "Nefsini at da gel."
DÖRT AYRI İFADE
Hazret-i Ebu Bekir Sıddık (r.a) şöyle buyurmuştur:
— Gördüğüm her şeyden önce Allah'ı gördüm.
Hazret-i Ömer (r.a) de şöyle buyurmuştur:
— Gördüğüm her şeyin sonunda Allah'ı gördüm.
Hazret-i Osman (r.a) da şöyle buyurmuştur:
— Gördüğüm her şeyle beraber Allah'ı gördüm.
Hazret-i Ali (r.a) de şöyle buyurmuştur:
— Gördüğüm her şeyde Allah'ı gördüm.
Dört Hulefa-i Raşidin'in bu sözleri görüldüğü gibi değişiktir. Bu deği-şiklik durumu Şâh Nakşibend Efendimize sorulduğu zaman şöyle dedi:
— Bu değişik görüşler, esasta aynıdır. Ayrılık sadece sözdedir. Değişik anlatmaları, içinde bulundukları hallerden gelir.
SEVENLERİ BEKLEYEN HAL
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri şöyle bu-yurdu:
— Cenabı Hakk'ı isteyen, belâ istemiş olur.
Bu mana, bir kudsî hadis-i şerifte şöyle anlatıldı:
— "Beni seveni belaya çarptırırım."
Aynı mana, bir başka hadis-i şerifte de anlatılmıştır; şöyle ki:
Adamın biri, Resulüllah (s.a.v) Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa'ya geldi, şöyle dedi;
— Ey Allahın Resülü, seni seviyorum. Şu cevabı aldı:
— "Öyle ise, yoksulluğa hazırlan."
Bir başkası geldi; o da şöyle dedi:
— Ya Resûlellah, ben Allah'ı seviyorum. Buna da şöyle buyurdu:
— "Öyle ise belaya hazırlan."
MÜMİNİN FİRASETİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerine şöyle so-ruldu:
— Allah'ın velî kulları gönüllerden geçenlere, gizli amellere, gizli hallere nasıl vakıf olurlar?. Şöyle dedi:
— Allâhü Teâlâ'nın, onlara ikram eylediği firâset nuru ile.. Nitekim, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz bir hadis-i şerifinde şöyle buyurdu:
— "Mümin kulun firâsetinden sakının; zîrâ o, Allah'ın nuru ile bakar."
KERÂMET
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nden bir gün, keramet göstermesini istediler; şöyle buyurdu:
— Bunca günahla yeryüzünde gezebiliyoruz; bundan daha iyi ke-ramet mi olur?.
SOFİLERİN BAZI SÖZLERİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bir gün, bazı tasavvuf ehli zatların:
— Sofî yaratılmış değildir, cümlesinin manası soruldu, şöyle dedi:
— Hakikatte sofînin bazı halleri vardır ki, o hali taşıdığı vakit kendisi yoktur. Bu söz de, o hale, o vakte göredir; her zaman için geçerli olmaz; Halbuki sofî de, diğer mahlukat gibi yaratılmıştır.
İSMİN SAHİBİ
Cüneyd-i Bağdadî, bir cümlesinde şöyle demiştir; Allah ondan razı olsun:
— Okuyucuları bırak, sofîlere git.
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerine soruldu:
— Okuyucu kimdir; sofî kimdir?.
— Şöyle açıkladı:
— Okuyucu, bir isme tutunur kalır; onunla meşgul olur. Sofî ise, ismin sahibi Allah ile olur.
FAKİR VE FAKR HÂLİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'ne sordular:
— Fakir odur ki, Allah'a muhtaç olmaz, cümlesindeki mânâ soruldu şöyle dedi:
— Bundan murad olan mânâ şudur: Cenâb-ı Hakk'tan bir dilekte bu-lunmasına gerek kalmaz. Nitekim, aynı mana, İbrahim Aleyhisselamın şu cümlesinde dahi geçer:
— Rabbımın halimi bilmesi, istememe yer bırakmaz.
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerine soruldu:
— Fakir hali tamam olunca, Allah zuhura gelir, cümlesinin ifade ettiği asıl mânâ nedir?. Şöyle anlattı:
— Burada ifade edilen mânâ maddi varlığın yokluğa gömülmesidir, kuldaki geçici sıfatların silinmesidir.
Daha sonra şu beyitleri okudu:
Kim olur ki, sen olmasan Allah'tan başka;
Kim kalır ki, sen kalmazsan Allahtan başka..
ŞÂH NAKŞİBEND (k.s.)
HAZRETLERİNİN BAZI SÖZLERİ:
Buyurdular ki:
—Şeyhten gelen güzel haller, mürid için keramet sayılmalıdır.
Buyurdular ki:
—Benim cenazemde şu beyti okuyunuz:
Varlıkla değil, yoklukla geldik zâtına;
Her zaman güzellikler yaraşır şânına:
MECAZ
Denilmiştir ki:
— Mecaz, hakikatın köprüsüdür. Burada anlatılan mecaz tabirini, madde olarak almak lazımdır.
Bu cümlenin yorumunu, Şâh Nakşibend Hazretleri şöyle yaptı:
— Zahirde, batında, iş olarak, söz olarak yapılan ibadetlerin tamamını madde alanında görmek, mecaz bilmek gerekir. Bir hak yolcusu sâlik, bunları aşıp ötelere geçmedikçe, gerçeğe ulaşamaz.
ZİYARET
—Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri Ebu Said Ebu Hayr'ın şöyle dediğini anlattı:
— Kalb huzuru ile yapılan aralıklı ziyaret, huzursuz olarak devamlı yapılan ziyaretten hayırlıdır.
ANLAŞILAMAYANLAR
— Müride düşen, şeyhinden anlayamadığı bir şey görürse, ne kadar dayanabilirse o kadar dayanmak; onun hakkında kötü düşünceye ka-pılmamaktır.
Bu yola ilk giren biri, anlayamadığı durumu şeyhinden sorabilir; orta halli ise soramaz.
MAHVİYYET
— Çocuğun biri mektepten çıkmıştı. Mushaf- ı Şerif'i de yanındaydı. Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri İle karşılaştı, se-lâm verdi. Şah Efendimiz de onun selâmına karşılık verdi. Daha sonra, o çocuğun Mushaf- ı Şerif'ini açtı. 18. sure olan Kehf suresinin 18. aye-tindeki şu kısım çıktı:
— "Köpekleri de, ön ayaklarını giriş kısmına uzatmıştır."
Bu kısmı okuduktan sonra şöyle dedi:
— Ben de onun gibi olmak isterdim.
DERVİŞLER
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
"Derviş fakirler, peşin çalışırlar; işlerini yarına bırakmazlar. Bunun içindir ki:
— Sofî zat, günün adamıdır, demişler.
NİYET
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
— Niyeti düzeltmek, sonuca ulaşmak için önemlidir. Şunu bilmek lazımdır ki, niyet gayb âleminden gelir; bu çalışıp kazanma yurdundan değil..
Bu sebeple İslâm büyüklerinden İbn-i Sîrîn, Hasan-ı Basrî'nin cenaze namazını kılmadı. Sebebini sordukları zaman da şöyle dedi:
— Niyetim yoktu.
Şeyh Sehl-i Tüsterî'ye de sordular:
— Niyetin nedir? deyince şöyle anlattı:
— Niyet nurdur. Daha sonra da şöyle açıkladı:
— Niyet harflerinden NUN harfi, Allah'ın nurudur; YA harfi Allah'ın elidir, HA harfi Allah'ın hidayetidir.
Ve..niyet, ruhtan gelen bir esintidir.
DERVİŞ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri müridlerine bir gün şöyle sordu:
— Fakir derviş nedir, kimdir, nasıldır?. Müridleri arasında cevap ve-ren olmayınca şöyle dedi:
— Onun içinde savaş vardır; dışında ise sulh..
NÂFİLE İBÂDETLER
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
— Hak yolcusu sâlik, zaman zaman nafile ibadetleri bırakabilir. Bunun sebebi de, tabiî durumunun ona alışmasıdır. Unutturulur ki, Nafile ibadetleri alışkanlık haline getirip onlarla yetinmesin. zîrâ Hak yolcusu sâlik, can yoldaşını Hak bilecek; amelleri değil.. Bunun içindir ki, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa şöyle buyur-muştur:
— "Gözümün nuru namazdır."
Şöyle buyurmadı:
— Gözümün nuru namazladır.
YAŞANMAYAN ANLATILIRSA
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
— Bir mürid, kendisinde bulunmayan bir hali anlatırsa; Allâhü Teâlâ, o hâle ermeyi o müride haram eder.
DELİNİN ŞİİRİ
Delinin biri, Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin huzurunda şu beyti okudu:
Hoşlanır hemen herkes hoş şeylerden ancak;
Büyük oynayan başka şeylerden hoşlanacak..
Bunun üzerine Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
— Biz bu yolda, bu türde sözlerin sahiplerinden yararlandık.
Daha sonra müridlerine bu beyti ezberlemelerini emretti.
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
— Bir kimse sadece kendisini düşünürse, kendisini düşünmemiş olur. Ama başkasını düşünen kendisini düşünmüş olur.
Yine buyurdular ki:
Allâhü Teâlâ, beni dünyayı batırmak için yarattı; halbuki insanlar benden dünyanın yapılmasını istiyorlar.
VELİLERİN HALLERİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
— Allah'ın sevgili kulları velîler, halkın yükünü alırlar; ta ki, insanlar onlardan edeb öğreneler. Bu arada, velî kulların delâleti ile Allâhü Teâlâ'ya yakınlık bulalar.
Velî kullarından her birinin kalbine Allâhü Teâlâ'nın rahmet nazarı vardır; ister o velî kul bilsin, ister bilmesin. Her kim bir velî kul ile karşıla-şırsa, o ilâhî nazarın uğurunu bereketini bulur.
AYNA
— Her şeyin aynası iki yüzlüdür; bizim aynamız ise altı yüzlüdür.
Kırk yıldan beri, aynama bakmaktayım; düşünmekteyim. Onun üze-rinde de çalışmaktayım. Varlık aynam, hiç bozulmadı.
— Bir kimse Allah'ı bilirse, hiç bir şey ona korku vermez.
EDEBİN HAKİKATİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
— Edebin hakikatı, edebi bırakmaktır; yani, samimi olmak, ihlâs sa-hibi olmaktır. Edebe gösteriş karışabilir.
— Ebdal makamına ulaşmak istiyorsan, hallerini değiştirmelisin.
VARLIK
— İbadette varlık aranır, ubudiyette varlık harcanır. Varlık baki kal-dıkça amelden iyi netice alınmaz.
ÂRİFLER
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
— Ârif zatları maruflarına ulaştıran, başkalarından ayrılıp onu bul-dukları yol, üç şey üzerine kurulmuştur; şöyleki:
1) Murakabe..
Bununla devamlı Cenâb-ı Hakkı'ın varlığı gözetilir; yaratılmışlar ise unutulur gider.
2) Müşahede..
Müşahede ile de, gayb âleminden gelen, kalbe giren ilâhi ihsanlar görülür.
Zamanının bir kalıcı durumu olmayınca, o gelen ihsanları bizim gör-memiz mümkün değildir. Her şey değiştiğine göre, o ihsanlar da bizce kalıcı sıfatlar olamazlar. Bizim bildiğimiz ancak açılış, kapanış halleridir. Kapanış durumunda celâl sıfatını, açılış durumundaysa cemal sıfatını kavrarız.
3) Muhasebe..
Muhasebe ise, üzerimizden geçen hemen her saatte ve her anda nefsimizi hesaba çekmemizdir. Bakmalıyız: Acaba ânımız, saatimiz nasıl geçti: Huzurla mı, yoksa dağınık ve perişan mı?. Eksik yanlarımızı anlar anlamaz, hemen işe koyulmamız gerekir.
KÖTÜ DÜŞÜNCELER
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
— Gönülden geçen yaramaz şeyleri atmakta sâlikler değişiktir.Bazıları kötü hatıraları daha gelmeden görür, onları kendisine ulaşmadan savuşturur.Bazıları da, o hatıralar gönlüne girdikten sonra kovar. Ama, gönlünde yer tutup oraya yerleşmeden önce..Bazıları da, o hatıralar geldikten, gönlünde yer ettikten sonra onu atmaya gayret eder. Böyle bir gayretin tam bir faydası olmaz. Meğer ki, sâlik o hatıraların geliş kaynağını bilmiş, bulmuş olsun, nereden ve ne sebeple geldiğini kavrasın.. Böyle bir bilgi de faydadan hali değildir.
Hallerin değişme şeklini, bir halden bir hale geçme durumunu bilmek, gayet zordur.
VUKUF-I ZAMÂNÎ
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri, bu yolda önemli bir mânâ ifade eden, "Vukuf-u zamanî" Cümlesi üzerinde şöyle bir açıklama yaptı:
— Vukuf-u zamanî, cümlesi ile anlatılan manaya dikkat etmek, her sâlikin görevidir. Buna göre, her haline dikkat etmesi gerekir. Gelip geçen her zaman için ne yapması gerekiyorsa onu yapmalıdır. Şükür gerekse şükür etmeli, özür dilemek gerekli ise özür dilemelidir.
Hâsılı: İçinde bulunduğu zamanda ve durumda ne yapmak lazım ise onu yapmalıdır.
ZİKİR TELKİNİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
— Zikir telkini, kâmil ve mükemmil bir zattan gelmeli ki, tesiri olsun ve iyi sonuçlar elde edilsin.. zîrâ ok, sultanın ok kabından atılırsa, koru-ması daha da güçlü olur.
ZİKİR
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
— Hâce-i Azizan Şeyh Ali Ramitenî'nin zikir işinde tuttuğu iki yolu vardı: Biri açık zikir, biri gizli zikirdi. Ben gizli zikir tarafını tercih ettim. zîrâ gizli zikir daha güçlü, daha uygundur.
VUKÛF-U ADEDÎ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri "Vukuf-u adedî"cümlesi üzerine de bir açıklama yaptı:
— Ledünnî ilim mertebelerinin ilki buradan başlar. Hak ehli zatları tam sevmeye kimsenin gücü yetmez; meğerki onları sevecek kimse, nef-sanî sıfatlarından sıyrılıp çıkmış olsun.
VELİLER
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
—Velîler, işini bilen avcılara benzerler. Vahşî hayvanlar onların tu-zaklarına düşer. Sonra onlar, dikkatle, dirayetle işlerler; ehlîleşmiş olarak salarlar.
EDEPLER
Bu yolumuz için üç edep vardır:
1) Allah'a karşı edep..
Bu edebinde Allah yolcusu mürid içten, dıştan kulluğunu tam yap-maya çalışacaktır. Emirleri tutacak, yasaklardan kaçacaktır. Cenâb-ı Hakk'ın zatından başka hiç bir şeyi gönlüne almayacaktır.
2) Resulüllah'a karşı edep:
Onun şanında olacak edep, Al-i İmran suresinin 31. ayetinde buyu-rulan:
— "Deki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun; ki, Allah da sizi sev-sin."
Emir icabı, ona tabi olma makamına girip kaybolmak, her hal ve za-manda ona uymayı vazife bilmek..
Bu arada, şunu kesin olarak bilmek gerekir ki: Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa, Cenâb-ı Hakk ile kulları ara-sında bir vasıtadır; Bu sebeple, onsuz hiç bir yere varılamaz. Hemen her şey, onun emri altındadır.
3) Şeyhlere karşı edep..
Bu edep de, Hakk'ı arayan müridlere düşer. Şeyhlere karşı edepli olmak gerekir. zîrâ onlar Resulüllah'a uyma için bir sebeptir. Bunlar, kendi hallerine göre, Cenâb-ı Hakk'a davetçidirler.
Durum böyle olunca, her müride düşen, onların yanında olmasa da hallerine biat etmek, onlara uymak, himmet eteklerine yapışmaktır.
MÜRŞİD
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
— Mürşid makamında oturan bir zata düşen; şu üç zamanda, kendi-sine teslim olan bir müridin halini bilmektir.
1) Geçmişte durumu nedir?.
2) Gelecekte ne olacaktır?.
3) Şimdi içinde bulunduğu hali nedir?.
Mürşid olan bir zat, bunları bilecek ki: sâliki ona göre terbiye etsin.
Mürid olmak isteyene de düşer ki: Allah'ın sevgili kullarından biri ile buluştuğu zaman, önce ne halde olduğunu bir güzel anlaya.. Sohbet edip çıktıktan sonra da, önceki hali ile, şimdiki halini bir güzel tarta.. Eğer önceki haline göre, eksiği tamamlanmış, eski durumundan artıya geçmiş ise:
— Tam buldun; bırakma..
Emri icabı, o değerli zata uymayı, Allâhü Teâlâ'nın emri bir farz-ı ayn gibi bile..
MÜJDE
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
— Uzaktan, yakından her kim bizi sever, bize bağlanır, bize meyil ederse, kesinlikle onu, her gününde, her gecesinde gözetiriz. Daimî bir yardımla ona şefkat, terbiye gözü kaynağından yardım ederiz. Ancak bir şartımız var: Kendisini kötülüğe karşı koruyacak, yardım yollarını kapamayacak; bu yolları maddî şeylere karşı aşırı alaka kir ve paslarından temizleyecek..
ZİKRİN FAZİLETİ
Bir hadis-i kudside şöyle buyuruldu:
— "Ben, beni zikredenin can yoldaşıyım."
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bunun üze-rine şöyle dedi:
— Burada, mânâ ehli zatların haline işaret edilmektedir; onların Cenâb-ı Hakk ile oldukları hiç unutulmamalıdır.
ÜMMET
Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa, iki hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur;
— "Ümmetim, dalâlet üzerine birleşmez."
— "Ümmetimin Cehennem ateşinden alacağı nasip, İbrahim aley-hisselâmın Nemrud'un ateşinden aldığı nasip kadardır."
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bu hadis-i şeriflerde geçen "Ümmet.." tabirini şöyle yorumladı:
— Bu, Kur'an'a, sünnete uyan ümmettir; zîrâ, ümmet esasta üç gu-ruba ayrılır; şöyleki:
1) Davet ümmeti. Bu guruba kafirler girer.
2) İcabet ümmeti. Bu guruba amelsiz, ibadetsiz kimseler girer.
3) Mütabaat ümmeti.
Bu guruba, Kur'an emirlerini tutanlar, sünnete göre hareket edenler, helâli helâl, haramı haram bilenler girer ki; asıl ümmet bunlardır.
NAMAZ
Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa, bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur:
— "Namaz, müminin miracıdır."
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bu hadis-i şerif üzerine şöyle buyurdular:
— Burada, hakikî namaz derecelerine işaret edilmektedir. Hakîki namaz ise şudur: İlk tekbiri aldığı zaman, namaz kılan kimse, hal olarak Cenâb-ı Hakk'ın en büyük olduğunu anlayacak, onun en büyük olduğu kulda, hal olacak.. Bu arada kalbine huzur, saygı dolacak. Sonunda, Cenâb-ı Hakk'ın zatında müstağrak mertebesine gelecek..İşte, mümine mi-rac olan namaz, bu namazdır.
Bu şekilde namaz kılmak, Resulüllah Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa'nın bir sıfatıdır. (Sallallahü aleyhi ve sellem)
Şöyle anlatıldı:
—Namaz esnasında, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimizin kalbinden öyle sesler çıkarmış ki: Bazı kimseler tarafından Medine-i Münevvere dışından dahi duyulurmuş. Bu ses, kaynayan bir tencerenin fokurdamasını andırırmış..
NAMAZDA HUZUR
Buhâra âlimlerinden biri, Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerine sordu:
— Bir kul, namazda nasıl huzur bulabilir?. Şu cevabı aldı:
— Dört hususa dikkat ederse, namazda tam huzuru bulması müm-kündür:
1)Daima helâl yemek..
2) Namazın dışında dahi Cenâb-ı Hakk'ı hiç unutmamak..
3) Abdest alırken, Cenâb-ı Hakk'ı unutmamak..
4) İlk tekbiri alırken kendisini Cenâb-ı Hakk'ın huzurunda bilmek..
Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa bir hadis-i şerifinde şöyle buyurdu:
— "İnsanların, senden görmek istemedikleri bir işi; insanların olma-dığı yerde de yapma."
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bu hadisi şerifin açıklamasında şöyle buyurdu:
— Bundaki işaret odur ki, Hak yolcusu sâlik, boş sandığı yerleri de dolu bilecek. Açıkta, herkesin gözü önünde ne yapıyorsa kimsenin ol-madığını sandığı gizli yerde de onu yapacak.
GÜNAHIN ZARARI
Bazı rivayetlerde, büyüklerin sözlerinde şöyle anlatılmıştır:
— Allah bir kulu severse, ona günahın zararı dokunmaz.
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bu cümleyi şöyle yorumladı:
— Sevilen bir kul, af dilemesini de bilir. Buna göre, günah işlediği zaman peşinden af dileyip tevbe eder ve ona günahın zararı dokunmaz. zîrâ, tevbe edip pişman olanı Allah bağışlar.
NAMAZ— ORUÇ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
—Namaz, oruç, nefisle mücahede etmek, Allâhü Teâlâ'ya ulaştıran yollardan sayılır. Ancak, bize göre, bu fânî varlıktan geçmek, sahibine ölmeden önce teslim etmek, yolların en yakını olsa gerek.. Eğer o varlıktan bir bakiye kalması icap ediyor ise ibadet için, nefisle, mücahede için harcanmalıdır. Esasına bakılırsa yakınlık, ancak tercihi bırakmak, yapılan işleri görmek sureti ile olur.
MASİVA İLE ALAKA
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin menkıbe-lerini derleyen Şeyh Salâh şöyle anlattı:
— Şah Nakşibend Hazretleri bir gün, şöyle buyurdular:
— Cenâb-ı Hakk'ın zatından başka şeylere karşı (mâsivâya karşı) ilgi duymak, sâlik için büyük bir perdedir.
Daha sonra şu beyti okudu:
En büyük perde masivayla alakadır;
Ondan kurtulmak vuslatın anahtarıdır..
Hakikat ehli zatlar da, Hakîki imanı şöyle tarif ettiler:
— Allâhü Teâlâ'nın zatından başka her ne varsa -ister zarar, ister yarar- hepsini attıktan sonra Cenâb-ı Hakk'a can ü gönülden bağlanmak..
Bir kimse, nefse aykırı hareket ederse; -isterse bu aykırı hareket, az bir şey olsun- onun, büyük bir iş olarak görülmesi gerekir. Böyle bir başarıyı ihsan eylediği için de, Allâhü Teâlâ'ya şükürler etmelidir.
Bir kimse diyecek olursa ki:
— Ben ebdal makamını istiyorum..
Ona şöyle demek gerekir:
— Öyle ise, uygunsuz hallerini değiştir.
Bu değişiklikten murad olan mânâ da nefse aykırı davranmaktır.
GERÇEK MÜRŞİD
— Biz, ilk zamanlar kendimizi aranan, başkalarını da arayan sanırdık. Yanılmışız; şimdi o görüşümüzden dönüyoruz. Gerçek mürşid, Allâhü Teâlâ'dır. O, kimin içinde, bu yola karşı bir istek bulursa bize yolluyor. Bize gelince de, nasibi neyse, bizim yolumuzdan ona kavuşuyor.
HAKK'LA MEŞGULİYET
Şöyle anlatıldı:
— Müridlerinden biri, Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerine selâm verdi; ancak selâmına karşılık alamadı; bu sebeple de içi burkuldu.
Durumu kendisine anlattıkları zaman şöyle dedi:
— Benim namıma ondan özür dileyiniz. O anda bütün varlığımla kendimi Cenâb-ı Hakk'ın kelâmını dinlemeye vermiştim. Cenâb-ı Hakk'ın kelâmı, beni halkın selâmından aldı.
"ÇALIŞAN ALLAH'IN SEVGİLİSİDİR"
Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa bir hadis-i şerifinde şöyle buyurdu;
— "Çalışıp kazanan, Allah'ın sevgilisidir."
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bu hadis-i şerifin yorumunu şöyle yaptı:
— Dünya malını biriktirme için çalışan değil, Allah'ın rızasını ka-zanmak için çalışıp kazanan, Allah'ın sevgilisidir;
TESLİMİYET
Buyurdular ki:
—Bir kimse, özünü Cenâb-ı Hakk'a teslim ettikten, işlerini ona bırak-tıktan sonra kalkar da bir başkasına dayanırsa, şirke düşmüş olur. Böyle bir davranış, belki avam halk için hoş görülür; ancak, havas (şeçme) zatlardan gelen böyle bir davranış bağışlanmaz.
TEVHİD— MA'RİFET
Buyurdular ki:
—Zaman zaman, tevhid sırrına ermek mümkündür; amma ma'rifet sırrına ermek çok zor iştir.
ŞİKÂYET
Buyurdular ki:
— Bir derviş, bir yerine batan dikenden şikâyet ederse, önce şunu öğrenmesi lazımdır: Bu işe, nereden, nasıl uğradı?.
BU YOLA GİRMEK İSTEYEN
Buyurdular ki:
—Bizim yolumuza girmek isteyen, önce arkadaşlarımızla sohbet et-meye başlayacak. Bu sohbetini bir müddet devam ettirmeli ki, bizim sohbetimiz için bir kabiliyet elde edebilsin.
NAKŞİBENDİYYE YOLU
Buyurdular ki:
—Yolumuz, ender bulunan yollardandır. Sağlam halkadır. Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa'nın sünnetlerine tutun-maktan başka bir şey değildir. Ashab-ı Kiramın takib ettiği yolu izlemek-ten başka bir gaye yoktur.
FAZİLET
Buyurdular ki:
— Beni bu yola fazilet kapısından aldılar. Önce de, sonra da bu yolda ben, faziletten başka bir şey görmedim.
SÜNNETE UYMAK
Buyurdular ki:
—Bu yola girip güzel amel işlemek, gönül açıklığı verir. Sünnet-i Seniyye yolunda gitmek ise, amellerin en büyüğüdür.
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin üsteki cümlesi, bir bakıma şu cümlesinin açıklamasıdır:
— Bizim yolumuzdan ayrılan, dinî yönden büyük tehlike içindedir.
BU YOLA NASIL GİRİLİR
Buyurdular ki:
— Kul, sizin yolunuza nasıl girebilir; nereden girebilir?.
Şöyle buyurdular:
— Rusulüllah (s.a.v) Hazret-i Muhammed Mustafa'nın sünnetlerini iz-lemek yolundan .
TEVEKKÜL
Buyurdular ki:
—Tevekkül eden kimseye düşer ki, kendisini, tevekkül eden biri gibi göstermeğe; çalışıp kazanması ile bu halini gizleye..
KUSURSUZ DOST
Buyurdular ki:
—Ayıplı kimselere bakacak olursak, arkadaşsız kalırız. Hiç kimse yoktur ki; beşeriyet sıfatından tam arınmış olsun. Beşer elbette şaşar.
—Biz, bu yolda düşük hallere dayandık kaldık. Allâhü Teâlâ bize, sırf kerem olarak ihsanlar eyledi, üstün kıldı. Aslında izzet, üstünlük, Allah'ındır, Allah'ın Resûlü'nündür.
İFTİRA
Şah Nakşibend Hazretleri duydu ki; arkadaşlarından biri kendisi için "Kibirli" diyor. Bunu duyunca şöyle buyurdu:
— Bizdeki büyüklük, Cenâb-ı Hakk'ın büyüklüğündendir.
Bu sözdeki derinliği anlayan anladı...
BAZI HALLERİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin zühd hali katıksızdı; gani gönüllüydü.
Bütün işlerinde, şüpheli şeylerden kaçınırdı; bilhassa yemesinde, iç-mesinde çok hassas davranırdı. Arpa ve fiğ ekmeğinden başka bir şey yemezdi. Bunların ekimini de kendisi yapardı. Ektiği arpanın, fiğin to-humunu, ekimini, sulamasını araştırır; helâl yoldan gelmelerine dikkat ederdi.
Nice ilim sahipleri, sırf onun helâl ekmeğinden yemeyi uğur saydık-ları için ziyaretine gelir yerlerdi.
Dünyalıktan yana çok az şeye sahipti.
Evine kış günleri eski bir örtü, yaz günleri de hasır sererdi.
Fakirleri ve fakirlik halini severdi. Müridilerini de bu işlere teşvik ederdi.
Bilhassa kendine bağlıları helâl yoldan kazanıp yemeye teşvik ederdi. Buna delil olarak da, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa'nın şu hadis-i şerifini okurdu:
— "İbadet on bölümdür; bunların dokuzu helâl kazançtır. Kalan biri de diğer ibadetlerdir."
Çarşamba günleri müridlerinin dükkanlarına gider kasalarının başına oturur, paraları eline alıp havaya atar, paralardan bir kısmı siyah kuş şekline girer uçar gider diğerleri de kasaya geri dönerdi. Böylece müridlerini haram paradan korumuş olurdu.
Bu arada şöyle derdi:
— Her ne elde ettiysem, helal lokma yemekten elde ettim.
HELAL YEMEK
Fakir dervişlerin yemeklerini kendi eli ile yapardı; onların sofralarını bizzat kendisi hazırlardı.
Onlar gelip de sofraya oturdukları zaman, huzurlarını korumalarını tavsiye ederdi; bu huzur işinin üzerinde çok dururdu.
Sofraya oturanlardan biri, gaflet halinde bir lokma alacak olsa, keşif yolu ile onu uyarır, gafletle bir şey yememesini tenbih ederdi. Bunun için şöyle derdi:
— Yararlı işlerin meydana gelmesi, ancak helâl yemekten gelir. Helâl yemekten gelmesi de, onu huzurla yemeğe bağlıdır. Kula huzur gelmesi, cümle zamanında ayık olması, bilhassa namazda huzurlu bulunması, yediği helâl yemeği, huzurla yemesine bağlıdır.
ÖFKE İLE PİŞİRİLEN YEMEK
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bir gün Gazyut'a gitmişti. Müridlerinden biri, orada kendisine yemek getirdi. O yemeğe baktı, şöyle dedi:
— Bunu yapan kimse, hamurunu yuğurmasından, pişirip bu hale ge-tirinceye kadar hep öfkeli idi; böyle bir yemeği yemek bize yakışmaz. Bu gibi hallerle yapılan yemekte hayır yoktur; bereket yoktur. O yemeğe şeytan yol bulup girmiş, ondan nasıl iyi netice alınabilir!.
MELİK HÜSEYİNİN ZİYAFETİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri Herat'a gelmişti.
Melik Hüseyin orada bir ziyafet vermişti. Bu ziyafete ülkesinin ileri gelenlerini, büyük meşayihini, âlimlerini de davet etmişti. Kendisi de bizzat sofranın başında durdu ve şöyle dedi:
— Buyurun, yiyin. Bu yemek helâldir. Babamdan kalan mirasla hazır-ladım. Kıyamet günü bunun cevabını vermeğe kefilim.
Bunun üzerine hepsi yemeğe başladılar. Ancak Şah Nakşibend Hazretleri yemedi. Şeyh'ul-islam Kutbüddin de oradaydı. Kendisi za-manın ileri gelen âlimi sayılıyordu. Şah Nakşibend Hazretlerinin yemek yemediğini görünce sordu:
— Neden yemiyorsunuz?.
Şah Efendimiz şu cevabı verdi:
— Benim bir hâkimim var. Bu davayı ona arz ettim. Bana şöyle dedi:
— Bu işte, senin için iki yön var. Şöyle ki: Bu yemekten yemezsen, sana soracakları zaman, vereceğin cevap şu olur:
— Sultanın sofrasında bulundum ama, ondan bir şey yemedim. Bu kadarla, kurtulursun. Eğer ondan yiyecek olursan, sana :
— Niçin yedin?.diye sordukları zaman nasıl cevap vereceksin?.
Şeyh'ul-islam bu sözden çok etkilendi; şaşırdı kaldı. Hemen yemekten elini çekti. Sultan'dan kendisini hoş görmesini istedi. Bu defa Sultan ne yapacağını şaşırdı ve şöyle dedi:
— Peki bu kadar yemeği ne yapacağız?.
Şeyhü'l-İslam şöyle dedi:
— Hazret-i Bahaeddin Nakşibend'e soralım; ne derse öyle edelim.
Sordular. Şöyle dedi:
— Eğer bu yemek şüpheli ise, dervişlere verilmesi olmaz. Şayet helâl ise, şüphesiz Herat'ta çok fakir var. Onların bir lokmaya dahi ihtiyaçları var. Onlara verilmesi en uygundur.
Orada bulunanlar, bu cevaba hayran kaldılar.
SULTANIN ZİYARETİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri Serahs'te bulunuyordu. Melik Hüseyin ona bir elçi yolladı. Bir de mektup yazmıştı. O mektupta şöyle diyordu:
— Dervişleri görmeye müştakız; emriniz nedir?.
Bu cümlesi ile şöyle demek istiyordu:
— Biz mi oraya gelelim, siz mi buraya gelirsiniz?.
Şah Nakşibend Hazretlerinin âdetinde, sultanların yanına gitmek yoktu. Ancak baktı ki: Sultan'ın Serahs'e kadar gelmesinde büyük bir zahmet olacak. Kendisi için iyi olsa da, insanlar çok zahmet çekecekler. Bunun üzerine kendisi Herat'a doğru yola çıktı.
Herat'a gidince, Şeyh Abdüllah Ensarî'nin zaviyesinde konaklamaya karar verdi. Orada gördü ki, Sultan, saray erkânı, hizmetçiler, ileri gelenler, âlimler toplanmışlar, kendisini karşılamaya çıkmışlar.
Şah Nakşibend Hazretlerini çok güzel karşıladılar. Sultan onu aldı, kendi sarayına götürdü.
Az dinlenmeden sonra, büyük bir sofra hazırlandı. O sofrada en güzel, en kıymetli yiyecekler vardı.
Orada bulunanlar yemeğe başladılar; fakat Şah Hazretleri elini sür-medi. O sofrada bulunan âlimler şöyle dediler:
— Bu yemekte av eti vardır; av eti ise helâldir. Onda şüphe yoktur; yiyebilirsiniz.
Şöyle dedi:
— Ben, sultanların yemeklerini yemem. Bana inanan bir cemaat var. Bu yemeğin sahibi de o sultanlardan biri.. Şayet bu yemekten yersem, nasıl bir yemekten yediğimi kimse kestirmez. Oradakiler şöyle dediler:
—Sizde, atadan kalma fakr hali var.
Şah Nakşibend Hazretleri şu cevabı verdi:
— Hayır, öyle değil!. Bana ilâhî bir cezbe erişti ki, insanların ve cin-lerin tüm işlerine bedeldir. Onunla bu saadete erdim. Bu sırada Sultan ona bir başka soru sordu:
— Sizin yolunuzda, açık zikir, halvet hali, sema varmı?.
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bu soruya da şöyle cevap verdi:
— Öyle değil. Sultan tekrar sordu:
— Öyle ise sorunuz nasıldır?. Şu cevabı aldı:
— Bizim yolumuz, HÂCE Abdülhalik Gucdüvanî'nin dediği gibidir ki o, "Celvette halvettir"
— Bunun manası nedir?, diye sordukları zaman da şöyle dedi:
— Kulun dışta halk ile, içte ise Cenâb-ı Hakk ile alış verişte olması gerekir.
Daha sonra da şöyle bir beyt okudu:
Uyanık ol, olma sakın gaafil,
Halka karış, yabancı gibi eğil..
Sultan tekrar sordu:
— Böyle bir şey mümkün müdür?. Şu cevabı aldı:
— Elbette mümkündür. Allâhü Teâlâ Kur'an'da Nur suresindeki (4/37) âyetinde şöyle buyuruyor:
— "Onlar, öyle erlerdir ki, kendilerini ne ticaret, ne de alış veriş Allah'ı anmaktan alıkoyar." Sultan tekrar sordu:
— Bazı büyükler şöyle derler:
— Velâyet, nübüvvetten daha faziletlidir. Bu faziletli velâyet, hangi velâyettir?.
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bu soruya da şu cevabı verdi:
— Peygamberin velâyeti, nübüvvetinden daha faziletlidir.
Bundan sonra, Sultan'a veda edip Şeyh Abdüllah Ensarî'nin zaviye-sine döndü.
Orada az durduktan sonra Sultan ona, has adamları ile kaplar içinde çeşitli hediyeler yolladı. Getirenler dediler ki:
— Sultan, bunların kabul edilmesini sizden diliyor.
Onları kabul etmedi. Getirenlere şöyle dedi:
— Allâhü Teâlâ, bana inâyet ettiğinden beri, bu halimle elimin tersini yere baktırmaya hiç kimsenin gücü yetmedi. Durumu sultan'a anlatın. Bu gibi hediyeler göndermeyi içinden geçirmesin.
Gece olunca, Sultan'ın hanımı kölesi ile Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerine hediyeler gönderdi. Bu hediyeler arasında gömlek vardı ve mendil vardı.
Getirenler şöyle dediler:
— Hanımefendimiz bunu kendi eli ile dikti. Sizin niyetinize yaptı. Kabul etmenizi istedi.
Onları da kabul etmedi.
Kabul etmesini istirham ettiler, ısrar ettiler. Fakat hiç bir şeyi kabul etmedi. Bu halinde giydiği suftu, amame idi, guştu. Hiç biri de yeni sa-yılmazdı.
İşte bu haliyle o hem Sultan'ın, hem de Herat halkının sevgisini ka-zandı; onların gönlünde taht kurdu.
MÜSAFİRE İKRAM
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri çoğunlukla oruç tutardı. Ancak, kendisine bir müsafir geldiği zaman; yanında ona ikram edecek bir şey varsa, onunla oturur yerdi. Gizlice müridine de şöyle derdi:
— Ashab-ı kiram, bir yerde buluştukları zaman, bir şey tatmadan oradan ayrılmazlardı. (Radıyallahü anhüm)
Ebul Hasen Harkanî, Usul-ü tarikat Vusul- ü Hakikat kitabında buyurdular:
— Masıyet sayılmayan işlerde din kardeşlerine uyar davranmak fazi-letlidir. Sevab itibarı ile de, nafile oruçtan az sevab işlenmiş olmaz. Kaldı ki: Nafile oruçta esas olan gizli kalmasıdır.
ORUÇLU GENÇ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerine pişmiş bir balık hediyesi geldi. Dervişler de yanında bulunuyorlardı. Aralarında bir âbid, zâhid genç vardı. O gün oruçluydu. Şah Nakşibend Hazretleri o gence şöyle dedi:
— Arkadaşlarına uy, orucunu aç.
O genç, böyle bir emri kabul etmedi; orucunu açmadı. Şah efendimiz ona şöyle dedi:
— Sen bugün orucunu aç, arkadaşlarınla ye. Ben sana, ramazan ayında tutulan bir günlük oruç sevabı bağışlayacağım.
O genç, yine bu emri kabul etmedi; orucunu açmadı. Bu sefer de, Şah Hazretleri şöyle dedi:
— Sen şimdi bu orucu aç, gelen şu balığı kardeşlerinle birlikte ye. Ben sana ramazan günlerinde tutulan oruçlar kadar oruç sevabı bağışlıyayım.
O genç bunu da kabul etmedi, orucunu bozmayacağını söyledi. Bunun üzerine, Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri şöyle dedi:
— Senin gibi biri ile Sultan'ül-Arifin Bayezid-i Bestamî de karşılaştı; Allah ondan razı olsun.
Sonra şu emri verdi:
— Bunu bırakınız; zîrâ bu, Hak'tan da, hakikattan da uzaktır.
Zira o gibi kimseler, Allah'ın veli kullarının emirlerini küçümsemişler-dir. Bundan sonra Allâhü Teâlâ onu, belâdan belâya çarptırdı. Dünyada uğramadığı felâket kalmadı. İçinde bulunduğu ibâdet saadetinden de oldu. Zühdü de eridi; iyi hali de..
BAYEZİD-İ BESTAMÎ VAKASI
Ebu Türab Nahşibî Hazretleri, Bayezid-i Bestamî efendimizin ziyare-tine gelmişti. (Allah ikisinden de razı olsun.)
Hizmetçi ona yemek getirdi. Ebu Türab Nahşebî de o hizmetçiye şöyle dedi:
— Otur da beraber yiyelim. Hizmetçi şöyle dedi:
— Ben oruçluyum, yemem.
Ebu Türab Nahşebî de ona şöyle dedi:
— Sen gel, şimdi benimle yemek ye, orucunu aç; sana bir senelik oruç sevabı var.
O hizmetçi genç yine:
— Oruçluyum, yiyemem, deyince, Ebu Türab Nahşebî şöyle dedi:
— Etme, eyleme, gel benimle yemek ye; orucunu aç; sana iki senelik oruç sevabı var.
Yine de yemek istemeyince, Bayezid-i Bestamî ona şöyle dedi:
— Allah'ın gözünden düşen kimseyi kendi haline bırak.
Kısa bir süre sonra o hizmetçi yoldan çıktı. Halleri değişti, kötüleşti. Sonunda hırsızlık bile etti; sağ eli kesildi.
KENDİSİ HİZMET EDERDİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerini bir dostu ziyarete geldiği zaman, onun hizmetini bizzat kendisi yapardı. Nekadar hizmet edilmesi gerekli ise, o kadar hizmet ederdi. Bilhassa onun bineğine çok iyi bakardı. Mübarek eli ile o hayvana su verir, yem verirdi. Ta ki: Ziyarete gelen dostunun aklı binek hayvanında kalmasın. zîrâ, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa şöyle buyurmuştur:
— "Müminin derdi bineğidir; münafıkın derdi ise midesidir."
Bu arada şöyle derdi:
— Anlatıldığına göre, Hâce-i Azizan, kendisine bir konuk geldiği zaman, ilk işi o konuğun binek hayvanına bakmak, onun ihtiyacını gi-dermek olurdu. Bunun sebebi sorulduğu zaman da, şöyle derdi:
— Bu konuğun bana ulaşmasına, onunla şerefyab olmama bu binek sebeb oldu.
CANA MİNNET
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin evine dervişler geldiği zaman, önce dışarıdan taş toplar getirirdi. Bu taşları, önce mübarek yüzüne sürerdi; sonra temizlik için kullanılmak üzere bir yere koyardı.
Gelen dervişler için de şöyle derdi:
— Bunların gelişi, benim canıma minnettir.
ÇOK YAKIN ALAKA ...
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri, müridlerin-den birini ziyarete gittiği zaman; önce onun âilesini, çocuklarını sorardı. Onlardan herbirinin haline uygun bir şekilde latife eder şakalaşırdı.
Bu arada onun yakınlarından, binek hayvanından, hatta tavuklarından bile sorardı. Hemen her birine karşı, durumlarına uygun şekilde şefkat gösterirdi.
Bu yaptıklarının sebebini de şöyle anlatırdı:
— Bayezid-i Bestamî de, istiğrak halinden kurtulduktan sonra böyle yapardı. (Allah ondan razı olsun)
HEDİYE KABUL EDERDİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri şartına uygun olarak bir hediye verildiği zaman kabul ederdi. Kabul ettiği hediyenin karşılığını da bolca ve kat kat verirdi.
Onun bu hali, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimizin güzel sünnetlerinden aldığı bir numûne idi.
KERAMETLERİNDEN
Kendisi anlatıyor:
— Muhammed Zahid'le birlikte çöle çıktık. Yanımızda taş kırmaya yarayan âlet vardı; onunla meşgul oluyorduk. Bize bir hal geldi, o âleti de atmamız gerekti, attık.
Bundan sonra manadan, marifetten söz etmeye başladık. Sonunda söz bizi ubudiyet manasına çekip getirdi. Bana sordu:
— Bu kulluğun sonu nereye varır?.
Dedim ki:
— İbadet eden biri, bir kimseye "Öl!" diyecek olursa, o kimse derhal ölür. İşte, İbadet insanı bu hale getirir.
Bundan sonra bana bir hal geldi; Muhammed Zahid'e:
— Öl, dedim; o da derhal düşüp öldü. Kuşluk vaktinden, günün or-taya gelmesine kadar ölü olarak kaldı. Vakit de sıcaktı. Sıcaktan bunal-dım, ne yapacağımı da şaşırdım.
Bundan sonra onu bir gölgeye çektim; yanında oturdum. Tam bir şaşkınlık içindeydim. Bir ara yanına iyice yaklaştım, baktım ki, sıcaktan kokmaya başlamış.. Kendi kendime:
— İşte şimdi olan oldu, dedim..
Ben, anlatılan hal içinde iken, bana şöyle bir ses geldi;:
— Ya Muhammed, şaşırma; ona,"diril" dersen dirilir.
Hemen onun yanına gittim; üç kere, ona:
— Diril, dedim. Yavaş yavaş canlanmaya başladı. Ben de öyle bakıp duruyordum. Sonunda ilk halini aldı.
Sonra Seyyid Emir Kilâl'e gittim; durumu anlattım. Bana şöyle dedi:
— Oğlum, niçin ona, "diril"demedin?.
Dedimki:
— Ancak, bana bu yolda bir ilham geldikten sonra dedim; o zaman dirildi.
BEYT
Gitti Şâh Nakşibend ol hâce-i dünya ve din,
Ol ki, şâh-ı rah dîn-ü devlet milleti.
Oldu çün me'va ve menzil O'na Kasr-ı Arifân,
Bu sebepten Kasr-ı Arifân oldu sal-i rıhleti.
Hâce Hazretlerinin müridlerinden biri hikâye etmiştir ki, Hazret-i pîr irtihal buyurduklarında ben Kîş şehrinde idim. İrtihal haberlerini işittiğim zaman çok üzüldüm. Ve kendi kendime yine medreseye devam etmeye karar verdim. O gece Hâce Hazretlerini rü'yada gördüm.
Buyurdular ki:
—"Zeyd bin Hâris dinin tek ve dâim olduğunu söyledi." Bu işaret üzerine anladım ki, onlar hayatlarında da ve mematlarında da sâlikleri, Kur'an'a, sünnete ve eshab-ı kiramın yoluna sevkedip Hakk'ı irşad ederler. (Radıyallahü anh)
BEYAZ BUZAĞI...
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin kıymetli valideleri anlatıyorlar:
Oğlum Bahâüddin dört yaşında iken, evimizde hamile bulunan bir ineğe işaretle şöyle dedi:
—"Bu inek beyaz bir buzağı doğuracaktır. Hakikaten öyle vaki oldu.
YAKIN GEL...
Mevlâna Muhammed Hirevî Bağdad'dan, Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin ziyareti için Buhâra'ya gelip sohbetlerine dahil olarak O'nun müridlerinden oldu. Bir müddet sonra Hâce Hazretlerinden himmet taleb etti. Hâce Hazretleri:
—"Himmetin vakti var." buyurdular. Bir müddet sonra Mevlâna diğer müridlerle beraber hâce Hazretlerinin yüksek meclisinde iken, Hazret-i Hâce Mevlâna'ya hitaben:
— Bana yakın gel himmetin vakti geldi, buyurdu. Mevlâna hemen kalkıp Hâce Hazretlerinin yanına gitti. Cenâb-ı Hâce onu önüne oturttu ve buyurdu:
—Vakıf ol ki, nasibine nail olasın.
Sonra şehadet parmağı ile Mevlâna'nın dizine dokundu. O vakit mevlâna'ya bir hayret gelip kendinden geçti. Sonra Hâce Hazretleri onu eski haline döndürdü ve:
—Haberdar ol ki, vakit geçiyor, diyerek parmağını Mevlâna'nın dizine tekrar dokundurdu. Yine Mevlâna'ya gaybet gelip bî-hûş olarak yere yuvarlandı. Hâce Hazretleri onu tekrar eski haline döndürdü ve:
— Vakıf ol fırsat az kaldı, dedi. O zaman Mevlâna feryada başlaya-rak üstündeki elbiselerini yırttı. Ve Hazret-i Hâce Mevlâna'ya buyurdular ki:
—Bu vakit Bağ-ı zâgân vakti değildir. O sözden Mevlâna gayet üzüldü. Yine Hazreti Mevlâna'yı eski haline döndürerek hakîkata ulaş-tırdılar.
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin huzurunda bulunan diğer dervişler; Mevlâna'dan sordular ki: Hâce Hazretlerinin "Bu vakit bâğ-ı zâgân vakti değildir" sözünden maksat ve bunun manası nedir? Mevlâna:
—Bâğ-ı zâgân herat'ta bir yerin ismidir. Bir dost ile bir gün orada sohbet ederken o dost bana dedi ki; Bir gün ola sen bir sahib-i himmetin sohbetine dahil olasın o gün halin gayet hoş olur, beni unutma. İşte o zaman Hâce Hazretleri beni o hale eriştirdi. O dostumun bâğ-ı zâgân'daki sözü hatırıma geldi. İşte Hâce Hazretlerinin bâğ-ı zâgân vakti değildir sözü ona işarettir. Benim o haldeki üzüntüm ise, Hâce Hazretlerinin hatırımdan geçen şeylere vakıf olmasındandı. Ben bu kadar gezip dolaştım, bir çok keşif ve keramet sahibi ile müşerref oldum, lâkin Hâce Hazretleri gibi esrar-ı kulûba muttali olan kimseye tesadüf etmedim. Öyle sanıyorum ki, bu zamanda onun gibi tasarruf sahibi ve keşif ehli kimse yoktur.
"UNUTMAK DOSTLUĞUN ŞANINDAN DEĞİLDİR."
Büyük âlimlerden bir zat şöyle demişti: Gençliğimde Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerini çok severdim. Onların himmetiyle bende acaip haller zuhur etti. Bana:
— Beni hiç hatırından çıkarma, diye vasiyet etmişti. Ben de O'nu daima hatırımda tasavvur edip râbıta ederdim. Babam o zaman Mekke'ye gitti ve beni de götürdü. Yolda Herat'a uğradık. Şehri temaşa ederken, Hâce Hazretlerinin Râbıtalarından bana gaflet gelip bendeki o eski haller gitti. Sonra İsfahan'a gittim. Orada kâmil bir şeyh vardı. Bütün İsfahan ehli ondan himmet ve dua talep ederdi. O zat-ı şeriften çok kerâmetler zuhur etmişti. Babam beni alıp o zâtın huzuruna götürdü. Benim için onlardan himmet talep eyledi. Lakin ben Hâce Hazretlerinden çok korkduğumdan o zatın huzurundan dışarıya çıktım. Ondan sonra gidip Beytullâh'ı ziyaret ettik. Dönüşümüzde Hâce Hazretlerinin ziyaretleriyle müşerref olduğumuz zaman, O'nu unuttuğumdan dolayı çok korkuyordum. Benim korktuğumu keşif buyurarak:
— Korkma biz kusuru affederiz. Sen benim oğlumsun. Benim oğulla-rıma sahip çıkıp tasarruf etmek kimin haddine? dedi.
Daha sonra, bana latife yaparak:
—Herat'a gittiğin zaman beni niçin unuttun? buyurdular. Ve şu mısraı okudular:
"Unutmak dostluğun şanından değildir."
"O GÜNAHI BEN ETTİM"
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin dervişanından birisi anlatıyor:
—Bir gün Nesef isimli yerde birisi ile kavga ettim. O da benden çok incindi. Bir müddet sonra Buhâra'ya gidip Hâce Hazretlerini ziyaret ettim, bana hiç iltifat etmediler. Çok kimseler vasıtası ile onlara şefaat ettirdim, bir faide vermedi. Lâkin çok yalvardım, buyurdular ki:
— Ben Nesef'e gidip incittiğin kimseden özür dilemedikçe, bizim sohbetimize seni koymayız. Ondan sonra üzülürek Nesef'e döndüm ve Hâce Hazretlerinin teşrif buyurmasını bekledim. Bir gün Hâce Hazretleri Nesef'i teşrif edip evime geldiler ve hiç oturmadılar. O kavga ettiğim kimsenin evine gittiler. Mübarek yüzünü onun eşiğine koyarak özür dilediler ve buyurdular ki:
— O günahı ben ettim, derviş etmedi. Affeyle.
O kimse Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerini böyle görünce kendinden geçti. Sonra kendine gelip çok ağladı. Benim kusurumu affettikten başka, kendisi özür dilemeye başladı ve Hâce Hazretlerinin ayaklarına kapandı. Daha sonra tevbe ederek inabe aldı ihvanımızdan oldu ve Hâce Hazretlerinin dervişleri arasına katıldı. Hâce Hazretlerinin bu güzel ahlâkını duyanlar O'na muhabbet edip saadete erdiler.
KABİRLE KONUŞMA
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri Tûs şehrini teşrifle orada bir kaç gün kaldılar. Bir gün dervişler ve sâir ahbabiyle Mâşuk Tûsî'nin kabrini ziyarete gittiler. Kabre yaklaştıkları zaman:
— Esselâmü Aleyke ya Mâşuk-ı Tûsî! nasılsın, iyimisin? diye nida ettiler. Kabirden:
— Ve aleykesselâm, iyiyim, rahatım, cevabı geldi. Hâce Hazretleriyle gidenlerin hepsi bunu işittiler. O cemaat içinden birisi Hâce Hazretlerini inkâr ederdi. Fakat bu kerameti müşahede edince, inkârına tevbe etti. O'na inananlardan ve sevenlerden oldu.
ELMALAR
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerine müridlerinden birisi bir miktar elma hediye getirdi. Hazreti Hâce de o elmaları hazır bulunanlara taksim ettiler. Ve buyurdular ki:
— Bir saate kadar kimse hissesine düşeni yemesin. zîrâ bu elmalar şimdi tesbih ediyorlar.
Hâce Hazretleri bu haberi verdiklerinde, hazır bulunanlar o elmaların tesbihlerini işittiler.
DAĞDAN BİR SET
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin müridlerinden Emir Hüseyin hi-kaye etmiştir:
— Hâce Nakşıbend Hazretleri bir gece, yarın filan dostumun ziya-retine gitmem gerek. İnşaallah onbeş güne kadar gelirim, demiş. Sabah olunca dervişleriyle beraberce yola revan olup gitmişlerdi. O gün Hâce Hazretlerinin ayrılığına sabredip dayanamadım. Derhal O'na kavuşmak arzum galebe geldi. Tekkede benimle bir dervişten başka kimse kalma-mıştı. Akşam olduğu zaman o dervişe dedim ki,
— Belki de Hâce Hazretleri benim bu tahammülsüzlüğümü keşf ve şefkat edip geri döner gelir. Nitekim ertesi sabah bir de baktım ki, Hâce Hazretleri dönüp geldiler. Ve bana heybetle bakarak:
— Ben sana demedim mi ki, onbeş gün sonra gelirim. Sen ise önüme dağdan bir sed çektin, o dağı ben nasıl geçip gideyim?. Sonra mübarek yüzlerini o dervişe çevirip,
— Emir Hüseyin sana demedim mi ki, korkarım Hâce Hazretleri yoldan geri döner gelir. O da evet efendim diye cevap verdi. Hâce Hazretleri dahi buyurdular ki:
— İşte o teveccüh ve iştiyakladır ki, önümüze sed çekti. Bunun üze-rine Hâce Hazretlerinin celâlini müşahede edip kalbime büyük bir korku girdi. Ayaklarına kapandım ve "af buyurunuz" efendim dedim. Onlar da bana acıyarak affetti ve dedi ki:
— Söyle bakalım bu sevgi senden mi yoksa bizden mi? diye sordu. Ben de:
— Aman Efendim sizin bizim gibi acizleri sevmeye ihtiyacınız yoktur. Bu muhabbet biz aciz kulun tarafından olsa gerektir.
Bunun üzerine buyurdular ki:
—Bir an bekle ve gör bakalım, dedi. Bir de baktım ki kalbimde Hazreti Üstaza karşı kalbimde muhabbetten eser kalmamış. Hemen ayaklarına kapanarak af diledim. Bunun üzerine buyurdular ki:
— Eğer maksûdun benden ayrılmamak ise beni kendinle beraber zannet. Zîrâ ben senden ayrı değilim, şimdiden sonra sakın beni ken-dinden ayrı bilme.
BİR HAMUR Kİ
Yine Emir Hüseyin hikâye etmiştir: Bir gün Hâce Hazretleri beni bir hizmet ile Kasr-ı Arifân'dan Buhâra'ya göndererek buyurdular ki:
— Bu gece Buhâra'da yat, sabahleyin dön. Ben de derhal yola revan oldum. Yolda giderken nefsimle münakaşa edip, hoş olmayan kelimeler söyledim ve dedim ki, "ey nefs! bir gün gelip de ıslah olur musun? işte o zaman senin şerrinden kurtulurum." Ben nefsimi bu şekilde azarlarken, karşıma nuranî bir zat çıktı ve bana şöyle hitab etti:
— Sen bu yolda ne mihnet ve meşakkat çektin ki, nefsini böyle paylı-yorsun. Bu yoldan geçen meşayıh, öyle mihnet ve meşakkat çekmişlerdir ki, sen onun bir zerresine bile dayanamazsın.
Ondan sonra o zat bana dünyadan giden meşayıhı ve çektikleri zahmetleri birer birer ve isimleriyle beraber anlattı. Ben de özür dileyerek kusurumu itiraf ettim. Daha sonra o zat heybesinden bir miktar hamur çıkarıp bana verdi. Bu hamuru Buhâra'da pişirip ye dedi. Ben de hamuru alıp yoluma devam ettim. Buhâra'ya vardığım zaman hamuru pişirmek üzere fırıncıya verdim. Fırıncı hamuru görünce hayret ederek;
— Ben şimdiye kadar böyle bir hamur görmedim, bunu sana kim verdi, sen kimsin? dedi. Ben de dedim ki;
— Hâce Muhammed Bahâü'd-dîn-i Nakşibend Hazretlerinin mürid-lerindenim. Bunun üzerine o fırıncı ta'zim ve hürmetle hamuru pişirdi, bana verdi. Ben de o ekmekten bir parça ona verdim. Sonra Hâce Hazretlerinin emir buyurmuş oldukları işi görüp Buhâra'da Gül'âbâd mahallesi mescidinde akşam ve yatsı namazlarını kıldım. Namazdan sonra kıbleye müteveccihen oturdum. O zaman nefsim elma arzu etti. Gördüm ki, mescidin penceresinden bir kaç elma attılar. Elmaları alıp o ekmek ile yedim. Gece yarısına kadar o mescidde kaldıktan sonra yola çıktım ve sabahleyin Kasr-ı Arifân'a eriştim. Sabah namazında Hâce Hazretlerinin huzur-u saadetlerine gittim. Buyurdular ki;
— Sana yolda rastlayan ve hamuru veren kimdi; bildin mi? Ben de bilemediğimi söyleyince buyurdular:
—O, Hazret-i Hızır Aleyhisselâm idi. Daha sonra elma kıssasını haber verdiler ve buyurdular ki,
— Ne saadet o fırıncıya ki, o hamuru pişirdi ve ondan yemek dahi nasib oldu. Daha sonra o fırıncı dahi Hâce Hazretlerinin bağlılarından oldu.
YÜKSEK HALLERİNDEN...
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin huzur-u âlîlerine yine bir kimse gelip selâm verdi. Cenâb-ı Hâce selâmı aldılar ve ne için geldiklerini sorduklarında, ruhaniyet-i âlîlerini istemeye geldiğini söyledi. HÂCE Hâzretleri hazır bulunan dervişlere hitaben:
— Ne dersiniz, vereyim mi? buyurdular. Dervişler de:
— Efendimizin lütuf ve keremlerine nihayet yoktur; siz bilirsiniz, de-diler. Hazret-i Hâce o kimseye bir nazar etti. O nazarla o kimsede öyle bir acîb hal zâhir oldu ki, her kim onu görse ona âşık olup gönül verirdi.
ÂHÛLAR
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin müridlerinden Mevlâna Necmeddin anlatıyor:
— Bir gün Hâce Hazretleriyle Buhâra yakınlarında bir sahrada gi-derken iki âhunun gezdiğini gördük. Hâce Hazretleri bana hitaben buyurdular:
— Hak Teâlâ'nın kulları yanına bu ahular gibi vahşî hayvanlar gelir. Sen de dile ki, bunlar senin yanına gelsinler. Ben ise şu karşılığı verdim.
— Benim ne haddime ki, sizin huzurunuzda böyle bir keramet dile-ğinde bulunayım. Tekrar buyurdular ki,
—Sen, onlara doğru git onlar sana gelirler. Ben de ileriye doğru bir iki adım attım. Ahular da koşarak yanıma geldiler. Hâce Hazretleri:
— Hangisini istersen tut, dedi. Ben birisini tutayım derken, diğeri beni tut gibilerinden yanıma geldi. Tutmak isterken kaçtı, ötekisi geldi. Ben hayretler içinde kalarak, bir türlü hiç birini tutamadım. Bunun üzerine Hâce Hazretleri bir âhunun sırtına mübarek elini koyarak:
— Sana Hâcet kalmadı ben tuttum, dedi. Daha sonra her iki ahuyu da yerlerine bırakarak yolumuza devam ettik. Onlar da arkamızdan baka kaldılar.
BOSTANINI SULA
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin müridlerinden biri şöyle anlatır: Kasr-ı Arifan'da bir bostan ektim. Fakat sular kesildiğinden bostanı sula-yamadım. Hâce Hazretleri o günlerde bostanıma geldi ve buyurdu ki;
— Bostanı sulama vakti geldi.
Ben de:
— Evet efendim sulama vakti geldi, fakat sular kesildi, dedim. Hâce Hazretleri buyurdular:
— Cenab-ı Hak sana su vermeye kaadirdir, hemen su yollarını aç. Ben de acele ile su yollarını açtım ve o gece sabah oluncaya kadar bekledim. Sabah vakti su geldi, Bostanımı suladım. Hatta bir miktar soğan ve sarımsak vardı, onları dahi suladım. Daha sonra su kesildi. Acaba dağlara yağmur mu yağdı diye düşündüm. Gidip ırmağa baktım, fakat sudan eser görmedim. Acaba bu su nereden geldi de ben bostanımı suladım diye hayretler içinde kaldım. Sonra Hâce Hazretlerinin ziyaretine gittim. Bana buyurdular ki;
— Bostanını suladın mı?
— Evet suladım dedim.
—Peki su kesilince ne yaptın? dedi.
—Irmağa gittim. Baktım ki, sudan eser yoktu. Bu suyun nereden gel-diğine taaccüb ettim. Bunun üzerine Hâce Hazretleri:
—Bu bir sırdır, sen bu sırrı gördün, ağzını tut, buyurdular.
UNUN SIRRI
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin dervişlerinden bir derviş hikâye etti: Bir gün Hâce Hazretleri ben fakirin evine teşrif ettiler. Çok sevindim. Gidip pazardan bir yük un aldım. O unu Hâce Hazretleri gördüğü zaman:
—Bu unu ailen ve çocuklarınla pişirip yeyin ve onun sırrını kimseye bildirme, buyurdu. Hâce Hazretleri o zaman evimde iki ay kadar müsafir kaldılar. Yanında bir çok da müridleri vardı. Evde çoluk çocuğumdan başka ahbaplarım da vardı. Hem o undan yedik. Hatta bütün müsafirler gittikten sonra uzun bir müddet daha o undan yedik. Un yine eskisi gibi duruyordu, hiç eksilmedi. Sonra Hâce Hazretlerinin mübarek sözlerini unutarak o sırrı aile efradıma söyledim. Bunun üzerine o undan bereket kesildi ve un tükendi.
"MEVLANA ARİFİ ÖZLEDİM"
Seyyid Emir Kilâl Hazretlerinin oğlu Emir Burhaneddin (k.s.), hikâye buyurur:
— Bir gün Buhâra'da, Hâce Hazretleri hanemizi teşrif buyurdular. Sohbet esnasında kendilerinin çok neşeli olmasından istifade ederek:
— Efendim Mevlâna Arif'i çok özledim, O'na teveccüh buyurunuz da Nesef'ten gelsin görüşelim, ricasında bulundum. Hâce Hazretleri de evimin damına çıkarak üç defa:
— Mevlâna Arif! diye nida ettiler. Ve buyurdular ki,
— Mevlâna Arif çağırdığımı duydu; kalkıp geliyor.
Bir gün sonra Mevlâna Arif, Nesef'ten Buhâra'ya teşrif ettiler ve doğruca benim evime geldiler. Ben olanları O'na anlattım, O'da:
— Dün falan saatte eshabımla meclisde sohbet ederken, Hâce Hazretlerinin davet sesi kulağıma geldi. Acele olarak kalkıp geldim, bu-yurdu.
TANDIRIN ATEŞİ
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin müridlerinden İshak ismindeki zatın evine buyurdular. Orada hazır bulunan dervişler yemek pişirmek üzere tandıra fazla miktarda odun koymuşlardı. Her biri başka bir işle meşgul oldukları bir sırada tandırın ateşi çok fazlalaştı ve dışarıya çıkmaya başladı. Bunun üzerine Hâce Hazretleri mübarek ellerini tandırın içine soktu ve Bi-inayet-i Teâlâ tandırın ateşi sakinleşti. Mübarek ellerini tandırdan çıkardıkları zaman Hakk'ın inayeti ile ne elbiselerine ve ne de bir tüylerine bir şey olmuştu.
KES DE YİYELİM
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin müridlerinden Derviş Muhammed Zâhid hikâye eder:
—İlk talebelik zamanımda Hâce Hazretleriyle bir gün sahrada gi-derken canım karpuz istedi. Bahar mevsimi idi. Hâce Hazretlerinden bir karpuz niyaz ettim. O sahrada bir çay akıyordu. Hâce Hazretleri bana:
— Muhammed, çay kenarına git, buyurdular. Ben de hemen gittim ve bir de gördüm ki, "Baba Şeyh" denilen bir cins büyük ve sulu bir karpuz su üzerinden gelip bir kenara durdu. Onu aldım ve Hâce Hazretlerine götürdüm. Henüz bostandan yeni koparılmıştı. Hâce Hazretleri buyurdular:
— Kes de onu yiyelim.
O kerametini de gördükten sonra Hâce Hazretlerinin büyük bir ta-sarruf ehli olduğunu yakînen anladım ve çok feyze nail oldum.
ÇOCUK KOKUSU
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin dervişlerinden birisi hikâye eder: Bir gün HÂCE Hazretlerinin tatlı ve feyizli sohbetlerinin cezbesi içimde peydah oldu. Bunun üzerine Taşkent 'ten Buhâra'ya gittim. Giderken ailem bana bir mikdar akçe vererek, "Bunları Hâce Hazretlerine ver" dedi. Ben niçin gönderdiğini sordumsa da bir şey söylemedi. Hâce Hazretlerinin huzurlarına vardığım zaman o akçeleri önlerine koydum. Hâce Hazretleri o akçeleri görünce tebessüm buyurdular ve:
—Bu akçelerden bir çocuk kokusu geliyor, dediler. Ümit ederim ki, Hak Sübhanehu ve Teâlâ sana bir çocuk ihsan buyuracak. Hakikaten Cenâb-ı Hak Hâce Hazretlerinin bereket ve himmetleriyle bana bir çocuk ihsan etti.
KERAMETLERİNDEN...
Şeyh Alâeddin Attar Hazretleri anlattı:
— Maveraünnehir meliki Sultan Abdullah Kazgan Buhâra'ya geldiği zaman; Buhâra çevresinde ava çıkmaya niyetlendi. Bazı kimseleri de kendisi ile ava çıkmaya zorladı.
Şah Nakşibend Hazretleri de, o sırada Buhâra köylerinden bir köy-deydi. O köyün halkı da Sultan ile ava çıktı. Avlanmaya başladılar. Onlar av işi ile meşgulken, Şah Efendimiz yüksekçe bir yere çıkmış, elbisesinin söküklerini yamıyordu. Bulunduğu yer ava çıkanlara da pek uzak değildi.
Bu sırada aklına şöyle geldi:
— Velî kulların Allah katında üstünlükleri vardır; bu sebeple de nice sultanlar gelip onların eşiklerine başlarını koyarlar.
Bu işi, akıldan geçirir geçirmez, hemen kendisine doğru bir atlının geldiğini gördü. Sultanlar gibi de süslenmişti.
Yanına yalaştığı zaman atından indi, tam bir saygı ile, edeple geldi, Şah Nakşibend Hazretlerine selâm verdi. Güneşin altında, bir saat kadar hiç ses etmeden öyle durdu.
Sonra Şah Nakşibend Hazretleri başını kaldırdı, o gelene sordu:
— Neyle meşguldün?.
O da şöyle anlattı:
— Ben, av işi ile meşguldüm; şimdi beni burada buldunuz. Elimde olmadan, bu tarafa doğru çekildim. Bu tarafa gelince de sizi gördüm. Gönlüm, sizin tarafınıza meyletti.
Bundan sonra önünde eğilmeye, tevazu göstermeye, kendisinden yardım istemeye başladı. Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri de ona şöyle dedi:
— Beni bırak git. Ben fakir bir dervişim. Bu köyde oturuyorum. Abdullah Kazgan insanları ava çıkardı. Ben de onlarla birlikte ava geldim. Av işini yapamayınca, geldim buraya oturdum.
Bu sefer de o gelen şöyle dedi:
— Ama efendimiz, siz beni avladınız.
Bundan sonra Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri kalktı, elbisesini giydi, çöle doğru yollandı. O kimse de, peşine takıldı. Öyleki: Gittikce gidiyor; durdukca da duruyordu. Hem de tam bir gönüllü olarak..
Sonunda Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri ona bir heybetli bakış baktı; o kimse olduğu yere çakılıp kaldı; bir daha da onun peşine düşme gücünü kendinde bulamadı.
O SAĞDIR...
Müridlerinden biri anlattı:
— Merv beldesinde, Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin hizmetinde bulunuyordum. İçimden gidip âilemi görmek geldi. Ailem de Buhâra'daydı. Kardeşim Şemseddin de ölmüştü. Şah Efendimizden de bir türlü izin alma cesaretini kendimde bulamıyordum.
O zaman, Emir Hüseyin de onun yanındaydı. Benim namıma izin is-temesini ondan rica ettim.
Cuma namazına çıkmıştı. Mescidden döndüğü zaman, Emir, karde-şimin ölümünü ona anlattı. Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri onun verdiği bu habere :
— Bu nasıl haber; o sağdır, yaşıyor!. Şimdi onun kokusunu alıyorum. Hatta onun kokusunu yakından almaktayım, dedi.
Daha bu sözü tamam olmamıştı ki: Kardeşim Buhara'dan geldi. Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerine selâm verdi.
Bunun üzerine, Şah Efendimiz şöyle dedi:
— Ey Emir Hüseyin, işte Şemseddin!.
Bunu görenlere ve orada bulunanlara çok büyük bir manevî hal geldi.
MEVLANA ARİF
Şeyh Alâeddin Attar Hazretleri anlatıyor:
— Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri Buhâra'daydı. Mevlâna Arif ise, onun yakın sevdilerinden biri idi ve Harzem'de bulunuyordu.
Bir gün, müridleri arasında iken, onu görür gibi konuşmaya başladı; söz sırasında şöyle dedi:
— Şimdi Mevlâna Arif Harzem'den çıktı; Saray'a doğru gidiyor. Saray yolundan falan yere kadar geldi.
Bir an durduktan sonra şöyle dedi:
— Mevlâna Arif'in gönlüne Saray'a gitmemek geldi; işte şimdi yine Harzem'e döndü.
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin müridleri, bugünün tarihini, saatini kaydettiler. Mevlâna Arif, Harzem'den Buhâra'ya geldiği zaman, Şah Nakşibend Hazretlerinin haberini ona anlattılar ve durumu sordular. Mevlâna Arif onlara şöyle dedi:
— Bunlar aynen oldu.
TİRMİZİ VE HIZIR ALEYHİSSELAM
Mevlâna Şeyh Abdullah Hoçendî anlattı:
— Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin soh-betine gitmemin sebebi şöyle olmuştu:
Senelerce önce, içime bir ateş düşmüş gibiydi. O sıralarda ben Hoçend'de bulunuyordum. Kararsız bir halde ve yerimde duramaz oldum. Bu yola girme susuzluğu ile yandım tutuştum.
Bunun üzerine Hoçend'den çıkıp, Tirmiz'e geldim. Gelir gelmez de, Büyük Arif Tirmizî'nin kabrini ziyarete gittim. Çok perişan bir durum-daydım.
Daha sonra, Ceyhun ırmağının kenarındaki mescide gidip orada yattım. Orada şöyle bir rüya gördüm: İki tane heybetli Şeyh. Onların biri bana şöyle dedi:
— Bizi tanıdın mı?. Ben, Muhammed b. Ali Tirmizi'yim. Bu da Hızır aleyhisselâmdır. Kendini yorma, sıkılma. Arzu ettiğin şeyin zamanı geldi. Ancak aradığını, on iki sene sonra Buhâra'da Şeyh Bahâeddin'in elinde bulacaksın. O, zamanın kutbudur.
Bundan sonra ayıldım. İçimdeki ıstırap dindi. Ben de Hoçend'e dön-düm.
Aradan geçen bir hayli zamandan sonra, çarşıya çıkmıştım. İki tane Türk gördüm. Mescide girdiler. Bir yere oturdular, konuşmaya başladılar.
Onların konuşmalarına kulak verip, dinledim. Tarikat halleri üzerine konuşuyorlardı. İster istemez, kalbim onlara meyletti. Derhal oradan çıkıp, onlara yemek getirdim. Onlardan biri şöyle dedi:
— Bu, şu kimseye benziyor ki: Sultanımızın oğlu Şeyh İshak'ın mü-ridi olmaya lâyıktır.
Onun böyle demesini duyunca, onlardan, sözünü ettikleri Şeyh'in halini, ahvalini bana anlatmalarını istedim. Şöyle dediler:
— O, Hoçend'in falan nahiyesindedir.
Hemen oraya gittim. Bana karşı, tam bir lütufla muamele etti. Onun bir de oğlu vardı ki, yüzünden temizliği, ihlası okunuyordu.
Bir gün, o oğluna babası şöyle dedi:
— Yavrucuğum, o, Şeyh Bahaeddin'in evlâdı arasındadır; benim onun üzerinde hükmüm geçerli değil.
Bunun üzerine, yine Hoçend'e döndüm. Verilen işarete göre, zamanın gelmesini beklemeye başladım.
Aradan az bir süre geçmişti ki, kalbimde, beni Buhâra tarafına çeken bir hal buldum. Artık, bir an bile durma gücünü kendimde bulamıyordum. Hemen yola koyuldum.
Buhâra'ya gider gitmez de, Şeyh Bahaüddin Nakşibend Efendimizin huzuruna gittim. Mübarek yüzünü görür görmez bana şöyle dedi:
— Artık rahat edebilirsin ey Abdüllah Hoçendî.. On iki senenin dolmasına üç gün kaldı.
Bunun üzerine, beni bir başka hal tuttu. Ona karşı sevgi şafağım arttı. Kalbimin ufkunu aydınlık sardı. Bu sözden, orada bulunanlar anlamadılar. Bunun için bana sordular:
— Ne demek istedi?.
Onlara durumu anlattığım zaman, bir kat daha sevindiler, yüzleri parladı.
Bundan sonra Hazreti Üstaz tam bir inayetle bana yöneldi, himmet kucağını açtı. Kendisinin bir çocuğu olmamı kabul etti; Allah ondan razı olsun.
ÖĞLE VAKTİ
Alâeddin Attar Hazretleri anlattı:
— Bulutlu bir günde, Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin yanındaydım. Bana sordu:
— Öğlen vakti geldi.
Dedimki:
— Henüz gelmedi.
Bunun üzerine bana :
— Başını kaldırıp bak, dedi.
Başımı kaldırıp göğe baktığım zaman, arada hiç bir perde görmedim. Melekler öğlen namazını kılıyorlardı.
Bundan sonra tekrar sordu:
— Ne diyorsun, öğlen vati gelmiş mi?.
Utandım, önceki sözümden ötürü bağışlanmamı diledim. Özümde de büyük bir ağırlık duydum.
YÜKSEK HALLERİNDEN...
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin müridle-rinden biri anlattı:
— Şah Nakşibend Hazretleri beni bir iş için bir yere yolladı. Dönüp geldiğim zaman, müridleri, şimdi Şah Hazretlerinin mübarek kabri olan bahçede buldum. Hepsi de ayaktaydı. Ellerinde kazma ve zenbil vardı. Onları öyle görünce, beni bir ateş bastı..
Aradan bir saat kadar zaman geçtikten sonra Şah Efendimiz evinden çıkıp geldi ve bana sordu:
— Seni bozulmuş gördüm, neden?.
Dedim ki:
— Buraya geldikten sonra beni şiddetli bir korku sardı; hangi se-bepten olduğunu bilemedim.
Bana şöyle dedi:
— Sebebini öğrenmek istiyorsan, Emir Hüseyin'e sor.
Ona sordum. Emir Hüseyin şöyle anlattı:
— Müridler, buraya bir sabah toprak taşımaya geldiler. Sen aralarında yoktun. Şah Efendimiz de konağa müridlere yemek hazırlamak için girdi. Az durduk, bir genç, Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin evinden çıktı, bize doğru gelmeye başladı. O, gelirken havada uçuyor, kuş gibi bir yerden bir yere zıplıyordu. Bize yaklaşınca da, başımızın üstünden geçip gitti. Hepimiz durduk, ona bakmaya başladık. Neredeyse işimizi bırakacak, onun tesirinde kalacak, dağılacaktık. Biz bu hal içinde iken, Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri evinden çıktı:
— Ben gelinceye kadar yerinizde durun, der gibi işaret etti. Onun bu sözünden de, bizi büyük bir korku sardı.
Sonra geldi, halimizi gördü. Bana döndü ve şöyle dedi:
— Sendeki korku diğerlerine de aksetti. Sonra devam etti ve şöyle dedi:
— O gence gelince... Kendisini Nesef'ten Buhâra'ya giderken gördüm; uçuyordu. Kendisine yaklaşıp sordum:
— Gayb erleri ile sohbeti niçin bıraktın; eleme hasret düştün?.
Şöyle anlattı:
— Ben falan beldedenim, onlar beni aralarına aldılar. Bir gün onlarla birlikte bir dağda oturmuştuk. Hatırıma kadın geldi, çocuk geldi. Aklımdan geçenleri anladılar, hemen beni bırakıp gittiler. Onlar giderken birinin eteğine yapıştım. Onlara dedim ki:
— Hiç olmazsa beni meskûn bir yere bırakın. Beni getirip buraya bıraktılar.
Daha sonra Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri şöyle anlattı:
— Ben onu, Nesef'ten Buhâra'ya altı günde getirdim; evime yerleş-tirdim.
Size yemek hazırlamaya gittiğim zaman, gitme için benden izin istedi; ben de ona izin verdim. Size yemek getirmek istedim. Sizdeki dağınık hali, aklınızın dağıldığını görünce hemen dışarı çıktım ve size gereken işareti verdim.
Sonra da şöyle devam etti:
— Onda celâl tecellîsi vardı. Bir müride düşer ki, ayağını sağlam basa. Öyle her bir şeyden sarsılmaya ve hiç bir şekilde şeyhine bağlılıktan kopmaya.. Hızır aleyhisselâmı görse dahi, dönüp bakmaya..O gördüğünüz gençte, heybet, satvet hali ağır basmıştı. Uçması önemli değil; o kolay iş.. Sinekler de havada uçuşuyorlar.
Bundan sonra Şah Nakşibend Hazretleri Emir Hüseyin'e, diğer mü-ridlere şu emri verdi:
— Seleleri toprakla doldurun, olduğu gibi bırakın.
Öyle yaptılar.
Bundan sonra Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri o selelere işaret etti. Onlar kendiliklerinden yürüyüp gereken yere topraklarını boşalttılar. Sonra bize dönüp geldiler.
Bu işi defalarca yaptı. Sonra da şöyle dedi:
— Bu ve bunun gibi işlerin, Allâhü Teâlâ'nın has kulları yanında bir değeri yoktur.
YÜKSEK HALLERİNDEN...
Şeyh Alâeddin Attar Hazretleri anlattı:
— Şeyh Taceddin, Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin müridlerinden biri idi. Onu Kasr-ı Ârifân'dan Buhâra'ya bir iş için gönderdiği zaman, çok kısa zamanda gider gelirdi. zîrâ o, müridlerin gözünden kaybolduğu zaman, uçardı.
Bizzat kendisi şöyle anlattı:
— Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri, beni yine bir iş için Buhâra'ya yolladı. Ben de aynı şekilde uçtum. Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri beni o vaziyette gittiğim yolda buldu ve o hali benden aldı. Bundan sonra bir daha uçamadım.
HIZIR ALEYHİSSELAM
Şeyh Husrev anlatıyor:
— Bir gün, Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerini ziyaret etmeye niyet-lendim.
Ziyaretine gittiğim zaman, bahçedeki havuzun kenarında ayakta duruyor, tanımadığım bir şeyh ile konuşuyordu. Yanına gidip selâm verdiğim zaman, o şeyh, oradan ayrıldı, bahçenin bir başka tarafına gitti. Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bana iki kere:
— Bu Hızır aleyhisselâmdır,dedi. Ben hiç konuşmadım, sustum. Allah'ın yardımı ile, ona karşı içimde de, dışımda da bir meyil görmedim.
Sonra onu, Hanigâhın bahçesinde yine gördüm. Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri ile konuşuyordu.
Aradan iki ay geçtikten sonra o şeyhi Buhâra pazarında gördüm. Bana gülümsedi. Kendisine selâm verdim. Boynuma sarıldı. Bana açıldı, halimi sordu.
Sonra Kasr-ı Ârifân'a geldim. Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin eşiğinde saygı ile durduğum zaman bana bakar bakmaz Hazreti Üstaz şöyle dedi:
— Sen, Buhâra pazarında Hızır aleyhisselâmla buluşmuşsun.
BAHAÜDDİNE TABİ OL
Şöyle anlatıldı:
—İlim sahiplerinden bazılar †£J @ä §πj †o
— Semman'a geldiğimiz zaman, orada şöyle duyduk:
— Burada mübarek bir zat var. Onun adı şudur: Seyyid Mahmud.. Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerine samimi duyguları var.
Birlikte onun ziyaretine gittik. Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri ile nasıl buluştuğunu, buluşma sebebini sorduk. Şöyle anlattı:
— Rüyada Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa'yı gördüm. O değilse bile, büyük zatlardan biri idi.
Kendisi güzel bir yerdeydi. Yanında da, heybetli biri duruyordu. Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa'ya sordum:
— Sizinle sohbet şerefine eremedim. Zamanınızın uğurundan bere-ketinden faydalanamadım. Sizinle buluşup görüşemedim. Bu saadeti kaybettim; şimdi ben ne yapayım?.
Bu sorumu; tevazu, saygı ve edeple sormuştum; bana şöyle buyurdu:
— Bana kavuşma bereketine, beni görme faziletine ermek istiyorsan, Bahaüddin'e tabi ol.
Böyle dedikten sonra, yanında duranı işaret etti. Daha önce de, o yanında duran zatı hiç görmemiştim.
Uyandıktan sonra bana verilen ismi, o zatın şeklini, bir kitabın arka-sına yazdım.
Aradan bir müddet geçmişti. Bezci dükkânında oturuyordum. Bir şahsı gördüm. Gayet nurlu ve heybetli idi. Geldi, o da dükkâna oturdu. Onun yüzünü görünce, gördüğüm rüyayı, rüyadaki şahsın şeklini hatır-ladım. Aynısıydı.
Bunun üzerine bana büyük bir hal geldi. O hal benden gittikten sonra ona:
— Bizim fakirhaneye teşrif etseniz? dedim. O da kabul etti.
Birlikte kalktık, o önde, ben arkada yürüyorduk. Evime gelinceye ka-dar hiç bir yere bakmadı. Onun bu hali, kendisinde gördüğüm ilk kerameti idi. Çünkü, daha önce evimi hiç görmüş olamaz.
Eve geldikten sonra, benim hususi odama girdi. Orada gizli bir dolap vardı. Kitaplarımı koymuştum. Mübarek elini uzattı, onların arasından bir kitap çıkardı, bana uzattı; sonra da şöyle dedi:
— Bu kitabın arkasına ne yazmışsın?.
Bir de baktım ki; o kitap, rüyamı yazdığm kitap.. Gününü, tarihini oraya işlemiştim. Aradan yedi sene geçmiş..
Onun, bu durumu bilmesi, beni öncekinden daha da şaşırttı; büyük bir hale kapıldım.
Bu halim de geçtikten sonra, beni lütufla karşıladı. Müridleri arasına girmemi kabul buyurdu. Kapısında hizmet şerefini bana bahşetti.
HIRSIZLIK
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'ni, müridlerinden biri Buhâra'ya davet etmişti. Bu sebebten orada bulunuyordu.
Akşam ezanı vaktiydi. Mevlâ Necmeddin Daderk'e şöyle dedi:
— Sana her ne emir verirsem yerine getirirmisin?.
— Evet..
— Sana hırsızlık etmeni emretsem, bunu da yapar mısın?.
— Hayır, olmaz.
— Niçin olmaz?.
— Allah hakkını tevbe karşılar ama, bunu karşılamaz. Çünkü bunda kul hakkı vardır.
Bunun üzerine Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri :
— Mademki, bizim emrimizi yerine getirmiyorsun; bizimle sohbet etme, dedi.
Mevlâ Necmeddin Daderk, öyle bir bağırış bağırdı ki, bunca genişli-ğine rağmen o yer ona dar geldi. Tevbe etti, bir daha emrine karşı gel-meyeceğine dair söz verdi. Oradakiler de onun haline acıdılar; aracı oldular:
— Bunu bağışla, diye yalvardılar.
Ve Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri onu af-fetti.
Sonra Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bulunduğu yerden çıktı; hiz-metinde Mevlâna Necmeddin ve müridlerinden bir gurup vardı. Semerkand Kapısı tarafında bir yere gittiler. Orada Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bir evi gösterip şöyle dedi:
— Bunun bir duvarını delin, içeri girin. Falan yerde bir kâse dolusu para bulacaksınız, onu getirin.
Dediğini yaptılar. Sonra da orada bulunan bir zaviyeye gittiler, oturdular. Aradan bir saat geçtikten sonra, köpek havlaması duyuldu.
Bunun üzerine Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri Mevlâna Daderk'i, müridlerinden bir kaç kişi ile o eve yolladı.
Bunlar o eve girdikleri zaman gördüler ki, hırsızlar, bir başka duvarı delmişler, içeri girmişler. Fakat alacak bir şey bulamamışlar. Aralarında da şöyle konuşuyorlar:
— Bizden önce buraya başka hırsızlar girmişler; içindekini almışlar.
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin müridleri bu işe hayret ettiler.
O evin sahibi, yazlık bahçesinde kalıyordu. Sabah olunca, Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri o evin sahibine evden alınanları bir müridi ile yolladı. Ve şöyle demesini istedi:
— Dervişler, senin evine uğradılar; durumu anladılar. Bu eşyanı kur-tardılar; hırsızların alıp gitmesini önlediler.
Bundan sonra Mevlâna Necmeddin Daderk'in yüzüne baktı, şöyle dedi:
— Eğer emri derhal yerine getireceğini söyleseydin, büyük bir hik-mete sahip olacaktın.
EDEP
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin müridlerinden biri anlattı:
— Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin sohbet şerefine erdikten sonra; biri bana çokça öğüt vermeğe başladı. Bu, Şeyh Şâdî idi. Şah Hazretleri'nin ileri gelen müridlerinden biri idi. Beni terbiye etmek için, durmadan öğüt veriyor, nasihat ediyordu. Bana verdiği öğütlerin birinde şöyle dedi:
— Bizden hiç kimse, Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin bulunduğu tarafa ayaklarını uzatmaz.
Sıcak bir gündü. Gazyut'tan Kasr-ı Ârifân'a gidiyordum. Niyetim, Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerini ziyaret etmekti.
Yorgunluğumu dinlendirmek, biraz dinlenmek için bir ağacın gölge-sine gittim; yattım. Ayaklarımı da uzattım. Bir böcek geldi, ayağımı iki kere ısırdı. Bundan çok acı duydum, hemen kalktım.
Sonra aynı şekilde bir daha yattım. Bir hayvan geldi, yine ayağımı ısırdı.
Oturdum, bir müdet bu işin hikmetini, sebebini düşündüm. Sonunda Şeyh Sadî'nin nasihati aklıma geldi. Anladım ki: Kasr-ı Ârifân'a doğru ayağımı uzatmışım.
O zaman, Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri Kasr-ı Ârifân'da bulunu-yordu.
Şunu da anladım ki, bu ısırma işi, benim için bir ikazdır ve edep dışı davranışımı önlemek içindir.
ÇOK ODUN TOPLATTI
Şeyh Alâeddin Attar Hazretleri anlattı:
— Bir gün Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri Emir Hüseyin'e çok odun toplamasını emretti.
O zaman, kış mevsimi idi.
Odun toplamam tamam oldu. Ertesi günü üst üste tam kırk kere kar yağdı.
Bundan sonra Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri Harzem tarafına doğru yola çıktı. Hizmetinde de Şeyh Şadî vardı.
Hıram ırmağına geldikleri zaman, Şeyh Şâdî'ye şöyle emretti:
— Su üstünde yürümeye başla.
Şeyh Şadî bundan çekindi. Aynı emri bir kaç kere daha verdi, ama Şeyh Şadî yapmadı.
Bunun üzerine Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri ona bir bakış baktı ki; Şeyh Şadî kendinden geçti. Kendinden geçmesi kısa sürdü. kendine gelince, ayağını suya bastı, yürüdü. Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri de onun peşinden yürüdü.
Irmağı geçtikten sonra Şeyh Şadî'ye sordu:
— Hele ayağına bir bak; ayakkabın ıslanmış mı, yoksa ıslanmamış mı?.
Şeyh Şadî ayağına baktığı zaman, Allah'ın kudreti ile ayağının ıs-lanmadığını gördü.
YENİMİ SALLASAM..
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin müridlerinden biri şöyle anlattı:
— Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerine sevgimin, onunla sohbetimin sebebini anlatayım da dinleyin:
— Buhâra çarşısında bir dükkanım vardı; ben de orada bulunuyor-dum. Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri benim dükkânıma geldi, oturdu. Bayezid-i Bestamî'nin menkıbelerini anlatmaya başladı. Sonunda şöyle dedi:
— Bayezid-i Bestamî'den anlatılan menkıbeler arasında, onun şöyle deyişi vardır:
— Elbisemin bir yanı birine değecek olsa, beni sever; benim sevgimle dolar. Artık peşimden ayrılmaz. Ben de şöyle diyorum:
— Yenimi sallasam; Buhâra halkının büyüğü küçüğü benim sevgime dalar, şaşkına dönerler. Evlerini ve dükkanlarını bırakırlar; bana tabi olurlar.
Bundan sonra mübarek elini yeninin üzerine koydu. O sırada gözüm onun yenine ilişti. O anda bana bir hal oldu, kendimden geçtim.
Uzun bir süre öyle kalmışım. Ayıldığım zaman, onun sevgi ve salta-natı beni sardı. Evi de bıraktım, dükkanı da.. Onun hizmetine girdim.
BİR OĞLUM OLDU
Müridlerinden biri şöyle anlattı:
— Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinden istedim ki; bana duâ ede de bir oğlum ola..
Bana duâ etti, bir oğlum oldu ve sonra öldü. Durumu kendisine hatır-lattım, şöyle dedi:
— Sen bizden istedin ki; bir oğlun ola. Allah sana bunu verdi, sonra aldı. Ancak ümidimiz odur ki, dervişlerin duaları bereketi ile Allâhü Teâlâ sana iki oğlan çocuğu verir, bunlar uzun ömürlü olurlar.
Aradan günler geçti, benim iki oğlum oldu. Birara teki hasta oldu. Durumu kendisine anlattım; şöyle dedi:
— O benim çocuğumdur, sana ne ki, onunla meşgul oluyorsun.
Dediği gibi oldu; Allah ondan razı olsun.
YÜKSEK HALLERİNDEN...
Seyyid Emir Kilâl'in ileri gelen halifelerinden biri olan Arif Dikkeranî şöyle anlattı:
— Birgün Şeyh Bahaüddin'in ziyaretine gittik. O zaman, Kasr-ı Ârifân'daydı.
Buhâra'ya döndüğümüz zaman, onun dervişlerinden bir gurup da bizimle beraberdi.
İçlerinden biri, Şeyh Bahaüddin aleyhine konuştu; kendisini ikaz et-tik. Dedik ki:
— Sen onu tanımıyorsun. Onun hakkında kötü düşünmek, sana ya-kışmaz. Allah'ın velî kullarına karşı edep dışı hareket iyi değildir.
Bu sözümüz, onu çekindirmedi. O böyle konuşurken, bir arı geldi; ağzına girdi, soktu. Onun sokması, kendisine öyle bir sancı verdi ki, da-yanma gücü bırakmadı.
Ona dedik ki:
— İşte bu, Şeyh'e karşı edepsizliğinin cezasıdır.
Bunun üzerine çok ağladı. Tevbe etti. Yaptığına pişman oldu, aynı anda acısı dindi.
KIPÇAKLARIN İSTİLASI
Şöyle anlatıldı:
— Bir keresinde, Buhâra şehrini Kıpçak askerleri sarmıştı. Bu yüz-den, Buhâra halkı, Çok sıkıntıya düştü, çokları da öldü.
Buhâra valisi, Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerine bir elçi yolladı ve durumunu şöyle bildirdi:
— Biz, düşman karşısında tamamen âciz kaldık. Bütün tedbirlerimiz bozuldu. Sebepler tükendi. Sığınacağımız bir yer de kalmadı. Ancak siz varsınız. Allâhü Teâlâ'ya duâ edin ki, Müslümanlar, onların elinden kur-tulsunlar. Şimdi yardım vaktidir; elden tutma zamanıdır.
Gelen elçiye şu haberi verip bekletti:
— Bu gece, Allâhü Teâlâ'ya yalvarıp yakaracağız; görelim neler edecek..
Tanyeri ağardığı zaman, elçiye şu haberi verdi:
— Altı gün sonra, bu belânın kalkacağına dâir müjde aldım. Git, va-linize bu durumu bildir.
Buhâra halkı bu haberi duyar duymaz çok sevindi. Altı gün sonra durum dediği gibi oldu. Düşman ordusu Buhâra'nın kuşatmasını bıraktı; çekip gitti.
EDEBE RİAYET
Müridlerinden biri şöyle anlattı:
— Bir keresinde Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin huzurundaydım. Bir an geldi, daha önce bende bulunan güzel hali kaybettim.
— Kendi kendime bunu düşünmeyi tamam etmemiştim ki, Şeyh mü-ridlerine baktı, şöyle dedi:
— Bizde ne varsa, hepsi size helâl olsun. Ancak, terbiyesiz av kö-peğinin avı haramdır; onu yemek câiz değildir.
Onun bu sözü, benim oturmamdaki terbiyeyi beğenmediğini anlatı-yordu.
NİÇİN BUHARA'YA GİTTİN
Şeyh Şadî anlattı:
— Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin sevgisi ile mutlu olduktan sonra, eldeki mevcudu dağıtmak, kendimden çok başkasını düşünmek bana kolay gelmeye başladı.
Bir gün yanımda yüz dinar birikti. Yakin halinin zaafından dolayı âilem onları saklamam için bana verdi. Ben de onlara uydum. Sonra Buhâra'ya gittim, Kimhıt işi ayakkabı ve başka şeyler aldım.
Bundan sonra da, Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin ziyareti için Kasr-ı Ârifân'a gittim. Huzurunda durduğum zaman bana sordu:
— Niçin Buhâra'ya gittin?.
Dedim ki:
— Kendime göre bazı işleri görmek için gittim. Şöyle dedi:
— Kimhıt işi ayakkabıyı, diğer aldığın şeyleri bana getir.
Hemen onları getirdim. Sonra da şöyle dedi:
— Sakladığın yüz dinarı da getir.
Onu da getirdim. Bana baktı ve şöyle dedi:
— Eğer istersem, Allah'ın gücü ile sana dağları veririm; hem de altın olarak.. Ancak bu fani âlemde bu gibi şeylere bakmak bize yakışmaz. Bu evliya zümresinin gözü bunların ötesindedir. Sen nasıl bir şey saklamaya kalkarsın?. Halbu ki sen de biliyorsun ki; bir şey seninse, ne artar, ne de eksilir. Sana öğüt veriyorum: Bir daha böyle şey yapma.
VEFATI
Mevlâ Muhammed Miskin anlattı:
— Buhâra'da salih zatlardan biri vardı; ölmüştü. Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri de onun âilesine taziye için gitti.
Bu taziyede o zatın âilesi ve müridleri bağırıp çağırmaya başladılar, sızlandılar. Daha başka şeyler de yaptılar ki, orada olanlar bunu iyi bulmadılar ve onları ayıpladılar, yapmamalarını istediler.
Bu sırada Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri şöyle dedi:
— Bana ölüm geldiği zaman, dervişlere nasıl olacaklarını öğreteceğim.
Bu söz, hep aklımda kaldı.
Sonunda Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri son hastalığa tutuldu. Tekkeye gitti, halvet yerine girdi.
Müridleri de, kafile kafile yanına gidiyordu; onu yalnız bırakmıyor-lardı. O da onların her birinin haline uygun tavsiyelerde bulunuyordu.
Bu işler tamam olduktan sonra elini kaldırıp duâ etti, sonra ellerini yüzüne sürdü ve Rabb'ına kavuştu.
SON DUASI
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri vefât anlarında iken ellerini kaldırıp, kendi tarîkatına sâlik olanların ve ileride olacakların cümlesi hakkında hayır duada bulundu ve mübarek ellerini vech-i saadetlerine sürüp teslim-i ruh eylediler.
Hâce Alâü'd-dîn Attar hazretleri anlatıyor:
— "Hâce Hazretlerinin irtihalleri zamanında, "Yâsin" sûre-i şerifesini okuyorduk. Yarısına geldiğimizde nurlar görülmeye başladı. Kelime-i tevhid ile meşgul olduktan sonra mübarek nefesleri kesildi. (Rahmetullahi Teâlâ Aleyhi Rahmeten Vâsiaten)
O gece pazartesi gecesiydi. Rebiulevvel ayının da üçüydü. Hicretin 791. (M.1388.) yılı idi. Doksan dört yaşındaydı.
Kendisinin de emrettiği gibi Bostan'a gömüldü. Sevenleri, onun üze-rine büyük bir kubbe yaptılar.
Sonradan Bostan'ı da bozdular, oraya genişçe bir mescid yaptılar. Gelen padişahlar o mescid için vakıf kurdular. Bakımını, şanını, şerefini duyurmak için çok itina gösterdiler.
VEFATINDAN SONRA
Uzlet ehlinin kutbu zaman halkının uğuru bereketi sayılan Şeyh Abdülvehhab anlattı:
— Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri gömüldükten sonra mübarek yüzü tarafından kendisine bir pencere açıldı. Bir hadis-i şerifte de anlatıldığı gibi, kabri, cennet bahçelerinden bir bahçe oldu.
Açılan pencereden iki tane hûrî geldi, kendisine selâm verdi. Şöyle dediler:
— Keremliler keremlisi Allâhü Teâlâ, bizi yarattığı günden beri senin hizmetini bekliyoruz.
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri onlara şöyle dedi:
— Benim Allâhü Teâlâ'ya sözüm var. Eşyadan hiç bir şeye bakmaya-cağım. Taa, onun şekli, benzeri bulunmayan zatını görme şerefine nâil olup bana bağlı olanların tümüne şefaat edinceye, sözümü gerçekleştirip icabını yerine getirinceye kadar..
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin değerli müridlerinden biri şöyle anlattı:
— Ben, Keş beldelerinde idim. Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin vefat haberini aldım. Çok çok hüzünlendim. Kendi kendime şöyle dedim:
— Artık medreseye döneyim.
O gece kendisini rüyada gördüm. Al-i İmran suresinin 144. âyetini okuyordu:
"Ölür veya öldürülürse, gerisin geri mi döneceksiniz?." Sonra da şöyle dedi. Zeyd b. Haris dedi ki:
— Uyandığım zaman, o âyet-i kerime ile işaret ettiği manayı anladım. Şunu anlatmak istiyordu:
— Müridlerin yardımına koşmakta, hayatta olmamla, olmamamın bir farkı yoktur.
Ancak,"Zeyd b. Haris dedi ki... " Cümlesinden bir şey çıkaramadım
Sonunda ikinci kere rüyada gördüm. Zeyd b. Haris'in şöyle dediğini anlattı:
— Din birdir.
Bundan da çıkardığım mânâ şu oldu: Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin tuttuğu yol gerçek yoldur. Bir de şöyle demek istediğini anladım:
— Allah'ın sevgili kulları; hayatlarında iken, vefatlarından sonra an-cak kendilerini sevenlere doğru yolu gösterirler. Ortaya her ne atarlarsa; Kur'an'dan, hadisten, sahabenin eserlerindendir ve daha önce gelip göçen salih zatların gidişatındandır. Allah onlardan razı olsun.
ZAMANINDA YAŞAYANLARIN
ONUN HAKKINDAKİ ORTAK KANAATLERİ
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri ucu bucağı olmayan bir irfan denizi idi.
Öyle bir güneş idi ki, İrşad tacı onunla süslendi, bulunmaz inci gibi başa kondu.
Yüksek nefesi ile temize çıkarmadığı nefes bırakmadı.
Her nerede bir himmet, gayret ateşi varsa onu Muhammedî sırları ile tutuşturdu.
Her nerede bir cehalet zulmeti varsa, onu üstün nurları ile örttü, ka-pattı.
Kimin gönlüne bir şüphe düştüyse, içindeki çürütülmez belgelerle onu giderdi.
Üstün ikramlara erdi, kerametlerin sahibi oldu; üstün şanını anlatan nice işaretler gösterdi.
Ölü kalbleri diriltti; ruhlara kuvvet verdi, canlandırdı.
Ne güzel, ne üstün bir müceddid idi.
Doğunun ve batının kalbi onunla sevince boğuldu.
Öyle büyük idi ki, Kisralar dahi, onun karşısında durdu; ona merha-baya geldi.
Onun irşat haberi fezayı doldurdu.
Ondan yardım istemeye gelmeyen kalmadı; hatta çöldeki vahşî hay-vanlar bile..
Onun uğuru bereketi ile şerler, hayırlara dönüştü.
Kaddesallahü sirrahül aziz...
HÂCE Muhammed Bahaüddiyn Şah Nakşibend (k.s.) Hazetlerinin Halifeleri:
Hâce Alaüddin Attar , Hâce Muhammed Pârisâ, Mevlâna Derviş Muhammed Zâhid ve daha niceleri
EŞKÂLİ- SİRETİ
Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri orta boylu idi. Mübarek yüzü değirmi olup, yanakları kırmızıya yakın idi. İki kaşı arası açık, gözleri sarı ile ela renk karışımı olan kestane renginde idi. Sakalının beyazı siyahından çok idi. Ne hızlı, ne de yavaş yürürdü. Konuşmaları Peygamberimizin (s.a.v.) konuşması gibi tane tane idi. Konuştuğu kimseye yönünü dönmüş olarak konuşurdu. Kahkaha ile gülmez, tebessüm ederdi. Hergün kendini yirmi kere ölmüş ve mezara konmuş olarak düşünürdü. Kimseyi küçük ve hakir görmez, daima güleryüzle, karşılardı. Ancak celâllendiği zaman kaşlarını çatardı. Bu zamanda heybetinden karşısında durulmaz olurdu.
ŞİİR
(Hadikatül Evliya'dan)
İki âlemde tasarruf ehlidir rûh-u velî,
Deme kim bu mürdedir; bunda nice derman ola.
Rûh, şimşîr-i hüdâdır; ten gılâf olmuş ona.
Dahî a'lâ kâr eder bir tîğ kim uryân ola
Manası:
Velinin ruhu dünyada da ahırette de iş görür. "Bu ölüdür; bundan kime fayda gelir" deme. Çünkü ruh, Allah'ın kılıcıdır; vücüt ona bir kılıftır. Kılıç kınından çıktığı zaman daha iyi iş görür.
-
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
16. Hace Alaaddin-i Attar (k.s.)
İsmi Muhammed bin Muhammed Buhârî, lakabı Alâüddîn'dir. Pîr-i Tarîkat Cenab-ı Şâh Nakşibend (k.s.) Hazretlerinin en büyük halîfelerinden oldukları gibi irtihallerinden sonra da O'nun yerine irşad makamına oturmuşlardır.Doğum yılı belli değildir.
Babası, Buhârâ'nın zengin eşrâfından idi. Üç oğlu vardı. Bunlardan büyük oğullarının isimleri; Şehâbeddîn ve Hâce Mübârek'tir. Alâüddîn Hazretleri en küçükleri idi. Babası vefât edince, oğullarına çok fazla mal kaldı. Fakat Alâüddîn Hazretleri hiç mîrâs kabul etmeyip, Şâh-ı Nakşibend Muhammed Bahâüddîn Hazretlerine talebe olmayı tercih etti. Huzûrlarına varıp hâlini arz etti ve talebeliğe kabul buyrulmasını istirhâm eyledi. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri, Alaüddin Attar Hazretlerine nazar ettikten sonra;
— "Evlâdım bizim yolumuzda çeşitli mihnet ve sıkıntılar vardır. Dünyâyı ve nefsini terk etmek vardır. Sen bunları yapabilecek misin?" buyurunca,Alaüddin Attar Hazretleri derhal;
— "Yaparım efendim!" diye cevap verdi.
— "Öyleyse bugün bir küfe elma alıp, kardeşlerinin mahallesinde sat!" buyurdu.Alaüddin Attar Hazretleri, soylu ve tanınmış âileye mensûb olmasına rağmen, kibirlenmeyerek, kardeşlerinin mahallesinde, hiç kimsenin sözüne aldırış etmeden, bağıra bağıra elma sattı. Ertesi gün Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin huzûruna gelerek;
— "Emirlerinizi yerine getirmeye çalıştım efendim." dedi. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri :
— "Bugün de kardeşlerinin dükkanı önünde satacaksın." buyurdu. Alaüddin Attar Hazretleri:
— "Peki efendim!" diyerek, ağabeylerinin dükkanı önünde bağıra çağıra elma satmaya başladı.Ağabeyleri yanına gelip;
— "Bizi elâleme rezil etme, para lâzım ise, istediğin kadar verelim, mîrâsından daha fazlasını al, fakat bu işi bırak." dediler. Alaüddin Attar (k.s.) Hazretlerihiç dinlemeyip elma satmaya devam ettti. Ağabeyleri;
— "Mâdem satacaksın, bizim dükkanın önünde satma, git başka yerde sat!" diye isrâr ettiler. O yine dinlemedi. Bunun üzerine kendisine hakâretler ederek, dövdüler. Alaüddin Attar (k.s.) Hazretleri hiç bir şeye aldırış etmedi. Verilen emre göre hareket etmeye devâm etti. Ertesi gün Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri :
— "Artık bu iş tamamdır." diyerek elma satış işini bıraktırdı ve onu talebeliğe kabul buyurdu.
YÜKSEK EVLİLİĞİ
Alaüddin Attar (k.s.) Hazretleri talebeliğe kabûl edilince, canla başla çalışmaya, hizmet etmeye başladı. Talebe arkadaşlarının arasında parmakla gösterilenlerden oldu. Dünyâya meylederim korkusuyla, yatacak bir döşek ve üzerine örtecek bir yorgan bile almazdı. Bütün dikkatini, derslerine ve hocasının hizmetine verdi. Hocası Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri de onun kemâlini, olgunluğunu, derecesinin çok yüksek olduğunu bildiği için, birgün hanımına;
— "Ey hâtun! Kızımız bülûğa erişince bana haber ver." buyurdu. Bir müddet sonra kızının bülûğ çağına geldiğini öğrenince, Alâüddîn Attâr'ın odasına gitti. Bu sırada Alâüddîn Hazretleri, eski bir hasır üzerinde kitap mütâlaa ediyordu. Odasında, başının altına koymak için bir de tuğlası vardı. Başka bir şeyi yoktu. Şah Nakşıbend (k.s.)Hazretlerini karşısında görünce hemen, ayağa kalktı. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleribuyurdu ki:
—"Eğer kabûl edersen, evimde yeni bülûğa gelmiş bir kızım var. Seninle evlendireyim." Alâüddîn Attâr, edeble:
—"Hakkımda büyük bir lütuf ve saâdet buyurdunuz. Fakat görüyor-sunuz ki, yanımda dünyâlık olarak hiç bir şeyim yoktur." dedi. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleriise;
— "Benim kızım sanamüyesser ve mukadderdir. Rızkınızın da, Allâhü Teâlânın gayb hazînesinden gönderileceği bildirilmektedir. Bunun için hiç üzülme!" buyurdu.
EVİ YAPILIYOR
Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri, talebeleriyle birlikte Alâüddîn'e bir ev yapmak için çalışmaya başladılar. O sıcak yaz günlerinde bir müddet çalışırlar, öğle vaktinin sıcağında dinlenirlerdi. Herkes gölgede istirahat ederken, Alâüddîn Hazretleri güneş altında dinlenirdi. Diğer talebeler güneşin Alâüddin Hazretlerine gölge yaptığını hayretle görürlerdi. AlâüddinAttar (k.s.) Hazretleri o halde iken Allâhü Teâlânın yarattıkları hakkında tefekkür eder ve Cehennem'in şiddetli sıcağı yanında, güneşin sıcaklığının hissedilmeyeceğini düşünürdü. Bir ân dahi Allâhü Teâlâ'yı unutmaz, kalbinde O'nun muhabbetinden başka bir şey bulundurmazdı. Öyle ki, vücudunda bütün hücreleri Cenâb-ı Hakk'ı zikreder; "Allah! Allah!" derdi.
Ev tamamlanınca, düğünleri yapıldı. Böylece iffet ve ismet sahibi, te-miz ve edepli bir kızla evlenmiş oldu. Bu hanımından; Hâce Hasan, Hâce Şehâbüddîn, Hâce Mübârek, Hâce Alâüddîn isimlerinde oğulları dünyaya geldi.
SEVGİ KİMDEN?
Alaüddin Attar (k.s.) Hazretleri anlatır: "Şâh Nakşibend Hazretleri beni kabûl edince, onu o kadar sevdim ki, sohbetlerinden ayrılamayacak hale geldim. Bir gün Şah Hazretleri bir yere gitmek üzere bizden ayrılmışlardı. Onun ayrılığına tahammül edemedim. Cenabı Hakka iltica ederek:
— Allahım bize Cenab-ı Bahaüddini yetiştir diye dua ettim. Bunun üzerine Şah Nakşıbend Hazretleri geri geldiler. Bu hâlde iken, bana dönüp, şöyle sual ettiler:
— "Siz mi beni seviyorsunuz, yoksa ben mi sizi seviyorum?" .Ben dedim ki:
— "Sizin bizim gibi çaresizleri sevmenize bir sebep ve ihtiyaç yoktur. Biz size kusurlu muhabbet ediyoruz, siz de merhameten bize iltifat buyuruyorsunuz." diyerek cevap verdim.Bunun üzerine;
—"Bir müddet bekleyin, işin hakikatini anlarsınız ." buyurdu. Bir müddet sonra Şah Hazretlerine karşı kalbimde muhabbetten eser kalmadı. O zaman Şah Hazretleri;
— "Gördün mü, sevgi bizden miymiş, yoksa sizden mi?" buyurdu. Ve şu beyti okudu:
Cânibi ma'şuktan olmazsa muhabbet âşıka
Sa'y-i âşıkâşıkı mâşûka îsâl eylemez
Manası:
Eğer mürşidden olmazsa muhabbet âşıka, Âşığın uğraşması insanı mürşide kavuşturamaz.
BÜYÜK TEVECCÜH
Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri , Alâüddin Hazretlerini sohbetlerinde yanına oturtur, sık sık ona dönerek teveccüh eder ve onun evliyâlık derecelerinde yükselmelerini sağlardı. Bu durumu bir gün talebeleri sorunca, onlara;
— "Onu, kurt kapmasın diye yanımda oturtuyorum. Çünkü nefs, dâ-imâ pusudadır. Her ân onun hâli ile ilgilenmemin sebebi, onu makamların en yükseğine çıkarmak içindir. Ben onu görünce, Allâhü Teâlâ'yı ve O'nun beytini (Beytullah'ı) hatırlarım. Kerîmin hânesinde bulunan, keremine mazhâr olur, kavuşur." buyurdu.
TAM BİR VEKİL
Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri AlâüddinAttâr (k.s.) Hazretleri ha-yatta iken, bütün talebelerinin yetiştirilmesini AlâüddinAttâr'a bırakıp;
— "Alâüddîn, bizim yükümüzü hafifletti." buyurdu. Sohbetinin be-reketi ve güzel terbiyesi sebebiyle, çok kimseyi, kemâl derecelerine çı-kardı.
ALAİYYE YOLU
AlâüddinAttâr (k.s.) Hazretleri evliyâlık makamlarında ve mârifette, (Allâhü Teâlânın zatına ve sıfatlarına âit bilgilerde) o kadar yükseldi ki, "Alâiyye" ismi ile Silsilet-üz-zeheb'e yeni bir şekil verdi. Talebelerin maksadlarına daha çabuk kavuşabilme yolunu keşfedip, o yol ile hedefe varılmasını sağladı. Büyük âlimler;
— "Tasavvuf yollarının en yakını "Alâiyye yoludur. Bu yolun esası Şâh-ı Nakşibend Bahâüddîn Buhârî'den, elde edilmesi ise AlâüddinAttâr'dandır." buyurdular.
RU'YETULLAH
Buhâra'da bir takım âlimler arasında, Allâhü Teâlânın görülüp görü-lemeyeceğinden konuşulmuştu. Bir kısmı Allâhü Teâlânın görülebileceğine mümkündür derken diğer bir kısmı mümkün değildir diye israr ediyordu. Hepsi de AlâüddinAttar (k.s.) Hazretlerine tam inanan kimselerdi. Bir kısmı gelip, ona meseleyi açıp,
— "Siz hakemsiniz, bize doğru yolu gösteriniz, dediler. Hâce Alâüddîn onlara;
—"Üç gün devamlı bize gelip, tam bir ihlâs ve temiz bir düşünce ile sükût üzere meclisimizde oturun. Ondan sonra hüküm verelim." buyurdu. Onlar da, üç gün, devamlı Hâce Alâüddîn Hazretlerinin sohbetine gelip, sükût üzere oturdular. Üçüncü günün sonunda , onlarda bir hâl ve kendini kaybetme hâsıl olup dayanamadılar. Yere düşüp yuvarlanmağa başladılar. Kendilerine gelince, kalkıp tam bir tevazû ile;
— "Rü'yetin hak olduğuna inandık." deyip, bir daha AlâüddinAttâr (k.s.) Hazretleri'nin hizmet ve huzûrlarından ayrılmadılar.
KALBİN ŞEKLİ
AlâüddinAttâr (k.s.) Hazretleri anlatıyor:
— "Dervişlerden biri, birgün bana, kalbin nasıl olduğunu sordu.
— "Nasıl olduğunu bilmiyorum." dedim. O;
— "Ben kalbi, üç günlük ay gibi görüyorum." dedi. Bunu üstâdım ve efendim Şâh-ı Nakşibend Hazretlerine anlattım.
—"Bu, onun kalbine göredir." buyurdu. Ayakta duruyorduk. Ayağını ayağımın üzerine koydu. Birden kendimden geçtim. Bütün mevcûdâtı, Arş-ı a'lâyı kalbimde bir arada gördüm. Kendime gelince;
— "Gördüklerini anlat." buyurdu. Anlattım. Bunun üzerine;
— "Kalb budur. O dervişin sandığı gibi değil. Allâhü Teâlâya, kalbin yakın olduğu kadar hiç bir şey yakın değildir. Mahlûkların en üstünü, en şereflisi kalbdir. Kalb, bilinmeyen sırlarla dolu bir âlemdir; her şeyi ken-dinde bulundurur. Görüldüğü gibi kalb, her şeyden geniş bir latîfedir. Böyle olunca, onu bir kimse nasıl anlıyabilir. Bunun için hadîs-i kudsîde Allâhü Teâlâ;
—"Yere ve göğe sığmam, mü'min kulumun kalbine sığarım." buyurdu. Bu, derin sırlardandır." buyurdu.
SÖKÜP GÖTÜREMEDİ
Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri, birgün talebeleri ile kıra çıkmıştı. Yolda bir nehrin üzerinden geçiyorlardı. Nehir yeni yağan yağmurlarla taşıp kabardığından birçok ağacı kökünden söküp götürüyordu. Behâüddîn Hazretleri;
— "Alâüddîn atla!" buyurdu. AlâüddinAttar (k.s.) Hazretleri, ken-dini hemen nehrin azgın sularına attı. Sular Alâüddîn'i derhâl yuttu. Diğer talebeler şaşkınlık ve korku içinde idi. Ancak hocalarına da bu işin esrârını soramıyorlardı. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri, talebeleriyle yoluna devâm ederek kırlarda bir müddet gezdi. Akşam üzeri geri dönerken, köprünün yanına gelince, talebelerine;
— "Biz kaç kişiydik, bir eksiğimiz var mı?" diye sordu. Talebeler de;
— "Bir kişi eksiğimiz var. O da sabahleyin buradan geçerken nehre atlamıştı." dediler. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri ellerini nehre uzatarak;
— "Alâüddîn gel!" buyurdu. AlâüddinAttâr (k.s.) Hazretleri nehir-den çıktı. Elbiseleri hiç ıslanmamıştı. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri ta-lebelerine buyurdu ki:
—"Görüyorsunuz, nehir, kökleri sağlam olmayan bütün ağaçları söküp götürüyor. Fakat Alâüddîn'in kökü sağlam olduğundan söküp götü-remedi."
SON VAZİFE
AlâüddinAttâr (k.s.) Hazretleri anlatıyor: Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri , ömrünün son günlerinde bana kabrini kazmamı emir buyurdu. Gidip emredildiği gibi kabri kazdıktan sonra huzûruna geldim. Yâsin-i Şerîf okumamı istediler. Diğer talebelerle birlikte okumağa başladık. Kendisi de bizimle birlikte okuyordu. Yarısına gelince, nûrlar gözükmeğe başladı. Kelime-i Tevhîdi söyleyerek son nefeslerini verdiler.
Bundan sonra AlâüddinAttar (k.s.) Hazretleri, zamânında kâmilve-lîlerin baş tâcı oldu. Halktan olsun, ilim ehlinden olsun irşâd işinde pek çok kimseye doğru yolu göstermede kaynak durumuna geldi. Halkı, Hakk'a götüren delillerin en önde gideni idi. Üstünlüğünden yer gök onun aşkını anlatmaya başladı. Yaşadığı asırda İslâmiyeti bütün güzelliği ile kâinâta gösterdi.
MÜBAREK SÖZLERİNDEN ....
—"Bu yola taklîd ederek girenin, birgün hakîkate kavuşacağına kefîl olurum. Hocam Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri, bana kendilerini taklid etmemi emrettiler. Onları taklîd ettiğim ve hâlen etmekte olduğum her şeyde, onun eser ve netîcesini görüyorum."
—"Nefsi terbiye etmekten maksad, bedenî bağlılıklardan geçip, rûhlar ve hakîkatler âlemine yönelmektir. Kul, kendi istek ve arzularından vaz geçip, Hakkın yoluna mâni olan bağlılıkları terketmelidir. Bunun çâresi şöyledir: "Kendisini dünyâya bağlayan şeylerin hangisindenistediği ân vazgeçebiliyorsa, bunun maksada mani olmadığını anlamalıdır. Hangisini terkedemiyorsa ve gönlünü ona bağlı tutuyorsa, onun Hak yoluna mani olduğunu anlamalı ve o bağlılığın kesilmesine çalışmalıdır. Bizim hocamız Şâh Nakşibend, o kadar ihtiyatlı idi ki, yeni bir elbise giyse; "Bu elbise falan kimsenindir." diyerek, onu emânet gibi giyerlerdi."
—"Şuna inanmalı ki; hakîkî gâyeye, ancak mürşidin, yol göstericinin, rehberin sevgisi, rızası ile erilebilir.Bu sebeple, mürşidin rızâsını, sevgisini taleb etmek, müride talebeye düşen başlıca vazifedir."
—"Müride, bütün işlerini mürşidine bırakmak düşer. Din işlerini, dünyâ işlerini, her çeşit işini mürşidinin tercihine, tedbirine vererek, mürşidinin yanında kendisinin aslâ bir tercihi, seçmesi kalmamalıdır.
"Bir âlimi ve evliyâyı ziyâret etmekten maksad, Allâhü Teâlâya yö-nelmektir. O büyüklerin rûh-ı şerîflerini tam bir yönelme ile ziyâret, Cenâb-ı Hakk'ın rızâsına kavuşmaya vesîledir. Nitekim görünüşte halka tevâzu, hakîkatte Hakk'a tevâzudur. Çünkü insanlara Allâhü Teâlânın rızâsı için tevâzû göstermek makbûldür, kıymetlidir."
"Sâlih zâtların kabirlerine yakın bulunmanın, iyi yönden çok tesiri vardır. Ancak onların rûhâniyetlerine yönelmek, kabirlerine yakın ol-maktan daha iyidir. Zirâ, iyi tesirin yakınlık, uzaklık ile bir bağlantısı yoktur. Her yer aynıdır. Nitekim bu mânâda Rasûlullah efendimiz;
—"Her nerede bulunursanız, bana salevât okuyunuz." buyurdu.
—"Allâhü Teâlânın velî kulları ile sohbet etmek akl-ı maadı (öbür âlemin işlerini yürütmeye yarıyan aklı) artırır."
—"Allâhü Teâlânın velî kullarını hergün, iki günde bir kere görmek, bırakılmaması gereken sünnettir. Ama edeple, saygı ile."
—"Bir kimse susup duruyorsa, onun bu hâli, şu üç şeyden boş ol-mamalıdır.
1.Gönüle kötü duyguların girmesini önlemek,
2.Allâhü Teâlâyı sessiz sessiz zikretmeyi, anmayı sağlamak,
3.Kalb hallerini gözetmek.
"Gönüle Allâhü Teâlânın düşüncesinden başkasını koymamaya ça-lışmak zordur. O gönüle gelen şeyleri tamâmen atıp uzaklaştırmak ise, mümkün değildir. Yirmi sene gönlüme bir şey koymamaya çalıştım. Sonra yine geldi. Geldi ama, gönlümde yer bulamadı."
"Amellerin en güzeli, gönülden geçenleri araştırmaktır. İyi mi geliyor, kötü mü geliyor bilmektir."
Vefâtlarından evvel, talebelerinden biri şöyle bir rüyâ gördü:
—"Büyük bir otağ kurulmuş, otağda Peygamber Efendimiz de bulu-nuyordu. AlâüddinAttar (k.s.) Hazretleri ile Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri de otağın yanında duruyor ve içeri girip Peygamber Efendimizi görmek istiyorlardı. Bir ara Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri içeri girdi ve bir müddet sonra sevinç ile çıkarak buyurdu ki:
— "Bize, kabrimizin 100 fersâh mesâfesine defnedilecek her müs-lümana şefâat etmemiz ihsân edildi. AlâüddinAttâr'a da 40 farsâh mesafedekilere şefâat ihsân edildi. Bizi sevenlere ve ihlâs ile bağlılık gösterenlere de, bir fersâh mesâfede olanlar ihsân edildi." (Bir fersah, altı kilometredir.)
— "Allâhü Teâlânın inâyeti ve Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin himmeti ile, müsâade edilseydi, bir nazarda bütün insanları Velâyet mertebesine kavuştururdum. En önce Allâhü Teâlânın ezelî inâyetini görmek ve bundan ümitli olmak lâzımdır.Bundan bir an gafil kalmama-lıdır. Dâimâ muhtâc olduğunu düşünmelidir. Allâhü Teâlânın küçük bir gadabını çok büyük görmeli, titremeli ve çok korkmalıdır."
BÜTÜN DÜNYAYA...
Şeyh Ubeydüllah Hazretleri anlatıyor.:
"Şah Nakşıbend Hazretleri ebediyet alemine göçtükten sonra, bütün müridleri Alâeddin Attar'a tabi oldular. Bunlar arasında Muhammed Pârisâ da vardı. Hemen hepsi de, Alâeddin Attar'ın üstün mertebesine, güçlü terbiyesine inanmıştı. Şeyh Muhammed Parisa'nın kendi el yazısı ile bir notunu gördüm. Şeyh Alâeddin Attar'ın ölümüne yakın hastalığında şöyle dediğini yazmış:
—"Allah'ın yardımı ve Şah Nakşıbend Efendimizin bereketi ile bende öyle bir kuvvet hasıl oldu ki, halkın hepsine teveccüh edecek olsam, cümlesini de Cenâb-ı Hakk'a ulaştırırım."
DÜNYADA ALLAH'I GÖRMEK
Buhara alimleri, Allah'ı görmenin mümkün olup olmadığı üzerine ihtilafa düştüler. Bir kısmı "mümkündür" derken, bir kısmı da "mümkün değildir" dedi. Bu meselenin halli için Alâeddin Attar Hazretlerine gelmeye karar verdiler.
— "Bu meselede, senin bize hakem ol" dediler.
Allah'ı görmeyi mümkün görmeyenlere:
— "Siz, benim yanımda üç gün abdestli olarak kalın. Asla hiç bir şey konuşmayın; ondan sonra size cevap veririm." dedi.
Aradan üç gün geçtikten sonra, onlara manen öyle bir hal geldi ki; bayılıp düştüler. Kendilerine geldikleri zaman, mübarek ayağını öpmeye başladılar ve :
— "Cenâb-ı Hakk'ı görmenin mümkün olduğuna inandık." dediler.Sonra da, onun hizmetinden ayrılmadılar.
ALAEDDİN ATTAR HAZRETLERİ BUYURDULAR
Bazı büyüklerin, "başarı çalışma ile olur." demeleri, şu manaya gelir:
"Bu başarı ve çalışma, şeyhin mürîde rûhânî yardımından ibarettir. Bu rûhânîyardım ise; müridin isteğine, yeteneğine, mürşide uymaktaki gücüne bağlıdır. Eğer müridde bir çalışma bir gayret olmaz ise, mürşid kime teveccüh edecektir."
Şah Nakşıbend Efendimizin en kıymetli müridlerinden Şeyh Dedrek,bana şöyle anlatmştı:
— "İlk başta, kendi gücünle çalışıp çabalayacaksın."
Çalıştım, çabaladım. Cenâb-ı Hakk da bana başarı ihsan eyledi. Hiç bir vakit, üstazımın sohbetini bırakmadım. Bu işi devam ettiren, müridler arasında pek az kimse olmuştu.
BUYURDULAR Kİ:
— Cenâb-ı Hakk bir müride bu dünya mülkünü ve ruhlar alemini unutturursa, bunun adına "Fena" derler. Ona bu fenasını da unutturduğu takdirde, "fenânın da fenâsı" derler.
— Mürşidin emri ile, mürşidin sevgisi dışında her şeymüridin kalbinden çıkar, bu sevgiye mani olan şeylerden de kalb temizlenir, bundan sonra da mürşidin sevgisi müridin kalbinde yer tutarsa, işte o zaman, müridin kalbi, ilahi feyizlerin gelmesine açılır ve o sonsuz feyizleri almaya müsait olur. Şunu bilmek gerekir ki; kusur feyizlerde değil, feyizlere tâlib olan müriddedir. Ne zaman, aradaki engeller kalkarsa, mürşidin himmeti ile manen öyle bir hale ulaşılır ki, mürid onu anlamaktan âciz kalır.
Mürid şuna kati olarak inanmalıdır ki, bir kapıdan başka, bütün kapılar kendisine kapalıdır. O bir kapı da, mürşiddir. Bunun için nefsini onun yoluna vermelidir.
Buyurdular:
— İlim ehli kimselerin hallerine uy. Kendi hallerini, kendi makamını onlardan sakla.
Resulüllah Efendimiz(s.a.v.) :
— "İnsanlara, akıllarına göre konuş." buyurmuştur.
EDEB
Sakın ha, tasavvuf ehli zatların kalblerine eziyet olacak bir iş yapmayasınınız. Onların cemaatına katılırken, onlara karşı takınacağın edebleri unutmayasın. Onlarla sohbet edeceğin zaman, önce onlara karşı edebi öğren, ondan sonra da onların sohbetlerine gir. Onlarden ancak bu şekilde faydalanabilirsin; aksi halde kendine zarar vermiş olursun. Nitekim;
—"Men lâ edebe leh, velâ tarikata leh = Edebi olmayanın tarikatı da yoktur", denilmiştir.
Kendini edepli görmen de bir hatadır. Sakın ha, onların karşısında, sen kendi nefsini terbiye etmiş; edepli olmuş saymaya kalkışma. Bu, edebte bir başka hatadır. Edebi ancak onlardan öğreneceksin.
CELAL SIFATI İLE TERBİYE
— Cenâb-ı Hakk'ın Celâl sıfatı ile terbiye olup teveccühten maksat;nefsini küçük görmen, ağlaman, tevbeye, Cenâb-ı Hakk'a dönüşe koşman ve çalışmandır.
Tevbenin sağlam oluşunun alameti de kişinin ibadete, münacaata yönelip, masiyetten uzaklaşmasıdır. Cenâb-ı Hakk, nefse, iyiliklerini de, kötülüklerini de ilham eder.
VELAYET HALİ
— Velayet hali, ancak nefsi kendisine saldırmayanlar için geçerli ve kalıcıdır. Nefsinin en küçük bir sataşmasına maruz kalan, ona alt olan kimse, velayet halinden atılır. Nitekim, Cenâb-ı Hakk, Yunüs suresinin 62. ayetinde şöyle buyurdu:
"Dikkat et! Allah'ın evliyasının üzerlerine ne korku vardır, ne de onlar mahzun olurlar. Onlar Allah'a iman etmişlerdir ve takva ile korunur dururlar. Dünya hayatında da ahıret hayatında onlara müjdeler vardır. Allahın kelamında değişiklik olmaz. İşte bu büyük bir kurtuluştur."
KABİR ZİYARETİ
Kabir ziyaretinin de bir edebi vardır. Önce Allah'a gönülden yöneleceksin. Oradakilerin ruhlarını da Cenâb-ı Hakk'a ulaştıran vesile bileceksin.
MURAKABE
— Murakabe yolu, nefi ve isbat yani kelime-i tevhidi okumak, yolundan daha sağlamdır ve daha üstündür. İlâhi cezbeye de daha çok yaklaştırır. Hak yolcusu sâlik, devamlı murakabe yolu ile, bâtınî vezâret yoluna girer ve mülk ve melekût aleminde idareye başlar. Bu arada, gönüllerden geçene de vakıf olur. İçin nurlanmasına vesile olur ve oraya ilâhî ihsanın gelmesini sağlar."
GÖRMEK
— "Allah'ın veli kullarını her gün, iki günde bir kere görmek bırakılmaması gereken sünnettir. Ama edeple, hürmetle...Şayet bir zorluk, onlarla senin aranı uzak tutarsa, kendilerine bir ayda veya iki ayda bir mektup yazarak bütün hallerini anlat. Bu arada, onların ruhaniyetlerine yönelmeyi (rabıtayı) de bırakma ki; onların himmet nazarlarından uzak kalmayasın."
ALAEDDİN ATTAR HAZRETLERİNİN
VEFATINA YAKIN HALLERİ
Hastalığı şiddetlenince şöyle dedi:
— "Ben, madde ve manada güçlü bir zatın hizmetinde bulundum." Bu hastalık halinde daha çok şöyle dedi:
— "Daha yok mu?."
Bu arada, Şah Nakşıbend Efendimizin ruhaniyeti ile konuşur; ondan cevaplar alırdı.
Ölümü ile sonuçlanan ağır hastalığa tutulmasından on beş gün kadar önce; ahiret yolculuğu ile dünyada kalmak hususundakonuştu. Şöyle dedi:
— "Ben, âhiret yolculuğunu tercih ettim; bundan dönmeyeceğim."
Şah Nakşıbend Hazretleri buyurdular ki:
— "Cenâb-ı Hakk bana öyle ikramda bulundu ki, Kabrimin dört yanından yüz fersah mesafe içinde bulunanlara şefaat edeyim. Şeyh Alâeddin Attar da, kırk fersah mesafesdekilere; sevenlerim, bana tabi olanlar da bir fersahlık mesafede bulunanlara şefaat edecekler. (Bir fersah, 6 kilometredir)
MEVLÂNA CAMÎ
HAZRETLERİ ANLATIYOR:
— Şeyh Zeynüddin Ali Kilâl ile buluşup görüştükten sonra rafızilikten kurtuldum. Şeyh Alâeddin Attar'a kavuştuktan sonra da, Cenâb-ı Hakk'ı bildim.
OĞLUHASAN ATTAR
Bu zat, Alaeddin Attar'ın oğludur. Dedesi Şah Nakşıbend Hazretleri bu zatı çok severdi. Ona çok himmet ederdi. Bir gün onu çocukken bir danaya binmiş, çocuklar da sarmış vaziyette gördü:
—"Yakında bu, bineğine binecek, veliler de onun önünde yürüyecek." buyurmuşlardı.
Aynen oldu. Büluğ çağına gelmişti. Horasan'a gitti. Horasan sultanı Mirza Şahrah ile Bağzan bahçesinde karşılaştı. Sultan ona, bir katır sundu. Bu katıra binmek istediği zaman, sultan bir eli ile onun dizginini tuttu, bir eli ile de eğerini tuttu. Bundan sonra da katırın dizginini tutup önden yürüdü.
Hasan Attar Hazretleri sonunda durdu ve katırından indi. Yüzünü Buhara'ya doğru çevirdi. Dedesinin ruhaniyetine doğru mübarek başını saygı ile eğdi. Sonra da Sultan'a dedesinin haberini anlattı. Onun kerametinin gerçekleştiğini bildirdi. Sultan'ın, yanındakilerin ona karşı itikadları arttı.
RABITA
Reşahat sahibi anlatıyor:
Hasan Attar, müridlerine, kendisine rabıta etmelerini her an için nerede olurlarsa olsunlar kendi huzurunda bilmelerini tavsiye ederdi. Onlar da böyle yaptıkları zaman, çok iyi sonuçlar alırlardı.
UBEYDÜLLAH AHRAR
HAZRETLERİ ANLATIYOR
Mevlâna Nizameddin Hamuş bana şöyle dedi:
— Seyyid Şerif Cürcânî, Şeyh Alâeddin Attar'a geldiği zaman, onu kabul etti ve ona çok ilitifat etti. Seyyid Şerif Cürcânî, Şeyh Alâeddin Attar'dan, kendisi ile sohbete hazırlanmak üzere, müridlerinden birinin yanına verilmesini istedi. Şeyh Alâeddin Attar Hazretleri deonu bana bıraktı ve benimle arkadaş olmasını istedi.
Bir gün mürâkabe halinde oturmuştu; kendinden geçti. Başından kavuğu düştü. Hemen kalktım, kavuğunu tekrar başına koydum. Kendine geldiği zaman,
— "Sana neler oldu?." diye sordum.Şöyle anlattı:
— "Nice zamandır istiyordum ki, bu maddî ilimlerin nakışları idrakimden silinip gitsin. Ömrümde bir kere olsun bir an için kalbim onlara bağlılıktan kurtulsun. Allah'a hamd olsun, bu da sizin sohbetinizin bereketi ile oldu; istediğime kavuştum. Ne var ki, elimde olmadan, bu durum bende meydana geldi. Huzurunuzda edep dışı hareket ettim."
Seyyid Şerif Hazretleri bundan sonra devamlı yükseliş kaydetti veçok üstün hallere erdi.
Tahsil çağında, Şah Nakşıbend Efendimizin de himmet nazarına uğramıştı. Onun hizmetinde bulundu. İlim tahsilini tamamladıktan sonra ihlasla Şeyh Alâeddin Attar'ın sohbetine girdi. Sonunda isim, müsemmaya tam uygun düştü. Hem Seyyid, hem Şerif oldu.
ŞEYH UBEYDÜLLAH AHRAR
HAZRETLERİ ANLATIYOR:
— Şeyh Alâeddin Attar ile buluşup görüşmeden önce riyazet yapıyordum. Mücahedem vardı, olağanüstü bir çalışma içindeydim. Şeyh Alaeddin Attar Semerkand'e geldiği zaman, onun ziyaretine gitmek istedim. Önce, Mevlana Ebu Said ile karşılaştım; bana şöyle dedi.
— Sen zahid birisin. Zarif, latif bir adama benziyorsun. İnşaallah bu letafetten, zühdden, zarafetten kurtulursun.
Onun bu sözü hiç hoşuma gitmedi. Ondan sonra Şeyh Alaeddin Attar'ın yanına gittim; o da Mevlâna Ebu said'in dediği gibi dedi. Ancak, onun bu sözü hoşuma gitti. O sözden neyi anlatmak istediğini de anladım; nefsimi ona teslim ettim.
Şeyh Nizameddin Halife Hamuş'un bir başka hali de şöyle anlatıldı:
— Meşhur Şeyh'ül İslam Isameddin Nehavî şiddetli bir hastalığa yakalanmıştı. Neredeyse dünyasını değiştirecekti. Şeyh Nizameddin'e de inanırdı.
Hemen Şeyh'ül-islam'ın çocukları Nizameddin Halife'ye geldiler. Babalarına:
"Geçmiş olsun" demeye gelmelerini istediler. Hem de ağlaya ağlaya.. Hemen gitti, onun hastalığını kendi üzerine aldı. Bundan sonra olaylar bir başka türlü gelişti.
Nizameddin Hamuş'un oğlu, cinleri emrinde tutmakla meşhurdu. Sultanın ve diğer ileri gelenlerin kadınları ona gelir giderlerdi.
Arada çekemeyenler vardı. Nizameddin Hamuş'un oğlunu itham ettiler ve :
"Sultanın kadınlarından biri ile ilgisi var" dediler.
Sultan, Nizameddin Hamuş'un oğlunu sürgün etti. Nizameddin Hamuş için de iyi olmayan bir davranışa girdi.
Bu haber, Nizameddin Hamuş'a ulaşınca, oğlunu serbest bırakmalarını istedi. Ne var ki, Mevlana Isam bu işe aldırış etmedi. Halbuki o vakitte Şeyh'ül-islam'dı; sözü de geçerli idi.
Şeyh'ül-islam bu davranışının cezasını çekti; Nizameddin Hamuş, ondan aldığı hastalığı geri verdi; o da derhal öldü. Sultan Uluğ Bey'in oğlu da, bir akşam babasına baskın yaptı, onu da o öldürdü.
VASİYETİ
AlâüddinAttâr (k.s.) Hazretleri vefâtına yakın talebelerine vasiyet ederek buyurdu ki:
"Birbirinize sığının! Her işte yolunuz, dînî ölçülere bağlılık olsun! Ölçüleri yerine getirmek azminden dönmeyin! Sohbet müekked sünnettir. Bu sünnete riâyet edin, umûmî ve husûsî şekilde ona devâm edin! Eğer bu yolda sebât ve istikâmet gösterirseniz, bir andâ büyük derecelere kavuşursunuz. Hâlinizin dâimâ yükselişte olması lâzımdır."
HASTALIĞI
AlâüddinAttâr (k.s.) Hazretleri 1400 (H.802) senesinde, bel ağrısıyla başlayan bir hastalığa yakalandı. 2 Receb Perşembe günü yatağa yattı. Talebelerinden Şeyh Safiyyüddîn anlatıyor:
"Hocam, hayatlarının sonunda ve yakınlarının huzûrunda bu fakîr hakkında buyurdu ki:
— "Yirmi yıldan fazla bir zamandır, Safiyyüddîn ile aramızda, Allâhü Teâlânın rızası için olan bir dostluk vardır. Elbette bu dostluk bozulmaz." Ben orada olmadığım bir günde;
— "Ondan râzıyım. Allâh Rasûlünün, Eshâb-ı Kirâmından râzı olduk-ları gibi." buyurmuşlar."Son hastalıklarında, Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerininrûhâniyeti ile hayli sohbet etti. Buyurdu ki:
—"Dostlar ve azîzler hep gitti. Bazıları da arkalarından gitmek üze-redir. Elbette o âlem, bu âlemden üstündür." Bundan sonra bir ara bah-çedeki yeşilliğe gözleri takıldı. Yakınlarından biri;
—"Ne güzel sebzelik." deyince;
—"Toprak da güzeldir. Bu âleme hiç meylimiz olmamıştır. Dostların gelip bizi bulamayınca, gönülleri kırık dönmelerinden başka kederimiz yoktur."buyurdu. Receb ayının yirmisine rastlayan Çarşambagecesi, son nefesinde "Lâ İlâhe İllallah Muhammedün Resûlüllah" diyerek vefât etti. Vefât ettiği gece, sevenlerinden biri onu rüyâsında gördü. Buyurmuş ki:
—"Allahü Teâlânın bize verdiği nîmetler ve ihsânlar, yazı ile, söz ile anlatılamaz. Bunlardan en küçüğü şudur ki: Kabrimin kırk fersah uzak-lığına defnedilmiş olanların, benim şefâatim ile affolunacağı, mağfiret buyurulacağı bildirildi."
Hâce Attar Hazretleri, Hicretin 802'nci (M.1399) yılında Receb-i Şerifin 2'nci pazartesi günü hastalanarak, yirminci günü irtihal buyur-muşlardır. (Cefanyan)isimliyerdekikabr-işerifleriherkes tarafındanziyaret edilmektedir. (Kaddesallahu Sirrahül Aziz)
Hâce Alaüddin Attar (k.s.) Hazretlerinin Halifeleri: Hâce Ya'kub Çerhî, Mevlâna Seyyîd Şerîf Cürcânî, Mevlâna Nizameddin Hâmuşî, Şeyh Ömer, Mevlâna Ahmed, Mevlâna Hâdimve daha niceleri...
-
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
17. Yakub Çerhi (k.s.)
Hâce Alaüddin Attar Hazretlerinin en büyük ve en faziletli mürid-lerindendir. Hâce Muhammed Behâü'd-dîn Şâh Nakşibend Hazretlerinin yüksek sohbetleriyle müşerref olmuşdur. Zâhirî ve bâtınî ilimleri tahsil ettiği gibi,maddî ve manevî yükseklikleri nefsinde toplamış bir zattır. Aslen Gazne'ye bağlı Çerh adlı köye mensub olup ilk zamanlar Herat'tave uzun bir müddet Mısır'da kalarak ilim tahsili ile meşgul olmuşdur.
BU YOLA GİRİŞİNİ ŞÖYLE ANLATIYOR:
"Şah Nakşıbend Efendimize karşı büyük bir sevgi ile doluydum. Henüz kendisi ile görüşmemiştim. İlim tahsilini tamamladım; fetva verme icazetini aldım. Vatanıma dönmeye de karar verdim. Ziyaretine gittim ve hürmetle şöyle dedim:
— "İksir nazarınızın üzerimde olmasını ve devam etmesini istiyorum." Şöyle dedi:
— "Vatana dönüş zamanında mı bana geldin?"
— "Size karşı muhabbetim vardır; hizmetindeyim." dedim.
— "Niçin?" dedi.
— "Sen şânı büyük bir zatsın; halk arasında da makbul bir zat sayılıyorsun." dedim.
— "Başka delil lazım. Belki de bu kabul şeytandan geliyor." dedi.
Bunun üzerine şu mealdeki hadis-i şerifi okudum:
— "Allah bir kulu severse, onun sevgisini kulların kalblerine bırakır."
Bunun üzerine gülümsedi ve şöyle dedi:
— "Biz, AZİZAN grubuyuz."
Bu son cümleyi duyar duymaz irkildim. Çünkü ben, bundan bir ay kadar önce bir rüya gördüm. Rüyada bana: "Azizan'a mürid ol." demişlerdi.
O rüyayı unutmuştum. Şah Nakşıbend Efendimizin öyle demesi ile aklım başıma geldi. Birden hatırladım. Sonra izin istedim.
—"Yanıma bir şey bırak; onu görünce seni hatırlarım." dedi. Biraz süküt ettikten sonra da:
—"Biliyorum, bırakacağın bir şeyin yok. Şu küfiyemi al, sakla. Ona baktığın zaman beni hatırlarsın. Beni hatırladığın zaman da, yanında bulursun. Mevlânâ Taceddin Güleki ile karşılaşıp görüştüğün zaman kalbine sahib ol. Zira o, Allah'ın veli kullarından biridir."
Onu dinledikten sonra içimden şöyle dedim:
—"Ben Belh yolu ile vatanıma dönmek istiyorum; Belh nere, Gülek nere?." Bundan sonra, Belh'e doğru yola çıktım. Yolda bir hadise oldu. O hadiseden dolayı Gülek'e dönmek zorunda kaldım. Mevlâna Taceddin ile buluşup görüştüm. Orada Şah Nakşıbend Efendimizin sözünü de hatırladım. Ona karşı inancım, güvenim, sevgim daha da arttı.
Belh'e gittikten sonra, Buhara'ya döndüm. Sonra da, Şah Nakşıbend Efendimizin ziyaretine gitmek istedim. Buhara'da bir meczup vardı. Onunla tefeül etmeyi severdim. Bu niyetle onun yanına gittim. Beni görünce, şöyle dedi:
— "Acele et, durma."
Bundan sonra yere bazı çizgiler çizmeye başladı. Aklıma geldi, kendi kendime şöyle dedim:
— "Bu çizgileri sayayım, tek çıkarsa içimdeki ziyaret arzusu sağlamdır. Allah da teki sever."
Saydım; tek çıktı. Derhal Şah Nakşıbend Efendimizin sohbetine koştum.
İçimden gelen arzuyu ona anlattım. Bana vukuf-u adedi zikrini telkin etti. Sonra da şöyle dedi:
— "Tek sayıya dikkat et." Meczubun yanında delil tuttuğum tek çizgiye işaret etmişti.
Şah Nakşıbend Efendimize daha sık gidip gelmeye başladım. Bana şefkatini, merhametini artırıyor; ben de ona inancımı, samimi duygularımı artırıyordum. Sonunda kesin olarak inandım ki, bu zamanda, ondan daha faziletli bir kimse yoktur.
Bir günyine araştırma maksadı ile mushafı açtım. En'am sûresinin (6/90.) ayeti karşıma çıktı:
— "İşte onlar Allah'ın hidâyetine eriştirdiği kimseler. Sen de onların gittiği yoldan yürü."
O sıralarda ben, Fetihabad şehrinde bulunuyordum. Günün sonuna doğru Şeyh Seyfeddin Baharzî'nin kabrini ziyarete gitmek istedim. Onun kabrine teveccüh ettiğim sırada bana bir hal geldi. Hemen Şah Nakşıbend Efendimizin ziyaretine koştum.
Oraya geldiğim zaman, beni bekler buldum. Namaz vakti de gelmişti. Namazdan sonra mübarek yüzünü bana çevirdi. Çok heybetli idi.Bakışından kalbime azamet, gözüme bir hışım geldi. Öyleki, huzurunda konuşma gücünü bulamadım.
Sonra bana şöyle dedi:
— Haberlerde geldiğine göre, ilim ikidir. Biri kalb ilmi olup, bu çok faydalı bir ilimdir. Nebilerin, resullerin ilmidir. İkinci ilim ise, dil ilmidir. Bu ilim de, Allah'ın kullarına bir belgedir, dediler. Allah'tan dileğim, ümidim odur ki, senin bâtın, yani, kalb ilminden bir nasibin olacak.. Haberlerde şöyle anlatılmıştır: İçi dışı doğru kimselerle sohbet ettiğinizve onlarla oturduğunuz zaman içi dışı doğru olarak oturunuz. Onlar kalblerin casuslarıdır. Kalblere girerler, sizin ne istediğinize bakarlar.. Ben de, Cenâb-ı Hak tarafından şu emri aldım ki, ancak, onun kabul ettiğini kabul edeyim. Bu gece bakacağım. Eğer Cenâb-ı Hak seni kabul ederse, ben de kabul edeceğim."
Sonrasını Yakub Çerhî Hazretleri şöyle anlatıyor:
— "Ömrümde, benim için o geceden daha zorlu bir gece hiç geçmedi. Korkudan, heyecandan eridim, bittim. Acaba, benim için kabul kapısı açılacak mıydı, yoksa açılmayacak mıydı?."
Sabah namazını, Şah Nakşıbend Efendimizin arkasında kıldım. Namazı tamamladıktan sonra bana şöyle dedi:
— Tebrik ederim, Allah(c.c.) seni kabul buyurdu; ben de seni kabul ettim.
Bundan sonra şeyhler zincirini saymaya başladı. Abdülhalik Gucdüvanî'ye kadar geldi.
— "Ledünni ilmin ilki budur. Hızır aleyhisselamdan, Abdülhalik Gucdüvanî'ye gelmiştir."
Bundan sonra Şah Nakşıbend Efendimizin hizmetinde kaldım. Sadakatla ona hizmet ettim; sohbetinde bulundum. Sonunda bana halkı irşad için izin verdi.
— "Bu durum, senin için mutluluk sebebi olacaktır."dedi.
Şeyh Ubeydüllah Ahrar Efendimiz, Yakub Çerhi efendimizin şöyle dediğini anlattı; Allah ikisinden de razı olsun:
— Şah Nakşıbend Efendimiz, Şeyh Alaeddin Attar ile Ciğanyan'da sohbet etmemi bana emretti. O da, Şah Nakşıbend Efendimizin emrine uyarak, sohbetine girmemi bana yazdı. Bunun üzerine Ciğanyan'a gittim. Vefat edinceye kadar onun sohbetinde kaldım. Daha sonra Hulgato'ya gittim.
Şeyh Ubeydüllah Ahrar Anlatıyor:
—"Şeyh Yakub Çerhi ile, Şeyh Zeyneddin Hafî, ilim tahsili sırasında Mısır'da iki kardeş gibiydiler. Allâme Şeyh Şehabeddin Şirvani'de okudular. Bir gün bana şöyle anlattı:
— "Duydum ki, Şeyh Zeyneddin rüya yorumu yapıyor. Müridlerin gördükleri rüyayı yorumluyor, buna da güveniyor. O zaman, sen Herat'taydın, bunu duydun mu?."
— "Evet, duydum". dedim.
Bu sırada, mübârek sakalından tutmuştu. Kendinden geçti; başı göğsüne düştü. Bir saat kadar sonra başını kaldırdı, şu beyitleri söyledi:
Bir güneşin olsam da kölesi ...
Anlattığımolsa onun şûlesi ...
Negece olurum, ne gecenin kölesi
Rüya oluyor insanın terbiyecisi..
Hicretin 851'nci (M.1447) yılında vefat etmiş ve Hülfetü köyünde defn edilmiştir. (Kaddesallahu Sirrahül Aziz)
-
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
18. Hace Ubeydullah Ahrar (k.s.)
Türkistan'ın büyük velîlerinden. Silsile-i Sâdât-ı NakşıbendiyyeiAliyye'nin onsekizincisidir. İsmi, Ubeydullah, babasının adı Mahmûd, dedesinin adı Şihâbüddîn'dir. Babası Mahmûd Şâşî, devrinin âlimlerinden ve velî bir zât idi. Annesinin nesebi, 16 batın ile Hazreti Ömer Efendimize dayanır. Ahrâr lakâbıyla meşhurdur. Mîlâdî 1403 (Hicrî 806) senesinde Taşkent'te doğdu. Mîlâdî 1490 (Hicrî 895)senesinde Semerkant'ta vefât etti. Kabr-i şerîfi oradadır.
Doğumundan îtibâren üstün halleri görülen Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri, annesini nifâstan temizlenmeden emmemiştir.
Yüzünde öyle bir nûr parlardı ki, görenler hayrân kalıp, ona duâ ederlerdi. Dilinden Allâhü Teâlânın ismi hiç düşmez, devamlı zikr ile meşgûl olurdu.
Dedesi Hâce Şihâbüddîn de, âlim ve velî bir zât idi. Vefât edeceği sırada, torunlarını son olarak görüp vedâlaşmak istedi ve onlarla tek tek vedâlaştı. Torunu Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerini de görmek isteyip, babasına onu getirmesini söyledi. Yanına getirdiklerinde o zaman çok küçüktü. Getirilince, beni yatağımdan kaldırın deyip, yatağı üzerinde oturarak, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerini kucağına aldı. Sarılarak ağladı ve şöyle dedi:
—"Benim istediğim çocuk budur. Ben bunun büyük bir zât olduğu zaman hayatta olmam. Bunun âlemdeki tasarrufunu ve yaptığı hizmetleri göremem. Bu çocuğun şânı âlemi tutacak, İslâmiyete hizmet edecektir. Cihân pâdişâhları bunun emrine itâat edecekler. Bundan zuhûr edecek işler, önceki âlimlerden zuhûr etmemiştir." Daha birçok müjdeler verdikten sonra, tekrar bağrına basıp sarılarak, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin babası Mahmûd Şâşî'ye;
—"Benim bu oğlumu iyi gözet, gerektiği gibi yetiştirip terbiye et." vasiyetinde bulundu.
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri daha çocuk iken, üstün hâllere kavuşmuş olup, kerâmetleri görülüyordu. Kendisi şöyle anlatmıştır:
—"Mektebe gider, gelirdim. Gönlüm dâimâ Allâhü Teâlâ ile idi. Bir ân O'nu unutmaz, bir ân O'ndan gâfil olmazdım. Soğuk bir kış günü, kırlık biryerden geçerken ayağım çamura battı. Kurtulmaya çalışırken daha da battı. Bu işle uğraşırken, Allâhü Teâlâ'yı anmaktan uzaklaştım hissine kapıldım. Karşıda köylü bir genç, çift sürüyordu;
—"Şu gence bak, bunca eziyet içinde Allah'ı düşünüyor da sen, ayağını çamurdan kurtarmak gibi küçük bir uğraşma yüzünden O'nu nasıl unutursun?" diyerek, hüngür hüngür ağlamaya başladım. O zaman, herkesi kendim gibi har ân Allâhü Teâlâ'yı zikreder sanırdım. Bülûğ çağına erinceye kadar, Allâhü Teâlâ'dan gâfil olanlar bulunduğunu anlı-yamamıştım.Sonradan anladım ki, Allâhü Teâlâ'dan gâfil olmamak, yalnız bâzı kullara mahsus ilâhî bir inâyetmiş. Ancak riyâzet ve nefs mücâdelesiyle elde edilebilir, hattâ bâzılarınca bununla bile elde edilemez bir keyfiyetmiş."
Amcasının oğlu Hâce İshak anlatmıştır:
—"Ben ve öbür çocuklar oyun oynarken, aramıza katılması için ne kadar ricâ etsek,kabûl ettiremezdik. Oynar gibi görünüp, bir kenarda durur ve kendi hâllerinde olurdu."
Kendisi şöyle anlatır:
—"Halimin başlangıcında, rüyâda Resûlüllâh'ı (sallellahü aleyhi ve sellem) gördüm. Gâyet yüksek bir dağın eteğinde, eshâbı ile topluluk hâ-linde idiler. Beni görünce, elleri ile benim yaklaşmamı işâret edip;
—"Beni bu dağın başına çıkar!" buyurdu. Ben de kendilerini omuz-larıma alıp, dağın tepesine çıkardım.
—"Ben sende böyle bir kuvvet bulunduğunu biliyordum. Fakat, baş-kaları da görsün ve bilsin diye sana bu işi yaptırdım." buyurdular.
Yine ilk zamanlarda, rüyâda Hâce Şâh-ı Nakşibend Hazretlerini gördüm. Bâtınıma, kalbime öyle tasarruf etti ki, ayaklarımda mecal kal-madı. Ben de son gücümü sarfederek, arkalarından koştum ve yetiştim. Geriye dönüp, "Mübârek olsun!" buyurdular."
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri çocukluğundaki hâlini şöyle an-lattı:
—"Küçüklüğümde, bende kuvvetli bir vâhime, hayal gücü vardı. Şöyle ki;evden yalnız dışarı çıkamazdım. Bir gece bana öyle bir hâl oldu ki, kalbim Ebû Bekir Şâşî'nin kabrini ziyâret etme şevki ile doldu. Hemen evden çıktım, kabri başına varıp, kabre karşı oturdum. Bir saat kadar böyle kaldım. Oradan Şeyh Hâvend Tâhûr'un kabrine gittim. Yine içimde bir vehim ve korku yoktu. Oradan, Şeyh İbrahim Kimyager'in kabrine ve Şeyh Zeynüddîn Kûy-i Arifân'ın kabrine gittim. İçimde hiç bir korku yoktu. Bundan sonra artık bende, kabirlerde ve korkulu yerlerde, büyüklerin rûhâniyetinin bereketiyle hiçbir korku hâli kalmadı. Bundan sonra hiç korkmadım. Taşkent'in bütün mezarlarını dolaşmayı âdet edindim. Mezarlar birbirinden uzak yerlerde idi. Bir gecede hepsini dolaştığım oluyordu. Bu sıralarda ben yeni kendime gelmiştim. Ev halkı benim geceleri böyle dolaşmamdan telâşa düşmüş olacaklar ki, peşimden süt kardeşimi göndermişler. Benim ne yaptığımı öğrenmek istemişler. Bir gece Şeyh Hâvend Tâhûr'un kabri şerîfinin yanında idim. Süt kardeşim çıkageldi. Yanıma gelir gelmez, elini üzerime koyup titremeye başladı.
—"Sana ne oldu?" dedim.
—"Gözüme garip şeyler görünüyor, az kaldı helâk olacaktım." dedi. Onu alıp, eve götürdüm. Ev halkına demiş ki:
—"Artık ondan şüphelenmeyin. Ondan dolayı hoşnud olun. Bilin ki o, bizden bambaşka bir hâle düşmüş. Karanlık gecede, on kişinin bir grup hâlinde sokulamayacağı mezarlar başında kimsesiz, sabaha kadar kalabiliyor."
Ev halkı bunu öğrendikten sonra, benim bambaşka bir hâle tutuldu-ğumu anlayıp, hakkımda başka ihtimâller düşünmediler."
Yine şöyle anlatmıştır:
—"İlk zamanlarımda, bir gece Şeyh Ebû Bekr Kaffâl'ın mezarının başına gidip, oturmuştum. Bu mezar o kadar heybetli ve korku vericiydi ki, gündüzleri bile yanına yaklaşmaktan korkarlardı. Taşkent'de bir adam vardı. Bize karşı düşman biri idi. Bize bir zarar yapmak için fırsat kollardı. Meğer o gece beni gözetleyip, tâkib etmiş. Ben mezarın başına varıp oturdum. Başımı eğip murâkabeye dalınca, beni korkutup dehşete düşürmek için, birden bire bir nâra atarak üzerime doğru gelmeye başladı. Hiç aldırmadım, mürâkabe ve oturuşumu da bozmadım. O, benim bu hâlimi görünce utandı. Ağlayarak önüme gelip, yüzüstü düştü. Benden özür diledi. Sonra bizim dostlarımızdan oldu."
ÖLÜ KALBLERİ DİRİLTMEK
Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri şöyle anlatmıştır:
—"Çocukluğumda rüyâda kendimi Şeyh Ebû Bekr-i Şâşî'nin mezarı yanında gördüm. Mezarın eşiğinde İsâ aleyhisselâm vardı. Hemen ayaklarına kapandım. Elleri ile başımı kaldırıp;
—"Gam çekme! Seni ben terbiye edeceğim!" buyurdu. Rüyâyı an-lattığım zâtlar, tıb ilmi ile tâbir ettiler. Yâni tıb ilminden nasîbim olacağını söylediler. Ben bu tâbire râzı değildim. Tâbirim şuydu: İsâ aleyhisselâm, ölüleri dirilten bir Peygamberdir. Evliyâdan ihyâ sıfatına mazhâr büyüklere de "îsevî meşreb" denirdi. Mâdem ki, İsâ aleyhisselâm bu fakîrin terbiyesini üzerine aldılar. Demek bana ölü kalbleri ihyâ sıfatı verilecek. Nitekim kısa bir zaman sonra, Allâhü Teâlâ bana öyle bir hâl ve kuvvet bahşetti ki, bende o mânâ, kemâliyle meydana geldi. Vâsıtamızla nice ölü kalbler, gaflet karanlığından şühûd ve huzûr ışığına çıktılar."
HER GÖRDÜĞÜNÜ HIZIR BİL
HER GECEYİ KADİR BİL
Bir gün annesi tarladan kaldırdığı buğdayları, biriyle Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri'ne gönderdi. Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri buğdayları ambara koymakla meşgûlken, buğdayları getiren kimse, boş çuvalları alıp gitti. Nereye gittiği ve hangi yoldan gittiği belli değildi. Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri o anda neden bu za-vallı ve garip kimseden duâ almadığına üzüldü. İçine garip bir ızdırap çöktü. Buğdayı olduğu gibi bırakıp koşarak o kimsenin peşine düştü. Yanına vararak tevâzu ile kendisine duâ etmesini istedi ve;
—"Beni gönlünüze alın. Hâlime biraz inâyet nazarıyla bakın. Belki duânız ve himmetiniz bereketiyle Allâhü Teâlâ beni bağışlar, merhamet eder de yolum açılır." dedi. Onun yüzüne şaşkın ve hayret dolu ifâdelerle bakan zât;
—"Zannediyorum ki Türk Şeyhlerinin söyledikleri; "Her geleni Hızır bil, her geceyi Kadir bil" sözüne göre hareket ediyorsun. Fakat ben hiç bir özelliği olmayan kendi hâline yaşayan bir kimseyim. Elimi yüzümü bile lâyıkıyle yıkamayı bilmem. Senin istediğin şeyden ben haberdâr değilim. O bende yoktur." dedi. Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin yalvarışına dayanamıyarak ellerini kaldırdı ve;
—"Allâhü Teâlâ senin kalb gözünü açsın." diye duâ etti. Bu duâ be-reketiyle Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin kalbinde açılmalar oldu.
ALAADDİNGUCDÜVÂNÎ İLE
Ubeydullah Hazretleri Buhara'da Şeyh Hamidüddin Şâşî ve Şah Nakşıbend Hazretleri'nin halifelerinin büyüklerindenAlaaddin Gucdüvani ile görüştü. Alaaddin Gucdüvani Hazretleri ile bir müddet beraberliği oldu.Hâce Ubeydullah (k.s.)Hazretleri Alaaddin Gucdüvânî ile olan bazı hallerini şöyle anlatıyor:
— Bir gün yürüyerekberaberce Şah Nakşıbend Hazretlerinin kabrini ziyarete gittik. Yatsı namazını kılıncaya kadar orada kaldık. SonraAlaaddin Gucdüvânî bana şöyle dedi:
—"Gel bu geceyi seninle ibadet ederek geçirelim."
İbadete başladık. Sol yanı üzerine oturdu, iki ayağını sağ taraftan çıkardı. Taa, tanyeri ağarıncaya kadar bir yanından bir yanına dönmedi.
Böyle bir oturuş ancak tam bir huzurla, mükemmel bir müşahede ile olur. Yoksa, bir insanın gücü böylesine bir oturuşa yetmez; üstelik bir de yaşlı olursa..
Bense çok yürüdüğüm için oturmakta ona uymaktan başka çarem yoktu. Gece yarısına kadar onunla oturdum. Sonra oturmaya gücüm kalmadı. Kalktım, onun yanına gittim. Benden uykuyu, tembelliği gidermesi için ona işaret ettim. Şöyle dedi:
—"Benden ağırlığı al."demek mi istiyorsun? Şöyle dedim:
—"Oturacak durumda değilim. Nefsimden ağırlığı al ki, rahat edeyim."
İlk başta perişandım. Onunla sohbet ettikten sonra, bu perişanlığım geçti ve rahatladım. Ben, ilk zamanlarda sanıyorudum ki, Müridin arzusunun yerine gelmesi için şeyhinin iltifatı kafidir. Onunla sohbet ettikten sonra bana:
—"Devamlı zikir etmeli ve çalışmalısın. Zorluk çekilmeden elde edilen hiç bir şeyin devamı ve kalıcılığı yoktur. Mücâhede işinde bütün gücünü harca ve zorlu işlere dayan..."dedi.
HORASAN'DA
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin yetiştirilmesinde özel bir gayreti olan dayısı Hâce İbrâhîm onu ilim tahsîli için Taşkent'ten Semerkant'agönderdi. İki yıl Mâverâünnehr'deki büyük âlim ve velîlerin ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulundu. Buhârâ'ya ve Herat'a giden Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri, buralarda ve diğer yerlerde Şâh-ı Nakşibend Bahâüddîn BuhârîHazretlerinin talebelerinin büyüklerinden bir kısmıyla ve onların da meşhûr talebelerinden bir kısmıyla görüşüp, sohbetlerinde bulundu. Hâcegân yolunun diğer tabakasının büyüklerinden pekçok zâtla da görüşüp, sohbet etti. Horasan'a gitmeden önce, Seyyid Kâsım Tebrizî Hazretlerinin sohbetinde bulundu. Horasan'a gittikten sonra,bir defa daha Seyyid Kâsım Tebrîzî'nin sohbetine gitti. Bundan başka Herat'ta bulunan evliyâ ve meşhûr zâtların da sohbetlerinde bu-lundu.
SEYYİD KAASIM TEBRİZİ İLE
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri, Hocalarından Seyyid Kâsım Tebrîzî'nin sohbetinde bulunmasını şöyle anlatmıştır: "Ömrümde, Seyyid Kâsım Tebrîzî'den büyük zât görmedim. Zamânın Şeyhlerinden hangisine gitsem, bana bir nisbet hâsıl oluyordu. Fakat bu nisbetler bir süre sonra geçiyordu. Seyyid Kâsım Tebrîzî'nin sohbetlerinde öyle bir tesir ve keyfiyet hâsıl oldu ki, elden bırakmak mümkün değildi. Huzûruna her gidişimde, bütün kâinâtı, dâirenin merkezi misâli onun etrâfında dönüyor ve onda yokluğa kavuşuyor gördüm. Seyyid Kâsım Tebrîzî, Hâce Bahâüddîn Nakşibend Hazretlerinin sohbetinde bulunmuş ve nisbetlerini o yoldan almış. Anlaşıldığına göre, "Hâcegân" yolunda idi. Bir kapıcısı vardı. Kimse ondan izinsiz huzûruna giremezdi. Kapıcıya;
—"Buraya ne zaman Türkistanlı bir genç gelirse, ona mâni olma! Bırak istediği zaman benim yanıma girsin." diye tenbihte bulunmuştu. Her gün kapıcısına varırdım, izin verilmiş olduğu hâlde, huzûruna iki-üç günde bir girerdim. Talebeleri, bana izin verildiği hâlde huzûrlarına niçin her gün çıkmadığıma hayret ederlerdi. Seyyid Kâsım Hazretlerinin sohbetleri çok tatlı ve o kadar hoş idi ki, gelenler ayrılmak istemezdi. Sohbetin sonuna gelince talebelerine verdiği bir işâretle dağılmalarını bildirirdi. Beni hiçbir vakit huzûrundan kaldırmamıştı. Yakınlarına "Bâ-bu" diye hitâb ederdi. Bana;
—"Bâbu senin adın nedir?" diye sordu. Ubeydullah (yani Allah'ın küçük kulu) dedim. "İsminin mânâsını gerçekleştir." buyurdu.
Mevlânâ Fethullah Tebrizî şöyle anlatmıştır:
—"Seyyid Kâsım'ın sohbetine çok devâm ederdim. Tasavvufa öyle merâk salmıştım ki, tasavvufa dâir ince meselelerin konuşulduğu bu mec-liste sabahlardım. Gözüme uyku girmezdi. Bir defasında Seyyid Kasım'ın sohbetindeyken, içeriye Hâce Ubeydullah Ahrâr girdi. Seyyid Kâsım, onu büyük bir alâka ile karşıladıktan sonra, garip, meârif ve acâib hikmetler konuşmaya başladılar. Dikkat ettim, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin her ziyârete gelişinde, Seyyid Kâsım gayr-ı ihtiyârî en ince meseleleri ve sır bahislerini açardı. O zaman öyle haller olurdu ki, başka zaman o şekilde olmazdı. Birgün Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri, Seyyid Kâsım'ın meclisinden kalkıp gittikten sonra, Seyyid Kâsım bana;
—"Mevlânâ Fethullah! Bu kâfilenin dili, sözleri gâyet tatlıdır. Ama yalnız dinlemekle iş bitmez. Eğer himmet sâhiplerinin temenni ettiği sa-âdete kavuşmak istersen, bu Türkistanlı gencin eteğini bırakma! O, za-manın bir hârikası, devrânın bir tânesidir. Ondan çok büyük işler, tecellîler zuhûr edecek ve dünyâ onun velâyet nûruyla dolacaktır." Seyyid Kâsım'ın bu sözlerinden, içime Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin kemâl ve olgunluk zamanına ulaşma arzusu düştü. Sultan Ebû Saîd zamanında, Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri Taşkent'ten Semerkand'a geldi. Hizmetine girdim. Kısa zamanda Seyyid Kâsım'ın işâret ettiği üstünlükleri onda görüp anladım."
KALBİNTASFİYESİ
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri şöyle anlatmıştır:
—"Bir gün Seyyid Kâsım Hazretleri bana; "Bâbu! Zamânımızda hikmet ve harika niçin az zâhir oluyor, bilir misin? Çünkü bu zamanda bâtının tasfiyesi, kalbin temizlenmesi pek az insanda kalmıştır. Olgunluğa ulaşmak, bâtının, gönlün, kalbin tasfiyesi iledir. Bâtının tasfiyesi, kalbin temizlenmesi, helâl lokma yemekle mümkündür. Bu zamânda helâl lokma yiyen pek azdır. Bâtınını tasfiye etmiş insan da yok gibidir ki, ondan ilâhi esrâr nasıl tecellî etsin?" dedikten sonra kendisi ile ilgili olarak da;
—"Elim tuttuğu zaman, takke diker onun parası ile geçinirdim. Felç geçirip elim tutmaz olduktan sonra, babamdan kalan kütüphâneyi satarak, ticâret sermâyesi yaptım ve onunla geçinmeye başladım" dedi.
BAHAÜDDİN ÖMER İLE
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin sohbetinde bulunduğu zâtlar-dan biri de, Bahâüddîn Ömer Hazretleridir. Bu hocası hakkında buyurdu ki:
—"Bana Horasan Şeyhlerinden Bahâüddîn Ömer'in tavırları gâyet hoş gelirdi. Ekseriyetle oturup sohbet ederler, gelenlerin hâline münâsip muâmele eder, hiçbir sûretle kendini halktan üstün tutmazdı."
Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri, dört sene bu hocasının ya-nında kalıp, sohbetlerine devâm etti. Bundan sonra, en başta gelen hocası Yâkûb Çerhî (k.s.) Hazretlerine talebe oldu ve onun sohbetinde kemâle ulaştı.
MEVLANA YAKUB ÇERHÎ
HAZRETLERİNE BİATI
Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) HazretleriMevlana Yakub Çerhî Hazretleri ile tanışmasını şöyle anlatmıştır:
— "Herat'a gittiğim zaman, güzel yüzlü ve hoş kılıklı bir tüccâr ile tanıştım. Hâcegân yolunda olduğu anlaşılıyordu. Bu yolu kimden aldığını sordum. Yâkûb Çerhî'den aldığını söyledi. Bana Yâkûb Çerhî'nin bü-yüklüğünü ve üstün hâllerini anlattı. Bunun üzerine Yâkûb Çerhî'nin sohbetine kavuşmak için, ikamet ettiği yer olan Halfetû'ya gitmek üzere yola çıktım. Çiganiyân'a varınca hastalandım. Yirmi gün orada kaldım. Bu sırada Yâkûb Çerhî hakkında menfî sözler işittim. Seyahatime devâm edip etmeme husûsunda tereddüde düştüm. Fakat bu kadar yol aldıktan sonra, geri dönülemiyeceğini düşünerek yola devâm ettim. Yâkûb Çerhî Hazretlerinin huzuruna kavuşunca, bana büyük iltifât gösterdi. Bundan sonra bir başka gün tekrar ziyâretine gittiğimde, bu sefer sert ve haşmetli davrandı. Bunun sebebini; yolda iken aleyhinde bulunanların sözlerine bakarak huzûruna gidip gitmemek husûsunda tereddüde düşmüş olmamdan dolayıdır, diye düşündüm. Aradan bir saat geçmeden, bana tekrar çok lütuf ve iltifatta bulundu. Şâh Nakşibend Hazretleri ile buluşmasını, sohbetine kavuşmasını ve münâsebetlerini anlattı. Sonra bana elini uzatıp;
—"Gel bîat eyle, talebem ol!" buyurdu. O anda yüzüne baktım yü-zünde cüzzam lekesine benzer bir beyazlık gördüm. Bu sebebden hemen bîat edemedim. Bunu anlayıp, hemen elini geri çekti. Baktım, yüzü birden bire değişip, öyle güzel bir hâl aldı ki sîmâsının güzelliğine hayran kaldım. Kalbimde hâsıl olan muhabbet sebebiyle, kucaklayıp sarılmamak için kendimi zor tuttum. Bu defâ elini yeniden uzatıp;
—"Şâh Nakşibend Hazretleri bu elleri tutup; senin elin, benim elimdir. Her kim senin elini tutarsa, benim elimi tutmuş olur." buyurdu. Sonra sesini yükselterek;
—"Bu el, Bahâüddîn Buhârî'nin elidir, tutun!" buyurdu. Hemen mü-bârek ellerini tuttum. Bana, vukûf-ı adedi (tek sayı) üzere nefy ve isbât (Lâ ilâhe illallâh) zikrini tâlim etti. Sonra:
—"Bize hocamızdan gelen usûl budur. Eğer siz, tâlibleri cezbe yoluyla terbiye etmek isterseniz, edebilirsiniz." buyurdu.
SADECE KIVILCIM ....
Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri, Yâkûb Çerhî Hazretlerinin sohbetinde üç ay kaldı. Ondan feyz alıp, tasavvuf hâllerinde yükseldi. Ondan icâzet aldı. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak üzere vedâlaşıp ayrılırken, hocası ona, râbıta şartını anlattı ve;
—"Bu yolu tâlim ederken dehşet hissi vermemeye dikkat et! Emâneti isteklilere ve istîdatlılara ulaştır!" buyurdu.
Yâkûb Çerhî Hazretleri, talebesi Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri hakkında şöyle buyurmuştur:
—"Bir talebe, bir büyüğün huzûruna gelince, Hâce Ubeydullah gibi gelmelidir. Kandili takmış, fitili ve yağını hazırlamış, onun yanması için sadece bir ateş tutmak gerekecek."
29 YAŞINDA
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri yirmi dokuz yaşında iken, ilim tahsîlini tamamlayıp, tasavvufta yüksek derecelere kavuşmuştur. Yirmi dokuz yaşından sonra memleketine dönüp, helal kazanmak için zirâatle ve insanlara doğru yolu göstermekle meşgûl olmaya başladı. Kısa zamanda mahsûlleri o kadar bereketli oldu ki idâresi için vekîl tâyin etti. 1300'den fazla çiftliği vardı. Her birinde üç bin amele çalışırdı. Allâhü Teâlâ onun mahsûlüne öyle bir bereket verdi ki, her sene sekiz yüz bin batman zâhire öşür verirdi. Anbarlarına konulan mahsûl, her çıkardıklarında, koyduklarındanfazla geliyordu. Bu hâli görenler, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerine hayrân kalıp, daha çok bağlanıyorlardı. Kendisi bu husûsta;
—"Bizim malımız, fakîrler içindir. Bunca malın hassası işte bu nokta-dadır" buyurmuştur.
EDEBE RİAYETİ
Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri, tenhâda olsun, kalabalıkta olsun, zâhirî ve bâtınî edeblere çok dikkat ederdi. Sabaha kadar hep iki diz üstü oturduğu çok olurdu. Hizmetinde olanlara ve herkese, ihsanları, lütufları çoktu. Meşakkati, zorluğu kendisi yüklenip, başkalarının rahatını, kendi istirâhatine tercih ederdi.
HEDİYE KABUL ETMEZDİ
Ömrü boyunca kimseden birşey almamış, verilen şeyleri kabûl et-memiştir. Büyüklerden bir zât, kendi eliyle beyaz kuzu yününden bir kaftan dikip, ona gönderdi. Bu hediyenin helâl maldan olmasına çok dikkat etmişti. Kaftan kendisine verildiğinde;
—"Bu kaftanı giymek câizdir. Fakat ben, ömrüm boyunca kimseden hediye kabûl etmedim. Bunu gönderen zâttan özür dileyin ve bu defâ bu kaftanı, bizim hediyemiz olarak kendisine takdim edin." demiştir.
Ubeydullah Ahrar Hazretleri, bir defâsında talebeleri ve sevenleri ile birlikte, büyük bir kalabalık hâlinde, şehre çok uzakbir arâziden geçiyorlardı. Hava çok sıcaktı. Uzakta kara çadırlardan bir oba görün-müştü. Bu obadan üç kişi, hediye takdim etmek üzere yanlarına yaklaştı. Birisinin omuzunda semiz bir keçi, birinin de kucağında tahtadan büyük bir çanak içinde yoğurt vardı. Bu üç kişiden oba reisi olan, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerine yaklaşıp, getirdiklerini hediye olarak takdim etmek istedi.
—"Bu keçi helâl maldır ve size vermek üzere ayrılmıştır. Yoğurt da temizdir. Kabûl buyurmanızı istirhâm ederim," dedi. Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri;
—"Ben kimsenin hediyesini kabûl etmedim. Keçiyi yine sürüye kat. Yoğurda gelince, parasını verip alabiliriz" dedi. Oba reisi;
—"Yoğurdun buralarda kıymeti olmaz, buralarda boldur. Kimse para ile yoğurt almaz. Lütfen kabûl buyurunuz." dedi.
—"Kabûl etmeyiz" buyurup, hizmetçilerinden birine işâret edip, yo-ğurdu bir Şahrûh altınına satın aldırdı. Önce kendisi yedi. Sonra yanında bulunanların hepsine ikrâm ettiler.
HALKA HİZMET
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin, bütün ömrü boyunca tanıdık-larına ve tanımadıklarına, dost-düşman herkese yardım ve şefkati pek çok idi. Hiç kimseyi ayırd etmeden yaptığı iyilik ve hizmetler dillere destan idi.
—"Ben bu yolu, tasavvuf kitaplarından değil, halka hizmetten elde ettim. Herkesi bir yoldan götürürler. Bizi hizmet yolundan götürdüler. Hayır umduğum herkese hizmet ederim." buyurmuştur.
HASTALARA YARDIM
Kendisi şöyle anlatmıştır:
—"Semerkand'da Mevlânâ Kutbüddîn medresesinde, iki-üç hastanın hizmetini üzerime almıştım. Hastalıkları arttığından, yataklarını kirletir-lerdi. Ben onları elimle yıkayıp, çamaşırlarını giydirirdim. Devamlı hizmet ettiğim için, hastalıkları bana da geçti ve yatağa düştüm. Bu hâlimle bile, birkaç testi su getirip, hastaların kirlerini yine ben yıkamaya devam ettim."
HİÇ ESNEMEDİ
Reşahât kitabının müellifi şöyle anlatmıştır:
—"Bu fakîr, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin gece gündüz hizmetinde iken, hiç esnediklerini görmedim. Öksürük veya benzeri sebeblerle ağızlarından bir şey çıkardığına şâhid olmadım. Sümkürdüklerini de görmedim. İnsanlar arasında veya yalnızken, bir defa bile bağdaş kurarak oturduklarını görmedim."
SÜMKÜRÜRKEN ....
Otuz beş yıl hizmetinde bulunan Mevlânâ Ebû Saîd de şöyle anlat-mıştır:
—"Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin üzüm, elma, ayva ve benzeri meyveleri yerken kabuklarını ağzından çıkardığını hiç görmedim. Sümkürdüklerine ve tükürdükerine de şâhit olmadım. Bâzan nezle ve grip olurdu. Bu hallerinde bile tiksinti verecek bir davranışta bulunmazdı. Hiçbir uzvunda uygunsuz bir hâl, görenlere tiksinti ve rahatsızlık verecek bir davranışı görülmemiştir. Yalnız iken de, başkaları ile bir arada iken de, dâimâ edeb ve güzel muâmele ile hareket ederdi."
GECE İBADETİ
Seyyid Abdülkâdîr Meşhedî, Sultan Ebû Saîd Mirzâ zamanında, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin sohbetinde bulunmak üzere Semerkand'a gitti ve onun sohbetiyle şereflendi. Şöyle anlatmıştır:
—"Yatsı namazını kıldıktan sonra, bana; "Seyyid Abdülkadir bizim müsâfirimizdir. Bu geceyi bizimle birlikte ihyâ etmeyi istiyor. Biz bâzı dostlarla oturmak isteriz. Sen gençsin, istirahat et." buyurdu. Bunun üzerine;
—"Eğer izin verirseniz, sizinle berâber olayım." dedim. Sonra;
—"Eğer kendinde oturmağa güç bulursan otur." buyurdu. Ben de üç kişi ile birlikte o sohbet meclisinde bulundum. O gece sabaha kadar, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin hâllerini gördüm. Devamlı iki diz üstünde, tevâzu ile oturdu. Dizlerini hiç değiştirmedi. Hep hareketsiz oturdu, hiçbir uzvunu oynatmadı. Teheccüde kalktı, namazdan sonra yine aynı şekilde sabah namazı vaktine kadar vekar ile oturdu. Hiç hareket etmedi. Ben genç olmama rağmen, her saatte bir dizimi değiştirdim. Uyumamak için kendimi zor tuttum. Sonra sabah namazını kılmak üzere kalktılar, yatsı namazı abdesti ile sabah namazını kıldılar."
TALEBEYE ŞEFKATİ
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin kerem ve lütfu o kadar çoktu ki, talebelerinin ve sevenlerin rahatını düşünür, bunun için kendisi mihnet ve meşakkat çekerdi. Mîr Abdülevvel hazretleri şöyle yazmıştır:
—"Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri, talebeleri ile birlikte bir bahar mevsimi başında, Keş'e gitmek üzere yola çıkmışlardı. Bir gece yolda, bir dağ eteğinde gecelemeleri gerekti. Talebeleri hemen bir çadır kurdular. Akşam namazından sonra şiddetli bir yağmur başladı. Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri biraz sonra dışarı çıktı. Talebelerin ve hizmetçilerin çadıra girmesini söyledi. Bu emri üzerine hepsi çadıra girdiler. Başka bir çadır da yoktu. O gece sabaha kadar yağmur yağdı, seller aktı. Sabah namazını kıldıktan sonra, talebelerine ve diğer dostlarına;
—"Siz yağmur altında iken, ben çadırda durmayı tercih etmedim." buyurdu. Bunun üzerine, talebeleri kendisinin çadırda bulunması sebe-biyle, edebinden yanına girip de geceleyemiyecek olan talebelerinin yağmur altında kalmalarını istemediğini anladılar. Kendisi çadırdan uzaklaşıp, geceyi çadırın dışında bir yerde geçirmişti."
.....
Bir defasında da, bir yaz mevsiminde talebeleri ile birlikte tarlalardan birine gitmişlerdi. O gün şiddetli bir sıcak vardı. Tarladasâdece bekçinin küçük bir kulübesi bulunuyordu. Talebeleri, onunla birlikte bu kulübeye girip gölgelenmekten hayâ ettiler. Başka gölgelenecek bir yer de yoktu. Sıcak iyice şiddetlenince, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri atını istedi. "Zirâat için sürülen yerleri görmek istiyorum?" diyerek, atına binip oradan uzaklaştı. Güneşin yakıcı sıcağı dayanılmaz hâle gelince, Bir derede başını gölgeleyecek kadar bir yerde, hava serinleyinceye kadar istirahat edip, sonra talebelerinin yanına döndü. Talebeleri sonradan, hocalarının oradan uzaklaşıp, kendilerinin gölgelenmelerini istediğini anladılar.
SUYA KAPILDIK
Talebelerinden Şeyh İyân şöyle anlatmıştır:
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleriyle, bir bahar mevsiminde yola çıkmıştık. Yolumuz, sel sularıyla dolup taşarak akan bir dereye rastladı. Karşıya geçmemiz icâb etti. Talebeler karşıya geçmek üzere saz ve ka-mışlardan sal yapıp, sudan geçtiler. Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri de karşıya geçmek için sallardan birine bindi. Beni de yanına aldı. Hareketten biraz sonra, derenin ortasında suyun büyük bir hızla aktığı noktaya gelmiştik. Bindiğimiz salın kamışları çözülmeye başladı. Sular, bağlar gevşediğinden kamışları ve sazları sökerek salı dağıtıyordu. Ben çok korktum. Karşı sâhile bir ok atımı mesâfe vardı. Suyun şiddetle aktığı yeri aşıp karşıya ulaşmamız mümkün değildi. Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri bu hâle hiç aldırmadan oturuyordu. Kamışlar git gide biraz daha çözülüp dağılıyor, ben ise korkudan eriyordum. Hocamın yanında, tasarrufuna sığınıp, tevekkülle bekledim. Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri bu durum karşısında birdenbire "Allah!" diye bağırdı. Derin bir ürperti geçirerek, neticeyi bekledim. Bindiğimiz sal, suyun en şiddetli aktığı noktayı geçti. Sazlardan ve kamışlardan hiç biri çözülmeden, sal karşı kıyıya ulaştı. Kıyıya gelince, hocam bana; ""Kalk!" buyurdu. Kalkıp, sal üzerinden kıyıya atladım. Kendisi de indi. Mübarek ayaklarını yere basar basmaz, sal birdenbire bir çöp yığını hâline gelip, su üzerinde dağılıverdi."
KABÛL ETMEDİ!
Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri zamânında, bir kadı devamlı kapısına gelip, talebe olmak, onun yoluna girmek istiyordu. Fakat Ubeydullah-ı Ahrâr ona iltifât etmediğinden gâyet melûl ve mahzûn bir hâlde gelip gidiyordu. Birgün Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin neşeli bir ânında, yakın bir talebesi, o kâdıdan bahsedip, talebe olmak istediğini arzetti.
—"Kadı, boynu bükük, inâyetinizi bekliyor ve mahrum kalmaktan çok üzülüyor." dedi Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri;
—"Ben, kimin içinde büyüklük ve üstünlük arzusundan birşey sez-sem, hatta o üstünlük ve büyüklük arzusuna on yıl sonra bile kavuşacak olsa, ona hâcegân yolundanbahsedemem." dedi. Talebelerinden bâzıları, bu sözü söylediği günün tarihini yazdılar. Aradan on yıl geçti. Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri de vefât etmişti. O kâdı, on yıl sonra memleketinde hâkim ve reis makâmına çıktı. Bu hâlinden çok memnûn idi ve kalbinde büyüklerin yoluna girmeye dâir hiçbir istek ve arzu kalmamıştı. O zaman Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin talebeleri, hocalarının onu neden kabûl etmediğinin hikmetini anladılar.
SELE KAPILANLAR
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri, bir ilkbahar mevsiminde Herat'dan Taşkend'e gitmek üzere yola çıkmıştı. Akşam olunca, yolda bir talebesinin bulunduğu yere ulaşmış ve o gece orada müsâfir olmuştu. Bu talebesi şöyle anlatmıştır:
—"Gece yatacağımız zaman bana; "Sen benim yattığım odada yat!" dedi. Bunun üzerine onun yattığı odada, ondan uzak bir köşeye çekilip, orada geceledim. Geceyarısı ismimi söyleyip;
—"Uyuyor musun! Uyanık mısın?" dedi. Ben de;
—"Uyumuyorum efendim, dedim."
—"Hemen kalk, kıymetli eşyalarını topla ve derhâl dışarı çık!"bu-yurdu ve kendisi de süratle dışarı çıktı. Bu çevrede olanları da uyandır. Kıymetli eşyâlarını toplayıp hayvanlara yüklesinler. Beni tâkib edip pe-şimden geliniz?" dedi. Süratle uzak bir tepeye doğru yürüdü, biz de hemen toparlanıp onu tâkib ettik. Tepeye çıkıp, üzerinde durdu. Biz de ya-nında durduk. Bizimle gelenler, bu duruma şaşırarak;
—"Sebeb nedir ki, gece yarısı uykumuzu bölüp buraya geldik" di-yorlardı. Bir kısmı da ihmâl gösterip, gelmemişti. Biz tepe üzerinde iken, birdenbire korkunç bir sel geldi. Önüne gelen ağaç, kaya, duvar, ev ne varsa süpürüp götürüyordu. Ayrıldığımız ev de sel suları içindekalmış, gelmeyenler de sele kapılmıştı. Kendilerini selle uzun bir mücâdeleden sonra zor kurtardılar. Pekçok yeri harab eden bu selin, o beldede bir benzeri görülmemişti. Sele kapılmaktan kurtulanlar, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin bu kerâmetini görerek, onun büyük bir velî olduğunu anladılar. Ona daha çok bağlanıp, sevdiler."
GÜNEŞ BATMADI
Mevlânâzâde Nizâmeddîn anlatır:
—"Kış zamanıydı. Günlerin en kısa olduğu bir mevsimde,Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleriyle bir köyden bir köye gidiyorduk. İkindi namazını yolda kıldık. Güneş solmaya başlamış ve ufuk çizgisine yaklaşmıştı. Menzilimiz gâyet uzaktı ve bu vaziyette oraya gecenin geç saatlerinden evvel varmak ihtimâli yoktu. Etrafta ise barınılacak hiç bir yer bulunmuyordu. Her taraf bozkırdı. Kendi kendime;
—"Menzil ırak, vakit akşam, yol korkunç, hava soğuk, sığınılacak yer yok;hâlimiz ne olacak?" diye düşünmeye başladım. Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri, atını hızla sürüp gidiyor ve hiçbir telâş eseri göstermi-yordu. İçimden bu düşünceler geçince, başlarını bana döndürdüler ve;
—"Yoksa korkuyor musun?" diye sordular. Sükût ettim.
—"Atını sıkı sürüp yol almaya bak! Belki güneş batmadan menzili-mize ulaşırız." buyurdu. Böylece atlarımızı sıkı sürerek yol almaya baş-ladık. Bir hayli gittikten sonra, güneşin yerinde durduğunugördüm. Ufka yakın bir noktada ve göğe çivilenmiş gibiydi. Köye girer girmez sanki güneş söndürülmüş gibi, birdenbire zifirî karanlık içinde kaldık."
EŞKIYA KAÇTI
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin talebelerinden ticâret işlerine bakan Mevlânâ Necmeddîn şöyle anlatmıştır: Bir defâsında büyük bir kervân hâlinde, develerimiz ticâret eşyâsı yüklü olarak dönerken, eşkıyâ yolumuzu kesti. Kervanda bulunanlar, eşkıyâyı görünce büyük bir dehşete kapıldı. Mallarını gitmiş, kendilerini de esir edilmiş düşündüler. Ben içimden dedim ki; Hâce Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin bana emânet edilmiş mallarını, cenk etmeden eşkıyâya teslim etmek talebelik şânına uymaz. Böyle bir hareket mertlik ve insanlıktan uzaktır. En iyisi, hocamın mallarını muhafaza etmek yolunda şehîd olmaktır. Böyle düşü-nerek, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin rûhâniyetinden yardım is-teyerek kılıcımı çektim. O ânda kendimi, hocam Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri şeklinde gördüm ve eşkıyâ üzerine at sürerek, kılıç sallamaya başladım. Sonunda eşkıyânın kervanı bırakıp kaçtığını gördüm. Halbuki eşkıyâ bizden fazla idi. Benim maksadım şehid olmaktı. Kervandakiler bu hâle benden daha çok hayret etti. Kaldı ki ömründe cenk etmiş ve çarpışma nedir bilen bir insan da değilim. Bu işin Hâce Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin tasarrufu ile olduğunu anladım. Huzûruna gittiğimde, hâdiseyi bütün tefarruatı ile anlattım. Buyurdu ki:
—"Zayıflar, kuvvetli düşmanla karşılaştıkları zaman, kendi kuvvetle-rinden geçerler ve büyüklerin rûhâniyetinden yardım isterlerse, Allâhü Teâlâ onlara öyle bir kuvvet verir ki, onunla düşmanlarını yenerler."
SAHTE ŞEYH
Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri zamanında, Taşkent'de şeyhlik iddiasında bulunup, irşâd makâmına kurulup oturan pek çok kimse vardı. Bunlar, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerine karşı kıskançlık ve ayrılık gösterirlerdi. Neticede hepsi tek teksilinip gittiler. Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri, Bagistan'dan Taşkend'e gelip, tâlibleri irşâd ile meşgûl olduğu zaman orada bir âlim vardı. Etrafında çok talebe toplanmıştı. Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin tasarrufunu ve üstünlüğünü görünce, hasedinden çatlayacak bir hâle geldi. Bir gün mecli-sine gidip, tasarrufu ile Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerini tesir altında bırakıp, müflis göstermek istedi. Gözlerini Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerine dikip, tesir altında bırkmak için bütün gayretini topladı. Altından kalkılmaz bir yük havâle etmek istiyordu. Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri de, onun tesirini defetmeye koyuldu. Böylece bir saat geçti. Nihâyet, Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri ayağa kalkıp, o kişiye yaklaşıp yanında duran havluyu çekti ve yüzüne çarparak;
—"Aklı bozulmuş bir divâne ile ne uğraşıyorum!" dedi ve oradan uzaklaştı. Bu karşılık üzerine kendinden geçip yere yuvarlanan âlim, aklını bozdu ve bütün bilgisini kaybetti. Pazarlarda çırıl çıplak gezmeye kalkışacak kadar aklî dengesini kaybedip, perîşân hâle düştü.
TESTİ KIRILMASAYDI
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin yakınlarından biri, bir defâsında haram bir işi yapmak üzere iken, Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri birdenbire;
—"Ne yapıyorsun?" diye seslenip, îkâz etti. O kimse yerinden fırlayıp, kendine geldi ve haram işlemekten vaz geçti. Biraz sonra Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri evine gelip;
—"Allâhü Teâlânın yardımı olmasaydı, şeytana kapılıp gitmiştin!" buyurdu. Yine aynı kişi, bir gece şarap içmek istedi. Bir yakınını, gece karanlığında kendisine şarap alıp getirmesi için gönderdi. Gönderdiği kimse şarabı alıp gelince, onun bulunduğu evin önünde durup, şarap testisini yukarıdan sarkıttığı bir sepete koydu. O da sepeti yukarı çekmeğe başladı. Çekerken, sepet duvara çarpıp ipi koptu, yere düştü ve şarap testisi kırıldı. Şarap isteyen kimse, bilinmesinden korkarak, sabahleyin erkenden kalkıp kırılan şarap testisinin parçalarını topladı. Bundan hemen sonra, Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri o kimsenin evine geldi.
—"Gece yukarı çektiğin testinin sesi kulağıma geldi. Eğer o testi kı-rılmasaydı, benim kalbim kırılacaktı ve bir daha seninle buluşmama imkan kalmıyacaktı." buyurdu.
FAZLA PİŞİRME
Mevlânâ Gilân Ziyâretgâhî Hazretlerinin oğlu Mevlânâ Burhâneddîn Muhammed şöyle anlatmıştır:
—"Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri, Şeyh Şâhin'in evinden çıktığı sırada, büyük birâderlerim, Mevlânâ Abdürrahmân ve Mevlânâ Ebü'l-Mekârim önüne geçip, herbiri evine dâvet etti. Hâce Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri bana;
—"Sen niçin dâvet etmezsin?" buyurdu.
—"Bu arzu gönlümde haddinden fazladır. Fakat ağabeylerimin ya-nında küstahlık etmedim." dedim. Bana, iki batman un ile çorba pişirmemi söyledi.
— "Bundan fazla birşey yapma!" buyurdu. Emrini yerine getirdim. Köyün âlimleri, sâlihleri ve fakirleri, Hâce Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin teşrifini duyar duymaz, grup grup evime gelmeye başladı. İki büyük sofa, gelenlerle doldu. İki sofa arasında ki mâbeyn de doldu. Yine gelenleri almadı. Bir kısmı da, dam saçağının altına ve evin dışına oturdu. Ben bu kalabalığı görünce, hatırımdan;
—"Bu kadar kimse geldi" diye geçti. Hâce Ubeydullah Hazretleri bana tekrar;
—"İki batman undan başka birşey pişirme!" buyurdu. Bir türlü, biraz daha pişireyim diyemedim. Son derece telâşlanıp, tereddüdde kaldım. Bu halde iken, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri başını kaldırıp;
—"Söyliyeceğimi söyledim. Söylediğim gibi yap, fazla pişirme!" bu-yurdu. Bu emri üzerine, çorba pişirip büyük bir kaba doldurdum. O kabdan da, kâselere ve tabaklara doldurarak, iki sofada ve mâbeynde oturan müsâfirlere dağıttım. Komşulardan emânet tabak toplatıp, onlarla da dışarıdakitopluluğa çorba dağıttım. Herkese yetip, arttı. Emânet al-dığım tabaklara da doldurup, sâhiblerine gönderdim. Orada bulunanlar da, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin kerâmetiyle yemeğin herkese yetip arttığını görerek, hayret ettiler. Böylece onu daha çok sevip, bağlılıkları arttı."
SULTANLA GÖRÜŞMESİ
Reşehât kitabının müellifi şöyle anlatmıştır:
—"Birgün Sultan Ahmed Mirzâ, Hâce Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerini Mâtürîd köyünde ziyârete geldi. Huzûruna girince, iki dizi üzerine edeble oturdu. Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri ona çok iltifât etti. Buna rağmen Sultan Ahmed Mirzâ, onun heybeti karşısında tir tir titriyor, alnından ter damlaları dökülüyordu."
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerine birgün rüyâsında şöyle denildi:
—"İslâmiyet, senin hizmetinle mededinle kuvvet bulacak." Bunun üzerine bu iş, sultânları ve emîrleri vâsıta etmeden yerine gelmez diyerek, zamânın sultânı ile görüşmek üzere Semerkand'a gitti. Bu yolculuğu sırasında Mevlânâ Nâsıruddîn Etrârî de yanında bulunuyordu. O, şöyle anlattı:
—" O zaman Semerkand'da Mirzâ Abdullah Sultan idi. Semerkand'a vardığımız zaman, Mirzâ Abdullah'ın beylerinden biri, Hâce Ubeydullah Hazretlerini karşıladı. Hâce hazretleri ona dedi ki:
—"Bizim buralara kadar gelmekten maksadımız, sizin Mirzâ'nız ile görüşmektir." Karşılamaya gelen bey, edepsizce şöyle cevap verdi:
—"Bizim Mirzâ'mız, pervâsız bir gençtir. Onunla görüşmek kolayca kabûl edilir bir iş değildir. Hem dervişlerin bu sultanla görüşmekte ne maksatları olabilir?" Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri bu sözden gadaba gelip;
—"Bize Sultan ile görüşmek emredilmiştir. Ben buraya kendi ken-dime gelmedim. Sizin Mirzâ'nız eğer pervâsız ise, onu değiştirip yerine pervâlı olan birini getirirler!" buyurdu. Bunun üzerine karşılamaya gelen o bey ayrılıp gitti. O gidince Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri onun ismini mürekkeple duvara yazdı. Sonra parmağını ağzında ıslatarak sildi.
—"Bizim işimiz, o sultandan ve onun kumandanlarından beklenemez, gidelim!" dedi. O gün Taşkend'e döndüler. Bir hafta sonra, o karşılayan ve edebsizlik eden bey vefât etti. Bir ay sonra da, Türkistan'da Mirzâ Ebû Saîd zuhûr edip, Mirzâ Abdullah'ı öldürüp, mülküne el koydu. Yerine sultan oldu."
SULTAN EBÛ SAÎD MİRZÂ
Talebelerinin ileri gelenlerinden biri şöyle anlatmıştır:
—"Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri ile Fikret denilen yerde idik. Birgün kâğıt ve kalem istedi. Kâğıt üzerine birkaç isim yazdı. Bu sırada "Sultan Ebû Saîd Mirzâ" diye bir isim yazıp, cebine koydu. O sırada Ebû Saîd Mirzâ'nın hiçbir yerde nâmı ve nişânı yoktu. Yakınlarından biri sormaya cesârek gösterip; "Bir takım isimler yazdıktan sonra, Ebû Saîd Mirzâ ismine alâka gösterip, onu cebinize koydunuz. Bu isim kime âittir?" dedi. Buyurdu ki:
—"Bu o kimsedir ki; siz, biz, Semerkand, Taşkend ve Horasan, ya-kında onun tebeası olsa gerektir." Pek kısa bir zaman sonra, Türkistan'dan Mirzâ Ebû saîd'insesi yükseldi. Meğer Mirzâ Ebû Saîd, rüyâsında Ahmed Yesevî Hazretlerini görmüş. Rüyâda Ahmed Yesevî hazretleri Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerine Mirzâ Ebû Saîd için Fâtihâ okumasını işâret etmiş, o da okumuştur. Yine bu rüyâsında, Sultan Ebû Saîd Mirzâ, Ahmed Yesevî Hazretlerinden kendisine Fâtihâ okuyan zâtın ismini sormuş ve simâsını zihninde tutmuş. Uyanır uyanmaz, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin kim olduğunu sorup araştırdığında;
—"Evet, Taşkent'te buyurduğunuz gibi bir azîz vardır." dediler. Hemen atına binip, maiyyeti ile Taşkend'e yola çıktı. Bu sırada Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri Fikret'e doğru yola çıkmıştı. Sultan onun Fikret'e gittiğini duyunca, atını oraya doğru sürdü. Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri, Sultan'ı Fikret yakınlarında karşıladı. Sultan Ebû Saîd Mirzâ, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerini uzaktan görünce;
—"İşte rüyâda gördüğüm azîz!" diyerek, atından inip ayaklarına kapandı. Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri de Sultan'a alâka gösterip, sohbet etti. Bu sohbetin câzibesi ile, Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri'nden kendisi için Fâtihâ okumasını istedi.
—"Fâtiha bir kere okunur." buyurarak, Sultân'ın gördüğü rüyâya işâret etti.
Bu görüşmesinden sonra, Sultân Ebû Saîd Mirzâ'nın etrafında çok asker toplandı. Bunun üzerine Semerkand'ı almak istedi. Durumu Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerine arzetmek üzere huzûruna tekrar geldi. Maksadını anlatıp, himmet istedi.
—"Ne niyet ile fethetmeyi istiyorsun? Eğer İslâmiyeti kuvvetlendir-mek ve tebeaya şefkat göstermek niyeti ile giderseniz, zafer sizindir" buyurdu. Sultan bu şartı kabûl edip, İslâmiyete hizmet edeceğine ve te-beaya merhamet ve şefkat edeceğine söz verdi. Bunun üzerine; "İslâmiyete hizmet etmek şartıyla gidin, başarı sizindir" buyurdu.
Reşahât müellifi, bu hâdisenin devâmını şöyle anlatmıştır: "Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri Saîd Mirzâ'ya;
—"Düşmanla karşılaştığınız zaman, ardınızdan bir karga sürüsü ge-linceye kadar hücum etmeyiniz! Karga sürüsü gelir gelmez hücûm ediniz!" buyurdu. Ebû Saîd Mirzâ'nın ordusu, Mirzâ Abdullah'ın ordusu ile karşı karşıya gelince, ilk hücûm karşı taraftan geldi. Ebû Saîd Mirzâ'nın ordusunun sol tarafını çökerttiler. Sağ taraftan da aynı şekilde hücûm etmek üzere hazırlandıkları sırada, Ebû Saîd Mirzâ'nın ordusunun arkasından bir karga sürüsü göründü. Düşman üzerine doğru uçtu. Sultân ve askerleri Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin; "Arkanızdan bir karga sürüsü gelinceye kadar hucûm etmeyiniz" buyurduğunu hatırlayıp, kerâmetini görünce, kalbleri kuvvet ve cesâretle doldu. Hep birden düş-man üzerine hücûma geçtiler. İlk hamlede düşman saflarını yarıp, dağıttılar. Mirzâ Abdullah da atından düşüp, çamura battı. Atların ayakları altında ezildi. Sonra da başı kesilerek öldürüldü."
Bu zaferden sonra Sultân Ebû Saîd, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinden Semerkand'ı teşrîf etmesini istirhâm etti. Sultânın istir-hâmını kabûl edip, Taşkent'ten Semerkand'a gitti. Bu sırada öldürülen Mirzâ Abdullah'ın akrabâsından Mirzâ Bâbür'ün, büyük bir ordu ile Semerkand'a hareket ettiği haberi geldi. Sultân Ebû Saîd telâş ve ızdırâba düşüp, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerine hâlini arzedip;
—"Benim bu orduya karşı koymam imkânsızdır. Ne yapayım?" dedi. O da, Sultânı teskîn ve tesellî edip, sükûnet içinde bulunduğu yerde düşmanı beklemesini tavsiye etti. Bu sırada Sultân Ebû Saîd'in yakınları, onu Türkistan'a kaçırmak ve orada saklamak üzere hazırlığa başlayıp, eşyâlarını develere yüklemişlerdi. Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri du-rumu öğrenince celâllenip, yükleri develerden indirtti. Sultân Ebû Saîd'e;
—"Nereye gidiyorsunuz? Kaçıyor musunuz? Buna ihtiyaç yok! Müşkülünüzü burada hallederiz. Buna kefilim! Gönlünüzü hoş tutun. Bâbür'ü durdurmak bizim vazîfemizdir." buyurdu. Bu sözleri işitenlerden bâzıları;
—"Hâce Hazretleri bizi topyekün kurban etmek istiyor." diye söy-lendiler. Sultân Ebû Saîd, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerine bağlılığı ve güveninden dolayı onlar gibi düşünmedi ve Semerkand'da kalmaya karar verdi. Beyleri; "Biz bu kadar askerle koca bir orduya nasıl karşı koyabiliriz?" dedilerse de, Ebû Saîd'i iknâ edemediler.
Sultân Ebû Saîd, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin tavsiyesi üze-rine, kalenin zayıf ve yıkık yerlerini hemen tamir ettirdi ve düşmanı bek-ledi. Nihâyet Mirzâ Bâbür'ün ordusundan Halîl Hindu isimli bir kimsenin kumanda ettiği bir öncü kuvvet geldi. Bu küçük kuvvet, büyük kuvvetten uzak olduğu için, şehirden üzerine hücûma geçilip, perişân edildi. Yaklaşan Mirzâ Bâbür, Sultân Ebû Saîd'in iç kaleye çekilip, orada sıkı bir muhâfaza altında olduğunu öğrenince, eski hisarda konakladı. Birdenbire hücûma geçmekten çekiniyordu. Aradan günler geçti, asker yiyecek sıkıntısı çekmeye başladı. Etrâfa yiyecek temini için gönderdiği askerlerin bâzılarını Semerkand'lılar yakaladılar. Bir taraftan açlık, bir taraftan hastalık, Mirzâ Bâbür'ün ordusunu perişân ediyordu. O sırada bir de hayvan vebâsı hastalığı çıktı. Mirzâ Bâbür'ün ordusundaki bütün atlar bu hastalıktan öldü. Öyle oldu ki, at leşinin kokusundan o civarda barınılmaz oldu. Nihâyet Mirzâ Bâbür, Sultân Ebû Mirzâ ile antlaşma yapmaya râzı oldu. Bu iş için mâiyetinden Mevlânâ Mehmed Muammâî adlı birini gönderdi. Bu elçi, Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri ile uzun bir görüşme yaptı. Elçi;
—"Bizim Mirzâ'mız çok gayretli ve yüksek himmetli bir zâttır. Ne ta-rafa gitse, o tarafı almadan dönmez." dedi. Bunun üzerine Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri şöyle dedi:
—"Eğer Mirzâ Bâbür'ün dedesi Mirzâ Şahrûh'un kalbimizdeki sevgisi ve üzerimizdeki hakları olmasaydı, netîceyi görürdünüz! Ben, dedesi zamânında Herat'ta idim. Onun zamânında çok iyilikler ve himâyeler gördük. Hakkını çiğnemeyiz!" Nihâyet elçi, anlaşma yapmak istediklerini bildirdi ve bunun için Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerini Mirzâ Bâbür'ün yanına anlaşmaya dâvet etti. Sultân Ebû Saîd, anlaşma içinUbeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin bizzât gitmemesini istirhâm yoluyla bildirdi. Yapılan istişâreden sonra, Mevlânâ Kâsım'ı anlaşma yapmak üzere gönderdiler. Böylece anlaşma sağlandı.
.
BAL İSTEDİM ŞARAP MI GETİRDİN
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri, Taşked'den Semerkand'a göç-meden önce, Hizmetkârlarından birine, Semerkând'a gidip, kendisine birkaç kutu saf bal almasını emretmişti. Hizmetkâr gidip, emredildiği gibi balı satın aldı. Kutuları da gayet güzel bir şekilde sarıp, dönmeye hazırlandı. Tam döneceği sırada, tanıdığı bir esnafın dükkanına gidip, biraz konuşmak üzere oturdu. Bal kutularını da önüne koydu. Onlar konuşurken, güzel bir kadın içeri girdi. Hizmetkâr, tanıdığı esnâf ile konuşurken, birkaç kere kadına şehvet nazarı ile baktı. Sonra da oradan kalkıp yola çıktı. Taşkend'e gelince, balları Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerine götürdü. Kutuları koyunca, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri kaşlarını çatıp;
—"Ey saâdetten mahrum kimse, ben sana bal ısmarlamıştım! Sen bana şarap mı getiriyorsun?" dedi. Hizmetkâr;
—"Aman efendim, ben size emriniz üzere saf bal getirdim!" dedi. Bunun üzerine kutuları açınca hepsinin şarap olduğunu gördüler. Hizmetkâr, bu işin kadına bakması sebebiyle olduğunu düşünerek, hatâsını anladı ve tövbe etti.
ANNEN BABAN RAHATSIZ EDİYOR
Reşahât kitabının müellifi anlatıyor:
—"Hâce Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin huzûruna ilk geli-şimde, Mevlânâ Sa'deddîn Kaşgârî Hazretlerinin oğlu Mevlânâ Külân ile berâberdim. Senelerce sohbet ve hizmetinde bulunmakla şereflendim. Bâzan sohbet sırasında bana;
—"Niçin Horasan'a dönmüyorsun? Dön! Annen ve baban benim rahatımı bozuyor." buyururdu. Ben, başkaları arasında bu sözü işitince çok utanırdım. Nihâyet berâber geldiğim Hâce Külân, Horasan'a dönmek üzere izin istemişti. Ona izin verip, bana da;
—"Sen de bununla birlikte sür'atle Horasan'a anne ve babanın hizmetine dön! Benim rahatımı bozuyorlar" buyurdu. Bunun üzerine onunla berâber Horasan'a döndüm. Annemin ve babamın yanına ulaşınca, Hocam Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin kendileri hakkında buyurduğu sözü söyledim. İkisi birden ağlaşmaya başladılar ve;
—"Biz her namazdan sonra, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerine teveccüh edip, seni göndermesi için ağlayıp, duâ ediyorduk." dediler. Bir müddet annemin ve babamın yanında kaldım. Sonra tekrar hocamın yanına dönmem için ağlayarak, yalvararak müsâde etmelerini isteyince izin verdiler. İkinci defâ hocamın sohbetiyle şereflendim. Sonra bir daha Horasan'a git buyurmadı.
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin en meşhûr talebesi Mevlânâ Muhammed Kâdı, Silsilet'ül-Ârifîn adlı eserinde şöyle bildirmiştir:
—"Birgün Şeyh Mirzâ Ömer'in, Kıpçak Çölü Sultanlarından Sultân Mahmûd'dan da yardım alarak, büyük bir orduyla Semerkand üzerine yürüdüğü haberi geldi. Bunun üzerine Semerkand sultânı Sultân Ahmed Mirzâ, savaş hazırlıklarını tamamlayıp, karşı koymak üzere büyük bir orduyla yola çıktı. Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri'nin de yanlarında gelmesini rica etti. Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri de orduyla beraber gitti. Halk, Sultânın onu, sulh yapmak için yanında götürdüğünü zannetmişti. Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri, kırk gün Sultân Ahmed'in ordusunda kaldı. Ordu, "Akkurgân" denilen yerde konaklamıştı. Sultân Ahmed, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerine karşı askerlerden bir edepsizlik olmasın diye, orduyu geniş bir yerde topladı. Böylece orduyu Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin bulunduğu yerden biraz uzakta tutmuştu. Birkaç gün bu şekilde hareketsiz beklediler.
Birgün Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretlerigadaplanarak, Sultân Ahmed Mirzâ'ya;
—"Beni buraya niçin getirdin? Eğer savaş yapmak istiyorsanız, neden geciktiriyorsunuz? Benim artık burada asker arasında durmaya mecâlim kalmadı." dedi.Sultân Ahmed Mirzâ;
—"Benim bir karârım yok. Her şeyi sizin doğru olan reyinize bıraktım. Siz ne emrederseniz, biz ona uyarız." dedi. Bunun üzerine Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri bir ata binip, yanına da yakınlarından bir cemâat alarak, karşı tarafta bulunan Şeyh Ömer Mirzâ'nın ve Sultân Mahmûd'un bulunduğu yere doğru hareket etti. Bunu haber alan her iki sultan da karşılamaya çıktılar. Sonra Şahrûh'a gittiler. Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri Sultân Mahmûd'a çok iltifât gösterdi. Konuşma sırasında hep ona bakarak konuştu. Bundan sonra, üç sultânın savaşmaktan vaz geçip, sulh yapmaları kararlaştırıldı. Anlaşma şartları da tesbit edildi. İki tarafın askerlerinin saf bağlaması, aralarına büyük bir çadır kurulması ve üç sultânın bu çadırda toplanarak Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin idâresi altında antlaşma şekli kararlaştırılacaktı.
Bu şekilde anlaşma yapılması karara bağlanınca, Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri, Sultân Ahmed Mirzâ'nın yanına dönüp durumu bildirdi. Ertesi gün sabah vakti, Sultân Ahmed Mirzâ'nın askerleri, zırh giyinmeden, fakat silahlarını kuşanmış olarak kararlaştırılan yere geldi. Saf hâlinde durdular. Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri, diğer iki sultân-ı getirmek üzere Şahrûh'a gitti. Mirzâ Mahmûd'un, bu işten memnûniyyeti yüzünden okunuyordu. Fakat Sultân Şeyh Ömer Mirzâ'nın hâlinde, garip bir tutukluk ve ihtiyat vardı. Nitekim Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri onları çağırdığında, Sultân Mahmûd şevkle dışarı çıktığı hâlde, Sultân Şeyh Ömer Mirzâ hesaplı ve tedbirli bir tavır takınmış gözüküyordu. Onun bu tavrı üzerine, Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri, Sultân Mahmûd'u ikâz edip, herhangi bir hîleye karşı tedbirli olmasını söyledi. Peygamberimizin; "Deveni bağla, sonra tevekkül et." buyurduğunu bildirdi. Sonra karşı tarafın askerlerinde olduğu gibi, bunların askerlerini de zırhsız, fakat silâhlı olarak anlaşma yapılacak yeregötürdüler. Böylece, üç pâdişâhın askerleri birbirleri karşısında saf tutup durdular. İçinde üç sultânınanlaşma yapacağı çadır da orta yere kurulacağı sırada, çadır bize uzak, size yakın gibi bir anlaşmazlık çıktı. Münâzara uzadı. Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri, öğle namazı için abdestini, karşılıklı saflar hâlinde duran iki ordu arasında aldı. Sonra Ahmed Mirzâ'ya habergönderip;
— "Ben tek kişiyim ve ihtiyarlık zâafı içindeyim. Sizin bu kadar me-şakkatli yolunuza dayanmaya çalışmam, birbirinize girmemeniz içindir. Kuvvet ancak bu kadar olur. Artık tâkatim kalmadı. Eğer bana îtimâdınız varsa, çekişmeyi bırakınız! Çadırı nereye kurarlarsa kursunlar." dedi.
Bunun üzerine Sultân Ahmed Mirzâ emir verip; "Mâni olmayın! Çadırı nerede isterlerse ora da kursunlar. Benim îtimâdım Hâce Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinedir." dedi. Nihâyet çadır kuruldu. Sultân Ahmed Mirzâ, maiyeti ile geldi. Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri de, Sultân Mahmûd Mirzâ'yı ve Sultân Şeyh Ömer Mirzâ'yı getirdi. Sultân Ahmed Mirzâ onları karşıladı ve Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin işâretiyle Sultân Mahmûd Mirzâ ile kucaklaştı. Bundan sonra Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri, Sultân Şeyh Ömer Mirzâ'yı, Ağabeyi Sultân Ahmed Mirzâ'nın yanına götürdü. Sultân Şeyh Ömer Mirzâ, Ağabeyi Sultân Ahmed Mirzâ'nın elini öpüp, yüzüne gözüne sürerek ağladı. Bu manzarayı görenler de göz yaşlarını tutamadılar. Bundan sonra çadıra girdiler. Heybetli bir toplantı oldu. Her üç Sultan da, bütün meselelerde anlaştılar. Artık birbirlerine kılıç çekmeyeceklerine ahdettiler. Ahidnâme yazılınca üçü de imzâladı. Bu anlaşma gereğince Taşkend, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri vâsıtasıyla, Sultan Ahmed Mirzâ'dan Sultan Mahmûd Mirzâ'ya geçti. Bundan sonra Fâtiha okudu. Sultanlar birbirlerine vedâ edip ayrıldılar.
Anlaşmanın yapıldığı gün, halk, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin tasarrufundan ve tesirinden hayret ve dehşet içinde kaldı. Onun tasavvufta yükselmiş büyük bir velî ve mürşîd-i kâmil olduğunu an-lamışlardı. O gün anlaşma sağlanıp kan dökülmesi önlendikten sonra, Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri, Sultan Mahmûd Mirzâ'ya;
—"Siz Taşkend'e gidin. Ben de başka bir yoldan gelir size ulaşırım." buyurdu ve talebeleri ile Taşkend'e dönmek üzere yola çıktılar. Yolda Mevlânâ Muhammed Kâdı'ya;
—"Bu işlere ne dersin? Bu vak'a kitaba yazılacak şeylerdendir!" bu-yurdu.
GAFİLİN BASTONU
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri zamânın en büyük velîsi idi. İnsanların dünya ve âhirette saâdete, kurtuluşa ermeleri için gayret eder, onlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatırdı. Bir sohbeti sırasında buyurdu ki:
—"İkindi namazından sonra öyle bir vakit vardır ki, o vakitte amelle-rin en iyisi ile meşgûl olmak lâzımdır. Bâzıları demişlerdir ki:
—"O saatte amelin en iyisi muhâsebe, insanın kendisini hesâba çekmesidir. Öyle ki, gece ve gündüz geçirdiği saatler içinde yaptığı işleri gözden geçirip, ne kadar zamânı tâat, ne kadar zamânı günah işlemekle geçirmiş hesâb etmeli. Tâat ile geçirdiği zamânı için şükretmeli. Günâh ile geçen zamânı için de istiğfâr etmelidir." Bâzıları da şöyle demiştir: "Amellerin en iyisi, bir büyük zâtın sohbetine kavuşmak için gayret göstermek ve o zâtın sohbetinde, gönlünü Allâhü Teâlâdan başka her şeyden çevirmesidir." demişlerdir ki, en iyi amel, Allahü Teâlâdan başka her şeyden yüz çevirip, Allâhü Teâlâya dönmektir."
Allah adamlarıyla ve akıllılarla berâber bulunmayı, gâfil ve câhil kim-selerden de uzak durmayı tavsiye ederek buyurdu ki:
—"Birgün Bâyezîd-i Bestâmî Hazretlerine, sohbet sırasında bir fütur, dağınıklık hâli gelmişti. Bunun üzerine;
—"Meclisimize Bîgâne, gâfil girmiştir. Bu hâl ondan dolayıdır. Onu arayıp bulunuz." buyurdu. Talebeleri iyice aradıktan sonra, böyle birinin bulunmadığını söyleyince;
—"Bastonların bulunduğu yere bakınız." dedi. Talebeleri oraya ba-kınca, bir bîgânenin âsasını bırakmış olduğunu anladılar, o asâyı oradan çıkarıp attılar."
GAFİLİN ELBİSESİ
Birgün Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin talebelerinden biri, gâfil bir kimsenin elbisesini giyip sohbetine gelmişti. Oturduktan bir müddet sonra, hocası;
—"Bu mecliste bir gâfilin kokusu geliyor." dedikten sonra o talebeye dönüp; "Bu koku senden geliyor, yoksa bir gâfilin elbisesini mi giydin?" dedi. O talebe hemen dışarı çıkıp, o elbiseyi değiştirip geldi.
KÖPEK YAVRUSU
Bir defâsında, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin huzûruna Horasan'dan fâsık biri gelmişti. Bu kimse şarap içen, haram işleyen, sapık itikâdlı biriydi. O zamana kadar hiç gelmemişti. Gelip oturur oturmaz, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri onu azarlayıp, huzûrundan kovdu. Bu sırada orada bulunan talebesi Mir Abdülevvel'in kalbinde;
—"Uzaktan garîb bir adam, ihlâs ve niyâzla gelmiş, acaba onu neden hoşnud etmedi?" düşüncesi geçti. Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri, hemen bu talebesinin kalbinden geçen düşünceyi anlayıp;
—"Bu kimseyi köpek yavrusu sûretinde gördüm ve bu sebeble kov-dum. Köpek yavrusuna bundan iyi muâmele yapılmaz." buyurdu. Bunun üzerine talebesi Abdüevvel, gelen adamın hâlini araştırıp, öğrendi. Adam, fâsık, haramlara dalmış, içki içen, haramlara aldırmayan birisiymiş.
İSTANBUL'UN MÂNEVÎ FÂTİHİ
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin torunu Hâce Muhammed Kâsım'dan şöyle nakledilmiştir: "Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri, bir-gün öğleden sonra, âniden atının hazırlanmasını istedi. Atı hazırlanınca, binip Semerkand'dan süratle çıktı. Talebelerinden bir kısmı da ona tâbi olup, tâkib ettiler. Biraz yol aldıktan sonra Semerkand'ın dışında bir yerde talebelerine; "Siz burada durunuz!" buyurdu. Sonra atını Abbâs Sahrâsı denilen Sahrâ'ya doğru sürdü. Talebeleri arasında Mevlânâ Şeyh adıyla tanınmış bir talebesi, bir müddet daha peşinden gidip takib etmişti. Bu talebesi şöyle anlattı:
—"Hâce Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri ile sahrâya vardığımızda, atını sağa sola sürmeye başladı. Sonra birden bire gözden kayboldu."
Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri daha sonra evine döndü-ğünde, talebeleri nereye ve niçin gittiğini sorduklarında;
—"Türk Sultânı Sultân Muhammed Hân (Fâtih), kâfirlerle harbedi-yordu. Benden yardım istedi. Ona yardım etmeye gittim. Allâhü Teâlânın izniyle gâlib geldi. Zafer kazanıldı." buyurdu.
Bu Hâdiseyi nakleden ve Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin to-runu olan Hâce Muhammed Kâsım, babası Hâce Abdülhâdî'nin şöyle anlattığını nakletmiştir:
—"Bilâd-ı Rûm'a(Anadolu'ya) gittiğimde, Sultan Muhammed Fâtîh Hân'ın oğlu Sultan Bâyezîd Hân, bana babam Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin şeklini ve şemâlini tarif etti ve;
—"O zâtın beyaz bir atı var mıydı?" diye sordu. Ben de tarif ettiğin bu zâtın, babam Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri olduğunu ve beyâz bir atının olup, bâzan ona bindiğini söyledim. Bunun üzerine Sultan Bâyezîd Hân, bana şöyle anlattı:
—"Babam Sultan Muhammed Fâtih Hân bana şunları dedi: "İstanbul'u fethetmek üzere savaştığım sırada, harbin en şiddetli bir ânında, Şeyh Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Semerkandî'nin imdâdıma yetişmesini istedim. Şekil ve şemâlini tarif ederek şu vasıfta ve şu şekilde ve beyaz bir at üzerinde bir zât yanıma geldi;
—"Korkma!" buyurdu. Ben de;
—"Nasıl endişelenmiyeyim, küffâr çok." dedim. Ben böyle söyle-yince,elbisesinin yeninden bakmamı söyledi. Baktım, büyük bir ordu gördüm.
—"İşte bu ordu ile sana yardıma geldim. Şimdi sen falan tepenin üzerine çık, üç defa kös vur ve orduna hücûm emri ver." buyurdu. Emirlerini aynen yerine getirdim. O da bana gösterdiği ordusuyla hücûma geçti. böylece düşman hezimete uğradı. İstanbul'un fetih işi gerçekleşti."
(Bu hadise Tacü't-tevarih isimli meşhur tarih kitabında da mevcuttur)
MÜBAREK SÖZLERİNDEN
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri buyurdu ki:
— "Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden "Mesh" yani sûretinin değiştirilmesi, hayvan sûretine döndürülmesi kaldırılmıştır. Fakat bâtından, mânen sûretin değişmesi kaldırılmamıştır. Bâtından sûretin hayvan sûretine çevrilmiş olmanın alâmeti, büyük günah işleyen kimsenin bu günahları işlemekten, kalbinin elem duymaması, işlediği haramlar sebebiyle müteessir olmaması, fısk ve isyân olan işlerde devam etmesidir. Bu öyle bir dereceye ulaşır ve işlediği büyük günahlardan dolayı kalbi o kadar kararır ki, artık tenbih ve nasihât da yapılsa gafletten uyanmaz."
MÜBAREK SÖZLERİNDEN
—"Eğer biz şeyhlik yapsaydık, zamânımızda hiçbir şeyh kendisine talebe bulamazdı. Fakat bize başka iş emredildi. Bizim işimiz, müslü-manları zâlimlerin şerrinden korumaktır. Bu sebeple, pâdişahlar ile gö-rüşmek ve onların gönlünü avlamak, dilediğimiz istikâmete çevirmek bize vazîfe olmuştur. Allâhü Teâlâ bize öyle kuvvet verdi ki, eğer isteseydim, ilâhlık dâvâsında bulunan Çin pâdişâhını bir mektubla öylesine tesir altında bırakırdım ki, sultanlığı terkedip, yalın ayak koşarak kapıma gelirdi. Bununla berâber biz, Allâhü Teâlânın bu husustaki takdîrini bekle-mekteyiz. Bizim makâmımızda edebli olmak lâzımdır. Bu edeb de, kulun kendi irâdesini bırakıp, Rabbinin irâdesine teslim olmasıdır."
MÜBAREK SÖZLERİNDEN...
HÂCE Hazretleri buyurmuşlardır ki;
—"Tarîkatın hasıl ve neticesi, teveccüh ve ikbalde asla külfet olma-mak şartı ile, daima Hak Teâlâ Hazretleri canibine teveccüh ve ikbaldir. Bu havatırı bilip anlamak da Hâce Abdü'l-Hâlık Hazretlerinin silsilesine münhasırdır. Zîrâ bunlar nefslerini korumakta son derece ihtiyat ederler."
Bir gün Hâce Hazretlerinin Huzur-u âlîlerinde adamın biri kendisini riya ile istiğrak halinde imiş gibi göstermeye çalışır. Hazreti Hâce o kimseye müteveccih olarak şu beyti okur:
Ben mest-i vuslatım diye salınma sûfî,
Ol şah-ı bî nişandan var bizde işna.
Sâhib-i Reşahat buyururlar ki; Hâce Hazretleri müridlerine rabıta ta-rîkını işaret buyurdukları esnada bu beyti okurlardı:
Sa'yedip erbâb-ı dil gönlünde ey dil eyle yer,
Aklu gayrı endişi ko, gel bizim vasl-ı yare gir.
Ehli rabıtaya sûrî uzaklık, mânevî yakınlığa mani değildir, buyurup bu beyti okudular:
Kapundan ben gidersem mührün ey can sineden gitmez.,
Ayağın toprağı Hakkı gönül sevdanı terk etmez.
Va'az ve nasıhat ettiği zaman, enaniyeti bırakmak bir sâlik için lâ-zımdır buyurup şu mısraı okudular:
Yar çün yanında bîhude feryad eyleme.
Aşk ve muhabbet meârif ve hakâyıkın zuhuruna sebeb olur buyurup şu beyti okudular:
Ger aşk ve gam aşk-ı dil olmasa peyda,
Olmazdı cihanda bu kadar nükte hüveyda.
Hiddetle bakmak ve firasete tenbih sadedinde bu beyti okurlardı:
BEYT
Ademî bir görmedir bakîsi post,
Görmek oldur kim göre dârdar-ı dost
Hâce Hazretleri, büyük evliyadan Şeyh Havend Tahur Hazretlerinin aşağıdaki beytini çok kere okurlardı:
Aşıkın gözlerinin gözcüsüdür çeşm-i nigar,
Eyleme gayra nazar, sakla gözün ey dil-i zâr,
Ki, sakın şayed erip çeşmine ta ki, nazar,
Gözlerinde görür ağyar hayalin dildâr,
FARİSİ BEYT TERCÜMESİ
Yürü hevaya heves kılma ey dili nâdân
Sonra cemali ilahî'ye olasın hayran
Hâce Hazretleri şevk ve muhabbetin galebesi esnasında şu beyti okurdu.
FARİSİ BEYT TERCÜMESİ
Ger kadehten su içerse teşneler
Su içinde yâre eylerler nazar
MÜBAREK SÖZLERİNDEN
Hâce Hazretleri buyurmuşlardır ki:
— "Çok açlık ve uykusuzluk dimağı yorar, gerçekleri ve incelikleri idrakten insanı alıkoyar. Bunun için ehl-i riyâzatın keşfinde hata vaki olmuştur. Ferahlık ve sürür ise bünyeye kuvvet verdiği gibi uyku da di-mağı hatadan korur.
SALİH AMEL
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri kendisi sâlih ameller işlediği gibi, talebelerine ve sevenlerine de sâlih ameller işlemelerini tavsiye ederdi. Hattâ insanın yaptığı iyi veya kötü işlerin cansızlara bile tesir edeceğini bildirerek buyurdu ki: "İnsanların amelleri, işleri ve ahlâkı, cansız şeylere de tesir eder. Muhyiddîn-i Arabî Hazretlerinin bu hususta çok keşfi vardır. Bu bakımdan, kötü işlerin işlendiği bir yerde yapılan ibâdet ile iyi işlerin yapıldığı yerde yapılan ibâdet birbirinden kıymetçe farklıdır. Bunun içindir ki, başka yerlerde kılınan namazın bin rekatına bedeldir."
TASAVUF YOLU
Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin vasıflarını anlatırken buyurdu ki:
—"Şeyh Ebû Saîd Ebü'l-Hayr, tasavvufu şöyle tarif etmiştir: "Şimdiye kadar evliyâdan yedi yüz zât tasavvufun tarifi husûsunda çeşitli sözler söylemişlerdir. Bütün bu sözlerin özü şu noktada toplanır: Tasavvuf; Vakti, en değerli olan şeye sarfetmektir."
—"İnsanın kıymeti; idrâkinin, zekâsının, bu yolun büyüklerinin haki-katlerini anladığı kadardır."
EHL-İ SÜNNET ÎTİKÂDI
—"Bütün halleri ve buluşları bize verseler, Fakat Ehl-i sünnet ve ce-mâat îtikâdını kalbimize yerleştirmeseler, hâlimi harâb, istikbâlimi karanlık bilirim. Eğer bütün harablıkları, çirkinlikleri verseler ve kalbimizi Ehl-i sünnet îtikâdı ile süsleseler, hiç üzülmem."
HİTABET
—"Söz, yüce bir şeydir. Zamânında ve yerinde olmalıdır. Söz söyle-mek, dilin gönülle, gönlün de hak ile olduğu zaman makbûldür."
SEYYİDLERE HÜRMET
—"Seyyidlerin bulunduğu bir memlekette ben oturamam. Zîrâ Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) bağlı bir nesebden gelmenin şe-refini taşıyanlara, lâyık oldukları tâzimi gösterememekten korkuyorum."
HELÂL KAZANÇ
—"Bizim yolumuzda, el, helâl kârda, gönül ise hakîkî yârdadır."
Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri; Bir kimsenin neyi maksad edinirse, ona kavuşacağını bildirerek buyurdu ki:
HİMMET, TEVECCÜH
—Himmet etmek; Allâhü Teâlânın isimleri ile münâsebeti olan bir zâ-tın,kalbinde yalnız bir işin yapılmasını bulundurması demektir. Bu şeye teveccüh eder. Kalbinde bundan başka hiçbir şey getirmez. Yalnız, o işin yapılmasını ister. Allahü Teâlâ da o işi yaratır. Allâhü Teâlânın âdeti böyledir. Kâfirlerin himmet ettikleri şeylerinde hâsıl oldukları görülmüştür. Allâhü Teâlâ, bana bu kuvveti ihsân etmiştir. Fakat, bu makâmda edeb lâzımdır. Edep de, kulun kendisini Hak Teâlânın iradesine tâbi etmesidir. Kendi irâdesine tâbi olmamak, Hak Teâlânın fermânını beklemek lâzımdır."
"Şeyh Ebû Tâlib-i Mekkî buyurdu ki:
—"Allâhü Teâlâdan başka hiçbir murâdın kalmayıncaya kadar gayret göster. Bu murâdın hâsıl olunca işin tamamdır. İsterse senden kerâmetler, hâller ve tecellîler hâsıl olmasın, gam değildir."
—"Tasavvuf, herkesin yükünü çekmek ve kimseye kendi yükünü çek-tirmemektir."
—"Allâhü Teâlâdan gelen belâlara sabırlı, hatta şükredici olmak lâ-zımdır. Zîrâ AllahüTeâlânın birbirinden acı belâları çoktur."
"Birgün Mevlânâ Hâmûş Hazretlerinin huzûruna gitmiştim. Yanında bulunanlarla ilmî meseleleri konuşuyordu. Ben de bir yere oturmuş, hiç konuşmuyordum. Bana dönüp;
—"Ne dersin konuşmak mı daha iyi, susmak mı daha iyi?" dedi. Sonra da; " "Bir kimsenefsinden kurtulamamışsa, ne yapsa kötü." Ben, Mevlânâ Nizâmeddîn Hâmûş'tan bundan daha iyi bir söz işitmedim."
RABITA-İ DÂİMÎ
VE MEVLÂNA NUREDDİN TAŞKENDÎ
Reşahat kitabında yazılıdır:
Ubeydullah Ahrar HazretlerininMevlâna Nureddin Taşkendî isimli bir müridi vardı.
Bu zât, Ubeydullah Ahrar (k.s.) hazretlerini çok severdi. Her hali ile gözü ondaydı.
Tam manası ilebağlıydı; Hiç bir an ona rabıta etmekten, gönlünü ona bağlamaktan kendini alamazdı. Müridlerden MevlânâzadeGargetî isimli zat ona şöyle dedi:
—"Namazda râbıta, küfür olabilir. İlk tekbiri aldıktan sonra, selam verinceye kadar ona rabıta işini bırak. Namazdan sonra yine teveccühünü, râbıtanı yaparsın."
Nureddin Taşkendî bu zata derin manalar ifade eden bir şiirle cevap verdi.
Onların bu konuşmaları Ubeydullah Ahrar Hazretlerine ulaştığı zaman o şöyle buyurdu:
—"Namaz kılan kimsenin kalbine mülkleri, sebepleri, köleleri, hayvanları ve diğer hissi şeyler gelir; ama kâfir olmaz. Peki, bir mümin kalbini bir mümine bağlarken nasıl kâfir olur?!
ÖMRÜNÜ VERDİ
Semerkand'da taun (yani veba) hastalığı salgını oldu. Bu hastalık, Ubeydullah Ahrar Hazretlerine de ulaştı. Mevlâna Nureddin Taşkendî ona şöyle dedi:
—" Efendimi! İzin ver, senin yerine ben hasta olayım; öleceksem ben öleyim.
Ubeydullah Ahrar Hazretleriona şöyle dedi:
—" Olmaz. Sen henüz gençsin. Hayatta pek çok ümidin var. Hiç bir tad alamadın .
Şöyle dedi:
—"Benim hiç bir emelim yok. Hiç bir kimseye de faydam da yok. Ancak, mübarek vücudunuz, dünyanın, ahiretin faydası için zuhur yeridir. Bunun için de, ben kendimi size feda ediyorum."
Bundan sonra hastalık ona geçti; Bu hastalık sebebi ile üç gün hasta yattı ve sonra vefat etti. Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleride şifa buldu.
YÜZÜNÜ KIBLEYE DÖNDÜR
Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleriyanında bazı müridleri ileMevlâna Nureddin Taşkendî'nin kabri yanından at üstünde geçiyordu. Aralarında keşfi açık bir zat şöyle gördü: Mevlâna Nureddin kabri içinde döndü, Ubeydullah Ahrar'a yüzünü çevirdi. Bunun üzerine Ubeydullah Ahrar efendimizona şöyle dedi:
—"Ey Mevlâna Nureddin, yüzünü kıbleye döndür. "
MUHAMMED ABDÜLLAH ETRAZÎ
Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretlerinin en güzel müridlerinden biri deMevlânazade Şeyh Muhammed Abdüllah Etrazî idi.
Bu zat önceleri, başka tarikatta idi. Ubeydullah Ahrar efendimizin hizmetine girmek şerefine nail oldu. Onun yanında pek yüksek mertebelere ulaştı.
Bu zatta, istiğrak (kendinden geçip mana âlemine dalma) hali ağır basardı.
Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri , müridlerinden birinin evindeydi. Kendisinde Celal sıfatının tecelliyatı vardı. Bunun için her kim onun yanına girse, kendinden geçiyordu.
Yemeği hazırladılar. Mevlânazade Etrâzî kendi âlemine dalmış gitmişti. Dokundular, fakat kendine gelmedi.
Bunun üzerine, Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretlerişöyle dedi:
—"Mevlânazadeyi kendine getirmek mi istiyorsunuz?. Bilmiyor musunuz, herkes benden istidadı, dayanacağı kadar yardım ister. O şimdi öyle bir hale ermiştir ki; bu hal onu, iki cihan derdinden geçirmiştir. Eğer bir kimse onun halini bilecek olsa, onu kıskandığından yemeği unutur.
.........
Mevlânâzâde sonradan Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri'nden izin istedi; hacca gitti. Hac vazifesini yerine getirdikten sonra Şam'a geldi, orada kaldı. Nice kimseler, onun sohbetinden faydalandılar. Ölümü de orada oldu.
MUHAMMED BEDAHŞÎ
Mevlânazade'nin Muhammed Bedahşîisminde çok değerli bir arkadaşı vardı. İleri gelen mürşidler arasında sayılırdı. Resulüllah'ın sünnetine bağlı bir velî kuldu. Mevlânazade'nin vefatından sonra, Şamda yerine o geçti; Allahü Teâlâ, nice kimseyi, onun elinde hidayete erdirdi.
Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim Han Şam'a geldiği zaman, iki kere Mevlânazade'nin ve Muhammed Bedahşînin ziyaretine gitti ve muhabbetinibildirdi.
Mevlânazade vefat edeceği gece, Yavuz Sultan Selim Han'ı rüyada gördü, vedalaştılar. Uyandığı zaman da, ona duâ etti, selamını yolladı;sonra 1517'de vefat etti.
YİYİNFAKAT...
Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri anlatıyor:
Alâeddin Gucdüvanî Anlatmıştı:
—"Şah Nakşıbend Efendimiz Tavaisi'ye gitti. Beraberinde arkadaşlarından bir grup vardı. Güneş battıktan sonra, Şeyh Muhammed Hayyat'a, Şah Muhammed Tavaisi'ye beraberindeki kimseleri alıp, hizmetlerini iyi görmelerini emretti. Bu iki zat , Şah Nakşıbed Efendimize çok bağlıydılar. Akşam namazından sonra Şah Nakşıbed Efendimiz yüksek bir yere oturdu ve Tavaisi'yi çağırdı. Arkadaşları için ne hazırladığını sordu. Tavaisîşöyle dedi:
—"Onlara tavuklu pirinç pilavı yapıyordum, dedi
Şah Nakşıbend Efendimiz :
—"Tavuğu getir göreyim; yağlı olmalı. dedi.
Tavaisî tavuğu getirdi. Şah Nakşıbend Efendimiz de tavuğu mübarek eli ile elledi:
—"Güzel güzel.." dedi. Daha sonra yanındakilere şöyle dedi:
—"Şimdi kardeşinizin odasına gidin, yiyin, için uyuyun, seher vakti bize gelin."
RESÜLÜLLAH EFENDİMİZİN SURETİ
—"Çocukluk günlerimde, Resulüllah Efendimiz'i(s.a.v.)rüyada gördüm. Ondan daha güzel birini hiç görmemiştim. Sonra, Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri ile karşılaştım.
Bu arada bazı kimselerin şöyle dediğini duydum:
—"Resulüllah Efendimiz (s.a.v.) değişik sûretlerde görünür".
Konuşması sırasında, birara Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri bana baktı; bir de ne göreyim: Karşımda, Resulüllah Efendimiz'i(s.a.v.) gördüğüm suretin aynısı..
Bundan sonra onun sohbetini bırakmadım.
EVLİYANIN SÖZLERİ
Yine MevlânâLüfullah anlatıyor:
—"Bir gün, Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri elinde Şeyh Abdürrezzak Kâşî'nin, Menazil Şerhi kitabı vardı. Âlimlerden bazısı da, ona dair meseleler soruyordu. Ben de, bir mesele hakkında:
—"Şöyle olması da muhtemeldir." dedim. Şöyle dedi:
—"Evliyanın sözleri, alimlerin yorumlarına sığmaz."
Sustum ve içimden şöyle dedim:
—"Benim dediğim evliyanın ıstılahına ters düşmüyor ki; niçin kabul etmedi."
Bunun üzerine kızdı ve öyle bir söz etti ki, bütün ağırlığı ile bir dağın üzerime çöktüğünü sandım. Yüzüne baktım, alnından bir nurun yükseldiğini gördüm. Bu nur, arttıarttı, odayı, evin içini doldurdu. Beni de bir korku kapladı ki; neredeyse beni öldürecekti. Bundan sonra yavaş yavaş çekildi ve eski haline geldi.
Mevlânâ Lütfullah devam ediyor:
—"Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri ile bir yolculuğa çıkmıştık. O, hızlı giden bir at üstündeydi; ben de ağır giden bir ata binmiştim. Ondan geride kalmamak için öne geçtim. Gelip bana yetişti, atıma bir kamçı vurdu ve şöyle dedi:
—"Senin bineğin hızlı gitmiyor mu?.
Bundan sonra bindiğim at, olduğundan da hızlı gitmeye başladı.
MEVLÂNÂ ŞEYH
Ubeydüllah Ahrar Hazretlerinin (k.s.)en büyük müridlerinden biri olan Mevlânâ Şeyh nefesini tutup zikretmeye düşkündü. bunun için şöyle derdi:
—"Ben, kelime-i tevhidi, bir nefeste elli kere okuyabilirim. Hem de kalben manasına vakıf olarak, sayılarını da bilerek..Bu zikir esnasında nefesim tıkanmaz; yüzümde bir belirti olmaz.
Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri, dünyalık işlerini bu zata bırakmıştı. Bunun için halini şöyle anlattı:
—"Bir gönül huzuru, birlik elde etmiştim. Bu dünyalık işlerle meşgul olurken, kendimi dağıttım."
Bir keresinde Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri'ninhuzuruna vardım. Gamlı gamlı şikâyet etmek istedim.
Bana şöyle dedi:
—"Ey Mevlânâ Şeyh, gizliyi açıkta bulmak gerek. Bu durum, bu yolda esastır. Hâcegân yolu da bunun üzerine kurulmuştur. Bu yolda esas olan budur. Bu durum,Nur sûresinin (24/37) ayetinde:
—"Onlar öyle erlerdir ki; kendilerini ne ticaret, ne de alış veriş Allah zikrinden alıkor."
Bu zatların bağlılığı da sevilmiş olmaya dayanır. Sevilmiş olmak gizlilik ister. Zira seven kıskançtır. Bu sebeple sana düşen, bu bağlılığı dünya meşguliyeti ile örtmendir.
Bundan sonra içimden devamlışöyle yalvardım:
—"Ben bu işe dayanamıyorum."
Bana, himmet edip şöyle dedi:
—"Allah sana kuvvet verecek, yine gönül birliğini bulacaksın. "
Bir gün, bu kırıklık içinde bana bir teveccüh etti ki gönül birliği içimde yerleşti.. Bundan sonra bana uyku ile uyanıklık hali, dünya işleri ile meşgul olmakla âhiret işleri ile meşgul olmak hep aynı geldi. Elhamdü lillah.
BAĞLILARINDAN BİRİ ANLATIYOR
Mevlânâ Ebu Said Evbehti hidâyete erip bu yola girişini anlatıyor:
—"Mirza Uluğ Bey'in medresesinde, ilim tahsili ile meşguldüm. O günlerin birinde bana ilim tahsilinden bıkkınlık geldi. Kendimi Cenâb-ı Hakk'a yakınlığı aramaya ve meşayihten zatlarla sohbet etmeye meyilli gördüm. Sonra da, talebe dostlarımdan birine:
—"Nereden geliyorsun, ne haldesin?" diye sordum.
Şöyle anlattı:
—"Nur Dağı'ndaydım. Şeyh İlyas Aşkî'nin sohbetindeydim."
Böyle dedikten sonra onu, hayli övdü. İçimden onu ziyarete gitmek geldi.
İlyas Aşkî'nin niyeti ile yolda giderken, Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri'nin medresesinin önünden geçtim. Tam bu sırada o da geldi ve medresenin kapısında atından indi.
Onu böyle görünce, içimden şöyle geçirdim:
—"Ben bunu hiç görmemiştim; önce bunu ziyaret edeyim, sonra da Nur Dağı'na giderim."
Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri'ninardından medreseye girdim. Gitti, yüksek bir sekiye oturdu. Arkadaşları da oradaydı. Ben de onun karşısına oturdum. Biraz sükuttan, sonra şu manaya gelen Farsça bir beyt okudu:
Ne işin var dağda,kal sohbetimde ;
Sığınak yok,gördüğün o dağda..
"Her halde bunu benim için söylüyor." diye düşündüm. Aynı beyti bir daha tekrar etti. Sonra da bana baktı ve şöyle dedi:
—"Ey Ebu Said, bu beyt, Şeyh Hoçend'in deyişleri arasındadır."
Bir daha tekrar etti ve sonra kalkıp, atına bindi, gitti.
Bundan sonra kalbim ona bağlandı. İçten hayret ettim. Kendi kendime şöyle demeye başladım:
—"Benim adımı bilmiyor, nasıl adımla bana seslendi; bu beyti okudu."
Ben de oradan çıktım; sevdiklerimin biri ile karşılaştım; ona şöyle dedim:
—"Uluğ Bey medresesine git. Oranın müdürüne söyle. Odamdaki kitaplarım, başka neyim varsa kendisinin olsun, nasıl isterse öyle etsin."
Bundan sonra gittim, Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri'nin kapısında oturdum. Tam bir sene orada kaldım. Ne zahirde, ne batında bana iltifat edip baktı. Ancak, cezbe hali, yükseliş gün gün artyordu; bunu da anlıyordum. Bir sene sonra bana iltifat etmeye, benimle ilgilenmeye başladı.
SEYYİD AHMET ATA
Şeyh Ubeydüllah Ahrar Hazretleri Seyyid Ahmed Ata'dan naklediyor:
—"Yazın gölge ol. Kışın örtü ol. Açlık zamanı yiyecek ol.."
Seyyid Ahmed Ata müridini karşısına alır şöyle derdi:
—"Sen, ben bu yolda iki kardeşiz. Benden şu nasihatı kabul eyle: Hayal et ki, dünya yeşil bir kubbedir. Onun içinde Allah'tan başkası yoktur; bir de sen varsın. Bu halinde Allah'ı zikre devam et ki; ezilip eriyip gitme tecellisi seni sarsın ve bundan sonra sana ihtiyaç kalmasın ve sadece o kalsın.
İNSANLARA HİZMET
Ubeydüllah Ahrar Hazretleri, maddiyata önem vermezdi.
Şöyle anlattı:
—"Mirza Şahrah'ın zamanında Herat'ta bulunuyordum; bir kuruşun bile sahibi değildim. Bir gün, pazara gitmiştim. Bana bir dilenci geldi, aşçı dükkanının karşısında, benden bir şey istedi. Aşçıya gittim, sarığımı verdim. O da sağlam değildi, parça parça olmuş, fitil haline gelmişti. Aşçıya şöyle dedim:
—"Şu kadarı ile bulaşık yıkarsın. Bunun karşılığında şu dilenciyi doyur."
O dilenciyi doyurdu; sarığımı da bana geri verdi. Ancak, almadım, geçip gittim. Bu hususta, Şah Nakşıbend efendimizin şu cümlesi çok önemlidir:
—"Ben, bu yolda ne elde ettiysem hizmetten elde ettim; kitaplardan değil.. Onun faydası da görülen durumdur."Sonra da şöyle dedi:
—"Bu yola herkes bir başka kapıdan girdi. Ben de hizmet kapısından girdim."
Her kim, ona sevgiden bahsetse, ona Allah'ın kullarına hizmet etmeyi emrederdi; sonra da şu beyti okurdu:
Hizmet çeker seni Arş şerefelerine;
Ondan bir basamağa bas, çık daha yükseğine..
ŞÜKÜR
Cenâb-ı Hakk, Kur'ân-ı Kerim'de (34/13)şöyle buyurdu:
—"Ve kaliylün Ibâdiyeşşekûr=Şekûr kullarım azdır."
Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri bu âyet-i kerimede geçen"Şekûr"lafzını şöyle açıkladı:
—"Bu sıfat, nimet içinde nimeti vereni görmektir; gerçek mana budur.
SADIKLARLA OLMAK
Cenâb-ı Hakk, Kur'ân-ı Kerim'de (9/119) şöyle buyurdu:
—"Sâdıklarla beraber olunuz."
Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri bu âyet-i kerimeyişöyle açıkladı:
—"Burada bir beraberlik manası vardır ki; bu beraberlik iki çeşittir:
1) Hissî..
2) Manevî..
Hissi beraberlik, onlarla oturup kalkmak ve onların sohbetinde bulunmaktır.
Bir kimse, onlara yakın olur, sohbetlerine devam eder, onlarla oturur kalkarsa; onların bâtın nurlarının bereketi ile kalbi nurlanır; gerçek manada onların huyu gibi güzel huy sahibi olur.
Manevi beraberlik ise şöyledir: Kalbi onlara bağlayıp ruhaniyetlerine dönmek.. Bu durumda, onların yakınında da olunsa, uzaklarına da gidilse hep onlarla olunur. Bu manevi bağ, (rabıta) tam olunca; o büyüklerin bütün sırları, bağı kuran kulda akseder.
Bu âyet-i kerime için şöyle bir yorum da getirilebilir:
—"Onların emirlerine tutunmak vaciptir.
Bu durumda, Hak talibi kula düşen, kalbini sadık kula bağlamasıdır. Sadık kul ise, Cenâb-ı Hakk'ın zatına yabancı şeylerden, zıtlardan yana temizdir. Zira sadık zatların halinde, yolunda bir eğrilik, bir sapma yoktur.
Bu bağlılıkta (rabıtada) başka hiç bir yana bakılmaması gerekir; hatta isimlerin, sıfatların tecellisine bile..
ZATA YÖNELMEK
Cenâb-ı Hakk, Kur'ân-ı Kerim'de (6/91)
—"Allah, de.."buyuruyor
Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri bu ayet-i kerimenin yorumunu şöyle yaptı:
—"Burada, sırf zata yönelme emri vardır; sıfatlara değil."
İMAN
Cenâb-ı Hakk, Kur'ân-ı Kerim'de (4/136) :
—"Ey iman edenler, iman edin. "buyuruyor.
Bu şu manayadır:
—"Ey kalblerini Cenâb-ı Hakk'a bağlayanlar, bu bağlılığın Cenâb-ı Hakk'tan olduğuna inanınız; sizden geldiğine değil..
NEFSE ZALİM OLMAK
Cenâb-ı Hakk, Kur'ân-ı Kerim'de (35/32) :
—"Onlardan bir kısmı, nefsi için zalimdir, onlardan bir kısım orta hallidir, onlardan bir kısmı hayra koşar."buyuruyor.
Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri bu ayet-i kerimenin yorumunu şöyle yaptı:
—"Nefsi için zalimdir.."demenin manası şudur:
—"Nefsinin yersiz isteklerine engel olur. Bütün hallerde, onun gereksiz arzularına set çeker, bir şey vermez.
Böyle yapınca da, ilahi feyzi almaya kabiliyet sahibi olur. İşte o zaman, orta yola girmiş, başta giden olmuş olur.
KEVSER'İN MANASI
Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri müridlerine şöyle derdi:
—"Neden çarşı pazara girmiyor, insanlara faydalı işler yapmıyorsunuz? Çalışıp gayret ediniz ki, Tekliği, çoklukta bulasınız. Bazı zatlar, Kevser suresinin 1. âyetini
—"Sana kevser verdik."manasını :
—"Sana çoklukta, teklik müşahedesini verdik."diye yorumlamışlardır.
SEVGİ YOLU
Resulüllah Efendimiz(s.a.v.) vefatına yakın günlerde şöyle buyurmuştur:
—"Ebu Bekir'in penceresinden başka mesciddeki pencereleri kapatınız."
Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri, tahkik ehli zatların şöyle dediklerini anlattı:
—"Hazret-i Ebu Bekir'in, Resulüllah Efendimiz (s.a.v.) ile mükemmel bir sevgi bağlılığı vardı. Bu hadis-i şerifle anatılmak istenen mana da şudur: "Bütün yollar kapalıdır; sevgi yolundan başka ulaştırıcı yolda yoktur."
Rabıtadan gaye de, şeyhlik makamına oturmaya layık olan şeyhin sevgisini bulmaktır. Hazret-i Ebu Bekir'e (r.a.) ulaşan Nakşıbendiye büyüklerinin yolu da bu sevgi üzerine kurulmuştur;Bu sevgi ise, anlatılan manadaki bağlılığı korumaktan ibarettir.
Büyüklerden bir zat şöyle demiştir:
—"Sıddık, makamında olan bir kimse, bin sene Allah'a huzur içinde yönelmiş olsa; sonra ondan bir an ayrılsa, kaybettiği kazandığından daha çoktur."
Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri, bu mana üzerine şöyle bir açıklama yaptı:
—"Bu yola giren büyükler, öyle bir makama ulaşırlar ki, her nefeste önceki mükemmellikleri üzerine kat kat artırma yaparlar; hem de her nefeste..
TASAVVUF
Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri, tasavvuf üzerine de şöyle dedi:
—"Tasavvuf odur ki, bütün yükleri üzerine alasın; kendi yüklerini başkalarına taşıtmayasın: Ne içten, ne de dıştan...
EDEP
Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri şöyle dedi:
—"Mürid olmaya lâyık olanlar cidden azdır. Bir büyük şeyh, kendisi gibi bir büyük şeyhe şöyle yazmış:
—"Eğer bir mürid biliyorsan bana yolla." O da ona şu cevabı yazmış:
—"Bizde mürid yoktur; şeyh istiyorsan, istediğin kadar yollayalım." Bazı büyükler, şöyle demişler:
—"Huyu suyu ayrı zıt kimselerle konuşmak, gönül perişanlığı doğurur.
Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri, Şah Nakşıbend efendimizin şöyle dediğini anlattı:
—"Mekke-i Mükerreme'deydim. Orada iki kişi gördüm. Onların biri, cidden üstün himmetli, gayretli idi; diğeri de tam bunun tersi..
Düşük himmetliyi, tavaf sırasında kapıya yakın yerde gördüm. Göğsünü Kabe duvarına yapıştırmış, ellerini açmış, Cenâb-ı Hakk'tan, başkasını istiyordu.
Üstün himmetli, gayretli kimseye gelince, onu da Mina pazarında gördüm. Bu, ellibin dinarlık alış veriş etti; göz açıp kapayacak kadar bir zaman kadar bile Allah'tan gafil olmadı. Böyle birgayreti görünce, gözlerimden yaş geldi."
MÜRAKABE
Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri'nin meclisinde bulunanlardan biri mürakabeye oturdu. Onun bu haline Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri kızdı ve şöyle dedi:
—"Mevlânâ Nizameddin Hamuş'un meclisinde de böyle biri mürakabeye oturmuştu. Mevlânâ ona:
—"Kaldır başını! Senin içinden duman çıktığını görüyorum. Sen kim, mürakabe kim?. Sana düşen temizlik için su taşımak, taş taşımak, helâ temizlemek olmalı. Bu işleri senelerce yaptıktan sonra ancak seninle konuşmam için kabiliyet kazanabilirsin. Sen nerede, mürakabe nerede?."
(Murakabe: Bütün letaifle bir anda bağlanıp teveccüh etme haline denir.)
ÜSTAZ SEVGİSİ
Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri, Seyyid Kasım Tebrizî'nin şöyle dediğini anlattı:
—"Bir gün, Mevlânâ Zeyneddin Tavbadî'nin meclisindeydim. Ona sofi biri geldi. Mevlânâ Zeyneddin Taybadî, o sofiye sordu:
—"Sen şeyhini mi çok seviyorsun, yoksa İmâm-ı Azam Ebu Hanife'yi mi?. Sofi şöyle dedi:
—"Şeyhimi daha çok seviyorum."
Mevlânâ onun bu sözüne çok kızdı. Hatta ona:
—"Köpek!.."dedi. Sonra da odasına girdi.
Biraz sonra odasından çıktı. O sofi de gitmişti. Mevlânâ bana şöyle dedi:
—"Gel seninle gidelim, o sofiden özür dileyelim."
Yola birlikte çıktık. Yolda o sofiyi bulduk. Mevlâna'nın ziyaretine ikinci defa geliyordu. Şöyle dedi:
—"Ya Mevlânâ! Size halimi anlatmaya geliyordum. Uzun süre ben, İmâm-ı Azam Ebû Hanife'nin sözleri ile amel ettim. Allah ondan razı olsun. Fakat benden kötü sıfatlar gitmedi. Şeyhimle kısa bir sohbetim oldu; bendeki kötü sıfatların tamamı gitti. Şimdi onu sevmeme engel olan nedir?. Onu Hazreti İmam'dan daha çok sevemem mi?. Bunun şer'an yeri nedir. Şimdi ben, onu bırakıyorum, fakat tevbe etmekten de geri kalmıyorum. Sevgi hariç, görüşü dışına da asla çıkmıyorum."
Onu dinleyen Mevlânâ , görüşünü yerinde buldu ve o sofiden özür diledi.
YOKLUK - SOHBET
Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri, Şeyh Ebülkasım Gürkani'nin şöyle dediğini anlattı:
—"Ya senin kendisinde yok olacağın, ya da onun sende yok olacağı biri ile sohbet et. Ya da, hem senin hem de onun Allah'ta yok olacağınız biri ile sohbet et; ne sen kalasın, ne de o.."
DIŞ GÖRÜNÜŞ
Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretlerianlattı.
Şeyh Nizameddin Hamuş şöyle dedi:
—"Şeyhe düşen, değerli elbise giymektir. Müridlerine güzel surette görünmelidir. Sonra ağır başlı, azametli, vakarlı olmalı ki, müridlerin gözünde küçük görünmesin. Aksihalde ise müridlerin râbıtaları zayıflar. Hak yolcusu sâlikin esas gâyesini elde etmesi için rabıtadan başka yol yoktur. Mürid, fena fillah makamına ermiş olan şeyhi ile bağlantı kurup, mana duvarlarını aşabilir.Nitekim Resulüllah Efendimiz(s.a.v.) sakalın taranmasını, diğer dıştan görünen yerlerin düzeltilmesini emretmiştir.
ŞERİFE SAYGI
Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri şöyle dedi:
—"Hazret-i Hasan'ın soyundan şerif bir kimsenin bulunduğu şehirde oturmaya gücüm yetmez. Çünkü, ona saygı hakkını tam olarak ödeyemem."
Şöyle anlatıldı:
—"İmam-ı Azam (r.a.), bir gün ders okutuyormuş Ders esnasında arada bir kalkıp oturuyormuş.
Orada bulunanlar, bu kalkıp oturmanın sebebini sormuşlar. Şöyle demiş:
—"Şeriflerden birinin çocuğu, şuradaki çocuklar arasında oynuyor. Gözüm ona takıldığı zaman ona saygıdan ayağa kalkıyorum; gözümden kaybolunca da yerime oturuyorum."
MEKİR (İMTİHAN)
Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri buyurdular:
—"İlahi mekir iki türlüdür:
1) Avam halka mekir..
Allah onlara nimet vermiştir. Onlar kusurda, isyanda oldukları halde bu nimetler onlara devam eder. Nimetler ellerinden gitse, belki tevbeye gelirler. Ama nimete aldanırlar; hataya isyana devam ederler.
2) Havas yani Allah'ın has kulları olan zatlara mekir.
Bunlar da, edep kaidelerine uymadıkları halde, halleri üzerine, vecdleri devam eder.
Hal sahibi sahibi bir tasavvuf ehli, yürürken, yolunda bir köpek görse, rahat yürümesi için o köpeği yerinden kaldırıp kovduktan sonra; halinde bir değişiklik olmadığını görse, bu kimse Allah tarafından gelen bir mekir (yani imtihan ve deneme) içindedir.
(Nitekim denilmiştir ki: Bir kimsenin denemeye tabi tutulması o kimse için en büyük felâkettir. Çünkü Denemeye tabi tutulup da kazanan kimse pek azdır.)
ZİKİR
Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri buyurdular:
—"Bir kimse ile sohbet ettiğin zaman, gönlün huzurlu, manada tam bir birlik içinde isen ve Cenâb-ı Hakk'a tam olarak yönelmişsen işte o zaman zikri bırak. Zira zikirden gaye, böyle bir bağlantıyı kurmaktır ki, o da olmuştur.
Buyurdular:
—"Ha ile hu ile, harflerleişaret ettiğin süre, bilesin ki, harflerin kölesi olmuşsun. Bu durumda hiç bir iyi sonuç alamazsın. Çalış, gayret et; tozları veperdeleri yolundan kaldır ki; hâ olmadan, hû olmadan da andığın zâtın kulu olasın."
Buyurdular:
—"Bir kimse ile sohbet ettikten sonra sana huzur geliyorsa, bu huzuru korumanın yolu, o kimsenin sevmediği şeylerden kaçınmandır."
GELİRKEN...
Buyurdular:
—"Bir kimse, evliyadan tasavvuf ehli zatların yanına gelmek istediği zaman, maddî-mânevî tam bir yokluk içinde gelmelidir. Varlık içinde gelirse, onların uğur ve bereketinden yoksun kalır."
HEDEF
Buyurdular:
—"Bu büyük yolda elde edilecek asıl şey, daimi olarak Cenâb-ı Hakk'a yönelmektir. Neticede bu yönelişte, kuldan gelen bir zorlama olmamalıdır."
İNSANIN DEĞERİ
Buyurdular:
—"İnsanın değeri, bu yoldaki büyüklerin hakîkî durumlarını kavramak kadardır."
DİNLEMEK YETMEZ
Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri bir gün hakikattan, marifetten ince meselelerden sohbet ediyordu. Müridleri arasından biri de, ona iyice kulak vermiş, her hali ile onu dinlemeye geçmişti. Ona şöyle dedi:
—"Sen, sadece konuşmayı dinlemeyi seviyorsun. Sadece konuşulanı dinlemekle gayeye erilmez. Dinlediğinle amel et ki, faydasını göresin."
ZİHNİ TEMİZLEMEK
Buyurdular:
—"Akla gelen kötü, düşük, dünyevi düşünceleri akıldan çıkarıp atmak ancak üç şeyle mümkün olur:
1) Büyükler bu yolda neyi kararlaştırmışlarsa, onunla meşgul olmak; riyazet yolları mı, mücahede mi? Hangisi uygunsa onu seçmek.
2) Kendisinde hiç birgün, bir kuvvet görmemek. Şunu bilecek: Eğer Cenâb-ı Hakk gidermez ise, kendisi mana perdelerinden birini dahi gideremez. Bunun için de, mana perdelerinin hepsini kaldırması, gidermesi için Cenâb-ı Hakk'a yalvarıp yakarmalıdır.
3) Şeyhine yönelip, ondan yardım bekleyecek. Onun aracılığı olmadan, Cenâb-ı Hakk'a yönelemez. Bu da, yolların en yakını, en kolayı, en güzelidir. Asıl gayeye, bu yoldan ermeye çalışmalıdır.
AZ YEMEK
Buyurdular:
—"İlk hallerde az yemek, az uyumak beyni yakar. Marifete dair duyguları anlamaktan da yoksun bırakır. Hakikatları da anlamaz eder. Bu sebeple bazı riyazete düşkün kimselerin keşfinde yanılma olur. Ancak, ilk devreyi atlatmış, sürura, rahatlığa manen kavuşmuş kimselere uykusuzluk zarar vermez, beyni de yakmaz.
UZAKLIK - YAKINLIK
Buyurdular:
—"Rabıta ehli için, maddi uzaklık, manevi yakınlığa mâni değildir."
MEVLÂNÂ CAFER ANLATIYOR
—"Bir ara kalbim, tasavvuf yolunu öğrenmeye meyletti. Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretlerini rüyada gördüm; sordum:
—"Kul, Allah'a ne zaman ulaşabilir?. Şöyle dedi:
—"Nefsinden yok olup gittikten sonra..
Uyandıktan sonra ziyaretine gittim. Daha önce onu hiç ziyaret etmemiştim.
Huzurunda oturduğum zaman,
—"Ey Mevlânâ, biliyor musun, kul, Allah'a ne zaman ulaşabilir?Kulluğunda yok olup gittiği zaman.
MÜBAREK SÖZLERİNDEN...
—"Zikir bir kazma gibidir ki, onunla gönülden yabancı duygu diken-leri temizlenir."
—"İbâdet; emirlere uyup, amel etmek, nehyedilen şeylerden sakın-maktan ibârettir. Ubûdiyyet, kulluk da bu şekilde Allâhü Teâlâya yönel-mektir."
—"İnsanın yaratılmasından murâd, kulluk yapmasıdır. Kulluğun özü de, her hâlükârda Allâhü Teâlâ'yı unutmamaktır."
—"İlim iki çeşittir: Biri verâset ilmi, biri de ledün ilmidir. Verâset ilmi çalışarak elde edilir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem); "Kim bildik-leriyle amel ederse, Allâhü Teâlâ ona bilmediklerini öğretir." buyurdu. İlm-i ledün ise, Allahü Teâlânın ihsânıdır. Çalışmadan elde edilir. İlâhî bir mevhibedir. Kullardan dilediğine verir."
—"Biz bu yolu, tasavvuf kitaplarından değil, halka hizmetten elde et-tik. Herkesi bir yola götürdüler. Bizi de hizmet yoluna götürdüler."
—"Tasavvuf bilgilerinden maksad, kendini zorlamadan, uğraşmadan, her ân Allâhü Teâlâya teveccüh ve ikbâldir. Yâni her ân Allâhü Teâlâ'yı hatırlamaktır."
Talebelerine şöyle buyurmuştur:
—"Sizden hanginiz yirmi kere, belki daha fazla tasarruf edildiği ve nisbet sâhibi kılındığı hâlde, her dışarı çıktığında kaybetmemiş olsun? Size verilen veriliyor. Fakat siz onu muhâfaza edemiyorsunuz. Eline bir nûr teslim edilen kişi, onu en kıymetli şeyi bilsin. Fânî varlığını tasfiye etsin, o nûr ile kendini karanlıkta aydınlatsın."
—"Benim birkaç günlük hayâtımı fırsat bilip Allâhü Teâlâya bağlan-mayan sizler, ya benden sonra ne yapacaksınız? Bu fırsatı ganîmet bilin, bu nimet elden giderse pişmân olursunuz. Son pişmanlığın faydası olmaz."
—"Zamânımızda ehl-i irâdet, mürîd (talebe olma kâbiliyetine sâhib olanlar) azdır. Bir âlim büyüklerden birine haber gönderip; "Burada mürîd olacak vasıflı insan azdır; sizin orada bu vasfı taşıyan kimseler varsa bize gönderiniz!" demiştir. Bu haberi alan büyük zât, bir mektup yazarak şöyle cevap vermiştir: "Bahsettiğiniz vasıfta insanlar bizim burada da yoktur. Eğer şeyh isterseniz, istediğiniz kadar gönderelim!"
—"Evliyânın meşhûrlarından olan Şiblî hazretleri, tasavvuf büyükle-rinin yoluna girdiği sırada, babası Vâsıt şehrininvâlisi idi. Önce Muhammed Hayr'ın huzûrunda tövbe etti. Sonra Muhammed Hayr hazretleri onu Cüneyd-i Bağdâdî Hazretlerine gönderdi. Gönderilmesindeki sebeb; Şiblî Hazretlerinin, Cüneyd-i Bağdâdî'nin akra-bası olmasıydı. Böylece edebe riâyet etmiş oldu.
Şiblî, Cüneyd-i Bağdâdî'ye talebe olunca; önce ona ticâret yapmasını ve bu ticâretten elde ettiği kazancını, o zamâna kadar olan günahlarının affı için sadaka olarak dağıtmasını emretti. Bunu yaptıktan sonra da, yedi sene de helâ temizliği yapmasını emretti. Bunu da yaptı. Bu on dört seneden sonra onu tasavvufta yetiştirip, yüksek derecelere kavuşturdu."
—"Sehl bin Abdullah Tüsterî hazretleri, Allâhü Teâlânın rızâsına ka-vuşmak için öyle riyâzet yapıp, zikre dalmıştı ki, birgün ağzından ve burnundan kan geldi. Yere düşen her damla kanı "Allah" yazıyordu. Bundan sonra hocası ona, her ân Allâhü Teâlâ'yı hatırdan çıkarmamak manasına gelen "Yâd-ı daşt" makâmı üzere olmasını emretti."
HASTALIĞI VE VEFATI
Ömrünü İslam dininin emir ve yasaklarını öğrenmek, öğretmek, va'z ve nasihatlarıyla insanların kurtuluşuna vesîle olmakla geçiren Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri Mîlâdî 1490 (Hicri 895) senesi Muharrem ayının başında hastalandı. Hastalığı seksen dokuz gün sürdü. Vefâtından on iki gün önce;
—"Eğer sağ kalırsak, beş ay sonra seksen dokuz yaşım tamam olup, doksana girerim. Bazı büyükler, ömrünün yıl sayısı ile hasta yattığı gün sayısı arasındaki uygunluğu; "Bir günlük hastalık (humma), bir senenin keffaretidir." hadîs-i şerifinde buyrulan husûsa uygun olduğunu söyle-mişlerdir." buyurdu.
Mîlâdî 1490 (Hicri 895) senesi Rebîu'l-evvel ayının sonunda, bir Cumâ günü hastalığı ağırlaştı ve sekerât-ı mevt hâli Cumâ günü öğle vaktinde başladı. Tam o sırada, Semerkand'da büyük bir zelzele oldu.
Vefat ettiği gün, akşam vakti hastalığı pek şiddetlenmişti.
—"Akşam namazının vakti girdi mi?" diye sordu.
—"Evet girdi" dediler. Akşam namazını îmâ ile kıldı. Yatsı vakti gir-diği sıralarda, son nefeslerini veriyordu. Vefâtı sırasında huzûrunda bu-lunan talebelerinden Hâce Muhammed Yahyâ şöyle anlatmıştır:
—"Hâce Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin mübârek nefeslerinin kesilmesi yaklaştığı sırada, akşam ile yatsı arasında bir vakitte idik. Bulunduğu odada birkaç lâmba yaktılar. Ev son derece aydınlık olmuştu. Bu sırada Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin iki kaşı arasından, bir-denbire şimşek gibi bir nûr çıkıp öyle parladı ki,evde yanmakta olan lâmbalar, o nûr arasında sönük kaldı. Herkes bu nûru gördü. Bu nûr parladıktan sonra Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri son nefeslerini verip vefât etti. Vefat ettiği sırada da şiddetli bir zelzele oldu.
Sultan Ahmet Mirzâ, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin hastalı-ğının şiddetlendiğini duyunca, Cumâ sabahı bütün devlet erkânı ile Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin bulunduğu Kemânkerân köyüne gitmek üzere yola çıktı. Akşam namazından sonra ulaşıp, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerini son defa gördü. Vefat ettiği bu gecenin sabahı olan Cumartesi sabahı, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin cenâzesini Semerkand'a getirtti. Öğle namazı vaktinde Kefşir mahallelerine getirilip, cenâzesi orada yıkandı. Techiz ve tekfin edildi. Cenâze namazı kılınıp defnedildi.
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin oğulları, kabri üzerine bir kubbe ve yanına imârethâne yaptırdılar.
Talebeleri:
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin en başta gelen talebesi, Mevlânâ Kâdı Muhammed Zâhid Bedahşî'dir. Halîfesidir. Bu talebesi, evliyânın büyüklerinden olan Yâkûb-i Çerhî Hazretlerinin kızının oğlu olup, torunudur. Hocası Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin kıymetli sözlerini Mesmûât-ı Mevlânâ Kâdı Muhammed Zâhid adlı bir kitap yazarak toplamıştır.
Oğlu Muhammed, zâhirî ilimde yüksek derecede âlim idi. İlk oğlu olup, Tasavvuf ilmini babasından öğrenip kemâle ulaşmıştır. Bu oğlu, hâcegân lakabı ile tanınmıştır.
Hâce Muhammed Yahyâ; küçük oğlu olup, zâhirî ve bâtinî ilimlerde yüksek derecede idi. Babasından feyz alarak tasavvufta yükseldi. Babası hayatınınson günlerinde onu yerine vekil bıraktı.
Mevlânâ Seyyid Hasan; Meşhûr talebelerinden olup, Babası onu kü-çük yaşında iken Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin sohbetine getir-miştir. Geldikleri sırada, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin yanında bir tabak içinde bal görüp, hemen yemeye başlamıştı.Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri ona;
—"Senin ismin nedir?" diye sorunca, balın tadına öylesine dalmıştı ki,
—"Adım Bal'dır" cevâbını verdi. Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri tebessüm ederek buyurdu ki:
—"Bu çocukta tam bir kâbiliyet var. Kendi ismini balın tadından do-layı unutup, balın lezzetine o kadar daldı ki, ismim Bal'dır." dedi. Onu kucaklayıp babasından aldı. Önce Kurân-ı Kerîm'i, ilk tahsil için gereken bilgileri öğretti. Sonra Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri, ona yüksek ilimleri öğrenmesini emretti. Bundan sonra da onu tasavvufta ye-tiştirip, yüksek derecelere kavuşturdu.
Mevlânâ Kâsım; en meşhûr ve çok sevdiği talebelerindendir. Hocasına tâbi olması tam idi. Bu hususta örnek teşkil eden bir talebesi idi.
Mevlânâ Mir Abdülevvel; talebelerinin meşhûrlarından olup, hocasına dâmad olmakla şereflenmiştir. Tasavvufta yüksek derecelere kavuşmuştur.
Mevlânâ Câfer; tasavvuf hallerine gark olmuş bir talebesi olup, âlim ve fâdıl bir zât idi.
Mevlânâ Burhâneddîn Hatelânî isimli talebesi, Semerkand'da par-makla gösterilen âlimlerden idi.
Mevlânâ Lütfullah Hatelânî; meşhûr talebelerinden olup, diğer tale-besi Burhâneddîn Hatelânî'nin kız kardeşinin oğludur. Din ilimlerinde âlim idi.
Mevlânâ Şeyh; Talebelerinin ileri gelenlerinden olup, senelerce ho-casının ev ve dergâh işlerini görüp, hizmet etmiştir.
Mevlânâ Sultan Ahmed; Meşhûr talebelerinden olup, zâhirî ve bâtınî ilimlerde derin âlimdi.
Mevlânâ Ebû Saîd Evbehî, Mevlânâ Hâce Ali Taşkendî, Mevlânâ Nûreddîn Taşkendî, Mevlânâzâde Etrârî ve Mevlânâ İsmâil Firketî de talebelerinin meşhurlarındandır.
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin talebelerinden biri de, Abdullah-i İlâhî'dir. Simavlıdır. İlim edindikten sonra, Semerkand ve Buhârâ'ya giderek feyz aldı. İcâzetle şereflenip, Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretlerine intisâbı bulunan Emîr Ahmed Buhârî ile İstanbul'a geldi.
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin bir talebesi de, Abdullah Semerkandî'dir. Önce, Yâkûb Çerhî'ye talebe olmuş ve NizâmeddînHâmûş'tan da feyz almıştır. Uluğ Bey Medresesinde müderristi.
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin bir talebesi de Haydar Baba'dır. Kırk sene devamlı İstanbul Eyyûb câmiinde îtikâf etti. Kânûnî Sultan Süleyman bu zâtın üstün hâllerini işitince, Eyyûb Nişâncası ile Haliç arasında Cezerî Kâsım Paşa Câmiine inen yol üzerinde "Haydar Baba Mescidi"ni yaptırdı. Haydar Baba, 1550 (H.957) de vefât etti. Kabri, mes-cide giderken solda, sed üstündedir.
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin eserleri:
Enîs-üs-Sâlikîn fit-Tasavvuf, El-Urvet-Ül-Vüskâ li Erbâb-İl-İrtikâ, Rukaât, Fıkarât Risâlesi, Vâlidiyye Risâlesi,
HÂCE UBEYDULLAH AHRAR (k.s.) Hazretlerinin Halifeleri
Mevlâna Seyfeddin Harezmî, Mevlâna Şemseddih Muhammed Dûcî, Mevlâna Abdurahman Câmî, Hâce Muhammed Asgar, Hâce Kilâl Muhammed Ekber ve daha niceleri...
-
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
19. Hace Muhammed Zahid (k.s.)
Yüksek Nakşibendiyye Silsilesinin büyük şeyhlerinden ve asrının ulemasının yücele¬rinden idi. İlâhi sırların gizliliklerine vakıftı. Hâce Ubeydullahi Ahrar Hazretlerinin ilk hal¬îfelerinden ve onların da en bü-yüklerinden idi. Emaneti Hâce Ubeydullah Ahrar Hazretlerinden aldı¬lar.
Şeyh Muhammed Zâhid (k.s.) Hazretleri, Silsile-i aliyyenin 17. halkası Ya'kûb Çerhî hazretlerinin kızının oğlu olup, torunudur. Hocası, büyük veli Ubeydüllah Ahrar'dır. Hocasının sohbetine kavuşmadan önce, çok gayretler sarfedip, nefs mücahedesi yaptı. Nefsini ıslah etmek için uğraştı. Bu hali yıllarca sürdü.Ubeydullah Ahrâr Hazretlerini 883 (m.1429) senesinde buldu. Oniki sene sohbetinde ve hizmetinde bulundu. Ondan feyz alarak kemale erdi. Vefatından sonra da yerine irşad makamına geçip, insanlara feyz vermek üzere halifesi oldu.
MÜRŞİDİ İLE BULUŞMASI
Dünya alakasızlığı, zühd, takva, her türlü fazîlet başlıca alamet¬leri idi. Daha Hâce Ahrar Hazretlerini tanımadan, yalnız başına çok büyük gayretler sarfettiler, nefisleri ile cihad ettiler. Bu hal yıllar boyu sürdü. Nihayet gâibden aldığı işaret üzerine, Hâce Ubeydullah Ahrar Hazretlerinin bulunduğu yere doğru yola koyuldu¬lar. Oraya yaklaştığı vakit Hâce Ahrar Hazretleri de bâtın nuru ile bu hale vakıf olup atına atladı ve Muhammed Zâhid Hazretlerini karşılamaya çıktı. Birbirlerine karşı geldik¬lerinde her ikisi de hay¬vanlarından inerek bir ağaç altına oturdular.
Hazreti Hâcehemen orada, Muhammed Zâhid Hazretlerini irşad halklarına dahil et¬tiler. Başını yücelere çıkarıp, irşad hırkasını kendile¬rine giydirerek isteyenlere, Allah'a gi¬den yolu göstermek üzere izin verdiler.
Şeyh Muhammed Zâhid (k.s.) Hazretlerinin talebesi Mevlana Muhammed, yazmış olduğu "Silsiletül-ârifin" adlı eserinde anlatıyor:
"Hocama talebe oluşum şöyle vuku' bulmuştu: Şeyh Ni'metullah adında birtalebe arkadaşımla ilim öğrenmek için, Semerkand'dan Herat'ayola çıkmıştık. Şadman köyüne varınca, havanın çok sıcak olması sebebiyle, günlerce o köyde kaldık. Biz burada ikenMuhammed Zâhid (k.s.) Hazretleri bu köye teşrif etti. Bir ikindi vakti ziyaretine gittik. Bana;
—"Sen neredensin?" dedi.
—"Semerkand'danım" dedim. Sonra sohbete başladı. Çok güzel konuşuyordu. Konuşması sırasında benim kalbimden ve hatırımdan geçen şeyleri bir bir saydı. Herat'a gitmek için yola çıkmamın sebebini de söyledi. Bunun üzerine kalbim ona tamâmen tutuldu. Sonra bana dedi ki:
—"Eğer maksadın ilim öğrenmekse, o iş burada kolaydır." İyice anladım ve kanaat getirdim ki, benim hatırımdan geçen şeyleri biliyordu. Buna rağmen kalbimden Herat'a gitme arzusu çıkmadı. Bu düşüncemi de keşfedip anladı. Sonra kalkıp bana doğru yaklaştı ve;
—"Herat'a gitmekten maksadın nedir? Söyle bana, ilim mi öğrenmek, yoksa tasavvufda mı yetişmek istiyorsun?" dedi. Heybetinden dehşete kapıldım ve sustum. Arkadaşım cevap verip;
—"Onun asıl maksadı Herat'a gidip tasavvuf yoluna girmektir. İlim öğrenmeye gidiyorum demesi, bu maksadını gizlemek içindir" dedi. O da tebessüm etti. Bunun üzerine;
—"Eğer böyle ise çok iyi ve çok güzeldir" dedi. Sonra beni alıp bahçesine doğru götürdü. İnsanların gözünden kayboluncaya kadar yürüdük. Sonra durdu, elimi tuttu. Elimi tutar tutmaz, ben kendimden geçmeye başladım. Kendimi kaybedinceye ve kendimden geçinceye kadar tuttu. Ayıldığım zaman bana dedi ki:
—"Herhalde sen benim yazımı okuyabilirsin." Sonra cebinden bir kağıt çıkarıp okuduktan sonra katladı ve bana verdi.
—"Bunu muhafaza et. Bunda ibâdetin hakîkati, itâat, huşû ve Allahü Teâlâ'nın azameti karşısında insanın âcizliği yazılıdır. Bu saadet Allahü Teâlâ'nın muhabbetiyle ve O'nun Resulü Seyyidü'l-evvelîn velâhırîne (s.a.v.) tabi olmakla ele geçer. Bunun için, din ilimlerine varis olan alimlerin sohbetinde bulun. Onlardan faideli ilim öğren. Tâ ki Resülullah'a (s.a.v.) tabi olmak sûretiyle ma'rifet-i ilahiyyeye kavuşasın. Ulemâ-i sûdan (kötü din adamlarından) uzak dur. Çünkü onlar, dini, dünya malı toplamak için ve makama, mevkiye kavuşmak için alet ederler. Helal, haram ayırmadan bulduğunu yiyen ve dine uygun olmayan işler yapan sapık tarikatçılardan uzak dur. Yine Ehl-i sünnet i'tikadına uymayan sapık kimselerden de uzak dur!"
Sonra Fatiha-i şerife okudu ve bana Herat'a gitmem için izin verdi. Bundan sonra emri üzerine yola çıktım. Mevlana Sa'düddin Kaşgârî'ye götürmem için bir mektup verdi. Mektuba, bana yardımcı olup, korumasını yazmıştı. bunu görünce, kalbimi tam bir muhabbet sardı. Fakat Herat'a gitme azmim kırılmadı, vazgeçmedim. Mektubu alıp yola çıktım. Yolda ilerledikçe, bindiğim hayvan yavaşladı, gücü kalmadı. Yol almaktan aciz kaldım.
Buhara'ya altı fersah (36 km. kadar) mesafe kalmıştı ki, yolun bu kısmında şiddetli bir göz ağrısına tutuldum. Günlerce orada kaldım. İyileşince yola çıktım. Bu sefer sıtma hastalığına tutuldum. O zaman anladım ki, eğer yola devam edersem helak olacağım! Sonra Taşkente gittim. Şeyh İlyas Aşkîyi ziyaret etmek istedim. Bunun için de elbisemi, kitaplarımı, atımı dostlarımdan birine emanet bıraktım. Şeyh İlyas Aşkî'nin hizmetini görenlerden biri ile karşılaştım.kendisine:
—" Benimle gel de Şeyhi ziyaret edelim" dedim.
—"Atın nerede ?" dedi.
—"Bir arkadaşa emanet bıraktım" dedim.
—"Getir de gidelim" dedi.
Tam o sırada bir adam geldi ve bana:
—"Atın, üzerindeki yükleri ile kayboldu" dedi. O zaman büsbütün yıkıldım. Bütün bu olanların başıma gelmesi,Muhammed Zâhid (k.s.) Hazretleri nin isteklerine uymamamdan olduğunu ve derhal geri dönüpMuhammed Zâhid (k.s.) Hazretlerine teslim olmaya karar verdim. Herşeyden önce onu ziyarete gitmeye karar verdim. Ben bu kararı verir vermezbirisi gelip;
—"Binek hayvanın ve eşyaların bulundu" dedi. Emanet bıraktığım kimsenin yanına gittim. Bana dedi ki:
—"Ey Muhammed! Senin binek hayvanını emanet aldığımda, onu bir yere bağladım. Biraz sonra gözden kayboldu. Aramaya başladım, bulamadım. Üzgün üzgün geri döndüm. Dönerken bir de gördüm ki, senin binek hayvanın sokak ortasında, insanlar arasında üzerindeki eşya ile beraber aynen duruyordu. Hayret ettim, bu kadar kalabalık arasında ona kimse dokunmamıştı." Sonra binek hayvanımı ve eşyalarımı alıp Semerkand'a Muhammed Zâhid (k.s.) Hazretleri'nin yanına gittim. Huzuruna varınca, bana bakıp tebessüm ederek; "Hoş geldin" dedi. Bundan sonra sohbetine ve hizmetine devam edip, yanından ayrılmadım."
Muhammed Zâhid (k.s.) Hazretleri, asrının alimlerinin en büyüklerinden idi. Tasavvuf ilminde ve tasavvuf hallerinde ilâhi sırların gizliliklerine tam vâkıf bir büyük idi. Kendinden sonra, kız kardeşinin oğlu Derviş Mehmed, yetiştirdiği veliler arasında en büyüğüdür.
"Mesmûât-ı Mevlânâ Kadı Muhammed Zâhid" ve "Silsilet-ül-ârifin" adlı eser, talebesi Mevlana Muhammed tarafından derlenmiştir. Bu zat "Mesmûât" adlı eserinde, hocası Muhammed Zâhid hazretleri'nin sohbetlerinde dinlediklerini toplamıştır. Fârisî lisanda yazdığı bu eseri 155 varak olup, Süleymaniye Kütüphanesi'nde vardır. Bu eserde Muhammed Zâhid (k.s.) Hazretleri'nin kıymetli sözlerine genişçe yer verilmiştir:
MÜBAREK SÖZLERİNDEN
—"İnsanın yaratılmasından maksad, kulluk yapmasıdır. Kulluğun aslı ve özü ise, her hâl ü kârda Allahü Teâlâ'yı unutmamak, gâfil olmamak, tazurru (yalvarma) ve huşû' (korku) içinde bulunmaktır."
—"İbadet ile ubûdiyet (kulluk) arasındaki fark; ibadet, dinin emrettiği vazifeleri yapmak; ubûdiyet ise, kalbin gafletten uzak ve daima Rabbini tazim eder halde olmasıdır."
—"Temkin makâmına kavuşmak için, zarûretsiz söz ve lüzumsuz söylememek lazımdır. Çok gülmek ve çok konuşmak kalbi öldürür. Temkin makamı, huzur ve gafletten uzak olmaktan ibarettir ki, bu hal, gözdeki görme, kulaktaki işitme vasfı gibi hiç kaybolmamalıdır. Kendisini Allahü Teâlâ'nın her an gördüğünü bilmelidir. Böyle bir hale gelen kimsenin artık konuşması gerekir. Bu hale kavuştuktan sonra, "insanları irşad için" konuşmaması gaflettir. Gaflet ise, kalbin ölmesi demektir. Kalbin gafletten uzak olması, huzur ve âgâhî olmasıyladır. Bu nisbetin sahibi çok çalışmalı, ihtimam göstermeli ve bu nisbet zamanını iyi muhafaza etmelidir."
MUHAMMED ZÂHİD (K.S.)
HAZRETLERİ BUYURDU
—"Emr-i ma'rufu ve nefyi münkeri öyle yapmalı ki, ondan netice alınsın. Bunu yaparken, insanların anlıyacağı şekilde yapmak lazımdır. Hadis-i şerifte; "İnsanlara akılları derecesinde konuşun" buyuruldu."
Bir defasında Moğol Hanlarından biri Muhammed Zâhid'in huzuruna gelmişti. Müslüman olmayan bu Han, domuz eti yerdi. Ona domuz eti yemek İslamiyette haramdır dese, yemekten vazgeçmeyecekti. Ona dedi ki; "Domuz etini yemek birçok haysiyyeti kaybettirir. Çünkü hayvanlardan sadece domuz, dişisini kıskanmaz. Onun etini yemek insanda gayret ve hamiyyeti yok eder" dedi ve gayretin üstünlüğünü anlattı. O Han bunu çok ma'kûl bulup, kendisi yemekten vazgeçtiği gibi, askerlerinin de domuz eti yemelerini yasakladı."
YİNE BUYURDULAR:
"Gençlik zamanı fırsat ve ganimettir. Bu kıymetli zamanı ve nefesleri saadet vesîlesi yapmayana yazıklar olsun. Saâdet arayan kimse, Resûllullahın (s.a.v.) ahlakı ile ahlaklanmalıdır. Hilm (yumuşaklık), kerem, cömertlik, tevazu ve diğer ahlak-ı hamide olan şeylerle ahlaklanmalıdır.
Kitabın yazarı anlatıyor:
—"Muhammed Zâhid Efendimiz, hakikatlara dair konuşma yapacağı zaman, çoğunlukla muhatabı ben olurdum; sözleri bana yönelik olurdu.
Bir gün bana şöyle dedi:
—"Sen benim konuşmalarımı dinliyorsun. Hakikatlara dair anlattıklarımı duyuyorsun. Bunlar arasında ana-babadan öğrendiğin, hocandan öğrendiğin ve kalbine yerleşen inanca ters düşen bir şey var mı?." Dedim ki:
—Hayır, öyle bir şey yoktur." Bunun üzerine şöyle dedi:
—"Öyle ise onları dinleyebilirsin."
HASTALIĞI
Aynı zat, bir başka yerde şöyle yazdı:
—"Efendimiz Muhammed Zahid bir gün hastalandı. Bana, Herat'tandoktor getirmemi emretti.
Bu sırada bana Mevlâna Kasım geldi ve şöyle dedi.
—"Ey Mevlâna Muhammed, çabuk git, çabuk gel. Zira ben Efendimizi hasta görmeye dayanamıyorum." dedi.
Doktoru getirdiğim zaman baktım ki, Şeyh Muhammed Zahid Efendimiz şifa bulmuş; Mevlana Kasım ise vefat etmiş.
Gidişim gelişim otuz beş gün sürmüştü. Ancak bu kadar onlardan ayrı kalmıştım. Bu müddet içinde olan olmuştu.
Muhammed Zahid Efendimize bu işin nasıl olduğunu sordum; şöyle anlattı:
Mevlana Kasım bir gün bana geldi ve:
—"Ben canımı sana feda ettim." dedi. Ona dedim ki:
—"Bunu yapma. Benimle ilgilenen çoktur; sen henüz gençsin."O ise şöyle dedi:
—"Ben sana, bu işi danışmaya gelmedim; kararımı verdim, tam bir niyetle geldim. Allah da benim bu talebimi kabul buyurdu."
Her ne kadar bu işten geri durmasını istedimse de kabul etmedi. Verdiği ilk cevapta da ısrar etti. Sonra da gitti."
...........
İkinci günü, Muhammed Zahid Efendimizin hastalığı aynen Mevlana Kasım'a geçmiş ve bu hastalık sebebi ile vefat etmiş. Vefat tarihi hicretin 891. (M. 1486) yılı idi. Henüz zilhicce ayı çıkmamıştı ve bir pazartesi günü imiş.
Muhammed Zahid Efendimiz ise tam manası ile hastalıktan kurtuldu; getirdiğim doktora da ihtiyaç kalmadı.
VASİYETİ
Muhammed Zahid Efendimizin vefatına yakın bütün çocukları, torunları, avamdan, havastan arkadaşları yanında toplanmışlar. Onlara sormuş:
—"Fakirlik mi istiyorsunuz, zenginlik mi?."
Mevlana Muhammed şöyle demiş:
—"Senin tercihin benim tercihimdir."
Muhammed Zahid Efendimiz de şöyle demiş:
—"Ben, fakirliği tercih ettim."
Bundan sonra hazinedarına bakmış, şöyle demiş:
—"Buna dörd bin şahrahiye ver ki, yanında toplanan dervişlerin ihtiyaçlarını gidersin. Bu parayı, onların hizmetleri için harcasın..."
M. 1529, H. 936 senesinde Semerkand'a bağlı Hisâr'ın Bedahş köyünde vefat etti. Kabr-i Şerifi oradadır. (k.s.)
-
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
20. Derviş Mehmed (k.s.)
Muhammed ZâhidHazretlerinin kız kardeşinin oğlu oluphalifelerinin en büyüğü ve tevazuun en son noktasına erişmiş bir zat idi. Zâhirî ve bâtınî ilimler kendisinde toplanmış, sûrî ve mânevî rumuz ve işaretlere vakıf, zevk ve şevk ile sıfatlanmış, cömertlik ve ihsan ile tanınmış kâmil bir şeyh.Silsile-i aliyyenin yirmincisidir. Doğum tarihi bilinmemekle birlikte, 1562 (H.970) senesinde vefât etti.
Büyük âlim ve kâmil bir velî olan dayısı Kâdı Muhammed Zâhid'in derslerinde yetişti. Mevlâna Muhammed Zâhid'den irşad eli almadan önce 15 sene zühd ve riyazetle vakit geçirmiş, uykusuz zikr ve fikr ile meşgul olmuştur. Bir gün açlığının çokluğundan çaresiz kalıp yüzünü göğe doğru çevirmişti. O anda Hızır (A.S.) gelip:
"Eğer sabır ve kanaat istiyorsan, Hâce Muhammed Zâhid'in (k.s.) huzuruna, hizmetine ve sohbetine acele eyle, O sana sabır ve kanaatı öğretir." buyurdu. Hemen Muhammed Zâhid'in yüksek huzûruna varıp, orada ilim tahsîl etti. güzel terbiye görüp, kemâle geldi. Hocası ona, in-sanlara doğru yolu anlatmak, ebedî olan cehennem azâbından kurtaracak şeyleri bildirmek için hilâfet verdi. Hocasının vefatından sonra yerine ge-çip, Semerkand'da, doğru yoldan ayrılanlarla ve bid'atlerle uğraştı. Bid'atleri yok etti. Çok velî yetiştirdi.
İnsanları Allahü Teâlânın yoluna çağırmada çok gayret gösterdi. Talebelerinin terbiyesi husûsunda, insan üstü bir kuvvet ve gayrete sahipti. 1562 (H.970) senesinde, ikinci binin yenileyicisi İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin dünyâya gelmesinden bir sene önce, Büster kasabasının Dasferar köyünde vefat etti. İnsanları irşâd için yetiştirdiği talebeleri pek çoktur. Bunların en büyüğü, oğlu Hâce Muhammed Emkengî'dir.
-
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
21. Muhammed Hacegi Emkengi (k.s.)
Silsile-i aliyye'nin yirminci halkası Hace Derviş Mehmed Hazretlerinin oğludur.
Muhammed Hâcegî Emkengî Hazretleri (k.s.) Hicrî 918 (M.1512) tarihinde Semerkand yakınlarında bulunan Emkeng kasabasında dünyaya geldiler. Hazreti Hâcegî memleketinde, Silsile-i Aliye-i Nakşibendiyye Meşayihininbüyüklerinden idiler. Ve iki vasıta ile Hâce Ubeydullahi Ahrar Hazretlerine ulaşırlardı.
Hâce Muhammed Bakibillah Hazretleri bir gün, Maveraü'n-nehr şehirlerinden bir şehre giderken, bir gece rüyasında Hâcegî Hazretlerini görürler. Hazret-i Emkengî kendilerine şöyle buyurur:
— "Ey oğul! senin yolunu gözlüyorum."
Hâce Bâkibillah Hazretlerinin seviçlerine nihayet yoktur. Hemen Hâcegî Emkengî hazretlerine varır.
Hazret-i Hâcegî Emkengi (k.s.) kendi huzurlarına kavuşan Muhammed Bâkibillah Hazretlerine çok büyük inayet ederler. Onların yüksek hallerini dinledikten sonra, Üç gün üç gece onlarla halvette kalırlar, ve çok yüksek bazı faydalara onları muttali ederler. Hâce Bâkibillah (k.s.) Hazretlerine buyururlar ki:
—"Sizin işiniz Allahu Teâlâ Hazretlerinin yardımı ve bu yüksek yolun büyüklerinin ruhlarının terbiyeleri ile tamam oldu. Tekrar Hindistan'a gitmeniz icabediyor. Çünkü bu Silsile-i Aliyye'nin sizin sayenizde parlayacağını görüyorum. Bereket ve terbiyenizden çok istifade edip büyük işler yapacak olanlar gelecek."
Hâce Bâkibillah (k.s.) kendilerini bu işe lâyık görmediklerinden özür diledilerse de Hazreti Emkengi kendilerine istihare emrettiler. Rüyalarını Emkengî Hazretlerine anlattıklarında şu karşılığı aldılar:
—"Derhal Hindistan'a gidiniz. Orada sizin bereketli nefeslerinizden bir aziz meydana gelecek, bütün dünya O'nun nuruyla dolacak. Hatta siz de O'ndan nasibinizi alacaksınız." Hâce Bâkibillah Hazretleri Hindistan'da Serhend şehrine geldiği zaman kendilerine;
—"Kutbun etrafına geldin." diye bildirdiler ki, bu kutub İmam-ı Rabbâni Hazretlerinden başkası değildi.
Hicrî 1008 (M.1599) senesinde 90 yaşındairtihal buyurarak doğdukları yer olan Emkeng kasabasına defnedilmişlerdir. (k.s.)
-
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
22. Hace Muhammed Bakibillah (k.s.)
Büyük veli İmâm–ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin hocasıdır.
Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri, H.971 (M. 1563) senesinde Kâbil şehrinde doğdu. H.1012 (M. 1603) de Delhi'de kırk yaşında iken vefat etti. Türbesi, Kutabrol denilen yerdeki kendi mescidinin yanındadır.
Orta boylu, kırmızı benizli,seyrek sakallı idi.
Gençliğinde ilim tahsili için Kâbil'den Semerkand'a gidip, zâhirî ve akli ilimleri, zamanının en büyük alimlerinden olan Mevlânâ Sâdık Hulvânî'den öğrendi. Yüksek yaradılışı ve kâbiliyeti ile kısa zamanda, ilimde en yüksek seviyeye ulaştı.
Zâhirî ve bâtinî kemâlat ile mücehhez, cezbe ve ilâhî aşk ile bezenmiş, zühd ve takva ile ma'ruf, cömertlik vasıflarına mâlik bir zat. Hâce Muhammed Bahaü'd-dînNakşibend Hazretlerine mânen bağlı olmakla (Üveysî) idiler. Zâhiren ise Mevlâna Hâcegî Emkengî Hazretlerine bağlı idiler.
Hâce Ubeydullah Ahrar Hazretlerinin ruhaniyetinden dahi feyz al-mışlardır. İlk zamanlar Kâbil'den Semerkand'a gelerek orada zâhirî ilimler ile meşgul olmuşlar, daha sonra da Hâcegi Emkengî Hazretlerinden bâtınî ilimleri öğrenmişlerdir.
Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri ilim hayatından şöyle anlatmıştır:
—"Büyüklerin kitaplarından bir kitabı okurken, o büyükler bana göründüler, beni benden aldılar. Şah Nakşibend'in (k.s.) mübarek ruhaniyetleri, bana zikir telkin edip, cezbe ile taltif eyledi."
"Gerçi biz, önceki veliler gibi çetin riyazetleri çekmedik ama, intizârlar (bekleyişler) ve büyük ızdıraplar gördük ki, bunların arasında riyazetler ve çok sert muameleler vardı."
ANNESİNİN DUASI
İlk günlerinde annesinin duasını da şöyle anlatıyor:
— "İlk günlerimde muhterem annem, kararsızlığımın, kudretsizliğimin ve zayıflığımın çokluğunu görünce kırık ve mahzun bir kalb ile ihtiyaç ve acz içinde, içli bir ağlama ile gece seher vaktinde Allahü Teâlâya yalvarıp, şöyle dua etti:
—"Ey benim ve seni istemekte herşeyden vaz geçmiş ve gençliğin lezzet ve arzularından el çekmiş olan oğlumun Rabbi! Ya onu maksadına kavuştur veya beni daha yaşatma ki, oğlumun maksadına kavuşmamasına ve elemine dayanamıyorum."
"Annem çok defa gece yarıları sahralara çıkar, Allahü Teâlâya böyle münâcaat ve dua ederdi. O dua ve yalvarmaları sebebiyle, Allahü Teâlâ benim kalb gözümü açtı. Allahü Teâlâ bizim tarafımızdan onu en iyi karşılıklar versin."
ANNESİNİN DERGAHA HİZMETİ
Muhammed BâkîBillah (k.s.)Hazretleri'nin annesi, evinde kendisine hizmet eden kadın hizmetçileri olduğu halde, dergahın hizmetini kendisi görürdü. Hatta tandıra bile ekmeği kendisi kor, pişirirdi. Yemekleri pişirip hazırlardı. Taze ekmeği dergahda bulunanlar için verir, kendisi kuru ekmek yerdi. Çoğu zaman bir kuru hasır üzerinde yatardı. Birgün Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri, annesinin güçsüz ve takatsiz bir hal almış olduğunu görerek, dergahın yemek pişirme işini bir başkasının yapmasını söyledi. Fakat annesi böyle bir hizmetten mahrum kaldım diye ağlayarak;
—"Bilmiyorum, ne kabahatim oldu ki, Allahü Teâlâ beni bu hizmetten mahrum eyledi. Yaptığım en iyi iş, o faziletli oğlum Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri'ne ve talebelerine ekmek ve yemek pişirmek idi. Onu da benden aldılar" dedi. Tevâzuunun, inkisarının ve edebinin çokluğundan, bu durumu oğlu Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretlerine açıklamadı. Annesinin bu ızdırabı, Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretlerine bildirilince, bir ni'met olan bu hizmeti tekrar annesine verdi."
İSTİHARESİ
Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri, salihleri ve meczubları aramakta çok gayret gösterir, birçok memleketi dolaşır ve temiz kalbi olanları bulur, onlardan nasibini alırdı. Bu seyahatleri sırasında Silsile-i aliyye-i Nakşibendiyye büyüklerinden birinin sohbetine kavuştu. Ona talebe olmak ve tam bağlanmak istedi. Bunun için istihare yaptı. Rü'yasında Muhammed Pârisâ hazretlerini gördü. Muhammed Pârisâ (k.s.) rü'yasında ona buyurdu ki:
—"Tasavvuf yolunda ilerlemek en iyi ahlak ile ahlaklanmaktır. Bu büyük nimet ve saâdet ele geçince, bu yolda elde edilecek faide, elde edilmiş demektir."
TÖVBESİ
Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri, başlangıçta ilk istifadesini şöyle anlatmıştır: "İlk defa günahlardan tövbe, Hâce Übeyd hazretlerinin huzurunda oldu. Benim için Fâtiha okumasını istedim. Sonra Semerkand'da bulunan ve Ahmed Yesevî'nin yolunda olan İftihâr Şeyh'e talebe olmak arzusu ile tekrar tövbe ettim. Her ne kadar "Siz gençsiniz, siz bu işe katlanamazsınız" dediyse de, arzumun çokluğunu görünce; "Bir Fatiha okuyalım" ve "Allahü Teâlâ istikamet versin, Büyüklerin maksadına uygun azimet nasib eylesin, kalbinde büyük değişmeler ve nefsinde harablıklar (ıslah) vâkî olsun" dedi. Bir başka zaman Emîr Abdullah Belhî'nin huzurunda tövbemi yeniledim. Elimi müsafahaya yakın bir şekilde tuttu. Ümid edilir ki, bunun bereketi kıyamete kadar devam eder."
Bundan sonra bir müddet daha dolaştım. Nihayet rü'yada, Şah Nakşibend Hazretlerinin huzurunda tam bir tövbe yaptım. Bundan sonra bende tasavvuf yoluna girmek arzusu aşikar oldu. Bu yola girmek için her çareye başvurdum. Nihayet mübarek zâtlardan biri bana;
—"Peygamber Efendimizden (s.a.v.) gelen zikir, neticeye kavuşturur" dedi. Bütün gayretimle bu sözü söyleyen zattan zikri ve murâkabeyi almak için uğraştım. İki sene o zâtın silsilesindeki zikre, murakabeye ve tesbihlere devam ettim. Her ne kadar bu sırada gizli işaretler diğer bir yola girmeyi gösterdiyse de, ayaklarımı yerden kaldıramadım. Böylece nefsi yenip gönül bahçeme, Allahü Teâlâ'nın izni ile büyüklerin kerem tohumunu ektim. İnşâallah o tohumu, ikram ve ihsan edip, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği nehirlerle beslerler. Bundan sonra Keşmîr'e gittim ve orada Baba Vâli'nin sohbetine devam edip, bereketli nazarlarına ve teveccühlerine kavuştum. Cenab-ı Hakka hamd ve senâlar olsun ki, o teveccühler ile kabul kapısı aralandı. Keşmir'de sohbetine devam ettiğim Baba Vâli, nakşibendiyye yolundan icazetli olduğu için, kendilerine gelen tâlibin istidâdına o silsile yoluyla feyz verdiler. Baba Vâli'nin vefatından sonra, bu yolda bilinen gaybet (kendinden geçme) hali ele geçti ve büyük velîlerin ruhları müjdeler verdiler, telkinlerde bulundular. Bereketli teveccühleri ile nisbetim, irtibatım kuvvetlendi ve gaybet dairesi genişledi. Yol açıldı ve aydınlandı. Velhasıl cem'ıyyet ele geçti."
MÜRŞİDİNİ BULMASI
Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri, Mâverâünnehr şehirlerinden birine giderken, bir gece rü'yasında Mevlâna Hâcegî Emkengî Hazretlerini görmüş o ona şöyle buyurmuştur:
—"Ey oğul, senin yolunu gözlüyordum."
Mevlânâ Hâcegî Emkengî'nin huzuruna kavuşup, çok yardım ve ihsanlar gördü. Hocası onun yüksek hallerini dinledikten sonra, üç gün üç gece onunla birlikte yalnız bir odada sohbet etti. Bir müddet ona feyz verdi. Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri, hocası olan evliyanın büyüklerinden Hâcegî Emkengî'ye talebe olmasını şöyle anlatmıştır.
—"Nihayet inayetlerinin çekmesiyle hakikatler sahibi, irşad dergahı, Mevlana Hâcegî Emkengî hazretlerinin huzuruna kavuştum. Candan bir arzu ve istek ile bi'at edip, müsafaha eyledik. Büyükler yolunu ondan aldım. Hâcegî Emkengî Hazretlerinin sohbetinde bulunmakla ve Şah Nakşıbend Hazretleri'nin (k.s.) ve halifelerinin yüksek ruhaniyetlerinin imdadı ile, bu büyükler silsilesine dahil olup, Hâcegî Emkengî'nin halifesi olup makamına geçtim."
Hâcegî Emkengî hazretlerinin, Muhammed Bâkî Billah (k.s.) Hazretleri'ne hilâfet ve tam bir icâzet verip, Hindistan'a gönderdiğini duyan talebelerinden ba'zıları gayrete gelip, aralarında bir huzursuzluk hasıl oldu. Kendileri uzun müddet orada oldukları için yeni gelen bir gencin kısa zamanda tam bir icâzetle dönmesi onları düşündürmüştü. Hâcegî Emkengî hazretleri bu durumu duyunca şöyle buyurdu:
—"Dostlarım bilsinler ki, bu gencin işini tamamlayıp buraya bizim yanımıza öyle gönderdiler. Yanımıza hâllerinin doğru olup olmadığını kontrol için geldi. Şüphesiz öyle gelen böyle gider."
ESERLERİ
Muhammed BâkîBillah (k.s.)Hazretleri'nin eserleri şunlardır:
1- Külliyat-ı Bâkî Billah
2- Mektupları,
3- Rubâ'ıyyat: Bu eserini İmam-ı Rabbânî hazretleri "Şerh-i Rubâıyyât" adıyla şerh etmiştir.
YÜKSEK HALLERİNDEN...
Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri, daima hallerini gizlerdi. Çok mütevazi idi. Suâl soranlara zaruret miktarınca, kısa cevap verirdi. Bununla beraber, tasavvuf yolunda karşılaşılan derin ma'nâların halli için sorulan suâlleri, soranın tamamen anlayabileceği şekilde, çok açık olarak izah ederdi. Belki yanlış anlar ve yanlış yola gider düşüncesiyle, bu hususta çok dikkatli davranırdı. Dâimâ hüzünlü ve üzüntülü olduğu halde, huzuruna gelenlere neşeli ve tebessüm ederek konuşurdu. Müslümanlara çok yardım eder, iyi işlerinde onlara faydalı olmaktan hiç kaçınmazdı. Âlimlere ve büyüklere, aşırı bir ta'zim ve hürmetleri vardı.
Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretlerinin şefkati ve merhameti o kadar çok idi ki, bir defasında Lâhor şehrinde kıtlık vâki olup, yaşamak güçleşmişti. O günlerde o da, Lâhor'da bulunuyordu. Hatta birkaç gün yemek bile yemedi. Her ne zaman huzuruna yemek getirseler; "İnsanlar, sokaklarda açlıktan can verirken, bizim yememiz insafa sığmaz" derdi. Getirilen yemeklerin hepsini açlara dağıtırdı. Lâhor'dan Delhi'ye giderken çok defa, daha bir-iki kilometre yol almadan, yaya yürüyen bir zavallıyı görür, hayvanından inip, onu bindirir, kendisi yaya yürürdü. Hatta tanıdıklarından biri bu yaptığını görerek; "Kendisi yaya gidiyor" demesin diye, tevazu'undan sarığını başına iyice geçirerek kendisini belli etmezdi. Şehre yaklaşıca hallerini gizlemek niyetiyle, tekrar hayvana binerdi. Şefkati ve acıması o kadar çoktu ki, hayvanlara bile şâmildi.
Bir gece teheccüde kalkmıştı. Bir kedi gelip yorganının üzerinde uyumuştu. Sabaha kadar sıkıntı ve mihnetlere katlanıp kediyi uyandırmadı. Eğer kendisinden bir harika, bir keramet zuhur etse, Allahü Teâlânın mahlûkatına olan aşırı şefkatinden, acımasından dolayı derdi."
Üç-dört yaşlarında küçük bir çocuk, İran'da şiraz'ın güneyindeki Firuz-abad kal'asının onbeş-yirmi metre yüksekliğindeki duvarından, zemin taş olan yere düşmüştü. Öyle ki çocuğun kulaklarından kan gelip nefesi kesilmişti. Çocuğun annesi bu hadise karşısında çocuğunu kucaklayıp, çaresizlikler içerisinde ağlayıp inleyerek, doğruca Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretlerinin huzuruna gitti. Derin bir üzüntü ve içli bir yalvarışla çocuğunun kurtulması için himmet ve dua istedi. Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretlerinin adeti şöyledi ki; teveccüh ve tasarruflarını, ma'nevi yardımlarını, sebebler altında gizlerdi. Bu durum karşısında da himmetini gizleyip bir tıb kitabı istedi. Kitabı alıp; "Öyle anlıyorum ki bu çocuk ölmeyecek!" buyurdu. Orada bulunanlar hayretler içerisinde kaldılar. Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri bundan sonra bir müddet sessizce durup çocuğa himmet ve duâda bulundu. Bir de baktılar ki çocuk eski haline gelip sapa sağlam oldu. Bu hadiseye şahid olanların şaşkınlığı bir kat daha arttı.
Doğruluktan ve mürüvvetten uzak olan bir asker, Muhammed BâkîBillah (k.s.)Hazretleri'nin komşularından birine eziyet etmekte idi. Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri, bu zulmü görerek, rahat edemeyip, o askere nasihat etti. Fakat o zalim asker nasihatlerini kabul etmedi. Muhammed BâkîBillah (k.s.)Hazretleri, mazluma merhametinin çokluğundan, o zalime şöyle dedi:
—"Merhameti gibi gayreti de çok olanların (büyük velîlerin), komşularına yaptığınız bu iş sizi helâk eder. Haberiniz olsun!" İki-üç gün sonra o zalim askeri açıkça hırsızlık yapma suçundan yakaladılar ve öldürdüler.
Muhammed BâkîBillah (k.s.)Hazretleri'nin komşularından bir genç içki içer ve her çeşit kötülüğü yapardı. Bunu duyar ve ıslahı için bekleyip tahammül ederdi. Birgün Hâce Hüsâmeddin'in haber vermesiyle, görevliler o genci yakaladılar ve habse attılar. Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri bunu duyunca, Hâce Hüsâmeddin'i çağırıp darıldı. Hâce Hüsâmeddin; "Öyle fasık, öyle kötü bir kimsedir ki, kötülükleri sayısız ve başkalarına zarar verir haldedir" deyince, üzüntülü bir şekilde, derin bir ah çekip buyurdu ki:
—"Sen kendisini salih, temiz ve hayırlı gördüğünden senin nazarında o, fasık, kötü bir şerir görünüyor. Fakat biz ki, hiçbir şekilde kendimizi ondan farklı görmüyoruz. Nasıl olur da onun zararına bir söz söyleriz?" Sonra o genci, araya girerek hapisten çıkardılar.
O genç, komşusu Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretlerinin yakın alakası ve şefkati karşısında son derece memnun olup, günahlarına tövbe etti. Kötü işlerden vaz geçti ve salih bir kimse oldu.
MUHAMMED HÂŞİM-İ KİŞMÎ
ŞÖYLE ANLATMIŞTIR:
—"Birgün camilerden birinin yanında talebelere ayrılmış bir odada oturuyordum. Bir talebe diğer bir talebe ile evliyanın halleri üzerine konuşuyordu. Bir ara bu talebelerden biri, Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri'nden bahsedip "Bu güne kadar çok yerler gezdim. Bu zamanda onun gibi nefsini terketmiş, cefâlar çekmiş, kimse yoktur" diyerek şöyle anlattı:
"Hâce Kutbüddîn hazretlerinin mübarek mezarlarının başındaydım. Aniden: "Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri geliyor" dediler. Mezara hizmet eden hizmetçi, mezara yakın bir yere, onlar için bir iskemle ve üzerine minder ve örtü koydu. Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri için hazırladı. Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri daha teşrif etmeden önce, kendinden habersiz biri içeriye girdi. Gözü iskemleyi ve üzerindeki örtüyü görünce;
—"Bu nedir ve kimin içindir?" dedi. Hizmetçi; Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri'ni göstererek;
—"Gelen şu aziz içindir" dedi. O kendinden habersiz adam kızarak, kötü söyleyerek, Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri (k.s.) için bağırmağa, sövüp saymağa başladı. Bu sıradaHâce Bâkî Billah Hazretleri içeri girdi. Söven kimse, onu görünce huzurunda, yüzüne karşı daha kötü sözler söyledi ve;
—"Ey filan! Sen buna layık mısın ki, senin için buraya minder koysunlar?" dedi: Adam bağırıp çağırmaktan ter içinde kalmıştı. Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretlerinin orada bulunan talebelerinden bir çoğu, onu ikaz etmek istediler. Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri hepsini göz işareti ile bu işten vazgeçirip kötü sözler söyleyen o kızgın adamın yanına gidip, yumuşak ve tatlı bir ifade ile,
—"Evet, senin dediğin gibidir, ben öyleyim, ben ona nasıl layık olurum, benim haberim olmadan bu işi yaptılar. Af ediniz efendim ve kalbinizi, bana karşı kötü düşünceden boşaltınız" deyip, kaftanlarının kolu ile o bağıran adamın alnının terlerini sildi. Sonra ona bir miktar para bile verdi. Böylece adamın öfkesi yatıştı. Bu hadiseyi nakleden kimse sonra şöyle dedi: "Ben o adamın bağırıp çağırmaları karşısında Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretlerinin halinde ve konuşmasında en ufak bir değişme görmedim. İşte o zaman yeryüzünde, melek sıfatı ile kimsenin bulunduğunu yakînen anladım."
Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretlerinin zamanında kendisini seven veliler kendisi ve fakirler için, altın ve gümüş paralar gönderirlerdi. Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri de bu paraları fakirlere dağıtırdı. Hakikatten uzak ba'zı zavallılar onu kendileri gibi zannedip dil uzatırlardı.
YÜKSEK HALLERİNDEN...
Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri bedenen zayıf olup, dâimâ abdestli olmağa, daha çok ibadet ve tâat yapmağa uğraşırdı. Yatsı namazından sonra odasına döner bir miktar murakabe ile meşgul olur, a'zalarının zayıflığı galebe gösterince, kalkar abdest alır, iki rek'at namaz kılar, yeniden otururdu. Bedeninde halsizlik ve yorgunluk vaki olunca, tekrar abdest alır, gecenin çoğunu böyle geçirirdi.
HELAL YEMEK
Yemek yemede ihtiyatı o kadar çok idi ki, bir hediye gelse, onu; "Biz hediyeyi geri çevirmeyiz" hadîs-i şerîfine göre geri çevirmez, ama husûsî işlerine de sarf etmezdi. Daha temiz ve daha iyi yerden borç alır ve fıkıhta bildirildiği şekilde "Bu daha helaldir ve daha iyidir" hükmü ile hareket eder ve hediyeyi oraya verirdi. Yemek pişirenin abdestli olmasını, hatta huzur ve safa sahiplerinden olmasını, yemek pişirirken çarşı, pazar ve dünya kelamı söylenmemesini iyice tenbih ederdi.
—"Huzur ve ihtiyat sahibi olmayanın yemeklerinden, bir duman çıkar ki, feyz kapısını kapatır ve feyzin gelmesine engel olur. Feyze vesile olan temiz ruhlar, şüpheli şeyler yiyen kişininkalb aynasının karşılarında durmazlar" derdi. Bütün talebelerini bu hususa riayete teşvik eder, az bile olsa, riayet etmeyenlerin hallerinden bunu hemen anlardı.
YİNE HELAL YEMEK...
Birgün hal ve keşf sahibi dostlarından biri gelip;
—"Halimde bir bağlanma, bir kapanma, kalbimde bir karartı görüyorum ve hissediyorum. Ne kabahat işlediğimi de bilemiyorum" deyince, Hâce hazretleri;
—"Yemeklerde ihtiyatsızlık vaki oldu" buyurdu.
—"Yemekler her günkü yemeklerdi" deyince, Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri;
—"İyi düşününüz, iyi düşününüz ki, bundan başkası olmasa gerek. Muhakkak ufak bir ihtiyatsızlık bu hale sebep olmuştur" dedi. İyice düşününce;
—"Yemek pişerken, ihtiyatlı olmayan, helal olduğu şüpheli iki üç odunun da yemek pişirmek için yakıldığını hatırladım" dedi.
Her işte azîmet ve en evla olan şekliyle hareket ederdi. Ya'ni şüphelilerden sakındığı gibi, mübahların da fazlasından sakınır, mübahları zaruret miktarı kullanırdı.
Birgün dervişlerden birinin bir yorgana ihtiyacı oldu. Hatırından, Hâce Hazretlerinden bir yorgan istemeği geçirdi. Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretlerine bu düşüncesi, zahir olup, namazdan sonra;
—"Filan dervişe ve yorgan ihtiyacı olanlara, yorgan veriniz" buyurdu. O derviş;
—"O günden beri Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretlerini üzecek bir düşüncenin kalbimden geçeceğinden korktum" demiştir.
Muhammed Hâşim-i Kişmî, Şeyh Tâceddîn'den şöyle nakletmiştir:
"Bir gün Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri, nehre doğru gidiyordu. Muzdarib, garib, çok üzüntülü olduğu anlaşılıyordu. Ben de onun arkasından gidiyordum. Biraz sonra, arkasından gittiğimi anladı, âh ederek, içli bir ses ile;
—"Ey Tâceddin, vâridât, feyzler, nurlar, haller ve esrarı üzerime o kadaryağdırıyorlar ki, bu nehir mürekkeb olsa, onları yazamadan biter. Amma benim için bunlardan ne çıkar. Benim aradığım görülemez, bilinemez, istek anlatılamaz, istenen vasfedilemez" buyurdu.
YÜKSEK HALLERİNDEN...
Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri, (istiğrak) tasavvuf halleri içinde kendinden geçmiş bir durumda olmasına rağmen, iki sene talebelerini yetiştirmekle meşgul oldu. Talebelerinin en büyüğü ve en üstünü olan İmâm-ı Râbbânî hazretleri tasavvufta yetişip kemâle ulaşınca, kendini sohbetten ta'lim ve telkinden çekip, dostlarını ve talebelerinin yetiştirilmesini ona havâle etti. Kendini bu işten çekip, yalnızlığı tercih etti. Âhirete ait büyük bir elem ve üzüntü ile yalnız kaldı. Sâdece cemâatle namaz kılmak için dışarı çıkardı.
Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretlerini kim görse; "Yeryüzünde yürüyen bir meyyite kim bakmak isterse, Ebû Kuhâfe'nin oğluna, ya'ni Ebû Bekr Sıddîk'a (r.a.) baksın" hadis-i şerifini hatırlardı. Bununla beraber, nazarlarının heybet ve tesiri duvarlara işlerdi.
Gaafiller, kendisini görünce; "Onları görenler Allahı hatırlarlar" hadîs-i şerîfini hatırlarlardı. Hatta öyle ki; birgün Hindû'ların tarlalarının bulunduğu bir köyden geçiyordu. Orada bulunanların gözleri Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretlerine takılınca, birbirlerine "Bu nasıl bir insandır ki, onu görünce Allah hatırımıza geldi" dediler.
Bir zât şöyle anlatmıştır: "Birgün, gelip namaza yetiştim ve Muhammed BâkîBillah (k.s.)Hazretleri'nin de bulunduğu cemâate dahil oldum. Her taraf dolu idi. Yalnız Muhammed BâkîBillah (k.s.)Hazretleri'nin yanı boş idi. Ben, Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri'ni yakînen tanıyordum. O boşluğa oturdum. Biraz sonra Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri 'nin heybet ve azametleri kalbime hücûm etti. Hattâ ondan bir hayli uzaklaştığım halde sükûnet bulamadım. Elimde olmayarak, biraz daha arkaya çekildim. Böylece, öyle bir yere geldim ki, ayağımı biraz daha arkaya götürsem sofadan düşecektim. Bu hâl bana çok te'sir etti. O günden sonra, o ariflerin büyüğünün hâlis sevenlerinden oldum."
Bütün bu heybeti ile berâber, ızdırabının coşması ve şöhretten kaçarak kendini halkın gözünden düşürmek arzusu ile, yalnız başına sokaklarda ve pazarda dolaşır ve bir duvarın gölgesinde topladığının üstünde otururdu. Bu kendinden geçme ve hayret zamanlarında, dinden kıl ucu kadar ayrılmaz, azîmetle olan amellerde bir gevşeklik olmazdı.
Eğer talebelerinden birinin bir edebi terk ettiğini bilse, zahirde kızmaz, dile almaz ama yakın oldukları halde, bâtınlarını ondan çekerler, ayırırlardı. Ba'zan rü'yada îkâz ederdi. Hata ve eksikliklerini talebelerine bu yolla bildirirdi.
VEFATINA YAKIN
Vefatı yaklaştığı son günlerde hanımına;
—"Ben kırk yaşına gelince, büyük bir hadise önüme gelir" buyurdu. Mübarek ellerini açtı ve;
—"Elimde olan çizgi, sana söylediğim sözün nişanıdır" dedi. Yine günlerden birgün, eline bir ayna alıp, hanımını çağırdı ve;
—"Gel beraber bu aynaya bakalım" dedi. O afife hatun şöyle demiştir; "Aynada, onu tamamen beyaz sakallı gördüm ve korktum. Bana böyle görünmeyiniz, bakmaya gücüm yetmiyor" dedim. Tebessüm etti ve kendini asıl şeklinde gösterdi.
Yine bu günlerde idi. Kendi keşflerini, bir rü'ya görmüş gibi anlatmaları adeti olduğundan,
—"Evliyaullahdan birine, bu yakınlarda Nakşibendî silsilesinin büyüklerinden biri ahırete intikal edecektir. Delhi şehrinin kenarında bir yere gömülsün ve insanlara karışmaktan kurtulsun, diye bildirildi" dedi. Bu zatın kim olduğu hususunda, ba'zı talebeleri istihare eylediler, izin verilmediğini anlayınca, istihareden vaz geçtiler.
Yine birgün kendisi için;
—"Bana şöyle bildirdiler ki; senin dünyaya gelmekten maksadın, tamam oldu. Dünyada işin kalmadı, artık sefere çıkmak icab ediyor" buyurdu. Ve yine;
—"Görüyorum ki, kutb-i zaman öldü diyorlar. Bu zamanda kendime mersiye olarak, güzel bir kaside okuyorum ve içinde çok yüksek ma'rifetler bulunduğunu anlıyorum" buyurdu.
HASTALIĞI VE VEFATI
Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri Hicri binoniki senesinin Cemâziyel-âhır ayı gelince, bir hastalığa tutuldu. Bu günlerde şöyle buyurdu:
—"Hâce Ubeydüllah Ahrâr'ı (k.s.) rü'yada gördüm ve bana; "Gömlek giyiniz" buyurdu. Bu rü'yayı anlattıktan sonra, tebessüm etti ve; "Eğer yaşarsam öyle yaparım, yaşamazsam, gömleğim kefenimdir" buyurdu.
Bu günlerde sefere çıkmak isteyen muhlis talebelerinden bir çokları gelmişlerdi. Hastalığının çok olduğu zamanlar, derin ilimler ve çok yüksek hakîkatlerden bahsetti. Bir gece, hastalıko hâle geldi ki, gören can vermekte olduğunu sanırdı. Bir müddet sonra kendine gelip;
—"Eğer ölmek bu ise, ne büyük bir ni'mettir. Bu halden kurtulmak istiyorum" buyurdu. Cemâziyel-âhır ayının yirmibeşinde Cumartesi günü, hazırlık ve ayrılık eserleri görülmeğe başladı. Bütün dostlarına bakışları ile veda ederken, talebeleri, eshabı ve dostları ağlamağa başladılar. Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri ise tebessüm buyurup hayretle bakıyor ve sanki:
—"Siz nasıl dervişlersiniz, kazaya rıza dairesinden çıkıp ağlarsınız" diye söylemek istiyordu. Bu sırada talebelerinden biri "Ya İlahel-âlemîn" mübarek kelimesini söyledi. Sür'atle o tarafa yüzünü çevirip ona baktı. Orada olanlardan biri "Onların bu hareket ve teveccühü hakiki mahbubun ismini duyma şevkindendir" buyurunca, bu sözün te'siri ile mübarek gözleri yaş ile doldu. İkindi vakti yaklaşmıştı. Sesli olarak Allahü Teâlâ'nın ismini zikretmekle meşgul olup böylece; "Allah, Allah..." diye diye ruhunu teslim eyledi. Vefatından sonra, en sadık talebeleri, karar verdikleri bir yere mezarlarını kazdılar. Fakattabutu oraya götüremediler. Telaşla bir başka yere götürdüler. Tabutu yere indirdikten sonra, ne görsünler! Orası bir defasında Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretlerinin talebeleri ile geldikleri bir yer idi. Burayı beğenmişti. Burada abdest alıp, iki rek'at namaz kılmıştı. O temiz yerden bir miktar toprak eteğine yapışmıştı ve "Bu yerin toprağı bizim eteğimizi tuttu" buyurmuştu. Ana caddeye yakın olan bu yerde kabrini kazdılar. Bu irşad memleketinin padişahını, üzüntülerle mezâra indirdiler. Hâce Hüsâmeddîn Hazretlerinin gayretleri ile, mezarın etrafına; ağaçlar, meyveler, çiçekler dikip, orasını gayet güzel bir bahçe yaptılar. Kabr-i şerifini ziyaret edenler bereket ve şifa bulurlar.
İmam-ı Rabbânî Hazretleri, yazdığı kitaplarda hocası Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri'ni methetmiş, büyüklüğünü bildirmiştir. Mesela; "Mebde' ve Me'âd" risalesinde şöyle buyurmuştur.
—"Hayr-ul-beşer olan Peygamberimiz Muhammed aleyhisselamı görmek ve o zamanda bulunup, sohbetine kavuşmakla şereflenemedik ama, Muhammed BâkîBillah (k.s.)Hazretleri'nin sohbetine kavuşmaktan da mahrum kalmadık. Kavuştuğumuz ni'metlere şükürler olsun."
MÜBAREK SÖZLERİNDEN...
Muhammed BâkîBillah (k.s.) Hazretleri buyurdular:
—"Kalbinde ma'rifet-i ilâhî isteği olmayanla sohbet etme, arkadaşlık yapma. İlmini: mevki, makam ve övünmek için vesile eden alimlerden, aslandan kaçar gibi kaçınız."
—"Cahil tarikatçılarla berâber bulunmaktan sakınınız."
İŞİN ESASI..
—"Ma'rifetin kısım ve mertebeleri çoktur.. İşin esâsı, dinimizin esası üzere olmaktır."
—"Oruç tutmak, Allahü Teâlâ'nın sıfatıyla sıfatlanmaktır. Zira Allahü Teâlâ yemekten ve içmekten münezzehtir."
—"Bu yolun büyükleri son derece gayretli ve nâziktirler. Onların yolu, hiç eksiksiz Resûlullah'ın(s.a.v.) yoludur."
—"Resûlüllah'a tabi olmak, Ehl-i sünnet vel-cemâat i'tikâdında bulunmak ve bu büyüklerin nisbetini (bağlılık ve muhabbetlerini) kalbinde saklamak, dünyanın her ni'metinden iyidir."
BELÂLAR
—"Rıza sahiblerine, belâlar, musîbet değildir. Onlar belâları beğenmemezlik etmezler. Çünkü, belâları veren yine Allahü Teâlâ'dır."
—"Ümîd ipinin ucunu hiçbir zaman elden bırakmamalıdır."
—"Sözün özü şudur: Gönül dostla olmalı, beden de işte bulunmalıdır."
HELAL - HARAM
—"Sakın helal ve haramdan her bulduğunu korkusuzca yiyenlerden olma!"
—"Haram ve şüpheli bir lokma yememek için, çok gayret ve dikkat etmelidir."
TEVEKKÜL
—"Tevekkül, sebebe yapışmayıp, tembel oturmak değildir. Çünkü böyle olmak, Allahü Teâlâ'ya karşı edepsizlik olur. Müslümanın meşrû olan bir sebebe yapışması lazımdır. Sebebe yapıştıktan ve çalışmağa başladıktan sonra tevekkül edilir. Ya'ni istenilen şey, bunun hasıl olmasına sebep olan şeyden beklenilmez. Çünkü Allahü Teâlâ sebebi, istenilen şeye kavuşmak için, bir kapı gibi yaratmıştır. Birşeyin hasıl olmasına sebep olan işi yapmayıp da, sebepsiz olarak gelmesini beklemek, kapıyı kapayıp pencereden atılmasını istemeğe benzer ki, edepsizlik olur. Allahü Teâlâ ihtiyaçlarımıza kavuşmak için kapıyı yaratmış ve açık bırakmıştır. Onu kapamamız doğru değildir. Bizim vazifemiz kapıya gidip beklemektir. Sonrasını o bilir. Çoğu zaman kapıdan gönderir. Dilediği zaman da pencereden atarak verir."
Hâce Hazretlerinin küçük oğlu Hâce Muhammed Abdullah bir gün elinde bir ayna olduğu halde babasının huzuruna girdi. Hazret-i Hâce buyurdular ki:
—"Aynada kendine bak." O da verilen bu emre uyarak aynaya bakar ve Hâce Hazretlerinin mübarek yüzünü ak sakallı olarak görür. Halbuki Hazret-i Hâce'nin mübarek sakalları henüz siyah olduğundan çocuk şaşırır. Bunun üzerine Hazret-i Hâce:
—"Yüzümüze verilen bu beyazlık ilahî nurdandır. Hayret edilecek bir şey değildir." buyururlar.
İMÂMI ÂZAM GÖRÜNDÜ
Bir gün Hâce Bâkîbillah namazda imamın arkasında Fâtiha'yı oku-maya başlar. Hemen o anda İmâm-ı Azam Ebû Hanîfe Hazretlerinin rûhâniyeti tecellî eder ve şöyle der:
—"Ey Şeyh benim mezhebimden olan büyük küçük bir hayli evliya zuhur etmiştir. Hepsi de namazda imamın arkasında Fâtiha'yı okumazlardı. Bu bakımdan senin de bundan feragat etmen uygun düşer."
GECELER...
Hâce Hazretlerinin ibadet ve tâat hususundaki çalışma ve gayreti pek büyük bir derecede olup, daima az yer az uyur ve az konuşurlardı. Her gece akşam namazından teheccüde kadar iki defa Kur'an-ı Kerim'i hatmederlerdi. Daha sonra teheccüd kılıp gün ağarıncaya kadar 21 kere (Yâsin) sûresini okur ve güneşin doğmasından sonra da şöyle derlerdi:
—"Ya Rab! geceler niçin böyle çabuk geçiyor."
GERİ GELDİ
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin en has eshabından olan Mevlâna Bedrü'd-dîn diyor ki;
—Bir zaman Dehl'egitmiştim. Cenâb-ı Bâkî'nin kabr-i şeriflerini zi-yaret ile yüksek ruhaniyetine teveccüh ettim. sonsuz manevî inâyetleri olarak, kendi nisbet ve inabe-i hâssalarınadan inabe ve nisbeti bu fakire ihsan buyurmaları zuhur etti. Daha sonra Hâce Kutbüd'd-dîn Bahtiyar Kâki-i Üşî Hazretlerini ziyaret ettim. Oradan da bana şöyle bir hitab geldi:
—"Bu gün size Hâce Bâkî Hazretlerinden inayet buyurulan nisbet bizdendir." Sonra Şeyh Nizamü'd-dîn Hazretlerini ziyarete gittim. Oradan da şu hitaba mazhar oldum.
—"Bizim nisbetimizde sevilmek ve naz hususiyeti galibtir; halbuki Hâce Bâkîbillah'ın size verdiği nisbette ise sevmek ve yalvarmak noktası galibtir. Bu size yeter."
Daha sonra Ecmîr isimli yere giderek Çeştiye tarikatının büyüklerin-den Hâce Muînü'd-dîn Hasan Sencerî-i Çeştî Hazretlerinin kabirlerine gittim ve mânen şu şûretle irşad olundum:
—"Size Hâce Bâkîbillah Hazretleri tarafından hâsıl olan nisbet biz-dendir." Bunun üzerine ben kendilerine şöyle dedim:
Hâce Bâkîbillah Hazretleri hayatta iken sizin tarîkatınızdan intisabı olduğunu huç söylememiştir." O da şöyle buyurdu:
—"Ben bir zaman Nakşiyye Ricalinden Yusuf Hemedanî Hazretlerinden ilâhî şevk ve zevki bildiren aşkıye nisbetini almıştım. Sonra Onu Hâce Kutbü'd-dîn Bahtiyar'a verdim. O'nun ruhaniyetinden de Hâce Bâkîbillah Hazretlerine verilmiştir. Halbuki bu nisbet bir Nakşibendiyye nisbetiydi. Nihayet döndü dolaştı sahibine geri geldi.
KALKTI VE BANA BAKTI
Seyyid Gulam Ali Dehlevî (k.s.) Hazretleri şöyle anlatırlar;
"Bir gün Hâce Bâkîbillah Hazretlerinin kabr-i şeriflerine giderek manevî feyzine müteveccih olmuş ve şöyle arzetmiştim:
—Ya Şeyh! sizin hakîkat denizinin dalgalanan teveccühü sayesinde Şeyh Ahmed Serhendî (Müceddid-i Elfi sânî ) oldu. Ben fakir de sonsuz inayetlerinizden ümitliyim" dedim. Bir de gördüm ki, Hâce Bâkîbillah Hazretleri kabirlerinden kıyam etmişler ve bana bakıyorlar. O zaman mevsim yaz ve hava çok sıcaktı. Bir taraftan da Hâce Hazretlerinin te-veccühlerinin harareti ile nefesim daraldı ve fazla duramadım, dışarı çıktım. Fakat o günden beri öyle bir fırsatı kaçırdığımdan dolayı kalbimde hala onun tesirini duyuyorum. Yine de Hazret-i Hâce'nin mazhar olduğum o cüz'î teveccühleri berekatiyle, anlatılması mümkün olmayan terakki elde ettim. Eğer biraz daha sabredip durabilseydim daha çok füyüzat elde edecektim.
Hâce Muhammed Bâkîbillah Hazretleri 1013 sene-iHicriyesinin Cemaziyelevvelinde 26'ıncıPazartesi günü 40 yaşında oldukları halde irtihal buyurmuşlardır. Kabr-i Alîleri Dehl'dedir. (Kaddesallahu Sirrahül Aziz)
Hâce Muhammed Bâkibillah Hazretlerinin (k.s.) varisi,
İmam-ı Rabbânî Ahmed Fâruk-i Serhendî, halifesi Şeyh Tâcu'ddin, Mevlâna Emir Hüsameddin. hazretleridir
-
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
23. İmam-ı Rabbani Ahmed-i Faruk-i Serhendi (k.s.)
Hindistan'da yetişen büyük İslâm âlimi ve büyük velî. Müceddid ve müctehid idi.
Silisile-i Sâdât-ı Nakşıbendiyye-i âliyyenin23 üncü halkası. Hicret-i Celîle-i Nebeviyye'nin 971'inci (M.1563) senesi aşûra günü Serhend şehrinde dünyaya geldiler. (M.1624) 1034 safer ayının 29. salı günü Serhend'e vefat etti. İsmi Ahmed, babasının adı Abdülehad, dedesinin adı Zeynel'âbidîn'dir. Lakabı Bedreddîn, künyesi Ebü'l-Berekât'dır. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri ismiyle meşhurdur. İmâm-ı Rabbânî; Rabbânî âlim yani kendisine Allah tarafından ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından kâmil âlim demektir. Hicrî ikinci bin yılının müceddidi olarak kabul edildiğinden "Müceddid-i elf-i sânî" lakabı verilmiştir. Şeriatla tarikatı birleştirmesinden dolayı da, "sıla" ismi verilmiştir. Hazreti Ömer'in (r.a.) soyundan olduğu için, "Fârûkî", Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, "Serhendî" denmiştir. Tam ismi, İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i elf-i sânî, Şeyh Ahmed-i Fârûkî Serhendî'dir. (k.s.)
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, Hazreti Ömer'in (r.a.) yirmi doku-zuncu torunudur. Varis-i resül ve ulema-i rasihiyndendir.
ANNESİ
Babası ve dedelerinin hepsi, zamanlarının büyük âlimleri, sâlih ve fazîletli kimseleri idiler. Babası Abdülehad Efendi zâhirî ve bâtınî ilim-lerde yetişmiş, tasavvuf hâllerinde kemâl derecede büyük bir âlim ve mürşid-i kâmil idi. Gençliğinde ilmi yaymak için seyehat ettiği sıralarda, Hindistan'ın meşhûr kasabalarından Skendere'ye uğramıştı. O memleketin asîl bir âilesine mensûb sâliha bir hanım, firâsetiyle Abdülehad'ın mübârek bir zât olduğunu anlamış, ona;
—"Kendi kucağımda terbiye edip büyüttüğüm, iffet ve ismet cevheri bir kızkardeşim vardır. Böyle sâliha bir kızın sizinle nikâhlanmasını arzû ediyorum. Ümid ederim ki bu ricâmı kabûl edersiniz" diye haber gön-dermişti. Abdülehad bir müddet düşündükten sonra teklifi kabûl etmiş ve o kızla nikâhlanmıştı. Bu evliliklerinden İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri dünyaya geldi.
BÜYÜK DEDESİ
Hindistan'ı ilk fetheden, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) onbe-şinci dedesi Ferruh Şâh'dır. Ferruh Şâh, Kâbil sultanlarının büyük vezir-lerinden ve kumandanlarından olup, Gazne ve Kâbil taraflarından gelip Hindistan'a yerleşmiş idi. Serhend şehrini de ilk kuran Sultan Firûz Şâh'dır.
HASTALIĞI
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri çocukluğunda şiddetli bir hastalığa tutulmuştu. Vefât edeceğini zannetmişlerdi. O zamânın meşhûr evliyâ-sından Şâh Kemâl Kâdirî, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerini (k.s.) görünce büyük bir hayranlıkla bakarak babasına;
— Hiç üzülmeyiniz. Bu çocuk çok yaşayacak, ilmiyle âmil, büyük bir âlim ve eşsiz bir ârif olacak" demiş,elinden tutup, ağzından öpmüştür. Muhabbetle sarılmalarından dolayı, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin feyzi ve nûru, İmam-ı Rabbânî hazretlerinin çocukvücûdunu kaplamıştı.
Şâh Kemâl Kâdirî, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri hakkında daha pek çok güzel müjdeler vermişti. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri yedi-sekiz yaşlarında iken Şâh Kemâl-Kâdirî vefât etmiştir. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri daha sonra bu zâtı veevini hatırlamıştır.
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri gençliğinde de, çok zayıf düşüp has-talanmıştı. Hastalığının şiddetini gören hanımı çok üzüldü. Abdest alıp iki rek'at hâcet namazı kıldı. Ağlayarak ihtiyaç içinde yüzünü yerlere sürdü. Bu ağlama esnâsında uyudu. Rü'yâda birisinin;
—"Hiç üzülme, bu zât daha çok yaşayacaktır, bizim onunla çok büyük işlerimiz vardır. Öyle ki, o işlerin binde biri daha zuhûr etmemiştir" dediğini duydu. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri o hastalıktan da kur-tuldu. Sonra hocası Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin sohbetine ka-vuştu.
TAHSÎLİ
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri ilk tahsîline, babasından ders alarak başladı. Arapçayı babasından öğrendi. Küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Sesi güzel olduğundan, Kur'ân-ı kerîm okumasını herkes din-lemek isterdi. İlminin çoğunu babasından, bir kısmını da zamânının meşhûr âlimlerinden öğrendi. Çeşitli ilimlere âit pek çok kitapları ezber-ledi. Babasından aldığı dersleri tamamlayınca, Siyalkut şehrine gidip orada, zâhirî ve bâtınî ilimlerde, o zamânın en meşhûr âlimi Mevlânâ Kemâleddîn Kişmîrî'den ders aldı. Mevlânâ Kemâleddîn (r.a.), meşhûr âlim Abdülhakîm-i Siyalkutî'nin de hocası idi. Ba'zı hadîs kitaplarını da Şeyh Ya'kûb-ı Kişmîrî'den okudu. Âlim-i Rabbânî Kâdı Behlûl-i Bedahşânî'den; hadîs, tefsîr ve ba'zı usûl ilimlerinde icâzet (diploma) aldı. Onyedi yaşında iken tahsîlini tamamladı. Böylece aklî ve naklî, fürû' ve usûl ilimlerinin hepsinden icâzet almış oldu.
Fesâhat ve belâgatı, sür'at-i intikâli, zekâsının şiddeti herkesi hayrette bırakıyordu.
Babası hayatta iken, zâhirî ve bâtınî ilimleri talebelere öğretmeye başladı. Bu sırada; "Risâle-i-tehlîliyye", "Redd-i revâfiz", "İsbâtün-nü-büvve" adlı eserlerini yazdı. Edebiyâtta çok ileri idi. Daha sonra da, Vâhidî'nin; Besît, Vesît, Esbâb-ı nüzûl gibi eserlerini, Kâdı Beydâvî'nin; Envâr-üt-tenzîl, Minhâc-ül-vüsûl, Gâyet-ül-kusvâ ve diğer eserlerini, İmâm Buhârî'nin; Câmi'us-Sahîh, Sülâsiyyât, Edeb-ül-müfred, Ef'âl-i ibâd, Târih ve diğer eserlerini, Tebrîzî'nin Mişkât-ül-mesâbîh'ini, Tirmizî'nin Şemâil'ini, İmâm Süyûtî'nin Câmi'us-sagîr'ini ve müselsel hadîs rivâyeti icâzetini Kâdı Behlûl Bedehşânî'den aldı.
ÜSTÂZI İLE TANIŞMASI
Tasavvuf yollarından, Kâdîrî ve Çeştî büyüklerinin kalblerindeki feyzi de babasından aldı.
Bu kadar ilmi olmasına ve çok üstün kemalata sahip olmasına rağmen kalbi, Nakşibendiyye büyüklerinin aşkı ile yanıyor, bıkmadan bu yolda yazılmış kitapları okuyordu. Muhterem babasının vefâtından bir sene sonra, hacca gitmek üzere Serhend'den yola çıktı. Delhi'ye varınca, orada tanıdıklarından ve Muhammed Bâkî-billah'ın (k.s.) talebelerinden Mevlânâ Hasen Kişmîrî ile görüştü. Mevlânâ Hasen Kişmîrî, onu hocasının hu-zûruna götürüp, tanıştırmak istedi ve şöyle dedi:
— "Bugün Ahrâriyye-i Nakşıbendiyye yolunda bu ülkede böyle bü-yük bir zât yoktur. Gerçek tâlibler onun bir nazarıyla öyle şeylere kavu-şuyorlar ki, günlerce çekilen çileler ve riyâzetlerle buna kavuşamazlar."
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, daha önce de muhterem babası Abdülehad'dan, Ahrâriyye yolunun ve bu yolda bulunanların şânını ve kıymetini duymuştu. Bu yolun büyüklerinin kitaplarını okumuş onların güzel hâllerini biliyordu.
— "Bu Hicâz yolunda, böyle büyük bir âlimden, bu büyükler yolunun zikr ve murâkabesini almaktan daha iyi ne olur?" diyerek Muhammed Bâkî-billah'ın huzûruna gitti. Huzûruna girince kalbinde bir nûr parladı. Mıknatısın iğneyi çektiği gibi çekildi. Şimdiye kadar duymadığı, bilmediği şeyler kalbine doldu. Hacdan dönüşte uğrayıp istifâde etmeyi niyet etti fakat kalbindeki sevgi ve arzu, kendisini bırakmadı. Ertesi gün derhal huzûra gelip Ahrâriyye feyzine kavuşmak isteğini bildirdi. Ve hizmetinde kaldı. Edeble ve can kulağı ile bağlandı. Böylece (şimdilik) Kâ'beye gitmekten vazgeçiyor, Kâ'benin sahibinden gelen nurlara talip oluyordu. Hakikati Ka'be'ye doğru seyretmeye başlıyordu. Kısa zamandabütün kemâlât kendisinde hâsıl oldu. İki ay gibi kısa bir zamandakimsede gö-rülmeyen hâllere kavuştu.
Muhammed Bâkî-billah, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri'nin daha birkaç gün geçmeden yükselmeye başladığını ve üzerindeki irşâd eserlerini görünce, husûsî odasında, ona birkaç sene önce şâhid olduğu hâdiseleri şöyle anlattı:
— "Yüksek üstâdım Hâcegî Muhammed Emkengî (k.s.) bana şöyle emretti: "Hindistan'a git, orada senin sâyende, bu yüksek yola büyük rağbet olacak ve bu yol revâç bulacak." Ben kendimi bu işe lâyık gör-meyip, özür diledim. İstihâre etmemi emretti. Rü'yâda gördüm ki bir papağan, bir dal üzerinde oturuyordu. Kalbimden şöyle niyet ettim: "Eğer şu papağan o daldan iner, elime konarsa, bu seferde bize çok şeyler nasîb olacaktır." Böyle düşünürken, o papağanın uçup, elime konduğunu gördüm. Ben ağzımın suyunu onun gagasına akıttım. O papağan da ağzıma şeker verdi. O sabah, gördüğüm rü'yâyı Hâcegî Muhammed Emkengî'yearzettim. Buyurdu ki: "Papağan, Hindistan kuşlarındandır. Hemen Hindistan'a gidiniz. Orada sizin bereketli irşâdınızla bir azîz yetişecek, bütün dünyâ onun nûruyla dolacak. Hattâ siz de ondan nasîbinizi alacaksınız."
Muhammed Bâkî-billah (k.s.) diğer bir hâdiseyi de şöyle anlatmıştır:
—"Hocam Emkengî'den (k.s.) icâzet alıp Hindistan'a dönüyordum. Sizin bulunduğunuz Serhend şehrine gelmiştim. Rü'yada bana; "Sen bir kutbun civârındasın" dediler ve kutub olan zâtın şemâilini gösterdiler. İşte siz, o zâtsınız."
"Yine Serhend'den geçerken, gördüm ki, göklere kadar yükselen bir meş'ale yanmış. Şarkdan garba kadar bütün dünyâ, bu meş'alenin ışığından aydınlanıyordu. Bu meş'alenin ziyâsının gittikçe arttığını, birçok insanların bundan kendi mumlarını yaktıklarını gördüm. Bu rü'yâyı, sizin dünyâya geleceğinize bir müjdeci, bir işâret olarak biliyordum."
Bu iki-üç ay içinde, Allâhü Teâlâ'nın yardımıyla bereketli nazar ve himmetleriyle öyle bir semere verdi ki, kalem dil olsa, dil kalem olsa, bun-ları yazmaktan ve söylemekten âciz kalırlar.
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, daha sonra hocasının çocuklarına gönderdiği bir mektupta (M. 266) şöyle anlatıyor: "Yüksek üstâdımın, beni dünyâ ve âhiret ni'metlerine kavuşturan kıymetli hocamın sevgili yavruları! Biliniz ki, herşeye muhtâç olan bu zavallı kardeşiniz, tepeden tırnağa , o yüksek babanızın sadakaları ve ihsânları içinde yüzüyorum. İnsanlığın elifbâsını ondan öğrendim. Yükseklikleri haber veren kelimeleri ondan okudum. Herkesin, senelerce çalışarak kazanabildiği dereceler, onun huzûrunda ve terbiyesi altında, az zamanda elime geçti. İnsanlara meziyet, üstünlük veren bütün kıymetler, onahizmetimin ikrâmiyesi olarak üzerime serpildi. Hiçbir işe yaramıyan ve insanlıktan haberi olmayan bu zavallı, onun nûrlu bakışları altında, ikibuçuk ay içinde olgunlaşarak, büyüklerin yoluna katıldı. Onların Allâhü Teâlâ'ya olan yakînliklerine kavuştu. Böyle az bir zamanda, tasavvufutatmış olanların, tecelliler, zuhûrlar, nûrlar, hâller ve keyfiyetler diye anlatmak istedikleri gizli ka-zançlar, babanızın parlak kalbindeki deryânın damlaları olarak önüme saçıldı. Bunlardan hangi birini anlatayım. Onun, lütfederek, acıyarak mübârek gönlünü bu fakîre çevirmesi ile, tasavvufcuların tevhîd (bir bilmek), kurb (yakınlık), ma'ıyyet (berâberlik), ihâta (her tarafı kaplamak), sereyân (her zerrede bulunmak) gibi sözlerle, anlatmak istedikleri ma'rifetlerden, ince bilgilerden ele geçmeyen, hemen hemen birisi kalmadı. Bunların içlerinden, ö z l e r i n d e nb i l d i r i l m e d i kbırakılmadı…"
Hâce Muhammed Bâkî-billah, zamânının âlimlerinin büyüklerinden ba'zı ahbâbına yazdığı mektuplardan birisinde, İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nden bahsederek şöyle buyuruyordu:
—"Serhend şehrinden bir genç geldi. İlmi pek çok. Her hareketi il-mine uygun. Birkaç gün bu fakîrin yanında bulundu. Onda çok şeyler gördüm. Dünyâyı, nûrla dolduracak bir güneş olacağını anlıyorum. Akrabâsı ve kardeşlerinin hepsi de pırlanta gibi, kıymetli ve âlim yiğitler! Onların da, az zamanda, ne cevherler olduklarını anladım. Hele Ahmed'in oğulları da var ki, her biri, Allâhü Teâlâ'nın birer hazînesidir."
İCÂZETİ VE HÂKİMİYETİ
İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine, birkaç ay sonra, hocası Muhammed Bâkî-billah hazretleri icâzet verdi. Böylece tasavvuf ilminde ve hâllerinde de yüksek dereceye kavuştuktan sonra, memleketi olan Serhend'e dönmesi emrolundu. Muhammed Bâkî-billah hazretleri talebelerinden çoğunun yetiştirilmesini de ona bırakıp, onları da arkasından Serhend'e gönderdi. Ve Muhammed Bâkî-billah hazretleri şöyle buyurdu:
—"Kalblere devâ, rûhlara şifâ olan bu tohumu, Semerkand ve Buhârâ'dan getirip Hindistan'ın bereketli toprağına ektim. Tâliblerin ye-tişip kemâle gelmesi için uğraştım. O (İmâm-ı Rabbânî ), her dereceyi aşıp, derecelerin sonuna varınca, kendimi aradan çekip, talebeyi ona bıraktım."
Zamanın pek çok alim ve zahid zatları da onun ma'rifet ışığı etrafında, pervâne gibi toplanmaya başladılar.
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, memleketine gelince zâhirî ve bâtınî ilim ve nûrları dünyâya yaymağa, tâlibleri yetiştirmeğe ve yükseltmeğe başladı. Her taraftan âşıkları, onun ilminden ve feyzinden faydalanmaya geliyordu. Talebelerine Beyzâvî tefsîri, Sahîh-i Buhârî, Mişkât-i Mesâbîh, Avârif-ül-Me'ârif, Usûl-i Pezdevî, Hidâye ve Şerhi Mevâkıf gibi ba'zı din kitaplarını ders olarak mükemmel bir şekilde okutuyordu. Ömrünün son zamanlarında dahî talebelerine ilim tahsîlini sıkı sıkı emreder, buna çok önem verirdi. Herkesin kalbini ilim ve nûr ile dolduruyor, Muhammed aleyhisselâmın dînini canlandırıyor ve kuvvetlendiriyordu.
KAPIDA KİM VAR
Zamânının pâdişâhlarını, vâli, kumandan, âlim ve hâkimlerini, çok te-'sirli mektupları ile, dîne, sünnet-i seniyyeye teşvik ediyor, pek çok âlim ve evliyâ yetiştiriyordu. Allâhü Teâlâ ona o kadar ilm-i bâtın ihsân etmişti ki, kendine mahsûs olan ilimleri de cihâna yayıyordu. Hatta Hocası Muhammed Bâkî-billah Hazretleri bilebu yeni ilimlere kavuşmak için onun huzûruna gelir, hürmetle otururdu. Hattâ birgün geldiği zaman, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri'ni kalbi ile meşgûl görüp, odasına gir-medi. Hizmetçiye de:
—"Haber verip, rahatsız etme!" dedi ve sessizce kapıda bekledi. Bir müddet sonra İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri kalkıp;
—"Kapıda kim var?" deyince üstâzı;
—"Fakîr Muhammed Bâkî" dedi. Bu ismi duyunca kapıya koşup, ho-casını edep ve tevâzu ile karşıladı.
ÜSTÂZINI ZİYÂRETİ VE EDEBİ
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri bir müddet Serhend'de talebe yetiş-tirmekle meşgûl oldu. Sonra, hocası Muhammed Bâkî-billah'ı ziyâret için Delhi'ye gitti. Bir müddet hizmetinde kaldı ve hocası ile çok hoş sohbet-leri oldu. Hâllerinidaha da yukarıya götürdüler. Bütün bu lütufları ile çok yüksek hâllere, fazîletlere kavuşmasına rağmen, hocası Muhammed Bâkî-billah'a öyle edeble davranıyordu ki, daha fazlası mümkün değildi. Muhammed Hâşim-i Kişmîanlatıyor:
—"Hâce Hüsâmeddîn Ahmed'den işittim. Hocam İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri'ni medhedip övdükten sonra şöyle buyurdu: "Mertebesi yüksek, fazîleti çok olmakla berâber, edebe riâyette, hocamız Muhammed Bâkî-billah'ın talebelerinden hiçbiri, İmâm-ı Rabânî Hazretleri gibi değildi. Onun içindir ki, bereketler herkesten önce ona nasîb oldu."
Muhammed Bâkî-billah'ın (k.s.) sevdiklerinden biri, Muhammed Hâşim Kişmî'ye şöyle anlatmış:
—"Hocamız Bâkî-billahsenin üstâdın İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri'ne, nihâyetsiz lütufları ve ona hürmet etmeyi hasseten bildir-dikleri zamanlar, bana onu huzûruna çağırmamı emretti. Hemen huzûruna gidip, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri'ne (k.s.);
—"Hocamız sizi istiyor" dedim. Bu haberi duyar duymaz, korkan in-sanların rengi değiştiği gibi, yüzünün rengi değişti. Zavallı bir kimsenin çok korktuğu zaman, titremesi gibi bir hâle düştü. Ben kendi kendime; "Sübhânallah! "Yakın olanlarda, hayret de çok olur" mısra'ını duymuştum, şimdi gözlerimle de görüyorum" dedim."
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri "Mebde' ve me'âd" risâlesinde şöyle anlatıyor:
—"Biz dört kişi, hocamız Muhammed Bâkî-billah'a hizmette diğerle-rinden ilerdeydik. Hepimizin ayrı bir bağlılığı, ayrı bir düşüncesi vardı. Bu fakîr yakînen biliyorum ki, böyle bir sohbet ve cem'iyyet, terbiye ve irşâd kaynağı, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) zamânından sonra dünyâda çok az görülmüştür. Gerçi insanların en hayırlısı olan Resûlullah (s.a.v.) zamânında bulunamadık, sohbetine kavuşamadık ama, Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin saâdetli sohbetinden de mahrûm kalmadık. Bunun için bu büyük ni'metin şükrünü yerine getirmek lâzımdır. Onun huzûrunda her-kes kendi bağlılığına, muhabbetine göre bir şeylere kavuştu."
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, hocası Muhammed Bâkî-billah haz-retlerinin ikinci defâ huzûruna gidip bir müddet kaldıktan sonra, tekrar memleketine döndü. Bir müddet daha tâliblere feyz vermekle meşgûl oldu. Bu sırada pek yüksek derecelere kavuştu. Bu hâllerini hocasına mektuplar yazarak bildirdi.
Sonra üçüncü defâ hocasını ziyârete gitti. Bu ziyâretinden dönünce Delhi'den Serhend'e geldi ve birkaç gün kalarak Lâhor şehrine gitti. Lâhor şehrinde herkes, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) teşrîfini büyük bir ganîmet bildi. Talebelerinin en meşhûrlarından olan; Mevlânâ Muhammed Tâhir, Hâce Muhammed, Mevlânâ Esgar Ahmed ve Mevlânâ Ravh Hüseyin gibi zâtlar bu sırada talebesi olup, sohbetinde pişip yüksek derecelere kavuştular. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri Lâhor'da bu-lunduğu sırada, oranın meşhûr âlimleri kendisine çok hürmet ve edep gös-terdiler. Nice muammâ ve zor mes'eleleri ondan sorup doyurucu cevaplar aldılar.
ÜSTÂZININ VEFÂTI
İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) Lâhor'daki sohbetleri devâm ederken, hocası Muhammed Bâkî-billah'ın vefât haberi geldi. Kalblerdeki huzûr ve ferahlığın yerini, elem ve keder aldı. Bu haberi duyunca, hemen Delhi'ye gidip mübârek mezarlarını ziyâret etti. Oğullarına ve talebelerinin büyüklerine ta'ziyede bulundu. Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin talebeleri, üzüntülerini ve kalblerindeki elemi, onun terbiyelerinin ve sohbetlerinin bereketleriyle gidermek için, huzûrlarına gelip, Muhammed Bâkî-billah'a gösterdikleri gibi, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerine de; muhabbet, hürmet ve teslimiyet gösterdiler. Küçük büyük hepsi onu kabûl edip bağlandılar.
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleriyüksek hocasının emrine, vasiyetle-rine ve buradaki kalbi yaralıların ricâlarına uyarak, bir müddet Delhi'de kaldı. İrşâdlarının te'siri, feyzlerinin bereketi ile, talebelerin sohbete devâm ve gayretleri, hocaları Hâce Muhammed Bâkî-billah'ın hayatta olduğu zamanki gibi yeniden tâzelendi. Teveccüh eserleri ve cezbe nûrları, bu talebelerin hâllerinde görünmeğe başladı. Bu gayretli yetiştirme ve feyz verme sırasında, ba'zı çekemeyenler oldu ise de, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri onlara nasîhat etti. Bunu da dinlemeyenler sonunda yaptıklarına pişmân olup af dilediler. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri de ihsân ederek onları affetti. Böylece pekçok kimse sohbetlerinden ve feyzlerinden isti-fâde etti.
SEYEHATİ
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, her sene, hocası Muhammed Bâkî-billah'ınvefât ettiği ay olan Cemâziyel-âhır ayında Serhend'den hocasının nûrlu kabrini ziyârete gider ve tekrar Serhend'e dönerdi. İki üç defâ da Akra'ya teşrif etti. Bunların dışında Serhend'den ayrılıp başka bir yere gitmedi. Ancak, hayâtının sonuna doğru, zamânın sultânının ısrârı üzerine, iki üç sene kadar ba'zı beldelerde askerlerin arasında bulundu. Bunda da birçok hikmetler vardı. Bu vesile ile O yerlerin halkıonun sohbetlerinde bulundular. Bereketli nazar ve teveccühlerine kavuşup, nasîblerini aldılar.
BABASININ SEVGİSİ
Babası Abdülehad Hazretleri İmamı Rabbani Hazretlerini çok sever, ondan ayrı kalmaya tahammül edemezdi. Nitekim İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri Akra'da bulunduğu sırada, meşgûliyeti sebebiyle babasının yanına gidemeyince, babası onu görmek için Akra'ya gitmiştir. Daha sonra, Akra'dan dönüp babasının hizmetinde bulundu. Babası Abdülehad da evliyânın büyüklerinden idi. İlk feyizlere babasının sohbetlerinde kavuşmuştu. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, babasından olan istifâdesini "Mebde' ve Me'âd" risâlesinde şöyle ifâde etmiştir: "Bu fakîre ferdiyyet nisbeti yüksek babam tarafından verildi. Babam bu nisbeti, kuvvetli cezbe sâhibi meşhûr bir azîzden, Şâh Kemâl Kâdirî'den almıştı. Nâfile ibâdet-lerde, bilhassa nâfile namazların edâsında babamın yardımları çoktur. Babam bu saâdeti, "Çeştiyye" yolunda olan üstâdlarından almıştı."
KÂDİRÎ İCÂZETİ
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, Muhammed Bâkî-billah hazretlerin-den tam bir nisbet ile icâzet alıp, Serhend'e döndükten sonra, Kâdirî tarîkatının büyükleriden olan Şâh Kemâl Kâdirî'nin rûhâniyetinden de icâzet almakla şereflendi. Bu icâzeti ve nisbeti alması şöyle vukû bul-muştur:
Bir sabah İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri talebeleri ile murâkabe hâ-linde iken, Şâh Kemâl'in torunu ve onun bütün kemâlâtının vekîli olan Şâh İskender, Kehtel'den gelip, Şâh Kemâl'in bereketli hırkasını İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) mübârek omuzuna koydu. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri gözlerini açınca, Şâh İskender'i gördü. Tam bir tevâzu ile boyunlarına sarıldı. Şâh şöyle dedi:
—Birkaç zamandır, hâl ve rü'yâmda dedem Şâh Kemâl'i görüyorum. Bana, hırkasını size vermemi emrediyordu. Fakat bana, onların bu be-reketli hırkasını evden çıkarıp, bir başkasına vermek çok ağır geliyordu. Ama tekrar tekrar emredince, emirlerine uymak lâzım oldu."
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, o hırkayı giyip husûsi odasına gitti. Birmüddet sonra odasından çıkınca, en yakın sırdaşlarına, mahremlerine şunları söyledi:
—Hazret-i Şâh Kemâl'in hırkasını giydikten sonra, şaşılacak çok garip hâl zâhir oldu. Şöyle ki, hırkayı giydiğim zaman, insanların ve cinlerin seyyidi Abdülkâdir-i Geylânî'yi (r.a.), Hazret–i Şâh Kemâl'e kadar devâm eden bütün halîfeleriyle yanımda gördüm. Hazret-i Gavs-i Rabbânî Abdülkâdir-i Geylânî kalbimi kendi tasarruflarına aldı ve husûsî nisbetlerinin ve yollarının nûrları ve esrârı beni kapladı. Ben de o hâllerin ve nûrların denizine gömüldüm. O denizin dalgıcı oldum. Bir müddet bu hâlde kaldım. O hâllerin beni kapladığı zamanda kalbime;
—"Beni Ahrâriyye büyükleri terbiye ettiler. İşimin esâsı bu büyüklerin yolunda olmaktır. Şimdi ise başka oluyor" diye geldi. Böyle düşünürken, Ahrâriyye yolunun büyüklerinden, Hâce-i Cihân Hâce Abdülhâlık-ı Gucdüvânî'den, hocam Hâce Bâkî-billah'a (k.s.) kadar bütün halîfelerin geldiğini gördüm. Benim işim ve icrâatım hakkında konuşmaya başladılar. Ahrâriyye büyükleri (k.s.) şöyle dediler:
—"Bunu biz terbiye ettik. Bizim terbiyemizle zevke, hâle ve kemâle erişti. Siz ona ne hakla karışabilirsiniz?" Kâdiri büyükleri (Rahimehümüllah) dediler ki:
— "Daha çocukluğunda bizim ona teveccühümüz vardır. Bizim ni'met soframızdan tad almıştır. Şimdi de bizim hırkamızı giymektedir."
Onlar böyle konuşurken Kübreviyye, Çeştiyye yollarından da birer cemâat geldi. Aralarında anlaşmaya vardılar. Bundan sonra bu iki şerefli nisbetten de kalbimde, büyük pay ve tam bir şevk buldum."
İmâm-ı Rabbânî hazretleri tasavvufda, bu yolların hepsinden de talebe yetiştirip feyz vermeye selahiyetli idi.
MÜCADELESİ
Peygamberimizin (s.a.v.) vefâtından bin sene sonra İslâm düşmanları dîne, îmâna insafsızca saldırıyorlardı. Öyleki bu saldırılar çok şiddetli oluyor, pek çok İslam alimi dalalet erbabı karşısında susmayı tercih edi-yordu. İşte böyle bir devirde Allâhü Teâlâ kullarına acıyarak, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) gibi bir Müceddid gönderdi. Ona derin ilimler ihsân eyledi. Onun vâsıtasıyla din düşmanlarının korkunç saldırısını durdurdu. Hakkı bâtıldan ayırıp, bâtılı, çürük kalblerden kaldırdı. Bu büyük İmâm'ın mektupları ve kitapları, insanları gafletten uyandırdı. Dünyâya ışık saldı. Ya'nî Allâhü Teâlâ onu, Peygamber Efendimizden (s.a.v.) bin sene sonra, dîn-i İslâmı yenilemek ve kuvvetlendirmek için göndermişti.
Fakat İmâm-ı Rabbâni Hazretleri de ba'zı kimselerin cefâsına, hücum ve iftirâlarına uğradı. Nice âlimlerin, fâdılların ve kâmillerinhizmetine koşmaları, hasedcilerin hasedini ve düşmanlıklarını arttırdı. İmâm-ı Rabbâni Hazretlerinin tesirini azaltmakiçin, hîlelere başladılar. Cüneyd-i Bağdâdî, Bâyezîd-i Bestâmî gibi büyük meşâyihi, aşağı görüyor diyerek, bazı insanlarıaldattılar. Büyük zatların bildirdiği vahdet-i vücudu inkar ediyor diyerek, görüşleri kısa olanları, ondan soğutmaya başladılar. Onu sevenlere de; "Meşâyih-i izâmı inkâr ediyor ve Allâhü Teâlânın ma'rifetine vâsıtasız olarak kavuştum diyor." dediler. Bir müslümanın söylemeyeceği iftiraları söylediler.
Halbuki bu büyük zatları aşağı görüyor sözü tamamen iftira idi. O, mektuplarında evliyanın keşfdeki hatalarının, ictihâd hatâları gibi af olunduğunu, belki de sevâb verildiğini bildiriyor idi.
O ise, vahdet-i vücûdu inkâr etmiyor tam tersi, cahillerin vahdet an-layışı ile evliyanın vahdet anlayışını birbirinden ayırıyordu.
O zamanın Sultânı Selim Cihangir Han'ın devlet adamları, büyük veziri, baş müftüsü ve etrafındakiler Ehl-i sünnet düşmanı ve Eshabın büyüklerine dil uzatan kimselerdi.
İmâm-ı Rabbani hazretleri mektup ve risalelerinde Eshab-ı kirâm düşmanlarını reddediyor, câhil, ahmak ve alçak olduklarını anlatıyordu. Bu hususta "Reddi revafiz" ismi ile bir risale hazırladı veBuhâra'da bu-lunan en büyük özbek hânı Abdullah Cengiz Han'a yolladı.
—"Bunu İran'da, Şah Abbas Safevi'ye gösterin! Kabul ederse ne iyi, etmezse onunla harb câiz olur" dedi. Şah Abbas bu risaleyi kabul etmedi ve onunla harb oldu. Abdullah Han, Herat'ı ve Horasan'daki şehirleri aldı. Zaten Bu yerleri yüz sene evvel Safeviler istila etmişlerdi. Bundan sonra, Hindistan'daki bozuk fırkalar harekete geçtiler. Eshab-ı kirâm düşmanları Sultan Cihangir'e gidip İmâm-ı Rabbani hazretleri hakkında çeşitli iftira-larda bulundular.
ÖLDÜRMEYE TEŞEBBÜS
Sultan, oğlu Şah Cihan'ı gönderip, İmâm-ı Rabbani hazretlerini, ev-ladlarını ve yetiştirdiği talebelerini çağırıp, hepsini öldürmeye karar verdi. Şâh Cihân, bir müfti ileİmâm-ı Rabbâni Hazretleri'nin yanına gitti. Sultâna secde etmenin câiz olduğunu gösteren bir fetvayı da götürdü. Şah Cihan İmâm-ı Rabbâni'nin (k.s.) üstünlüğünü biliyor ve onu korumak istiyordu.
—"Babama secde edersen seni kurtarabilirim" deyince,İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri:
— Bu fetvâ, zarûret zamanında izin olarak verilmiş bir ruhsattır. Azîmet ve din bütünlüğü esasına göre ise secde etmemek lazımdır. Ecel gelince, ölümden insanı hiçbir şey kurtaramaz, dedi vesecde etmeği şiddetle reddetti. Çocuklarını ve talebelerini yanına almadan Sultana yalnız gitti. Kendisine yapılan iftiralara karşı Sultan'a o kadar güzel ve doyurucu cevaplar verdi ki, Sultan yüksek hakîkatleri anlıyabilicek birisi olmadığı halde, neş'elendi ve İmâm-ı Rabbâni Hazretleri'ni serbest bırakıp özür diledi.
Sultânaaçık delillerle hakikatleri anlatırken, oradabulunanHindûların büyük bir kumandanı, İmâm-ı Rabbani hazretlerinin dinde olan kuvvetini, sözlerini, lezzet ve kıymetini görerek ateşperest iken müslüman oldu.
HAPİS HAYATI
Sultanın ikna olduğunu, kendi uğraşmalarının boşa çıktığını gören if-tiracılar;
—"Bunun adamları çoktur. Sözleri bütün memlekette yürürlüktedir. Bunu serbest bırakırsak bir karışıklık çıkabilir" diyerek, uzun konuşma-lardan sonra Sultânı yeniden aldattılar. Sultân, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerini, memleketin en sağlam ve korkunç kalesi olan Guvalyar Kalesi'ne hapsettirdi.
Bu hadiseye çok üzülen talebeleri Sultân'a isyân etmek istediler. Ve bunu yapabilecek güçte idiler. Fakat İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri on-ları hem rü'yalarında ve hem de uyanıkken manen bu işten men etti. Sultân'a hayır duâ etmelerini emretti.
—"Sultânı incitmek bütün insanlara zarar verir" buyurdu. Kendisi de Sultâna hep hayır duâ ediyordu.
Sultânın veziri, şiddetli bir muhalif olduğundan, zindanda, İmâm-ı Rabbâni Hazretlerinin başına kardeşini tayin etmiş ve çok şiddetli dav-ranmasını emretmişti. Halbuki bu görevli İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinden (k.s.) çeşitli kerâmetler, üzülmek yerine heybet, sabır ve hattâ neş'e görünce hayret etti. Bunun üzerine tövbe ederek bozuk itikâdını terkedip Ehl-i sünneti seçti ve İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) talebelerinden oldu.
Kalede hapis bulunan binlerce kâfir, onun bereketli sohbetleri ile müslüman oldular. Bir çok günahkâr tövbe etti. Hattâ bazıları yüksek âlim oldu. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri hapiste üç sene kaldı. Bu arada Sultan ölmüş, yerine oğlu geçmişti. Yeni sultan Şah Cihan İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerini hapisten çıkarıp ikram ve ihsânlarda bulundu. Hatta halis talebelerinden ve sadık dostlarından oldu. Bir müddet asker arasında kalmasını istedi. Sonra serbest bırakıp, hürmetle vatanına gönderdi. Hapisteki bu sıkıntılardan ve uğradığı dertlerden sonra, evvelce bulundukları hallerin ve makâmların binlerce üstünde derecelere yükselmiş olarak memleketine döndü. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri daha önceleri:
—"Yetiştiğim derecelerin üstünde, daha çok makâmlar vardır. Onlara yükselmek ancak celâl sıfatı ile, sert terbiye edilmekle olabilir. Şimdiye kadar cemâl sıfatı ile okşanarak terbiye edildim " buyurmuştu. Yine bir gün talebelerinden bir kısmına:
—"Elli ile altmış arasında üzerime dertler, belalar yağacak" buyur-muştu. Buyurduğu gibi de oldu. Bu belalar sebebiyle o makâmlara da yükselmek nasip oldu.
HAPİSTE TUTAMADILAR
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri'nin büyük oğlu Muhammed Said anlattı:
-İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri'nin serbest bırakılmasının bir sebebi oydu ki: Cuma günleri cuma namazına giderdi, sonra da döner gelirdi. Hiç kimse bilmezdi ki: Nereden çıktı, nereden içeri girdi. Halbuki zindan bir kalenin içindeydi. Kalede de çok güçlü bekçiler vardı; her yanı da sarmışlardı.
Baktılar ki: Onu zimdanda bırakmak bir çare değildir; istediği zaman da çıkıp gidebiliyor, bıraktılar.
Hapiste kaldığı süre, bizzat kendisinin halkı irşad etme imkanı olmadı ama; mektupları ile halkı irşad etmeye devam etti.
FEYİZ VE TEVECCÜH
İmam-ı Rabbani, Cenabı Hak tarafından gelen feyiz üzerineşöyle buyurdu:
- Şunu da bil ki, Cenabı Hak tarafından gelen feyiz, hayat akımı süreklidir; bunda kesinti olmaz. Normal insanlara da gelir; seçmelere de..
Bu feyzin, mal, evlad tarafından gelmesi ile; hidayet, irşad tarafından gelmesi arasında bir fark yoktur.
Bu feyzin gelişimde bir değişiklik, ayrılık da yoktur; herkese, her şeye aynı derecede gelir. Ancak, feyz işindeki değişiklik, onu kabul etmekte, etmemektedir. Bu da, bir kabiliyet meselesidir; alıcının tam olup olmaması meselesidir. Güneş aynıdır ama, taşa yansıması ile, aynaya yansıması bir olmaz. Mana böyle olunca, Kur'an'da(16/33) şöyle anlatıldı.
- "Allah onlara zulmetmedi ki; onlar, kendi kendilerine zulmettiler."
Güneş beze de bez ağartanın yüzüne de aynı şekilde vurur. Ancak, bez ağartanın yüzünü karartır; bezi de ağartır.
O feyzi kabul etmeme durumu, Cenab-ı Hak'tan yüz çevirme ile alakalıdır. Bir kimse, yönelirse, ona yüz verilir, kendisine dönülür. Nitekim bu mana, Resulüllah Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa (s.a.v.) tarafından anlatılan bir hadis-i kudside Cenab-ı Allah şöyle buyurdu;
- "Bana bir karış yaklaşana bir kol boyu yaklaşırım."
Yüz çevirenden de yüz çevrilir. Nitekim, bu manada, Resulüllah efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa (s.a.v.) şöyle buyurdu:
- "O Allah'tan yüz çevirdi; Allah da ondan yüz çevirdi. Suça ceza oldu."
Aynı mana, Kur'an'da (2/152)şöyle anlatıldı:
- "Anın beni, anayım sizi.."
Aynı mana, Kur'an'da (9/ 67) şöyle anlatıldı:
- "Allah'ı unuttular, O da onları unuttu."
Bir başka kudsi hadis-i şerifte ise, aynı mana şöyle anlatıldı:
- "İşte bunlar, amelleriniz. Onları sizin için sayıyorum. Ne eksiği var, ne de artığı.."
KUTB'ÜL-AKTABTAN İZİN ŞART
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerini hapsettiren Selim Cihangir Han idi. Bu zat Ekber Şah diye anılırsa da aslında "Ekfer Şah" demek ona daha layık idi. Ekber Şah'ın oğlu Şâh Cihân, padişah olmak için babasına karşı geldi. Askeri çok olmasına ve babası tarafındaki kumandanların çoğunun kalbden kendisine bağlı olmalarına rağmen zafer kazanamadı. O zamânın evliyâsından birine hâlini anlatıp duâ istedi. O velî zat dedi ki:
—"Senin zafer kazanman için bu zamanın dört kutbunun sana duâ etmesi lâzımdır. Bunlardan üçü seninle beraber ise de, en büyükleri olan dördüncüsü bu işe râzı değildir. O da İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri Müceddid-i elf-i sânidir.
Bunun üzerine Şâh Cihan, İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin (k.s.) hu-zûruna gelip duâ etmesi için yalvardı. Fakat, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri onun babasına karşı gelmesine mâni olup nasîhat etti.
—"Babana git, elini öp, gönlünü al, o yakında vefat edecek, saltanat sana kalacaktır." diye müjde verdi. Şah Cihan emirlerini dinleyip arzû-sundan vaz geçti. Az zaman sonra 1037 (m. 1627) de babası vefat edince saltanata kavuştu.
Müslümanların zayıf düştüğü, küfrün, sapıklığın, zulmetin, felsefeci-lerin ve sapık kimselerin her tarafı kapladığı bir zamanda,binlerce kâfir İmâm-ı Rabbânî elinde müslüman oldu. Çok sayıda fasık ve fâcir onun güzel hallerini görüp, sohbetini işitip tövbe ederek sâlih müslüman oldu. Uzaktan yakından çok kimseler, rü'yâda ve uyanık iken onu görerek yanına koşmuş, huzûruna geldiklerinde gördüklerini aynen bulmuşlardı. Âlim, sâlih, genç, ihtiyar binlerce kimse onu görüp, sohbetinde bulununca feyz alarak mânevî kalbleri zikreder oldu.
Kerâmetlerinin altı binden fazla olduğu bildirilmektedir.
AKAİD İLMİNDE MÜCTEHİD
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, Kelâm (akaid) ilmindemüctehid idi. İlim deryasına yeni daldığı sıralarda peygamberimizi (s.a.v.) mânâda görmüş, Peygamber efendimiz kendisine :
—"Sen kelâm ilminde müctehid olacaksın." buyurmuştu. O günden sonra, İtikatta Mâtüridiyye imâmımız ile berâber olmakla beraber, ilm-i kelâmın müşkil mes'elelerinde halledici ictihâd ve görüşleri oldu.
Eski Yunan filozoflarının İslâmiyete uymayan sözlerini reddedip, yanıldıklarını isbât etti. Tasavvuf büyüklerini ve sözlerini anlamayarak, sapıtan ve kendilerini din adamı sanıp, insanları yoldan çıkartan, câhil ve ahmakların hatalarını meydana çıkardı. Kendinden önceki asırlarda İslamiyetesokulmak istenen sapık felsefi düşünceleri tamamen bertaraf etti. Yazdığı mektuplar ve kitaplarla, kıyamete kadar bu yoldaki bütün suallere cevap teşkil edecek izâh ve açıklamalar yaptı. 18 yaşında iken yazdığı İsbâtün-nübüvve ( Peygamberliğin isbatı) kitabı ile peygamberleri filozoflardan ayırdı. Peygamberlerin Allahın dinini bildiren ve Allâhü Teâlânın seçtiği kimseler; filozofların ise, yalnız aklını rehber edinmiş sıradan insanlar olduğunu açık ve kesin delillerle isbât etti. Böylece pey-gamberliğe inanmayıp, peygamberleri filozof zannedenlerin veya onlarla bir tutmaya kalkışanların, ne kadar yanlış düşündüklerini göstererek, İslâm dinine insan düşüncesi ve fikri karıştırmak ve böylece dini, zamanla değişir hâle getirmek isteyenlerin yolunu kapadı.
Ehl-isünnet âlimleri ve evliyanın da ancak Muhammed aleyhisselâ-mın yolunda tam yürüyen yüksek insanlar olduğunu belirterek, bunlara filozof diyenlerin sözlerininyanlış olduğunu gösterdi. Böylece, sapık kimselerin te'siriyle müslümanlar arasında ortaya çıkmış fikir ayrılıkları, düşünce farklılıkları sona erdi.
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, tasavvufun bütün inceliklerine ve en yüksek mertebelerine kavuşarak, Muhyiddîn-i Arabî, Seyyid Abdülkâdir-i Geylâni, Bâyezîd-i Bestâmi ve Cüneyd-i Bağdâdî gibi, kendisinden önce yaşamış velilerin sekr hâlinde ya'nî tasavvufta kendinden geçme hâlinde iken söyledikleri ve iyi anlayamayanları şaşırtan yüksek sözlerini, vahdet-i vücûd bilgilerini, gayet net bir şekilde açıkladı. Bu zatların yanlış anlaşılmasına ve onlara düşmanlık yapılmasınamâni oldu.
Tasavvuf deryasında bol bol saçtığı yüksek ma'rifetler, beliğ ifadeler ve fasih sözlerle, çok kimsenin anlamak ve anlatmaktan âciz kaldığı yük-sek hakikatleri, candan arzulayanlara sundu. Bu sonsuz deryâdan su-suzların hararetini teskin etti. Yolunu şaşırmışlara doğru yolu gösterdi, aşağı derecelerde takılıp kalanları yükseklere çıkardı. Sorulan bütün su-âllere cevap vererek, dinde anlaşılmayan hiç bir yer bırakmadı. Mürşidlik, müridlik, tarikat, kutb, gavs, evliyâ, zikr, ma'rifet, kerâmet, kurb, maiyyet gibi kelimeleri mükemmel bir şekilde açıkladı. Bu konulardaki karışık ifâde ve bilgilerin arkasına saklanarak, müslümanları kandıran ve şaşırtan câhillerle, dünyaya düşkün bozuk tarîkatçıların maskelerini düşürdü. Bu hususta esas düsturları açıklayarak, bütün bu isim ve sıfatların, asıllarını ve hakikatlerini gözler önüne serdi. Tasavvuf perdesi arkasında, İslâm dinine bozuk inanç ve ibadetlerin, uydurma merâsim ve toplantıların, her türlü sapıklık ve hurâfelerin girip yerleşmesini önledi. Velâyetin ve velîlîğin muhakkak kerâmet göstermek demek olmadığını, asıl velâyetin Allâhü Teâlâyı unutmamak ve Allâhü Teâlânın isimlerine, sıfatlarına ve fiillerine olan ma'rifet ve yakınlık olduğunu; tasavvufun, İslâm dini dışında ayrı bir yol değil, bizzat dinimizin içinde, emir ve yasakların kolaylıkla yapılmasına yardımcı olan ve Allâhü Teâlâya muhabbet yolu olduğunu çok veciz şekilde izah etti. Böylece din bilgisi az olanların ve hakîkî tasavvuf ehli olmayanların, şaklabanlıklar ve istidrâclar ile insanları kandırmalarına ve böylelerinin ma'rifet ve kerâmetsâhibi hakîkî velîlerle karıştırılmasına mâni oldu. Hulasa, onun tasavvuf deryâsında çözmediği bilmece, haber vermediği esrâr kalmadı.
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, kitaplarında, sohbetlerinde ve gün-lük hayâtında, bütün bid'atlerle şiddetle mücadele etmiş, bunları bir bir ayıklayarak, unutulmuş nice sünnetleri, hattâ farzları yeniden meydana çıkarmıştır. Bid'atlerin en çirkini i'tikâdda ortaya çıkanlarolduğunu bil-direrek, bunlara ve ibadetlere sokulmak istenen bid'atlerle, ilim, amel ve ma'rifetle mücadele etmiş, her sözü ve işinin sünnete uygun olmasına pek çok titizlik göstermiştir.
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, zamânındaki bütün fen ilimlerini en üstün şekilde biliyordu. Fen bilgileri üstüne yaptığı açıklamalar, bu ilim-lerin mütehassıslarını hayrette bırakmıştır. Atomların içini ve böylece maddelerin dolu sanıldığını, hâlbuki elektronların çok hızlı dönüşlerinden dolayı boş olduğunu ilk olarak bundan dört yüz sene önce o açıklamıştır. Bu husus, fen adamları tarafından ancak yirminci yüzyılda ve uzun tecrübeler sonucu anlaşılabilmiştir.
Onun tasarruflarının bereketi ile İslâm dini, bilhassa Hindistan'da çok kuvvetlendi. Ekber Şah zamanında yıkılan, ihmâl edilen İslâm eserleri yenilendi.
Talebelerinden olan Hân-ı Hânân ismi ile meşhûr Abdürrahim Hân, Nüvâb Ferid Mürtezâ Hân, Muhammed A'zam Hân gibi bir çok kuvvetli, kudretli vâli ve kumandanları, te'sirli mektupları ile İslâmiyeti kuv-vetlendirmeğe, yaymağa, Ehl-i sünnet ve cemâat i'tikâdını beyan etmeğe teşvik ve muvaffak eyledi. Bunlar da emr-i şeriflerine uyarak, bu yolda çok gayret sarfedip, dinin kuvvetlenmesine hizmet ettiler.
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, tasavvufta kendi yolunu bildiren, yüksek ma'rifetlerle dolu bir mektubun sonunda şöyle buyuruyor:
—"Allâhü Teâlâ'nın bu fakire gösterdiği yol budur. Başlangıçtan so-nuna kadar beni mümtâz eylediği yolun aslı, nihâyetin başlangıcına yer-leştirilmesi olan Ahrâriyye yoludur. Bu asıl ve temel üzerine bir çok binâlar kurdurdular. Köşkler yaptırdılar. Eger bu asıl ve temel olmasaydı bu hâle gelmezdi. Buhârâ ve Semerkand'dan tohum getirip, aslı Medine ve Mekke toprağından olan Hindistan'a ektiler. Fazîlet suyu ile terbiye eylediler. Bu fazîletler ve ihsânlar kemâle gelince, bu ilim ve ma'rifet meyvelerini verdi. Allâhü Teâlâya bu nimetlerinden dolayı hamd-ü senâlar olsun."
SIFATLARI
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri nin tasavvufta gösterdiği yola "Müceddidiyye" denilmiştir.
Zamânının âlimleri, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine (k.s.) "Sıla" ismi ile hitâb ettiler. Sıla, birleştirici demektir. Çünkü o, tasavvufun İslâmiyetten ayrı bir şey olmadığını, İslâmiyete uygun bir şey olduğunu isbat ederek, ahkâm-ı İslâmiye ile tasavvufu birleştirmiştir. Bir hadîs-i şerîfte de; "Ümmetimden Sıla isminde biri gelir. Onun şefâati ile çok kimseler Cennete girer" buyurularak onun geleceği haber verilmiştir. Bu hadîs-i şerîf, İmâm-ı Süyûtî'nin "Cem'ül-Cevâmi' " kitabında vardır. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri bir mektubunda;
—"Beni iki deryâ arasında "Sıla" yapan Allâhü Teâlâya hamd olsun " diye duâ etmiştir. Hadîs–i şerîfte müjdelenen "Sıla" ismini ondan evvel kimse almamıştır.
Mevlânâ Abdürrahmân Câmî (k.s.) Nefehât kitabında diyor ki:
—Şeyhülislâm Ahmed Nâmık-i Câmî buyurdu ki: "Evliyânın çektiği riyâzetlerin, sıkıntıların hepsini yalnız başıma çektim ve daha çok da çektim. Allâhü Teâlâ, evliyâya verdiği hâllerin, ihsânların hepsini bana verdi. Her dörtyüz senede, Ahmed isminde bir kuluna böyle büyük ih-sânlar yapar ve bunu herkes görür." Ahmed Câmî'den, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri zamânına kadar dörtyüzotuzbeş sene olup, buzaman içinde evliyâ arasında bu büyüklükte, Ahmed isminde biri bulunmadı.
Ahmed Câmî'nin haberi, büyük bir zan ile İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine (k.s.) âid olmaktadır. Şeyhülislâm Ahmed Câmî'nin "Benden sonra benim ismimde on yedi kişi gelir. Bunların sonuncusu bin tarihinden sonra olup, en büyüğü ve en yükseği odur." sözü de, bu husûsu kuvvetlendirmektedir.
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, Müceddid-i elf-i sânidir. Ya'ni hicri ikinci binin müceddididir. Eski ümmetler zamânında, her bin senede yeni din getiren bir resûl gönderildi. Yeni din önceki dini değiştirir, ba'zı hükümleri kaldırırdı. Her yüz senede bir nebî gelir, din sâhibi Peygamberin dinini değiştirmez, kuvvetlendirirdi. Hadîs-i şerifde; bu ümmet için, her yüz yıl başında İslâm dinini kuvvetlendiren bir âlim geleceği haber verilmektedir. Peygamber efendimizden (s.a.v.) sonra Peygamber gel-meyeceğine göre, kendisinden bin sene sonra, İslâm dinini her bakımdan ihyâ edecek, dine sokulan bid'atleri temizleyip, asr-ı saâdetteki temiz hâline getirecek, zâhirî ve bâtınî ilimlerde tam vâris, âlim ve ârif bir zâtın olması lâzımdı. Hadîs-i şerifler bunu bildirmektedir. Bu mühim hizmeti İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri yapmıştır. Bütün islâm âlimleri, bu zâtın İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri olduğunda ittifâk etmişlerdir.
ULEMANIN ÖVGÜLERİ
İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine (k.s.) ilk defâ "Müceddid-i elf-i sâni" is-mini veren, zamânın en büyük âlimlerinden Abdülhakîm-i Siyalkutî'dir. O zamanın diğer büyük âlimleri de onu medhetmiş ve övmüştür.
Talebelerinin meşhurlarından Muhammed Hâşim-i Kişmî "Zübdetül-makâmat" adlı eserinde şöyle yazmıştır: "Kalbimden geçti ki: "Eğer Allâhü Teâlâ, bu zamânın âlimlerinin en büyüklerinden birine, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Müceddid-i elf-i sâni olduğunu (ikinci binin kuvvetlendiricisi olduğunu) bildirirse, bu ma'na tamâmen kuvvetlenirdi." dedim. Bir gün bu düşünce ile İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) huzûruna gittim. Bu fakîre hitâb edip buyurdular ki:
—"Bir çok kıymetli kitaplar yazan aklî ve naklî ilimlerde Hindistan'da bir benzeri bulunmayan Abdülhakîm Siyalkutî'den mektup aldım." Bunu söyleyip tebessüm etti, sonra da; "Mektubunun bir yerinde bu fakîri medhedip; "Müceddid-i elf-i sânî" diye yazıyor" dedi.
Abdülhakîm Siyalkutî; bir gece rü'yâda İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerini gördü. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri ona şu âyet-i kerîmeyi okudu: "Allah de ve onları kendi oyunlarına bırak." (En'âm-91) bu rü'yâyı gördükten hemen sonra İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri'nin huzûruna gelip, talebelerinden oldu. Huzûruna gelmeden evvel:
—"Ben İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri'nin üveysiyim" (Ya'nî onun rûhâniyeti beni terbiye etti) dedi.
Halîl-ül-Bedahşî (k.s.) buyuruyor ki:
—"Silsilet-üz-zeheb büyüklerinden Hindistan'da bir kâmil gelir ki, as-rında onun gibisi bulunmaz."
Hindistan'da bu silsileden İmâm-ı Rabbânî Hazretlerin'den (k.s.) baş-kası meydana çıkmamış olduğundan, bu haberin İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine âit olması lâzımdır.
ÖYLE GÜNEŞTİR Kİ...
Hâce Muhammed Bâkî-billah'ın talebesinin en büyüklerinden ve en yüksek âlimlerden olan Seyyid Mîr Muhammed Nu'mân diyor ki:
—"İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine (k.s.) tâbi olmağı hocam bana söyle-yince, buna lüzum olmadığını anlatmak için;
—"Kalbimin aynası ancak sizin parlak kalbinizin nûruna karşı duru-yor" dedim. Hocam sert bir sesle;
—"Sen, Ahmed'i ne sanıyorsun? Onun, güneş olan nûru, bizler gibi binlerce yıldızı örtmektedir" buyurdu.
Muhammed Bâkî-billah (k.s.) bir kerre de buyurdu ki:
—"Bu üç-dört sene içinde, herkese doğru yolu, kurtuluş yolunu gös-tereceğim diye uğraşdım. Elhamdülillah ki, bu gayretim boşa gitmedi. Çünkü, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri gibi biri yetişti."
Bir mektubunda şunları yazar:
Şeyhülislâm Abdullah Ensârî (rh.a.) buyurdu ki:
—"Beni, Ebü'l-Hasen-i Harkânî yetiştirdi. Fakat Harkânî şimdi sağ ol-saydı, hocam olduğunu düşünmez, gelip önüme diz çökerdi. Bizim durmamız, ihtiyâcımız olmadığından veya ehemmiyet vermediğimizden değil, belki kabûl işâretini gözetmekteyim. İşin doğrusu budur. Allâhü Teâlâ, bizlere hidâyet ihsân eylesin! Kendini beğenmekten ve aldanmaktan korusun! Bu mektubumu size getiren Nişâpûrlu Seyyid Sâlih, kalbinin derdine çâre için bana geldi. Vaktim, hâlim buna elverişli olmadığından, vakitlerini yanımda ziyân etmemesi için, size gönderiyorum. İnşâallah lütf ve yüksek teveccühünüze kavuşarak istidâdı kadar bir şeyler alır.
Allâhü Teâlâ, ilim ve irfân fukarâsını, birşeyden nasîbi olmayanları, sevip seçtiği evliyâsı hürmetine maksatlarına kavuştursun! Evliyâ kaynağı olan makâmınıza ihlâs ve saygılarımı arzedemedim. Evet, hâlleri doğru olan bir huzûra ancak bu kelimeyi yazmak mümkündür. Size talebem demek, hayâsızlığın en aşağısı ve görünüşün söylenmesi olup, hakîkati örtmek olur. Bize lâzım olan, haddimizi bilmek, yersizkonuşmamaktır. Duâlarınızı istirhâm ederim efendim."
Ve yine Fadlullah Burhân-pûrî, Mevlânâ Hasen-ül-Gavsî,Mevlânâ Cemâleddîn-i Tâluvî, Mevlânâ Ya'kûb Sırfî, Mevlânâ Hasen-ül-Kubâdânî, Mevlânâ Mîrekşâh, Mevlânâ Mîr Mü'min, Mevlânâ Can Muhammed Lâhorî ve Mevlânâ Abdüsselâm İmamı Rabbani Hazretlerinin hayranlarından idi.
Fadlullah Burhân-pûrî, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) güzel ev-sâfını, doğru hâllerini dinlemekten hoşlanır, kıymetli ma'rifetlerini işit-mekle zevklenirdi. Onun, kutb-ül-aktâb olduğunu, hakîkat sırlarından verdiği haberlerin hep doğru olduğunu; sözlerinin doğruluğuna ve hâl-lerinin yüksekliğine alâmet ise, İslâm dîninin bütün inceliklerine tâbi ol-ması ve herkesin onu sevmesi olduğunu söylerdi. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri Guvalyar Kalesi'nde habs olduğu zaman, kurtulması için beş vakit namazda çok duâ ederdi. Kendisine Serhend taraflarından talebe gelince:
— "Siz İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine (k.s.) yakın olup da, ilmi, ma'ri-feti başka yerlerde arıyorsunuz. Güneşi bırakıp, yıldızların ışığına koşu-yorsunuz. Sizlere şaşıyorum" derdi.
Mevlânâ Abdülhakîm-i Siyâlkutî, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine (k.s.) çok ta'zîm ve hürmet ederdi. İnkâr edenlerle mücâdele ederdi. İnkâr edenlere karşı; "Büyüklerinsözlerine, maksatlarını anlamadan i'tirâz etmek câhilliktir. Böylelerin sonu felâkettir. İlim ve feyz kaynağı, irfân menba'ı üstâd Ahmed'in sözlerini red etmek, bilmemezlik ve anlama-mazlıktandır." diye yazmıştır.
Belh şehrinde bulunan Mîr Muhammed Mü'min Kübrevî, talebesinden birini, inâbe, tövbe ve sülûk için, İmâm-ıRabbânî'nin (k.s.) huzûruna gönderdi. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri'nin huzûruna varınca; üstâdından, Seyyid Mîrekşâh'dan, Hasen-i Kubâdânî ve Kâdı'l-kudât Tulek'den selâm getirdi ve;
—"Üstâdım Mîr Muhammed Mü'min buyurdu ki: "İhtiyârlığım mâni olmasaydı ve yerim yakın olsaydı, gidip dersinden istifâde eder, ölünceye kadar ona hizmetçilik ederdim. Kimseye nasîb olmayan nûrları ile kalbimi aydınlatmağa çalışırdım. Bedenim uzakta, gönlüm ise, onunla oradadır. Bu fakîri, huzûrunda bulunan temiz talebesi gibi kabûl buyurmasını ve mukaddes nûrlarından rûhuma ışık salmasını yalvarırım ve benim için de mübârek elini öp!" dedi" deyip İmâm'ın bir daha elini öptü. Vedâ edip ayrılırken de dedi ki:
—"Belh şehrindeki azîzler, kendilerine, yüksek hakîkatleri bildiren mektuplarınızdan göndermenizi istirhâm ettiler." Bunun üzerine İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri bir mektup yazıp, diğer birkaç mektupla berâber verdi.
Bir müddet sonra, Belh'den Hindistan'a gelen ba'zı sâdıklar dedi ki:
—"İmâm'ın (k.s.) bu mektubu, Mîr Muhammed Mü'min'e ulaşınca, okurken zevkinden yerinde duramıyordu. "Sultân-ül-ârifîn Bâyezîd, Seyyid-üt-tâife Cüneyd ve bunlar gibi büyükler şimdi sağ olsalardı,İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri'nin önünde diz çökerler, hizmetinden ayrılmazlardı" dedi.
O zamânın âriflerinden biri diyor ki:
—"Âlimlerin, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri'nin yazılarından nasîb-leri, câhillerin, hikmet sâhiplerinden duyduklarını anlamaları gibidir."
O zamanın, ilmi ile amel eden dindar âlimlerinden biri buyuruyor ki:
—"Kalb ve ruh ilimlerinin mütehassısları, ya kitap tasnîf ederler veya te'lif ederler. Tasnîf demek; bir harfin kendine bildirilen ilimleri, esrârı, dereceleri yazmasıdır. Te'lif ise, başkalarının sözlerini kendine mahsûs bir sıra ile toplayıp yazmasıdır. Tasnîf çok zamandan beri dünyâdan kalktı. Yalnız te'lif kaldı. Fakat, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri'nin yazıları, doğrusu, tasniftir. Te'lif değildir. Ben, onun talebesi değilim. Fakat insâf ile söylemek lâzım gelirse, onun yazılarına çok dikkat ediyorum, başkalarının sözlerini bulamıyorum. Hepsi kendi keşfleri, kalbine gelen ilimlerdir. Hepsi de, yüksek, makbûl, güzel ve İslâm dinine uygundur."
O zamanın en büyük kadısına, İmam-ı Rabbânî'nin (k.s.) hâlleri so-ruldu. Cevap olarak dedi ki: "Kalb ve rûh âlimlerinin sözleri ve hallerine bizim aklımız ermiyor ve almıyor. Fakat İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri'nin hallerini görünce, geçmiş evliyânın hallerini ve sözlerini anladım ve bildim. Bundan evvel, geçmiş evliyânın acâyip hâllerini, garîp ibadetlerini okuyunca, talebelerinin bunları, büyülterek yazmış olmaları hatırıma gelirdi. Onun hâllerini, vaziyetlerini görünce, bu düşünce ve te-reddütlerim kalmadı."
Hadîs âlimi Abdülhak Dehlevî, ilk zamanlar İmâm-ı Rabbânî(k.s.) hazretlerinin yazılarını beğenmez, i'tirazlar yazardı. Fakat, son zamanlarda, Allâhü Teâlânın inâyetine kavuşarak, yaptıklarına pişmân oldu, tövbe etti. Hâce Muhammed Bâkî'nin icâzetli talebelerinden Mevlânâ Hüsâmeddin Ahmed'e bu tövbesini şöyle yazdı.
—"Allâhü Teâlâ, Ahmed-i Fârûkî'ye selâmetler ihsân etsin! Bu fakîrin kalbi, şimdi ona karşı çok hâlis oldu. Beşeriyet perdeleri kalktı. Nefsin lekeleri temizlendi. Yol birliğini bir tarafa bırakalım, böyle bir din büyü-ğüne karşı durmamak, akıl îcâbı idi. Ne insafsızlık, ne câhillik etmişim. Şimdi kalbimde, vicdânımda duyduğum mahcûbiyeti, ona karşı küçüklü-ğümü anlatamam. Kalbleri çevirmek, hâlleri değiştirmek, Allâhü Teâlâya mahsustur."
Abdülhak Dehlevî kendi çocuklarınada mektup yazarak;
—"Ahmed-i Fârûkî'nin sözlerine karşı i'tirazlarımın müsveddelerini yırtınız! Kalbimde ona karşı hiçbir bulanıklık kalmamıştır. Kalbim ona karşı hâlis olmuştur" dedi.
Şâh Abdullah Dehlevî hazretlerişöyle buyuruyor:
—"İmâm-ı Rabbânî Hazretlerini (k.s.) sevenler, mü'min ve takva sa-hipleridir. Sevmeyenler ise şaki ve münâfıklardır. Bütün âlem-i İslâma, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri'nin şükrünü edâ etmek vâcibtir. İnsanlarda bulunabilecek her kemâli her üstünlüğü, Allâhü Teâlâ, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine vermiştir..."
İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) hocası Muhammed Bâkî-billah'ın (k.s.) büyük oğlu Hâce Ubeydullah, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine (k.s.) yazdığı bir mektupta onu şöyle medh etmişti:
—"Kölelerinizin en aşağısı hakîr Ubeydullah'ın, ihlâs ve ihtisasın menba'ı olan yüksek makâmınıza arzıdır. Bu yolun bütün sarhoşlukla-rından kurtulup, ayıklıkta ve uyanıklıkta en ileri gitmiş olanların başı, tâ-liblere yol gösterenlerin önderi, şeyhülislâm, karanlıkları aydınlatan, bütün insanların rehberi, uykuda olanların uyandırıcısı, ameli kuvvetli, vera'ı çok, kemâli üstün, nûr yüzlü, nûr kaynağıaziz efendim!
İslâm dininin kuvvetlendiricisi, nûrlandırıcısı, bid'at ve alçak şeyler-den dinin temizleyicisi, doğruyu ve hakkı söyleyen, dînini kayıran, dînin sağlam hükümlerini koruyan, hakkı arayanlara feyz verme makamlarının sâhibi, aşağı mertebelerden saâdet ufkuna yükselen muhterem efendim!.."
YÜKSEK HALLERİNDEN...
İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) husûsiyetlerinden bir kısmı da özetle şunlardır:
* Kutub olacağı daha hocası Muhammed Bâkî-billah'a talebe olmadan bir kaç sene önce bildirilmiştir.
* Tasavvufda yüksek hâllere kavuşmadan önce, hocası Muhammed Bâkîbillah onun cihânı aydınlatacak nûrlarını büyük bir kandil gibi görüp, hakkında;
—"Onun, âlemi nûrla dolduracak bir güneş olacağını anlıyorum" buyurmuştur.
* Hocası, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine (k.s.) tasavvufta yetişmek is-teyen birini göndererek şöyle demiştir:
—"Bizi seven ve size gelen bu dostumuzu altı yedi günde nihâyete kavuşturmanızı ricâ ediyorum." Böylece İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) yüksek derecesine işâret etmiştir.
* İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine(k.s.) murâdlık ve mahbûbluk (çekilip götürülmek) mertebeleri verildi.
* Hocası Muhammed Bâkî -billah'ın huzûrunda, iki üç ay kadar kısa bir zaman içinde, tasavvufda yetişip tam bir olgunluğa ulaştı.
* Çok yüksek derecelerde bulunan hocası Muhammed Bâkî-billah, daha hayatta iken, irşâd ve feyz verme makâmına İmâm-ı Rabbânî Hazretlerini (k.s.) geçirdi.
* Hocası ondan istifade etmek ve feyz almak için yanına gitmiş ve onun hakkında;
—" O bizim gibi binlerce yıldızı örten bir güneştir." demiş ve kendi-sinden feyz almak için, huzûruna gitmek üzere işâret beklediğini yazmıştır.
* Yine Hocası Muhammed Bâkî-billah:
—"Gök kubbede bugün, bu yüksek yolun velîlerinden onun gibisi yoktur", buyurmuştur.
* Yine Hocası Muhammed Bâkî-billah:
—"Eshâb-ı kirâm'dan, Tabiînin büyüklerinden ve müctehidlerden sonra seçilmişlerin seçilmişlerinden İmâm-ı Rabbânî gibi bir kaç kimse görüyorum " buyurdu.
* Muhammed Bâkî-billah kendi yüksek nisbetlerini İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine (k.s.) verdikten sonra, diğer yollardaki büyükler de kendi nisbetleri ve terbiye usûllerini kırmızı bir gül gibi ona sunup, daha yüksek makâmlara götürdüler. Evliyâullahdan ba'zılarına verilen velâyet nisbetini ve nübüvvet kemâlâtını tamâmen İmam-ı Rabbânî hazretlerine verdiler. Hepsinin ma'rifeti ile şereflendiler. Kendisi birçok defalar bunu söyleyip şöyle buyurdu:
—"Allâhü Teâlânın, bu kullarının en aşağısına en büyük yardımı şu-dur: Bu yolda hiçbir sokak, hiç bir makâm kalmadı ki, bu fakîri oradan geçirmemiş olsunlar. Sereyânın, ma'iyyetin, ihâtanın, vahdetin, teşbîhin, tenzîhin, yüksek nisbetlerini, dünyanın ve âhıretin, varlığı lâzım olanın ve mahlûkatın esrârını kerem ve ihsân ederek ayrı ayrı bildirdiler."
* Hızır ve İlyas aleyhisselâmın rûhaniyeti ile görüşüp, konuştu. Ona hayatları ve ölümleri hakkında bilgi verdiler. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri bu husûsu " Mektubat'ın birinci cild. 282'nci mektubunda bildirmiştir.
* İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri tasavvufta ilerlemeye başladığı ilk sıralarda, Hızır aleyhisselâm ona ilm-i ledünnü öğretti.
* İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri birgün murâkabe halkasında bir kırıklık ve amellerindeki kusurları görme hâlinde iken; " Kıyâmete kadar vâsıtalı veya vâsıtasız seni tevessül ve vesîle edenleri, senin yolunda gi-denleri ve sana muhabbet edenleri meğfiret eyledim, bunu herkese söyle" diye kendilerine emrettiler. Bunu Mebde' ve Me'âd risâlelerindebildirmiştir.
* İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine (k.s.);
—"Elbette o, müttekîlerdendir" ilhâmı geldi. Bunun sebebi şu idi: Bir gün vefat eden oğullarından birinin rûhuna sadaka olarak bir yemek verdi. Bu arada inkisârlarının (kırıklıklarının) kendisini istilâ etmesinden dolayı buyurdu ki: "Bu sadakamızı nasıl kabûl ederler. Allâhü Teâlâ sadakayı kabûl hakkında;
—"Allah ancak müttekîlerinkini kabûl eder" buyuruyor. Bunu derken, şöyle bir nidâ geldi: "Elbette o müttekilerdendir."
* İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine (k.s.): "Cenâze namazında bulunduğun herkes mağfiret olunmuştur" müjdesi ilham olundu.
* Mağfiret olunması için hangi mezarın başına gitse, kendisine o mezarda bulunanlardan azâbın kaldırıldığı ilham edilirdi.
* İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine (k.s.), "Senin söylediğin ve yazdığın ilimlerin hepsi bizdendir." şeklinde ilham olundu.
* İmâm-ı Rabbâni Hazretleri buyurdu ki: İslâmiyeti gördüm. Kervanın, kervan saraya indiği gibi, bizim mahallemize, etrâfımıza indi."
* İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri buyurdu ki: "Ramazân-ı şerîfin son on gününde idi. Terâvih namazı kıldıktan sonra, kendimde bir gevşeklik hissedip yatağıma yatmak istedim. Yatarken, bu gevşekliğin çokluğundan evvelâ sağ tarafa döneceğimi unuttum. Hâlbuki bu sünnet idi. Sol tarafa dönüp yattım. Bir müddet sonra sünneti terk ettiğim hatırıma geldi. Bunu ilk defa terk ettiğimi düşündüm. O anda unutarak ve sehven olduğu bildirildi. Fakat, sünneti terketmek korkusu benden gitmedi. Hemen kalktım; sağ tarafa dönüp yattım. Bunu yaptıktan sonra Allâhü Teâlânın nihayetsiz nûrve feyzleri zâhir oldu ve şöyle bildirildi: " Sen bu kadar sünnete riâyet edince, âhirette hiçbir şekilde sana azâb etmem!"
* Yine Ramazân-ı şerîfin son on gününde buyurdu ki: " Bu gün son derece güzel bir hâl zâhir oldu. Yatağımda uzanmış yatıyordum. Gözlerimi kapamıştım. Yatağımın üzerine bir başkasının gelip oturduğunu hissettim. Bir de ne göreyim, evvelkilerin ve sonrakilerin seyyidi, efendisi Peygamberimiz (s.a.v.). Buyurdu ki:
—"Senin için icâzet yazmağa geldim. Hiç kimseye böyle bir icâzet yazmadım." Gördüm ki, o icâzetnâmenin metninde bu dünyâya âit büyük lütuflar yazılı idi. Arkasında da öbür dünyâya âit, çok inâyetler yazmışlardı." (Mektubât 3. cild, 106'ıncı mektup)
* Resûlullah (s.a.v.) İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine (k.s.), "yârın kıya-met günü binlerce insanı senin şefâatin ile affederler" müjdesini verdi.
* Muhammed Hâşim-i Kişmî şöyle anlatmıştır: " İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri Peygamber efendimizden (s.a.v.) bu müjdeyi alınca, bu ni'metin şükrünü edâ etmek için, bir ziyâfet verdi. O ziyâfette kendileri-nin;
—"Beni iki deryâ arasında "sıla" yapan Rabbime hamd ederim" söz-lerine temasla şöyle arz ettim: "Azizlerden birisiyle bu hususta münâkaşa ettik. Dedi ki, Allah aşkına! Peygamber efendimizden (s.a.v.) Mehdî hakkında olduğu gibi, bunun hakkında da böyle bir müjde zâhir olmuş mudur? Ben dedim ki:
—" Hadîs- i şeriflerde ona âit bir işaret olmadığını nereden bileyim ki, biz bütün hadîsleri bilmiyoruz." O aziz dedi ki:
—"İmâm Süyûtî'nin "Cem'ul-Cevamî", kitabı bende var. Onda bu-lunmıyan çok az hadîs-i şerif vardır. Gel, bu ümmetin fazîletleri kısmında arayalım." Bu arama esnâsında bir hadîs-i şerif rastladık ki, aradığımıza tam uygun idi. Ve o hadîs-i şerif şu idi:
—"Ümmetimden "sıla" isminde biri gelir. Onun şefâatiyle, çok çok kimseler Cennete girerler." Ben o azîze dedim ki:
—"Ne için bu hadîs-i şerif İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin hâline bir işâret olmasın."
—"Olabilir" dedi ve sustu.
Onların kalemi ile açık olarak yazılan "Sıla" kelimesini duydum ve gözümü hadîs-i şerîfin sonu olan şefâat kelimesine diktim. Elhamdülillah ki, o müjdeye de kavuştum."
Hazreti İmâm tebessüm ettiler ve bu fakîr hakkında iltifâtlar buyur-dular. (Muhammed Haşim-i Kişmînin ifadesi burada bitti)
* Vesveseler veren Hannâsı (şeytanı) İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri sinesinden dışarı çıkardılar. Kendisi bunu şöyle anlatmıştır: "Duhâ" (kuşluk) namazında idim. Âniden sinemden büyük bir belânın dışarı çıktığını gördüm. Ondan sonra, onun yuvasının da sinemden çıkarıldığını gösterdiler. Etrâfında bulunan büyük zulmetten de bir eser kalmadı. Kalbimde büyük bir inşirâh (ferahlık) buldum. Göğsümden çıkanın, Resûlullah'ın (s.a.v.) ondan Allâhü Teâlâya sığınmakla emir olunduğu Hannâs olduğunu bildirdiler. Ve yine bildirdiler ki, usûl-i dinden zâhir olan düşünce ve tehlikelerin menşe-i bu Hannâsdır ki, göğüste yuvası vardır. Kalbi her zaman oradan iğneler.
* Allâhü Teâlâ mutlak inâyet ederek, gizli şirki İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin ibâdetlerinden kaldırdı. Buyurdular ki: "Bir kaç gün amel-lerdeki kusurlarımı görme hâli, beni o kadar kapladı ki, namazda Fâtiha sûresini okurken; "Elbette sana ibâdet ederiz" kelâmına gelince, hayret edip; "Eğer bunu okursam, onun ma'nasıyla hâllenmiş değilim" dedim. Ve " Ey imân edenler! Niçin yapmıyacağınız şeyi söylersiniz? (Saff-2) âyet-i kerîmesi ile amel etmiş olurum; diye aklıma geldi. Okumazsam, onsuz namaz tamam olmaz diye düşündüm. Bu hâlde iken, Allâhü Teâlâ, benim ibâdetlerimden gizli şirki kaldırdığını bildirdi.
—"İyi bil ki, Allah için olan din, şirk ve riyâdan uzak olarak ibâdet etmektir." ( zümer-3) âyet-i kerîmesinin ma'nâsı zâhir oldu. Bunun için Allâhü Teâlâya hamd ederim.
* İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, Peygamber efendimize (s.a.v.) bağlılığının çokluğundan, İmâm-ı A'zamın ve İmâm Şâfiî'nin (r.a.) ve bü-tün talebelerinin ictihatlarına tabi olmanın fazlalığından, hepsinde fenâ ve bekâya kavuştular. Bunu kendisi şöyle anlatmıştır:
—"Bir sabah zikir halkasında idim. Âniden bir fenâ hâlizâhir oldu. Kendimden geçtim. Bu hâl o günün ikindi namazından sonrasına kadar devâm etti. Gördüm ki; ümmetin ışığı, imâmların imâmı, Ebû Hanîfe Kûfî (r.a.) bütün talebeleri ile ve kendi mezheblerinden bütün müctehitler et-râfımda toplandılar ve beni sardılar.
Hocalarından İbrâhim Nehaî gibileri de orada gördüm. Sonra gördüm ki, İmâm-ı A'zâm'ın ve bu imâmlardan hepsinin nûru bana geldi. Ben onların bu nûrlarından kendime geldim ve bekâya kavuştum. Tamamen o nûrlara gömüldüm. Her birinin nûrunu ayrı ayrı kendimin bir parçası gördüm. İki -üç gün sonra aynı huzur ve bekâ, İmâm Şâfiî ve talebesi ve mezhebindeki müçtehidleri ile zuhûra geldi. Hanefî âlimlerinin benden ayrılıp çıktıklarını, İmâm Şâfiî'nin talebesinin ve müctehidlerinin bana geldiklerini, kalbime girdiklerini gördüm. Evvelkiler gibi, bunların da nûrları benim parçalarım oldu. Birkaç saat sonra, Hanefî mezhebinin nûrları, eskisi gibi tekrar bana geldiler. Şimdi kendimi bu iki mezhebin nûrlarına kavuşmuş buluyorum…"
* İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri buyurdu ki: "Erkeklerden ve kadın-lardan vâsıtalı ve vâsıtasız olarak bizim yolumuza girmiş olanları ve gi-recekleri bana gösterdiler. İsimlerini, soylarını, doğum zamanlarını ve memleketlerini bize bildirdiler. İstersem hepsini tek tek sayabilirim. Hepsini bana bağışladılar."
* Yine buyurdu ki: "Hindistan'da peygamberler geldiğini bildirdiler (aleyhimüsselâm). Ba'zılarına üç, ba'zılarına iki, ba'zılarına bir kişi îmân etti." Bu memlekette bulunan, bu peygamberlerin ba'zılarının mübârek mezarlarını da İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine (k.s.) gösterdiler ve onların nûrlarını müşâhede eylediler.
* İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerivefâtına yakın buyurdu ki: "Bir in-sana verilmesi mümkün olan bütün kemâlleri, olgunlukları bana ihsân ey-lediler. Peygamber Efendimize (s.a.v.)tâbi ve varis olmakla bu makâma kavuşturdular."
* Buyurdu ki: "Bir gün amellerimdeki kusûru görme hâli beni kapladı. Büyük bir pişmanlık ve kırıklık içinde iken;
—"Allâhü Teâlâ için tevâzu göstereni, Allâhü Teâlâ yükseltir" hadîs-i şerîfigereğince, şöyle bir nidâ geldi:
—"Seni ve kıyâmete kadar seninle vâsıtalı ve vâsıtasız olarak tevessül ve vesîle edenleri mağfiret eyledim."
YAZIYA HÜRMET
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin (k.s.) talebelerindenMuhammed Hâşim-i Kişmî anlatıyor:
—"Birgün Hazreti İmam'ın huzûrunda oturuyordum. Ma'rifetleri yazıyordu. Âniden bevl sıkıştırması sebebiyle kalkıp helâya gitti. Fakat hemen sür'atle dışarı çoktı. Böyle sür'atle helâya girip, hemen aceleyle dışarı çıkmalarına hayret ettim. "Acabâ bunun sebebi nedir?" dedim. Helâdan çıkar çıkmaz su ibriğini istedi ve sol elinin baş parmağının tırna-ğını yıkadı ve oğaladı. Sonra tekrar helâya girdi. Bir müddet sonra çıkınca buyurdu ki: "Bevl sıkıştırdı, acele ile helâya girdim ve oturdum. Gözüm tırnağımın üzerine gitti. Üzerinde siyah bir nokta vardı. Kalem yazıyor mu diye kontrol etmek için bunu yapmıştım. Hâlbuki, o nokta Kur'ân-ı kerîmin harflerini yazarken kullanılırdı. Orda oturmağı doğru görmedim ve edebe riâyete uygun bulmadım. Bevl sıkıştırmasından dolayı sıkıntı çektimse de, bu sıkıntı, bir edebi terketmenin vereceği sıkıntının yanında çok az göründü. Dışarı çıktım. O siyah noktayı yıkadım ve tekrar içeri gir-dim."
MÜSTEHABA RİAYET
Muhammed Haşim-i Kişmî anlatıyor:
Bir gün İmam-ı Rabbani Hazretlerinin huzurlarında idim. Mevlânâ Sâlih-i Haşlânî'ye emir buyurup;
—"Bahçeden birkaç karanfil alıp getir" dedi. O da altı tâne karanfil alıp getirdi. Karanfilleri çift sayıda getirdiği için onu azarladı ve;
—"Bizim en aşağı bir talebemiz, hiç olmazsa şu kadarını duymuştur ki: "Allâhü Teâlâ tektir ve teki sever." Tek'e riâyet ve dikkat müstehâbdır. İnsanlar müstehâbı ne zannediyorlar. Müstehâb, Allâhü Teâlânın sevdiği şeydir. Eğer dünyâyı ve âhireti Allâhü Teâlânın sevdiği birşey için verseler, hiçbir şey vermemiş olurlar" buyurdu. Sonra buyurdu ki: "Biz müstehâba o kadar riâyet ederiz ki, yüzümüzü yıkarken önce suyu sağ tarafımıza getiririz. Çünkü sağdan başlamak müstehâbdır."
EDEBE RİAYETİ
Muhammed Haşim-i Kişmî anlatıyor:
Birgün sedir üzerinde yaslanmış oturuyordu. Âniden fırlayıp yere indi ve şöyle buyurdu: "Yatağın altında bir kâğıt gördüm. Bu kâğıt üzerinde birşey yazılı olup olmadığını, varsa ne yazılı olduğunu anlayamadım. Bir kimseye o kâğıdı alıp kaldırmasını söyleyecektim. Fakat bu kadar zaman bile oturmayı edebe aykırı gördüm."
Yine bir gün, hâfızlardan biri kendi minderlerinden aşağı bir minder koyup üzerine oturarak, Kur'ân-ı kerîm okumağa başladı. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri bu durumun farkına varıp, hemen üzerinde oturduğu yüksek minderi bir kenara çekip yere oturdu. Hiçbir zaman Kur'ân-ı kerîm okumakta olan hâfızdan yüksekte oturmazdı."
SÜNNETE RİAYETTEKİ GAYRETİ
Zamânının meşhûr âlimlerini ve İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerini de görmüş olan bir zât şöyle anlatmıştır: "İmâm-ı Rabbânî Hazretlerini(k.s.) görüp sohbetinde bulunduktan sonra, Burhânûr şehrinde onu sevenlerden meşhûr Şeyh Muhammed bin Fadlullah'ın huzûruna gitmiştim. Bu zât benden İmâm-ı Rabbânî(k.s.) Hazretlerini sordu ve:
— "O büyüğün huzûrunda bulunmuşsun, hadi gördüklerini anlat da dinleyelim" dedi. Ben cevâbımda;
—"Benim gibi bir maksatsızın, onun kalb hâllerinden ne haberi olur? Ama zâhirde sünnet ve sünnetin inceliklerine riâyet ve dikkat husûsunda, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerini şöyle buldum: Eğer bu zamânın bütün velîleri toplansa, onun yaptıklarının yüzde birini yapamazlar" dedim. Bunun üzerine Şeyh Muhammed bin Fadlullah çok sevindi ve şöyle buyurdu: "Mâdem ki böyledir, onun gibi bir din büyüğü, sırlardan ve hakîkatlerden ne söylerse ne yazarsa, hepsi sahîh ve doğrudur. Bunların doğru olduğuna ve bunlara kavuştuğuna işâret, sözlerinin doğruluğu ve hâllerinin tamâmen sünnete uygun olması yetişir."
EVLİYANIN YÜKSEK HALLERİ
Zamânın devlet adamlarından biri İmâm-ı Rabbâni hazretlerinin hâl-leri hakkında tereddütteydi. Birgün Hazreti İmam'ın komşusu ve kadıların reisi olan zâtla, yalnız bir yerdeyken;
—"Siz âlim bir zâtsınız, doğru konuşursunuz ve çok dindarsınız, komşunuz olan azîzin hâlini bana anlatınız" dedi. Bunun üzerine o zât şöyle dedi:
—"Kalb ve rûh âlimlerinin sözlerine ve hallerine bizim aklımız ermiyor ve almıyor. Fakat şu kadar söyleyeyim ki; "İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin (k.s.) hâllerini görünce, geçmiş evliyânın hâllerini ve sözlerini anladım ve bildim. Çünkü bundan evvel, geçmiş büyük evliyânın acâib hâllerini, riyâzetlerini, garip ibâdetlerini kitaplarda okuyunca, onları sevenlerin bunları abartarak yazmış oldukları hatırıma gelirdi. İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin hâllerini görünce, bu düşünce ve tereddütlerim kalmadı. Hattâ bu hâlleri yazanlara, az yazdıklarından dolayı kırılıyorum."
ZAHİRİ AMELE RİAYET
Talebelerine zikre çok devâm etmelerini, huzur ve murâkabeyi çok istemelerini söyler ve buyururdu ki:
—"Bu dünyâ; amel, çalışma, huzûr ve hâl elde etme yeridir. Bu kalb hâllerini, dîne uyarak yapılan zâhirî amellerin netîcesi olduğunu biliniz."
FIKIH İLMİNE TAM VAKIFTI
VE AMEL HUSUSUNDAÇOK HASSASTI
İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) fıkıh mes'elelerinde ilmi çoktu ve her mes'eleye ânında cevap verebilecek bir derecedeydi. Üsûl-i fıkıhta da tam bir mahâret sâhibiydi. Fakat ihtiyâtının çokluğu ve talebelerine numune olmak için, çoğu zaman kıymetli fıkıh kitaplarına başvururdu. Seferde ve hazarda ba'zı kıymetli fıkıh kitaplarını yanında bulundururdu. Daima müftâbih ve fıkıh âlimlerinin ittifak ettikleri fetvâlara uyardı. Ba'zı fıkıh âlimlerinin câiz dediği, ba'zılarının mekrûh dediği bir işte, o kerâhet tarafını tercih eder ve o işi yapmazdı. Buyururdu ki:
—"Bir mes'elenin yapılmasında ve yapılmamasında, helâl ve haram olmasında ihtilâf olursa, yapılmaması ve haram tarafını tercih etmelidir."
GECE İBADETİNE ÇOK RİAYET EDERDİ
Yaz olsun, kış olsun, seferde ve hazarda; ekseriyâ gecenin yarısından sonra, ba'zan da gecenin üçte ikisi geçtikten sonra kalkar, o vakitte okunması sünnet olan duâları okurdu.
ABDEST ALIŞI
Mükemmel bir abdest alırdı. Abdest alırken bir başkasının su dökme-sini istemezdi. Abdest suyunda o kadar ihtiyatlı davranırdı ki, bundan fazlası tasavvur olunamaz. Abdest alırken kıbleye dönmeye çok dikkat ederdi. Fakat ayaklarını yıkarken, kıbleye ayak uzatmamak için kuzeye ve güneye dönerlerdi. Her abdestte misvak kullanmağa ve her namazda abdest almağa çok dikkat ederlerdi. Her uzvu üç defâ yıkar, her defâsında, elleriyle uzuvdan suyu silerdi. Tâ ki yıkanan uzuvdan ve elle-rinden damlama ihtimâli kalmasın. Bunun sebebi; abdestte kullanılmış suyun temiz ve necis olması hakkında ihtilâf olması idi. Her ne kadar fetvâ, temiz oluduğuna dâir ise de, ihtiyatla amel ederdi. Her uzvu yıkar-ken, Kelime-i şehâdet ve "Tekmile-i Mişkât" gibi hadîs kitaplarında, ba'zı fıkıh kitaplarında ve "Avârif-ül-Meârif" de bildirilen abdest duâlarını okurdu. Abdesti bitirdikten sonra, o vakitte okunması bildirilen duâyı okurlar ve teheccüd namazına başlardı.
TEHECCÜT Ve SABAH NAMAZINI KILIŞI, GÜNÜN DİĞER VAKİTLERİNİ NASIL GEÇİRDİĞİ
Tam bir itminân, huzûr ve cem'iyyetle, uzun sûreler okuyarak tehec-cüd namazı kılardı. Öyle ki, insan gücü buna zor tâkat getirirdi. İlk za-manlarında, teheccüd, kuşluk ve fey-i zevâl namazlarında, Yâsîn sûresini tekrar tekrar okurdu. Hattâ bu sûreyi, bir namazda seksen defâ okuduğu olurdu. Ba'zan daha az, ba'zan daha çok okurdu. Son zamanlarda, daha çok, namazda Kur'ân-ı kerîmi hatm ile meşgul oldu. Teheccüd namazını bitirdikten sonra tam bir huşû' ve istiğrak ile sessizce murâkabeye otururdu. Sabahtan iki-üç saat önce, sünnete uyarak bir müddet yatardı. Böylece teheccüd namazı, iki uyku arasında olurdu. Sonra ortalık ağarmadan tekrar uyanır, sabah namazını kılardı. Sabah namazının sünnetini evde kılar, sünnetle farz arasında sessiz olarak; "Sübhânallahi ve bi-hamdihi sübhânallahil azîm" duâsını devamlı okurdu. Sabah namazının farzını kıldıktan sonra işrâk vaktine kadar, mescidde talebeleri, eshâbı ile murâkabe halkasında oturur, sonra iki selâmla dört rek'at işrâk namazı kılardı. O vakitte okunması icâb eden tesbihler ve duâlar ile meşgul olurdu.
Sonra evine gider hanımının ve çocuklarının hâllerini sorar eve lâzım olan ve yapılması îcâb eden işleri söylerdi. Sonra husûsî odasına çekilir, Kur'ân-ı kerîm okurdu. Bundan sonra da talebelerini çağırıp hâllerini sorardı. Yâhud da talebelerinin en yükseklerini çağırır, kendisine mahsûs sırlardan bahseder, bu sırları dinleyen talebeleri kendinden geçerdi. Çünkü bu ma'rifetleri dinlerlerken kendi nisbetlerini ve kendisine verilen ni'metleri onların kalblerine akıtırdı. Ba'zan talebelerinden herbirine, hâline ve istidâdına göre bir vazife verirdi. Talebelerinde hâsıl olan bir hâli ve değişmeyi anlardı. Hepsine yüksek maksatlı olmayı, sünnete uymayı, dâimâ zikr, murâkabe, huzûr ve hâllerini gizlemek üzere olmalarını, tekrar tekrar söylerdi. Buyururdu ki:
—"Eğer bu dünyâyı ve içerisindekileri Allâhü Teâlânın beğendiği, râzı olduğu bir işe vermekle, onun rızâsına uygun bir iş yapılacağı bildirilse, bunu büyük bir ganîmet biliniz. Bu, bir kimsenin kırık saksı parçaları ile, dünyânın en kıymetli mücevherâtını satın almasına benzer."
KELİMEİ TEVHİD OKUMAK
—"Görüşün ve gidişin âciz kaldığı, arzu ve himmet kanatlarının düş-tüğü, her bilgi ve buluşun dışına çıktığı zaman, insanı ( Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah) tevhid kelimesinden başka bir şey ilerletemez. Bu kelimenin âğuşuna (kucağına) sığınmadan, oralarda yükselmek olamaz. Sâlik bu güzel kelimeyi bir kere söylemekle, omakâma yükseliyor. Bu yüksek kelimenin işâret ettiği hakîkat sayesinde, o makamdan yukarıya ilerliyor. Kendinden uzaklaşıp, Allâhü Teâlâya yaklaşıyor. O yolun en az bir parçası, bütün bu gökler küresinden kat kat çoktur. Bu kelîmenin üstünlüğünü buradan anlamalıdır. Bütün bu mahlukların, bu kelime yanında varlığı hiç kalır. Duyulmaz bile. Büyük bir deniz yanında, bir damla kadar da değildir. Bu güzel kelimenin derecesi ne kadar yüksek ise, bu mukaddes kelimenin büyüklüğü, o kadar çok meydana çıkar.
Dünyâda bundan daha kıymetli, daha üstün bir arzu olmaz ki, insan, her bulunduğu yerde, (her işinde, her vazîfesinde) bu güzel kelîmeyi tekrar tekrar söylemekle lezzet alsın ve haz duysun. Ama ne yapılabilir ki, bütün arzular ele geçmiyor. İnsanlarla konuşmak ve gaflete düşmek çâresiz oluyor."
FIKIH KİTAPLARINI
OKUMAĞI TEŞVİK EDERDİ
Talebelerine fıkıh kitaplarını mütâlaa etmelerini söyler ve şöyle buyu-rurdu: "Din âlimlerinin kitaplarından, dinin sağlam hükümlerini araştırınız, çıkarınız. Hangileri müftâbihdir, hangileri ile amel edilmiştir ve hangileri bid'at ve merdûtturlar öğreniniz! Çünkü Peygamber Efendimizin (s.a.v.) zamânından çok uzak kaldık. Çok şeyler bozuldu. Bid'at ve günahların zulmeti her tarafı kapladı. Bu zulmette sünnet-i seniyye nûrundan, ışığından başka kurtuluş yolu yoktur."
Yine buyururdu ki: " Keşf gözüyle görüyorum ki: Bid'atler karanlık bir girdap gibi, bütün dünyâyı sardılar. Sünnetin nûru her tarafta ateş böcekleri gibi görünüyor."
SOHBET MECLİSİNDEKİ HALLERİ
Sohbetlerin çoğu sükût ile geçerdi. Sohbetlerinde bir müslüman gıybet edilmez, kimsenin ayıbı zikrolunmazdı. Talebeleri onun olduğu yerde, gayet edep ve huşû ile otururlardı. Temkin (dikkat) ve istikrârı (kararlılığı) o derece idi ki, bu kadar yüksek hâllere sâhip olduğu hâlde, onlarda bir değişme eseri görülmezdi. Coşma, bağırma, hattâ yüksek sesle "ah!" bile söylediği görülmezdi.
Muhammed Hâşim-i Kişmî anlatıyor:
—"İki sene huzurlarında bulunduğum hâlde, sadece üç-dört defâ göz yaşlarının temiz yüzlerine indiğini gördüm. Yine üç- dört defâ yüksek ma'rifetleri beyan ederken gözlerindeve yüzlerinde kırmızılık, iki mübârek yanaklarında harâret terleri ve kırmızılığı müşâhede eyledim. Birgün bir ma'rifeti beyân ederken, bir müddet sustular. Bu susma zamâ-nındaki duraklamada, büyük hâller, yüksek muâmeleler zâhir oldu. O zaman gözlerinde kendinden geçme eserleri ve bir parça kırmızılık gö-ründü."
KUŞLUK NAMAZI VE SONRASI HALLERİ
Kuşluk namazını sekiz rek'at olarak, odalarında yalnızkılar, sonra talebeleri ile yemek yerdi. Yemeğe önce kendisi başlardı. Bütün oğullarına ve talebelere pişen yemeklerden verirdi. Oğullarından, talebelerinden veya hizmetçilerinden biri orada bulunmasaydı, onun yemeğinin ayrılmasını emrederdi. Yemekten sonra yemek duâlarını okurdu. Son zamanlarında uzleti, yalnızlığı seçmişti. Çoğu zaman oruç tutardı. Ve aynı odada yemek yerdi. İnsanlar arasında meşhûr olan, yemeklerden sonra Fâtiha okumak, onlardan çok az görülmüştür.
Çünkü, sahîh hadîslerle gelmemiştir. Her günöğleden önce, bir defa, bir şeyler yerlerdi ve bu yedikleri çok az olurdu.
Bununla berâber, şöyle buyururdu:
—"Ne yapayım ki, âhir zaman geldiği için yemeklerde de bereket kalmadı. Açlıkta, dünyânın ve dinin Serveri Efendimize (s.a.v.) tam uy-mak mümkün olmuyor." Yine şöyle buyurdu:
—"Ârifi, meleklikten insanlığa yaklaştıran, yemekten başka bir şey değildir. Yemeği huşû' ve huzûr ile yerdi. Yemek yerken, sol dizi yatırır, sağ dizi dikerek otururdu. Ba'zan da bağdaş kurarak yemek yerdi. Öğlenden önce sünnet olduğu için bir müddet kaylûleye yatar uyurdu. Müezzini, öğlenin evvel vaktinde ezân okurdu. Ezânı duyar duymaz he-men abdest alır, öğlenin sünnetini kılar ve buyururdu ki:
—"Peygamber Efendimiz (s.a.v.) peygamberlik geldikten vefat edin-ceye kadar, öğlenin sünnetini terk etmedi." Bu namazda ba'zan uzun, ba'zan kısa okurdu. Sonra dört rek'at farzı, sonra iki rek'at sünneti sonra da dört rek'at daha nâfile kılardı. Öğle namazı bittikten sonra, hâfızdan bir cüz veya daha az, yahûd daha çok Kur'ân-ı kerîm dinlerdi. Eğer verilecek ders varsa, verirdi. Eğer hâfız orada olmazsa kendi odasına gidip, Kur'ân-ı kerîm okurdu.
İkindi namazını, her şeyin gölgesinin, iki mislini geçtikten sonra kı-lardı. İkindiden sonra akşama kadar, talebeleriyle berâber, sessizce mu-râkabede otururlardı. Bu sabah ve ikindi halkalarında, kalben talebelerin hallerine teveccüh ederdi. Akşam namazını hava bulutlu değilse, vaktin evvelinde kılar, farzdan sonra kalkmadan on kere kalbden; "Lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke leh, Lehü'l-mülkü ve Lehü'l-hamdü yuhyî ve yümît ve hüve hayyün lâ yemût biyedihil-hayr ve hüve alâ külli şey'in kadîr" kelimesini okurdu. Farzdan ve sünnetlerden sonra; "Allahümme entesselâm ve minkesselâm tebârekte yâ zelcelâli velikrâm" duâsından fazla bir şey okumazdı.
Akşamleyin iki rek'at sünneti kıldıktan sonra, evvabin namazını kılar, sonra o vakitte bildirilen duâları okurdu.
Evvabin namazını altı rek'at kılardı. Ba'zan dört rek'at kıldıkları da olurdu. Bu hususta buyurdu ki: "Ba'zı hadîs şerhedicileri, hadîste bildirilen altı rek'ata, akşam namazının iki rek'at sünnetinin de dâhil olması muhtemeldir, dediler." Bu namazda ekseriyyâ Vâkıa sûresini okurdu.
Yatsı namazını İmâm-ı A'zam'ın bildirdiği vakte göre, ufuktaki be-yazlık kaybolunca kılardı. Yatsının farzından evvel dört rek'at sünneti kı-lardı. İki rek'at yatsının sünnetinden sonra, dört rek'at nâfile kılardı. Son dört rek'at sünnette, Elif lâmmim, Secde, Tebâreke ve Kulyâ eyyühelkâ-firûn ve Kulhüvallahü ehad sûrelerini okurdu. Ba'zan o dört rek'atta dört Kul (ya'ni Kulyâ eyyühel kâfirun, kulhüvallahü ehad ve kul e'ûzüleri) ayrı ayrı okurdu. Eğer bu dört rek'atta, Elif lâm mîm, Secde sûresini ve Mülk sûresini okumazsa, vitir namazından sonra, bu iki sûreyi ve Duhân sûresini okur, bunların bu vakitlerde okunmasını talebelerine söylerdi. Vitir namazının birinci rek'atında ekseriyyâ "A'lâ" sûresini, ikinci rek'atta "kâfirun" sûresini, üçüncü rek'atta "ihlâs" sûresini okurdu.Vitir namazını kıldıktan sonra oturarak iki rek'at nãfile namaz kılardı. Birinci rek'atta "Zilzal", ikinci rek'atta "Kâfirûn" sûrelerini okurdu. Son zamanlarında, bu iki rek'atı nâdir olarak edâ eyledi ve buyurdu ki: "Fıkıh âlimlerinin bu hususta çeşit çeşit sözleri vardır."
Vitir namazından sonra âdet hâline gelen iki secdeyi yapmazdı. Buyurdu ki: "Âlimler bunun kerâhiyyetine fetvâ verdiler. Vitir namazını ba'zan yatsıdan, ba'zan da teheccüd namazını kıldıktan sonra kılardı. Ba'zılarının yaptığı gibi, gecenin evvelinde kılınan vitir namazını, gece kalkınca bir daha kılmazdı. Buyurdu ki: "Peygamber efendimiz (s.a.v.) bu-yurdu ki:
"Bir gece iki vitir olmaz."
Yine buyurdu ki:
"Bir gece bana gösterdiler ki: Vitir namazını kılmayıp yatan ve ge-cenin sonunda kılacağım diye tehir edene, sevâb meleği, vitir namazını kılıncaya kadar sevâb yazar. O hâlde, vitir ne kadar geç kılınırsa, o kadar iyi olur. Bununla berâber buyurdu ki: "Vitriacele kılmakta veya te'hir eylemekte Peygamber Efendimize (s.a.v.) uymaktan başka hiçbir şey göremiyorum. Ve, hiç bir fazîleti ona mutâbeat ( yani tâbi olmak) ayarında bulamıyorum. Resûlullah (s.a.v.), vitri ba'zan gecenin evvelinde, ba'zan da gecenin sonunda kılardı. Şekilde ve sûrette de olsa, kendi saâdetimi her işte, O servere (s.a.v.) benzemekte bilirim. Binlerce gecenin ihyâsını, bir mutâbeatın, Resûlullaha bir işte uymanın, yarısına değişmem.
— Ramazân-ı şerifin son on gününde i'tikafta idim. Talebelerimi top-layıp dedim ki: " Resûlullaha (s.a.v.) tâbi olmaktan başka hiçbir şeye niyet etmeyiniz. Bizim insanlardan ayrılmamızdan ve uzletimizden ne çıkar. Yüzlerce tutulmayı, bir mutâbeatı (uymayı ) elde etmek için kabûl ederim. Ama tevessülsüz (bir zata bağlanmadan), binlerce uzleti kabûl etmem.
Allâhü Teâlâ, Peygamberine (s.a.v.) tam uymağı nasîb eylesin."
Yatsı namazını ve vitir namazını kıldıktan sonra, hemen yatmaya gi-derdi. Yatmadan evvel okunması bildirilen âyetleri ve duâları okurdu.
Yatsıdan sonra hemen yatmak hakkında buyururdu ki: " Yatsı nama-zından sonraki uyanıklık, gecenin sonundaki uyanmayı geciktirir." Eğer bir kimse bu vakitte yanlarına otursa, gâyet resmî konuşurdu.
Son zamanlarda, Cum'a geceleri talebelerini toplarlar, bin adet salevât-ı şerife okuyup Resûlullaha (s.a.v.) gönderirlerdi. Bunu bitirdikten sonra, bir müddet murâkabede oturur, tam bir inkisâr (kırıklık) ile duâ ederdi. Tavırlarından bununla emr olunduğu anlaşılırdı. Ya Abdülkâdir-i Geylânî'nin (r.a.) tertib eylediği, Evradı kadiriyyeyi ve Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin tertip ettiği Evrâdı Bahâiyyerisâlesini okurdu.
Cum'a namazında câmiye ve bayram namazlarında bayram namazının kılındığı yere giderdi. Cum'a namazından sonra, ihtiyâten zuhru âhır namazınıda kılardı. Cum'a namazını kıldıktan sonra, Fâtiha, İhlâs ve mu'avvizeteyn'in her birini yedi kere okurdu. Kurban bayramı günü tekbirleri, yolda giderken yüksek sesle söylerdi. Ba'zan da alçak sesle söylerdi. Zilhiccenin ilk dokuz gününde, gündüzleri oruç tutardı, geceleri, sabahlara kadar ibâdet eder, uzlete çekilip ibâdet ile meşgûl olurdu. Hacca gidenlere benzemek niyetiyle o günlerde saç ve tırnak kesmezlerdi. Ama, arefe günü, Arafattakilere benzemek için, hacıların yaptıklarını yapmazdı. Bu on günde gece ve gündüz, "Velfecr" sûresini okurdu. Bunun gibi, bu ayın onundan sonra Küsûf namazını kılardı. Teravih namazını seferde ve hazarda tam bir cem'iyyet ve huzur ile kılar, Kur'an-ı kerîmi tekrar tekrar hatm ederdi. Bu günlerde iki veya üç defâ hatm ederdi. Teravih namazı aralarında ba'zan salevât-ı şerife, ba'zan da bu zamanda okunması icâbeden duâları okur, üç kerre "Sübhâne zil-mülki ve'lmelekût..." duâsını okurdu. Ramazan haricinde de dâima hatm okurdu. Buyururdu ki: "İnsanlar arasında meşhûr ve şevk ile mukarrer olan "Hatmi Ahzab" bu yo-lun sohbetlerinde sünnet olarak söylenmiştir." Buyurdu ki: "Azizlerden biri, Mavlânâ Ya'kûb-i Çerhî'nin (k.s.) yazdığı şu şiri görmüş ve "Hatmi Ahzâb"ı şöyle bildirmiştir:
Beyt:
"Fâtiha, En'âm, Yûnus, Tâhâ'yı eyle tamam,
Ankebût'la, Zümer'le, Vakıa'yla vesselâm."
Kur'an-ı kerîm okurken dinliyenler, simâsından, Kur'an-ı kerîmin es-rârını ve bereketlerinin ona akıp geldiğini anlarlardı.
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri namaza dururken, tekbir almak üzere iki elini kulaklarına kaldırır, avuç içlerini kıbleye çevirir, parmak-larının arasını hafif açık tutar, baş parmaklarını kulak yumuşaklarına değdirir ve; "Allahü ekber" diyerek tekbir alırdı. Sağ elini sol eli üzerine koyup, sağ elini baş ve serçe parmağını halka yaparak sol elinin bileğini kavrardı. Namazda iki ayağının arasında mesâfe, dört parmak genişliğinde idi. Namazda ayakta dururken kıyâmda iken, her iki ayağı üzerine tam basardı. Tek ayağı üzerine meyl etmezdi. Kıyâmda iken, secde edeceği yere bakardı. Kırâatı, okumayı tecvid kâidelerine uygun ve tertîl üzere tek tek okur, âyet-i kerîmeleri ma'nalarını anlar, esrârına ererdi. Kıyâm ve kırâattan sonra tekbir alıp rükû'a eğilirdi. Rükû'da başını sırtıyla aynı hizâda tutup, belini de düz tutardı. Rükû'da el parmaklarıyla diz kapaklarını kuvvetlice kavrar, ayaklarına bakardı. Rükû'dan doğrulunca kavme yapar, Sübhanallah diyecek kadar, ya'ni bir tesbih miktarı ayakta dik dururdu. İmâm olunca, rükûdan kalkarken; "Semiallahü limen hami-deh" der sonra içinden; "Rabbenâ lekelhamd" söyler. Cemâat ile kılarken ise imâm; "Semiallahü limen hamideh" dedikten sonra o; "Rabbenâ lekel hamd" derdi. İki secde arasında bir tesbih söyleyecek kadar durur "celse" yapardı. Secdede kucağına bakardı. Secdede karnını dizlerine ve uyluklarına bitiştirmez, açık tutardı. Secdede a'zâlarını yere tam koyardı. Rükû'da ve secdede öyle bir hâl ve yakınlık hâsıl olurdu ki, onu ancak kendisi bilirdi. Rükû' ve secdede, el ve ayak parmaklarını kıbleye karşı uzatırdı. Talebeleri ve kendisine bağlı olan eshâbı namazı onun gibi kılmaya çalışırlardı.
Talebelerinin meşhûrlarından Bedreddîn Serhendî şöyle anlatmıştır. "Ben, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin talebesi olmadan önce, ba'zan Cum'a namazı kılmak için onun mescidine giderdim. Mescidde onun namaz kıldığını görenler, "Sanki o, Resûlullah'ın (s.a.v.) nasıl namaz kıldığını görerek namaz kılıyor" derlerdi. Ben âlimlerden ve şeyhlerden çok kimsenin namaz kılışını gördüm, fakat, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin namaz kılışı gibi hiç kimsede görmedim. Namazın âdâbına ve erkânına öylesine uyardı ki, onun namaz kılması büyük bir hârika idi. Öylesine bir ta'zim, temkin, huşû', vekâr ve inkisâr gösterirdi ki, böyle namaz kılmak, ancak Resûlullaha ittibâ tam tâbi olmak ve râsih âlim olmakla ve bâtınî kuvvetin nihâyetine ulaşmakla mümkün idi. Benim ve pekçok kimsenin İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine talebe olması, onun namaz kılışına hayranlık sebebiyledir."
Namazda ve namaz dışında Kur'ân-ı kerîm okurken, korku âyetlerini öyle bir şekilde okurdu ki, korku ifâdesi yüzünden belli olurdu. Recâ, (ümit) âyetlerini tebessüm ederek, suâl şeklinde olan âyetleri suâl şeklinde okurdu. Kur'ân-ı kerîm okurken aslâ tegannî yapmazdı. Yolculuk esnâsında, hayvan üzerinde mahfilde oturur, bir yastık alıp üzerinde Kur'ân-ı kerîm okurdu. O vaziyette, ba'zan altı cüz, ba'zan da daha az okurdu. Secde âyeti gelince secde ederdi. Üzerinde Kur'ân-ı kerîm olan minderi gözlerine çok yakın tutar ve böylece gözlerinin uygun olmayan birşeyi görmemesini te'min ederdi. Yalnız namaz kıldığı zaman, rükû'daki ve secdedeki tesbihleri beş, yedi, dokuz veya onbir defâ, hâle ve vakte göre okurdu. Buyururdu ki: "Yalnız namaz kılan bir kimsenin kuvveti, kudreti olduğu hâlde, tesbihleri en az olarak söylemesi ne kadar ayıb olur."
Yine buyururdu ki:
—"Namazda, sünnetlere, müstehablara ve edeblere riâyet etmek, kalbin huzurda olmasına sebep olur. Çünkü bütün bu riâyetler zikrdir ve Allâhü Teâlâyı hatırlamak ve O'na teveccühtür."
Yine buyururdu ki:
—"İnsanlar, riyâzet ve mücâhedelere heves ederler, hâlbuki namazın edeblerine riâyet ve dikkat etmek, riyâzet ve mücâhedelerden çok daha üstündür. Bilhassa, farz, vâcib ve sünnet namazlarında, buyurulduğu gibi namaz kılmak çok zor ele geçer. Bunun için Allâhü Teâlâ buyuruyor ki: "Namaz (nefsinize) ağır gelen bir yüktür. Ancak kalbinde huşû' olanlara ağır gelmez." (Bekara-45)
Buyururdu ki: "Birçok vera' ve riyâzet sâhibi insan görüyorum ki, ri-âyet ve ihtiyâta gayret ediyorlar, ama namazın edeblerinde gevşeklik gösteriyorlar."
Abdest aldıktan sonraki, iki rek'at namazı ve câmiye girince, hürmeten kılınan iki rek'at tehiyyat-ül-mescid namazını terk etmezdi. Revâtib sünnetleri gibi, zevâid sünnetleri de hazarda ve seferde dâimâ kılardı.
İyi amellerde ve işlerde bir ilâve ve noksanlık yapmamak için çok ih-tiyatlı davranırdı.
İstihâre ederek iş yapardı. Ba'zan da kalbinin kanâati ile ve sünnet olan duâları okuyarak iş yapardı. Ba'zan birçok mühim mes'eleye bir is-tihâre yapar, istihâre yaptığı işleri ayrı ayrı sayardı. Eğer istihârenin evvelinde mühim olan bir şeyi unutsa, istihârenin arasında veyâhud so-nunda onu da yerine getirirdi. Teşehhüdde "Ettehiyyâtü okurken" sağ elinin parmağını (işâret parmağını) kaldırmazdı. Buyururdu ki:
—"Her ne kadar ba'zı hadîslerin zâhiri, görünüşdeki ma'nâları, parmak kaldırmağı gösteriyorsa da, hattâ Hanefî âlimlerinden bunun câiz olduğuna dâir rivâyetler gelmişse de, iyi araştırılır, incelenirse ihtiyatlı olmak lâzım geldiği ve hakîki fetvâların bunu terketmeyi îcâb ettirdiği anlaşılır."
Hastaları ziyârete gider, ziyarette Peygamberimizden (s.a.v.) naklen gelmiş olan duâları okurdu. Hattâ ba'zı hastaların şifâ bulması için, kalb ile de teveccüh ederdi. Birçok hasta, bu feyzler menba'ının teveccüh ve duâları ile iyileşirdi. Kabirleri ziyârete gider, ölüler için mağfiret ister ve duâ ederdi. Da'vetlere giderdi. Fakat, günah işlenen, oyun oynanan, semâ ve raks edilen yerlere ve da'vetlere gitmezdi. Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine kıl ucu kadar uygunsuzluğu bulunan hâli kabûl etmezdi.
Ahrâriye yolunun büyüklerini, diğer yoldakilerden daha üstün bilirdi. Bu yola;
—" Eshâb-ı kirâm yolunun aynısıdır" derdi. Çünkü buyururdu ki;
— "Sonda olanlar, başlangıca yerleştirilmiştir." Yine şöyle buyururdu: "Bu yolumuzun büyükleri;" Bizim nisbetimiz, yolumuz, bütün nis-betlerden, yollardan üstündür" buyurdular. Bunun sebebi, onların bu yo-lunun sünnete uymakta ve azîmete riâyet ve dikkat etmekte, diğer yol-lardan daha ilerde olmasıdır. Böyle olunca, nisbetleri de diğerlerinin nis-betinden üstün olur. Bu yolda sonra gelenlerin, Hâce Bahâüddin Buhâri ( Şâh-ı Nakşibend), Alâüddîn Attâr, Hâce Muhammed Pârisâ ve Hâce Ubeydullah Ahrâr gibi büyüklerin yollarına uymayan ruhsat cinsinden hareketlerini beğenmezdi.
Beydâvi tefsîri, Sahîh-i Buhâri, Mişkât-i Mesâbih, Avârif-ül Meârif, Pezdevî, Hidâye ve Şerhi Mevakıf gibi ba'zı din kitaplarını, ders olarak mükemmel bir şekilde okuturdu. Ömrünün son günlerinde dahi talebele-rine ilim tahsilini sıkı sıkı emreder, ilim tahsîlini önde tutardı.
Bir yere gitse, sünnet olan günlerde yola çıkardı. Buyururdu ki: " Günlerin uğursuzluğu Peygamber efendimizin (s.a.v.) dünyâya teşrifle-rinden sonra kalkmıştır. Buna;
" Günler, Allahın günleri, kullar da Allahın kullarıdır" hadîs-i şerîfi delildir, derdi. Yolculuğa çıkacağı zaman, istihâre eder ve yolculuğa çı-karken okunması icâbeden duâları okurdu. Bunun gibi, konaklama ve duraklama yerlerinde sünnet olan duâları terketmezdi. Elbiselerini gi-yerken, su içerkenyemek yerken ve aynaya bakarken, bu zamanlarda okunması bildirilen duâları okurdu.
Çok hamd ve istiğfâr ederdi. Az bir ni'mete çok şükrederdi. Hattâ evlâ olan bir işi terketse çok fazla istiğfar ederdi. Eğer bir belâya mâruz kalırsa;
—"Kötü amellerimiz ve hâllerimiz sebebiyledir" derdi. Fakat o belâyı, bir çok kirleri temizleyen bir sabun gibi görürdü. Buna, yükselmenin sebebi derdi. Vaktin sultânının İmâm-ı Rabbâni hazretlerini bir kalede hapsettiği günlerde talebelerinden biri ona bir mektup yazıp, hâlinin kabzından (tutulmasından), daralmasından ve insanların eziyetlerinden şikayet etmişti. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri bu talebesine cevap olarak şu mektubu yazdı:
—"Allâhü Teâlâya hamd olsun, sevdiği seçtiği kullarına selâmlar ol-sun. Gönderdiğiniz mektup geldi. İnsanlardan eziyet ve cefâ gördüğünüzü yazıyorsunuz. Bu cefa bu yoldakilerin güzelliğinin ta kendisidir ve onların paslarını temizlemek ve cilâlamaktır. Niçin kabz, hâllerin daralmasına ve bulanmasına sebeb olsun! Bu fakîr, bu kaleye ilk geldiğim zamanlar, insanlardan gelen nûr dalgalarını, ışık bulutları gibi buldum ve hissettim. Bunların verdiği sıkıntılara katlanmak sebebiyle hâlim alçaklardan, yükseklere çıkarıldı. Bir çok seneler, cemal sıfatlarının terbiyesi ile, çok konaklar makamlar aşdırdılar. Şimdi celâl ile ediyorlar ve yüksek makamlara kavuşturuyorlar. Bu belâ ve cefalara sabrediniz, hattâ râzı olunuz. Cemâl ile celâli aynı biliniz. Yazıyorsunuz ki: " Bu fitnenin zu-hûrundan, ya'ni sizi kaleye hapsetmeleri sebebi ile, ne zevk kaldı ne de hâl."Hâlbuki zevk ve hâllerin artması lâzımdır. Çünkü mâhbubun ( Allâhü Teâlânın ) cefâsı vefâsından daha çok lezzet verir. Niçin belâ olarak düşünülsün." Avam gibi konuşuyorsunuz ve kendinizi ni'metlerden uzak görüyorsunuz. Çünkü cemâlde ve ni'metlerde, mahbûbun arzusu vardır. Celâlde kendi arzusu yoktur. Buradaki vaktim ve halim, eski hâllerimden çok daha ayrıdır, çok daha yüksektir. Aralarında büyük farklar vardır."
ŞEMAİLİ
İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) on yedi sene sohbetinde ve hiz-metinde bulunan ve talebelerinin meşhûrlarından olan Bedreddîn Serhendî, Hadarât-ül Kuds kitabında, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin(k.s.) şeklini, sûretini, mübârek yüzünü şöyle ta'rif etmiştir.
—"Onun mübârek hilyesini şöyle beyân edelim ki, sevenleri ve yo-lunda bulunanlar, onun mübârek yüzünü ve sohbetlerini düşünerek feyz alsınlar. Beyaza yakın buğday tenli ve açık alınlı idi. Alnında ve mübârek yüzünde öyle bir nûr parlardı ki, ona bakacak tâkat kalmazdı.
Bir talebesi de; " Ne zaman mübârek yüzüne baksam, alnında ve yanaklarında "Allah " yazılı görürdüm" demiştir. Kaşlarının arası açık idi. Kaşları yay gibi olup, uzun, siyah ve ince idi. Gözleri irice olup, siyahı tam siyah, beyazı tam beyaz idi. Mübârek burnunun ortası yüksekçe olup, ince idi. Dudakları kırmızı ve ince idi. Dişleri sık, birbirine bitişik olup, inci gibi parlar idi. Sakalları sık, heybetli ve yuvarlak olup, yanaklarına taşmazdı. Uzun boylu ve ince yapılı idi. Ya'nî şişman değildi. Sıcakta da olsa teri hep misk gibi kokardı. Yüzünün güzelliği Yûsuf aleyhisselâmın güzelliğini andırırdı. Vecâheti (heybeti), vakârı Halîlürrahmân İbrâhim aleyhisselâmın heybetini andırırdı. Onu gören gayr-i ihtiyâri, Yûsuf aleyhisselâmın güzelliğini bildiren;
"Böyle insan olmaz, bu ancak üstün bir melektir" (Yûsuf-31) meâlin-deki âyet-i kerîmeyi hatırlardı ve "Sübhânallah bu Allâhü Teâlânın velî kuludur" derdi ve;
"Görüldüklerinde Allâhü Teâlâ hatırlanır" hadîs-i şerîfini hatırlardı. Ondan her an ve her saat hârikalar zuhûr ederdi.
"Lokman aleyhisselâm dedi ki; âlimlerle otur, hikmet sahiplerinin söz-lerini dinle! Muhakkak ki, Allâhü Teâlâ bahar yağmuru toprağa hayat verdiği gibi, ölü kalbleri hikmet nûrları ile diriltir!
6000 KERÂMET
İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) hayâtını, menkıbe ve kerâmetle-rini anlatmak üzere yetmişden fazla kitap yazılmıştır. Bunların en meş-hûrlarından olan "Hadarât-ül-Kuds" kitabında meşhûr talebesi Bedreddîn Serhendî şöyle demiştir:
—"Onyedi sene İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine hizmette bulundum. Eğer huzûruna kavuştugum ilk günden i'tibâren, vâki olan keşf ve ke-râmetlerini, yüksek hâllerini, makam ve derecelerini yazsaydım, sâdece benim gördüklerim hesâba gelmezdi. Çünkü, her saat, her an o hazretten kerâmetler zuhûr ediyordu. Kaldı ki, hergün sâdece bir kerâmetini kaydetseydim, huzûrunda bulunduğum müddet içinde altı bin kerâmetini yazıp, kayda geçebilirdim."
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri buyurdu ki: "Bize amel ve işlerden ihsân olunan şeylerin hepsi, Muhammed aleyhisselâma tâbi olmak, uymak sebebiyle ihsân olundu. İşimin esâsını Muhammed aleyhisselâma tâbi olmakta bilirim."
İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) yüzlerce kerâmeti Zübdet-ül-ma-kâmât, Menâkıb ve Makâmât-ı Ahmediyye-i Saîdiyye ve Hadarât-ül-Kuds gibi kitaplarda yazılıdır.
Kerametlerinden bazıları şunlardır:
TEVECCÜHLERİ İLE...
* Mevlânâ Muhammed Yûsuf, o zamânın âlimlerinden bir zât idi. Muhammed Bâkî-billah onu tasavvufda yetişmesi, kemâle ermesi için İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) sohbetine göndermişti. Mevlânâ Yûsuf henüz kemâle ermeden hastalanmış ve ölümü yaklaşmıştı. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, onu ziyârete gitti. Mevlânâ Yûsuf teveccüh ve himmet istedi. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, murâkabe ile meşgûl olup, onu Fenâ ve Bekâ makamlarına kavuşturdu. O, bu hasta hâlinde, kalbindeki bu ilerlemeleri görüp, haber verdi. Yolu tamam eyledi ve aynı anda vefât etti, Allaha kavuştu.
GECE OLANI GÜNDÜZ ANLATMA
Çok uzak memlekette bulunan bir azîz, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) medhini duyup, Serhend şehrine geldi. Geceleyin bir kimsenin evinde müsâfir kaldı. İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinden istifâde etmek için geldiğini, ona talebe olmak şerefine kavuşmak istediğini ve bunun için çok neş'eli olduğunu söyleyince, ev sâhibi İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinikötülemeye başladı. O azîz çok üzüldü. Mahcûb oldu. İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine sığınıp kalbinden; "Ben yalnız Allah rızâsı için, size hizmet niyeti ile gelmiştim. Şu şahıs, beni bu saâdetten mahrum etmek istiyor" dedi. Bu sırada İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri birden bire yalın kılıç gözüküverdi. Hâllerini inkâr eden, o şahsı parça parça eyledi ve evden çıktı. O azîz sabahleyin mübârek huzûruna kavuşunca, geceki hâdiseyi arz etmek istedi. Fakat İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri;
—"Gece olanı, gündüz anlatma" buyurup, kerâmetini gizledi.
KUREYŞ SURESİNİ OKU
İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) eski talebelerinden seyyid bir zât şöyle anlatmıştır: "İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) birâderi Sürûnç beldesinde idi. Ona bir mektup yazıp huzûruna gelmesini istemişti. Bu mektubu götürmek için beni vazifelendirdi. Yola çıkarken selâmetle gitmem için duâ edip Fâtiha okudu ve bana buyurdu ki: "Yolda "Kureyş sûresini" çok oku ki tehlikelerden korunasın. Şâyet yolda müşkil bir iş ile karşılaşırsan bizi hatırla!"
Gitmek üzere yola çıktım. Yanımda iki kişi daha vardı. Sürûnç'a iki menzil yolumuz kalmıştı. Fakat önümüzdedehşetli bir çöl vardı. Bu çölde bir ara, yanımdakilerden ayrılıp biraz uzağa gittim. Abdest tâzeledim ve abdest aldıktan sonra iki rek'at namaz kılmak üzere namaza duracaktım. Bu sırada karşıma birden bire korkunç bir arslan çıkıverdi. Bana doğru yaklaşıyordu. Hemen hocam İmâm-ı Rabbâni hazretlerinin; "Bir müşkil ile karşılaşırsan bizi hatırla" emri hatırıma geldi. Kendi kendime; "Ey hocam! Allâhü Teâlânın izniyle imdâdıma yetiş, beni bu yırtıcı arslanın pençesinden kurtar!" dedim. Daha ben sözümü bitirmeden İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri gözüküverdi. Bana saldırmak üzere olan arslana benden uzaklaşması için eliyle işâret etti. Arslan kaçarak uzaklaşıp gitti. Bu hâdiseyi yanımda bulunan arkadaşlarım da gördü. Bana; "Böyle bir anda imdâdına yetişen bu büyük zât kimdir?" dediler. Ben de; " İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri" dedim. Onlar da bu hâdise üzerine İmâm-ı Rabbânî Hazretlerini çok sevenlerden oldular."
HADİ YÜRÜ GİT
"Hadarât-ül-Kuds" kitabının müellifi, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) kerâmetlerini yazarken, amcası Şeyh Muhammed'den naklen şöyle anlatmıştır: "İsfehan'dan dönmekte olduğumuz bir yolculukta atımdan heybem düşmüştü. Farkına varınca, atımı kâfiledekilere bırakıp heybeyi aramak için kâfileden ayrıldım. Şuraya da bakayım, buraya da bakayım diyerek ararken aradan çok zaman geçti. Kâfile gözden kayboldu. Kâfileden uzak kaldım. Çöl ve dağdan başka hiçbir şey göremiyordum. Yolumu kaybettim. Şaşkın, perişân bir hâlde, çâresizlik içinde ağlayarak her tarafa koşuyordum. Fakat kâfileden bir eser göremiyordum. Buralarda ölüp gideceğim, yolumu şaşırdım diye düşünüyordum. Sonra bir suyun başına oturup abdest aldım. Tam bir yalvarışla duâ edip, hocam İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) imdâdıma yetişmesini istedim. Ben böyle duâ ederken, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri bir at üzerinde karşıma çıkıverdi. Yanıma yaklaşıp durdu ve; "Elini ver" buyurarak elimden tutup beni atın terkisine bindirdi. Sonra atı sür'atle sürüp aradığım kâfileye yaklaştı. Ben kâfileyi uzaktan görünce beni attan indirip! "Hadi git" buyurdu. Kâfileye ulaştım, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri gözden kayboldu, bir daha göremedim."
HASTALIKTAN KURTULDU
Serhend kadılarından birinin oğlu, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) sohbetinde bulunanlardanve sevenlerinden idi. Bu genç bir defâsında çok ağır bir hastalığa yakalandı. Tabibler hastalığına bir ilâc bulamadılar. Bunun üzerine İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerine bir mektup yazıp, yalvararak, içinde bulunduğu şiddetli hastalıktan kurtulması için duâ is-tedi. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri mektubuna cevap yazıp; "Biz seni himâyemize aldık. Bu hastalıktan kurtulacaksın. Hatırını hoş tut" buyurdu. O genç İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) teveccühü ve duâsı bere-ketiyle, hastalıktan kurtulup sıhhate kavuştu. Sonra tekrar sohbetine devâm etmeye başladı. Bu hastalıktan kurtulduktan sonra hâlini zevk ve şevkle anlatıp, bağlılığını dile getirirdi.
HAFIZLIĞI GERİ GELDİ
İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) eski talebelerinden biri şöyle an-latmıştır: "Küçüklüğümde Kur'ân-ı kerîmi ezberleyip hâfız olmuştum. Daha sonra Serhend'den İlâhâbâd'a gittim. Zamanla işe dalıp ezberimi unuttum. Bende hâfızlık kalmadı. Aradan birkaç yıl geçti. Sonra memle-ketim olan Serhend'e döndüm. Bu sırada Ramazân-ı şerîf ayı idi. Serhend'e geldiğimde İmâm-ı Rabbânî Hazretleriyle (k.s.) görüşünce bana;
—"Hâfız! Terâvih namazını, hatim ile kıldır!" buyurdu. Kur'ân-ı ker-îmin ezberimde kalmadığını, hâfızlığımı kaybettiğimi söyledim. Fakat;
—"Okuyacaksın!" buyurdu. Üç defâ hâlimi arzedip; "Bende hâfızlık kalmadı" dedimse de kabûl etmediler. Çâresiz emre uydum. Terâvih namazını kıldırmak üzere imâm oldum. İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) himmeti ve emirlerinin bereketi ile, unutmuş olduğum hâlde ilk gün yirmibir cüz'ü ezberden okumak sûretiyle terâvih kıldırdım. imâm-ı Rabbânî hazretleri kıyamda dinledi. Diğer cemâat uzun müddet kıyamda durmaya güç yetiremedi. İkinci gün terâvihde hatmi tamamladım. Bende hâfızlık kalmadığı hâlde böyle okuyabilmem, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) bereketi ile idi."
İYİ OLACAKSIN
İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) talebelerinden Muhammed Türâb şöyle anlatmıştır: "Kardeşim ağır bir hastalığa yakalanmıştı. Hastalığı o derece şiddetli idi ki, artık kurtulma ümîdi kalmamış gibiydi. Hattâ kefeni bile hazırlanmıştı. Bu hâlde iken birgün İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine (k.s.) bir sığır ve bir miktar da para hediye etmeye nezr etmişti. Ertesi gün birdenbire ayağa kalkıp; "Ben iyileştim" dedi. Bu hâlini görenler, bu delirdi mi? nasıl olur, dediler. Sonra ona çorba içirdiler. Gerçekten ağır hastalıktan kurtulmuş sıhhate kavuşmuştu. Sonra bize o gece seher vaktinde İmâm-ı Rabbânî Hazretlerini (k.s.) rü'yâda gördüğünü ve elinden tutup; "Sen sıhhate kavuşacaksın üzülme!" buyurduğunu ve böylece sıhhate kavuştuğunu söyledi."
KUYUDA
Birgün İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri talebelerinden Şeyh Müzzemmil hakkında şöyle buyurdu: "Görünüyor ki, şeyh Müzzemmil şu anda korkunç hâlde! Bir kuyuya düşmüş durumdadır! Öyle bir hâlde ki, çıkmak için elini ayağını oynatamıyor!" Şeyh Müzzemmil, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) eski ve meşhûr talebelerinden idi. Dağda dolaştığı bir sırada âniden ayağı kayıp derin bir kuyuya düşmüştü. Kuyunun dibindede elini ayağını oyanatamadığı için çıkamıyordu. Çaresiz kuyunun içinde kalakalmıştı. O bu hâlde iken bir köylü hâlini farkedip hemen koşup on kişilik bir guruba haber verdi. Bunun üzerine hemen gelip Şeyh Müzzemmil'i düştüğü kuyudan çıkardılarÜÇ HARİKA
.
İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) yakın talebelerinden, Şehzâde Veliahd'ın hocası olan Mîrek Şeyh şöyle anlatmıştır: "Ben önceleri İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerini sevenlerden değildim. Çünkü, onun hakkında; "Kendini Hazreti Ebû Bekr'den üstün görüyor" diye bir iftirâ yayılmıştı. Bu sıralarda Hindistan'a gitmiştim. Serhend şehrine varınca eski dostlarımdan biriyle karşılaştım. Bu arkadaşım önceden çok kötü bir insandı. Fakat bu defâ karşılaştığımda onu çok iyi ve üstün bir hâlde, takvâ sâhibi gördüm. Yüzünde bir nûr vardı.
—"Sen böyle değildin bu hal nedir?" dedim. Deki ki;
—"Ben İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) hizmetine ve sohbetine girdim, devamlı huzûrundayım. Onun sohbetinin bereketi ile bu ni'mete kavuştum." Bunun üzerine ben ona;
— "Senin bahsettiğin zât kendinin Hazreti Ebû Bekr'den üstün ol-duğunu yazmış. Onun sohbetinin te'sir ve fâidesi nasıl olur?" dedim.Ben böyle deyince O arkadaşım;
—"Aslâ! Binlerce aslâ! Bilmeden, anlamadan inkâr etme! O yeryü-zünün kutbudur. Eğer sen onu görmüş ve sohbetine kavuşmuş olsaydın onun hakkında söylenilen bu iftirânın asılsız olduğunu anlardın" dedi. Fakat bendeki şüphenin çokluğu sebebiyle;
—"Görmek istemiyorum" dedim. Arkadaşım bana İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) huzûruna gidip onu görmem için çok ısrar etti. Mutlakâ görmemi ve bu yanlış düşünceden kurtulmamı istiyordu. Bu ısrar üzerine İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) huzûruna gitmeye karar verip kendi kendime; "Eğer şu üç şeyden bahsedip beni iknâ ederse ben de onu sevenlerden olurum" dedim. Kendi kendime cevâbını almak üzere hazırladığım üç suâlden birincisi, hakkında kendini Hazreti Ebû Bekr'den üstün görüyor diye söylenilen iftirâya cevap vermesi, hemen bu mevzûyu açıp bu hususta benim şüphelerimi giderip tam iknâ etmesi idi. İkincisi; benim babam ve dedelerimden bahsetmesi, üçüncüsü de Hâce Hâvend Mahmûd'dan bahsetmesi idi. Bu karardan sonra beni götürmek isteyen ve bu hususda çok ısrar eden arkadaşımla berâber, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) huzûruna gittik.İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerini daha uzaktan görür görmez bütün a'zâlarım heybet ve dehşete kapıldı. Kalbim ona tutuluverdi. Korkarak ve titreyerek huzûruna yaklaştım. Oturmamıza izin verdi. Oturduktan sonra yastığının altından bir mektup çıkarıp benim elime verdi. Sonra verdiği bu mektubu okuyup bir îzâh yaptı. Hakkında yapılan ve kendini Hazreti Ebû Bekr'den üstün görüyor diyenlerin iftirâlarına cevap verip açıkladı. Benim bu hususta artık hiç şüphem kalmadı. Bundan sonra zihnimde tuttuğum ikinci mes'eleye geçip; "Mevlânâ Mîrek! Senin baban şöyle şöyle bir zât, deden de şöyle şöyle bir zât ve senin ecdâdının şerefi şöyledir" diyerek medhetti. Sonra ayrılmak üzere kalktığımızda vedâ ederken hatırıma, üçüncü suâlim olan Hâce Hâvend Mahmûd'dan bahsetmedi, diye geçti. Tam bu sırada yüzünü bana dönüp; "Hâce Hâvend bizim Pîr-zâdemizdir ve cezbe sâhibidir" buyurdu. Böylece bir sohbetinde bu üç kerâmetini gördüm."
ÖNCE SELAM...
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden biri anlatıyor:
—" İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri; herkese, önce kendisi selâm ve-rirdi. Birgün hatırımdan; "Bu gün huzûruna gidip önce ben selâm vereyim" diye geçti. Bu niyetle gittim. Evlerine varınca kalabalık bir cemâat arasında yaklaştım. Öyle oldu ki, birkaç adım daha atsam hocamla karşı karşıya gelecektim. Fakat henüz o beni, ben de onu görememiştim. Tam bu sırada cemâatin arasından ismimi söyleyerek; "Selâmün aleyküm yâ fülân!" dedi. Çâresiz hemen huzûruna çıkıp "Ve aleykümüsselâm efendim" dedim. Sonra; "Niyetim önce selâm vermek idi" diye arzettim. Bunun üzerine tebessüm ettiler."
ON YERDE ...
Talebelerinden on kişi, aynı akşam, İmâm-ı Rabbâni Hazretleriniif-tara da'vet ettiler. Kabûl buyurdu. Aynı akşam, aynı anda, hepsinin evinde hazır bulunup, iftar etti.
KABEYİ TAVAF
Birgün buyurdular ki: "Kâ'be-i muazzamayı tavâf arzum o kadar zi-yâdeleşti ki, yerimde duramaz oldum. Allâhü Teâlânın lütfu ile, bu şevk ve iştiyâk câzibesinde, Kâ'be-i şerîfeyi yanımda gördüm ve tavâf ile şe-reflendim."
HAPSE GİRMEYİ KABUL EDİŞ SEBEBİ
İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) talebelerinden seyyid bir zât an-latıyor:
—"Acîn'de idim; bir gurup tüccar da yanımda idi. Bu tüccarlar ara-sında Cân Muhammed adında Celender'den bir zât da bulunuyordu. Onunla aramızda bir dostluk kurmuştuk. Birgün birisi bana, sultânın, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerini hapsettiğini söyledi. Bu sebeple çok üzüntülü idim. Cân Muhammed beni böyle kederli görünce, üzüntümün sebebini sordu. Ben de, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) hapsedildiğini duyduğum için, çok üzüntülü olduğumu söyledim. Cân Muhammed bana; "Ben de onun talebesiyim. Bugün işin aslını ondan öğreneceğim" dedi. Sonra gidip kaylûle yaptı ya'nî öğle vaktine yakın biraz uyudu. Sonra bu uykusunda, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerini gördüğünü ve kendisine; "İşittiğiniz haber doğrudur. Fakat ba'zı makamları geçmek, Allâhü Teâlânın celâl sıfatı ile terbiye edilmeye bağlıdır. Eğer böyle olmasaydı o makamları geçmek mümkün olmazdı. Dostlarımıza söyle, gönüllerini hoş tutsunlar, işin sırrı budur" buyurduğunu söyledi.
KETHÜDA OL...
Bağlılarından Cân Muhammed CelenderîAcîn'de görüştüğü o seyyid zâta şöyle anlatmıştır:
—"İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) yanında talebe idim. Birgün akşama doğru İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri bana;
—"Sana bir iş söylesem yapar mısın?" buyurdu.
—"Canım fedâ olsun yapmaz olur muyum!" dedim. Bunun üzerine benim elime yazılı bir kâğıt verdi ve buyurdu ki:
—"Hâfız Rahne'nin bahçesine git, orada bir gurup derviş oturmak-tadır. Onların yanına var. Aralarından güzel yüzlü bir dervişin onlardan geride bulunduğunu göreceksin. Bu dervişin yanına git, ona bizim duâ ettiğimizi söyle. Bu kâğıdı ona ver ve buraya gelmesini söyle." dedi. Emri üzerine derhâl söylediği yere gittim. Söylediği gibi dervişlerden bir cemâat ve bu cemâatten biraz geride oturan güzel yüzlü bir derviş gördüm. O da beni gördü ve görür görmez bana;
—"Seni İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri mi gönderdi?" dedi. "Evet" deyip elimdeki kâğıdı ona verdim. İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) duâ ettiğini ve çağırdığını söyledim. Ben böyle deyince kalkıp, beraberce yola koyulduk.
İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) huzûruna vardık. Bir köşede otu-ruyordu. Çağırıp geldiğim zât da başka yere oturdu. Bu sırada İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri kahve getirmemi söyledi. Hemen koşarak der-gâhtaki kahve pişirilen yere gittim. Kahveyi alıp getirdim. Önce İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerine takdim ettim. "Ona götür" buyurarak gelen müsâfire götürmemi istedi. Ona götürmek üzere yüzümü o tarafa döndüm. Onu da imâm-ı Rabbânî hazretlerinin sûretinde gördüm. Bu sefer o, önce İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerine götürmemi söyledi. Dönüp baktım, İmâm-ı Rabbâni hazretleri†£J@ä §πj †o Hazretleri dışarı çıkmak üzere kalktı ve benden bir ibrik su istedi. Hemen hazırladım. Dışarı çıktığında bana kutup yıldızını göstererek; "Cân Muhammed! Kutup yıldızını biliyor musun? Bu mudur değil midir? Dikkatli bak!" buyurdu. Dikkatli baktım. Kutup yıldızından, üzerinde siyah hırka bulunan bir zât çıktı ve ok gibi, bir anda yanımıza geldi. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri bana buyurdu ki: "Huzûruna yaklaş! O, Abdülkâdir-i Geylânî'dir! Ona intisâb et, bağlan." Bu emre uyarak hemen huzûruna yaklaştım, benim kendisine intisâbımı (talebeliğimi) kabûl etti. Sonra tekrar kutup yıldızına doğru gidip, yıldızında kayboldu. Bu sırada İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, abdest aldıktan sonra mescide girdi. Çağırdığım derviş de yanımda idi. Bana; "Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerini gördün mü?" dedi. ben de "Evet" dedim."
Bu hâdiseyi Cân Muhammed Celenderî'den naklen anlatan seyyid zât şöyle anlatıyor: "Ben bunları Cân Muhammed Celenderî'den dinledikten sonra ona dedim ki:
—"Bu kadar kıymetli şeylere kavuştuktan sonra neden ticârete dalıp da dergâhdan uzak kaldın?"dedim. O da bana;
—"Acâib bir hikâyedir. Ben, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûrunda talebe iken akrabâlarım gelip, beni götürmek istediler.
—"Buna müsâade et, biz bunu kethudâ (ticâret reisi) yapacağız" diye israr ettiler. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri bana;
—"Git kethudâ ol" buyurdu. Ben ayrılıp gidemedim. Yakınlarım tek-rar gelip, ısrarla beni istediler. "Git" buyurdu. Ben yine gidemedim. Akrabâlarım kalabalık bir hâlde tekrar geldiler; beni götürmek için ısrar ettiler. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri bu hâlden rahatsız oldu. Birgün birşey yiyordu. Kendi ağzından yediği şeyin bir parçasını koparıp benim ağzıma verdi. Onu ağzıma alır almaz hâlim değişti. Dünyâ işlerini düşünür hâle döndüm. Bu sefer çâresiz beni götürmek için gelen akrabâlarımla gittim. Ticârete başlayıp, kethudâ oldum. Bundan sonra ticâretle uğraştım. Fakat hocam İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerini unutmadım. Ona bağlılığımı kesmedim. Her ne zaman buraya gelsem, ziyâret edip görü-şürüm, sohbetinde bulunurum" dedi.
HEP İMAM OLURDU
İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatmıştır:
—" İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri namazlarda devamlı imâm olur, namazı kendi kıldırırdı. Ben bir defâsında huzûrunda iken acabâ devamlı imâm olmalarının hikmeti nedir diye düşünüp merâk ettim. Ben böyle düşündüğüm sırada, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri birdenbire bana buyurdu ki: "Şâfiî ve Mâlikî mezheblerinde Fâtihasız namaz câiz değildir. Bunun için bu mezheblerde imâma uyan cemâat Fâtiha okur. Bu husûsu gösteren sahîh hadîs-i şerîfler de vardır. İmâm-ı a'zama göre ise, cemâatte imâmın Fâtihayı okuması cemâat için de kâfidir. İmâma uyan cemâatin Fâtiha okumasını câiz görmemiştir. Hanefî mezhebi fukahâsının cumhûru, çoğu böyle buyurmuştur. Ancak Hanefî mezhebinde okumanın câiz olduğuna dâir ba'zı rivâyetler de vardır. Bu sebeple namazlarda imâm olmak sûretiyle mezheplerin hepsinin hükmüne uymuş oluyorum."
GALİP GELECEKSİN
Serhend şehrinin Cîtbûr kasabası kumandanlarından biri isyân edenlerin üzerine yürümeği, onlarla savaşmağı düşündü. O civarda bu-lunan âlimlerden bir zâta bu hususta istihâre etmesini söyledi. O zât da; "Gâlip geleceksiniz, muhakkak gidiniz" dedi. Bu kumandan o zâtın işâreti gereğince savaşmak üzere yola çıktı. Fakat zafer kazanacaksın diyen zât, keşfinde tereddüt edip, ihtiyat olsun diye durumu bir de İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerine sormak için bir mektup yazdı. Mektubunda dedi ki: "ben bu hususta kendisine gâlib geleceksin diye müjde verdim. Acabâ hazretiniz ne buyururlar?" İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri cevâbında, "Keşfde hatânız oldu. Bize göre tamâmen aksi olacak. Birşey güneş gibi meydanda açıkça görünüp keşfedilmeyince hüküm vermemek lâzım" buyurdu. Fakat o kumandan çok uzağa gittiğinden, ona yeni bir haber ulaştırılamadı. İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.); "keşfde hatânız oldu" buyurmasından sonra, üç dört gün geçmeden, o kumandanın, baş kaldıranlar karşısında hezîmete uğrayıp perişan olduğu ve geri döndüğü haberi geldi.
BİR BAŞKA MENKIBE
İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) talebelerinden biri şöyle anlatmış-tır: "Bir defâsında şiddetli bir sıtma hastalığına tutulmuştum. Uzun müd-det bu hastalıktan kurtulamadım. İyice bitkin ve zayıf düştüm. Artık has-talığım o dereceye gelmişti ki, yakınlarım hayâtımdan ümîdi kesip, ölürken yanında bulunalım diye geceleri başımda duruyorlardı. Ben bu hâlde iken hocam İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerini hatırlayıp, onun bereketi ile hastalıktan kurtulmam için duâ ettim. Hastalığımın şiddetlendiği bir sırada geceleyin, üzerinde boydan boya bembeyaz elbise olan ve yüzü kapalı bir zât karşıma çıkıverdi. Yanıma yaklaşıp;
—"Bu ridâyı (örtüyü), Peygamberimiz server-i kâinât aleyhissalâtü vesselâm, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri Şeyh Ahmed Fârûkî Nakşibendî hazretlerine gönderdi. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri de sana gönderdi. Ben bunu sana giydirmek için geldim! Bunun bereketiyle sen hastalıktan kurtulup sıhhate kavuşacaksın!" dedi. Sonra o ridâyı başımdan ayağıma kadar örttü. Bu sırada ayaklarımdan bir soğuma başladı. Bu soğukluk başıma kadar ulaştı. Hastalıktan kurtuldum. Yanımda bulunan kız kardeşim, ayaklarımın soğuduğunu farkedince artık benim ölmek üzere olduğumu zannederek ağlayıp feryâd etmeye başladı. Ben onun feryâdından rahatsız olup; "Üzülme, ben iyileştim" dedim. Sonra çorba isteyip içtim. Tam bir sıhhate kavuştum. Hattâ o gün kalkıp, sabah namazını ayakta kıldım."
BİR BAŞKA MENKIBE
Yine bu talebesi şöyle anlatmıştır. "Birgün bir arkadaşımın evinde, onunla birlikte, içinde afyon bulunan bir yiyecek hazırlamıştık. Bundan ikimizden başka bir kimsenin haberi yoktu. Yiyeceği hazırladıktan sonra, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) namaz kıldırdığı mescide gidip cemâatle namaz kıldık. Namazdan sonra dönüp, hazırladığımızo yiyeceği yiyecektik. Namaz bittikten sonra, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, içeri girmek üzere iken kapının önünde durup her ikimizi de yanına çağırdı. Huzûruna varınca bize; Cennetten, hûrîlerden, Cennetteki köşklerden bahsedip, dünyânın lezzetlerinin geçici olduğunu, âhiret saâdetini ve lez-zetlerini kazanmak için uğraşmak lâzım olduğunu anlattı. Sözünü bitirirken de;
—"O hazırladığınız afyonlu yiyeceği yemeyiniz!" buyurdu. Bu sözü üzerine hayran ve şaşkın kaldık. Eve gidip hazırladığımız yiyeceği yemeyip bir havuza attık. İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) bu kerâmeti karşısında ona bağlılığımız kat kat arttı."
BİR BAŞKA MENKIBE
Yine bu talebesi anlatmıştır: "Annem hasta idi. Sevâbını Bahâüddîn–i Buhârî hazretlerinin rûhuna hediye etmek niyetiyle bir miktar para nezrettim, adadım. Bu parayı alıp hocam İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerine götürdüm. Dağıtması için takdim ettim. Fakat; "O senin yanında kalsın" buyurup, gâyet nâzik ve güzel bir tavırla parayı kabûl etmediler. O gece rü'yâmda İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerini gördüm. Bana;
—"Evladım! Uyan ve git annen can çekişmektedir. Vefât ederken başında bulun!" dedi. Uykudan uyandım. Gece vakti hocam İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerine gittim. Teheccüd namazını kılmıştı. Selâm verdim ve gördüğüm rü'yâyı anlattım. Bir müddet başını eğip murâkabeye daldı, uzaktan teveccüh etti. Sonra bana buyurdu ki:
—"Çabuk git! Annen vefât etmek üzeredir!" Ağlayarak annemin yanına koştum. Yanına varınca nabzını yokladım. Durmak üzere idi. Biraz sonra da vefât edip Hakkın rahmetine kavuştu."
ONLAR SİHİRDİR
İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) talebelerinden biri şöyle anlatmış-tır: "Din düşmanlarının ve hasetçilerinin iftirâsı üzerine Sultan, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerini Guvalyar kalesine hapsetmişti. Bu günlerde büyücülerden biri bana dedi ki:
—"Ben Hintçe ba'zı isimler biliyorum. Eğer bunları bir namaz vaktinden diğer namaz vaktine kadar okursan o gün düşman helâk olur! Bu çok tecrübe edilmiştir." Sonra o isimleri bir kâğıda yazdı ve bana verip; "Evinin tavanındaki bir ağacın altına koy" dedi. Alıp evimin tavanındaki bir ağacın altına koydum ve;
—"Yarın Salı günüdür. Yarın okurum" dedim. O gece rü'yâmda hocam İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri âniden karşıma çıktı. Hayret içinde parmağını ısırarak; "Bizim dostlarımızın böyle bir şey yapması çok hayret edilecek bir iştir. Sakın ha o işi yapma, sihirdir!" dedi. Bu rü'yâdan sonra büyücünün yazdığı o yazıları okumaktan vazgeçtim. Sonra, Sultan, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerini hapsettiğine pişmân olup, serbest bıraktı. Hapisten çıktıktan sonra huzûruna gittim. Ben evde gizlediğim o sihir yazılı kâğıdı saklıyordum. Bir defâ da olsa düşmanın ciğerine bir ok saplamak istiyordum. İşimi açmayıp, gizleyeyim diye düşündüm. Hocam İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri hapisten çıkınca üç gün Serhend'de kaldı. Her üç gün bu niyetle huzûruna gittim. Düşmana birşey yapayım diye düşünüyordum. Üçüncü gün gittiğimde beni kalabalık cemâat arasından çağırttı ve buyurdu ki:
—"O Hintçe isimleri okuma, çünkü onlar sihirlidir!" Öyle birşey olmadığını söyleyip, saklamak istedim. Bunun üzerine; "Bana niye böyle söylüyorsun? O isimleri falan sihirbazdan öğrendin!" diyerek o sihirbazın ismini söyledi. Sonra;
—"O öğrendiğin şeylerin yazılı olduğu kâğıt, evinin tavanındaki bir ağaç arasındadır. Her ne kadar sihir te'sir ederse de sihir yapmak haramdır! Şimdi git o sihir yazılı kâğıdı yırt!" buyurdu. Ben başımı önüme eğdim. Sonra bana; "O işi yapmayacağına ve sihir yazılı kâğıdı yırtacağına dâir söz ver" buyurdu. Elimi tutup eliyle vurdu. Ben bu kerâmeti karşısında hayret ettim. Çünkü, yapacağım o işi hiç kimse bilmiyordu. Hemen eve gidip üzerinde sihir yazılı kâğıdı, tavandaki ağacın altından çıkardım ve yırtarak parça parça edip attım."
BİR BAŞKA MENKIBE
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerini seven bir vâli vardı. Birgün o vâ-liye bir haber gönderip, bulunduğu yerden uzaklaşmasını yoksa başına büyük bir belâ geleceğini bildirdi. Fakat o vâli bu tavsiyeye uymadı. Netîcede pâdişâhın kızgınlığına uğrayıp cezâlandırıldı. Başına başka belâlar da geldi.
BİR BAŞKA MENKIBE
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerine bağlı bir tüccar, birgün huzûruna gelip; "Gençliğim geçti, ihtiyarladım, ömrüm geçmek üzere, beni ar-kamdan anacak, bana duâ edecek bir evlâdım olmadı!" diyerek ısrarla teveccüh isteyip, bir evlâdı olması için duâ etmesini istedi. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, bir müddet murâkabe yaptıktan sonra; "Senin bu hanımından çocuğun olmayacak, başka bir hanım daha nikâhlarsan ondan seni yâd edecek bir çocuğun olur" buyurdu. Bundan sonra o tüccarın ilk hanımı vefât etti. Tüccar da başka bir hanımla evlendi. Bu hanımından bir oğlu ve bir de kızı oldu.
BİR BAŞKA MENKIBE
İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) akrabâlarından biri anlatıyor: "Ben, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) talebelerinden olmayı arzu ediyordum. Fakat çeşitli mâniler sebebiyle, bir türlü hizmetine girmek nasîb olmamıştı. Bir gece karar verip; "Yarın gidip hâlimi arzedip, beni de talebeleri arasına kabûl etmesini isteyeyim" diye düşündüm. O gece rü'yâmda kendimi derin bir deniz kenarında gördüm. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri ise karşı sâhilde idi. Huzûruna kavuşmak istiyordum. Bana; "Çabuk gel! Çabuk gel! Geç kaldın" buyurdu. Bu sözlerini işitince kalbim hemen zikretmeye başladı. Sonra uykudan uyandım, kalbimzikrediyordu. "İmâm–ı Rabbânî hazretlerinin yolu böyledir. Daha ben sohbette bulunmadan kalbim zikre başladı. Ya bir de sohbetinde bulunsam nasıl olur?" dedim. Sabahleyin imâm–ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna gidip, gördüğüm rü'yâyı anlatarak hâlimi arzettim. Kalbimin zikretmeye başladığını söyledim. Bana;
—"Yolumuz tam budur. Buna devâm et" buyurdu."
BİR BAŞKA MENKIBE
İmâm–ı Rabbânî hazretlerine bağlı olanlardan Mevlânâ Murtaza Nâib şöyle anlatmıştır: "Askere gittiğimde ihtiyaçlarımı karşılama husûsunda sıkıntıya düştüm. O günlerde mühim ihtiyaçlar zor te'min ediliyordu. Oğullarım da askerde olduğundan sıkıntım artıyordu. Bu sebeble çok üzülüyordum. Bir gece İmâm–ı Rabbânî hazretlerinin yardımıma ye-tişmesini istiyerek, Allâhü Teâlâya duâ ettim. O gece İmâm–ı Rabbânî hazretlerini gördüm. Üzerinde birşeyler yazılı olan bir kâğıdı elime verdi. Sabahleyin bu kâğıdı götürüp, yardım etmeleri için divana verdim. İki–üç gün içinde işim görüldü. Arzu ettiğim şeye kavuşup rahatladım. Bu işimin hemen hâlledildiğini görenler hayret edip; "Biz senelerdir askeriz, bizim mühim işlerimiz daha hâlledilmedi, bu nasıl olur?" dediler. Bunun üzerine, İmâm–ı Rabbânî hazretlerinin tasarrufu ve bereketiyle olduğunu anlattım. O kişilerin Ona karşı sevgileri ve bağlılıkları iyice arttı."
BİR BAŞKA MENKIBE
Mevlânâ Murtaza Nâib anlatıyor:
"Babam bana vasiyet etti ve dedi ki:
—"Vefât edince, cenâzemi İmâm–ı Rabbânî hazretlerine götürüp, beni de talebeleri arasına almasını iste. O öyle bir yolda ki, insanlar öldük-ten sonra da onun teveccühüne kavuşur" dedi. Babam vefât edince va-siyeti üzerine cenâzesini götürdüm. Durumu arzettim. Bunun üzerine İmâm–ı Rabbânî Hazretleri: "Yarın meclisimizde hazır bulun" buyurdu.
Ertesi gün gidip huzûruna oturdum. Bu sırada beni bir hâl kapladı. Kendimden geçip gaybet (kendimi kaybetme) hâline girdim. Bu hâlde iken bir de gördüm ki, babam da huzûrunda oturuyor. İmâm–ı Rabbânî hazretleri ile arasında bir kişi vardı. Babam da zikrediyordu. Babamın bu hâlini görünce Rabbime şükrettim."
BİR BAŞKA MENKIBE
Mevlânâ Murtaza Nâib anlatıyor:
"İmâm–ı Rabbânî Hazretleri Guvalyar kalesinde hapis iken, birgün vefât ettiği haberi yayıldı. Çok üzülüp ağladım ve Fâtiha okudum. O gece rü'yâmda İmâm–ı Rabbânî hazretlerini gördüm. Yanında birkaç dervişle içeri girdi. Bana hitâb ederek;
—"Vefât ettiğime dâir yayılan haber yalandır!" buyurdu. Bunun üzerine hemen uyanıp kalktım, yayılan haberin yanlış olduğunu, İmâm–ı Rabbânî hazretlerinin sıhhat ve âfiyette olduğunu bildirdim."
BİR BAŞKA MENKIBE
Mevlânâ Muhammed Emîn, birgün İmâm–ı Rabbânî hazretlerine şöyle arzetti: "Nevâbşîr Hâce, asîl ve şerefli bir âileye mensup olup, babası ve dedeleri evliyâdan idi. Fakat Nevâbşîr Hâce çok içki içiyor ve haram olan işlerle meşgûl oluyor, bunun ıslâhı için bir teveccüh buyurunuz. Bu bir komutandır. Eğer tövbe etmek nasîb olursa onun sebebiyle askerlerden pekçok kimse de kurtulur, sâlih kimselerden olurlar." Bunu arzedince İmâm–ı Rabbânî hazretleri sükût etti. Aynı şey tekrar arzedilince İmâm–ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki:
—"Ey Mevlânâ Muhammed! Nevâbşîr Hâce'nin hâline teveccüh ettim. Onu haramlar ve günahlar içinde gördüm. Onu bu kötü hâlden kurtarmak için çok teveccüh ettim, uğraştım. Elim ona ulaşmadı. Fakat sonunda onu kendimize çekeceğiz" buyurdu. Aradan uzun zaman geçti. Hakkında böyle buyurduğu o kimse, içki içmeyi ve işlediği diğer haramları terkedip tövbe etti. Bundan sonra ibâdet ve tâatla meşgûl oldu. Bu zât bir defâsında Serhend şehrinden başka bir şehre gitmişti. Serhend'e dönüşünde hastalanıp vefât etti. Oğulları onu İmâm–ı Rabbânî hazretlerinin türbesi yanında bir yere defnettiler. Böylece İmâm–ı Rabbanî hazretlerinin; "Sonunda biz onu yanımıza çekeceğiz" buyurmasının hikmeti anlaşıldı."
BİR BAŞKA MENKIBE
Birgün İmâm–ı Rabbânî hazretleri odasında yalnız otururken, talebe-lerinden Abdülmü'min hizmetinde bulunuyordu. Abdülmü'min'e; "ne is-tiyorsan iste?" buyurdu. Abdülmü'min yeni müslüman olmuş ve İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerini tanıyıp hizmetinde bulunmakla şereflenmiş biri idi. Dedi ki:
—"Her ne kadar uğraştımsa da annemle, birâderimin müslüman olmalarını sağlayamadım! Onların müslüman olmaları için teveccüh buyurmanızı arzu ediyorum." Bunun üzerine İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri;
—"Çok muhabbet, çabuk müslüman olmaya sebep olacak" buyurdu. Aradan üç gün geçti ki o talebesinin annesi ve kardeşi Serhend'e gelip islamla şereflendiler.
BİR BAŞKA MENKIBE
Muhammed Hâşim-i Kişmîanlatıyor: " İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) talebelerinden biri bana şöyle anlattı: "Birgün İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri hastalanmıştı. Bu hastalığı sırasında yemek için onbir tâne üzüm istedi. Hizmetçi üzümleri getirince, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri murâkabeye daldı. Bir müddet sonra başını kaldırıp;
—"Çok garib bir hâl gördüm. Bu üzümleri önüme koydukları zaman, hepsinin Allâhü Teâlâya münâcaat ettiklerini, yalvardıklarını işittim. Allâhü Teâlâ üzümlerin münâcaatını kabûl etti ve hastalıktan kurtulmağı bunları yemeğe bağlı kıldı" buyurdu. Bu üzümlerden birkaç tâne yeyince hastalığı tamâmen geçti. Geri kalan üzümleri de sakladı. Bir müddet sonra küçük oğlu hastalandı. Bu hastalığa dayanamayacak bir hâl alınca o üzümleri yedirdiler ve onun da hastalığı iyileşti."
BİR BAŞKA MENKIBE
Muhammed Hâşim-i Kişmî naklediyor: "Hâller sâhibi Seyyid Rahmetullah'dan işittim. Şöyle anlattı: "Dekken melikinin emri üzerine, iki üç arkadaşla bir sahrâya gittik. Orada bir puthâne gördüm. Birgün senin üstâdından;
—"Bir müslümanın elinden bunu yıkma işi gelirse, bunu muhakkak yıksın, veya zarar versin. Bu işi yapmaktan kaçmasın. Çünkü bunu yapan, Allah yolunda, din için cihâd eden gâziler sevâbına kavuşur" diye duymuştum. Onların bu sözlerine güvenerek arkadaşlarıma bu sahrâda, bu puthâneyi koruyan kimse görünmüyor, burayı yıkalım, dedim. Duvarlardan biraz yıkmıştık ki,civarda tarlalarında çalışan Hindulardan biri, bizim puthâneyi yıkmakta olduğumuzu görmüş. Koşup, o puthânede tapınan köylülere haber vermiş. Âniden ne görelim! Bin kişiye yakın bir kalabalık, taşlarla, sopalarla, mızraklarla tam bir kızgınlıkla üzerimize doğru geliyorlar. Ben ve arkadaşlarım hayret ve korkudan ne yapacağımızı şaşırıp, olduğumuz yerde kaldık. Kaçmağa bile cesâret edemedik. Kalbimden Kelime-i şehâdet getirmeğe başladım. Bu hâlde iken, senin üstâdının kalbine müteveccih oldum ve;
—"Ey din büyüğü! Sizin nasîhatinize güvenip bu işi yapmağa koyulduk. Allâhü Teâlânın izniyle bizi bu alçak kâfirlerin elinden kurtar" dedim. Bu yalvarma ve ilticâ esnâsında İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri'nin sesi kulağıma geldi. Ve dedi ki:
—"Hiç korkma! Şimdi senin için İslâm askeri gönderiyorum." Ben arkadaşlarıma; "Bana bir hâl oldu. Hazreti İmam'ın sesini duydum, İmâm'ın söz verdiği askerler ne zaman gelecek, bunlar yaklaştı" dedim. Hindular çok yaklaşmışlardı ki, âniden otuz kırk kadar süvâri göründü. Tam bir sür'atle geldiler, bir kısmını kamçıladılar ve bizi korudular. Hepsini sürüp götürdüler. Bu iş senin büyük üstâdının tasarrufu ve kerâmeti ile oldu.
BİR BAŞKA MENKIBE
Kıymetli talebelerinden Seyyid Cemâl, sahrâda arslanla karşılaştı. Kaçacak yer yoktu. İmâma sığınıp, imdâd diledi. İmâm, elinde baston ile göründü.O kükremiş arslana şiddetle vurdu. Arslan kaçtı. Talebe kur-tuldu.
BİR BAŞKA MENKIBE
İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) makbûl talebelerinde biri, cüzzam hastalığına yakalandı. Dostları, onunla oturmaktan, bir arada durmaktan, onunla sofraya oturup yemek yemekten kaçınıyorlardı. Hattâ birgün, bir toplantıda, çok sevdiği arkadaşlarından biri onunla aynı kaptan yemek yemekten açıkça çekindi. Bu zât, bundan çok kırıldı ve üzüldü. Hazreti İmam'ın dergâhına sığınıp, Allâhü Teâlânın izniyle teveccüh ve yardım etmesi için yalvardı. Hazreti İmam, şefkat ve merhametlerinin çokluğundan, kederlendi ve o hastalığın kalkması için duâ etti. O hastalığı kendine çekti. Şöyle ki, bu hastalık o kimsenin bedeninden onun mübârek ayaklarına intikâl eyledi. Dostları bu kimsenin vücûdunda hastalıktan eser kalmadığını gördüler. Gerçi muhlislerin ihlâsı ve akîdesi daha çok kuvvetlendi ama, bu hastalığın Hazreti İmam'a geçmesinden, hepsi rahatsız ve huzursuz olup, çok üzüldüler. Bu hastalık sebebi ile, oğullarının ve talebesinin sabırsızlığını, feryâdlarını, ağlamalarını ve korkularını görünce, kendilerinden de kaldırılması için bir daha duâ edip, yalvardı. Allâhü Teâlânın yardımı ile, kendilerinden de kalktı. Oğullarına ve dostlarına bunun müjdesini ulaştırdılar. O hastalığın bulunduğu a'zâlarını gösterip eser kalmadığını bildirdiler. Hepsi şükrettiler.
BİR BAŞKA MENKIBE
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri talebeleri ile birlikte bir köye gitmek üzere yola çıkmıştı. Bir sahrâya geldikleri sırada, hava çok sıcak ve tozlu idi. Talebeleri bunaltıcı havada susamışlar ve sıcaktan rahatsız olmuşlardı. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri gözlerini semâya dikerek duâ edince, birkaç adım yürümeden bir parça bulut göründü ve hepsini gölgeledi. Toz kalkmayacak ve çamur olmayacak kadar yağmur yağdı. Yağmurun ardın-dan havanın harâretini düşüren hafif bir rüzgâr esti.
BİR BAŞKA MENKIBE
Yine talebelerinden biri şöyle anlatıyor: "İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri talebeleriyle berâber bir yolculuğa çıkmıştı. Bir kervansarayda konakladıkları sırada, talebelerine âniden şöyle buyurdu: "Bu gün buraya bir belâ geleceğini ve herkese sirâyet edeceğini görüyorum. Arkadaşlarımız birbirlerine söylesinler. Herkes; (Bismillâhillezî lâ yedurru me'asmihî şey'ün fil-ardı velâ fissemâi ve hüvessemî'ul alîm) ve (Eûzü bi-kelimâtillâhitt âmmâti min şerri mâ halak) duâlarını tekrar tekrar okusunlar. Çünkü, bu duâyı kim okursa, Allâhü Teâlânın inâyeti ile kendisi ve malı korunur." Bunu söyledikten sonra iki saat geçmeden kervansaraydayangın çıktı. Bir türlü söndüremediler ve birçok mal yanıp telef oldu. Bu arada İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) talebelerinden Mevlânâ Abdülmü'min Lâhorî'nin de malları yandı. Ona;
—"Sana hiç kimse okunması îcâbeden duâları söylemedi mi?" bu-yurdu. Meğer arkadaşları ona bu duâların okunması gerektiğini söylemeyi unutmuşlardı. Okuyanların malları ise yanmaktan kurtuldu"
BİR BAŞKA MENKIBE
Muhammed Hâşim-i Kişmî naklediyor: "Seyyidlerden bir genç, med-resede talebe idi. Onunla arkadaşlık ederdik. Birgün ağlayarak yanıma geldi ve başından geçen bir hâdiseyi anlattı. İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) büyük bir kerâmetini görmüştü. Dedi ki: "Hazreti Ali'ye karşı savaşanları, hele Hazreti Muâviye'yi sevmezdim. Bir gece senin üstâdın İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri'nin "Mektûbât"ını okuyordum. Okuduğum yerde; "İmâm Enes bin Mâlik şöyle buyuruyordu: "Hazret–i Muâviye'yi, sevmemek onu kötülemek, hazret-i Ebû Bekr'i ve hazret-i Ömer'i sevmemek bunları kötülemek gibidir. Ona söğene, bunlara söğene verilen cezâyı vermek lâzımdır" yazılı idi. Bunu okuyunca, canım sıkıldı ve yerinde olmayan bir yazıyı buraya yazmış dedim. "Mektûbât"ı yere attım. Yatağıma uzandım, uyudum. Rü'yâmda gördüm ki: senin o büyük üstâdın öfkeli ve kızgın bir hâlde yanıma geldi. İki mübârek elleri ile kulaklarımı çekti ve;
—"Ey câhil çocuk! Sen bizim yazdığımızı beğenmiyorsun ve kitabımızı fırlatıp, yere atıyorsun. Benim yazımı okuyunca şaştın ve inanmadın. Ama gel, seni bir zâta götüreyim de gör! Resûlullah'ın (s.a.v.) eshâbını sevmediğin için, aldandığını ondan işit" buyurdu. Beni çekerek, bir bahçeye götürdü. Beni bahçenin kapısında bırakıp kendisi yalnızca ilerledi. Uzakta görünen büyük bir odaya doğru yürüdü. Orada nûr yüzlü, büyük bir zâtın oturmakta olduğunu gördüm. Çekinerek ve saygı ile o zâta selâm verdi. Önünde diz çöküp oturdu. Ona birşeyler söylüyor, beni gösteriyordu.
Uzaktan bana bakışlarından benden bahsettiği anlaşılıyordu. Biraz sonra senin o yüksek üstâdın İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri kalktı, beni çağırdı.
— " Bu oturan zât, Hazret-i Ali (r.a.) dır. İyi dinle! Bak ne buyuruyor" dedi. Yanlarına gidip, selâm verdim. Hazreti Ali " Sakın, sakın! Resûlullahın (s.a.v.) eshâbına karşı, kalbinde bir dargınlık bulun-durma! O büyüklerden hiç birini, aslâ kötüleme. Aramızda muhârebe şeklinde görünen işlerimizin, hangi iyi niyetlerle yapıldığını, biz ve o kardeşlerimiz biliriz!" dedi. " Bu Ahmed Faruk'unyazılarına da sakın karşı gelme!" buyurdu. Bu nasîhatı dinledikten sonra, kalbimi yokladım. Bu husustaki tereddüdün ve soğukluğun kalbimden çıkmadığını gördüm. Bu hâlimi hemen anladı. Öfkelendi. İmamı Rabbani Hazretlerinebakarak; " Bunun gönlü daha temizlenmedi. Suratına bir tokat indir!" dedi. Şeyh hazretleri, yüzüme kuvvetli bir tokat indirdi. Tokatı yiyince, kendi kendime dedim ki: " Bunu sevdiğim için onlara düşmanlık etmiştim. Hâlbuki kendisi onlara düşmanlığımdan bu kadar çok incinmektedir. Bu hâlden vaz geçmeliyim!" dedim. Kalbimi yokladım. Düşmanlık, kırgınlık kalmamış, tertemiz olmuştu. O anda uyandım. Halen de kalbim o kinler-den temizlenmiştir. O rü'yânın, o sözlerin tadı, beni bambaşka bir hâle sokmuştu.
Kalbimde Allahtan başka hiçbir şeyin sevgisi kalmadı. Senin yüksek hocan İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri'ne ve onun yazdıklarındaki ma'-rifete inancım iyice arttı."
BİR BAŞKA MENKIBE
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri bir sebeple vezirlerden birinin yanına gitmişti. Talebelerinden mevkî sâhibi yüksek rütbeli bir subay vardı.Hazreti İmâm'ın, vezirin yanına gittiğini duyunca, üzüldü :
—" Dünyalık isteyenlerin huzûruna gitmek, onlara yakışmazdı" dedi. Bunu söylerken orada, Hazreti İmâm'ın talebelerinden biri vardı. O su-baya; "Elbette bir müslümanın işini görmek yahût hayırlı bir iş için git-mişlerdir, sizin bu i'tirazınız hiç de iyi değildir" dedi. Öbürü susup, birşey söylemedi. O genç subay o gece rü'yâda gördü ki, gaybden bir gurup insanlar geldi. Tamâmen kızgın idiler. Büyük bir suç işlemiş gibi kendisini azarladılar. Birgün evvelki i'tirazı ile işlemiş olduğu kabahati kendisine hatırlattılar. Sıkıca tutup dilini kesmek istediler. Çok yalvardı, özür diledi, sayısız tövbe ve istiğfar eyledi.
Diğerleri de kabûl edip vaz geçtiler. Bundan sonra görünüşte ağır gelse de, Hazreti İmam'ın hiçbir işine ve sözüne i'tiraz etmedi.
BİR BAŞKA MENKIBE
Muhammed Hâşim-i Kişmî naklediyor: " Vera ve fazîletler sâhibi, ce-nabı hakkın velî kulu, Hâce Abdülhak bu fakîre şöyle anlattı:
—"Zamanımız âlimlerinden birinin meclisinde idim. Söz senin yüksek hocandan açılmıştı. O âlim, Hazreti İmam'ı kötülemeğe başladı. Ben o âlime dedim ki: " Bu fakir, bu azîzin sohbetinde bulundum. Aynı zamanda çokta evliya gördüm. Onlarda gördüğüm yüksek hâlleri, eşsiz ma'rifetleri ve dinimize bu derece bağlılığı, diğerlerinde göremedim. Biliyorum ki, bu büyükler Allah adamlarıdır." O âlim, bir takım mes'eleler ortaya attı. Uzun müddet konuştuktan sonra, kendisine dedim ki:
—" İşte Kur'an-ı Kerim! Hadi, ikimiz de abdest tâzeleyip, ikişer rek'at namaz kılalım. Tam bir niyet ve ihtiyaç ile Kur'an-ı Kerimi açalım. Açtığımız sahifenin ilk kelâmını bu zâtın hâline işâret tutalım. Ve münâ-kaşaya böylece son verelim." dedim. Sözümü kabûl etti. İkimiz de ikişer rek'at namaz kıldık. Kur'an-ı Kerimi o âlim eline aldı. Tam bir arzu ve işti-yakla sahifeyi açtı. Kur'an-ı kerimden açtığı sahifenin başında (mealen): "Öyle insanlar vardır ki, ticâret ve alış- veriş onları Allah'ın zikrinden alıkoymaz."( Nûr-37 ) buyurulan âyet-i kerîme çıktı. O âlim hayret etti ve söylediklerine pişman oldu. Ben de şükrettim.Bağlılığım dahaçok arttı." (Bu alim zat İmam Siyalkuti Hazretleri idi ki sonra Hazreti İmamın çok bağlılarından oldu.)
BİR BAŞKA MENKIBE
İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) güvenilir bir talebesi ve oğulları şöyle anlatmışlardır: Bir tüccar İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) kom-şularından birinin malını çaldı. Mal sahibi ise, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) akrabâsından bir genci hırsızlıkla ithâm etti. O genç hakaret ve dayak korkusundan kaçıp gitti. Serhend polis müdürü bunu duyunca Hazreti İmam'ı çağırdı. İşinde gevşeklik gösterenin yanına gitmek icâbetmediğini bildikleri hâlde, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri talebelerinden birisi ile, yaya olarak oraya gitti. O edepsiz polis müdürü onların şânına yakışmayan çok alçak sözler söyledi. Hazreti İmam ise gayet yumuşak cevaplar verdi. Bu esnâda Mevlânâ Tâhir Bedahşî geldi. O kızgın nöbetçiye;
—"Kimi ayağına çağırdığını biliyor musun? Allâhü Teâlânın dostla-rına kötü davranan elbette kısa zamanda cezâsını görür" dedi. Polis müdürü onları bıraktı. Aradan birgün geçmeden bu edepsiz nöbetçi, büyük bir kalabalıkla münâkaşa etti. İş kavgaya döküldü. O polis müdürü, oğullarından ve akrabâsından yirmi kadar insanla kalabalığa karşı koymak istedi ve evin damına çıktı. O evde deharb için saklanan patlayıcı maddeler vardı. Oraya aniden bir ateş düştü ve büyük bir patlama oldu. Polis müdürü,bütün oğlu ve akrabâsı ile havaya uçtu. parça parça oldular. Cesetleri bile bulunamadı. Allah dostlarına kötü söz söylemenin cezâsını böyle ödedi.
BİR BAŞKA MENKIBE
Kumandanlardan birinin haksızlık yapan oğlunu, zamânın sultânı, tam kızgınlıkla Lâhor'a çağırdı. Sultânın kızgınlığının çokluğunu görenler, gelir gelmez, onu fillerin ayakları altına attırıp ezdirecek diye düşündüler. Kumandanın oğlu da böyle düşünmüştü ve korkmuştu. Serhend şehrine gelince, İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin (k.s.) huzurlarına gelip kendisini koruması için yalvardı. Bunun üzerine İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri ona:
—" Hiç korkma! Allahın izni ile sana hiç bir kötülük ve eziyet yapıl-mıyacak, hattâ sultân sana lütfedip muhabbet ve hürmet bile gösterecek" buyurdu. Kumandanın oğlu:
—" Bu buyurduklarınızı, kalem ile bir kâğıda yazsanız ve o yazıyı bu garîbe verseniz, hiç sıkıntım kalmazdı efendim" diye arzetti. Bu ısrârın fazlalığı üzerine İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri tebessüm edip şöyle yazdı:
—" Filan kimse, sultânın gadabından kızgınlığından kurtulmak için bu fakîre sığındı. Bu fakîrihimâyekanatlarımın altına aldım. Helâk ol-maktan kurtuldu." Bu kağıdı alıp huzûrundan ayrıldı.
Bir zaman sonra, birisi haber getirip; bu şahsa sultânın eziyet ettiğini zindana attığını söyledi. Bu haber imâm-ı Rabbânî hazretlerinin kulağına gidince, tebessüm etti ve:
—"Sabah güneşi kadar açık olarakgörüyorum ki, o şahıs sultândan şefkat ve inâyet görmektedir. Söylenenler doğru değildir" buyurdu. İki üç gün sonra haber geldi ki, bu şahıs sultânınhuzûruna çıkınca, sultân kenidisini gülerek kaşıladı ve bir kaç nasîhat edip, iltifâtlar göstererek ona hil'at (makamlar) verdi.
BİR BAŞKA MENKIBE
Zamanın padişahı sultân-zâdelerin birini,zindana attırdı. Hatta Pâdişâh onun öldürülmesini istiyordu. O zavallı her tarafa baş vurdu. Evliyâdan da yardım istedi. O sırada İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri Akra'ya gelmişlerdi. Zindanda üzgün bir hâlde bulunan bu zât, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) eski talebelerinden biri vâsıtası ile kendisinin kurtulması için, husûsî teveccüh ve duâ etmesini ricâ etti. Bu talebe gelip tam bir yalvarma ve ısrar ile, o zâtın isteğini arzetti. Hazreti İmam o gece teveccüh eyledi. Sabahleyin buyurdu ki:
—"Ona müjde ulaştır ki, ölümden kurtuldu. En kısa zamanda hapisten de çıkacak." O talebe sevinçle bu haberi ona götürdü. Fakat Sultân-zâde, ızdırâbının ve üzüntüsünün çokluğundan bu hebere tam inanamadı. Allâhü Teâlânın velî kullarından bir başka zâtdan dateveccüh ve dua istedi. O velî de;
—"Üzülmesin! Gördüm ki; Nakşibendî büyüklerinden birinin çengeli geldi, onun balığını, helâk girdâbından çıkardı" dedi. Sultân-zâde o günlerde hapisten çıktı. İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.)talebelerin-den oldu. Bu işe vâsıta olan o zât anlatır: "Hazreti İmam onun kurtula-cağını buyurduğu zaman;
—"Gününü söylemeyince, gönlü rahat etmiyor" dedim. Buyurdular ki:
—"Yarın çıkacak." Söyledikleri gibi oldu. Ertesi gün hapishâneden kurtuldu."
BİR BAŞKA MENKIBE
Muhammed Hâşim-i Kişmî naklediyor: "Annesi tarafından Sultân-zâ-delerden olan, bu yüksek yolumuzun üstâdlarından birinin oğlu, kulunç hastalığına yakalandı. Hastalığı günlerce devâm etti. Doktorlara baş vurdu. Bir fâide göremedi. Çok eziyetler çekti, çok üzüldü. Ne yapaca-ğını, kime baş vuracağını bilemiyor, gece gündüz gözüne uyku girmiyordu. Yakınlarından birini, bu fakîre gönderip;
— "Yolumuzun azîzlerinin büyüklerinden yüksek üstâdınıza, iyi bir zamanda, bu belânın kaldırılması için teveccüh etmelerini arzederseniz, biz ve büyüklerimizin rûhları sizden memnun olur" diye söyledi.
Bu haberi getirenikindiden sonra geldi. O gece yatsı namazından sonra, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerini odalarında yalnız bulup, hastanın durumunu anlatıp kendilerinden teveccüh istediğini arzettim.
—"İnşaallah elimizden geleni yaparız" buyurdu.
Sabah namazının farzını kıldıktan sonra, bizzat kendisi bu fakiri ça-ğırdı. Kulağına yaklaşıp;
—" Teheccüd namazından sonra, akşam söylediğiniz hastalığın kalkması için duâ ettim. Allâhü Teâlânın yardımıyla o belâ kalktı. Hemen git. Duâmızı o ümitsize ulaştır" buyurdu. Bu fakîr emirlerine uyarak, o şahsın yanına gittim. Beni görür görmez, yerinden fırladı, boynuma sarıldı ve gözlerinden yaşlar akmağa başladı. Hâlbuki, ben daha bir kelime bile konuşmamıştım. Dedi ki:
—"Seni ne için gönderdiklerini anladım. Biraz önce, burada olanlara;
— "Gecenin bitmesine bir kaç saat kalmıştı ki, bu hastalık benden tamamen kalktı. Sanki hiç hasta olmamış gibi bir hâle geldim" demiştim. Yakînen anladım ki, ricâmı onlara arzetmişsiniz. Onlar da bu anda te-heccüd namazına kalkmışlar, bu hastalığın kalkmasına duâ ve taveccüh eylemişlerdir. Duâları kabûl edildi. Şimdi müjdesini bana gönderirler diye düşünüyordum ki siz geldiniz."dedi. Ben de;
—" İşin doğrusu tam anladığınız ve düşündüğünüz gibidir. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri beni bu müjdeyi size ulaştırmak için gönderdiler. Elhamdülillah ki, yüksek yaratılışınız ve bağlılığınız sebebi ile yazıya ve habere lüzûm göstermediniz" dedim. Bu hâdiseyi gördükten sonra şeyhzâde, sultân evladı bu zat, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) hu-zûruna gelip, tövbe edip ve inâbe alarak, talebe olma saâdetine kavuştu. Muhlislerden ve sevdiklerinden oldu. Hocasına gelirken hep yaya olarak gelir, bu memlekette, bu zamanda, böyle büyük bir zâtın bulunduğuna şükrederdi."
BİR BAŞKA MENKIBE
Hâce Divâne Sûretî'nin talebesi olan Mevlânâ Muhammed Emin ağır bir hastalığa tutulmuştu. Bu hastalığı epey bir zaman devam etti. Doktorların tedavisinden bir fayda görmedi. Hazreti İmam'ın büyüklü-ğünü duyunca, tam bir yalvarma ile mektup yazıp, şifâ ve devâ olan du-âlarını istirham edip, teberrüken bir elbise göndermelerini de yalvararak is-tedi. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri onun arzusu üzerine merhamet edip, bir mektub ve teberrüken bir gömleklerini gönderdi.
Mektup şöyledir:
"Kıymetli oğlum! Kendi üzerinize şefkatli bir anne gibi titremeniz ne zamâna kadar sürecek? Kendiniz için üzülmeniz, dertlenmeniz, ne kadar devam edecek! Kendini ve herkesi ölü olarak düşünmek, hissiz ve hareketsiz şeyler gibi bilmek lâzımdır. " Elbette sen öleceksin, o kâfirler de ölecekler..."( Zümer-30) âyet-i kerîmedir. Bu birkaç günlük dünyâ hayâtında, çok zikrederek, kalb hastalığından kurtulmak en mühim iştir. Bu kısa zamanda ma'nevi hastalıkların ilacı, Allâhü Teâlâyı zikrdir. Maksadların en büyüğü olan kalb, Allahtan başkasına tutulursa, ondan ne hayır gelir. Âhirette kalb selâmeti isterler. Rûhun, Allahtan başka şey-lerden kurtulmasını ararlar. Bizim gibi dar düşünceliler, dâima kalb ve rûhumuzu başka şeylere bağlamak için sebebler aramağı düşünürüz. Heyhât! Heyhât!
Ne yapalım! Âyet-i kerîmede meâlen Hazreti Allah (C.C.); " Allah onlara zulm etmez, onlar kendilerine zulm ederler" ( Âl-i İmrân-117) buyurdu. Zâhirî hastalığınızdan merek etmeyiniz. İnşâallah sıhhate ka-vuşup tamâmiyle iyi olacaksınız. Bu fakîrden elbise istemiştiniz. Bir göm-lek gönderdim. Giyiniz ve çok bereketli olan netice ve semerelerini bek-leyiniz. Allah yolunda gidenlere selâmlar olsun.
Mevlânâ Muhammed Emîn, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) gön-derdiği gömleği giydi. Onun duâsı bereketiyle senelerce devam eden o hastalıktan kurtuldu. Gelip talebelerinden oldu.
BİR BAŞKA MENKIBE
Hazreti İmam'ın talebelerinden fazîlet sâhibi bir zât şöyle anlatmıştır. " Benim İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerine talebe olmamın sebebi şudur:
—"Çok sevdiğim bir akrabâm vardı. Ağır hastalığa tutuldu. Çok dok-torlara gitti, ilaç kullandı. Fakat bir faide görmedi. Bir kimseden, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) ismini ve büyüklüğünü duydum. Huzûruna gidip, teveccühlerini istirhâm ettim. Fâtiha okudu ve husûsî odasına gitti. Biraz sonra çıkıp;
—" Hastası için bizden şifâ isteyen ilim talebesi nerededir?" deyip, beni çağırdı. Hemen huzûruna gittim.
—"Gelin, af ve mağfiret olunması için Fâtiha okuyalım!" dedi. Sonra ben şaşkın ve üzgün olarak, Serhend'den birkaç kilometre uzakta bulunan köyüme döndüm. Yolda, kendi kendime dedim ki:
—" İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Fâtiha okuyalım buyurarak, Fatiha okunmasından bu akrabâmın vefat ettiği anlaşılıyor. Eğer böyle ise, bu çok büyük bir hârikadır. Muhakkak gelip, talebesi olmalıyım." Eve geldiğim zaman gördüm ki, akrabâm vefât etmiş, yıkamış ve gömmüşlerdi. Hesâb ettim. Tam İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) beni çağırıp; " Af ve mağfireti için Fâtiha okuyalım" buyurduğu sırada vefat etmişti. Ben de, o büyük İmâm'ın talebelerinden oldum."
BİR BAŞKA MENKIBE
Muhammed Hâşim-î Kişmî şöyle anlatmıştır: " İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) makbûl talebelerinden olan, yüksek yaradılışlı bir az-îzden işittim, şöyle buyurdu. " Mühim bir iş için Lâhor şehrinden, Burhânpûr şehrine gitmiştim. Serhend'e gelip, Hazreti İmam'ın ellerini öpmekle şereflendiğim zaman hastalandım. Gideyim mi, kalayım mı diye tereddüd ediyorum. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri;
—" Çok mühim bir işin var, muhakkak gitmelisin, inşaallah hayırlısı olur" buyurdu. Emirlerine uyarak yola çıktım. Henüz iki üç konak gitmiş-tim ki, hastalığım arttı. Bir gece böyle devam etti. Bu hastalığın şiddetli zamanında kendi kendime; " Onlar bana; " Gidin bunda hayır vardır" buyurdu dedim." Hâlbuki hastalığım çok arttı. Bu düşünceden sonra bu hastalığın ateşi ve sıkıntısı esnâsında, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerini rü'yâda gördüm.
—" Hiç üzülme, şifâ bulacaksın yola devâm et"buyurdu. Sabah olunca o hastalıktan hiç bir eser kalmadığını gördüm. Delhi'ye gelince, orada bir dostum bana Hâre (bir şehir) helvası ikrâm etti. Bunu yiyince, o hastalık daha şiddetli olarak tekrar bana geldi. Yatağa düştüm ve İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) kerem ve teveccühüne kavuşmak için yalvarmağa başladım. İki gün geçmeden, Hazreti İmam'ın huzurunda bulunan, eski ve samimi dostlarımdan biri, ãniden kapıdan içeri girdi.
—"Hayırdır, inşaallah " dedim. Dedi ki: " Beni İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri gönderdi. "Git, filân dostunun yanında bulun, şimdi ağır has-tadır, senin gibi işten, hâlden anlayana çok ihtiyâcı olup, berâber bulu-nursunuz" buyurdu. "Senin yanına gelmek üzere yola çıkacağım sırada bir torba şifâlı ot isteyip sana getirmem için bana verdi. İşte getirdim." Ben dedim ki: "Bu otları İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri benim hastalığımın iyileşmesi için ilâç olarak göndermiştir. Bu otları ezip, suyunu içmeliyim." Doktorlar; "Sıtmanın şiddetli zamânında, tatlı ve soğuk yenmez, içilmez" deyip, beni bu işten men etmek istediler. Ben onlara;
—İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri bunları benim için gönderdi, içe-ceğim" dedim. İster istemez o otları ezip şerbet yaptılar. İçer içmez, hastalığımın yarısının geçtiğini anladım. Ertesi gün kalan otların da suyunu çıkarıp içtim. O hastalık ve sıtma tamâmen geçti. Orada bulunanlar, bu hâdise üzerine hayretler içerisinde kaldılar ve İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerine bağlılıkları kuvvetlendi."
YÜKSEK HALLERİNDEN...
Dekken memleketinde bulunan bir zât vardı. İmâm–ı Rabbânî haz-retlerini henüz görmemişti. Fakat uzaktan tanımış ve sohbetine kavuşmayı çok arzu ediyordu. Arzusunun çokluğundan; "Uzakta kalan ve o ni'metlerden mahrûm olan bu garîbe imdâd ediniz" şeklinde bir mektup yazdı. İmâm–ı Rabbâni hezretleri, bu mektubu okuyup ona cevap olarak yazdığı mektupda şöyle buyurdu:
—"Mektubunuzu okurken, o diyârdaki nûrâniyetinizin fazlalığını gördüm ve ümîdim arttı. Bunun için Allâhü Teâlâya hamd ve şükürler ol-sun." O zât bu müjdelerle dolu mektubun gelişinden bir sene sonra, İmâm–ı Rabbânî hazrtelerinin sohbeti ile şereflendi. Bir müddet o kapıda hizmet etti ve çok iyi muâmele gördü. Sonra tekrar, Dekken'e gitti. Dekken'e döndükten sonra imâm–ı Rabbânî hazretlerinin müjdesi zâhir oldu. Binlerce tâlib onun yardımı ile Ahrâriyyeyoluna girdi. Bir çokları, hâl ve zevklere kavuştu. Birçok fâsık tövbe edip, doğru yola girdi. Onun bu hâlini, İmâm–ı Rabbânî hazretleri daha önceden görmüş ve haber vermişdi.
YÜKSEK HALLERİNDEN......
Dekken'de emrinde binlerce insan olan, bir vâli vardı. Bu vâli sâlihleri, âlimleri, ârifleri severdi. İmâm–ı Rabbânî hazretlerine de çok bağlılığı ve muhabbeti vardı. Âniden eyâlet başkanlığından azledildi. Zamânın sultânı, onu ve çocuklarının hakkında gâyet kötü düşünüyor, hattâ öldürmek bile istiyordu. O vâlinin tanıdıklarından olan, Mîr Muhammed Nu'mân onun hâlini İmâm–ı Rabbânî hazretlerine bir mektup yazarak arzetti. Husûsi yar-dımlarını istirhâm edip, tekrarmakâma gelmesini ve sultan tarafından gelecek belâlardan muhâfaza edilmesi için duâ istedi. İmâm–ı Rabbânî hazretleri mektubuna şöyle cevap yazdı:
—"Mektubunuzu okurken o hân (vâli) gözümde pek yüksek göründü. Onun hakkında hiç merek etmeyiniz." Bu mektup, Mîr Muhammed Nu'mân'a ulaşınca, mektubu vâliye gönderdi. O da buna çok sevindi şükretti ve dedi ki: "Sultânın, yoktan yere beni bu kadar fenâ tanıması ve beni bu hâle düşürmesi bana çok ağır geliyor. Hasedçiler, sultâna benim hakkımda çok yalanlar söylemişler ve yazmışlar. Bununla berâber büyük velîlerin, eşsiz âriflerin teveccühlerine tamâmen inanıyorum ve güveniyorum." Bu mektubun yazılmasından on–oniki gün sonra, sultan yaptığına pişmân oldu. tekrar merhamet ve şefkat edip, o eyâlet ve memleketi vâlinin emrine verdi. Eskisinden daha çok ihsân ve iltifat eyledi.
YÜKSEK HALLERİNDEN...
İnsanları doğru yola getirmek için çok çalışan bir âlim, muhabbet ve tam bir aşk ile, İmâm–ı Rabbânî hazretlerinin dergâhına koştu. Huzûruna gelince, İmâm–ı Rabbânî hazretleri yeni gelenlere, bilhassa şeyhlere ve âlimlere karşı gösterdiği neş'eyi, tevâzu ve muhabbeti bu kişiye göstermedi. Ba'zı üstün talebeleri İmâm–ı Rabbânî hazretlerine; "Bu zât, meşhûr âlimlerdendir" diye arzedip; "Tam bir ihlâs ile, çok uzaktan huzûrunuza geldi. Ona, merhamet buyurun" dediler. Buyurdu ki:
—"Evet, öyle düşünüyorduk. Fakat, alnında açık bir yazı ile "münkir" kelimesinin yazılı olduğunu görüyorum. Ne yapalım!" Talebeleri bundan dolayı şaşırdılar. Bir müddet onların yanında kaldı. Zamanla İmâm–ı Rabbânî hazretlerinin keşf ve firâsetlerinin tamâmen doğru olduğu an-laşıldı. Çünkü Peygamber efendimiz (s.a.v.);
"Mü'minin firâsetinden korkunuz, çünkü o Allahın nûru ile bakar" buyurmaktadır.
SOHBETLE ELDE EDİLEN
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin talebelerinden azîz bir zât şöyle anlatmıştır: "Daha hocamın huzûru ile şereflenmemiştim. Bir mektup gönderip;
—"Peygamberimizin (s.a.v.) eshâbının bir sohbetle, eshâbdan olma-yan, en büyük evliyâdan daha üstün olmalarının sebebi nedir? Yoksa bir sohbette evliyâda hâsıl olan bütün hâllerden daha üstün bir hâl mi elde ediyorlardı" diye sordum. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri bunun cevâbında;
— "Bu suâlinizin cevâbı sohbete, hizmete ya'nî berâber bulunmaya ve görüşmeye bağlıdır" diye yazdılar. Bundan sonra İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin huzurları, hizmetleri ve sohbetleri ile şereflendim. Daha ilk sohbette öyle hâllere kavuştum ki, açıklamaya ve beyâna sığmaz. Aynı gün İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri beni çağırıp:
— "Bu gün senin mektubuna cevap verdim, senin hâllerin başka şekil aldı. Anladın mı? Yoksa anlamadın mı?" buyurdu. Ayaklarına kapandım. O esrâr ve firâset nûrlarının bahçesindeki servinin ayaklarının toprağına, kalb gözlerimden gizli nehirler akıttım."
KALB HALLERİ..
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin talebeleri şöyle anlatmıştır: "Gönül sâhibi bir seyyid, birgün İmâm–ı Rabbânî'nin huzûrlarına geldi. Seyyidi, öyle bir hâl kaplamıştı ki, yanında oturan onun kalbinin; "Allah! Allah!" dediğini duyardı. Hele uyuduğu zaman kalbinin bu zikri iki kat fazla duyulurdu. Zamânın meşâyıhından, kemâle ve olgunluğa gelmeden icâzet almıştı. Bu icâzetin hakkıyla verilmemiş olduğu anlaşıldı. imâm–ı Rabbânî Hazretlerinden de izin ve icâzet almak istiyordu. Kalbinin zikretmesi ve israrı üzerine, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri buyurdu ki;
—"Mübârek bir zât olduğu anlaşılıyor. Ama bu hadde varan kalb zikrinin istilâsından ve hakkıyla verilmemiş olan o icâzetlerden dolayı olan düşünceleri, onun ilerleme yolunu kesiyor. Ona yapılacak ilâç, bu hâllerini yok etmektir." İki gün geçmeden, o kalbe âid zikr kendisinden öyle alındı ki, her ne kadar kendini zorlasa bile zikr edemedi. Şaştı kaldı. Ağlamağa, inlemeğe, feryâd etmeğe başlayıp, çok göz yaşları döktü. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri birkaç gün içinde, teveccühü ile onu eritti ve onun gurûrunu kökünden kazıdı. Sonra onu çağırıp, tasavvufda gizli hâller ile süsledi,hâllendirdi ve buyurdu ki: "Kalb hâlleri, kalbe âid ve kökleşmiş olmalıdır."
KARDEŞİNİN VEFATI
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin makbûl ve keşf sâhibi küçük kar-deşleri ve kıymetli talebesi Şeyh Muhammed Mes'ûd, geçinme için ihti-yâcını gidermek maksadıyla, Kandehâr şehrine ticârete gitmişti. O gün-lerde İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, bir sabah huzûrlarında bulunan hizmetçilerine şöyle buyurdu:
—"Ne garib iştir. Kardeşim Muhammed Mes'ûd'un nerede olduğunu öğrenmek için teveccüh eyledim. Keşf gözü ile her ne kadar aradıysam, hiçbir yerde bulamadım. Bundan sonra daha dikkatli teveccüh eyledim, ölmüş ve henüz gömülmüş olan yeni mezârını gördüm." Dinleyenler hayretler içerisinde kaldılar. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri bunu söy-lemesinden bir müddet sonra, kardeşinin berâber gittiği arkadaşları geldiler ve onun Kandehâr'da vefât ettiğini söylediler.
YAĞMUR YAĞMADI
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri bir defâsında Ecmîr şehrine gitmişti. Bu sırada mübârek Ramazan ayı gelmişti. Âdeti üzere terâvih namazla-rında, Kur'ân–ı kerîmi hatm etmeğe başladı. Birinci gece yağmur yağdığı için küçük bir mescidde namazı kıldılar. Çok sıkışık oldu. Ba'zı kim-selerden onlara sıkıntı ve eziyet geldi. Namazı bitirdikten sonra, buyurdu ki: "İnşâallah hatimlerimizi bitiririz. Eğer Allâhü Teâlânın ihsânı ile geceleri yağmur yağmayıp, mescidin avlusunda terâvih namazı kılarsak ne büyük bir ni'met olur." Muhammed Hâşim–i Kişmî bundan sonrasını şöyle anlatmıştır: "Bu fakîr, birarkadaşıma; "Ne söylediklerini duydun mu? Ramazanın sonuna kadar bir daha yağmur görmeyeceğiz, inşâallah" dedim. Dördüncü hatmi bitirdikleri Ramazân–ı şerîfin yirmiyedinci gecesine kadar, gece yağmur yağmadı. Bu da onların büyük bir kerâmeti idi."
DUVAR YIKILMAYACAK
Muhammed Hâşim–i Kişmîanlatmıştır: "Terâvih namazı kıldığımız o mescidin, bir duvarı sağlam, yapılmamıştı ve bir tarafa doğru eğilmişti. O kadar ki, mescide gelenlerin çoğu ve etrafında bulunanlar oradan geçerken, bugün yarın bu duvar yıkılacak derlerdi. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri birgün bu düşüncelerine temasla buyurdu ki: "Bu duvar, bu fakîrler burada kaldığı müddetçe, bize riâyet edip her hâlde yıkılmayacak. Nitekim büyükler; "Bizim şakamız ciddîdir" buyurmuşlardır. Buyurdukları gibi duvar, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri oradan ayrılıncaya kadar yıkılmadı. Oradan ayrıldığımız gün, ben, herkes gittikten sonra bir bahâne ile bir saat kadar o mescidin yanında kaldım. Duvarın yıkılmasını ta'kib ediyordum. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri mescid görünmez oluncaya kadar uzaklaşınca duvar birden bire yıkılıverdi."
KADINA BİR ŞEY OLMADI
Muhammed Hâşim–i Kişmî şöyle anlatmıştır: "İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri Lâhor şehrine gittikleri zaman bir gece, yatsı namazını kıldıktan sonra eski bir binânın yanında durup;
—"Sakın kimse bu binânın yanında bulunmasın!" dedi. O gece yağmur yağacak ve fırtına esecek bir durum gözükmüyordu. Tecrübeli bir şahıs bana;
—"Diğer eski binâlar bundan kurtulacak da, bu binânın kabâhati nedir ki, yıkılacak" dedi. Gecenin üçte ikisi geçtikten sonra, o binâ âniden yıkıldı. Bu binâda bir kadın yatıyordu. Ev onun başına çöktü. Yakın olan birisinin ayağına da bir tuğla düştü. Kadını görenler ezildi ve öldü zan-nederlerdi. Hazret–i İmâm;
—"Biz bu gece burada kimse kalmasın demedik mi?" buyurdular. O kadını oradan çıkardıkları zaman, üzerinde bir yara ve incinme görülmedi, bir zarar görmemişti."
HATALI BİR KEŞİF
O zamânın sultânının üçüncü oğlu, diğer kardeşlerinden çok daha olgun ve aralarında seçkin idi. Babasına isyân etmişti. Bir taraftan babası, bir taraftan da bu oğlu, kuvvetli ordularla birbirlerine hücûm ettiler. Şiddetli bir harb başladı. Babasının tarafında bulunup, en mühim işleri deruhte eden büyük bir kumandan, bu harb sırasında sultânın oğlunun tarafına geçti. Diğer kumandanlar da bu düşüncede idiler. Bu şehzâde, velîlerin ve âlimlerin sevgisini kazanmıştı. İslâmiyetin yayılmasına gayret ve müslümanları himâye ediyordu. Zamânın evliyâsının büyüklerinden bir kısmı, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerine mektup yazıp;
—"Delhi'de bulunan velîler ve büyükler keşf ve vâkı'alarla gâlibiyetin ve nusretin şehzâde tarafında olduğunu görüyorlar. Hazretiniz bu hasusda ne buyururlar" dediler: İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri cevâbında:
—"Harb meydanındaki vaziyetin bunun aksi olduğunu anlıyorum, fakat sonunda şehzâdenin kazanacağını tamâmen görüyorum" buyurdu. Buyurdukları gibi oldu. Bir müddet diğerleri devleti idâre etti. Sonra Allâhü Teâlâ kardeşler arasında sultânlığı ona (Şâh Cihân bin Cihângir'e) nasîb etti. Babasının vekîli olarak onun makamına geçti. Allâhü Teâlâ, bu sultâna Hindistan'ı adâlet ve ihsânla dolduran bir pâdişâhlik nasîb eyledi. Bu pâdişâh sâyesinde memleket başka nizâma girdi. Ârifler ve âlimler bambaşka hürmet gördüler. Dîne üstün hizmetler yapıldı.
VEFÂTI
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri 1024 (M. 1615) senesinde, elliüç yaşlarında iken, talebelerinden çok sevdiklerine; "Benim ömrüm ve ha-yâtım hakkındaki kazâyı mübremin altmışüç sene olduğunu ilhâm ile bana bildirdiler" buyurdu. Ve buna çok sevindi. Çünkü Peygamber Efendimize (s.a.v.)yaş bakımından da uymuşoluyordu. Aynı zamanda bu hasusta Hazreti Ebû Bekr'e, Hazreti Ömer'e ve Hazreti Ali'ye de uymuş oluyordu.
1032 (M. 1623) senesinde Ecmîr'de iken;
— "Vefât etmemin yakın olduğunaişâretler, alâmetler görülmeğe başladı" buyurdu. Serhend'de bulunan kıymetli oğullarına mektup yazıp;
—"Ömrümüzün sona ermesi yakındır" buyurdu. Babalarının hasreti ve ayrılığı ile yanan, evliyânıngözlerinin nûru kıymetli oğulları, bu mektubu alınca, babalarının bulunduğu yere hareket ettiler. Huzûruna kavuşunca, birgün, bu yüksek oğullarını husûsi odaya çağırdı. Buyurdu ki:
—"Kıymetli oğullarım! Bu dünyâya hiçbir şekilde nazarım ve bağlılı-ğım kalmadı. Öbür dünyâya gitmek îcâb ediyor, gitme ve yolculuk alâ-metleri görünmeğe başladı."
Muhammed Hâşim–i Kişmî demiştir ki: "Oğulları odadan çıkınca, kalblerindeki sıkıntıyı ve ölçülemeyen üzüntüyü, bu fakîr gördüm. Her birinin ağlamaktan boğazı tıkanıyordu. Böyle olduklarını görünce, ken-dilerine ne için bu kadar ağladıklarını sordum. Babaları İmâm–ı Rabbânî Hazretlerinin, vefâtının yakın olduğunu açıklaması üzerine ağladıklarını öğrendim. Fakat İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, bu haberden oğullarının çok üzgün olduğunu, kalblerindeki sıkıntı ve darlığı görünce, aynı za-manda kendisine daha bir yıldan çok yaşayacakları bildirilince, tekrar oğullarını çağırdılar ve;
—"Bir takım işleri tamamlamak için daha bir müddet yaşayacağımızı bildirdiler" buyurdu. Bu müjdeden, bu iki mes'ud kardeş çok sevindiler, mesrûr oldular. Bundan sonra bu hâdiseyi bana anlattılar. Bununla be-râber, bu fakîrin gözyaşlarının aktığı rahneleri (çukurları) açmış oldular. Fakat, bu müjdelerinden, kıymetli oğulları ve bu kalbi yaralı âşık, uzun yıllar yaşayacaklarını ümid ettik."
Yine İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri o günlerde, Hâce Muînüddîn Çeştî hazretlerinin mezârını ziyârete gitti. Bir müddet o evliyânın kalb-lerine murâkabe ederek oturdu. Kalkınca, buyurdu ki:
—"Hazret–i Hâce çok iltifât edip, çok şefkat gösterdiler. Kendi hu-sûsî bereketlerinden ziyâfetler verdiler. Konuştuk ve çok sırlar açıklandı. Konuşulanlardan biri şudur: Buyurdu ki: "Bu asker arasında bulunmaktan kurtulmağa çalışmayınız. Kendinizi Allâhü Teâlânın rızâsına bırakınız." Bu arada o mezarda hizmet gören türbedârlar gelip, İmâm–ı Rabbânî Hazretlerinin elini öpmekle şereflendiler.
Muînüddîn Çeştî Hazretlerinin kabrinin örtüsünü her sene değiştirip eskisini evliyânın büyüklerinden birine gönderirlerdi. Yâhud da zamânın pâdişâhına verirler. O da kıymetli inci ve mücevherât gibi, bir sandıkta, teberrüken saklardı. O gün, o mezârın örtüsünü değiştirdiler ve eskisini İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin huzûruna getirip, buna en lâyıksizsiniz diyerek takdîm ettiler. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri tam bir edeble kabûl etti. Örtüyü hizmetçilerine verip, kalbden soğuk bir ah çekdi ve; "Hazret–i Hâce'ye bundan daha yakın bir libâs, bir örtü yoktur. Bunu, bana kefen etmek için saklayın" buyurdu.
Muhammed Hâşim-i Kişmî şöyle anlatmıştır: "O günlerde bir gece, teheccüd vaktinde bu fakîr, husûsî odalarının yanına geldim. Kapılarının eşiğinin dibinde başımı dizlerimin üzerine koyarak, tefekkür etmeğe başladım. Âniden o odadan ağlamakla karışık acıklı, hüzünlü bir ses işittim. Kulağımı kapıya dayadım ve İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin içli olarak bir beyt okuduklarını ve Hakkı gören gözlerinden ihtiyaç ve muhabbet gözyaşları döktüklerini anladım. O beyt şu idi:
"İki günlük hayatla Câmî gâmına doymadı,
Âh ne güzel olurdu, şu ömrüm uzun olsaydı."
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri Ecmîr seferinden Serhend'e dö-nünce, artık evinde inzivâya çekildi. Bir müddet, beş vakit namaz ve Cum'a namazı hâriç, evden dışarı çıkmadı. Nûr ve esrâr menba'ı olan husûsî odasında; Muhammed Hâşim–i Kişmî'den, yüksek oğullarından, talebelerinden ve hizmetçilerinden iki üç kişi hâriç, başkalarının girmesi çok nâdir oluyordu. Bu halveti seçtiği günlerden birgün, soğuk bir nefes çekip; "Şeyhülislâm'ın (Ebû Ali Dekkâk'ın) meşrebi çok yükselince, mecli-sinde insan kalmadı" sözünü söyledi. Burada olduğu gibi, ömrünün so-nuna doğru, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin meşrebi de o kadar yüksek oldu ki, talebelerinin en yüksekleri bile onun yanında mektebe yeni başlayan küçük çocuklar gibi kalıyorlardı.
O günlerde dostlarına yazdığı mektuplarda ekseriyâ istigfâr ve ke-lime–i tevhid'in çok okunmasını yazardı. Hattâ ba'zı mektuplarında; "Ömrümüzün sonu yaklaştı, bakalım ne olur?" diye açıkça yazdı. Muhammed Hâşim–i Kişmî şöyle anlatmıştır: "Bu esnâda, Dekken idâre-sinde karışıklıklar ve hercû merçler sebebiyle hatırıma, gidip çocuklarımı alıp, yüksek huzûrlarına getirip, Serhend'e, yerleşeyim diye geldi. Bu arzumu İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerine azrettim. Nihâyet yüzlerce hasret ve gamla izin verdi. Gitmek için izin verdiği zaman, kendilerine;
—"Duâ buyurunuz da, bir an evvel dönüp Hakka kulluk edenlerin sığınağı olan kapınızla şerefleneyim" diye arzettim. Bir âh çekip;
—"Duâ edelim de, âhirette, hep berâber bir yerde olalım" buyurdu. Bu canları yakan son sözleri aklımı başımdan aldı. Fakat, bu tâlihsizin nasîbi mahrûmluk olunca, kazâya karşı gelemeyip, ister istemez, gözle-rimden kanlı yaşlar akıta akıta, haret ve gurbet şiirleri dize dize hazırlığa başladım ve ayrıldım."
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri vefât etmeden altı ay önce, Şa'bân ayının onbeşinci gecesi olan "Berât kandili" gecesini, kendi husûsî oda-sında ihyâ eyledi. O gece yarısı, kıymetli hanımının bulunduğu odaya geldi. Hanımı dedi ki:
—"Bu gece ecellerin ve amellerin takdir edildiği gecedir. Kimbilir Allâhü Teâlâ kimin defterine ölecek ve kimin defterine yaşayacak! diye kaydetti." İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri bu sözü duyunca;
—"Niçin tereddüt ve şüphe ile söylüyorsun? Ya isminin, dünyâda yaşayacaklar sahifesinden silindiğini görenin hâli nice olur?" buyurdu. Bunu söyleyince, sırlar yatağı olan kalbinden bir âh çekti. Böylece İmâm–ı Rabbânî hazretlleri, o sene vefât edeceğine keşfiyle işâret buyurmuşlardı.
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatmış-tır: "İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin ömrünün son günlerinde, hasta olduğu sırada huzûruna çıkıp, birkaç günlüğüne memleketime gidip gelmek için izin istedim.
—"Birkaç gün dur!" buyurdu. Sonra tekrar arzedip;
— "Hemen gidip, döneceğim" dedim.
—"Birkaç gün sabret!" buyurdu. Fakat;
—"Gidip en kısa zamanda huzûrunuza döneceğim" deyince, izin verdi ve:
—"Sen nerede, biz nerede, ilkbahar nerede?" mısra'ını okudu. Bu sözünden birkaç gün sonra vefât etti.
Bunun gibi, hasûsî mahremleri ve onlara çok yakın olanlar; bu gün-lerde İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerine inzivâ ve insanlardan uzak kalmalarına temasla;
—"Çoluk–çocuğunuzdan ve bütün insanlardan ayrılmanızın, uzlete çekilmenizin sebebi nedir?" diye sorulunca, cevâbında;
—"Bu dünyâdan göçmemi çok yakın görüyorum. İş böyle olunca, ta-mâmen inzivâ ve ayrılığı tercih edip, dâimâ istiğfâr ediyorum, af diliyo-rum. Bunları zarûrî görüyorum. Bütün vakitlerimi ve nefeslerimi, zâhirî ve bâtınî ibâdetlerle geçirmeyi elzem buluyorum. Bu da ancak, insanlardan ayrılmak ve yalnız kalmakla ele geçer. Bunun için beni bırakınız, benden ayrılınız ve beni Allâhü Teâlâya ısmarlayınız" buyurdu.
Yine bugünlerde, birgün kendi evinin aralığında (holünde) istirahat ederken, âniden;
—"İki üç ay sonra biz bu evde olmayız" buyurdu. Orada bulunanlar;
—"Husûsî odanızda mı bulunacaksınız?" diye arzettiler. Buyurdu ki:
—"Orada da olmayacağım."
—"Ya nerede olacaksınız?" diye sordular.
—"Bu yerlerden hiçbirinde olacağım görülmüyor. Bakalım ne olur?" buyurup, yollarının îcâbı açık söylemediler.
Bu arada çok sadaka verdi ve büyük hayırlar yaptı. Mahremlerinden, yakınlarından biri, bu sadaka ve hayratlarının çokluğunu görünce;
—"Bütün bu hayratlar, belâların giderilmesi için midir?" diye sordu. Buyurdu ki:
—"Hayır, beki de kavuşmak şevki ile bunları yapıyorum. Ve şu beyti okuyup gözlerinden sevinç gözyaşları döküldü:
"Vuslat günüdür sırdaşım âleme kucak açayım,
Bu devletin, bu ni'metin seviçlerini saçayım."
Muharrem–ül–harâm ayının onikinci günü buyurdu ki:
—"Bana bu dünyâdan öbür dünyâya gitmeme kırk veya elli gün kal-dığını bildirdiler. Mezârımı da gösterdiler." Bu sözleri dinleyenler üzül-düler ve şaşa kaldılar. Ciğerlerindeki yara yeniden tâzelendi.
O günlerde, oğlu Muhammed Sa'îd birgün, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerini ağlarken gördü. Sebebini sordu. Cevâbında;
—"Allâhü Teâlâya kavuşmanın sevinci ile ağlıyorum" buyurdu. Oğlu;
—"Allahü Teâla, bu işi, bu dünyâdasevdiklerinin isteğine bırakır. Mâdem ki, siz bu kadar çok istiyorsunuz, elbette gidersiniz" diye arz etti. Bu sözü söyleyen oğullarında bir değişme gördü ve buyurdu ki:
—"Muhammed Sa'îd! Allâhü Teâlânın gayretine dokunuyorsun." Oğlu;
—"Kendi hâlime üzülüyorum" dedi ve gâyet samîmî bir beyânla, derd ve elem dolu kalbini dışarı vururcasına;
—"Ey gönlümün sürûru babacığım! Bize yaptığınız bu şefkatsızlık ve acımasızlık nedendir?" diye arz etti. Bunun üzerine;
—"Allahü Teâla sizden sevgilidir. Ayrıca bizim size şefkat ve yardım-larımız, vefât ettikten sonra, bu dünyâdakinden daha çok olacaktır. Çünkü bu dünyâda iken, insanlık îcâbı ba'zan ister istemez yardım ve teveccüh tam olmuyor. Hâlbuki öldükten sonra, beşerî sıfatlardan tamâmen ayrılma vardır" buyurdu. Bunu söylediği günden i'tibâren, o günleri saymağa başladılar. Şöyle ki, Safer ayının yirmiikinci gecesi kalbleri hasta eshâbına;
—"Bugün söylediğim günlerin kırkıncı günü geçmiş oluyor. Bakalım bu yedi–sekiz günde ne zuhûr eder" buyurdu. Yine oğullarına buyurdu ki: "Şu arada hâsıl olan bir kaç günlük sıhhatte, Allahü Teâla, Habîbine (s.a.v) tâbi olan bir insanda bulunabilecek bütün kemâlâtı bana ihsân eyledi." Oğullarının bu sözlerden kalbleri parçalandı. Çünkü, bu sözlerde Hazreti Ebû Bekrinis-Sıddîk(r.a) hazretlerinin:
—"Bu gün dîninizi tamam eyledim." âyet–i kerîmesi gelince kalblerine gelen, ya'nî Peygamber Efendimiz (s.a.v.) vefât edecektir, ilhâmından bir işâret bulunduğunu anladılar.
Safer ayının yirmiüçü Perşembe günü, dervişlere, kendi mübârek el-leriyle elbiselerini taksim etti. Kendi üzerinde pamuklu, sıcak tutan bir elbise bulunmadığı için, havanın soğukluğu te'sir edip, tekrar sıtma has-talığına tutuldu ve tekrar yatağa düştü. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hastalıktan kurtulup, az bir zaman sonra tekrar hasta olmuşlar ve vefât eylemişlerdi. İmâm–ı Rabbânî hazreteri, bu hususta da sünnete uydu. Bu hastalıktan evvel hizmetçilerinden birine;
—"Mangal için şu kadar liralık kömür al!" buyurdu. Biraz sonra tekrar yanına çağırarak;
—"Söylediğimin yarısı tutarında kömür al, çünkü bir ses kalbime, o kömürleri yakacak kadar zaman kalmadı diyor" buyurdu. Kömürün bir kısmını kendisi için ayırtıp, diğerini çocuklarına gönderdi. Kendisine ayrılmış olan miktar, vefât ettiği gün tamâmen bitmişti. Bu hastalık za-mânında yüksek ilimleri, çok fazla olarak kendi yüksek oğullarına anlattı. Birgün ince hakîkatleri beyânda o kadar uğraşıyor ve bunun için o kadar konuşuyordu ki, kıymetli oğulları Hâce Muhammed Saîd;
—"Hazretinizin hastalığı bu kadar konuşmanıza elverişli değildir, ma'rifetlerin beyânını bir başka zamâna bıraksanız nasıl olur babacığım?" diye arzetti. Bunun üzerine buyurdu ki:
—"Ey oğlum! Daha zaman ve fırsat var mı? Biliyorum ki, bir başka vakit, bu kadarını söylemeye de kuvvet ve kudret bulamayacağım."
Bu günlerde hastalığı şiddetli olmasına rağmen cemâatle namaz kıl-mağıterketmedi. Ancak son dört-beş gün, yalnız başına namaz kıldı. Duâları, tesbihleri, salevâtları, zikri ve murâkabeyi, hiçbir eksiklik olmadan yapıyordu. Dinimizin ve hocalarının yollarının inceliklerinden hiçbirini terketmiyordu. Bir gece, gecenin üçüncü yarısında kalkıp abdest aldı. Teheccüd namazını ayakta kıldı ve;
—"Bu bizim son teheccüddümüzdür" buyurdu.
Vefâtından biraz önce, kendinden geçme hâli görüldü. Büyük oğlu, bu kendinden geçme hâlinin çokluğu, hastalığın şiddetinden mi, yoksa istiğrak (nûrlara gömülme) sebebi ile midir, diye arzetti. Cevâbında;
—"İstiğrak sebebi iledir. Çünkü, ba'zı çok yüksek hâller görünüyor. Bunun için onlara teveccüh ediyorum, tâ ki hepsini oldukları gibi göre-bileyim ve bunlarla herşeyim tamam ve kâmil olsun" buyurdu. Bu derin sırlardan kısaca yüksek oğullarının kulaklarına fısıldadı. Bu kendinden geçme hâlinden kurtulunca, ciğeri yaralı, kalbi yanık talebelerine elvedâ sözünü hatırlatan, vasiyetlerini söylemeye başladı. Bu vasiyetlerin çoğu; mutâbeata, Peygamberimize (s.a.v.) tâbi olmaya teşvik, sünnete yapışma, bid'atten kaçınma, zikr ve murâkabeye devâm etme hakkında idi.
Buyurdu ki:
—"Sünnete çok sıkı sarılmak lâzımdır." Bu sözleriyle de Peygamber Efendimize (s.a.v.) uymak istemişlerdi. Çünkü, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) vefât edecekleri zaman böyle nasîhat eylemişlerdi. Abbâd bin Sâriye'den (r.a.), Tirmizî ve Ebû Dâvûd şöyle rivâyet eder:
—"Resûlullah (s.a.v.) bize va'z ediyordu. Bu va'zdan kalbler ürperi-yor, gözler yaşarıyordu. Dedik ki:
—"Yâ Resûlallah! Bu sözleriniz vedâ va'zına benziyor, bize vasiyet ediniz." Resûlullah aleyhisselâm buyurdular ki:
—"Size vasiyetim olsun: Allahtan korkunuz, bir köle bile emr–i ilâhîyi bildirse dinleyiniz ve yapınız. Yaşayanlarınız çok şeyler görecek. O zaman benim ve Hulefâ–i râşidînin sünnetine gâyet sıkı sarılınz, onu elden kaçırmayınız. Çünkü bütün bid'atler dalâlettir, sapıklıktır."
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri vasiyetine devamla şöyle buyurdu:
—"Dînimizin sâhibi, Resûlullah (s.a.v.) nasîhatlerin en incelerini bile; "Din nasîhattır" hadîs–i şerîfi gereğince ihmâl etmediler. Dînimizin kıy-metli kitaplarından, tam tâbi olmak yolunu öğreniniz ve bununla amel ediniz. Benim techiz ve tekfîn işlerimde sünnete uyunuz." Bundan evvel daha önce mübârek hanımına buyurmuştu ki:
—"Eğer ben senden evvel, bu sıkıntılarla dolu dünyâdan âhirete gi-dersem, benim kefenimi, senin mehr parandan aldırırsın."
Nasîhatlerinden biri de;
—"Mezârımı belli olmayan bir yere yapınız" idi. Yüksek oğulları ar-zettiler ki:
—"Bundan evvel, hazretinizin işâreti ile ağabeyimizin gömüldüğü, şerefli ve bereketli yer hakkında; "Benim mezârım orada olacaktır. Aynı yerde gömüleceğim" buyurmuştunuz. Bu gün de böyle buyuruyorsunuz."
—"Evet öyle idi. Fakat şimdi ben böyle istiyorum" dedi.
Oğullarının bunu kabûl etme hakkında durakladıklarını görünce;
—"Eğer böyle yapmasanız, şehrin dışında yüksek babamın yanına defnediniz. Bu da olmazsa şehrin hâricinde bir bahçede benim mezârımı yapınız. Süslemeyiniz. Olduğu gibi bırakınız ki, en kısa zamanda nişânı kalmasın" buyurdu.
Hazreti İmam kendi kabirleri için buyurdukları iki üç yer hakkında, oğullarında bir duraklama, bir dikkat, hattâ bir şaşkınlık görünce, tebessüm edip;
—" Serbestsiniz. Nereye münâsip görürseniz, oraya defnediniz" buyurdu. Vefat ettiği safer ayının yirmi dokuzunda salı günü, gece ken-dine hizmet eden hizmetçilerine;
—" Çok zahmet çektiniz, bu sizin son zahmetinizdir" buyurdu. Gecenin sonunda:
—" Bu gece de bitti, sabah oldu" buyurdu. O günün işrak zamanında; "Bevl edeceğim, bir leğen getirin" buyurdu. Getirdiler, fakat içinde kum yoktu.
—"İçinde kum olmazsa sıçrama ihtimâli olabilir" buyurdu. O en nâzik zamanda da, en ince hususlara dikkat edip, bevl etmedi ve;
—"Bu leğeni kaldırıp, beni de yatağıma yatırın" buyurdu. Dediği gibi yaptılar. Kendilerine biraz sonra, vefât edeceksin, abdest almağa vakit bulamayacaksın ilhâmı gelince, abdestini bozmak istemedi ve abdestli olarak rûhunu teslim etmek istedi. Sedirin üzerine yatınca, sünnet üzere sağ elini sağ yanağının altına koyup, zikrle meşgûl oldu. Büyük oğlu Muhammed Saîd, babasının sık sık nefes aldığını görünce;
—"Hâl–i şerîfiniz nasıldır babacığım?" diye arzetti.
—"İyiyim ve kıldığım o iki rek'at namaz kâfidir" buyurdu. Bundan sonra bir daha konuşmadı. Yalnız Allâhü Teâlânın ismini söyledi ve biraz sonra da vefât etti. Peygamberlerin büyüklerininçoğunun son sözleri namaz olmuştur. Bu hususta da Peygamberlerin serverine (s.a.v.) tâbi oldu. Vefâtı bin–otuzdört senesi, Safer ayının yirmisekizi, güneş hesâbı ile yirmidokuzu, Salı günü kuşluk vakti vâkî oldu.
O ay yirmidokuz gün idi. Peygamber Efendimizin (s.a.v.) vefât ayı olan Rabî'ul–evvel ayının ilk gecesi, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) hu-zûruna kavuştu. Hastalık ve hummâ çektiği günler, yaşının sene adedi kadar olup, altmışüç gün idi. Hadîs–i şerîfde; "
"Bir günlük hummâ bir senenin keffâretidir." buyuruldu. Çektikleri hastalık, bu hadîs–i şerîfin ma'nâsına uygun oldu. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin nûrlu bedeni yıkama tahtasının üzerine koyulup, elbiseleri soyulunca, orada olanların hepsi de gördüler ki, Hazret–i İmâm, namazda olduğu gibi ellerini bağladı. Sağ elinin baş parmağı ve küçük parmağını, sol elin bileğinde halka yaptı. Hâlbuki, oğulları vefâtından sonra, kollarını düzeltip uzatmışlardı. Yıkama tahtasına yatırırken, tebessüm etti ve bir müddet böyle mütebessim olarak kaldı. Hattâ orada olanlar feryâd ettiler.
Yıkayıcı, mübârek ellerini açıp düzeltti. Sol tarafa yatırdı, sağ tarafını yıkadı. Sağ tarafa yatırıp sol tarafını yıkayacağı zaman, orda bulunanlar, velîlik kuvvetinin bir alâmeti olarak, zaîf bir hareketle ellerinin hareket ettiğini, biraraya geldiğini ve eskisi gibi tekrar sağ elinin baş ve küçük parmaklarının, sol elinin bileğinde halka yaptığını gördüler. Hâlbuki sağ tarafa yatınca, sağ elin sol el üzerine gelmesi îcâbederdi. Latîf elleri mum ve tâze gül yaprağı kadar tâze idiler. Bununla berâber öyle bir kuvvetle sol elini tutmuştu ki, ayırmak ve çözmek mümkün değildi. Kefene sardıkları zaman, yine ellerinin bağlandığı görüldü. Böylece iki–üç defâ vâki oldu. Nihâyet ordakiler, bunda derin bir ma'nâ ve gizli bir sır olduğunu anlayıp, bir daha ellerini açmaya uğraşmadılar ve oğulları Hâce Muhammed Saîd;
—"Mâdem ki, muhterem babam böyle istiyor, böyle bırakalım" bu-yurdu. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hadîs–i şerîfde; "Yaşadıkları gibi ölürler" buyurdu. Bu, Allâhü Teâlânın büyük bir ihsânıdır. Dilediğine ih-sân eyler. O'nun ihsânı boldur.
VEFATINDAN SONRA...
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin cenâze namazını, oğlu Hâce muhammed Saîd kıldırdı. Vefâtında 63 yaşında idi. Serhend'de evinin yanında defnedildi. Daha sonra Afganistan pâdipâhı Şâh–i Zamân, kabri üzerine büyük ve çok san'atlı bir türbe yaptırdı. Vefât haberi, talebelerini ve sevenlerini çok üzüp ağlattı. Duyulduğu her yerde gözyaşları döküldü. Vefâtı üzerine çok şiirler yazılmış ve pekçok târih düşürülmüştür. Onun vefâtına dayanamayan talebelerinden Muhammed Hâşim–i Kişmî şöyle anlatır.
—"Vefât ettiği günün akşamı şehrin kenarında virâne bir mescidde, o pahasız hazînenin hayâliyle içim yanıyor, kalbim parçalanıyordu. Kalbimden soğuk âhlar çekiyor, gözümden yakıcı gözyaşları döküyordum. Ben bu hâlde iken birden hocamın rûhâniyeti gözüküp; "Sabretmek lâzım" buyurdu. Binlerce kırıklık ve perişanlık içinde;
—"Ey efendim, ateşe kim dayanabilir?" dedim.
—"İbrâhim aleşhisselâma uymayı yerine getirmek lâzımdır" buyurdu. Böylece, bu kendinden geçmiş âşığın divâneliği arttı, ızdırâbımı ve ona olan muhabbetimi dile getiren şiirler söylemeğe başladım."
Büyük oğlu Muhammed Sa'îd buyurdu ki:
—"Yüksek babamı, vefatından sonra rü'yâda gördüm. Allâhü Teâlânın kendisine verdiği büyük ni'metlerden tam neş'e ve sevinçle an-latıyordu ve bununla iftihâr ediyordu. Kendisine;
—"Canım babacığım, şükr makâmından hiç kimseye bir nasîb verdiler mi?" diye arzettim.
—"Evet, beni de şükredenlerden eylediler" buyurdu. Arzettim ki, Kurân-ı kerîmde meâlen; "Şükreden kullar azdır" (Sebe'–13) buyuruluyor. Bu âyet–i kerîmeden anlaşılan, bu cemâatin, Peygamberler olduğudur. Yâhud da Peygamberlerin en büyük eshâblarıdır. Ebû Bekr–i Sıddîk (r.a.) gibi deyince;
—"Evet, öyledir. Fakat beni husûsî bir ihsân ve inâyetle, o cemâate dâhil eylediler" buyurdu.
Hâce Muhammed Ma'sûm hazretleri buyurdu ki:
—"Babamın vefâtından sonra rü'yâda gördüm. Münker ve Nekîr'in suâli nasıl geçti? diye sordum. Buyurdu ki:
—"Allâhü Teâlâ merhamet ederek, bereket cihetiyle ilhâm edip; "Eğer sen izin verirsen bu iki melek kabrine gelecek" buyurdu. Arzettim ki: "Ey Allahım! Bu iki melek de, senin huzûrunda kalsınlar" dedim. Nihâyetsiz rahmet ve merhametinden bana acıdı ve onları benim yanıma göndermedi." Tekrar;
—"Kabir sıkması nasıl geçti?" diye sordum. "Oldu, fakat çok az oldu" buyurdu.
ÇOCUKLARI:
1– Hâce Muhammed Sâdık: Büyük oğlu olup, daha küçük yaşta ta-savvufda yüksek hâllere kavuştu. Onsekiz yaşında iken zâhirî ilimleri bi-tirip, ders vermeye başladı. Tasavvufda en yüksek dereceye ulaştı. Yirmidört yaşında iken 1025 (M. 1616) senesinde tâûn, vebâ hastalı-ğından vefât etti.
2– Hâce Muhammed Saîd: Babasının huzûrunda ilim öğrenip, onyedi yaşında aklî ve naklî ilimleri öğrendi. Tatlı sözlü ve alçak gönüllü olup, dünyâya hiç kıymet vermezdi. Hadîs ve fıkıh ilimlerinde, yüksek derecede âlim idi. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri bu oğluna icâzet ve hilâfet verip; "Muhammed Saîd, Ulemâ–i râsihîndendir (ilmini nübüvvet kaynağından alan âlimlerden)" buyurdu. Bu oğlu 1070 (M. 1660) senesinde vefât etti.
3– Muhammed Ma'sûm: Hindistan'da yetişen İslâm âlimlerinin en meşhûrlarından olup, zâhirî ve bâtınî ilimlerde pek yüksek derecede idi. O doğunca, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri; "Muhammed Ma'sûm'un dünyâya gelişi bizim için pek bereketli ve pek mübârek oldu" buyurmuş-tur.
Babası onu aklî ve naklî ilimlerde yüksek derecede yetiştirmiştir. Ona; "İlim tahsîlini çabuk bitir ki, seninle işimiz vardır" buyurmuştur. Muhammed Ma'sûm (k.s.) daha ondört yaşında iken babasına; "Ben kendimde öyle bir nûr görüyorum ki, bütün âlem güneş gibi ondan ay-dınlanmaktadır. Eğer o nûr sönerse dünyâ karanlık, zulmetli olur!" diyerek hâlini babasına arzetmiştir. Bunun üzerine babası İmâm–ı Rabbânî ona; "Sen zamânının kutbu olursun" buyurarak müjde vermiştir. Muhammed Masûm, daha sonra bu husûsu şöyle belirtmiştir: "Allâhü Teâlâya hamdü senâlar olsun. Va'dedilen ele geçti. Müjdelere kavuştum!" Muhammed Masum (k.s.) 1079 (M. 1667) senesinin Rabî'ul–evvel ayının yedinci günü vefât etti.
4– Muhammed Ferrûh: Daha çok küçük iken feyz ve nûrlara kavuş-muş, küçük yaşta, tâûn hastalığından 1024 (M. 1615) senesinde vefât etmiştir.
5– Muhammed Îsâ: İsmi, Îsâ aleyhisselâmın ismine izâfeten Îsâ kon-muştur. Birgün İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri "Tâhâ" sûresini dinli-yordu. Buyurdu ki: "Îsâ aleyhisselâmı gördüm. meclisimizde idi. Bana; "Senin bir çocuğun dünyâya gelecek, ismini benim ismimden koyunuz" dedi. Doğunca ismini Muhammed Îsâ koydular. Dört yaşına gelince hâ-rikaları, kerâmetleri görülmeye başladı. Bu oğlu da M. Ferrûhile aynı gün tâ'ûn hastalığından vefât etti.
Vebâ (tâ'ûn) hastalığının yaygın olduğu günlerde, iki oğlu Muhammed Ferrûh ve Muhammed Îsâ hastalandılar. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri bu iki kardeşi birbirinden ayrı yerlerde yatırın dedi. Muhammed Ferrûh'u cemâathâne odasında, Muhammed Îsâ'yı ise, içerdeki odada yatırdılar. Muhammed Îsâ vefât etti. "Muhammed Ferrûh da ağırdır. Kardeşinin vefâtını ona haber vermeyelim" dediler. Bu sırada Muhammed Ferrûh; "Ey kardeşim, vefâsızlık ettin, benden evvel gittin" dedi. Mevlânâ Abdülhay orada idi. "Baba, kime söylüyorsun?" dedi. "Muhammed Îsâ'ya söylüyorum. Ahırete gitmede benden evvel davrandı" cevâbını verdi. Mevlânâ Abdülhay, "Muhammed Îsâ içerideki odadadır. Onun vefât ettiğini nereden bildin?" deyince, Muhammed Ferrûh; "Meleklerin onu gasl ettiklerini görüyorum" dedi. Aynı gün akşam Muhammed Ferrûh da vefât etti.
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, Mevlânâ Sâlih'e gönderdiği bir mektupda (Birinci cild, 306'ncı mektup), tâ'ûn hastalığından küçük yaşta vefât eden oğulları için kısaca şöyle yazıyor:
"Kardeşim Molla Sâlih! Serhend'de bulunanların başına gelenleri dinle! Büyük oğlum Muhammed Sâdık (r.a.) iki küçük kardeşi Muhammed Ferrûh ve Muhammed Îsâ birlikte âhirete gittiler. "İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râci'ûn." Allâhü Teâlâya sonsuz hamd olsun ki, önce geride kalanlara sabr etmek gücünü ihsân eyledi. Bundan sonra bu belâdan râzı olmayı nasîb eyledi.
Beyt:
"Beni incitsende, yüz çevirmem yine,
Sabretmek tatlı olur sevgili elemine."
Sekiz yaşında vefât eden ve bu yaşta çok kerâmet ve harikaları gö-rünen Muhammed Îsâ'dan ne bildireyim! Her üçü de, nefis birer cevher idiler. Bize emânet verilmişlerdi. Allâhü Teâlâya hamd olsun ki, bu emâ-netleri râzı olarak sâhibine teslim eyledik. Yâ Rabbî! Peygamberlerin efendisi hürmetine, bizi onların sevâbından mahrum bırakma! Onlardan sonra bizleri fitneye düşürme!"
6– Ümmü Gülsüm: İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin kerîmesi, kızı olup, iffet hazînesi idi. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri birgün çocukları ile evde oturuyorlardı. Kerîmeleri Ümmü Gülsüm o zaman yedi yaşında idi. Odaya girdi ve annesine;
—"Vah vah! Siz Allahdan gâfil hâlde oturuyorsunuz" dedi. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri ona;
—"Bîbî! Sen Allâhü Teâlâyı unutmamak hâlini nereden aldın?" bu-yurdu.
—"Siz perde arkasından, filân hanıma zikr telkîn ediyordunuz. Ben de perde arkasında olan o hanımefendinin yanında idim. O günden beri benim kalbim zikrediyor. Dâimâ, Allah Allah diyor. Allâhü Teâlâyı bir an unutmuyorum. aynı zamanda kalblerde olanları da biliyorum. Kimi görsem, kalbindekini bilirim" dedi. kardeşlerinden birgün sonra, ya'nî Rabî'ul-evvelin sekizinci günü o da vefât etti. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin bu kızından başka iki kızı daha vardı. Bunlardan biri, ba-basının sağlığında vefât etti. Diğeri de Kâdı Abdülkâdir'le evlendi.
7– Muhammed Eşref: İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin oğulların-dan olup, babasının sağlığında, süt emmekte iken vefât etti.
8– Şâh Muhammed Yahyâ: İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin en küçük oğludur. Bu oğullarına Şâh lakabını vermesinin sebebi; Şâh İskender–i Kâdirî'nin bu çocuğa, daha çok küçük yaşta teveccüh edip, inâyet nazarları ile hâlini süsleyip, kendi dedelerinin âdeti üzere, bu gözbebeğine Şâh ismini vermiş olmasıdır. Yahyâ ismini vermelerine ge-lince; bu oğlu dünyâya gelmeden önce, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerine şöyle ilhâm olundu: "Evinde bir çocuk dünyâya gelecek, senin ismini ihyâ edecek, yaşatacaktır." Dünyâya gelince, o müjde sebebi ile ismini; ihyâ eden ma'nâsına Yahyâ koydu.
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, dâimâ bu Velâyetin gözbebeğinin yaradılışının ve kâbiliyetinin yüksekliğinden bahsederlerdi. Hattâ bu göz nûru, Hazret–i İmâm'ın bereketli terbiyeleri ile sekiz dokuz yaşlarında iken Kur'ân–ı kerîmi ezberledi. Daha çok küçük yaşta, kendisinde ilim tahsîline karşı öyle bir rağbet ve muhabbet görülüyordu ki, üstâdına yaptığı râbıtalar ve bu esnâdaki müşâhedeler, hiç bir çocukta görülmüş ve duyulmuş değildir. İmâm–ı Rabbânî, Ecmîr seferinden dönerken, hizmetçilerinden birkaçı, Şâh Muhammed Yahyâ'yı, Hazreti İmâm'ı karşılamak için iki üç konak ileriye götürdüler. Hazret–i İmâm'ın huzûruna geldi. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, dört gün sonra Serhend'e geleceklerini söyledi. Oğlu Serhend'e dönmek için babasından izin istedi. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri;
—"Dönmek için neden bu kadar acele ediyorsun. Yoksa bizi özle-medin mi?" buyurdu.
—"Burada kalırsam derslerim kalır ve filân arkadaşım beni geçer. Bunu istemem. Hocamı da özledim" dedi. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri çok memnûn oldu ve;
—"Evet, ne için böyle olmasın ki, âlimler tabakasındandır, sâlihler ve hâfızlar hânedânındandır" buyurdu ve izin verdi.
Şâh Muhammed Yahyâ babasının vefâtından sonra, yüksek ağabey-lerinin bereketli terbiyeleri ile, aklî ve naklî ilimleri tamâmen öğrendi. Tam bir kuvvet ve kudretle ilim kürsüsüne oturup, en zor kitaplardan ders okutmaya başladı. Allah'dan başka her şeyden vaz geçip, lüzumsuz hiçbir şey yapmayıp, vakitlerinin kıymetini bilip, sünnet–i seniyyeye uyup, bu büyükler yoluna tam riâyet edip, bu yolda devâm etti. Öyle ki, temizliğin ve ma'nevî nisbetin vârisliği, temiz alnından belli olurdu. Boyu, gözleri, kaşları, yürüyüşü, yüksek babasına çok benzerdi. Makbûl ve sevgili olmasının alâmetlerinden biri de, Hâce Bâkî–billah'ın büyük oğlu Hâce Muhammed Abdullah'ın kızının, bu Velâyet sedefinin nikâhı altına girmesidir. 1037 (M. 1627) senesinde onbeş yaşında idi ve "Mutavvel" okuyordu.
Zâhirî ilimlerden sonra, yüksek ağabeylerinin yanında tasavvuf yo-lunda ilerledi. Kemâl ve ikmâl derecelerine kavuşup, mürşid–i kâmil–i mükemmil oldu. Yüksek keşf ve ma'rifetler sâhibi oldu. Bir kısmını kalem dili ile, Hazret–i Urvet–ül Vüskâ İmâm Ma'sûm'a arzetti, doğruluklarını sordu. Mektûbât–ı Ma'sûmî'de bunlar vardır.
Yüksek ağabeyleri, Haremeyn–i şerîfeyni ziyârete gidince, bu da onlarla berâberdi. O mübârek yerlerin feyz ve nûrlarından çok nasîb aldı. 1098 (M. 1687) de vefât etti. Tegannînin haram olduğuna daîr bir risâlesi vardır. (Tegannî; Kur'ân–ı kerîmi ve ezânı, hareke veyâ harf katacak veyâ hafleri değiştirecek şekilde, müzik perdelerine uyarak okumaktır.)
Şâh Muhammed Yahyâ'nın iki oğlu kaldı. Biri Şeyh Ziyâeddîn, diğeri Şeyh Fakîrullah idi. Bunların ikisi de zâhir ve bâtın kemâllerine kavuş-muşlardı. Mektuplarından birkaçı Gülşen–i Vahdet'de vardır.
TALEBELERİ
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri irşâd makâmına geçip, insanları ir-şada, doğru yolu anlatmaya başlayınca, insanlar dünyâ kazançlarını bı-rakıp, yakın – uzak her yerden karınca ve çekirge sürüleri gibi huzûruna üşüştüler. Onun bereketiyle, dünyâda bir benzeri daha bulunmayan ve büyük bir ni'met olan ders halkaları ve sohbet meclisleri kuruldu. İslâmiyetin zayıf, kâfirlerin gâlip olduğu bir zamanda, binlerce gayr–i müslim İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin huzûrunda müslüman oldu. Nice fâsık ve fâcir, haramlara dalmış felâket içinde olan günahkâr kim-seler, onun sohbeti ile hidâyete kavuşmuş, hâllerini düzeltip, takvâ sâhibi ve ibâdet eden kimseler olmuşlardır.
Dünyânın her yerinden, uzaktan–yakından pekçok insan, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerini rü'yâda ve uyanıkken görüp, aşk ve muhabbetle huzûruna koşmuşlardır. Âlimlerden, sâlihlerden, zengin ve fakirlerden pek çok kimse böylece huzûruna gelip, sohbetiyle şereflenmişler, ondan feyz almışlardır.
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, huzûruna gelip, sohbetinde toplanan herkese teveccüh eder, feyz verir ve tasavvufta üstün hâllere ka-vuştururdu. Elinde tövbe edip, ona talebe olanların sayısı yüzbinlerin üstündedir. Seçkin talebelerini insanlara doğru yolu anlatmak üzere çeşitli memleketlere göndermiş ve talebeleri vâsıtasıyla oralara da feyz vermiştir.
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin talebelerinin meşhûrlarından bir kısmı şu zâtlardır:
Muhammed Sâdık: Büyük oğludur. Babasının sağlığında 1025 (M. 1616) senesinde vefât etmiştir.
MuhammedSaîd: Yüksek haller, güzel ahlâk ve temiz ameller sâhibi ikinci oğludur.
Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî: Üçüncü oğlumürşid-i kâmil idi.
İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) talebeleri arasında, en meşhur halîfeleri şu zâtlardır.
1-Mir Muhammed Nu'mân, 2- Şeyh Tâhir-i Lâhorî, 3- Bedî'uddin Sehâren Pûrî, 4- Nûr Muhammed Pütnî, 5-Hamîd-i Bingâlî, 6- Şeyh Müzzemmil,7- Şeyh Tâhir Bedahşî 8- Mevlânâ Ahmed Berkî, 9- Mevlânâ Kâsım Ali, 10- Mevlânâ Yûsuf Semerkandî, 11- Mevlânâ Muhammed Sâlih Gülâbî,12- Mevlânâ Muhammed Sıddîk Kişmî, 13- Şeyh Abdülhayy, 14- Mevlânâ yâr Muhammed Telkânî, 15- Mevlânâ Hasen-i Berkî,16- Şeyh Abdülhâdî, 17- Şeyh Hacı Hıdır Efgân, 18- Şeyh Yûsuf-i Berkî,19- Şeyh Münibullah, 20- Mevlânâ Ahmed Deybenî, 21- Kerîmüddîn Bâbâ Hasen Ebdâlî, 22- Şeyh İshâk Sindi, 23- Mevlânâ Abdülvâhid Lâhorî,24-Mevlânâ Emânullah Lâhorî, 25- Muhammed Sâdık Bedahşânî, 26-Yâr Muhammed Kadîm, 27-Mevlânâ Kâsım Ali, 28- Âdem Bennûrî, 29- İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) menkıbelerini anlatan " Zübdet-ül-makâmât" kitabını yazan ve Mektûbât'ın üçüncü cildini toplayan meşhur talebesi Muhammed Hâşim-i Kişmî, 30- Yine hayatını ve menkıbelerini anlatan " Hadarât-ül-Kuds" kitabını yazan,meşhûr talebesi, Bedreddîn Serhendî en meşhûr talebelerindendir.
Yüksek talebelerinin, insanlara zâhiri ilimleri ve bâtınî ma'rifetleri öğretmeleri için her tarafa gönderdi. Meselâ; Mevlânâ Hamîd-i Bingâlî, Mevlânâ Muhammed Sıddîk-i Bedahşî, Şeyh Müzzemil Mevlânâ Tâhir-i Bedahşî, Mevlânâ Ahmed-i Deybenî, Kerîmüddin-i Baba Hasen-i Ebdâlî, Hasen-i Berkî, Mevlânâ Abdülhayy-i Belhî, Mevlânâ Hâşim-i Kişmî, Mevlânâ Bedreddîn-i Serhendî, Yûsuf-i Berkî, Hâcı Hıdır Efgân, Hâce Muhammed Sâdık-i Kâbilî, Mevlânâ Yâr Muhammed Kadîm-i Talkânî ve diğerleri.
Bu zâtlar İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) seçkin talebelerindendir. Bunların sohbetinden milyonlarca insan feyz alarak, Velâyet makâmına kavuşmuşlardır. Bu yüksek talebelerinden çok yüksek müjdeler vermiş ve insanların bu seçkin zâtların sohbetlerine kavuşmalarını teşvik eylemiştir. Talebesinden ba'zılarını velâyet ve kutubluk makâmı ile müjdelemiştir.
Nûr Muhammed Pütnî (k.s.) talebesinin büyüklerindendir. Bunun hakkında;
—" O, ricâ-ül-gaybdendir. Ya nükabâdan, yâhud nücebâdandır." buyurdu.
Bedî'üddîn-i Sehârenpûrî (k.s.) Rü'yâda Peygamber Efendimizden (s.a.v) çok inayet ve iltifatlara kavuştu. Kendisine;
—"Sen Hindistan'ın sirâcısın=kandilisin" buyurdu. Zamânın kutbu olmak saâdetine de kavuştu.
Mevlânâ Ahmed Berkî (k.s.) Bir hafta içinde bütün sülûk konaklarını geçmiştir. Bu da memleketinin kutbu olma şerefine nâil olmuştur.
Mevlânâ Muhammed Tâhir-i Lâhori (r.aleyh) kendi memleketinin kutbu olmakla şereflendi. Allâhü Teâlâ kendisine;
—" Senin teveccüh ettiklerinin hepsini Cehennem ateşinden halâs ettim ve sana talebe olanı bağışladım" diye ilham eyledi.
Seyyid Âdem-i Bennûrî (r.aleyh) Daha ilk teveccühde ve hattâ telkin ânında, talebeyi tasavvufda Fenâ-i kalb makâmına ve nisbet-i hâssaya ulaştırırdı. Allâhü Teâlâ tarafından kendisine husûsî bir tarz ve yol ihsân edildi. Bu yola " Ahseniyye" denmiştir. İşte bu yol ile insanları Allâhü Teâlâya yaklaştırıyordu. Bu beşâreti, müjdeyi, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, şu sözleri ile kendisine verdiler:
—" Size, bizden istifâde ettiğinizden daha çoğu gaybi olarak veri-lecektir. Sizin yolunuza tevessül (vesile) eden, mağfiret olunmuştur. Kıyâmette size yeşil bir sancak verilir. Size tevessül edenler, sizin yolu-nuzda gidenler, kıyâmet gününde o sancağın altında rahat ve gölge olurlar." Dörtyüzbinden fazla kimse huzûrunda tövbe etti. Bin tane kâmil talebesi vardı. Seyyid Ahmed, Medine-i Münevvereye gidince, Resûlullah (s.a.v.) onun selâmını almış ve pek kimseye nasîb olmıyan müsâfeha etmek şerefine kavuşmuştu. O sırada;
—" Ey oğlum! Sen benim yanımda kal!" diyerek bir ses duyuldu ve hakikaten, Medine-i Münevverede vefat etti.
Seyyid Muhammed Nu'mân Bedahşî (k.s.) de yüksek talebelerinden idi. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri, bir mektubunda, Seyyid Muhammed Nu'mân Bedahşî'ye;
—" Sizin kemâl hilâliniz, güneşin karşısında ondördüncü ay gibi oldu. Güneşe verilenlerin hepsi, ona aksetti" diye yazdı. Kutb olduğu kendisine müjdelendi. İrşadları çok fazla oldu. Yüzbinlerce insanı Allâhü Teâlâya yaklaştırdı. Zamânın pâdişahı, talebesinin çokluğundan korktu. Onu Dekken'den çağırıp yanında muhafaza eyledi. Buyurdu ki:
—" Peygamber Efendimizi (s.a.v.) rü'yâda gördüm. Ebû Bekr-i Sıddîk (r.a.) O serverin yanında idi. Buyurdu ki: " Yâ Ebâ Bekr! Oğlum Muhammed Nu'mân'a söyle, Ahmed'in makbûlü, benim makbûlümdür ve Allâhü Teâlânın makbûlüdür. Ahmed'in merdûdünü, kabûl etmediğini ben ve Allâhü Teâlâ sevmeyiz." İmâm Ahmed Rabbânî'nin (k.s.) makbulle-rinden olduğum için, bu müjdeyi duyunca, büyük bir sürûra kapıldım. Bu huzur içerisinde iken şöyle buyurdular:
—"OğlumMuhammed Nu'mân'a de ki: Senin makbûlün, Ahmed'in(İmâm–ı Rabbânî'nin) makbûlüdür. Onun makbûlü, benim ve Allâhü Teâlânın makbûlümüzdür. Senin merdûdün, kabûl etmediğin Ahmed'in, benim ve Allâhü Teâlânın merdûdüdür."
ESERLERİ
1– Mektûbât: İslâm âleminde İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin mektû-bâtı kadar kıymetli bir kitap daha yazılmamıştır. Mektûbât, üç cild olup, beşyüzyirmialtı mektubunun toplanmasından meydâna gelmiştir. Kelâm ve fıkıh bilgilerini, tasavvufun ma'rifetlerini açıklayan uçsuz bir deryâ gibi eşsiz bir eserdir.
Mektûbât'ın birinci cildi 1025 (M. 1616) senesinde talebelerinin meşhûrlarından Yâr Muhammed Cedîd-i Bedahşî Talkânî tarafından top-lanmıştır. Birinci cildde üçyüzonüç (313) mektup vardır. Bu cildin son mektubu, Muhammed Hâşim-i Kişmî'ye yazılmıştır. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri birinci cildin son mektubunu yazınca;
—"Muhammed Hâşim'e gönderilen bu mektupla resûllerin, din sâhibi Peygamberlerin ve Eshâb-ı Bedr'in sayısına uygun olduğundan, üç-yüzonüç mektupla birinci cildi burada bitirelim" buyurmuştur.
İkinci cildi ise 1028 (M. 1619) senesinde yine talebelerinden, Abdülhay Pütnî tarafından toplanmıştır. Bu cildde Esmâ-i hüsnâ ya'nî Allâhü Teâlânın Kur'ân-ı kerîmde geçen doksan dokuz ismi sayısınca doksandokuz (99) mektup vardır.
Üçüncü cild de İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin vefâtından sonra 1040 (M. 1630) senesinde talebelerinden Muhammed Hâşim–i Kişmî tarafından toplanmış olup, bu cildde de Kur'ân–ı kerîmdeki sûrelerin sayısınca yüzondört (114) mektup vardır. Her üç cilddebeşyüzyirmialtı (526) mektup vardır. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin vefâtından sonra on mektubu daha üçüncü cilde ilâve edilmiştir. Böylece toplam mektup adedi (536) olmuştur.
Mektûbât'daki mektupların birkaçı Arabî, geri kalanların hepsi Fârisîdir. 1392 (M. 1972) senesinde, Pâkistan'da Karaşi'de (Edeb Menzil, Sa'îd Kompani) de Gulâm Mustafa Hân tarafından, üç cildi iki kitap halinde ve hâşiyesinde açıklamalar olarak, gâyet okunaklı ve nefis basılmıştır. Bu Fârisî baskının, 1397 (M. 1977) senesinde İstanbul'da, ofset baskısı yapılmıştır. Muhammed Murâd Kazânî Mekkî tarafından 1302 (M. 1884) yılında Arabîye tercüme edilerek, "Dürer-ül-meknûnât" adı verilmiş, 1316 (M. 1898) da Mekke–i mükerremede Miriyye matbaasında basılmıştır. 1382 (M. 1963) de, İstanbul'da da ofset yolu ile birinci hamur kâğıda gâyet nefis basılmıştır. İmâm–ı Rabbânî'nin (k.s.) ve oğlu Muhammed Ma'sûm'un (k.s.) (Mektûbât) kitapları, Müstekîm–zâde Süleymân Efendi tarafından Farsçadan Türkçeye, (Osmanlıcaya) tercüme edilip, 1277 (M. 1860) senesinde taşbasması yapılmıştır.
İmâm–ı Rabbânî Haazretleri'nin mübârek oğlu Muhammed Ma'sûm–i Serhendî'nin yetiştirdiği, yüzlerce evliyânın meşhurlarından olan Muhammed Bâkır Lâhorî, 1080 (M. 1668) de "Mektubât'ı Fârisî olarak hülâsa edip, özetleyerek "Kenz–ül–hidâyât" ismini vermiştir. Bu eser yüzyirmi sahife olup, içinde yirmi başlık vardır. 1376 (M. 1957) senesinde Lâhor'da basılmıştır.
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin büyük talebelerinden Muhammed Hâşim–i Kişmî şöyle anlatır:
—"Hocamın zamânında yaşayan ve derin âlim olan bir zât bana: "Senin hocanın risâleleri ve mektupları olduğunu duydum, fakat görme-dim" dedi. Ben de İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin bir mektubunu, o dindar âlime okudum. Dinlerken zevkinden coşup, ellerini kaldırdı. Bir müddet duâ etti ve şöyle dedi;
—"Ya Rabbî! Bu muazzam şeyhe dâimâ selâmet ver!" dedi, sonra bana; "Bid'atlarla dolu bu bozuk zamanda kalb kararıyor, paslanıyor. Senin yüksek hocanın sözleri o pasları sildi, kalbimi cilâlandırdı"
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin talebelerinden biri şöyle nakleder: "İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri buyurdu ki:
—"Bütün yazılarımızı, âhır zamanda gelecek olan Hazret–i Mehdî'nin okuyacağı ve hepsini makbûl bulacağı bize bildirildi."
Bazı alimler Mektubat-ı Şerife için: "Kur'ân–ı kerîm'den ve hadis ki-taplarından sonra, İslâmda yazılmış kitapların en üstünü Mektûbât'tır" demişlerdir.
Diğer eserleri :
2– Redd–i revâfız.
3– İsbâtün–nübüvve
4– Mebde've Me'âd,
5– Âdâbül–mürîdîn,
6– Ta'lîkât–ül–Avârif,
7– Risâle–i tehlîliyye,
8– Şerh–i Rubâ'ıyyât–ı Abdül–Bâkî,
9– Meârif–i ledünniye,
10– Mükâşefât–ı gaybiyye,
11– Cezbe ve sülûk risâlesi.
MÜBAREK SÖZLERİNDEN...
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretleri,i 260'ıncı mektubun son kısmında şöyle buyurdu:
... Kutb-i irşâd, Çok az bulunur. Asırlardan, çok uzun zaman sonra, böyle bir cevher dünyâya gelir. Kararmış olan âlem onun gelmesiyle ay-dınlanır. Onun irşâdının ve hidâyetinin nûrları bütün dünyaya yayılır. Yer küresinin ortasından tâ arşa kadar herkese; rüşd, hidâyet, imân ve ma'rifet onun yolu ile gelir. Herkes, ondan feyz alır. Arada o olmadan, kimse bu ni'mete kavuşamaz. Onun hidayetinin nûrları, bir okyanus gibi, bütün dün-yayı sarmıştır. O deryâ, sanki buz tutmuştur. Hiç dalgalanmaz . O büyük zâtı tanıyan ve seven bir kimse, onu düşünürse, yâhud o, kimi sever ve onun yükselmesini isterse, o kimsenin kalbinde, sanki bir pencere açılır. Bu yoldan, sevgisi ve ihlasına göre, o deryâdan kalbi feyz alır. Birkimse bu zâtı hiç bilemese de Allâhü Teâlâyı ihlaslazikreder se, yine ondan feyz alır. ...
Birinci cild, 193'üncü mektuptan:
... Âkıl ve bâliğ olan erkeğin ve kadının birinci vazifesi; Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıkları akâid bilgilerini öğrenmek ve bunlara uygun olarak inanmaktır. Allâhü Teâlâ, o büyük âlimlerin çalışmalarına bol bol sevâb versin! Âmin. Kıyamette Cehennem azâbından kurtulmak, onların bildirdiklerine imana bağlıdır.
.....İ'tikâdını düzelttikten sonra; helâl, haram, farz, vâcib, sünnet, men-dûp ve mekruh olan şeyleri defıkıh kitablarından öğrenmek ve her işi bunlara göre yapmak lazımdır.
.....İslâmiyete yardım için, bugün az bir şey vermek, binlerce altın ver-miş gibi kıymetli olur.
.....İslâmiyetin emirlerini bildirmek için, hârika işler yapmak, kerâmet sâhibi olmak şart değildir. Bilenlerin, bilmeyenlere İslamı öğretmeleri lâzımdır. Elimde gücüm kuvvetim yoktu da, İslâmiyetin yasak ettiği şeylerin kötülüklerini söyliyemedim diyerek, özür ve bahâne ileri sürmek, kıyâmetde insanı azabdan kurtaramayacaktır.
SÖZLERİNDEN...
"Edebi gözetmek, zikirden üstündür. Edebi gözetmeyen, hakka ka-vuşamaz."
"Ehlin gönlü için (âilenin gönlünü almak için) günah işlemek ahmak-lıktır."
"Eshâb-ı kirâm sohbet ile yükseldi. Eshab-ı kirâm dini bildirenlerdir."
"Eshâb-ı kirâma dil uzatan dini yıkar. Eshâb-ı kirâmın imânda ayrılık-ları yoktur."
"Kalbin tasfiyesi (temizlenmesi); İslâmiyete uymakla, sünnetlere ya-pışmakla, bid'atlerden kaçmakla ve nefse tatlı gelen şeylerden sakınmakla olur. Zikr ve rehberi ( doğru yolu gösteren âlimi) sevmek bunu ko-laylaştırır."
"Malı zarardan korumanın ilacı, zekât vermektir."
"Mâsivâ, mahlûklar demektir. Akla hayale gelen, düşünülen, görülen herşey mâsivâdır."
"Mekruhtan sakınmak ve bir edebi gözetmek; zikrden, fikirden ve murâkabeden daha fâidelidir."
" Mübahları gelişi güzel kullanan, şüpheli şeyleri yapmağa başlar. Şüphelileri yapmakta harama yol açar."
"Nefse günahlardan kaçmak, ibâdet yapmaktan daha güç gelir. Onun için günahtan kaçmak daha sevaptır."
"Nefs-i emmâre, hiç kimsenin emri altına girmeyip, herkese emretmek ister."
"Nefs-i emmâreyi yıpratmak, azgınlığını önlemek için dine uymaktan başka çâre yoktur."
"Şeytan, (Allâhü Teâlâ rahimdir afveder.) diyerek insanı günah işle-meğe sürükler. Hâlbuki kıyâmet günü düşmanlara merhamet olunmaya-caktır."
"Şeytan, kötülükleri iyilik şeklinde gösterip insanları aldatır."
"Şöhret, âfettir."
"İstemek, kavuşmanın müjdecisidir. Yanıp yıkılmak da kavuşmanın başlangıcıdır."
Dünyaya düşkün olmamanın ilacı İslâmiyete uymaktır."
"Bu zamanda dünyâyı terk etmek çok zordur. Dünyâyı terk lâzımdır. Hakikaten terk edemeyen, hükmen terk etmelidir ki, âhirette kurtulabilsin. Hükmen terk etmek de büyük ni'mettir. Bu da, yemekte, içmekte, giyinmekte, meskende, dînin hudûdundan dışarıya taşmamakla olur."
"Rü'yâlar güvenilecek şey değildir. Uyanık iken ele geçen kıymetli-dir."
"Vakit çok kıymetlidir. Kıymetli şeyler için kullanmak lâzımdır. İşlerin en kıymetlisi sâhibine hizmet etmektir. (Ya'nî Allâhü Teâlâya ibâdet ve tâat etmektir."
"Allâhü Teâlânın hayırlı işlerde kullandığı kimselere müjdeler olsun!"
"Mâlâya'nî (boş şeyler) ile vakit geçirmek, Allâhü Teâlâdan uzaklaş-maya işârettir."
"Gençlik çağının kıymetini biliniz! Bu kıymetli günlerinizde, İslâmiyet bilgilerini öğreniniz ve bu bilgilere uygun olarak yaşayınız! Kıymetli ömrünüzü faydasız, boş şeyler arkasında, oyunla ve eğlence ile geçir-memek için uyanık olunuz."
"İnsanlar riyâzet deyince, açlık çekmeği ve oruç tutmağı anladılar. Hâlbuki, dînimizin emr ettiği kadar yemek için dikkat etmek, binlerce sene nâfile oruç tutmaktan daha fâidelidir."
"Bir farzı vaktinde yapmak, bin sene nâfile ibâdet yapmaktan dahafâidelidir."
"Şefâatçı aramak tövbenin bir parçasıdır."
Beyt:
"Kendinden haberi olmayan kimse, Nerede kaldı başka şeyleri bile."
"Ölmek, felâket değildir. Öldükten sonra, başına gelecekleri bilmemek felâkettir."
"Ölülere dua ve istiğfâr etmekle ve onlar için sadaka vermekle, im-dâtlarına yetişmek lâzımdır."
"Câhillerin, büyüklere dil uzatmalarına sebeb olmayınız! Her işinizin İslâmiyete uygun olması için, Allâhü Teâlâya yalvarınız."
"Gönül dalgınlığının ilâcı; gönlünü Allâhü Teâlâya vermiş olanların sohbetidir."
-
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
24. Hace Muhammed Masum (k.s.)
Silsile-i Sâdâtı Nakşibendiyye-i âliyye' nin yirmi dördüncü halkasıdır.
Müceddid-i elf-i sâni İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin üçüncü oğludur. Mecdüddîn ve Urvet-ül-vüskâ lakabları ile meşhurdur.Mîlâdî 1599 (Hicrî 1007) senesinde Hindistan'ın Serhend şehrine iki mil uzakta bulunan Mülk-i Haydar mevkiinde doğdu.
Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretleri doğduğu zaman babası;
—"Muhammed Ma'sûm'un dünyaya gelişi, bizim için çok bereketli ve pek mübârek oldu. Onun doğmasından bir kaç ay sonra yüksek hocamın (Muhammed Bâkî Billah'ın) huzûruna kavuştum, ona talebe oldum. Gördüklerimi orada gördüm." buyurmuştur. Daha üç yaşında iken, tevhîd kelimesini söylerdi. Kurân-ı Kerîm'i kısa sürede ezberledi. İlim tahsil ettiği sırada, on bir yaşında iken, rabıta, zikr ve murâkabe yolunu babasından aldı. İmâm-ıRabbânî Hazretleri (k.s.) onun hakkında;
—"Muhammed Ma'sûm'un günden güne ân-beân bizim nisbetimizi elde etme hâli; dedesinin yazdığı Vikâye kitabını, o yazdıkça arkasından ezberleyen Şerh-i Mevâkıf sâhibinin hâline benzer." buyurdu. Babası İmâm-ıRabbânî Hazretleri (k.s.) yine onun için;
—"Bu oğlum, sâbikûndan (bu ümmetin büyüklerinden) dir." buyurdu.
Daha küçük iken, babası onda tam bir olgunluk ve irşâd eserleri gördü. İstidâdının yüksekliğini anlayınca teveccüh ve nazarları ile ona yönelip, istidâdının altında gizli kemâlâtın açığa çıkmasını bekledi. Buyurdu ki:
—"Hâl, ilimden sonra olduğu için, ilim okumaktan başka çâre yoktur." Bu sebeple oğluna aklî ve naklî ilimleri okutmağa başladı. En zor ve en derin kitapları satır satır, yaprak yaprak okumasını emretti. Böylece Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretleri , ilim tahsîline başladı. İmâm-ıRabbânî Hazretleri (k.s.) ona;
—"İlim tahsîlini çabuk bitir ki, seninle büyük işlerimiz vardır." buyu-rurdu. Daha on dört yaşında iken babasına;
—"Ben kendimde öyle bir nûr görüyorum ki, bütün âlem güneş gibi ondan aydınlanmaktadır. Eğer o nûr sönerse dünyâ karanlık, zulmetli olur." diye arzedince, babası;
—"Sen zamanın kutbu olursun." buyurarak müjde verdi. Nitekim daha sonra bunu kendisi şöyle belirtmiştir:
—"Allâhü Teâlâya hamdü senâlar olsun. Vaad edilen ele geçti. Babamın müjdelediklerine kavuştum."
Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretleri , ilminin çoğunu babasının hu-zûrunda öğrendi. Bu tahsîli sırasında İmâm-ıRabbânî Hazretleri (k.s.) bir mektubunda onun hakkında şöyle yazmıştır:
—"Bu günlerde oğlum Muhammed Ma'sûm , Şerh-i Mevakıf'ı bitirdi. Bu arada Yunan felsefecilerinin kusur ve hatalarını iyi anladı. Nice fay-dalara kavuştu. Allâhü Teâlâya bu ihsânından dolayı hamd ve senâlar olsun."
İlminin bir kısmını da büyük ağabeyi Muhammed Sâdık'tan ve baba-sının halîfelerinden olan büyük âlim Muhammed Tâhir-i Lâhorî'den öğ-rendi. Ayrıca başka âlimlerden deilim öğrendi. Hadîs ilminde babasından icâzet aldı.
On altı yaşında iken, bütün ilimlerin tahsîlini bitirdi. Bundan sonra tamâmen tasavvufa yönelip, babasının feyzlerine, üstün makâmlara, büyük derecelere ve yüksek kemâlâta kavuştu. Kendisinden önce yaşayan büyük velîlerin bir ömür harcayarak elde ettiklerini, o daha çocukluğunda elde etti. Bu durumu kendisi şöyle ifâde etmiştir:
—"Bu fakîr (yani Muhammed Masum) o sır denizlerinin dalgıcı ol-dum. O yüksek efendim, (İmâm-ı Rabbânî), dâimâ bu fakîrin hâlini kon-trol ve teftiş ederdi. İlerlememi yakından incelerdi. Çok teveccüh buyu-rurdu. Gizli hakîkatleri beyan eyledikleri zaman bu fakirden başkası, şerefli huzurlarında yoktu. Kavuştuğum şeyleri sorduktan sonra çok iltifât eylediler. Yüksek hâllere kavuştuğum müjdesini verdiler. Allâhü Teâlâya bunun ve verdiği nîmetler için hamd ü senâlar olsun."
Muhammed Masum Hazretleri istidatlarının çok yüksek oluşunun icâbı olarak"Muhammediyyü'l meşreb" idiler. İlim tahsillerini 16 yaşla-rında ikmal ettiler. Yüksek babaları âhir ömürlerinde müridlerinin terbi-yesini kendilerine havale ederek haklarında hayır dua eylediler ve cahiller ile sohbetten sakınmalarını tenbihlediler.
(Kutbiyyet) makâmına ve (Kayyûmiyyet) mansıbına, yüce pederinden müjdeler almış idi. Tarîk-i Ahmedînin nisbetini, pederinin teveccühle-rinden, bütün âleme yaymış idi. Uzak memleketlerden kendine bağlı olanlara, filân (Velâyet-i Mûseviyye)ye kavuşmuşdur, filân (Velâyet-i Muhammediyye) ile şereflenmişdir diye bildirirdi. Müridlerinin sayısı Dokuzyüzbin kişiye vardığı, yüzkırkbin talebesini Velâyet mertebesine, yedibin müridini hilâfet makâmına çıkardığı rivayet edilmektedir. Hizmetlerinde ve huzûr-ı âlîlerinde, tâlibler ba’zan bir ayda, ba’zan bir haftada kemâlât-i velâyete erişirlerdi. Ba’zılarını, bir teveccühde, ma-kâmların hepsine ulaşdırırlardı.
Hindistan'dan Haremeyn-i Şerîfeyn'e (Mekke ve Medine'ye) gidişle-rinde, gerek arap kavminden ve gerekse diğer milletlerden yüzlerce insan ondaki yüksek halleri görerekmüridleri halkasına dahil olmuşlardır.
VAADİNİ YERİNE GETİR
Muhammed Masum (k.s.) Hazretlerininmüridlerinden birisi ticaret ile meşgul olurdu. Bir defa yine ticaret için hayli mal aldıktan sonra bir gemiye binmişlerdi. Gemi fırtınaya tutularak batma tehlikesi ile karşı karşıya geldi. Bu tüccar:
— "Eğer batma tehlikesinden kurtularak sâhil-i selâmete erişirsem Hazret-i Şeyhin dergâhına 1000 çeyrek altın vereyim." diye nezretti. Fırtına dindi ve gemi batmaktan kurtuldu. Tüccar, kurtulduktan sonra memleketine döndüğünde nezir olarak, Muhammed Masum Hazretlerine 500 çeyrek altın takdim etti.Cenâb-ı Şeyh buyurdular ki:
— "Ölüm tehlikesi içindeyken 1000 çeyrek altın nezretmiştin, şimdi va'dini yerine getirmen lazımdır."
O şahıs çok mahcup olup kusurundan dolayı istiğfar ederek 1000 çeyrek altını Hazret-i Şeyhe teslim etti.
RESÜLÜLLAH İLE
Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretleribuyurdu ki:
—"Peygamber Efendimizin mihrâbının yanında öğle namazını kılı-yordum. Bu mübârek yerlerden ayrılık düşüncesinin verdiği hüzün ve elemin tesiriyle ağlamaya başladım. Bu üzüntü ve gam içerisinde iken, Kabr-i Seâdetten, o temîz ve en güzel kokulu mezârdan etrâfa nûr sa-çılmaya başladığını gördüm. Peygamber Efendimiz tam bir heybetle o nûrlar arasında göründü. Mübârek kabrinden çıktı. Yanımıza geldi. Kerem ve ihsânın çokluğundan, benzerini hiç bir zaman görmediğim, sultanların tâcı ve hil'atı gibi, bir tac ve hil'atı bana giydirdi. Bu tac çok süslü ve kıymetliydi. O anda bana bildirdi ki:
—"Mübârek vücûtlarına değen ve şimdi çıkarıp sana verdikleri bu hil'at diğerlerine benzemez." Görüyorum ki, Ravda-i Mutahharadan, gece gündüz devam üzere, bütün mahlûkâta nîmetler ve bereketler akıyor. Nitekim onun hakkında Kur'ân-ı Kerîmde Allâhü Teâlâ meâlen: "Biz seni ancak, âlemlere rahmet olarak gönderdik."buyuruyor.
VASİYET
İmâm-ıRabbânî Hazretleri (k.s.) ömrünün son günlerinde onu husûsi odasına çağırıp buyurdu ki:
—"Benim bu dünyaya bağlılığım yalnız bu kayyumluk vazîfesi ve muâmelesi sebebiyle idi. Devamlı teveccühlerden sonra o sana verildi. Bütün mahlûkât tam bir şevk ile yüzünü sana dönüyor. Şimdi bu fânî dünyâda kalmak için sebeb bulamıyorum. Bu denî, aşağı ve hakîr dün-yâdan göç etmem yaklaştı."
Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretleri buyurdu ki:
—"Bu fakîr bu gizli müjdeyi duyduğum halde, kalbim parçalandı. Gözlerim yaşla doldu. Büyük bir elem ve üzüntü ile kendimden geçtim. Ne dilimde konuşacak kuvvet, ne kulağımda dinleyecek kudret kaldı. Bendeki bu değişmeyi görünce, şefkât ve merhametin çokluğundan bir müddet daha yaşayacağını işâret edip;
—"Allâhü Teâlânın âdeti şöyledir ki; birini kendine çağırır, diğerini onun yerine oturtur." buyurdu.
Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretleribabası İmâm-ıRabbânî (k.s.) Hazretlerinin vefâtından sonra, vaaz ve irşâd makâmına geçip talebe yetiştirmeye başladı. O da ilim ve feyz saçarak insanları doğru yola dâvet etti. İslâm târihinde rüşd ve hidâyeti onun kadar yaygın olan bir âlim ve mürşid görülmemiştir. Dokuz yüzbin kişi ona talebe olup onun elinde tövbe etmiş, talebelerinden yüz kırk bini evliyâlık mertebelerine kavuşmuş, yedi bini de mürşid-i kâmil, tam ve olgun bir âlim olarak yetişip, irşâd ile emrolunmuştur. Talebeleri onun huzûrunda bazan bir ayda, bâzan bir haftada evliyâlık kemâlâtına ererlerdi. Bazılarını bir teveccühde, makamların hepsine ulaştırırdı.
Muhammed Ma'sûm (k.s.) Hazretlerinin yetiştirdiği Mürşid-i kâmil-lerden her biri, bulunduğu yerlerde insanlara feyz vererek, onları irşâd ettiler, hak ve hakikatları anlattılar. Böylece onun feyz ve mârifeti her tarafa yayıldı. Yapılan bu mükemmel hizmetler, îzâh edilemiyecek kadar umûmileşti ve asırlar sonrasına aksetti. İstanbul'a bile halifelerinden ge-lenler oldu. Talebelerinin meşhûrlarından olan Murâd-ı Münzevî hazret-lerinin kabri İstanbul'dadır.İstanbul'da medfûn bulunan üç büyük evli-yâdan biridir.
HACDA GÖRDÜĞÜ HARİKALAR
Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretleri1657 (H.1068) senesinde hacca gitti. Bu sefere çıkıp mukaddes beldelere varınca buyurdu ki:
—"Bu yerlerin her tarafını peygamber Efendimizin nûrları ile dolmuş buluyorum."
Mekke ve Medîne'de bulundukları müddetçe, beyâna sığmâz hâller müşâhade eyleyip, bir kısmını yakınlarına anlatmıştı. Buyurdu ki:
—"Mekke-i Mükerremeye geldiğim zaman tavâf-ı kudûm yaptım. Melekler ve hûrilerin Kâbe'yi tavaf ettiklerini, böyle şevk ve kavuşma hasretinin insanlarda olamayacağını gördüm. Her defâsında Kâbe'yi üç defâ medhederlerdi. Kâbe'nin etrâfından göğe kadar her yeri kaplamış-lardı."
Yine şöyle buyurdu:
"Mekke'den Arafat'a gitmek için yola çıktım. Mina'ya varınca namaz kılmak için Mescid-i Hayf'e girdim. Peygamber Efendimiz o mescidin yakınında çadır kurmuş, konaklamışlardı. Aynı zamanda orada Mûsâ ve Hârun aleyhisselâmın makamları vardı. Bu mescide oturduk. Allah'ın peygamberi tam bir heybet ve celâl ile geldi. O'nun o mübârek latîf vücûdu sebebiyle yer gök nûr ile doldu. Her şey o nûrun içine gömüldü."
Mekke-i muazzamada bulunduğu sıralarda, büyük kardeşi Hâce Muhammed Saîd hastalanmıştı. Hastalığı da ağırdı. Kurtulması için duâ etti. Teveccüh buyurdu. Ağlayarak Allâhü Teâlâya sığındı. Ellerini kaldı-rarak, içli duâ eyledi. Sonra buyurdu ki:
—"Duâ esnâsında müşâhede eyledim ki; huşû ile ellerimi kaldırıp, Allâhü Teâlâya duâ ettiğim sırada, mahlûkattan milyonlarcası, bana uyarak ellerini kaldırdılar. Murâdımın hâsıl olması için, duâma iştirak ettiler. Böylece duâm kabûl oldu. Ağabeyimin rahatsızlığı geçip tam sıhhate kavuştu."
Yine buyurdu ki:
—"Kâbe'de idim. Hazreti İbrâhim'i, Makâm-ı İbrâhim'de gördüm. Onun yakınında inanılmayacak zuhûrlar ve garîb hâller buldum."
Peygamber Efendimizin dünyâyı şereflendirdikleri Rebî'ul-evvel ayı-nın on ikinci gecesi, Kâbe'de mültezem'in (Kabenin kapısının) yanında iken, irşâd ile meşgûl olayım mı, yoksa bu işi bırakıp uzlette, kendi başıma mı ibâdetle meşgûl olayım diye Resûlüllah Efendimize tazarrû, yalvarma ve ilticâda bulundum. Çok kıymetli olan irşâd ile meşgûl olmam için emrolundum. Allâhü Teâlânın rızâsının tamâmen bu işte olduğunu ve bu işe gayret etmemi bildirdi. Hattâ bunu terketmemin hiç bir şekilde rızâsına uygun olmadığı anlaşıldı.
Urvet'ül-vüskâ Muhammed Ma'sûm(k.s.) HazretleriMekke-i Mükerremeden ayrılıp, Cidde'ye geldiği zaman buyurdu ki:
—"Nûrlar ve esrâr, Harem-i şerîfin dışında, içindekilerden daha çok görünmeye başladı. Zîra huzûrda iken, nûrların ziyâsının çokluğu, onlara bakmamıza mâni oluyordu. Bu yüzden hiç bir tarafa bakamıyordum ve her şeyi iyice anlayamıyordum. Nûrların azalması, bakmayı kolaylaştırdığı için, anlamak da mümkün oluyor." Sonra Medîne'ye gitmek üzere yola çıktı.
Medîne-i münevvere yoluna büyük bir sevgi ile koyuldu. Mescid-i nebînin nûrlarının eserlerinin dalgalarının görünmesi, duyulmaya baş-laması, bir an evvel bu kıymetli yerlere kavuşmağı hızlandırıyordu. Bunun gibi sahâbe-i kirâmın mezarlarına ulaşmak için tam gayret ediyordu. Bedir vâdisine gelince, Sugra'da yatan Bedir muhârebesi şehîdlerinden Hazreti Abdülhâris'in mezârını ziyârete gitti. Yanındakilerle berâber, bir müddet mezârının başında mürâkabe eyledi. Sonra;
—"Onun mezârının başında teveccüh ettim. Kendisini bulamadım. Bir müddet sonra görünüp, bize doğru geldi. Büyük bir neşe ile beni karşıladı." buyurdu. Sonra Medîne'ye girdiler. Medîne'de Peygamber Efendimizin kabrini ziyâret ederek, uzun müddet murâkabe ile meşgûl oldu ve;
—"Peygamberlerin sonuncusu, kereminin çokluğundan ve merha-metlerinin fazlalığından gözüküp yanıma geldi. Lütf ve inâyet buyurup beni kucakladı. O kadar nîmete kavuştum ki, bunun gibisine bu zamâna kadar kavuşmamıştım." buyurdu.
Orada bulunduğu müddetçe Peygamber efendimizi bu şekilde defâ-larca görmüştür.
Muhammed Ma'sûm(k.s.) HazretleriMedîne-i münevvere'de bulu-nan Eshâb-ı kirâmdan birçok zâtın ve diğer bütün zâtların medfun bu-lunduğu Bakî kabristanını da ziyârete gitti. Bu ziyâreti sırasında da, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinin rûhâniyeti ile görüştü. Bakî' kabristanında vedâ ziyâreti yaparken, Hazreti Osman'ın nûr saçan mezarı başında duruyordu. Diğer mezârları da ziyâret için oradan ayrılırken, Hazreti Osman'ın rûhâniyeti gözüküp onu uğurladı ve üç defa öptü. Ayrıca Hazreti Abbas'ın, Hazret-i Âişe'nin, Hazret-i Fâtıma'nın, Peygamber Efendimizin küçük yaşta vefât eden mübârek evlâdı İbrâhim'in ve diğer büyüklerin rûhâniyetini gördü. Onların da feyz ve bereketlerine kavuş-tuğunu, her birinden ayrı ayrı hâller gördüğünü bildirmiştir.
Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretleriyüksek talebelerinden olan Muhammed Hanîf-i Kâbilî, gençlik yıllarında Kâbil şehrinde bulunurken, rüyâsında iki büyük zâtı görür. Kim olduklarını merâk edince biri gelip;
—"Her ikisi de Müceddid-i elf-i sânî İmâm-ıRabbânî Hazretleri (k.s.)nin oğludur. Biri rahmetler hazînesi Muhammed Saîd, diğeri Urvet'ül-vüskâ Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretleri'dir." dedi O da beni Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretleri 'nin huzûruna götür deyince, o şahıs da; "Ben senin yanına onun işâreti ile götürmek için geldim." dedi. Onu alıp Muhammed Ma'sum hazretlerinin huzûruna götürdü. Muhammed Hanîf büyük müjdelerle dolu olan bu rüyasından uyanınca, gördüklerini yakınlarına anlattı. Büyük bir şevk ve cezbeye kapılmıştı. Bunun üzerine Kâbil'den Serhend'e gitti. Serhend'e varınca Muhammed Ma'sum hazretlerinin huzûruna girip, aynen rüyâsındaki gibi gördü. Ona talebe olup bir müddet derslerine ve sohbetlerine devâm etti. Hocasının büyüklüğü, ihsânı ve himmeti ile aklından, hayâlinden geçmeyen derecelere, gözlerin görmediği mârifetlere kavuştu. Hocasından icâzet ve hilâfet alarak memleketi olan Kâbil'e döndü. İnsanları irşâda ve yetiştirmeye başladı. Orada bulunan bir takım kimseler, hocasının ve onun üstünlüğünü anlayamayıp karşı çıktılar. Nihâyet bir grup insan aralarında anlaşıp, Hâce Muhammed Hanîf'e geldiler;
—"Biz bir kerâmet, bir hârika göremeyince, sizin büyüklüğünüze inanmayız." dediler. Ve; "Biz bir ziyâfet hazırlıyacağız. Üstâdınızı dâvet ediyoruz. Bugün yemek vaktinde onun Serhend'den Kâbil'e gelmesini bekliyoruz. Eğer gelirse, hepimiz senin taleben oluruz." diye ilâve ettiler. Halbuki, hocası ile arasındaki mesâfe değil bir günlük, bir aylıktan daha uzak ve yüzlerce kilometre idi. Hâce Muhammed Hanîf hazretleri, hocasına olan bağlılığının çokluğundan ve Allahü Teâlânın kullarına şefkatinden bunu kabûl eyledi ve; —"Hocam Muhammed Ma'sum hazretleri yemeği ekseriyetle yatsı namazından sonra yer. Siz yemekleri hazırlayın, geleceğini ümîd ederim." dedi.
Oradakiler gülüp oynamaya, alaylı bir şekilde yemekleri ve müsâfir odasını hazırlamaya başladılar. Vakit gelince Hanîf'e;
—"Yatsı vakti oldu, artık yemek yiyelim." dediler. Hâce Muhammed Hanîf hazretleri de;
—"Yemeği getirin, üstâdımın yemek yeme zamânı bu zamandır." buyurdu. Oradakilerin bir kısmı yemeğin getirilmesi ile meşgûl oldular. Bir de ne görsünler! Muhammed Ma'sum hazretleri altı oğlu ile birlikte evin kapısından girip kendileri için ayrılmış olan minder üzerine oturdu. Yüksek oğulları da babalarının etrâfında halka şeklinde oturdular. Oradakiler bu hâli görünce, hayretler içinde kaldılar. Ne yapacaklarını şaşırdılar. Özür ve af dilediler.
Muhammed Ma'sum hazretleri buyurdu ki:
—"Yalnız Muhammed Hanîf'in hatırı için geldim. Onu çok sevdiğim ve o da bana bağlı olduğu için onu kıramadım. Yoksa maksadım, niyetim kerâmet göstermek değil. Sakın bundan sonra evliyâdan kerâmet is-temeyiniz. Büyük zarâr ve ziyânlara düşersiniz."
Hep berâber yemeğe başladılar. Hem yediler, hem konuştular. Konuşulanlar, yenenlerden tatlıydı. Orada bulunanlar, Muhammed Ma'sum hazretlerinin sohbetini dinleyerek kalblerindeki zulmetten kur-tuldular. Onu sevenler arasına girip saâdete erdiler. Her ne kadar Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretlerinin orada biraz kalmasını istediler ve bu bizim için en büyük saâdettir dedilerse de, Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretleri ; "Hiç kimseye haber veremedim, bundan kimsenin haberi yok, belki bize bağlı olanlarda bir merâk ve üzüntü hâsıl olur." buyurup, ayrıldılar.
ON İKİ SENE...
Ekberâbâd şehrinde tasavvufta yetişmiş bir âlim vardı. Hastalanıp ölmek üzere iken, talebelerinden birine;
— "Senin hâllerin tamamlanmadı. Ben de ölüyorum. Şimdi senin, Muhammed Ma'sûm (k.s.) Hazretlerinin huzûruna gidip, sülûk eylemen tasavvufta yetişmen ve böylece, kemâl mertebelerine kavuşman gerekiyor. Zannedersem bu büyük nîmete ancak, on iki sene sonra kavuşabileceksin." buyurdu.
Bu zât söylenilen müddet içinde, her ne kadar birçok yere gittiyse de, irşâd diyârı olan Serhend'e yolu düşmedi. Ancak on iki sene sonra, Serhend şehrine geldi. Muhammed Ma'sûm (k.s.) Hazretlerinin ziyâreti ile şereflendi. Muhammed Ma'sûm (k.s.) Hazretleri onu görünce;
—"Üstâdının sana söylediği on iki sene bugün doldu." buyurdu. Gelen talebe hesâb etti aynen buyurdukları gibiydi. Sonra buyurdular ki: "Bu mânâyı, üstâdının büyüklüğünü göstermek için izhâr eyledim. Burada bulunanlar da, onun kemâlini böylece öğrensinler diye söyledim."
İBRİĞİN SIRRI
Muhammed Ma'sum Hazretleri birgün abdest alırken abdest aldığı ibriği kuvvetle duvara fırlattı. Hizmetinde bulunan bir talebesi gitti ve başka ibrik getirdi. Talebesi, önce verdiği ibriğin böyle atılıp kırılmasına üzüldü. "Acaba ne kusur ettim." deyip, Muhammed Ma'sum hazretlerinin yakınlarından birine gidip durumu anlattı. O da talebesinin bu üzüntülü ve korkulu hâlini Muhammed Ma'sum-i Fârûkî hazretlerine bildirdi. Muhammed Ma'sum hazretleri buyurdu ki:
—"Ona söyleyiniz korkmasın. O ibriği attığım sırada, bizi sevenlerden birisi sahrâda, kana susamış bir arslana rasladı. Arslan o anda onu orada öldürecek, parça parça edecekti. O talebem ise tam bir âcizlik içinde bizden yardım istedi. O anda elimde ve yanımda ibrikten başka bir şey yoktu. Bunun için ibriği arslana fırlattım ve o zavallıyı kurtardım.
Bu hâdiseyi yaşayan talebesi başından geçenleri sonra şöyle anlattı:
—"Sahrâda âniden bir arslan gördüm. O anda hocam, İmâm Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretlerine râbıta yaptım. Hemen baş gözüm ile gördüm ki, İmâm Ma'sum Hazretleri geldi, elindeki ibriği arslana fırlattı. Arslanda hareket edecek kuvvet kalmadı. Sonra hocam gözümden kayboldu. Böylece beni o arslandan kurtardı. Sonra, o ibriğin kırılmış parçalarını yerden topladım. Hâlâ yanımda saklıyorum."
KAĞITLAR ALTIN OLDU
Sofî Pâyende Tılâ Kâbilî anlatır:
"Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretleribana icâzet verdikten sonra, memleketime gidip, insanları irşâd etmemi istedi. Bunun üzerine;
—"Efendim, irşâd makâmında bulunmak, masraf ister. Gelen giden çok olur. Benim ise sarfedecek bir şeyim yoktur." dedim. Bu sözler üze-rine bana;
—"Ey Sofi! Bir parça kırmızı ve bir parça da siyah kağıt getir." bu-yurdu. Mübârek elleri ile o kağıtları, para şeklinde kesti. Sonra ıslatıp bana verdi. Bu kâğıtlar o anda altın ve gümüş paralar oldu. Hayretler içerisinde kaldım. Kendi kendime;
—"Bu tasarrufu bana ihsân etselerdi, ne iyi olurdu." dedim. Kalbimden geçeni anlayıp, bana tekrar buyurdu ki;
—"Peki bu tasarrufu Hak Teâlânın izni ile sana verdim. Ama ihtiyâcın olduğu zaman, kullanırsın. Kırmızı kâğıdı yuvarlak yapar, ıslatırsan altın olur. Siyah kâğıdı ıslatırsan gümüş olur." Sonra izin alarak, memleketime gittim. Evimize her gün müsâfir geliyordu. Buyurdukları gibi yapıyordum. Kâğıtlar, altın veya gümüş para oluyordu. Hocamın bu tasarrufu ile gereken her masrafı karşılayıp irşâd vazîfesine devâm ettim. Halk tarafından çok sevildim ve böylece onlara hizmet ettim."
Bu talebesinin ismi, altın yapan Kâbilî Sofi mânasında; "Sofî Pâyende Tılâ Kâbilî" diye meşhûr olmuştur.
MÜSAFİRE İKRAM
Hüdâperest Hân adında bir vâli, vâliliği bırakıp, Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretlerine talebe olmuştu. Bir gün evine altı müsâfir gelmişti. Onlara yedirecek ve ikrâm edecek bir şeyi yoktu. Sohbet ve hatmi ka-çırmamak için Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretleri'nin huzûruna gitti. Hocası Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretleri sıkıntısını kerâmetleriyle anlayıp, sohbetten sonra, kendisine ve altı müsâfirine onar tâne olmak üzere yetmiş tâne, "Enbe" denilen yemiş verdi. Ayrıca altı müsâfiri için, "Eşrefî" denilen altı altın para verdi ve;
—"Sen bizim oğlumuz yerindesin, burada bulunduğun müddetçe, sana müsâfir gelirse hiç çekinmeden bize haber ver." buyurdu.
"SOFİ"
Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretlerinin , Sofî Pâyende Kerbâs adında bir talebesi huzûrunda yetişiphalîfelerinden oldu. Yanından ayrılıp memleketine giderken, ona biraz kumaş vermişti. Verirken de;
—"Bu kumaşta bereket vardır." buyurmuştu. Sofî Pâyende uzun za-man o kumaştan bir parça keserek satıp ihtiyaçlarını temin etti. Kumaş hiç eksilmiyordu. Hayâtının sonuna kadar böyle devâm etti. Vefâtından sonra da vasiyeti üzerine o kumaş kendisine kefen yapıldı. Bunun için, kumaş yapan sofî mânâsında "Sofî Pâyende Kerbâs" ismi ile meşhûr olup anıldı.
İMDADIMA YETİŞTİ
Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretlerinin talebelerinin meşhûrlarından ve halîfelerinden olan Hâce Muhammed Sıddîk'a, Peşâver'de irşâd ve talebe yetiştirme vazîfesi verilmişti. Bu talebesi şöyle anlatmıştır:
—"Hocam Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretlerini çok özlemiştim. Mübârek yüzünü görüp, sohbetinde bulunmak için Peşâver'den, Serhend'e gitmek üzere yola çıktım. Bir katıra binip yola devâm ediyordum. Yolda katır birden bire ürküp kaçmaya başladı. Sonra da beni düşürdü. Ayağım üzengiye takıldı, bir türlü kurtaramadım. Katır, beni sürüklemeye başladı. Yanımda ve çevremde beni bu hâlden kurtaracak hiçbir kimse de yoktu. Tam bir çâresizlik içinde iken Hocam Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretlerini hatırladım. Allahü Teâlânın izni ile hocamın, imdâdıma yetişmesini istedim. Daha böyle düşünür düşünmez hocam âniden gözüküverdi. Katırı tutup durdurdu. Ben ayağımı üzengiden kurtarıp, yerden kalkıncaya kadar bekledi. Ayağa kalkınca hocamın ayaklarına ka-panıp, bu yardımından dolayı memnûniyetimi ve muhabbetimi arzetmek istedim. Fakat ben ayağa kalkar kalkmaz hocam gözden kayboldu, onu orada göremedim."
BOĞULMAKTAN KURTARDI
Yine talebelerinin büyüklerinden Hâce Muhammed Sıddîk şöyle an-latmıştır:
—"Hocam Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretlerinin sohbetine ve derslerine devâm ettiğim sırada, memleketime gidip gelmek üzere izin almıştım. Yola çıkıp bir müddet gittikten sonra, yolda derin bir su kena-rında durdum. Gömleğimi yıkamak istedim. Fakat bu sırada ayağım kaydı. Birden bire suya düşüp batmaya başladım. Su beni boyluyordu. Yüzme de bilmiyordum. Bir batıyor bir çıkıyordum. Ölmek üzereydim. Tam bu sırada Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretleri gözüküp elimden tuttu ve beni boğulmaktan kurtardı. Sonra da gözden kayboldu."
SUSUZLUKTAN KURTARDI
Yine bu talebesi şöyle anlatmıştır:
—"Birgün kendimden geçip muhabbet ateşiyle yanarak sahralara düştüm. O kadar gittim ki, sahraya dalıp şehirden çok uzaklaşmışım. Sahrâda öyle susadım ki, neredeyse susuzluktan ölecektim. Ben bu hâlde çâresiz iken, hocam Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretleri uzaktan gözüküverdi. Hemen şevk ile sevinerek hocamın yanına koştum. Tam huzûruna varınca hocam gözden kayboldu. Fakat hocamın bana gözüküp, sonra da gözden kaybolduğu yerde bir pınar buldum ve suyundan içtim. Böylece şiddetli susuzluktan ve helâk olmaktan kurtuldum."
HAKİKİ AŞKA DÖNDÜ
Bir genç, Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretlerinin sohbetine gelirdi. Bu genç, bir kıza âşık olup, dalgın ve dağınık bir hâldeydi. Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretleri birgün o gencin hâlini anlayıp buyurdu ki:
—"Bu bozuk düşünceden ve lüzumsuz hayâlden vazgeç! Himmet va arzu yüzünü hakîkat bahçesine çevir! Mârifet bostanından meyveler topla! Elbette bu diğerinden daha iyi olacaktır" Bu hâl içerisinde ezilen ve sıkıntı içinde olan genç, Hâfız-ı Şirâzî'nin bir beytini okuyarak bu hâlden kurtulması için duâ ve himmet etmesini istedi. Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretleri, gencin bu sözü üzerine, o hâlden kurtulması için duâ ve himmet etti ve;
—"Seni bu hâlden kurtardılar!" buyurdu. Genç bu sözü duyar duy-maz, kendini toplayıp aklı başına geldi. Mecazî olan aşk ve sevgisi, hakîkî aşka döndü. Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretlerinin sâdık talebelerinden oldu. Hattâ onun feyz ve bereketinden o kadar faydalandı ki, sâlih, velî ve kâmil bir zât oldu.
YIKILAN YÜK
Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretlerinin sohbetinde bulunmakla şe-reflenen ve Hâce Muhammed Sıddîk'ın talebesi olan bir zât şöyle an-latmıştır:
"Bir defâsında hayvanıma odun yükleyip getirirken yük devrilip yı-kıldı. Yalnızdım ve tekrar yüklemek için yardım edecek kimsem yoktu. Çâresiz kalakaldım. Tam bu sırada Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretleri birden bire karşıma çıkıverdi. Yıkılan yükü hayvanın üzerine koydu ve gözden kayboldu."
DUAN ŞİFADIR
Muhammed Ma'sûm(k.s.) Hazretlerinin talebelerinin büyüklerinden olan Hâce Mûsâ şöyle anlatmıştır:
"Hocam Muhammed Ma'sûm (k.s.) Hazretleri bana, icâzet-i mutlaka' ve hilâfet verdi.
—"Size itâat ederler, sözünüzü dinlerler." buyurup, memleketime dönmemi söyledi. Ben kendisine;
—"Bizim memleketimizde halk, sert tabiatlıdır, böyle şeyleri bilmez-ler. Zâhirî bir kerâmet ve tasarruf görmezlerse bu yola girmezler. Hatta böyle olunca alay ederler. Oradaki insanlar, sıkıntı vericidirler. Onlar hakkında öyle bir teveccüh buyurunuz ki, itâat etsinler. Böyle olunca el-bette oradakiler de, sevenlerden ve muhlislerden olurlar." diye bildirdim. Bunun üzerine hocam;
—"Senin isminin anıldığı yerde, sana itâat ederler. Bir de, senin duân her hastalığa şifâdır. Onunla hastaları iyi edersin. Oradaki bütün insanlar sizi severler." dedi. Gerçekten hocamın buyurduğu gibi oldu."
KULUNÇ HASTALIĞINA TUTULDU
Sa'dullah Hân, Şâh Cihân'ın yanındayken, Muhammed Ma'sûm (k.s.) Hazretlerinin büyük bir mürşid-i kâmil olduğunu inkâr etti.İleri geri ko-nuşarak dil uzatıp hâllerini yalanladı. O anda kulunç hastalığına tutuldu. Bu hastalığa birden bire yakalanıvermesinin, Muhammed Ma'sûm (k.s.) Hazretleri hakkında söylediği kötü sözlerden olduğunun farkına vardı. Pişmân oldu ve Muhammed Ma'sûm (k.s.) Hazretlerine beş yüz rupye (o zamanınparası) ve bâzı hediyeler gönderdi.
—"Benim kusur ve anlayışsızlığımı affetsin." diye haber yolladı. Bir bardak içerisinde de su gönderip şifâ olması için suya okumasını da is-temişti. Fakat Muhammed Ma'sûm (k.s.) Hazretleri bunları aslâ kabûl etmedi. Oğulları o kimseyi kurtarmak için çok yalvarınca, buyurdu ki:
—"Yalan söyleyenlerin nefesinde bereket ve şifâ olmaz. Bize yalancı dedi." O Hânın adamlarına;
—"Çabuk gidiniz, onun rûhu bu cevâbı bekliyor." buyurdu. Sa'dullah'ın adamları, utanarak geri döndüler ve duyduklarını söylediler. Sa'dullah Hân bu sözleri işitince o anda öldü.
BAŞI KESİLDİ
Bir gün İran kumandanlarından râfizî îtikadlı biri, Hindistan'ın baş-şehrine gitmek üzere yola çıkmıştı. Serhend şehrinden geçerken, alay edercesine, hizmetçilerinden birini Muhammed Ma'sûm (k.s.) Hazretlerinin huzûruna gönderip, ziyâretine gelmek istediğini bildirdi. Muhammed Ma'sûm (k.s.) Hazretleri;
"Müsâfir kâfir de olsa ona ikramda bulununuz." sözü gereğince, müsâfir için hazırlık yaptırdı. İkindiye kadar beklediler. Gelmedi. Sonunda o kumandanın gittiği haberi geldi. Maksadı, Ehl-i sünnet'in en büyük âlimlerinden ve koruyucularından olan Muhammed Ma'sum ile alay etmek, onu küçük görüp hafife almakmış. O sırada, Muhammed Ma'sûm (k.s.) Hazretlerinin en yüksek halîfelerinden olan Hâce Muhammed Hanîf-i Kâbilî müsâfir geldi. Hazır olan yemekleri onun için getirdiler. Hâce Muhammed Hanîf, hediye olarak bir kaç tane bıçak getirmişti. Başka hediyeler de vardı. Muhammed Ma'sûm (k.s.) Hazretleri bıçaklardan birini alıp;
—"Bir salatalık getirin." buyurdu. Salatalık getirdiler. O bıçakla sala-talık kesti ve buyurdu ki;
—"Salatalığı keserken, bizimle alay etmeye kalkışan o râfizînin de başının kesildiğini gördüm." Hakîkaten buyurduğu gibi oldu.
45 SENE SONRA
Berekât-ı Ma'sûmî kitabının müellifi anlatmıştır:
—"Bir gün Evrengzîb'in oğlu, zamânın pâdişâhı Muhammed Muazzam Şâh'ın meclisindeydim. Muhammed Ma'sûm (k.s.) Hazretlerinin tasarruflarından bahsediliyordu. Muhammed Muazzam Şâh dedi ki:
—"Sultan Evrengzîb, Keşmîr'e giderken, irşâd diyârı olan Serhend'den geçiyordu. Urvet'ül-vüskâ Muhammed Ma'sûm (k.s.) Hazretlerini ziyâret ile şereflendi. O sene, pâdişâh olmasının beşinci senesiydi. Ben de babamın yanındaydım. Muhammed Ma'sûm (k.s.) Hazretleri;
—"Baban vefât ettikten sonra, pâdişâhlık sana geçecektir." buyurdu. Kırk beş sene sonra bu müjdesi doğru çıktı. Evrengzîb'in pâdişâhlık müddeti elli sene idi."
VEFATINA YAKIN...
Muhammed Ma'sûm (k.s.) Hazretlerinin vefât ettiği sene, Şa'bân ayının on beşinci gecesi, yâni duâların kabûl olduğu, ecellerin takdîr edildiği Berât gecesinde, talebelerinden bâzı hâdiseleri sorup cevâp aldı. Sonra da;
—"Bir kutbun ismini yaşayanlar defterinden sildiler." buyurarak, ve-fât edeceğine işâret etti.
Yine vefâtına yakın bir zamanda bir yerde durup;
—"Pek yakında kemâl sâhiplerinden birinin mezârı burası olur." bu-yurdu. Vefât edince kabrinin orası olduğunu görenler bu sözdeki işâreti anladılar.
Yine o günlerde babası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kabrini ziyâret ettiği sırada ondan âhiretin hâllerini sorduğunu ve babasının cevâbında;
—"Burada herşey rahmet iledir."buyurduğunu bildirdi ve ertesi gün vefât etti. Vefâtları Miladi 1668 (Hicri1079) senesi Ağustos ayının on yedinci günü öğle vakti idi.
Cenâzesini, Ahund Sücâdil yıkadı. Mübârek ağzını yıkamaya gelince yıkayıcı;
—"Bu mübârek ağzı açmaya tâkat getiremiyorum." dedi. Bunun üzerine Muhammed Ma'sûm (k.s.) Hazretleri kendisi, suyu ağzına aldı ve ağzını çalkaladı. Orada bulunanlar bu hâli görünce şaşırdılar.
Namazını en küçük kardeşi, Şeyh Yahyâ kıldırdı. Mezârı hayatta iken;
—"Burada kemâl mertebelerine kavuşan bir fakîrin mezârı bulunur." buyurduğu yer oldu.
Bâbür sultânı ve talebesi olan Evrengzîb Âlemgîr, kabri üzerine yük-sek kubbeli bir türbe yaptırdı. Türbesi, babası İmâm-ı Rabbânî hazretle-rinin türbesinin birkaç yüz metre kuzeyindedir. İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin (k.s.) Mektûbât'ında, bu oğluna yazdığı mektuplar vardır.
Muhammed Ma'sûm (k.s.) Hazretlerinin pek kıymetli neslinden pek-çok velî yetişmiş ve zamanlarının kutbu olmuşlardır. Bütün İslâm memle-ketlerine feyzleri yayılıp nûrlandırmıştır. Ecdâdlarının vârisleri ve yer yüzünün meşhûrları olmuşlardır. Hidâyet ve irşâdda yüksek derece ka-zanmışlardır.
Muhammed Ma'sûm (k.s.) Hazretlerinin üç ciltlik; Mektûbât-ı Ma'sûmiyye adlı bir eseri vardır. Bu üç cilttealtı yüz elli iki mektup var-dır. Son olarak 1976 (H.1396) senesinde Pâkistan'ın Karaçi şehrinde bastırılmıştır. Osmanlı Ulemasından Müstakimzâde Süleyman Sadeddin Efendi Tarafından türkçeye tercüme edilmiştir.
BAZI SÖZLERİNDEN
Bir talebisine hitaben şöyle buyurmuştur:
—"Ey mes'ud ve bahtiyâr kardeşim! Allâhü Teâlânın sevdiği kulları-nın yolunda yürümek arzusunda isen, bu yolun şartlarını ve edeplerini gözetmelisin! En önce, sünnet-i seniyyeye yapışmak ve bid'atlerden sa-kınmak lâzımdır. Çünkü Allâhü Teâlânın sevgisine ulaştıran bu yolun esâsı bu ikisidir.
İşlerinizi, sözlerinizi ve ahlâkınızı, dînini bilen ve seven, dindâr âlim-lerin sözlerine ve kitaplarına uydurmalısınız. Sâlih kullar gibi olmalısınız ve onları sevmelisiniz. Uykuda, yemekte ve söylemekte aşırı gitmeyip, orta derecede olmalısınız. Seher vakti (yani gecelerin sonunda) kalkmağa gayret etmelisiniz. Bu vakitlerde istiğfar etmeyi, ağlamayı, Allâhü Teâlâya yalvarmayı ganîmet bilmelisiniz. Sâlihlerle berâber olmayı aramalısınız. "İnsanın dîni, arkadaşının dîni gibidir." hadîs-i şerîfini unutmayınız! Şunu, iyi biliniz ki, âhireti ve saâdeti ebediyyeyi isteyenlerin, dünyâ lezzetine düşkün olmaması lâzımdır.
Mübâh olan lezzetleri bırakmazsanız, hiç olmazsa, haramlardan ve şüphelilerden kaçınınız. Böylece âhirette kurtulmak umulsun. Fakat, her türlü altın ve gümüş eşyânın ve çayırda otlayan hayvanların ve ticâret eşyâsının zekâtını, topraktan, tarladan, ağaçtan alınan mahsülün öşrünü de her hâlükârda vermek lâzımdır. Bunların verilecek mikdârları, fıkıh kitâplarında bildirilmiştir.
Zekât ve fıtraları, İslamiyetin emrettiği kimselere seve seve vermelidir. Akrabâyı ziyâret etmeli, mektupla gönüllerini almalıdır. komşuların haklarını gözetmelidir. Fakirlere ve borç isteyenlere merhamet etmelidir. Malı, parayı İslâmiyetin izin vermediği yerlere harcetmemeli, izin verilen yere de isrâf etmemelidir. Bunlara dikkat edince, mal zarardan kurtulur ve dünyâlıklar âhiret hâlini alır. Belki de bunlara dünyâ denmez.
İyi biliniz ki, namaz dînin direğidir. Namaz kılan bir insan, dînini doğrultmuş olur. Namaz kılmayanın dîni yıkılır. Namazları, müstehap zamanlarda ve edeplerine uygun kılmalıdır. Bunlar fıkıh kitaplarında bildirilmiştir. Namazları cemâatle kılmalı, birinci tekbîri imâm ile birlikte almağa çalışmalıdır ve birinci safta yer bulmalıdır.Bunlardan biri yapıl-mazsa mâtem tutmalıdır. Kâmil bir müslüman, namaza durunca, sanki dünyâdan çıkıp âhirete girer. Çünkü dünyâda Allâhü Teâlâya yaklaşmak, çok az nasîb olur. Eğer nasîb olursa o da zılle, gölgeye, sûrete yakınlıktır. Âhiret ise, asla yakınlık yeridir. İşte namazda âhirete girerek, burada nasîb olan devletten hisse alır. Bu dünyâda hasret ve firâk ateşi ile yanan susuzlar, ancak namaz çeşmesinin hayat suyu ile serinleyip rahat bulur. Büyüklük ve mâbûdluk sahrâsında şaşırmış kalmış olanlar, namaz gelininin çadır etekleri altında vuslatın (matlûba kavuşmanın) kokusunu duyarak hayrân olurlar. Allâhü Teâlânın sevgili peygamberi buyurdu ki: "Bir mümin namaz kılmaya başlayınca, Cennet kapıları onun için açılır. Rabbi ile onun arasında bulunan perdeler kalkar. Cennet'te olan hûrîler onu karşılar. Bu hâl, namaz bitinceye kadar devâm eder."
Bu yolun büyüklerinden birini buluncaya kadar; Kur-ân'ı kerîm oku-yarak, ibâdetleri yaparak, kıymetli kitaplarda ve hadîs-i şerîflerde bildirilen duâları, tesbihleri okuyarak vakitlerinizi mâmur ediniz! Zamânınızın çoğunu; "Lâ ilâhe illallah" kelimesini söylemekle geçiriniz. Kalbi temiz-lemekte çok tesirlidir. Her gün, belli mikdâr okursanız iyi olur. Abdestli ve abdestsiz söylenebilir. Bu yolun büyüklerini sevmenin saâdetin sermâyesi biliniz! Bu yolda ilerleten en kuvvetli vâsıtanın, bu muhabbet olduğunu biliniz. (Birinci cilt. 14. mektup.)
Muhammed Ma'sum Hazretleri buyurdu ki:
—"Âdet olarak, ve gösteriş olarak değil de, Allah rızâsı için fakirlere yemek ve sadaka verip sevâplarını ölünün rûhuna göndermek büyük ibâdettir."
—"İnsanlar arasına karışmak, eğer onların haklarını yerine getirmek için olursa zikir olur."
—"Belâların ve şiddetli şeylerin kalkması için istiğfâr, tövbe etmek çok faydalıdır."
—"Kulun ıslah olması, kalbinin ıslah olmasına bağlıdır. Fesâdı da kal-bin fesâdına bağlıdır."
—"Sâlih amellerin sevâbını bütün müminlerin rûhuna hediye etmek iyi ve makbûldür. Her birine ayrı sevâb ulaşır. Hakkında hediye etmek için niyyet edilip okunan ve hediye edilen meyyitin sevâbı hiç eksilmez."
—"İnsanın izzeti, imân ve mârifet iledir. Mal ve mevkî ile değildir."
—"İnsan her neye kavuşursa başına ne gelirse bunların hepsi takdir-i ezeliyye iledir."
—"İnsandan bu fâni dünyâda istenen, kulluk vasîfesini yerine getirip, ibâdetleri yapmasıdır."
—"Allâhü Teâlâ insanı beyhûde yaratmadı ki, insan kendi hâline terk olunsun. istediğini yapsın, hevâ-yı nefse ve hoşuna giden şeye uysun! O, emirlere uymakla ve yasaklardan sakınmakla mükellef kılınmıştır. İnsan için bunu yapmaktan başka çâre yoktur. Bunu yapmayıp, nefsine, arzu ve hevesine uyanlar, âsi, inatcı olup, Allâhü Teâlânın gazabına uğrarlar ve çeşitli azaplara müstehak olurlar."
—"Vakitleri zikr ve tefekkür ile mâmûr etmek lâzımdır. Vakti en mü-him işler ile geçirmelidir. Yalnızken ve başkaları ile birlikte iken takvâ ve havf (korku) üzere olmalı ve ölüm ânını düşünüp, tefekkürü terk etmeme-lidir."
—"Allâhü Teâlânın rızâsını kazanmak için can atarak gayret gös-termek, vakti zikir ve tefekkür ile geçirmek lâzımdır. Gecelerin karanlığını istiğfar ile aydınlatmalı ve bu az vakitte (dünyâ hayâtında) âhiret azığı hazırlamalıdır.
—"Bid'atler yayılıp sünnetler terkedildiği zulmetli zamanda, İslâm ilimlerinin tahsîli ve neşri en mühim işlerdendir. Ve Muhammed aleyhis-selâmın sünnetini yaymak en büyük maksattandır."
—"Günahlardan hemen sonra tövbe yapılırsa ve tövbe günahtan sonra üç saat içinde yapılırsa o günah amel defterine yazılmaz."
—"Tövbe kapısı açıktır. Allâhü Teâlâ raûf ve rahîmdir. Kimse kusûr-dan hâli değildir. Ümidli olmalıdır."
—"Kur'ân-ı kerîm okumak, Allâhü Teâlâ ile konuşmak olur."
—"Cennete girmek ancak rahmet-i İlâhî iledir."
—"Ömrün en kıymetli zamânı gençlik zamânıdır. En kıymetli şey ise mârifetullahtır. Gençliğini en kötü şey olan hevâ ve heves peşinde har-cayıp, mârifetullahı, ömrünün en kötü zamânı olan ihtiyarlık zamânına bırakanlara yazıklar olsun!"
—"Kıymetli ömrünü bu fâni ve denî, alçak olan dünyâ için sarf eden kâbiliyetli gençlere çok yazık! Onlar gençliklerini dünyâ için harcamakla, aldatıcı bir kahpeye âşık olmuşlar, kıymetli cevherleri saksı parçaları ile değişmişlerdir!"
—"Müminin hesâbı kısa bir zaman için olacaktır. Birinin hesâbı di-ğerinin hesâbını geciktirmez."
—"Dünyâ hayâtı çok kısadır. Bu birkaç günlük kısa fırsat zamânında, kabri ve kıyâmeti unutmamak (hazırlanmak) lâzımdır."
—"Dünyâ hayâtı gâyet kısadır. Ebedî saâdete kavuşmak dünyâ hayâ-tına bağlıdır. Saâdetli kimse; bu kısa dünyâ hayâtındaki fırsatı ganîmet bilip, âhirette kurtuluşa sebeb olacak işleri yapan ve âhiret azığı hazır-layandır."
—"Son nefes korkusu bir nîmettir ki, Hakk'ın dostları bu derde tutul-muş, giriftâr olmuşlardır."
—"Dünyâ hayâtı geçicidir. Bu birkaç günlük hayatı ganîmet bilip, Allâhü Teâlânın rızâsını kazanmaya sarf etmek lâzımdır. Ebedî olan âhireti ve âhiret nîmetlerini kazanmak için çalışmalıdır."
"Rızk mukadderdir. Ziyâde ve noksan ihtimâli yoktur. Rızkın noksan ve ziyâde olması, Hak Teâlânın husûsi fazlı iledir. Hiç kimsenin bunda bir katkısı yoktur."
—"Sadakanın sevâbını evvelâ Resûlüllah Efendimizin rûhuna, sonra da diğer meyyitin rûhuna hediye etmelidir."
—"Seher vakitlerinde ağlamayı ve isiğfar etmeyi ganîmet bilip, en büyük iş olarak addetmelidir."
—"Seher vaktinde uyanık olmayı mümkün olduğu kadar elden bı-rakmamalı ve ağlayarak namaz kılıp istiğfar etmeyi ganîmet bilmelidir."
—"Attâr-ı Şıblî kırk sene ağladı ve başını kaldırıp semâya bakmadı. Ağlamasının sebebi sorulunca; "Kabrin korkusundan ve kıyâmet gününün heybetinden ağlamaktayım." dedi. Semâya neden bakmıyorsun? diye sorulunca da; "Meclislerde kahkaha atarak çok güldüm. Bu yüzden utanıp başımı kaldırıp bakamıyorum." buyurdu."
—"İslâmiyete uymadıkça hiçbir vakit Mârifet-i İlâhî hâsıl olmaz."
—"İnsanın ömrü çok azdır. Sonsuz olan âhiret hayâtında, insanın karşılaşacağı şeyler, dünyâda yaşadığı hâle bağlıdır. Aklı başında olan, ileriyi görebilen bir kimse, dünyâdaki kısa hayâtında, âhirette iyi ve rahat yaşamağa sebeb olan şeyleri yapar. Âhiret yolcusuna lâzım olan şeyleri hazırlar."
—"Bir kimse âhirete yönelirse, Allâhü Teâlâ keremiyle, onun dünyâ ve âhiret ihtiyaçlarını giderir."
HALİFELERİ
Mevlâna Seyfüddin Arif, Seyyid Ahmed,Mevlâna Muhammed Buharî, Mevlâna Şeyh Yekdest Mekki Vs.
-
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
25. Şeyh Seyfüddin Arif (k.s.)
Silsile-i Sâdât-ı Nakşıbendiyye–i Aliyyenin 25. Halkasıdır.
İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin torunu ve MuhammedMa'sûm Hazretlerinin beşinci oğludur.
İsmi Muhammed Seyfüddîn Arif, lakabı Muhyissünne (Sünneti İhya eden) dir. Mîlâdî 1639 (Hicrî1049) senesinde Hindistan'ın Serhend şehrinde doğdu. Mîlâdî 1684 (Hicrî1096) senesinde aynı yerde vefât etti. Kabri, babası Muhammed Mâsûm Hazretleri'nin türbesinin yakınındaki türbededir.
Doğumundan itibâren büyük bir zât ve insanlara hidâyet rehberi olacağı belliydi. Nakledilir ki: Doğum zamânında bir melek görünüp; "Doğduğu gün, öldüğü gün ve tekrar dirildiği gün Allah'ın selâmı üzerine olsun" meâlindeki, Meryem sûresi 15. âyetini okuyarak müjde vermişti.
Seyfüddîn Arif Hazretleri küçük yaşında Kur'ân-ı Kerîmi ezberledi. Sonra amcası Muhammed Sâid'den aklî ve naklî ilimleri tahsil etti. Babası Muhammed Ma'sûm Hazretlerinin teveccüh ve sohbetleriyle, Nakşibendiyye yolunda ilerleyip, kısa zamanda büyük derecelere kavuştu. Yüksek hâller ve kerâmetler sâhibi oldu.
Zâhiren ve bâtınen olgunlaştıktan sonra babasının emriyle insanları irşâd ve vaktin sultânı Evrengzib Âlemgir Han'ın dînî terbiyesi için vazi-felendirilip Delhi'ye gitti.
Seyfüddin Arif (k.s.) Hazretleri, Delhî'ye vardığı zaman, şehrin kapı-sında iki azgın fil ve bunları zabt etmeye çalışan iki heybetli pehlivan resimlerinin asılı olduğunu gördü. Sultâna o resimleri indirtip yok edinceye kadar şehre girmeyeceğini bildirdi. Sultan resimleri indirtip yok ettirince şehre girdi. Sultân Âlemgir Hân, kendi isteğiyle ve samîmî olarak Seyfüddin Arif (k.s.) Hazretlerine talebe oldu. Sohbetleriyle şereflendi. Yaşı ilerlemiş olmasına rağmen Kur'ân-ı Kerîm okumayı öğrenip ezberledi. Hindistan'da yayılmış birçok bid'at ve sapıklık, Sultân Âlemgir hân tarafından ferman çıkartılarak ortadan kaldırıldı ve Peygamber Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) unutulmuş ve kaybolmuş sünnet-leri ortaya çıkarıldı. Diğer vezirler, vâliler ve devlet adamları da Seyfüddin Arif (k.s.) Hazretlerinin sohbetleriyle şereflenip hidâyete kavuştular. Ona son derece saygı gösterip huzûrunda ayakta dururlardı.
YÜKSEK HALLERİNDEN...
Seyfüddin Arif (k.s.) Hazretlerinin himmet ve bereketiyle, Hindistan'ın her tarafında İslâmiyet yayılıp müslümanlar kuvvetlendi. Bid'at sâhipleri ve kâfirler perişân olup, hiçbir yerde kabûl görmediler. Hindistan hiçbir zaman böyle bir devir görmemişti.
Seyfüddin Arif (k.s.) Hazretleri, Delhî'deki bu gelişmeleri ve Sultân Âlemgir Hân'ın sevindirici hâlini babasına mektûp yazarak bildirdiği zaman, babası çok sevinip duâ etti.
Sultân Âlemgir Hân, birgün Seyfüddin Arif (k.s.) Hazretleri'ni husûsî bahçesine dâvet etti. Bu bahçenin ortasında gâyet süslü bir havuz, ha-vuzun içinde, gözleri elmastan, bedeni altından yapılmış balık şekilleri vardı. Seyfüddin Arif (k.s.) Hazretleri buraya gelince;
—"Önce altından yapılmış bu balıkları kırın" buyurdu. Hepsini kırıp yok ettiler. Sultan; zekî, kâbiliyetli, tasavvuf ehline ve Allah adamlarına karşı muhabbet beslediği için, bu durumlara memnûn oluyor, Allâhü Teâlâya şükredip;
—"Benim saltanatım zamânında böyle evliyâ yetiştiği için, Rabbime sonsuz şükürler olsun." diyordu.
YÜKSEK HALLERİNDEN...
Delhî'de onun sohbet meclisleri çok bereketli ve kalabalık olurdu. Kâfirler, fâcirler, fâsıklar da onun sohbet meclisine gelip, yüksek huzû-ruyla şereflenince, çoğu hidâyete kavuşup eski günahlarına tövbe edip, geri dönerlerdi. Onun sohbeti bereketiyle, binlerce kişi hidâyete ve kemâle kavuşup, yüksek derecelere ulaştı. Dergâhına hergün binlerce kişi gelip feyz alırdı.
Birgün Şehzâde Muhammed Âzam Şah, teveccühüne kavuşmak ve sohbetiyle şereflenmek için Seyfüddin Arif (k.s.) Hazretlerinin dergâhına geldi. Dergâh kapısının önü çok kalabalık olduğundan buradan geçip huzûruna gelmekte güçlük çekti. Bu sırada başından sarığı düşüp, kaftanı kenara takıldı. Seyfüddin Arif (k.s.) Hazretlerinin feyizli ve bereketli sohbetiyle şereflendikten sonra babasının yanına döndü. İnsanların, Seyfüddin Arif (k.s.) Hazretlerine karşı duyduğu iştiyâkı, arzuyu ve gösterdiği rağbeti anlatınca, Sultan çok sevinip;
—"Allâhü Teâlâ'ya hamd olsun ki, benim zamânımda sultanların bile huzûruna zorlukla çıkabileceği evliya kullar yarattı." diye şükr etti.
Bir gün aynı şehzâde kendisini dâvet edince, kardeşlerinden, yaşça kendinden büyük olanını da berâberinde götürmüştü. Şehzâde, bu velî kardeşlerin ellerine su dökmek için, leğen ve ibriği almış bekliyordu. Seyfüddin Arif (k.s.) Hazretleri şehzâdenin elinden ibriği ve leğeni alıp, ağabeyinin eline kendisi su döktü. Sonra ibriği şehzâdeye verdi. Şehzâde de onun eline su döktü.
Meclisinde olanlardan birisi, "Allah" ismi celâlini söylese, Seyfüddin Arif (k.s.) Hazretleri dehşete düşerek, kendinden geçip, kuş gibi çırpınırdı. Elinde olmayarak kendilerinden pekçok hâller ve kerâmetler zuhûr ederdi.
YÜKSEK HALLERİNDEN...
Bir gün Seyfüddin Arif (k.s.) Hazretlerinin meclisinde bulunan kimse-lerden birisinin hatırından;
—"Şeyh çok büyükleniyor." diye geçti. Bu durum, Seyfüddin Arif (k.s.) Hazretlerine Allâhü Teâlânınyardımıyla zâhir olunca, ona;
—"Benim bu hâlim, Allâhü Teâlânın kibriyâ sıfatının tecellîsidir." bu-yurdu.
YÜKSEK HALLERİNDEN...
Cüzzam hastalığına yakalanmış biri, Seyfüddin Arif (k.s.) Hazretlerine gelip şifâ için duâ istedi. O duâ edince hasta iyileşti.
ELLERİ İNCİNDİ
Bir gece teheccüd namazını eda için, evlerinin toprak damı üzerine çıktıklar. Nasılsa uzaktan kulaklarına bir "Allah" sesi geldi. Bu sesten dehşete kapıldılar ve damdan yere düştüler. Mübarek elleri incindi.
SEMA'
Hazret-i Şeyh'in müridlerinden birisi bir gün, bir sema meclisine te-sadüf eder. Sema sesi kulağına erişince kandisini tutamayarako meclise oturur. Sema'ın te'siri hasıl olmaya başlayınca da bağırıp-çağırmamak için çok gayret sarfeder ve bunda bir müddet muvaffak olur. Ancak bu hususa yüreği daha fazla dayanamayarak çatlar ve orada irtihal eder. Bu haber Hazret-i Şeyh'e vasıl olduğunda:
—"Semâ, dertlileri helâk eder. İşte bu sebeple din uleması semâ'a cevaz vermemişlerdir." buyururlar.
GIDAYI KESME
Hazret-i Şeyh'e her gün müridlerinden dört kimse gelir ve Şeyhin emri ile her birine ayrı ayrı yemek pişirilirdi. Bu derece nimet bolluğu ile beraber müridleri ve sâlikleri yüksek makamlara va kerametlere vasıl olurlardı.
Yeme-içme husûsunda da şöyle buyururlardı:
— Gıdayı kesmeye lüzûm yok. Yetecek kadar yeyiniz. Büyüklerimiz, tarîkatıkalb bilgisi ve mürşid sohbeti üzerine koymuşlardır. Başka bir şey üzerine değil."
BUYURDULAR Kİ
—"Riyazetin verimi, hârikulâdelikler meydana getirmektir. Gaye ise hiç bir zaman bu değildir. Biz bunları işten saymayız. Bizim yegâne gâye ve usûlümüz; Sadece Allah'ı anmak ve O'na yönelmektir. Cambazlık göstermek bizim işimiz değildir."
İNKÂR MI EDİYORSUN
Halktan birisi Seyfüddin Arif (k.s.) Hazretlerinin büyüklüğünü inkâr ederek kabûl göstermemişti. O gece rüyasında bir grup gece bekçisi gelip onu şiddetli bir şekilde döğmeye başladılar ve;
—"Allâhü Teâlânın sevgilisi olduğu hâlde, sen Seyfüddin Arif (k.s.) Hazretlerinin üstünlüğünü inkâr ediyorsun öyle mi?" dediler. O zat bu korkuyla uyanıp, yaptığına tövbe etti ve talebeleri arasına girdi.
MÜBAREK SÖZLERİNDEN ...
Seyfüddin Arif (k.s.) Hazretleri insanlara maddî ve mânevî her türlü yardımı yapardı. Yardımlaşmanın ehemmiyetini belirterek buyurdu ki:
—"Allâhü Teâlâya hamd olsun. İki cihânın efendisi Muhammed aleyhisselâm'a salât ü selâm olsun. Allâhü Teâlâya vâsıl olanların imâmı, hadîs âlimlerinin önderi; yüz bin hadîs-i şerîf-i ezbere bilen Hâfız Abdülazîm Münzirî, Kırk Hadîs-i Şerîf adlı kitabında, İbn-i Ömer'den (radiyallahü anh) rivâyet ediyor: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem Efendimiz buyurdular ki:
—"Kim bir mü'min kardeşinin ihtiyacını temin ederse, mahşer günü ameller tartılırken terâzinin başında duracağım. Benden imdâd isteyince, o zâta mutlaka şefâat edeceğim."
Evliyâyı sevmenin önemiyle ilgili olarak da buyurdu ki:
"...Bu büyükleri sevme saâdetiyle, hiçbir üstünlük ölçülemez. Bu bü-yüklere muhabbet, bir kimsenin en üstün vasfı olmalıdır. Bu sebeple son-suz derecelere yükselmek ümîd edilir. Evliyayı sevmenin insana kazan-dıracağı üstünlükler ve dereceler, ifâde edilemez, kitaplara sığdırılamaz. Vesselâm."
DUÂ ORDUSU
Seyfüddîn Ârif (k.s.) Hazretleri, Mektûbât'ında yer alan ve zamânın sultânına yazdığı mektupta şöyle buyurdu:
—"Yardım iki kısımdır: Birinci kısmı, görünen sebeblere bağlı kılmış-lardır. Bu ise yardımın sûreti, zâhiri ve bedeni gibidir. Zaferin maddi sebebini ve zâhirini teşkil eden sebeb, muhârebe meydanlarında harb eden gazâ ordularıdır. İkinci kısım ise, yardımın mânevî kısmını ve rûhunu teşkil eden, gözle görülmeyen duâ ordularıdır. Mânevî ordular, maddî ordulardan daha kıymetlidir ve yardımın özü ve rûhudur. Yardımları, sebebleri, fethi ve zaferi isteyip yaratan Allâhü Teâlâdır. Enfâl sûresi 10. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Yardım, yalnız Allâhü Teâlâdan gelmektedir." buyrulmaktadır."
Duâ ordusu, hakîkî yardımı gönderen Allâhü Teâlâ ile yine onun ya-rattığı zâhirî sebep olan gazâ ordusu arasında vâsıta ve delîldir. Ayrıca duâlar, kazâyı ve belâyı def eder. Peygamber efendimiz buyurdular ki:
—"Kazayı hiçbirşey geri çeviremez. Yalnız duâ geri çevirebilir." Duâdaki bu tesir bu kudret, silâhlarda aslâ yoktur. Duâ ordusu görünüşte zayıf, âciz olsa da gazâ ordusundan daha kuvvetlidir. Duâ ordusu rûh gibidir, gazâ ordusu da maddî beden gibidir. Gazâ ordusunun duâ ordusuna sığınmasından başka çaresi yoktur. Çünkü ruhsuz beden, kuvvet alamaz, zaferler elde edemez. Nitekim sevgili Peygamberimiz,Muhâcirînin fakirlerini vesîle ederek, Allâhü Teâlâya duâ ederlerdi.
Yine Fahruddîn Râzî tefsirinde, Enes bin Mâlik'in şöyle anlattığını haber veriyor:
—"Bir defâsında Resûlüllah efendimiz bir zâtın ziyâretine gitti. Hastalık sebebiyle o kimse gâyet zayıf ve hâlsiz düşmüştü. Resûlüllah efendimiz o kimseye;
—"Sen Allâhü Teâlâya nasıl duâ ederdin?" diye sordu. O da;
—" Allah'ım! Âhirette eziyette olmayayım da dünyâda nasıl olursam olayım. Âhirette sıkıntı çekeceksem onu bana dünyâda ver." diye duâ ederdim." dedi. Bunun üzerine Resûlüllah (s.a.) buyurdu ki:
—"Senin buna gücün yetmez. Sen şöyle de: "Rabbimiz! Bize dünyâda da âhirette de iyilik ver. Bizi Cehennem azâbından koru!"Sonra Resûlüllah Efendimiz o kimseye duâ etti. O kimse Allâhü Teâlânın izni ile şifâ buldu.
Eğer Allâhü Teâlâ kullarına, hiç dert ve elem vermemiş olsa veya çok az vermiş olsaydı, insanlar O'na ibâdet etmekten ve O'nu zikretmekten gâfil olurlardı. İnsanın, dünyâ ve âhiret saâdetine, Allâhü Teâlânın rah-metine kavuşabilmesi için, ibâdet ve tâatten ve zikirden geri kalmaması şarttır. Buna göre herkes Allâhü Teâlânın rahmetine muhtaçtır. Bu du-rumda iyi düşünce, dert ve sıkıntıların, aslında birer nîmet ve insanı Allâhü Teâlâya çeken birer kemend oldukları anlaşılır."
......
Seyfüddin Arif (k.s.) Hazretleri bin dört yüz velî yetiştirdi. Bir çok velî ve mürşîd-i kâmil yetiştirip, insanların hidâyete kavuşmalarına vesîle oldu. Seyyîd Nur Muhammed Bedvânî, yetiştirdiği talebelerin en büyüğü ve kâmilidir. Sekiz oğlu vardı. Üçü kendi huzûrunda kemâle geldi. Beşi henüz küçüktü. Büyük olan oğulları, Şeyh Muhammed A'zam, Şeyh Muhammed Hüseyin ve Şeyh Muhammed Şuayb'dır. Diğer oğulları; Muhammed Îsâ, Muhammed Mûsâ, Muhammed Kelimetullah, Muhammed Osman ve Abdurrahmân'dır. Altı kızı vardı. Bunlar; Cennet, Habîbe, Sâire, Şehrî, Refîunnisâ ve Zehrâ'dır.
Mektûbât-ı Seyfiyye adlı bir eseri olup, içinde yüz doksan mektup vardır. Bu kıymetli eseri, oğlu Muhammed A'zam toplayıp kitap hâline getirmiş, Hindistan'ın Haydarâbâd Şehrinde basılmıştır.
Hazret-i Şeyh Hicret-i Celîle-i Nebeviyye'nin 1098'inci(M.1686) senesinde irtihal-i dâr-ı naîm eylemişlerdir. (Kaddesallahu Sirrahül Aziz) Vefatı Osmanlılarda Sultan 4. Mehmed devrine rastlamaktadır.
Halifeleri:
Şeyh Muhammed Nûrü'l-Bedvânî, Mevlâna Şeyh Abbas, Mevlâna Şeyh Sadreddin Sûfî, Mevlâna Şeyh Ebü'l-Kaasım, Mevlâna Şeyh Muhammed İsa.
-
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
26. Muhammed Nurü’l-Bedvani (k.s.)
Muhammed Nûrü'l-Bedvânî (k.s.) Hazretleri sarf, nahiv, mantık, Meânî, Hadis, Tefsir ilimlerinde ve bunlar dışında kalan şerîat ve tarîkatta, asrının yegane alimi, hakîkat ve ma'rifette zamanın bir tanesi idi. Hazret-i Muhammed Masum'un yüksek mahdumları olan Seyfü'd-dîn Arif Hazretlerinden sûfiye hırkasını giymiş, irşad ve icâzet almışlardı.
İstiğrak ve cezbeleri o derece çoktu ki, Cemâl-iİlâhiyeyi müşahede ile 15 sene mest ve müstağrak bir vaziyette kalmışlardır.
Sünnet-i Seniyye'ye olan bağlılıkları öyle bir derecede idi ki, bir kere nasılsa helaya girerken, sol ayağını atacağı yerdesağ ayağını atması üzerine üç gün kabız hali yaşadılar ve helaya girmediler.
Vera ve takvada da en uzak menzilleri kat etmişlerdi. Dünya ehli ile ülfetten son derece kaçınırdı. Şayet mütâlaa için dünya ehlinden biri bir kitap isteyecek olsa kitabı ona verir, tekrar getirdiği zaman da kitabı bir köşede üç gün bekletirdi. Ve:
—"Dünya ehlinin zulmeti bu kitabı ihâta etmiştir."buyururlardı.
Büyük tasarruf sahibi İdi. Müridlerinin hâcetlerinin hâsıl olması için kalben teveccüh ederler ve her ne şekilde buyururlarsa o şekilde vâki olurdu.
MENKIBE
Bir gün Hazret-i Şeyhe yaşlı bir kadın geldi:
— "Bakire bir kızım vardı, kayboldu. Kaç günden berihaber ala-madım. Salimen dönmesi için teveccüh buyursanız" diye yalvardı. Muhammed Nûrü'l-Bedvânî (k.s.) Hazretleriderhal murâkabeye varıp bir müddet öylece kaldıktan sonra başını kaldırdı:
— "İnşaallah kızın falan vakit gelecektir." diye müjde verdi. Hakîkaten ta'yin buyurdukları vakit kız zuhur edip geldi. "Cin tâifesi ta-rafından esir edilerek bir sahrada şimdiye kadartutulduğunu, bu gün kadri yüce bir zatın kendisini bu esaretten kurtardığını ve buraya gön-derildiğini annesine haber verdi.
EVVELA İTİKADINIZI DÜZELTİN
Bir gün iki kişi Muhammed Nûrü'l-Bedvânî (k.s.) Hazretlerini imtihan maksadıyla, O'ndan inabe almak istediklerini söylediler. Hazret-i Şeyh onlara:
— "Evvela bâtıl ve bozuk itikadınızdan vazgeçin, sonra inabe iste-ğinde bulunun." buyurdu. Onların bu halleri açıklanınca, o iki kimseden birisi Hazret-i Allah'ın inayeti ile tevbe etti ve Muhammed Nûrü'l-Bedvânî (k.s.) Hazretlerinin müridleri arasınakatıldı. Diğeri ise eski kötü hali üzerine kaldı.
SÜNNETE RİAYET
Bir gün helâya girecekti. Önce sol ayağını atması gerekirken, sağ ayağını attı.
Sünnete aykırı bu davranışından üç gün manevi darlığa düştü. Allah'a yalvardı, yakardı da sonunda bu sıkıntısı geçti.
Midesine haram girmemesi için ne lazımsa yapardı.
Yiyeceği ekmeğin buğdayını bulur, ununu öğütür, hamurunu eli ile yoğurur, ekmeğini de kendisi pişirirdi. Ekmeği kurutur bir yere bırakır, ancak açlık bastırınca ondan alır yerdi. Çok da yemezdi. Açlığını giderecek kadar bir parça alırdı. Sonra yine mürâkabe haline dalar giderdi.
Ekmeği bitince, yine kendisi pişirirdi.
Mürakabe hali o kadar çok idi ki, bu yüzden beli yay gibi olmuştu.
Buyurdular ki:
—"Otuz yıldır, şöyle bir şey olsa da yesem diye gönlüme bir şey düşmedi. İhtiyaç duyduğumda ne mümkün ise onu yedim."
ZENGİNLERİN YEMEĞİ
Seyyid Muhammed Nur Hazretleri, zenginlerin yemeklerini yemezdi. Bu hususta şöyle derdi:
—" Zenginlerin malları arasında, haksızca alınan mallar vardır."
Elinden nice kerametler meydana geldi. Zamanında onda görülen halleri, başkalarında bulmak, görmek zordu.
Habibüllah Canı Canan Efendimizin ileri gelen bir halifesi vardı. Çok kere Seyyid Muhammed Nur Efendimizden anlatırken ağlardı ve arkadaşlarına da şöyle derdi:
—"Sizin için hasretten yanıyorum. Siz Hazret-i Seyyid'i görmediniz. Eğer onu görecek olsaydınız, Allah'ın mükemmel kudretine yeniden inanır, kendi kendinize: "Bu değerli zatı yaratan Allah!." der, hayran olurdunuz.Seyyid hazretlerinin keşfi çok sağlıklı idi. Başkalarının baş gözü ile bakıp göremediklerini o, kalb gözü ile görürdü.Bir kere yolda gidiyordum; gözüm bir yabancı kadına ilişti. Seyyid'in huzuruna gittiğim zaman bana şöyle dedi:
—"Senden sina zulmeti kokusunu alıyorum."
Yine yolda giderken, şarab içen biri ile karşılaştım ve onunla konuştum. Seyyid Nur Hazretleri'nin huzuruna vardığımdabana şöyle dedi:
—"Senden şarap kokusu alıyorum."
—"Sokakda fâsıkla karşılaşmak kalbde zulmet hasıl eder" buyurdu.
İstiğrak ve cezbe halleri ya'ni ilahi aşk ile kendinden geçme hali pek ziyâade idi. Bu hali 15 sene sürmüştü. Sünnet-i seniyyeye uymakta, edeb ve adetlerde de Paygamber Efendimize (s.a.v.) tabi olmakta büyük bir dikkat gösterirdi. Peygamberimiz'in (s.a.v.) hayatını ve yüksek ahlakını anlatan kitapları devamlı yanında bulundurur, bunları okuyup, hallerinde ve işlerinde Resûlullaha (s.a.v.) uymaya çalışırdı.
Birgün birisi yiyecek bir şey hediye getirmişti. Kendisine takdim edince, nazik bir tavırla;
—"Bu yiyecekde bir zulmet gözüküyor, bir araştırınız!" buyurdu. "Bu yiyecek helaldendir" diye arzettiler. Fakat araştırınca bu yiyeceğin gösteriş niyetiyle hazırlanıp getirildiği anlaşıldı.
Seyyid Nûr Muhammed Bedvânî hazretleri şöyle anlatmıştır:
—"Bir gün hocam Mirzâ Hafız Muhsin'in kabrini ziyarete gitmiştim. Kabri başında murakabeye daldım. Bu halde iken kendimden geçtim ve hocamı kabrinde görüp, konuştum. Kefeni ve bedeni hiç çürümemişti. Sadece ayaklarının alt kısımlarına toprak te'sir edip hafif dökülmüştü. Bunun sebebini kendisinden sordum. Dedi ki:
—"Sâhibinden izinsiz, sahibi geldiği zaman geri vermek niyetiyle bir taş alıp, abdest aldığım yere koydum. Abdest alırken o taşın üzerine bastım. Ayaklarımda gördüğün toprağın te'siri bu sebepledir. Şu muhakkakdır ki, takvâda çok ileri giden velayette çok yokselir."
AFYONCUNUN TÖVBESİ
Bir afyon tüccarı, Muhammed Nûrü'l-Bedvânî (k.s.) Hazretlerinin meskenine bitişik bir yerde esrar dükkânı açtı. Cenâb-ı Şeyh meclislerinde hazır olanlara şöyle buyurdular:
— "Afyonun zulmeti, bizim ve sizin füyuzâtınızı kederlendirdi" Bunu işitenler hemen gidip adamın dükkânını tahrip ettiler. Bu defa Muhammed Nûrü'l-Bedvânî (k.s.) Hazretleri buyurdular ki;
—"Bu halin vukûundan dolayı bizi daha çok keder kapladı. zîrâ vâ-sıtamızla, adam şerîata muhalif olarak muamele gördü." Bunun üzerine afyon tüccarı, Şeyhin huzuruna getirildi. Afyoncu öyle bir teveccüh gördü ki, derhal san'atından dolayı tevbe edip Muhammed Nûrü'l-Bedvânî (k.s.) Hazretlerinin en sadık müridlerinden oldu.
Muhammed Nûrü'l-Bedvânî (k.s.) Hazretleri, Hicretin 1135'inci (1722 Miladî) senesinde irtihal buyurmuşlardır. (Kaddesallahu Sirrahül Aziz)
-
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
27. Şemsüddin Habibullah İbn-i Mirza Can (k.s.)
Muhammed Nûrü'l-Bedvânî Hazretlerinin en efdal talebesi ve en büyük halîfesidir. Neseb-i Şerifleri28'inci batındaMuhamed Hanefî vasıtasıyle, Emîrü'l-Mü'minin Hazret-i Ali bin Ebî Tâlib'e ulaşır.
Emir Abdü's-Sultan, O'nun büyük babası olup, Çeştiyye Tarîkatı'na mensub kâmil bir zât idi. Vezir Esad Han'ın kızı da O'nun büyük annesi idi. Temiz zevcesi gibi o dazamanın bir veliyye-i kâmilesi idi. Bütün Cemâdın (canlı cansız bütün varlıkların) tesbihlerini kulakları ile duyardı.
1699 (H. 1111) veya 1701 (H.1113) senesinde Ramazânı şerifin on birinde cumâ günü doğdu. 1781 (H. 1195 ) senesindeşehîd edildi.
Dedeleri, ileri gelen devlet adamlarından olup, Taymûriyye sultanla-rına yakınlıkları vardır. Bütün dedeleri, mürüvvet, adâlet, şecâat , sehâvet (cömertlik) ve dîne son derece bağlı olmalarıyla tanınmış, beğenilen ve medhedilen bütün üstün vasıflara sahip idiler. Ayrıca herbiri, devletidâresinde mevkî ve makam sahibi idi.
Babası Mirzâ Can, mevkî ve makâmı terkedip, fakirliği ve kanaâtı tercih etmiş bir zattı. Servetini Allah için fakirlere dağıttı. Kızının nikahı için ayırdığı yirmi beş bin rub'iyye mikdârındaki altını, bir dostunun şid-detli bir sıkıntıda olduğunu işitince, tamâmen ona hediye etti. Babası, memleketinde, merhameti, üstün ahlâkı, insânî meziyetlerinin üstünlüğü ile tanınmış bir zattı. Zamânın mürşid-i kâmillerinden olan Şâh Abdürrahmân Kâdirî'nin sohbetinde kemâle geldi.
Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretleri, daha küçük yaşta iken alnında rüşd ve hidâyet nûru parlıyordu. Zekâ, fehm ve anlayışının parlaklığını gören ferâset erbâbı, onun yüksek bir fıtrata, yaratılışa sâhip olduğunu söylerlerdi. Babası, onun terbiye ve taliminde, ilim öğrenmesi husûsunda çok dikkat gösterdi. Daha küçük yaşta ilim, mârifet öğrenmeyebaşladı. Kıymetli ömrünü çocukluğundan îtibârengâyet iyi değerlendirip, hebâ etmedi. İlim ve mârifeti yanında ayrıca çeşitli sanat ve mahâretleri öğrendi. Kendisi şöyle demiştir:
—"Çocukluğumda İbrahim Aleyhisselâmı rüyamda görüp, çok iltifât ve ihsânlarına kavuştum. Yine çocukluğumda, Hazreti Ebû Bekr'i ne zaman hatırlayıp, ismini ansam, mübârek sûreti karşıma çıkardı. Rûhaniyetini gözümle görürdüm. Bana çok iltifatta bulunurdu."
Yine şöyle anlatmıştır:
—"Çocukluğumda idi. Bir kimse babamla konuşuyordu. İmam-ı Rabbânî Hazretlerinden bahsettiler. Ben o anda İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin rûhaniyetini gördüm. Bana oradan kalkmam için işaret etti. Bu hâli babama söyleyince;
—"Anlaşıldı ki, sen onların yolundan istifade edeceksin." dedi. Allahü Teâlâ benim tînetime,sünnet-i seniyyeye ittiba etme yani uyma hasletini yerleştirmiştir."
Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretlerinin fıtra-tında, yaratılışında bir yükseklik, büyükler yolunda ilerlemeye büyük bir kâbiliyet, onları sevmek ve muhabbet gösterme husûsiyeti vardı.
—"Muhabbet, benim tînetimin hamurunun mayasıdır." buyururdu. Zamânın meşhûr âlimlerinden onun hâlini görenler;
—"Bu çocuk, âşıkhâne bir mîzâca sahibdir." demişlerdir. Babası ona;
—"Senin dünyâya gelişin benim için çok mübarek oldu. Çünkü senin doğduğun sene, ben dünyâya âit bağlılıkları, dünyâyâ düşkün olmayı terkedip, kanâatı tercih ettim." demiştir.
Kendisi ilim tahsilini şöyle anlatmıştır:
—"Fârisî lisanını ve diğer bâzı bilgileri babamdan, Kur'an-ı Kerîm'i, tecvid ve kırâat ilmini Kârî Abdürresul'den, aklî ve naklî ilimleri de za-manımızın âlimlerinden öğrendim. Hâcı Muhammed Efdal'den tefsîr ve hadîs ilmi öğrendim. On beş yaşında iken kendisinden ilim öğrendiğim hocam Hâcı Muhammed Efdal, bana bir takke hediye etmişti. Bunun bereketi ile zihnim iyice açıldı. Hiç bir şeyi okuyup öğrenmekte zorluk çekmedim. Tahsîlimi tamamladıktan sonra, bir müddet de talebelere ders verdim. On altı yaşında babam vefât etti. Vefât etmeden önce şöyle vasiyyet etti:
—"Bütün vaktini, kemâlâtı, olgunlukları ve üstün dereceleri elde et-mek için harca. Kıymetli ömrünü boş şeylerle geçirme." Babamın vasiy-yetine uyarak, ilim öğrenmeye ve öğrendiğim ilimle amel etmeye devam ettim. Bir gece rüyâmda evliyâdan bir zâtı gördüm. Mezarından kalkıp yanıma geldi ve kendi külâhınıbaşıma koydu." Bu rüyadan sonra gön-lümde makam ve mevkî arzusu hiç kalmadı. Tasavvufa yönelme arzusu iyice fazlalaştı. Bir defâsında rüyâmda gaybdan bir ses;
—"Bizim seninle işimiz var. İnsanların hidayete kavuşması ve onları hidayete kavuşturacak yolun yayılması senin sebebinle olacak!" dedi. Bu rüyayı da görünce tasavvufa yönelip, bâtın nisbetini elde etmek arzum iyice kesinleşti. Bu maksadıma kavuşmak için Muhammed Nûrü'l-Bedvânî (k.s.) Hazretlerinin huzuruna gittim. Mübarek yüzünü görünce mârifet sahibi bir zât olduğunu anladım. Sünnet-i Seniyye'ye son derece bağlı, dî-nin emirlerine tam uyan, yüksek ahlâk sâhibi bir zât idi. Sohbeti kalbe sefâ veriyor, cana can katıyordu. İyice anlaşılmıştı ki, arayanlarmaksada onunhuzûrunda kavuşuyor, ölmüş kalb onun huzûrunda dirilip itminâna eriyor, Hakk'akavuşmak oradamüyesser oluyordu. Beni talebeliğekabul etmesini arzedince, istihâresiz talebe kabûl etmediği hâlde beni derhal kabûl etti. Feyizleri o kadar bereketli ve tesirli idi ki, bir teveccüh ile talebesinin kalbi zikretmeye başlardı. Ona talebe olup feyzlerine kavuşunca gönlüm aydınlandı. Çok iltifâtına kavuştum.
Kısa zamanda Muhammed Nûrü'l-Bedvânî (k.s.) Hazretlerinin soh-betinde yetiştim. Tasavvuf hâllerine gark olmuştum. Ben, muhabbet-i ilâ-hînin sarmasından, cezbenin çokluğundan uykuyu, istirahati, yemeyi, içmeyi terk etmiştim. İnsanlardan uzaklaşıp yalnız başıma dolaşmaya başladım. Açlığın şiddetinden ağaç yaprağı yemiştim. Vaktim hep ken-dimden geçmiş bir vaziyyette ve murâkabe hâlinde geçiyordu. Asıl maksada kavuşmayı böylece bekledim. Nihâyet o hâle geldim ki;
—"Rabbini görüyormuş gibi ibâdet et" hadîs-i şerîfinde istenen vasfa ulaştım. Mahviyyet, fenâ ve bekâ hâllerine kavuştum. Büyüklerin târif et-tiği maksada, sırr-ı tevhîde yükseldim.
Muhammed Nûrü'l-Bedvânî (k.s.) Hazretleri benim hâllerime bakıp, bana karşı tevâzu ile, büyük bir sevgi ve alâka gösterdi. Bir gün, ikimiz karşı karşıya otururken;
—"İki güneş karşı karşıya gelmiş, birinin nûrundan diğeri görülmüyor. Eğer tâliblerin terbiyesine yönelsen âlem nûrlanır." buyurdu. Yine bir gün bana;
—"Sende Allahü Teâlâya ve Resûlüne karşı muhabbet yüksek dere-cededir. Bizim yolumuz, senin teveccühlerin ile yayılacak. Sana Şemsüddîn Habîbullah ismi verildi." buyurdu ve talebelerinden bir kıs-mının yetiştirilmesini bana havâle etti. Hocamın sohbetine devâm ederken, havâle ettiği o talebeleri de yetiştirdim ve hocamın sohbetine bıraktım. Her ne kadar Resûlullah Efendimizin zamânında bulunup görmekle şereflenmedik ama, Allahü Teâlâya binlerce şükürler olsun ki, Resûlullah'ın nâiblerinden olan (O'nun yolunu anlatan) hocam SeyyidMuhammed Nûrül Bedvânî'nin sohbetinde bulunmakla şereflendim. Hayâtın meyvesi, asıl maksad ele geçti. Büyüklerin çok iltifâtına kavuş-tum.
Hocam Seyyid Muhammed Nûrül Bedvânî'nin sohbetine dört sene devâm ettim. Sonra bana icâzet verdi. Bana Ehl-i sünnet îtikadı üzere olmamı, Bid'atlerden sakınmamı vasiyet etti."
Hocası Seyyid Muhammed Nûrül Bedvânî Hazretlerinin vefâtından sonra, altı sene Şeyh Gülşenî ve on iki sene Muhammed Efdâl ve Hâfız Sa'dullah'ın, sekiz sene Muhammed Abid-i Senâmî'nin sohbetlerine devâm ederek tasavvufda müceddidiyye yolunda yüksek derecelere kavuştu. Ayrıca Kâdiriyye, Çeştiyye, Sühreverdiyye ve Kübreviyye yollarından da icâzet aldı. Zâhirî ve bâtınî ilimleri öğrendikten sonra insanları irşâda ve doğru yolu anlatmaya başladı. Derslerine, sohbetlerine âlimler, âmirler, velîler ve halk devâm edip ondan feyz aldılar. Mîr Müsliman, Senâullah Pâni-pütî, Gulâm Kâki, Seyyid Alîmullah, Seyyid Abdullah Dehlevî gibi büyük âlimler ve velîler yetiştirdi.
MÜBAREK SÖZLERİNDEN...
Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretleri buyurdu ki:
— "Allahü Teâlâ bize en olgun aklı, doğru ve keskin görüşü ihsân etti. Saltanat işlerinin idâresi ve memleketin nizâmı husûsunda, herkesin hâline uygun en güzel usûlü öğrenmiş idim. Bunun için zamânın meşhûr devlet adamları, alacakları silahları ve diğer mühim şeyleri bizden sorar ve bizden aldıkları cevâba göre hareket ederlerdi."
Yine şöyle buyurmuştur:
—"Muhterem babamın bereketli terbiyesiyle yetiştikten sonra bende öyle bir hâl hâsıl oldu ki, bir bakışla herkesin ne olduğunu ve kalbindekini anlardım. Bulunduğum yolun nûruyla insanların saâdet ve şekâvet, (Cennet veya Cehennem) ehli olduğunu, alınlarından okurdum."
Nevvâb Hân Firûzcenk, Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretlerini, soğuğu şiddetli bir kış gününde, üzerinde eski bir el-biseyle gördü. Bu hâlini görünce ağladı. Yanında bulunan adamlarından birine;
—"Biz ne bedbaht insanız ki büyüklerimizden bir zât hediye kabûl etmiyor ve ona hizmet etmekle şereflenemiyoruz." dedi. Bu hâdise üzerine Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretleri:
—"Biz, zenginlerden bir şey kabûl etmemeye, almamağa kararlıyız. Hayat güneşimiz batmaya yüz tuttu, ömür bitmek üzere. Şimdiye kadar kabûl etmedik." buyurdu. Sonra Nevvâb Hân Firûzcenk, otuzbin rubiyye para hediye etmek istedi. Kabûl buyurmadı ve;
—"Biz sizin servetinizin yiyicisi değiliz, onu fakirlere dağıtınız." dedi.
Yine Afgan serdârlarından biri, eşrefî denilen üç yüz altın gönder-mişti. Bunu da kabûl buyurmayıp;
—"Her ne kadar hediyeyi kabûl etmek lâzımsa da, mutlaka kabûl etmek lâzım olduğuna dâir bir emir yoktur. Bize kendi talebelerimiz, ihlâs ve ihtiyatla, haram karışmaması için dikkat ederek hazırladıkları hediyeleri getiriyorlar, onları bile kabûl etmiyoruz. Kaldı ki, ümerânın ve zenginlerin hediyye edeceği şeylerin tam helâlden hazırlanmış olduğu şüpheli olup onları hiç kabûl etmeyiz. Onda insanların hakkı vardır. Kıyâmet günü onun hesâbını vermek zordur. İmâm Tİrmizî'nin, Ebû Berze'den getirerek yazdığı hadîs-i şerîfte Peygamber Efendimiz buyurdu ki:
—"Kıyâmet günü herkes, dört suâle cevap vermedikçe hesaptan kur-tulamayacaktır:
1- Ömrünü nasıl geçirdi.
2- İlmi ile nasıl amel etti.
3- Malını nereden nasıl kazandı ve nerelere harcadı.
4- Cismini, bedenini nerede yordu, hırpaladı." Bunun için çok dikkat etmek lâzımdır." buyurdu.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân'a yine devlet adamlarından biri Hindistan'ın meşhur meyvesi olan "Enbe"den (Hint kirazı) bir mikdâr hediye göndermiş ve kabûl etmesi için de çok yalvarmıştı. Bunun üzerine iki tâne "Enbe" alıp gerisini iâde etmiş ve;
—"Bu fakîrin gönlü, bunları kabûl etmek istemiyor." buyurmuştu. Biraz sonra huzuruna bir bahçe sahibi gelip;
—"Falan emîr, size gönderdiği enbeleri bizden zulüm ile alıp size hediye etti." dedi. Bunun üzerine mazlumun hakkının verilerek, himâye edilmesini söyledi. Sonra da;
—"Sübhânellah, onun getirdiği bu yiyecek bizim bâtınımıza zararlı oldu." buyurdu. Ondan sonra da malı şüpheli kimselerin ikrâmını hiç kabûl etmedi. Yine bu hâdise üzerine;
—"Yiyeceklerin en zararlısı kazançları şüpheli olan zenginlerin ikrâm ettiği yiyeceklerdir. Hattâ fakirlerin ikrâmları da şüphelidir. Çünkü onlar da, bu yemekleri hazırlamak için, kazançları şüpheli olan zenginlerden borç alıyorlar." buyurdu.
Birdefâsında bir iftar vaktinde yemek yerken, gâfil birine âid olan bir ekmeği talebeleri paylaşmışlar, bir parça da Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretlerine vermişlerdi. O gece terâvih na-mazından sonra yenilen o ekmek sebebi ile, bâtınlarına tesir edip zarar verdiğini belirterek;
—"Bu zarardan ancak namaz kılmak ve okunan Kur'ân-ı Kerîmi din-lemekle kurtuldum." buyurdu. Talebesi Abdullah Dehlevî Hazretleri bu söz üzerine:
—"Şüpheli bir lokma, onların mübârek bâtınlarında nûr deryalarında böyle bir değişmeye zarara sebeb olursa bizim hâlimize ne denir!" bu-yurmuştur.
Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretleribu hu-susda şöyle buyurmuştur:
—" Yenilen lokmalar insanı muvaffakiyete kavuşturmalı, tâat ve ibâ-detin nûrunu arttırmalıdır. Fakirliği zenginliğe tercih etmeli, sabır ve kanâatı seçmeli. Teslimiyeti ve rızâyı seciye hâline getirmelidir. Resûlullah Efendimizin;
—"Allah'ım! Al-i Muhammed'in rızkını kâfi gelecek kadar kıl." bu-yurduğu duâsına uygun olarak, insan için lâzım olan şeyleri yeteri kadar istemelidir.
Eshâb-ı Kirâm da böyle duâ ederdi. İsrâfa düşürecek kadar zengin; sıkıntıya borca düşürecek kadar da fakir olmamalıdır. Kulluk vazifesini yerine getirip, ölüme hazır beklemeli, gönlü başka arzulara bağlamamalıdır. Ölüm, ilâhî bir hediyedir. Allahü Teâlâya kavuşmak ve Resûlullah Efendimizindîdarını mübarek yüzünü görmektir."
MEKTUP
Hazret-i Şeyh'in müridlerinden "Muhammed Kaasım" isminde birisi, Azim Abad' şehrine gitmişti. Bu şahsın kardeşi, bir gün Cenâb-ı Şeyh'in huzuruna gelerek, Azim Abad'da bulunan birâderi hakkında duâ ve teveccüh buyurulmasını istirham etti. Hazret-i Şeyh de sıhhat ve selâmeti için duâ buyurduktan sonra:
— "Birâderin senin namına bir mektup göndermiştir, yarın eline ge-çer."buyurdular. Hakikaten buyurdukları aynen zuhur etti.
YALAN SÖYLEME
Yine yüksek kerâmetlerinden olarak naklederler: Memleketinin bü-yüklerinden Mustafa Han isminde bir zâtın hanımı Hazret-i Şeyh'e intisap arzusunda idi. Ancak iffetinin çokluğundan dolayı Şeyhin meclis-i âlilerinde bizzat hazır olamıyordu. Bu sebeple feyz alabilmek için Hazret-i Şeyh'e gâibane (görmeden) teveccüh ediyordu. Teveccühün tam olup olmadığını anlamak içinde her günhizmetçisini Şeyh Hazretlerinin huzuruna gönderirdi. Hizmetçisi bir gün, sahibesinden izinsiz olarak, yineHazret-i Şeyh'e varıp:
— "Sâhibem hanım hânesinde inzivâ edip (tenhaya çekilip) feyz ta-lebine hazırdır." dedi. Cenâb-ı Şeyh bir miktar sükût ederek:
— "Yalan söyleme, sahiben daha henüz teveccüh etmemiştir. Sen de buraya bu gün onun izniyle gelmedin."buyurdular. Bunun üzerine hizmetçi de hatasını itiraf ederek tövbe etti.
ŞEYHİ İMTİHAN
Seyyid Gulam Ali Müceddidî Hazretleri naklediyor:
Bir gün Hazret-i Şeyh'in sohbetinde bulunuyordum. İhtiyar bir adam gelip:
— "Şeyhin şöhreti rahmânî mi, yoksa değil mi? onu anlamayagel-dim." dedi. Bu küstahça söz karşısında Hazret-i Şeyh son derece üzüldüler Öfke ile o ihtiyara keskin ve dik dik baktılar. O esnada ihtiyar yere düşüp sudan çıkmış balık gibi çırpınmaya başladı. Daha sonra da:
—Tövbe ettim, Allah hakkı için beni affet diye, yalvarmaya başladı. Hazret-i Şeyh deHakk'ın ismi araya girince kalktı ve ihtiyarın kolundan tutarak kaldırdı. İhtiyar hemen şifa buldu.
SEVGİ
Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretleri, hocala-rına büyük bir muhabbet ve ihlâs ile bağlıydı. Bilhassa İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine derin bir muhabbeti vardı.
—"Her neye kavuşmuşsam, hocalarıma olan muhabbetim sebebi ile kavuştum. Kulun amelleri nedir ki, Allahü Teâlânın rızasına kavuştursun! Fakat Allahü Teâlânın rızasına kavuşmuş ve makbul kullarından olan zât-ları sevmek, onlara muhabbet beslemek, Allahü Teâlânın rızasına ka-vuşmak için en kuvvetli vâsıtadır." buyurdu.
PEYGAMBERİMİZLE GÖRÜŞMESİ...
Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretleri şöyle an-latmıştır:
—" Bir defa cihânın süsü ve kâinâtın serveri olan Peygamber Efendimizi rüyada görmekle şereflendim. Yanyana uzanmış yatıyorduk. O kadar yakındık ki, mübârek nefesi yüzüme geliyordu. Bu esnâda susadım. Serhend büyüğünün oğulları, yâni İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin evlâdı da orada idiler. Resûlullah, onlardan birine su getirmesini emir buyurdu. Fakîr;
—"Yâ Resûlallah- onlar benim pîrimin evlâdıdır." diye arzettim.
—"Onlar bizim sözümüzü tutarlar." buyurdu. Onlardan bir azîz, kalkıp su getirdi. Kana kana içtim. Sonra;
—"Ya Resûlellah, hazretiniz Müceddid-i Elf-i Sânî hakkında ne bu-yurursunuz?" diye arzettim.
—" Ümmetimde onun bir benzeri yoktur." buyurdu.
—"Yâ Resûlallah! İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin Mektûbât'ı, mübârek nazarlarınızdan geçtimi? dedim. Buyurdu ki:
—" Eğer ondan hatırladığın bir yer varsa oku!"
Ben de, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin bâzı mektuplarındageçen ve Allahü Teâlâ için:
—"O, verâ-ül-verâ sonra yine verâ-ül-verâ'dır, yani Allahü Teâlâ öte-lerin ötesidir. Akıl neyi düşünür ve neyi tasavvur ederse O değildir" bu-yurduğunu okudum. Peygamberimiz bunu çok beğendi ve;
—"Tekrar oku!" buyurunca, tekrar okudum. Bu ifâdeleri çok güzel buldu. Bu Hâl epey bir müddet devam etti . Sabah olunca büyüklerden bir zât erkenden gelip bana;
—"Ben bu gece rüyâmda sizin bir rüya gördüğünüzü gördüm. O rüyayı bana anlat!" deyince, anlattım. Çok beğenip, hayret etti. Ben gördüğüm bu rüyada Resûlullah Efendimizin mübârek nefesinin ve soh-betinin bereketiyle kendimi tamamen nûr ve huzur içinde buldum. Uyanık iken ele geçen şeylerden daha çok bereketli olan bu rüyanın bereketiyle günlerce acıkmadım ve susamadım."
HAPİSTENKURTULDU
Bir gün Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretlerinintalebelerinden biri huzûruna gelip;
—"Efendim! Kardeşim Azîmâbad'a gitmişti. Sevenlerinizdendir. Bir iftiraya uğrayıp haksız yere hapsedilmiş. Kurtulması için duâ ve tevec-cühde bulunmanızı istirham ederiz." dedi. Bunun üzerine Mazhar-ı Cân-ı Cânân bir mektup yazıp, kardeşine ulaştırması için ona verdi ve;
—"Bu eline geçtikten bir saat sonra hapisten kurtulur" buyurdu. O talebe mektubu kardeşine ulaştırınca, işâret edildiği gibi hapisten kurtuldu.
TEVHİD HATMİ
Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretleri, büyük günah işlemiş bir kadının kabri yanına oturmuştu. Kabre teveccüh eyledi.
—"Şu mezarda Cehennem ateşi var. Kadının îmânlı olmasında şüphe ediyorum. Rûhuna hatm-itehlîl, yetmiş bin Kelime-i Tevhîd sevâbı bağışlayacağım. İmanı varsa affolur." buyurdu. Hatm-itehlîlin sevabını bağışladıktan sonra;
—"Elhamdülillah, îmânı varmış. Kelime-i tayyibe, tesirini gösterip azâbdan kurtuldu" buyurdu. Hadîs-i şerifte;
—"Bir kimse, kendisi için veya başkası için yetmiş bin aded kelime-i tevhîd okursagünahları affolur."
ERKEK EVLAD
Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretlerini seven-lerden bir zât, bir gün mübarek eteğini tutup;
—"Kızımın bir oğlu olacağını bana müjdelemezsen eteğini elimden bırakmam." dedi. Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretleri biraz murâkabeden sonra;
—"Gönlün hoş olsun! Cenâbı Hak senin kızına bir erkek çocuk ihsan eyledi." buyurdu. Hakîkaten bu adamın kızının dokuz ay sonra bir erkek çocuğu oldu.
Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretleri talebeleri ile bir yolculuğu çıkmıştı. Yanlarında azık olarak hiç bir yiyecek yoktu. Gittikleri yerde de müsafir kalabilecekleri bir tanıdıkları bulunmuyordu. Talebeleri bu durumu bildiklerinden merâk edip;
—"Bakalım halimiz ne olur?" diyerek yola devam ettiler. Her yemek vakti geldiğinde, Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretlerinin kerameti ile gaybdan önlerine sofra kuruluyordu. Sofra üzerinde çeşit çeşit ve gâyet nefis yemekler bulunuyordu. Bu nefis ye-mekleri yiyip yolculuğa devam ettiler. Talebelerihayatlarında öyle güzel ve çeşitli yemekler yememişlerdi. Bu hal, seferlerinden dönünceye kadar devam etti.
ÖLÜLERE İMDAD
Bir kimse ölüsünün azabda olduğunu rüyada görüp, Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretlerine mağfiret olunması için duâ etmesini istirhâm etti.Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretleri de duâ edip;
—"Allahü Teâlâ ölünün günahlarını mağfiret eyledi." diye de ona müjde verdi. O kimse tekrar ölüsünü rüyada görünce, kendisine;
—"Hazret-i Mazhar'ın duâsı bereketi ile, azâbdan kurtuldum." dedi.
AYNADA KENDİNİ GÖRDÜ
Dört seneriyazetle meşgul oldu. Bu ağır riyazetlerin ardından bir gün aynaya baktı; kendi yüzünü göreceği yerde, şeyhi Seyyid Nur Hazretlerinin sûretini gördü.
Şeyh Seyyid Nur Hazretlerinin sevgisi, bağlılığı içinden hiç gitmedi. Sonunda şeyhi Seyyid Nur Hazretleri vefat etti. Bundan sonra durmadan onun kabrine gelip gitmeye başladı. Ondan faydalandı, feyz aldı. Bu iki sene kadar sürdü.
HAKKINDA SÖYLENENLER
Üstazı bir gün ayakkabılarını çevirmiş ve ona:
—"Seni müjdelerim. Allah ındinde tam bir kabul gördün" demişti.
Şeyh Muhammed Efdal, Şemsüddin Habibullah (k.s.) Hazretleri hakkında şöyle demişti:
—"Sendeki bağlılığın üstünlüğüne hürmet duyuyorum. "
Şeyh Hafız Sadüllah da ona şöyle derdi:
—"Sen, gözüm yerindesin.."
Şeyh Allâme Veliyüllah (meşhur muhaddis) ise şöyle dedi:
—"Dünya şu anda bir avuç içinde gibi gözümün önündedir. Bakıyorum; dünyada Hazret-i Mazhar'ın bir benzeri yoktur."
Şeyhlerine karşı çok sevgisi vardı; bilhassa İmam-ı Rabbani'yi çok çok severdi. Derdi ki:
—"Her ne bulduysam, meşayihi sevmek yolundan buldum.
ZİKİR —TARİKAT
Şemsüddin Habibullah (k.s.) Hazretleri buyuruyor:
—"Tarikat tercihi, Allahü Teâlâ sevgisinin ağır basmasındandır. Bu sevgiyi, Allahü Teâlâ, sırf ihsanından isteyenlere ihsan etmektedir. Tarikat tercihi zikir için değildir; zira sırf zikre kalsa, şartlarına uygun olarak zikir herkese farzdır. Kalb gözü, ancakzikr-i kesirle açılır.
Zikir esnasında, manaya dalmak durumu olursa; bunları korumak gerekir. Bu haller kaybolursa, yalvararak hemen zikre başlamalı.Manaya dalmanın tam olması için bir süre zikri bırakmamak gerekir. Çünkü esas gaye odur. İstenen de, beklenen de odur.
Devam etti:
—"Bütün bu zorlamalar, huyları güzelleştirmek içindir. Güzelleştirilmesi beklenen huylar da, Resulüllah Efendimizin (s.a.v.) güzel huylarına uygun düşecektir. Nitekim Efendimiz:
"Ben, güzel huyları tamamlamak için gönderildim." buyurmuştur. Bu zamanda, tam bir azimle dini emirleri yerine getirmek işi, cidden çok zordur. Zira, işlemler bozuk, arzu edilenin uygulaması da hemen hemen imkansız.. Bu durumda, meşru emirlere nasıl uyulacak. Bu durumda, bid'atlardan kaçınıpfetvalara (şeriata) göre davranmakbüyük bir ganimettir."
YEMEK
Şöyle anlatıldı:
Şemsüddin Habibullah (k.s.) Hazretleri, arkadaşlarından bir grupla yolculuğa çıkmıştı. Yanlarında ne binek vardı, ne de yiyecek.. Bir menzile indikleri zaman, Allah tarafından kendilerine yiyecek sofraları gelirdi. Yerler, yollarına devam ederlerdi.
YAĞMUR
Bir gün şiddetli yağmur yağmaya başladı. Çok sarsıcı bir kasırga çıktı. Soğuk da artınca, zorlandılar. Bunun üzerine Şemsüddin Habibullah (k.s.) Hazretleri elini açtı ve:
—" Allahümme havaleyna vela aleyna=Allahım, bunu lehimize estir; aleyhimize değil.. Yağmur çevremize yağsın, üstünüze değil." diye dua etti.
Bundan sonra yağmur çevrelerine yağmaya başladı. Duası bereketi ile, yağmura kalmadan yollarına devam ettiler.
KOMŞUSU
Şemsüddin Habibullah (k.s.) Hazretlerin bir komşusu vardı. Bu komşusunu çok severdi. O komşusu ölüm hastasıydı. Ona, şefkatle, şöyle dua etti:
—"Allahım, onun ayrılığına dayanamam, ona hemen şifa ihsan eyle..."
Derhal o komşusu, bağlarından sıyrılmış gibi, hastalıktan kurtuldu, ayağa kalktı, şifa buldu.
TAKVA
Kendisi anlatıyor:
"Bir keresinde, Şeyh Hafız Muhammed Muhsin'in kabrini ziyarete gittim. Orada kendimden geçtim. Orada mübarek cesedini olduğu gibi gördüm. Kefenleri de olduğu gibi çürümeden duruyordu. Toprak çürütmemişti. Ancak, ayak tarafının altında biraz bozulma olmuştu. Bunun sebebini sordum, şöyle anlattı:
—"Sahibinin izni olmadan abdest alma yerine bir taş getirmiştim. Sahibi gelince onu geri vermek niyetindeydim. Abdest aldığım zaman, ayaklarımı onun üzerine koyardım. Bu işin uğursuzluğu sebebi ile ayağımın altını toprak yedi.
Şöyle buyurdu:
"Şurası bir hakikat ki, takvaya ne kadar ehemmiyet verilirse velayet halinde de o kadar üstünlük elde edilir."
ŞEYHLERİN ÖFKESİ
Şemsüddin Habibullah (k.s.) Hazretleri, bir gün bir kimseye öfkelendi; sonra şöyle dedi:
—"Gördüm ki, Hazret-i Ebu Bekir Sıddık'a kadar bütün şeyhler o kimseden yüz çevirdiler."
Ve o kimse,üç gün sonra öldü.
HAPİSTE DEĞİL
Şemsüddin Habibullah (k.s.) Hazretlerin müridlerinden biri geldi, şöyle dedi:
—"Efendim, kardeşim falan, falan şehirde hapse atılmış; onun kurtulması için dua ediniz.
Şöyle dedi:
—"Kardeşin hapiste değil ki.. Bir düşmanlık meselesi, bir alacak verecek meselesi vardı; ondan da kurtuldu. Sana da bir mektup yazmış, sana ulaşacak.."
Durum, eksiksiz haber verdiği gibi oldu.
KABİRDE AZAP
Bir zat bir dostunu rüyasında gördü. Ölmüştü ve kabrinde azap görüyordu. Bunun üzerine geldi, Şemsüddin Habibullah (k.s.) Hazretlerine durumu anlattı.
—"Onun bağışlanması, azaptan kurtulması için dua eder misiniz?" dedi.
Şemsüddin Habibullah (k.s.) Hazretleri o kimse için dua etti ve müjdeledi:
—"Allah onu bağışladı."
O zat, rüyasında azap çeken kimseyi yine gördü. Kurtulmuş ve kendisine şöyle diyordu:
—"Şemsüddin Habibullah efendimizin, duasının uğuru ve bereketi ile Allah'ın azabından kurtuldum."
HAKEM SEÇELİM
Şemsüddin Habibullah (k.s.) Hazretleri müridlerine manevi alanda çok güzel müjdeler verip onları sevindirirdi. Bu işi de çok yapardı. Bazı kısa görüşlü kimseler ise onun bu müjdelerini pek kabullenemezlerdi. Onların bu durumuna vakıf oldu ve onlara şöyle dedi:
—"Eğer sözlerimi doğru bulmuyorsanız, gidin büyük velilerden hakem seçin. Onlar gelip benim sözümü tasdik ederler, doğrularlar." Dediler ki:
—"En büyük hakem, Resulüllah Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa (s.a.v.)'dır. O da dedi ki:
—"Kabul ediyorum.."
Sonra hep birden teveccühe daldılar. Bir fatiha okuduktan sonra, mürakabeye geçtiler.
Mürakabelerinde, Resulüllah Efendimizi (s.a.v.) gördüler. İnkarcılara şöyle buyurdular:
—"Habibüllah Mazhar'ın müjdeleri doğrudur."
İnkâr edenlere de darıldı.
FRENK KÂFİRİ
Büyüklerden biri şöyle demişti:
—"Gerçek manada iman sahibi bir tasavvuf ehli, kendisini firenk kafirlerinden daha çirkin, daha kötü görmedikçe, o firenk kafirlerinden daha çirkin, daha kötüdür."
Bu sözün doğruluğunu anlamak için, Şemsüddin Habibullah (k.s.) Hazretlerine sordular:
—"Bu cümlenin manasında doğruluk derecesi nedir?. Halbuki tasavvuf ehli bir kimsede güzel sıfatlar bulunur. Tasavvuf ehli kişi bilir ki, kâfirin taşıdığı sıfatlara bürünmek küfürdür, masiyettir. Kendisinin sıfatlandığı durumlar ise imandır, daha başka değerlerdir. Bunu açıklar mısınız?.
Şemsüddin Habibullah (k.s.) Hazretleri,şöyle buyurdular:
—"Efendim, Müceddidiye (İmam-ı Rabbani) yolunda olan büyüklerimizin bu sözlerini şöyle açıklamam mümkündür: Bu söz, "Kişinin nefsi, frenk kâfirinden, her alçak şeyden daha çirkin, daha kötüdür." manasınadır. Çünkü nefs her türlü şerrin menbağıdır. Ondan daha şer bir mahluk mevcut değildir.Tasavvufta kemale eren bir kimse, hayrı da, kemali de kesinlikle kendi nefsine bağlamaz. Bunların hepsi de kendisinde emanettir. Bu mana, tam bir fena halidir ki, yokluğa akıl erdirmektir. Müşâhade halinin de sağlamıdır.
Şayet tasavvuf ehli dışa bakar da; varlık yanını, emanet nurları gördükten sonra, kendi esas yokluğunu gözden kaçırırsa o zaman, bir iddiaya düşer ve kendi kendine bir dava güderek, "Ben güneşim.." der. Bu, Hallac'ın "Hak benim" demesine benzer. Esasta o, mazurdur. O makamda öyle görülmesi normaldir. Çünkü, manevi sekir hali onu alt etmiştir. Öyle bir hale gelmiştir ki, varlıkla yokluğu ayırd edememiştir; iki yönü birbirinden ayıramamıştır. Böyle bir ayırd etme de o halde mümkün olmaz. Böyle olsa dahi, bu görüşünde o, hatalıdır. Hallac-ı Mansur'un makamına gelen Hak yolcusu saliklerden bu gibi yanlışlıklar meydana gelmiştir. Bu yanlışlıklardan kurtulanlar; Resulüllah efendimizin (s.a.v.) bereketi ulaştığı ve Allah'ın koruduğu kimselerdir.
SON SÖZLERİNDEN...
Şemsüddin Habibullah (k.s.) Hazretleri, son günlerinden birinde; Cenâb-ı Hakk'ın şükredilmesi gereken nimetlerini anlattı ve şöyle dedi:
—"Artık kalbimde, olmasını beklediğim bir iş kalmadı. Cenâb-ı Hakk tarafından bana verilen nimetlere fazlası ile nail oldum. Beni hakiki müslüman olma şerefine erdirdi. İlimden yana bana büyük nasib verdi. Faideli işler yapmakta bana doğruluk ihsan eyledi. Tarikat şeyhliği için tasarruf, keramet, keşif verdi. Bana nasib olmayan, sadece zahirde, şehitliktir. Şehitliğin, Allahü Teâlâ'ya yakın olmakta bir başka makamı ve üstün derecesi vardır. Şeyhlerimden çokları şehadet şerbetini içtiler. Bu Fakir'e gelince.. çok acizim, zayıfım; cihada gücüm yetmez. Bunun için bu mertebenin görünürde olması çok zor.. Ölümü sevmeyene şaşıyorum. Halbuki ölüm, Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna çıkmaktır. Resulüllah efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa'nın (s.a.v.) ziyaretine gitmektir. Ölüm, evliyayı görmeye götürür. Değerli zatlarla buluşmaya çeker.
Şimdi ben, din büyüklerinin ziyaretine iştiyak duyuyorum. Hazret-i Muhammed Mustafa'nın, İbrahim Halil'in yanlarına gitmeyi çok istiyorum.İstiyorum ki, Hazret-i Ebu Bekir'in (r.a.) ziyaretine gideyim. İstiyorum ki, İmam Hüseyin'in (r.a.) ziyaretine gideyim. İstiyorum ki, Cüneyd-i Bağdâdî'nin ziyaretine gideyim. İstiyorum ki, Şah Nakşıbend Efendimizin ziyaretine gideyim. İstiyorum ki, Müceddid İmam-ı Rabbânî'nin ziyaretine gideyim. Bu büyükler için kendimde husûsi büyük bir sevgi var..
VEFATI
Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretleri, şehid olarak vefat etti. Vefâtından bir kaç gün önce, bu fânî dünyâdan gitme zamânının geldiği ve Allahü Tâlâya kavuşacağı için bambaşka aşk ve şevk içindeydi. O günlerde ibâdet ve tâatlarını daha da arttırmıştı. Bir taraftanda talebeleri ve sevenleri akın akın sohbetine geliyorlardı. Sohbetleri ve mürâkabeleri büyük bir huzur hâli içinde geçiyordu. Sohbetleri sırasında huzûrunda toplananlar yüz kişiden ziyade olur, bereketlere ve feyzlere kavuşurlardı. Vefâtının yaklaştığı günlerde tale-belerinden Molla Nesîm, memleketine gidip dönmek üzere izin istedi-ğinde, bu talebesine;
—"Artık seninle bir daha görüşeceğimiz mâlûm değildir!" buyurdu. Bu sözleriyle vefât edeceğine işâretetmişti. Bunu işiten talebeleri ağ-laşmaya başlayıp göz yaşlarını tutamadılar. Yine vefâtının yaklaştığı günlerde talebelerinden Molla Abdürrezzâk'a yazdığı bir mektubda;
—" Ömrüm seksen yaşını geçti. Ecelim yaklaştı. Bize hayır duâda bu-lun!" diye yazmıştı. Bu sıralarda talebelerinden diğerlerine yazdığı mektuplarında da aynı şekilde işâret etmiştir.
Yine vefâtının yaklaştığı günlerde kavuştuğu nîmetleri dile getirerek ve şükrederek şöyle buyurdu: "Kalbimden her ne geçtiyse ve her ne nîmete kavuşmak istediysem, Allahü Teâlâ onları bana ihsân etti. Beni İslâm-ı hakîkî ile şereflendirdi ve çok ilim ihsan etti. Sâlih amel üzere is-tikâmet verdi. Büyüklerin tasavvuf yolunda bildirdiği şeylerin hepsini ve-rip keşf, tasarruf ve kerâmet ihsân etti. Beni dünyaya düşkün olmaktan ve dünyâyâ düşkün olanlardan da uzak eyledi. Ancak Allahü Teâlâyayaklaşmakta yüksek derece olan şehidlik derecesine kavuşamadım. Hocalarımın, mürşidlerimin çoğu şehidlik şerbetini içmekle şereflendiler. Şu anda ben yaşlandım, vücûdum zayıf düştü. Cihâd edecek ve böylece şehidliğe kavuşacak gücüm, tâkatim kalmadı . Ölümü sevmeyen, isteme-yenlere şaşılır. Ölüm Allahü Teâlâya kavuşmaya sebebdir. Ölüm, Resûlullah Efendimizi ziyâret etmeye, evliyâya kavuşmaya, onların mü-bârek yüzlerini görerek mesrûr olmaya sebebtir. Ölüm;Resûlullah Efendimiz, Halîlürrahmân İbrahim aleyhisselâm, Emîr-ul-müminînHazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk, İmâm Hasan, Cüneyd-i Bağdâdî, Şâh-ı Nakşîbend Behâüddîn Buhârî ve Müceddîd-i elf-i sânî İmâm-ı Rabbânî ile görüşmeye, onlara kavuşmaya vesiledir. Kalbimde bu büyüklere karşı husûsî bir muhabbet vardır. Onlar zahirî ve batınî şehâdete kavuştular, en yüksek mertebelere ulaştılar."
Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretleri böylece, şehidlik derecesine kavuşmayı çok arzu ettiğini dile getirmişti. Ömrünün son günlerini yaşadığı sıralarda huzuruna gelip gidenler iyice artmıştı. 1781 (H. 1195) senesinin Muharrem ayının yedisinde Çarşamba gecesi kapısının önüne pek çok kimse toplanmıştı. Bunlar arasında üç kişi ısrarla içeri girmek istiyorlardı. Nihâyetizin alıp içerigirdiler. Bunlar Moğol ve Mecûsî idiler. Huzuruna girince,
—"Mazhar-ı Cân-ı Cânân senmisin?" dediler. Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretleri de;
—"Evet benim." buyurdu. Meğer bunlar Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretlerine kastedip, öldürmek üzere gelmişlerdi. İçlerinden biri üzerine hücum edip hançer vurmaya başladı. Vurulan hançer darbesi kalbine yakın bir yere isâbet etmiş, ağır yaralanmış ve yere yıkılmıştı. Durumdan haberdâr olan Nevvâb Necef Hân sabah erkenden frenk bir tabib gönderdi. Tabibe;" Çabuk gidip bu mübârek zâtı tedâvî et, onu yaralayanlar da yakalanınca kısasyapılsın." dedi. Frenk tabib gidip Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretlerinin yarasına baktı ve geri dönüp kasden Nevvâb Necef Hân'a;
—"İyileşip kurtulur, başka tabib göndermeye lüzum yok." dedi. Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretleri bu yaralı hâli ile üç gün daha yaşadı. Yaralarından devamlı kan aktı. Üçüncü gün, Cumâ günü idi. Öğle vakti ellerini açıp Fâtiha-i Şerîfeyi okudu. İkindi vaktinde;
—"Günün bitmesine kaç saat vardır?" buyurdu.
—"Dört saat vardır, dediler. O gün hem Cumâ hem de Aşûre günü idi. Akşam olunca üç defa derin nefes aldı ve şehîd olarak vefât etti. Vefâtında ebced hesâbında târih olarak meâlen:
—"Allah'a ve Peygambere itâat edenler, işte bunlar Allah'ın kendi-lerine nîmet verdiği, Peygamberlerle, sıddîklarla şehîdlerle ve iyi kimse-lerle barâberdirler. Bunlarsa ne güzel birer arkadaş!" buyurulan Nisâ sûresi 69. âyet-i kerîmesinden; "Ülâike ma'allezîne en'amellahü aleyhim." kısmı söylendi. YinePeygamber efendimizin bir hadîs-i şerîfinde;"Medhe şâyân olarak yaşadı ve şehîd olarak öldü." mânâsında;"Aşe hamîden mâte şehîden." buyurduğu kısım ile ebced hesâbına göre vefât târihi söylendi.
Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretlerinin şehîd olarak vefât etmesinden sonra, sevenleri, onun büyük bir kayıp olduğunu ifâde eden rüyalar görmüşlerdir.
Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretleri, İslâmiyetin yayılması ve insanların hakîkî saâdete kavuşmaları için çok üstün hizmetler yapmıştır. Her biri üstün birer cevher olan kıymetli zâtlar yetiştirmiş ve onları insanlara rehberlikyapmaklavazifelendirmiştir.
MÜBAREK SÖZLERİNDEN...
Şemsüddin Habibullah MirzaCân-ı Cânân (k.s.) Hazretleri buyurdu ki:
—"Her kim ki dünyaya düşkün olanlar arasına karışırsa, sohbetin bereketlerine ve tasavvufun nûrlarına kavuşamaz! Bir kimse dünyaya düşkün olanlar arasına ihtiyaç olduğu kadar karışır ve hâlisniyetleve bâtınî nisbetini muhâfaza ederek aralarında bulunursa zararı yoktur."
—"Dünya mel'ûndur ve dünyada olan şeylerden Allah için yapılma-yanlar damel'ûndur. Allahü Teâlâ'nınsevgisi ile dünya sevgisi bir araya gelmez. Allahü Teâlâ'nın rızâsına kavuşmak için mâsivâyı yani Allahü Teâlâdan başka her şeyi ve bütün maksatları terketmek lazımdır."
Mazhar-ı Cân-ı Cân-ı Cânân Hazretlerinin kendi eshâbına, talebelerine nasîhatları şöyledir:
—" Takvânın ve verânın, haramlardan ve şüpheli şeylerden sakın-manın yolu, Resûlullah Efendimize mütâbeatyâni tam uymak ve onun bildirdiklerini candan kabûl etmektir. Kendi hâlinizi, Kitap ve sünnette bildirilen hususlar ile karşılaştırınız. Eğer haliniz, Kitap ve sünnette bil-dirilen hususlara yâni dînin emirlerine uygun ise makbuldür. Uygun de-ğilse merdûd'dur reddedilecektir. Ehl-i Sünnet ve cemâat îtikâdı üzere olmak lazımdır."
Şemsüddin Habibullah Mirza Cân-ı Cânân (k.s.) Hazretleri 1195 (1780 Miladî) senesi Muharreminin 9'uncu günü irtihal-i dâr-ı naîm ey-lediler. (Kaddesallahu Sirrahül Aziz)
Varisi: Şeyh Abdullah Dehlevî
Halifeleri:
Mevlâna Şeyh Osman Pâniputî, Mevlâna Seyyid Mir Müslüman, Mevlâna Şeyh Fazlullah, Mevlâna Şeyh Ahmed, Mevlâna Şeyh Muhammed, Mevlâna Şeyh Abdurahman, Mevlâna Şeyh Gulâm Kâkî, Mevlâna Seyyid Alîmullah, Mevlâna Şeyh İhsan, Mevlâna Şeyh Gulam, Mevlâna Muhammed Münîr, Mevlâna Şeyh Kalender Bahşî, Mevlana Şeyh Muhammed Azam, Mevlâna Şeyh Senaullah Sebenilî, Mevlâna Abdülbâkî, Mevlâna Muhammed Cemil, Mevlâna Muhammed Behîk, Mevlâna Abdü'l-Hak, Mevlâna Kutbüddin, Mevlâna Gulam Yahya, Mevlâna Gulâm Muhiddin, Mevlâna Şeyh Naîm Behraiçi, Mevlâna Kerîmullah Bengâlî, Mevlâna Şeyh Muhammed Vâsıl, Mevlâna Muhammed Hüseyin, Mevlâna Şeyh Gulam Hüseyin, Mevlâna Şeyh Abdü'l-Hakim, Mevlâna Şeyh Abdü'l-Kerîm, Şeyh Nevab İrşad, Mevlana Gulam Mustafa, Mevlâna Hâce Muhammed Kandehârî, Mevlâna Şeyh Molla Nesîm, Mevlâna Molla Abdürrazzâk, Mevlâna Molla Abdullah, Mevlâna Şeyh Molla Teymûr.
-
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
28. Abdullah-ı Dehlevi (k.s.)
Nakşibendî Tarîkatı'nın büyüklerinden olup, Şemsü'd-dîn Habibullah Mirzâ Cân-ı Cânan Hazretlerinin en büyük halîfesidir. Neseb-i Şerîfleri Hazret-i Ali'ye (K.V.)ulaşır. Şeyh Abdullah Dehlevî Hazretleri Hicret'in 1158'inci ylında Hindistan'ın Pencap eyâletinin Bicâle kasabasında dünyayı teşrif etmişlerdir. Yüksek babaları, Abdüllatif Hazretleri riyâzet ehli bir zât idi. Yemek yerine bazı yeşil otları yemekle iktifa eder ve sahralarda insanlardan uzak yerlerde açık zikr ile meşgul olurdu. Oğlu Şeyh Gulâm Ali'nin doğumundan bir gece evvel, Hazret-i Ali Efendimizi (K.V.) rüyada görmüş ve ona şöyle buyurmuştu:
— Ey Abdüllatif! Hak Teâlâ Hazretleri sana iyi bir erkek evladı ihsan buyuracak. Onu benim ismimle adlandır.
Muhtereme anneleri deo günlerde mânâ âleminde Gavs-ı Azam Abdülkaadir Geylani (k.s.) Hazretlerini görmüş ve o da şu hitaba muhatap olmuştu:
— Yakında dünyaya gelecek olan oğluna benim ismimi koyasın.
Çocuk dünyaya geldikten sonra babası O'na Ali , annesi Abdülkaadir, amcası da Abdullah ismini koydular. Âkil-bâliğ olduktan sonra (Gulam Ali) lâkabı ile meşhur oldu.
Şeyh Abdullah Dehlevî (k.s.) Hazretleri Buluğ çağına kadar doğduğu kasaba olan Bicale'de kaldı. 13 yaşına gelince babası Dehli'ye kendi şeyhi, Şeyh Nâsirü'd-Dîn Kaadirî Hazretlerinegötürdü. Fakat mezkûr zat vefat etmişti. Bunun üzerine babası ona:
— Ey oğlum! Ben seni Şeyh Nâsirü'd-Dîn Kaadirî Hazretlerinden inabe alasın diye buraya getirmiştim. Fakat mukadder değilmiş. Artık sana cânânın ma'rifet kokusu hangi taraftan eserse sen o taraftan tarîkata gir. Ben sanaizin veriyorum." dedi. Bu izin üzerine Şeyh Abdullah Dehlevî (k.s.), Hâce Zübeyr Hazretlerinin halifelerinden Şeyh Ziyâullah, Şeyh Abdü'l-Adil, Hâce Mir Derd, Mevlâna Fahrü'd-Dîn, Fahr-i Cihan Çeştî Dehlevî, Şeyh Nânu, Şeyh Gulam Çeştî gibi zatların sohbetlerinde bulundu. Nihayet 22 yaşında olduğu halde 1180 H. tarihinde Mevlânâ Can-ı Cânân Hazretlerininsohbetleriyle müşerref oldu. O'nun sohbetlerinin verdiği haz o derece yüksek oldu ki, hemen mürid olup inabe alarak müridleri arasına girmeyi arzu etti.
Hazret-i Şeyh, O'nu huzuruna kabul buyurup şöyle dedi:
— Oğlum, burası tuzsuz taş yalamak gibidir. Binâenaleyh siz zevkli ve şevkli olan başka bir yere müracaat ediniz."
Bunun üzerine Şeyh Abdullah Dehlevî(k.s.) Hazretleri:
— Benim için en zevkli ve şevkli şey de tuzsuz taş yalamaktır." diye cevap verdi. Bunun üzerine Hazret-i Şeyh O'nu kabul ederek Tarîkat-ı Nakşiyye'nin âdâbını ta'lim buyurdular. Tam 15 sene Cân-ı Cânân Hazretlerinin şerefli sohbetleriyle müşerref oldular. Nakşî yolunda Seyr-i Sulûkini tamamladıktan sonra da, kendisine Kaadiriyye, Çeştiyye ve Sühreverdiyye tarîkatlarınında irşad hırkası giydirildi. Şeyhi, Habibullah Cân-ı Cânân Hazretleri irtihal buyurduktan sonra O'nun yerinekaaim oldu vehak yolunu arayan Allah'ın binlerce kulunu irşad eyledi.
YÜKSEK HALLERİNDEN...
Müridlerinden Mevlevî Kerâmetullah ismindeki zat, zatülcenb hasta-lığına tutulmuştu. Hazret-i Şeyh mübarek ellerini hasta olan mahalle mesh etmeleriyle o şahıs Hazret-i Allah'ın izni ile derhal hastalıktan kurtuldu.
YÜKSEK HALLERİNDEN...
Şeyh Abdullah Dehlevî (k.s.) Hazretleri bir gün bir deniz kenarında bulunuyordu. Denizin ortasındabir gemi gidiyordu. Hazreti şeyh bir ara gemiye doğru teveccüh buyurmaları üzerine, gemi derhal Şeyhe doğru gelmeye başladı. Gemi hayli geldikten sonra yüksek nazarlarını gemiden çevirince gemi tekrar eski yoluna gitmeye devam etti.
YÜKSEK HALLERİNDEN...
Müridlerinden Şeyh Ahmed Yar anlatıyor: Bir gün ticaret için Rampur'a gidiyordum. Yolculuk esnasında birdenbire Hazret-i Şeyh zuhur etti. Ben de o esnada hayvanın palan ve kolanını düzeltiyordum. Buyurdular ki:
— Palanını çabuk düzelt ve kaafileden ayrıl. Çünkü eşkiya yolunuzu kesecek ve mallarınızı talan edecek.
Aynen buyurdukları gibi zuhur etti. Ben ise O'nun himmetiyle sela-mete çıktım.
YÜKSEK HALLERİNDEN...
Hizmetçisi Şeyh Meyan Elif Hazretlerinaklediyor:
— Bir gün uzun bir yolculukta yolumu şaşırmıştım. Uzaktan büyük bir zât peyda olup, bana doğru yolu gösterdi. Sonra dikkatlice baktığım zaman o zâtın Şeyh Abdullah Dehlevî (k.s.) Hazretleri olduğunu anladım.
YÜKSEK HALLERİNDEN...
Müridlerinden Saliha isminde bir kadının, genç yaşta bir kızı vefat etmişti. Şeyh Abdulah Dehlevî (k.s.) Hazretleri ta'ziye ve teselli için o kadının evine giderek:
— Hak Teâlâ Hazretlerikızın karşılığında sana sâlih bir erkek evlat ihsan buyuracaktır, diye müjde verdi. Sâliha Hatun ise şöyle dedi:
— EyEfendimiz, benve kocam ikimiz de yaşlandık,artık bundan sonra bizden zürriyyetin zuhuru işi pek aklın kabul edeceği bir iş değildir. Bunun üzerine Şeyh Hazretleri:
— Hüdâ, Kaadir-i mutlaktır, buyurdular. Bir küddet sonra o kadın hamile kaldı ve bir erkek evlad dünyaya getirdi.
YÜKSEK HALLERİNDEN...
Bir gün Şeyh Abdullah Dehlevî (k.s.) Hazretleri'nin huzuruna bir ka-dın gelerek bir hasta için şifa olacak bir şey istedi. Hazret-i Şeyh de osırada yediği ekmek ve kebaptan o kadına bir miktar verdi. Kadın onları alıp eve geldiğinde bir de gördü ki, Şeyhin verdiği ekmek ve kebap, helvaya dönmüş. Bunu görünce hastanın ecelinin geldiğini anladılar. Hakikaten üç gün sonra o hasta vefat etti.
YÜKSEK HALLERİNDEN...
Müridlerinden Mir Ekber Ali, akrabasından bir kadının şifabulması için şeyhe üç defamüracaat etmiş fakatşeyh fazla ilgilenmemiş. Nihayet üçüncü defasında :
— O kadının hayatı onbeş günden fazla olmadığı malum oldu. bu-yurdular.
Hakikaten onbeş gün sonra kadın vefat etti. Mir Ekber Ali kadının şifa bulması için kendisi her ne kadar teveccüh ve dua etmiş ise de bir faide te'min etmemişti. Şeyh Hazretleri kadının cenaze namazını kıldırmak için hazır bulunduklarında şöyle buyurdular:
— Ey Ekber Ali! galiba sen bu hatuna teveccüh etmişsin, zîrâ nefe-sinin bereketi şimdi malum oluyor.
YÜKSEK HALLERİNDEN...
Dehlî Camiinin İmamı, Mevlevî Fazıl Ahmed'in çocuğu uzunmüddet hasta yatar. Hastalığına bir çare bulunmaz. İmam, bir gece rüyasında, Şeyh Abdullah Dehlevî (k.s.) Hazretleri'nin evine gelerek hasta oğluna, yemesi için bir şey verir. Sabah bir de bakar ki, oğlu iyileşmiş. Çok sevinir ve temiz bir niyetle, biraz para te'min edip Şeyh'in huzuruna gider ve kabul buyurmasını rica eder. Şeyh Hazretlerigülümseyerek,
—Bu bizim geceki hizmetimizin ücreti midir? diyerek, hem latife ya-par hem de onun gördüğü rüyayı açıklar. O zât da cevaben:
—Hayır efendim. Bu sizin bu geceki hizmetinize bir şükrâne bile olamaz, der.
YÜKSEK HALLERİNDEN...
Şeyh Abdullah Dehlevî (k.s.) Hazretleri'nin müridlerinden bir kaç kişi uzak bir yerden üstazlarının ziyaretlerine gelirler. Yolculuk esnasında aralarında şöyle bir konuşma geçer:
— Şeyhimizin yüksek âdetlerindendir.Müridlerinden biri kendisini ziyarete gittiği zaman, kendine ait olan bir şeyi ihsan buyurur. Bakalım bize ne ihsan buyuracak. Birisi der ki,
— Ben kendi seccadesini vermesini isterim. Ötekisi,
— Ben de külâh-ı şeriflerini ihsan buyurmasını isterim. Üçüncüsü ise,
— Ben de, vücûd-u şeriflerine temas eden gömleğini arzu ederim, der. Diğer arkadaşları da her biri bir istekte bulunur. Şeyh Hazretlerinin huzuruna vardıkları zaman, her birine ne arzu etmişlerse, Abdullah Dehlevî (k.s.) Hazretleri, onları ihsan buyurur. Ve şöyle der:
—Şimdi her birinizin arzuları yerine geldi mi.
KIYMETLİ SÖZLERİNDEN...
Şeyh Abdullah Dehlevî (k.s.) Hazretleri buyurmuşlardır :
—(Fakir) kelimesinin teşekkül ettiği harfler; Fakirliğin (f) sinden, Kanâat'ın (kaf)'ından, yâr-ı hüda'nın (ye)'sinden, riyâzetin de (r) sinden ibarettir. Kim bu dört harf ile muttasıf olursa, o harfler; Fazl-ı İlâhiye'nin (f) sine, kurb ve kabûl-i İlahiye'nin (kaf)'ına, yâr-ı hüda'nın (y) sine, rah-met-i İlâhiye'nin de (r) sine dönerler ve o kimse bu dört nimete nail olur.
Şeyh Abdullah Dehlevî (k.s.) Hazretleri buyurmuşlardır:
—Tarikat-ı Aliyye-i Nakşibendiyye dört mes'eleden ibarettir: 1. Def-i havâtır, 2. Devâm-ı huzur, 3. Cezbât, 4. Varidât.
Şeyh Abdullah Dehlevî (k.s.) Hazretleribuyurmuşlardır:
—Evliya üç kısımdır. Erbâb-ı keşf, erbâb-ı idrak, erbâb-ı cehl (yani kendilerinin velî olduklarını bilmeyenler)
Hazret-i Şeyh kendi hallerini nakledip buyurdular:
— Cihan Abad Cami'inde aç ve uykusuz olarak zikr ile meşgul olu-yordum. Açlık ve susuzluk fazlalaştıkça, camideki havuzdan bir miktar su içiyordum. Ve her gün Kur'an-ı Kerîm'i hatim ederdim. Günde 10 bin adet nefy ü isbat yoluyla kelime-i tayyibe'yi (yani Lâ İlâhe İllallah) zikrederdim. İşte bu şekilde zikr ederken kalbim o kadar kuvvet buldu ki, camiin içinin nur ile dolduğunu gördüm. Ne tarafa baksam derhal nura gark oluyordu. Şimdi ise zaîf oldum."
Buyurdular:
— Bir defasında cehennem azabı korkusu hayli fazlalaşmıştı. Bir çok günler âh ü zâr eyleyip ağlıyordum. Rü'yamda Rasûlüllah (S.A.V.) Efendimiz Hazretleri ile müşerref oldum. Buyurdular ki;
— Sen bizim muhibbimizsin (sevdiğimizsin). Kim bizi severse, ce-henneme girmez."
Buyurdular ki:
— Bir gece aşk ve şevkimden "Ya Rasûlallah!" dedim.
— Lebbeyk yâ Abde's-Sâlih, cevâbı ile müşerref oldum.
Buyurmuşlardır ki:
— Bir gün Şeyh Nizâmeddin Hazretleri'nin kabr-i şeriflerine gidip ruhaniyetlerine müteveccih olmuştum. Ruhaniyeti zuhur edip bana ,
— Silsile-i Müceddidiyye-i Ahmediyye Kemâlâtının yüksek derecesi size nasib olmuştur, dedi. Bunun üzerine
— Sizin nisbet-i aliyyenizi de inâyet buyurunuz, dedim. Bunun üze-rine Hazret-i Şeyh bana teveccüh ettiler. Bir de gördüm ki, onun mübarek çehresi benimki gibi ve benim çehrem de onunki gibi oldu. Bu sûretle elde ettiğim feyzden bana sonsuz dereceler hâsıl oldu.
TAM BİR MAHVİYYET
Evine bir köpek geldiği zaman ona yiyecek verir veşöyle derdi:
— Allahım, ben kimim ki, sevdiklerinle aranda vasıta olayım!. Bu yarattığın hürmetine senden beni bağışlamanı diliyorum.. Bana gelenler, bana merhamet eylediğin, zatına yakın kıldığın için geliyorlar.
SİGARADAN NEFRET EDERDİ
Şah Abdüllah Dehlevi Hazretleri,çok temiz bir tabiata sahib idi. Tütün (sigara ve nargile) içen biri yanına geldiği zaman, ondan çok rahatsız olurdu. Hemen tutsü yapan birine emreder etrafa güzel kokular yaptırırdı.. Bazan da, mübarek meclisinde güzel kokular duyulur ve yanına girip çıkanlar : "Resülüllah'ın (s.) kokusu geliyor" derlerdi.
SOFİ
Sofiyi şöyle tarif ederdi:
— Tasavvuf ehli sofi odur ki: Dünyayı ve ahireti arkasına atar; yüzünü Cenâb-ı Hakk'a döndürüp yoluna devam eder.
RÜYA
Şöyle anlattı:
Rüyamda Mir Ruhullah'ı gördüm. Bu zat, Habibullah Can-ı Canan Hazretlerinin halis müridlerindendi. Bana :
— "Resulüllah(s.a.v.) oturmuş senin gelmeni bekliyor." dedi.
Hemen onun hizmeti için aşırı bir şevkle koştum. Boynuma sarıldı. Bir anda kendimi onun şeklinde buldum. Sonra , değiştim, Emir Kilal Hazretlerinin şekline girdim.
NAMAZ
Bir rüyasını daşöyle anlattı:
— Bir gece yatsı namazını kılmadan uyumuşdum. Hemen Resulüllah Hazretleri(s.a.v.) , bir daha böyle bir şey yapmamamı , aksi halde ceza göreceğimi söyledi.
UYGUNSUZ DAVRANIŞ
Şöyle anlattı:
Bir gün, Resulüllah (s.a.v.) beni ziyarete geldi ve sonra gitti. Onun ayrılığına dayanamayıp, yüzüme toprak saçmaya başladım. Yaptığım bu uygunsuz davranıştan, bir anda içimi zulmet kapladı.
.
HEDİYEDE KUSUR
Şöyle anlattı:
Âdetim idi; okuduğum zikirlerin sevabını, Resulüllah'a(s.a.v.) hediye ederdim;Bir keresinde bunu yapmadım. Tirmizi'nin anlattığı şekilde gelip bana göründü; yaptığım bu işten dolayı beni azarladı.
SEVGİ
Şöyle anlattı:
Bir keresinde beni, Cehennem ateşinde yanmaktan dolayı çok büyük bir kurku sardı. Resulüllah Hazretlerini (s.a.v.) gördüm; evime teşrif etti. Şöyle buyurdu;
— "Bizi seven cehenneme girmez."
YOLDA KARŞILADI
Hazret-i Zülüf Şah, Abüllah Dehlevi Hazretlerinin kabrini ziyaret için yurdundan yola çıkmıştı. Memleketioraya çok uzaktı. Gelirken yolunu kaybetti; ne yapacağını bilemiyordu.Tam bu sırada heybetli birini gördü; yanına geldi ve ona yolunu gösterdi.
Hazret-i Zulüf Şah, o zattan ayrılırken sordu:
— "Bana yolu gösterdin ve gidiyorsun. Peki sen kimsin?"
O zat şöyle dedi:
—" Ben senin ziyaretine gitmek istediğin kimseyim?"
Hazret-i Zülüf Şah diyor ki:
— "Böyle bir durum, benim için iki kere oldu."
HAPİSTEN ÇIKARDI
Meyan Ahmed yar, Şah Abdüllah Dehlevî Hazretlerinin arkadaşlarından biri idi. Amcası Sultan'a ait bir maldan ötürü hapse atılmıştı. Ahmed Yar ağlaya ağlaya Şah Abdüllah Dehlevi Hazretlerine geldi; durumuaçıkladı. Abdüllah Dehlevî Hazretleri şöyle buyurdu:
—" Birini hapishaneye yolla , onu hapisten çıkarsın getirsin." dedi.
Yar Ahmed şöyle dedi:
—" Efendim, bu nasıl olacak; hapishanenin etrafı asker ve muhafızlarla dolu."
Şu cevabı aldı:
— "Sen öyle şöye karışma; emrimi yerine getirmeye bak ve onu oradan çıkar.
Yar Ahmeddiyor ki:
— "Bunun üzerine gittik, onu hapisten çıkarıp getirdik. Muhafızlardan ve bekçilerden kimse bize karışmadı.
VEZİRLİKTEN AZİL
Şöyle anlatıldı:
Hâkim Rükneddin Han, başvezirliğe getirilmişti. Şah Abdüllah Dehlevi Hazretleri, ona bazı tavsiyelerde bulunmak için yakınlarından birini gönderdi. Fakat, Hakim Rükneddin Han, gelene de,tavsiyelere de önem vermedi.
Şah Abdüllah Dehlevî Hazretleri'nin, bundan gönlü kırıldı. Çok geçmedi, Hakim Rükneddin Han, başvezirlikten atıldı; bir daha da öyle bir makama getirilmedi.
VALİNİN SONU
Şöyle anlatıldı:
Dehli valisine, Şah Abdüllah Dehlevi Hazretleri'nin gönlü incinmişti. Çok geçmeden vali makamından atıldı.
GÜLDÜLER
Şah Abdullah Dehlevî Hazretleri'nin yakınlarından, Mevlânâ Kerametüllah anlatıyor:
— Bir süre, Şah Abdüllah Dehlevî Hazretleri'nin hizmetinde bulundum. Ondan çok şeyler gördüm, böyle şeyler başkasında zor görülürdü. Bir gün, sabah namazını kıldıktan sonrakalktım; cemaatten ayrıldım, dersimi okumak için bir köşeye çekildim. O saat isemürakabe saatiydi.
Abdüllah Dehlevi Hazretleri bana sert baktı ve şöyle dedi:
—" Otur da mürakabe ile meşgul ol."
İçimden taşkınlık geldi ve kendi kendime şöyle dedim:
— "Sizi niyetime alıp geldim ki, bir zorluğa girmeden, tarikata gireyim. İş zora kalacaksa, her yerde var, size neden geldim!.
Bunun üzerine bana baktı veiçimden geçirdiklerime karşı şöyle dedi:
—" Otur! Bahâeddin'in hakkı için zorluğa sokmadan bu tarikat bağlılığını sana telkin edeceğim."
O anda bana bir teveccüh etti ki kendimden geçip, düşmüşüm. O anda sandım ki: Kalbim, göğsümden çıkmış.. Bir müddet sonra kendime geldim. Baktım ki, zikir bitmiş; üzerime de güneş gelmiş.. O sırada, Şah Abdüllah Dehlevi Hazretleri'nin eshabından bazıları da oradaydı. Onlardan biri de Şah Ebu Said idi.. Hepsinden çok utandım. Bana sordular:
— "Sana ne oldu öyle?." dediler. Dedim ki:
— "Beni uyku bastırmıştı..".... Güldüler..
KOMŞUNUN HAKARETİ
Şöyle anlatıldı:
— Şah Abdüllah Dehlevi Hazretleri'nin rafizi bir kadın komşusu vardı. Tekkeyi genişletmek için ondan bir yer istedi. Kadın yerini satmak istemedi; üstelik bir sürü de ileri geri söz etti. Bunun üzerine, Şah Abdüllah Dehlevi Hazretleri başını kaldırıp şöyle dedi:
— "Ya Rabbi, bu kadının söylediklerini duyuyorsun."
Kısa zaman içinde, o kadının akrabalarına, soyuna ölüm geldi. Bir kimse, hariç hepsi öldü. O bir kimse de, o evi Şah Abdüllah Dehlevi Hazretlerine bağışladı.
BEDDUASI
Şöyle anlatıldı:
— Bid'at ehli, dini bozuk biri Şeyh Muhammed Bakibillah'ın kabrine oturdu. Şah Abdüllah Dehlevi Hazretleri onun oradan kalkmasını istedi; fakat o kimse oradan kalkmadı.Bunun üzerine, Şah Abdüllah Dehlevi Hazretleriçok üzüldü ve :
—" Şah Bahaeddin'in hakkı için oturmaya gücün yetmesin." dedi.
Aynı anda o kimseyi, çok şiddetli bir sıtma tuttu. Perişan bir şekilde, çıprın çırpına yerinden kalktı. Üç gün sonra da öldü.
SON HASTALIĞI
Son hastalığında, Şah Abdüllah Dehlevî Hazretlerinde ağır basan hastalık basur hastalığı idi. Bu hastalık sırasında, Şeyh Ebu Said Luknov şehrindeydi. Kısa zamanda ona çokça mektup yazdı, hemen yanına gelmesini istedi. Şunun için ki, hemen gele, makamına geçe ve kendi yerine de oğlu Ahmed Said'i bıraka.. Ahmed Said de, †£J@ä §πj †o
Şeyh Ebu Said yanına geldiği zaman, Şah Abdüllah Dehlevi Hazretleri ona şöyle dedi:
—" İstediğim oydu ki, sizi gördüğüm anda, çokça ağlayayım. Ancak, öyle bir vakitte bana geldin ki, benim için artık ağlamak da mümkün değil..
Bundan sonra tamamen Şeyh Ebu Said'e iltifat etti ve umumi olarakona irşad vasiyet etti.
Eskiden beri adeti idi. Kendisinde, ağır bir hastalık alameti gördüğü zaman, bazı tavsiyelerde bulunurdu. Bazan da, sıkı bir şekilde, şu tavsiyeleri yapardı:
Zikri devam ettirmek, huyu güzelleştirmek, tarikat bağını kuvvetlendirmek, hemen herkesle hoşça geçinmek, başa gelen kaza kaderden ötürü, 'Eğer, niçin, neden?!.' gibi sözleri, itirazları terk etmek, kardeşler arasında birlik olmak, fakr, kanaat, rıza, teslim, tevekkül ile ibadete girmek üzere olmayı tavsiye ederdi.
Aynı adetini bu kere de tekrarladı. Ondan sonra da şöyle dedi:
— "Emr-i Hak vaki olduğu zaman, beni nübüvvet izleri bulunan yere götürün. Ki o iz, Dehli camiindedir. Benim için de o iz'in sanibinden şefaat isteyin."
Safer ayının da on ikinci günü, işrak vakti olmuştu.. Tam bu sırada, Ebu Said'in hemen evinden gelmesini emretti. Ebu Said geldi. Başını Ebu Saîd'in göğsüne koydu. Bu sırada dizlerini dikmiş, ellerini önden kavuşturup oturmuştu... Refîk i alaya uçtu...
Yıkandı, kefenlendi. Cami mescidine götürüldü.
Halk tekkeye akın etti. Caddeler, yollar, sokaklar onun cenazesine gelenlerle dolup taştı.
Ebu Saidnamazını kıldırdı. Uğur ve bereket dileği ile onun Peygamberimizin emanetlerinin bulunduğu yere koydular. Ondan sonra dergaha getirdiler. Mürşidi Habibullah Cân-ı Cânân Hazretleri'nin sağ yanına koydular.
Şeyh Abdü'l-Gani-i müceddidi (k.s.) büyük evliyadandır. Te'lif etmiş oldukları risalelerinde Abdullah Dehlevî (k.s.) Hazretleri hakkında şöyle buyururlar:
— Şeyh Abdullah Dehlevî Hazretlerinin kerametlerinin en büyüğü şudur ki, Hakk'ı ve hakikatı arayanların kalblerinde tasarruf eder, onların kalblerine feyz-i ilâhiyeyi koyardı. O'nun kerâmetleri yazılacak olsa, cildler dolusu kitap meydana gelirdi. Binlerce dervişânı bir anda cezbe ve vâridat-ı ilâhiyeye ulaştırmışlardır.
HASTALIĞIVE YERİNE BIRAKTIĞI VEKİLİ
Elhadâiku'l verdiyye ve Reşahat zeylinde yazılıdır:
Şeyh Abdullah Dehlevî (k.s.) Hazretleri son hastalığında halifelerin-den Şeyh Ebu Saîd, Likehnu (veya luknov) şehrindeydi. Kısa zamanda ona çokça mektup yazdı. Hemen yanına gelmesini istedi. Şunun için ki, hemen gele makamına geçe. Kendi yerine de oğlu Ahmed Saîd'i bıraka. Ahmed Saîd de Şah Abdullah Dehlevi Efendimizin halifelerinden biri idi. Bunun üzerine Şeyh Ebu Saîd derhal ailesini bırakıp yalınayak koştu geldi. Şeyh Ebu Saîd yanına geldiği zaman Şah Abdullah Dehlevi Efendimiz ona şöyle dedi:
– İstediğim oydu ki sizi gördüğüm anda, çokça ağlayayım. Ancak öyle bir vakitte bana geldin ki, benim için artık ağlayacak gücüm de yok. Benden sonra yerime siz oturursunuz."
Bundan sonra tamamen Şeyh Ebu Saîde iltifat etti. Umumi manada ona irşad tavsiye etti.
(Elhadâiku'l verdiyye fi Hakâik-i Ecilla'in- Nakşıbendiyye - M. 1885- Abdülmecid Hani- )
Hazret-i Şeyh vefatları sırasında basur hastalığına mübtela olmuşlardı. Hicretin 1240'ıncı (M. 1824) yılında, safer ayının 22'inci günü işrak vaktinde 82 yaşında oldukları halde irtihal-i dâr-ı naîm buyurmuşlardır. (Kaddesallahu Sirrahül Aziz)
Varisi: Şeyh Hâfız Ebû Saîd Sâhib,
Halifeleri:
Mevlâna Beşaretullah, Mevlâna Halid Ziyaüddin Müceddidî,
HALİFELERİ
İSMAİL MEDENÎ
Şah Abdüllah Dehlevi Hazretleri'nin en ileri müridlerinden biri deŞeyh Seyyid İsmail Medenî idi. Büyük alimdi ve mürşid idi. Nakşıbendi tarikatına Mevlana Halid vasıtası ilegirmişti.
Sonra, Resulüllah Efendimizi (s.a.v.) rüyada gördü; Şu emri aldı:
— "Dehli'ye git, Müceddidiye tarikına, Şah Gulam Aliyolundan gir."
Hemen emri aldı ve derhal hazırlığını yaptı.
"Şah Gulam Ali" olarak tanıtılan, Şah Abdüllah Dehlevi Hazretlerine vardı. Şah Abdüllah Dehlevi Hazretleri onun terbiyesini üstlendi. Ona çok ehemmiyet verdi ve halife olmaya layık hale getirdi.
Bu zat sonra Medine-i Münevvere'ye gitti.
Medîne-i Münevvere'den gelirken, bazı âsâr-ı nebeviyyeyi de beraberinde getirmişti. Onları getirip Dehli'de Cami mescidine koydular. Bu sırada Şah Abdüllah Dehlevi Hazretleri dedi ki:
— "Orada küfür karanlıkları bulunabilir; temizlenip öyle konması gerekir.."
Bunun üzerine orada bir araştırma yaptılar. Gördüler ki, orada bazı kralların heykelleri var. Hemen onları temizlediler.
MUHAMMED CAN
Şah Abdüllah Dehlevi Hazretleri'nin halifelerinden biri de Muhammed Can'dır.
Biri şöyle anlattı:
Bir kadını çok sevdim. O kadar ki, onunla günah edecek duruma geldim. Bunu gidip Muhammed Can'a anlattım; bana şöyle dedi:
— Benim büyük günah işleyen kimselerle aramda hiç bir bağ yoktur. Böyle bir şey yaparsanız, Allah katında sizin için ar olur.
O kimse devam ediyor:
Öyle bir hale geldim ki, duramaz oldum. Hemen o günahı yapmaya karar verdim. Durumu yine Muhammed Can'a bildirdim, bana şöyle dedi:
— "Lâ havle velâ kuvvete illa billah.. (Güç kuvvetancak Allah'ındır..) duasını oku ."Dedim ki:
— "Sübhanellah!. Ben hep bunu okuyorum." Şöyle dedi:
— "Bir de benim emrimle oku.."
Okudum. Bir de baktım ki, o kadınla arama, mânen çin seddi gibi bir set çekilmiş. Üç senedir sürüp gelen şehvet duygularım silindi gitti.
AHMED KÜRDİ
Şah Abdüllah Dehlevi Hazretlerinin halifelerinden biri de Seyyid Ahmed Kürdî idi.
Seyyid Ahmed Kürdî, Nakşıbendiye tarikatına Mevlana Halid Hazretleri vasıtası ile girdi. O zaman Bağdad'daydı. Bağdad'da mevlana Halid ile buluştu ve bu yola girdi.
Sonra, bu zat da Resulüllah Efendimizi (s.a.v.) rüyada gördü. Resulüllah Efendimizi kendisine Dehli'ye gitme işaretini veriyordu.
O da Dehli'ye gitti. Şah Abdullah Dehlevî Hazretleri'nin yanında sülûke girdi. Bu yolun makamlarını bir bir aşarak tamamladı.
Şah Abdüllah Dehlevî Hazretleri ona icâzet ve halifelik verdi ve geldiği yere irşad için yolladı.
Yolda giderken hastalandı.
Bu hastalığı sırasında Resulüllah Efendimizigördü. Rüyada kendisine nasıl salavat okuyacağını öğretti. O da salavat okuyunca iyileşti. Cenâb-ı Hakk, ona salavat-ı şerife bereketi ile şifa verdi.
ABDÜLLAH MAĞRİBİ
Abdüllah Dehlevi Hazretleri'nin halifelerindendir.
Önce Mevlana Halid'in hizmetine girdi. Sonra, Şah Abdüllah Dehlevi Hazretleri'nin büyük fazlına kavuştu. Manevî büyük derecelere burada nail oldu.
MEVLANA HALİD
Şah Abdullah Dehlevi Hazretlerinin değerli halifelerindendir.
Abdülmecid Hânî anlatıyor:
Babam, dedemden alıp bana şöyle anlattı:
MevlânâHâlid Efendimiz Bağdad'a ilk defa geldiği zaman, büyük alimlerin ziyaretlerine gitti. Ziyaret ettiği bu alimler, onda çok derin ilim gördüler.
SİGARA
MevlânâHâlid Efendimiz Şah Abdullah Dehlevî Hazretlerine henüz intisap etmemişti. O zamantütün (sigara) içiyordu. Ziyâret ettiği âlimler, ziyaret edip yanından çıktıkları zaman, ilmini övdüler ve hürmetleandılar.
— "Ancak bir tütün içmesi var!. O da olmasa " dediler.. Bu sebeple onu tenkit ettiler.
Onların bu tenkidi MevlânâHâlid Efendimizin kulağına gitti. Hemen yemek hazırladı ve o büyükleri davet etti. Onlar geldikten sonra:
— "Gelin yemeğe oturmadan önce, yemeğin faydaları üzerine konuşalım." dedi.
Konuşmaya başladılar. Haramları, mübahları anlattılar. Sonunda sıra tütüne geldi.
Onlarla uzun uzun konuştu. Sonunda onları,tütünün haram olmadığına dair deliller getiripsözle susturdu. Sonra, tütün tabakasını getirdi ve onların gözü önünde kırıp parçaladı. Sonra da şöyle dedi:
— "Şimdi şeriatta tütünün yeri belli olmuştur. Şahid olunuz ki,onu ben iptal ediyorum, batıl sayıyorum." diyerek tütünün bâtıl bir şey olduğunu ilan etti.
Bundan sonra bir daha elini tütüne değdirmedi.
Medresede deharamlardan tam manası ile sakınır, şüpheli şeylere hiç yanaşmazdı.
HACCA GİDİŞİ
Hicretin 1220. (m. 1805) yılı idi. MevlânâHâlid Efendimiz Beytullah'a doğru yola çıktı.
MevlânâHâlid Efendimizi dinleyelim:
— Medine-i Münevvere'de bulunduğum sırada, yararlı zatlardan birini aramaya koyuldum. Uğur bereket olur ümidi ile nasihatini almak istiyordum. Onun verdiği öğütle amel eder, iyilik bulurdum.
Öyle birini sonunda buldum. Yemenli idi; riyâzet ehli, nefsini yola getirmiş, ilim sahibi, bildiği ile amel eden birine benziyordu.
Ondan; cahil ve kusurlu birinin, bilgili ve basiret sahibi birinden nasihat istediği gibi nasihat istedim.
Bana bazı nasihatlerde bulundu ki, onlardan biri de şu idi:
—"Mekke-i Mükerreme'de, dış görüntüsü meşrû emirlere ters düşen bir şey görsen bile inkâra yeltenme."
Mekke-i Mükerreme'ye vardım. Çok dikkat ediyor, verilen nasihata göre amel etmeye gayret ediyordum. Bir cuma günü, Harem-i Şerif'e erken gittim. Niyetim, bir deve kurban etmiş gibi sevab almaktı. Kâbe-i Şerif'e doğru oturdum. Delâil okumaya başladım. Birden gözüme biri ilişti. Kara sakallıydı. Üzerinde normal insanlara benzemeyen bir hal vardı. Sırtını şadırvana dayamış, yüzü de bana dönüktü. Birbirimizi rahat görebiliyorduk.
—"Bu adam da, Kâbe-i Muazzama'ya karşı hiç edepli değil."diye İçimdengeçirdim:
Ama, onun aybını yüzüne vurup açıktan bir şey dememiştim. Hemen bana şöyle dedi:
—"Hey adam, bilmiyor musun ki, Allah katında mümine saygı Kâbe'ye saygıdan daha ileridir!. Niçin Kabe'ye arka çevirdiğim; sana yüzümü döndürdüğüm için bana sataşıyorsun?. Medine-i Münevvere'deki kimsenin nasihatını dinlemedin mi; o nasihat üzerinde dikkatli durmanı tenbih etmişti."
Onun böyle demesinden sonra, büyük velilerden biri olduğuna dair içimde hiç şüphem kalmadı. Hemen onun eline kapandım, affımı diledim. Ve Hakka varmaya bana delil olmasını istedim.
Şöyle dedi:
— "Bu diyarda, senin içini açacak biri yoktur."
Eli ile Hindistan tarafına işaret etti ve şöyle dedi:
— "O taraftan sana bir işaret gelir, gönül açıklığın o taraflarda olur."
Bunun üzerine, Haremeyn'de beni irşad edip meramıma ulaştıracak bir şey bulmaktan ümidimi kestim. Hac görevimi tamamladıktan sonra Şam'a döndüm."
MevlânâHâlid Efendimizin anlattığı kısım bu kadar.
...............
Bu arada, içinde bir iştiyak vardı: Kendisini Hak erenler derecesine ulaştıracak bir mürşid arıyordu. Ondaki bu iştiyak, büyük derviş Azimabadlı Muhammed Mevlana Mirza Rahimüllah Beğ'le tanışıncaya kadar devam etti.
Bu zat, Şeyh-i Azam Abdullah Dehlevî Efendimizin ileri gelen halifelerinden biri idi. Bu zat geldiği zaman, MevlânâHâlid Efendimiz, ona derdini açtı.
— Kamil bir mürşid arıyorum; onun için yanıp tutuşuyorum. Onun yolu ile esas gayeme ulaşmak istiyorum."
Derviş Muhammed, MevlânâHâlid Efendimize şöyle dedi:
— "Benim kâmil bir şeyhim var. Mürşiddir, âlimdir, ilmi ile amel eder. Sultanlar Sultanı Cenâb-ı Hakk'a ulaştıran yolları da iyi bilir. İrşad ve sülûk işlerini de bütün inceliği ile bilir. Tarikatı, Nakşibendî'dir, Cihanabad'a gidip onun hizmetine girelim. Ben, ondan bir işaret de işittim ki, senin gibi biri gelip onun elinde muradına erecek.."
Derviş Muhammed'in bu sözleri, MevlânâHâlid Efendimizin kalbine işledi. Özünü onun sözleri kapladı. Hiç tereddüd etmeden, ders okutma işini isteyen birine bıraktı. Hicri 1223. (m. 1809.) Rey yolu ile, Hindistan'a doğru yola çıktı.
Şeyh Abdullah Dehlevi Hazretlerinin huzuruna vardı. Onun terbiyesine girdi. Dergahın temizlik işleri bir müddet kendisine verildi. Çok teveccüh aldı. Yüksek makamları birer birer geçerek halifelik makamına çıkarıldı. Kendisine icazet verildi ve tekrar memleketi Şam'a doğru yola çıktı. Senelerce irşad vazifesi ile meşgul oldu.
ALTUN SİLSİLENİN 29. HALKASI İLE ALÂKALI BİR MÜTÂLAA
Ehlince malumdur ki, son devirlerde yazılmış tasavvuf kitaplarının içinde hemen herkesin ittifakla kaynak eser olarak kabul ettikleri3 mühim kitap vardır. Bunlardan biri, Şeyh Muhammed Hânî'nin yazdığı , 'Elhadâikul verdiyye' isimlikitap, İkincisi, Hocazâde Ahmed Hilmi Efendi'nin yazdığı 'Hadikatül evliya,' üçüncüsü de Muhammed Murad Kazânî'nin Reşâhat kitabına yaptığı zeylidir.. Bu üç kitap son 100 yıl içinde gelen meşâyıh hakkında en kıymetli kaynaklardır. Bu kitapların her üçü de, Altun Silsile'nin 28. Halkası Abdullah Dehlevî Hazretlerinden sonra gelen 29. halkanın; Şeyh Ebû Saîd Hazretleri, 30. Halkanın da Şeyh Ahmed Saîd Hazretleri olduğunda ittifak etmişlerdir. Mevlânâ Hâlid Hazretlerinin ise bu silsilenin 29. ve 30. halkası olmayıp Abdullah Dehlevî Hazretlerinin ileri gelen halifelerinden bir halifesi olduğu açık olarak kaydedilmektedir. Ayrıca yine Elhadâiku'l Verdiyye kitabında yazıldığına göre, Şeyh Abdullah Dehlevi Hazretlerinin halifelerinden,Şeyh İsmail Medenî, Şeyh Amed el Kürdî'nin ve Abudullah Mağribî'nin, önce Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî'nin eli ile Nakşî yoluna girdikleri, sonra Resülüllah (s.a.v.) efendimizin kendilerine mânen görünerek, Şeyh Abdullah Dehlevî Hazretlerine gitmelerini ve orada kavuşacaklarına kavuşmalarını işaret buyurduğu yazılıdır.
Ayrıca Mevlânâ Hâlid Hazretleri, hocası ve üstâzı Abdullah Dehlevî Hazretlerinin vârisi olarak yerine geçen Ebu Saîd Hazretlerine yazmış olduğu bir mektup da bunun bir başka delîlidir. Bu mektubunda Ebu Saîd hazretlerine hitaben: "Ebû Saîd Müceddidî Mâsûmî Hazretlerinin yüksek huzurlarına arz ederim... " diye başlıyor, sonra da bulunduğu beldelerde yaptığı hizmetlerle alâkalı malumatlar veriyor.
Bir şeyhin umûmî mânâda yerine geçen vârisi ve postnişîni olmak ayrı şey, sadece halifesi olmak ise apayrı bir şeydir. Sahih bir nisbetin de, varis yolu ile devam ettiği ehlinin malumudur. Kitabımızın 1. baskısında, Nakşibendî silsilesinin 29. ve 30. halkalarını teşkil eden bu mübarek zatların yazılması hususunda bazı okuyucularımızın bize "Neden bizim üstazımızın üstazları kitabınızda yer almıyor?" diye sormaları sebebiyle bu izahatı yapmış bulunuyoruz. Saygılarımızla. (A.D.)
-
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
29. Hafız Ebu Said Sahib (k.s.)
1217 (m.1802) senesi Rabî'ul-âhir ayında, Hindistan'da Rampûr şehrine bağlı Mustafaâbâd beldesinde dünyaya geldi.
Şeyh Ebû Saîd (k.s.) Hazretleri, daha çocuk iken, sâlih ve kıymetli bir zât olacağının alâmetleri yüzünden okunuyordu. Çocukluğunda, çocuk-ların düşkün oldukları oyun ve eğlenceler ile hiç meşgûl olmazdı. On yaşında Kur'ân-ı Kerîmi ezberledi. Kur'ân-ı Kerîmi güzel ses ve tertîl üzere o kadar güzel okurdu ki, dinleyenler kendilerinden geçerdi. Tecvid ilmini, kırâat âlimlerinden Kârî Nesîn'den öğrendi. Kur'ân-ı Kerîmi ezberledikten sonra, aklî ve naklî ilimleri öğrenmeye başladı. Önemli ders kitaplarını Müftî Şerefüddîn'den okudu. Şâh Veliyyullah Dehlevî'nin oğlu Mevlâna Refîüddîn'den hadîsdersi aldı. Kâdı Beydâvî Tefsîri'ni, Sahîh-i Müslim şerhini de ondan okudu. Sahîh-i Buhârî'yi ise yine Mevlâna Refîüddîn'den, hocası Şeyh Abdullah Dehlevî hazretlerinden ve kendi dayısı Sirâc Ahmed'den okuyup rivâyet ve nakletme icâzeti aldı.
İRŞAD VAZİFESİNİ ALIŞI
Şeyh Abdullah Dehlevî (k.s.) Hazretleri son hastalığında halifelerin-den Şeyh Ebu Saîd, Likehnu (veya luknov) şehrindeydi. Kısa zamanda ona çokça mektup yazdı. Hemen yanına gelmesini istedi. Şunun için ki, hemen gele makamına geçe. Kendi yerine de oğlu Ahmed Saîd'i bıraka. Ahmed Saîd de Şah Abdullah Dehlevi Efendimizin halifelerinden biri idi. Bunun üzerine Şeyh Ebu Saîd derhal ailesini bırakıp yalınayak koştu geldi. Şeyh Ebu Saîd yanına geldiği zaman Şah Abdullah Dehlevi Efendimiz ona şöyle dedi:
– İstediğim oydu ki sizi gördüğüm anda, çokça ağlayayım. Ancak öyle bir vakitte bana geldin ki, benim için artık ağlayacak gücüm de yok. Benden sonra yerime siz oturursunuz."
Bundan sonra tamamen Şeyh Ebu Saîde iltifat etti. Umumi manada ona irşad tavsiye etti.
Şeyh Ebû Saîd (k.s.) Hazretleri, aklî ve naklî ilimleri öğrendikten sonra, tasavvuf ilmine yönelip bu yolda da yetişti. Önce babasından feyz aldı. Babası onu tasavvufta bir müddet yetiştirdikten sonra;
— Ey oğlum! Senin himmet kuşun çok yükseklere uçmaktadır. Benden bu kadar, dedi. Bundan sonra Kâdirî yolunun o zamanki meşhûr Şeyhi Şâh Dergâhî'nin hizmetine girdi. Oniki sene, derslerine ve sohbetlerine devâm etti. Nefsini ve kalbini ıslâh için çok gayret göstererek nefsin isteklerini yapmayıp, nefsin istemediklerini yaptı. Dünyâdan yüz çevirdi. Çok oruç tuttu. Yetişmek için ne lâzımsa yaptı. Nihâyet hocası Şah Dergâhî ona Kâdirî yolundan icâzet ve hilâfet verdi.
Şeyh Ebû Saîd (k.s.) Hazretleri, bundan sonraki hâlini şöyle anlatmış-tır:
— İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât'ını okurken anladım ki, tasavvufta bu derecelere ulaşmama rağmen, henüz kemâlat-ı nisbet-i Ahmedî'ye kavuşamamışım. Bu sebeple Dehlî'ye gidip oradan, Pâni-Püt şehrinde bulunan Senâullah Pâni-Pütî'ye bir mektup gönderip, bu nisbete kavuşma arzumu bildirdim. Bana cevâben gönderdiği mektupta, Abdullah Dehlevî hazretlerinin sohbetine gitmemi yazmıştı.
1810 (H.1225) senesinde Muharrem ayının yedinci günü Abdullah Dehlevî hazretlerinin sohbetine girmeye muvaffak oldu. Çok büyük izzet ve ikrâm gördü. Şeyh Abdullah Dehlevî hazretleri, ondan talebe ye-tiştirmesini isteyince;
— Efendim ben buraya istifâde etmek için geldim, cevâbını verdi. Bunun üzerine daha çok iltifât ve teveccühe kavuşup, Şeyh Abdullah Dehlevî Hazretlerini'nin meşhûr talebelerinden oldu. Birkaç ay daha sohbetlerinde bulunduktan sonra, Müceddidiyye, Çeştiyye, Kâdiriyye yollarından icâzet alıp mezun oldu. Şeyh Abdullah Dehlevi Hazretleri, talebelerinin çoğunu ona havâle etti. Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî ve Seyyid İsmâil medenî gibi âlim zâtlar da Şeyh Ebû Saîd (k.s.) Hazretleri'ndenistifâde ettiler. Hocası Abdullah Dehlevî Hazretleri talebelerine hitâben;
—Talebenin irâdesi (kendi arzu ve isteği), Ebû Saîd'in irâdesi gibi olmalı. Zîrâ hocalığı bırakıp talebeliği tercih etti, buyurdu.
Şeyh Ebû Saîd (k.s.) Hazretleri, tam on beş sene Şeyh Abdullah Dehlevî Hazretlerinin sohbetine devâm etti. Onun vefâtından sonra, yerine geçerek talebe yetiştirmeye başladı. Şerîat-ı Mustafaviyyeyi ve Tarîkat-ı Nakşibendiyyeyi neşir hususunda büyük gayret ve ihtimam gösterdi. Hak âşıklarının, susamışların kalblerini Allahü Teâlânın mârifeti ile doldurdu. Bütün ecdâdı gibi İslâm dînini yaymağa çalıştı.
Daha sonra eshabının isteği üzerine, "Hidâyetü't-Tâlibîn" namında farisi bir risale yazdı. Tarîkatın levâzımından olan evsâf-ı hamîde ve ahlâk-ı cemile ile tam muttasıf idi.
Hâfız Ebû Saîd Hazretleri, 1240 (1824) senesinde Hac farîzasını edâ için Haremeyni'ş-Şerifeyn'e vasıl oldular. Mekke-i Mükerreme'de Hac'dan önce ve sonra üç ay kadar kaldılar. Daha sonra bazı hastalıklara mübtelâ oldular. Buna rağmen Peygamberimiz Seyyidü's-Sakaleyn (S.A.V.) Efendimiz Hazretlerini ziyaret maksadıyla Medîne-i Münevvere'ye döndüler. Peygamber Efendimizden pek çok inâyet ve lütûflarına nail olarak hesapsız feyz ile memleketlerine döndüler.
KERAMET VE MENKIBELERİ
Şeyh Ebû Saîd (k.s.) Hazretleri'nin talebelerinden birinin karşısına bir gün bir arslan çıktı. Hemen hocasını hatırlayıp imdâdına yetişmesini istedi. Şeyh Ebû Saîd (k.s.) Hazretleri birdenbire gözüküp elinde tuttuğu bir sopa ile arslana vurdu ve arslanı oradan uzaklaştırdı.
MENKIBE
Nevvâb Ahmed Yâr Hân'ın hanımınınçocuğu olmuyordu. Çocuğu olması için Ebû Saîd hazretlerinden duâ istedi. Duâsı bereketiyle birçok çocuğu oldu.
Şeyh Ebû Saîd (k.s.) hazretleri, bir kimseye evinin yanacağını işâret etmişti. Bir müddet sonra gerçekten o kimsenin evi yandı.
Şeyh Ebû Saîd (k.s.) Hazretleribir defâsında Râmpûr'dan Sünbül'e gidiyordu. Bir araba kiralamış onun yoluna devam ediyordu. Arabacı ise gayri müslim idi. Gece vakti sâhile ancak varabilmişti. Karşıya geçmek için gemi yoktu.Sâhile gelip durduklarında arabacıya:
— Arabayı suya sür!, buyurdu. Arabacı da heybeti karşısında korkup arabayı suya sürdü. Şeyh Ebû Saîd (k.s.) Hazretlerinin kerâmetiyle araba suya batmadı. Normal bir yolda gibi yürüyüp karşıya geçtiler. Gayr-i müslim arabacıbu hal karşısında hayret edip, müslüman oldu.
MENKIBE
Meyân Ahmed Asgar anlatır:
— Bâzan uyuyup kalır, teheccüd namazı kılamazdım. Bu hâlimi Şeyh Ebû Saîd (k.s.) Hazretlerine arz ettim. Buyurdu ki:
— Bizim hizmetçiye söyleyin, teheccüd zamânında bize hatırlatsın, sizi kaldıralım. Bu kadarı bize, diğeri size âid olsun. Bundan sonra te-heccüd saati gelince, sanki birisi gelip beni kaldırırdı. Böylece bir daha teheccüd namazımı kaçırmadım.
VEFATI
1277 (m.1861) senesi Rabî'ul-evvel ayının ikinci günü öğle ile ikindi arası vefat etti. Vefâtında, Medine-i Münevverede Resulüllah Efendimiz'in mübarek mihrabının yanında bulunuyordu. Büyük dedesi Hazreti Ömer (r.a.) in cenaze namazının kılındığı yerde namazı kılınıp, Bakî' kabristanında defnolundu. Kabri, Hz. Osmân-ı Zinnûreyn'in kabri yakınındadır.
ESERLERİ
Ahmed Sa'îd hazretlerinin, kıymetli eserleri olup, ba'zılarının isimleri şöyledir. 1- Sa'îdü'l-beyân fî mevlid-i seyyid-il-insü vel-cân,2- Ezzikru'ş-şerîf fî isbâtı mevlidi'l-münîf,3- İsbâtü'l-mevlidi vel-kıyâm,4- El-fevâidü'z-zâbıta fî isbât-ir-râbıta,5- Elenhâru'l-erbe'a,6-Tahkîku Hakkı'l-mubîn fî ecvibeti'l-mesâili'l-erbe'în,7- Elhakku'l-mübîn fî reddi ale'l-vehhâbîn,8- Mektûbât-ı Ahmediyye,.
-
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
30. Habibullah Can-ı Canan (k.s.)
Silsile-i sâdât-ı aliyyeiçinde adı, Habibullah Cân-ı Cânãn'dır.İsmi şerifleri, Ahmed Saîd Sahib (k.s.) tir.Silsile-i şerifenin 28. halkası Abdullah Dehlevî Hazretlerinin halifesi; 29. halkası Hâfız Ebu Saîd Hazretlerinin oğludur. Künyesi Ebü'l-Mekârim, lakabı Sirâc-ül-evliyâ idi. Müceddidî ve Serhendî nisbeti ile anılır. Nesebi, İmam-ı Rabbani Hazretlerine ve Hazret-i Ömer Efendimize dayanır. Bunun için Fârûkî denmiştir. 1217 (m.1802) senesi Rabî'ul-âhir ayında, Hindistan'da Rampûr şehrine bağlı Mustafaâbâd beldesinde dünyaya geldi.
Yüksek babalarının terbiyeleri ile küçük yaşta Kur'ân-ı Kerîm'i hıfz ettiler. Babası, Hafız Ebû Saîd, Abdullâh Dehlevî Hazretlerinin hizmetle-rinde bulundukları zaman, kendileri henüz 10 yaşında idi. O da babasıyla birlikte Hazret-i Şeyh'in hizmetlerinde bulunmuşlardı. Abdullah Dehlevî Hazretleri O'nun yüksek istidadını keşf ile, çok sever ve iltifat ederdi. Hatta bir çok def'a şöyle buyurmuşlardır:
— İnsanlardan bir çocuk istedim, Şeyh Ebû Saîd'den başkası bana çocuğunu yetiştirmem için teslim etmedi. Ben de onun çocuğunu işte bunun için kendi evlâdım makamında tutuyorum."
Şeyh Abdullah Dehlevi Hazretleri onu o derece severdi ki, zikr es-nasında çok kalabalıktan dolayı yer bulunmadığı anlarda bile, onu görse hemen yanına yer açar ve oturtarak uzun bir müddet teveccühte bulu-nurdu.
Şeyh Habibullah (k.s.) Hazretleri, aklî ve naklî ilimlerde yedi tûlâ sa-hibi idiler. Bir çok geceler mütâlaa ile vakit geçirir, bununla beraber zikri ve fikri kat'iyyen terk etmezdi. Abdullah Dehlevî Hazretlerinin emri üzerine, teveccühü babasından alırdı. Bunu kendileri şöyle ifade buyurmuşlardır:
— Bütün makamların teveccühünü babamdan aldım, bazı kitapları da ondan okudum.
Tasavvuf kitaplarından, Risâle-i Kuşeyriyye, Avârifü'l-Meârif ve İhyâ-u Ulûmud'din gibieserleri bazen okurlar ve bazen de dinlerlerdi. Hadis kitaplarından Sünen-i Tirmizî ve Mişkâtü'l-Mesâbîh gibi kitapları da Şeyhinden telakki etmişlerdir. Şeyh Azîz, Şeyh Refîü'd-dîn veŞeyh Abdülkadir Hazretlerinin de halka-i tedrisinde bulunmuşlardır.
Aklî ve naklî ilimleri son derece istikâmet ve metânet ile daha 20 ya-şına basmadan tamamladılar ve sonra vakitlerini tarîkata hasr ettiler. 15 sene Abdullah Dehlevî Hazretlerinin sohbetlerinde bulundular ve 32 yaşında oldukları halde irşad vazifesine başladılar.
Abdullah Dehlevî Hazretleri (k.s.)yazmış oldukları risâlelerinde:
—"Şeyh Habibullah (Ahmed Saîd), ilim, amel ve Kur'an-ı Kerîm'i ezberlemek bakımından babası Ebû Saîd'e mümasildir." Yine bir ara Abdullah Dehlevî Hazretleri:
—"Bu çocuk babasından daha fâzıldır," buyurmuşlardır.
Babası Hacca gittiği vakit makamına onu bırakmıştır. O da Tarîkat-ı Aliyye-i Nakşibendiyye'yi neşr hususunda çok büyük hizmetlerde bu-lunmuştur.
Müridlerine, öteki şeyhlerden yıllarca öğrenemiyecekleri hususları kısa bir zamanda öğretirler ve hiç birisininmahrum kalmamasına dikkat ederlerdi. İsteyenleri kaabiliyetlerine göre, kemâl derecesine ulaştırıncaya kadar gayret gösterirlerdi. Sâliklerinden bazısını sulûka dâir ilmi öğrenmeye teşvik eder, bazısına da halk ile teması kesmelerini emir buyururdu. Bir kısmını da kendi halleri üzerine bırakırdı.
Hazret-i Şeyh'in müridlerine olan şefkati, annelerinçocuklarına olan şefkatinden daha fazla idi.60 kadar müridinin geçimini bizzat kendi te'min ederdi.Talebelerine de tefsir,hadis, fıkıh, mektûbât-ı şerif okuturlardı.
Dehlî'de uzun müddet kalıp talebe yetiştirdi. Sonra, orada büyük bir fitne meydana geleceği ilhâm yoluyla kendisine bildirilince, 1273 (m.1856) senesinde çoluk- çocuğu ve yakınları ile birlikte hicret ederek Hicaz'a gitti. Orada yerleşti. Bu yüksek yolun ince bilgilerini, kalbe âit yüksek marifetleri ilim ve edep âşıklarına sunmaya devam etti. Ömrünün sonuna kadar orada bu hizmeti sürdürdü.
Ahmed Saîd Sahib (k.s.) hazretleri, Dehlî'den ayrıldıktan bir sene sonra, İngilizler Hindistan'da büyük bir fitne çıkardılar. Bu fitne büyük-küçük herkesi kuşattı. Müslümanların çoğu Medine-i Münevvereye hicret etti. Kalanların çoğu da şehid edildi. Sultan ikinci Bahadır Şah, iki zevcesi ve iki oğlu ile birlikte Kalkute'ye götürülüp hapsedildi. Büyük zatlarla ma'mûr olan Delhi şehri harâbe haline geldi. Allahü Teâlâ, Ahmed Sa'îd Hazretlerine, yakınlarıyla birlikte o memleketten hicret etmesini ilhâm ederek, onu bu fitneden muhafaza eyledi. İngilizler onu da yakalayıp şehid etmek istediler ise de, Allahü Teâlâ onlara fırsat ve imkân vermedi.
Bazı kaynaklarda Ahmed Sa'îd hazretlerinin, İngiliz fitnesi başladığında Hindistan'da bulunduğunu; fitne esnâsında hicret ettiğini, fitnecilerin ona zarar veremediklerini, hattâ heybetinden korkarak yardımda bile bulunduklarını bildirmektedir.
Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevverede ilim tâlibleri Ahmed Sa'îd hazretlerinden çok istifâde edip, feyz ve ma'rifetler elde ettiler. Kendisi bir taraftan talebe yetiştirirken, bir taraftan bu yüksek yolda daha çok ilerlemeye ve çalışmaya gayret ediyordu. Resulüllah Efendimizin (s.a.v.) kabr-i şeriflerini ziyâret ettiçe, daha yüksek feyz ve ma'rifetlere sahip oldu. Bu sırada kendisine;
—"Seni ve kıyamete kadar seni tevessül edenleri (seni vesile ederek bana yaklaşmak isteyenleri) af ve mağfiret eyledim" ilhamı geldi. Kendisinden önce, sâdece bir kaçına nasîb olan bu müjdeyi almakla çok sevindi. Allahü Teâlâ'ya, O'nun Resulüne ve bu yolun büyüklerine olan muhabbet ve bağlılığı daha da arttı.
Ahmed Saîd Sahib (k.s.) Hazretlerinin, Abdülganî ve Hafız Abdülmugnî isimlerinde kardeşleri olup, onlar da tasavvuf yolunda çok ilerlemiş, ilim, irfân sahibi olmuş, çok mübarek zâtlar idiler.
VEFATI
1277 (m.1860) senesi Rabî'ul-evvel ayının ikinci günü öğle ile ikindi arası vefat etti. Vefâtında, Medine-i Münevverede Resulüllah Efendimiz'in mübarek mihrabının yanında bulunuyordu. Büyük dedesi Hazreti Ömer (r.a.) in cenaze namazının kılındığı yerde namazı kılınıp, Bakî' kabristanında defnolundu. Kabri, Hz. Osmân-ı Zinnûreyn'in kabri yakınındadır.
ESERLERİ
Ahmed Sa'îd hazretlerinin, kıymetli eserleri olup, ba'zılarının isimleri şöyledir. 1- Sa'dü'l-beyân fî mevlid-i seyyid-il-insü vel-cân,2- Ez-zikru'ş-şerîf fî isbâtı mevlidi'l-münîf,3- İsbâtü'l-mevlidi vel-kıyâm,4- El-fevâidü'z-zâbıta fî isbât-ir-râbıta,5- El-enhâru'l-erbe'a,6-Tahkîku Hakkı'l-mubîn fî ecvibeti'l-mesâili'l-erbe'în,7- El-hakku'l-mübîn fî reddi ale'l-vehhâbîn,8- Mektûbât-ı Ahmediyye,.
MÜBAREK SÖZLERİ VE
MEKTUPLARINDAN SEÇMELER
KABİR ZİYÂRETİ VE TEVESSÜL:
"Meyyiti (ölüyü) ziyâret, onu hayâtında iken ziyâret gibidir. Ziyâret eden yüzünü meyyitin yüzüne döner. Ziyâret ettiği zât büyük bir zât olup, dünyâda iken kendisini ziyâret ettiğinde huzûrunda nasıl duruyorsa o edep ile durur. Hayâtında iken, huzûrunda bulunduğunda edebe riâyetle biraz uzakça oturuyorsa, yine aynı şekilde hareket eder.
Ziyâret ettiği kimse ile, ünsiyeti, yakınlığı olup, beraber oturuyor, yakınlığı bulunuyor idiyse ziyâret ânında da o şekilde yakın oturabilir.
Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Bir kimse tanıdığının kabri yanından geçerken selâm verirse, meyyit bunu tanır ve selâmına cevap verir."
Çok kimse kabir ehlinden istifâde edildiğine inanmıyor. "Kabir ziyâreti, ölülere okumak ve onlara duâ etmek için yapılır" diyorlar. Tasavvuf büyükleri ve fıkıh âlimlerinden çoğu ise, kabirlerden yardım görüldüğünü bildirdiler. Keşf sâhibi olan evliyâ da, bunu sözbirliği ile bildirdiler. Hattâ, bunlardan çoğu, rûhlardan gelen feyzin onları olgunlaştırdıklarını haber vermişlerdir. Böyle olgunlaşıp, yetişenlere "üveysî" denilmiştir. Abdülhakîm Siyâlkutî hazretleri buyuruyor ki:
—"Ölü, yardım yapmaz diyenlerin, ne demek istediklerini anlıyamıyorum. Duâ eden, Allahü Teâlâdan istemektedir. Duâsının kabûl olması için, Allahü Teâlâ'nın sevdiği bir kulunu vasıta yapmaktadır. "Ya Rabbi! Kendisine bol bol ihsanda bulunduğun bu sevgili kulunun hatırı ve hürmeti için bana da ver", demektedir. Yahut, Allahü Teâlâ'nın çok sevdiğine inandığı bir kuluna seslenerek;
—"Ey Allahın velîsi! Bana şefâat et! Benim için duâ et! Allahü Teâlânın, dilediğimi ihsân etmesi için vesile, vâsıta ol!" demektedir. Dilediğini veren ve kendisinden istenilen, yalnız Allahü Teâlâdır. Velî, yalnız vesiledir, sebebtir. O da fânîdir. Yok olacaktır. Kendi kendine hiçbir şeyi yapamaz. Tasarrufa gücü, kuvveti yoktur. Bu şekilde söylemek, böyle inanmak şirk olsaydı, Allah'dan başkasına güvenmek olsaydı, diriden de duâ istemek, bir şey istemek yasak olurdu. Diriden duâ istemek, bir şey istemek, dinimizde yasak edilmemiştir. Hattâ müstehap olduğu bildirilmiştir. Her zaman yapılmıştır. Buna inanmayanlar, öldükten sonra kerâmet kalmaz diyorlarsa, bu sözlerini isbât etmeleri lazımdır. Evet, evliyânın bir kısmı öldükten sonra, âlem-i kudse yükseltilir. Huzûr-u ilâhîde her şeyi unuturlar. Dünyâdan ve dünyâda olanlardan haberleri olmaz. Duâları duymazlar. Birşeye vâsıta, sebep olmazlar. Dünyâda olan, diri olan evliyâ arasında da böyle meczûblar bulunur. Bir kimse, kerâmete hiç inanmıyor ise, hiç ehemmiyeti yoktur. Sözlerini isbât edemez. Kur'an-ı kerîm, hadîs-i şerîfler ve asırlarca görülen, bilinen olaylar, onu haksız çıkarmaktadır. Bir cahil, bir ahmak, dilediğini Allahü Teâlâ'nın kudretinden beklemeyip, velî yaratır, yapar derse, bu düşünce ile ondan isterse, bunu elbet yasak etmeli, cezâ da yapmalıdır. Bunu ileri sürerek, İslâm âlimlerine, âriflerine dil uzatılmaz. Çünkü, Resulüllah (s.a.v.) kabir ziyâret ederken, mevtâya selâm verirdi. Mevtâdan bir şey istemeyi yasak etmedi. Ziyâret edenin ve ziyâret olunanın hâllerine göre, kimine duâ edilir, kiminden yardım istenir. Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) kabirlerinde diri olduklarını her müslüman biliyor. Buna karşı kimse birşey demiyor. Fakat, evliyânın kabirde yardım yapacaklarına, onlardan yardım istenmesine inanmayanları işitiyoruz.
RESULÜLLAH'IN (S.A.V.)
KABR-İ ŞERÎFİNİ ZİYÂRET
Resulüllah Efendimizin kabrini ziyâret eden kimse, dünyâ işlerini ve bu ziyâretle alâkalı olmayan her şeyi kalbinden çıkarır. Bunun için gayret gösterir. Bu gayrete, kalbinde, Resûl aleyhisselâmdan istimdâd (yardım isteme) hâli meydana gelinceye kadar devam eder.
Dünyâ sevgisi ve nefsin arzusu ve istekleri gibi kirli düşüncelerle meşgûl olan bir kalb, Resulüllah Efendimizin yardımlarına kavuşmaktan mahrûmdur. Hattâ o huzurda böyle bir kalb ile bulunmak bile uygun değildir. Mümkün olan nisbette kalbini uygunsuz düşüncelerden temizlemeye gayret ederek ve o huzurda bulunmaya layık olmadığını düşünerek, mahzûn bir gönülle, Resulüllah efendimizin af ve merhametlerinin genişliğinden ümitli olarak O'nun (s.a.v.) kabr-i şerifinde bizim bilmediğimiz bir hayat ile diri olduğunu, ziyâretine gelenleri, ziyâretçinin derecesi, hali ve kalbine göre tanıyıp, yardım ettiğini ve daha bunun gibi şeyleri düşünerek ziyâret eder. Muhabbet ve bağlılığı nisbetinde o deryâdan feyz alır. İki cihân seâdetine kavuşmanın, ancak ve yalnız dünyâ ve âhiretin efendisi olan Muhammed aleyhisselâma tâbi olmaya bağlı olduğunu düşünerek, her hâlinde O'nun (s.a.v.) sünnet-i seniyyesine uymaya çalışır.
İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe Hazretleri, İbn-i Ömer'den (r.a.) rivâyet ederek buyurdu ki:
—"Resulüllahın (s.a.v.) kabr-i saâdetini ziyâret eden, kıble tarafından yaklaşır. Sırtını kıbleye verip, yüzünü kabr-i şerife döner. Sonra; "Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullahi ve berakâtühü" der. Ayakta ziyâret etmenin, oturarak ziyâretten efdal olduğunu, İbn-i Hacer-i Mekkî bildiriyor. Hanefî fıkıh âlimlerinden, Rükneddîn Ebu Bekr Muhammed Kirmanî buyuruyor ki: "Ziyâret ederken, namazda olduğu gibi sağ el, sol elin üstüne konur."
Ziyâret sırasında kabr-i şerife dört zirâ' (iki metre kadar) yaklaşılır. Müstehâb olan bu şekilde olmasıdır. Daha fazla yaklaşma büyüklerin, sâlih kimselerin âdetlerinden değildir. Âlimlerimiz böyle bildirmişlerdir.
Resulüllah Efendimizin (s.a.v.) mübârek yüzüne karşı, iki metre kadar uzakta edeple durup, Resulüllahın (s.a.v.) kendisini gördüğünü, selâmını ve duâlarını işittiğini, cevap verdiğini ve âmin dediğini düşünerek ziyâretini yapan kimse, üzerinde emânet selâmlar varsa, onları da söyler. Bundan sonra, Allahü Teâlânın, kendisini, dünya husûsunda, ibâdet ve tâata muvaffak kılması, âhiret husûsunda da günahlarını af ve mağfiret etmesi için Resulüllah Efendimizden şefâat ister. Ya'ni bunların nasîb olması için, O'nu vesile eder. Yaptığı duâların, O'nun hatırı ve hürmeti için kabûl olunmasını Allahü Teâlâdan diler. "Yâ Resulellah! Senden şefâat istiyorum" der. Bunu üç defa söyler.
Bundan sonra yarım metre sağa gelip; "Esselâmü aleyküm yâ halîfete Resulullah (Ey Resulullahın halîfesi) diyerek Hz. Ebu Bekir'e selâm verir. Yarım metre daha sağa gelerek Hz. Ömer'e de selâm verip, ziyâret eder. Bildirilen duâları okur. Sonra Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'e hitâb edip; "Allahü Teâlânın, işlerimizi, (amellerimizi) kabûl etmesi, bizi müslüman olarak öldürüp, müslüman olarak diriltmesi, bizleri rahmeti ile kendi zümresi (olan sâlihler zümresi) içinde haşretmesi hususlarında, Resulullahın (s.a.v.) AllahüTeâlânın katında bize şefâatçı olması için, Resulullahın (s.a.v.) katında sizi vesile ediyoruz" der."
PAZARTESİ GÜNÜ
"Resülullah Efendimize, Pazartesi günleri oruç tutmalarının hikmeti suâl olunduğunda, bu günün faziletine işâret ederek;"Bu (Pazartesi günü), benim doğum günümdür" buyurmuştur.
Nitekim yukarıda da zikredildiği gibi, Katâde (r.a.) Resülullahdan (s.a.v.) Pazartesi günü orucunu suâl edince; "Ben bu günde doğdum ve nübüvvetimin gelmesi (Peygamber olduğumun bildirilmesi) de o gün oldu." buyurmuştur.
İmam Müslim'in Müsned'inde Abdullah İbni Abbâs'dan (r.anhümâ) rivayet edilerek buyuruldu ki: "Resulullah (s.a.v.) Pazartesi günü doğdu. Peygamber olduğunun bildirilmesi, hicrette Meke-i Mükerremeden (Sevr dağındaki mağaradan) çıkması, Medine-i Münevverede Kubâ köyüne varması hep Pazartesi günlerinde olmuştur.
MEVLİD
Ebû Muhammed Abdürrahmân bin İsmail dedi ki:
—"Zamanımızda ortaya çıkan en güzel işlerden birisi de, her sene Resulullah'ın (s.a.v.) dünyâya teşrif ettiği gün sadaka verilmesi, iyilikler yapılması, güzel giyinilmesi, neş'eli ve sevinçli olunmasıdır. Bu günde bunları yapmak, kalbinde, Resulullah Efendimize olan sevinci, hürmeti ve Resülullahın (s.a.v.) ümmeti olmayı nasîb eden Allahü Teâlâya şükrü ifâde eder. Bu ve buna benzer rivâyetlerin çoğu Sîretü'ş-Şâmiyye'de yazılıdır. İmâm-ı Rabbanî Hazretleri, âdâbına uygun olarak güzel sesle mevlîd okumağı değil, tegannî yapılmasını, mevlid cemiyetlerine karıştırılmasını yasak etmiştir. Bunları, nağme yapmadan, (ya'nî sesi mûsikî perdelerine uydurarak, şarkı söyler gibi yapmadan) okumanın câiz olduğunu bildirip; "Fakat dinlerini kayıramayanlar bu şartları gözetemeyeceklerinden, buna da müsâde etmemek bu fakîre daha uygun geliyor" buyurmaktadır. Mevlid cemiyetlerinde, kadın erkek bir arada bulunmamak da şarttır."
Şâfiî müftîlerden Osman Hasen Dimyâtî (r.aleyh) buyurdu ki:"Mevlid-i şerifde, Resulullahın (s.a.v.) dünyaya teşriflerinden (doğumlarından) bahseden kısmı okurken, O'na hürmet için ayağa kalkmanın güzel bir iş olduğunda şüphe yoktur. Böyle yapan kimse çok sevâba kavuşur. Çünkü, Resulullaha (s.a.v.) hürmet ve ta'zim, Allahü Teâlânın rızasını kazanmaya vesîledir ve O'na ta'zim ve hürmet, dinde yerine getirilmesi lazım olan en büyük vazifelerdendir. Dinimizin emrettiği şeylere kıymet vermek ve onları yapmak kalbdeki takvâdandır."
Müslümanların, sadece Resulullah Efendimizin dünyâya teşrif buyurdukları gece değil, Rabî'ul-evvel ayının bütün gecelerinde bayram yapmaları lâzımdır. Nitekim büyük hadîs âlimi Ahmed bin Muhammed Kastalânî hazretleri de, Mevâhib-i ledünniyye'de bu hususu zikretmiştir.
Hâfız İbni Cezrî diyor ki: "Ebû Leheb rü'yâda görülüp, ne halde olduğu soruldukta, kabir azâbı çekiyorum. Ancak, her sene, Rabî'ul-evvel ayının onikinci geceleri, azâbım hafifliyor. İki parmağımın arasından çıkan serin suyu emerek ferahlıyorum. Bu gece, Resûlullah dünyâya gelince; Süveybe ismindeki câriyem, bunu bana müjdelemişti. Ben de, sevincimden, onu azâd etmiş ve ona süt annelik yapmasını emretmiştim. Bunun için, bu gecelerde azâbım hafifliyor" dedi. Âyeti kerîme ile kötülenmiş olan, Ebû Leheb gibi azgın kâfirin azâbı hafifleyince, O yüce peygamberin ümmetinden olan mü'min, bu gece sevinir, malını dağıtır, (ya'ni gücünün yettiği kadar ihtiyaç sahiplerine yardımda bulunur, sadaka verir) böylece, Peygamberine olan sevgisini gösterirse, Allahü Teâlâ ihsân ederek, onu Cennetine sokar. Mevlid cemiyeti yaparak, Kur'ân-ı kerîm ve Mevlidin-Nebî okumak, sonra yiyecek ikrâm etmek, sonra dağılmak iyidir. Bunu yapana ve orada bulunanlara sevap verilir. Bunun için, müslümanların mevlid gecelerinde toplanarak, mevlid kasidesi okumaları, tatlı şeyler yedirmeleri, hayrât ve hasenât yapmaları, böylece, o gecenin şükrünü yerine getirmeleri, müstehâb oldu. Sünen-i İbni Mâce şerhinde, haram, yasak şeyler karıştırmadan mevlid cemiyeti yapmanın zararlı olmadığı ve müstehâb olduğu bildirildi. "
-
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
31. Muhammed Mazhar İş’an Can-ı Canan (k.s.)
Şeyh Mazhar-ı Îşân Can-ı Cânân (k.s.) Hazretleri, Şeyh Habibullah Cân-ı Cânân (Ahmed Saîd) Hazretleri'nin kıymetli oğlu olup, büyük ba-bası Hafız Ebû Saîd Sâhib'in halifelerindendir.Hicret'in 1248'nci (M.1832) yılında Hindistan'ın (Lekhenva) köyünde doğmuştur. "Mazhâr-ı Muhammed" doğumlarına tarih düşmüştür.
Büyük babası Ebû Saîd Müceddidî Hazretlerinden 7 yaşında iken Tarîkât-ı Aliyye'yi ahzetmiş, 15 yaşında Kur'an-ı Kerîm'i ezberlemiş ve 20 yaşında da Tarîkat-ı Aliyye-i Nakşibendiyye'den icâzet almıştır. Büyük babasının da sohbetlerinde bulunarak (Kaadiriyye, Sühreverdiyye, Çeştiyye ve Kübreviyye) tarîkatlarından da icâzet almışlardır.
Şeyh Mazhr-ı Îşân Can-ı Cânân (k.s.) Hazretleri, Sarf ve Nahvi, Mevlana Habîbullah'tan, Hadîs, Tefsir, Usûl, Mektûbât ve Risâle-i Kuşeyriye gibi kıymetli ilim ve kitapları Büyük Babasından okumuşlardır. Babasının Farsça yazdığı (Enhâr-ı Erbaa) isimli kıymetli eseri, Arapça'yatercüme etmiştir.
Kendilerinde Harameyni'ş-Şerifeyn'i ziyaret etme arzusu çoğaldığı için, Hicret'in 1256 'ncı (M. 1840) yılından önce Mekke-i Mükerreme ve Hac'dan sonra da Medine-i Münevvere'ye giderek Seyyid-i Kâinât Aleyhi Efdalü't-Tahiyyat Efendimiz Hazretlerindenbir çok inâyet ve kerâmetlere mazhar olarak Dehlî'ye avdet buyurdular. Bir müddet Dehli'de ikaamet etikten sonra bütün âile efradı ile beraber Mekke-i Mükerreme'ye gittiler. Bazen Mekke-i Mükerreme Bazen Medîne-i Münevvere ve bazen de Tâif'te otururlardı.
Şeyh Mazhar-ı Îşân Can-ı Cânân (k.s.) Hazretleri, Muhterem pederleri Medine'de irtihal ettikten sonra da Mekke-i Mükerreme'de irşada devam etmişlerdir.
Ramazan-ı Şerif'te, Buhârî-i Şerifi okumak, teravihlerde her gece üç cüz Kur'an-ı Kerîm tilâvet etmek sûretiyle on gecede bir hatim indirmek, Muharrem'in 10'uncu günü Müslîm'i hatmetmek, yine Muharrem'in 10'u ile Pazartesi, Perşembe ve her ayın 13, 14, 15'inci günlerinde oruç tutmak, her gün öğleden sonra tefsîr-i şerîf,hadîs-i şerîf veMektûbât-ı İmam-ı Rabbanî'yi okutmak gibi çok güzel âdetleri vardı.
Şeyh Mazhar-ı Îşân Can-ı Cânân (k.s.) Hazretleri, Zâhirî ve bâtınî ilimlerde mükemmel idiler. Pederleri müridlere teveccüh işini ona havale ederdi. Nice Hak yolunu isteyen insanlar, kıymetli sohbetleriyle müşerref olurve hidayet bulurlardı.
İmamı Rabbani Hazretlerinin iki ciltlik Mektûbât-ı Kudsiyye kitabını tercüme eden Muhammed Murad Kazânî, Şeyh Mazhar-ı Îşân Can-ı Cânân (k.s.) Hazretleri'nin halifelerindendir.
Muhammed Murad Kazânî aynı zamanda aslı farsça olan Reşahat kitabını da kenarlarına arapça zeyller yaparak arapçaya tercüme etmiştir ki, bu haliyle Reşahat kitabı çok daha kıymetli bir eser haline gelmiştir.
Ehlince malumdur ki, Reşahat kitabı Silsile-i Sâdât-ı Nakşıbendiye'yi Hâce Ubeydullah Ahrar Hazretlerine kadar anlatmıştır. Zira Reşahat ki-tabının müellifi Şeyh Ali Hirevî , Ubeydullah Ahrar Hazretlerinin halifele-rindendir. Ubeydullah Ahrar Hazretlerinden sonra gelen Muhammed Zâhid Bedahşî Hazretlerinden itibaren Muhammed Mazhar (Mazhar Îşân) Hazretlerine kadar olan kısmı da işte bu arapça Reşahat kitabının zeylinde buluyoruz. Bu Zeyl, bilhassaAbdullah Dehlevi Hazretlerinden sonra gelen silsilenin mühim kaynaklarından biridir.
Şeyh Mazahar-ı Îşân Cân-ı Cânân (k.s.) Hazretleri, Hicret'in 1301 (M.1883) yılında İrtihâl-i dâr-ı naîm buyurmuşlardır. (Kaddesallahu Sirrahül Aziz)
-
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
32. Selahüddin İbn-i Mevlana Siracüddin (k.s.)
Buhâra'lıdır. Şeyh Mazhar İşan Cân-ı Cânân (k.s.) Hazretlerinin en büyük halifesi idiler. Altun Silsile'nin dokuzuncu büyük rütbesi ve otuz ikinci halkasıdır.
Devamlı istiğrak halinde, zamanın kutbu ve tayyi mekân sahibi idiler. Sabah namazlarının ekserisini, bu sûretle yani tayyi mekân ile Kâbe-i Muazzama'da kılarlardı.
Mekke Şerîfi Hüseyin'in İngilizlerle anlaşarak Osmanlı İmparatorluğuna ihanet ettiği Birinci Dünya Harbi yıllarında, Salahuddin İbn-i Mevlâna Süracüddin Hazretleri, son haclarını îfâ etmek üzere Mekke-i Mükerreme'de bulunuyorlardı. Şeriflik iddiasındaki bu hâin, kendilerinin pek çok kerâmetlerini duymuş ve itibar edilir bir zât olarak tanımıştı.
Bu münâsebetle kendisinden korkarak hapsettirdi. Kapılara kalın zincirler vurdurdu. Salâhuddin Hazretleri kalın zincirleri kırmak sûretiyle hapishane kapısını açıp çıkmak kerâmetini gösterdiler. Ve ertesi gün Altun oluk üzerine çıkıp "Evrâd-ı Fethiye"'yi okumaya başladılar. Şerif Hüseyin tekrar yakalatarak, bu sefer çok daha sıkı tedbirler aldırdı. Ve tekrar hapishaneye koydurdu.
İbn-i Mevlânâ Sürâcüddin Hazretleri zincirleri tekrar parçalayıp ha-pishaneden çıktı. Bunu duyan Şerif Hüseyin memlekete kaçmaması için çok sıkı tedbirler aldırdı. Bütün yollar tutuldu. Bütün bunlara rağmen Salahuddin Hazretleri, Cidde'den hareket eden bir gemiye âile efradı ile birlikte binerek memleketine dönmek üzere yola çıktı. Bu haber duyulunca gemi tepeden tırnağa arandı. Fakat buna rağmen gemide bulunamadı.
Hazret-i Pîr (k.s.) baştan sona kadar aranan gemi ile memleketine sağ-salim döndüler. İngilizler tarafından, geminin yanaşacağı limana, bulunup yakalanması için telgraflaemirler verildi ise de yine bulunamadı. Şerif Hüseyin kendilerini buldurmak için bütün Hicaz'ı al-üst etti. Bunu bildikleri için ona şu manalı telgrafı çektiler:
— Sağ salim memleketime döndüm; boşuna zahmet çekmeyiniz.
Kerâmetleri sayılamayacak kadar çoktur.
Sultan Abdülhamid Han Hazretleri zamanında İstanbul'u teşrif ettiler ve Sultan Abdülhamid Hazretleri tarafından bizzat kabul edilerek, sarayın müsafiri oldular. Sultan Abdülhamid Hazretlerine ve o zaman henüz medresede talebe olarak bulunan Ebul Faruk Süleyman Hilmi Silistrevi Hazretlerine, Nakşibendî yolunu talim buyurdular. Bir müddet İstanbulda kaldılar.
Ezeli takdir icabı kendisinden sonra altun silsilenin halkasını teşkil edecek olan Ebul Faruk Süleyman Hilmi Silistrevî Hazretlerinin Nakşıbendî yolunda terakki ve talimini temin ettiler. 20. Asrın başlarınarastlayan bu ziyaretler esnasında, Osmanlı devletinin başına gelen fela-ketler ve ileride gelmesi mukadder büyük dertler sebebiyle pek çok iltica ve dualarda bulundular. Defalarca erbaıyn çıkardılar. Cenabı Hakka yalvardılar. Fakat bütün bunlara rağmen Ümmeti Muhammedin, üzerine gelmekte olan belaları hakettiğinden kaderi ilahinin tahakkuk edeceğinive bunun önüne geçilmesinin mümkün olmayacağını Sultan Abdülhamid Hazretlerine de izah buyurdur. Bu sebepledir ki, Sultan Abdülhamid Han Hazretleri bir ihtilalle tahttan indirildiğinde ihtilalcilere karşı koymamış "Zâlike takdîru'l azîzil alîm" âyetini okumakla iktifa etmişlerdir.
Salahuddin Hazretleri Saraya müsafir olduğu günlerde İstanbul'un en mühim ziyaret yerlerinden biri olan Ebû Eyyub Sultan Hazretlerinin kabrini de ziyaret ettiler.Emrine saray tarafından tahsis edilen araba ile Eyub'e giderken haliç kenarında"Ya Vedûd Baba" nın türbesini ve türbeye inen füyuzatı ilahiyeyi görünce hayretlerini ifade ettiler.
— Bu zat kimdir, diye sorunca kendilerine:
— "Evliyadan, Ya Vedûd babadır, cevabı verildi. Ziyaretten dönüş-lerinde tekrar aynı yerden geçerken yeniden aynı suali sorunca maiyye-tinde bulunanlar, "Efendi hazretleri ihtiyarladığından galiba az önce sorduğunu ve bizim söylediğimizi unuttu" diye içlerinden geçirirler. Salahuddin Hazretleri ise, bunların iç hallerine vakıf olurlar. Bunun üze-rine bindiği arabanın tekerleğinden bir miktar toprak alarak:
—"Şu sizin düyanızdan gözlerime biraz toprak serpeyim de bari gördüklerimi bir daha unutmayayım" buyururlar. O, devamlı istiğrak ha-linde (müstağrakıyne fîzatillah makamında) oldukları için, bu sözleri ile, insanlarca mühim görülen pek çok şeye ehemmiyet vermediğini izhar buyurmuş oluyorlardı.
Halifelerinden Mirza Abdürrahim Efendi'yi (Tesbihçi Baba'yı) İstanbul'da, Ebul Faruk Süleyman Hilmi Silistrevi Hazretleri'nin yanına bırakarak Buhâraya dönen Salahuddin İbni Mevlana Süracüddin Hazretleri ömrünün son yıllarınıBuhâra'da geçirmiş veBuhâra'da vefat etmiştir.
Kabr-i şerifleri Buhâra'da yüksek bir tepe üzerindedir. Hazret-i Allah aziz sırlarını takdis buyursun, Amin.
-
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
33. Ebu’l Faruk Süleyman Hilmi Silistrevi (k.s.)
http://sites.google.com/site/altunsi...=420&width=388
Ezelî takdir olarak seyyidler zincirinin 33'üncü halkası kendilerinin nasibi olduğundan, bâtınları da ilâhî füyüzât ile alâkalanarak seyyitler zincirinin 32'inci halkası ve bu zincirin 9'uncu büyük rütbesi Selahüddin İbn-i Mevlânâ Sürâcüddin (k.s.) Hazretlerinden seyr-i sûlûklerini tamamladılar. Kendilerine vâki tecelliyâtın büyüklüğünden dolayı, Salâhü'd-dîn İbn-i MevlânâSürâcüddin Hazretleri tarafından Müceddid-i Elf-i Sânî İmam-ı Rabbanî Ahmed Fârukî-i Serhendî Hazretlerinin nisbet-i rûhaniyesine teslim edildiler.
Bu sûretle seyyidler zincirinin 33'üncü ve sonuncu halkasını teşkil ederek, dünyanın şu son zamanlarında ilâhî feyzden nasipleri bulunan insanları yüksek himmetleriyle dalâl çukurundan, iman ve ihlas sahasına çekip çıkardılar, halen de çıkarmaktadırlar.
Ebu'l-Fârûk Süleyman Hilmi Silistrevî (k.s.) Hazretleri, (H.1306) M. 1888 yılındaSilistrenin Ferhatlar köyünde doğdu. 16 Eylül 1959'da (H.1379) İstanbul'da irtihal buyurdular. (Kaddesallahu Sirrahü'l-Eazz) Ancak, tasarruf ve irşâdları, yukarıda da zikri geçtiği gibi halen devam etmektedir.
Süleyman Efendi (Kuddise Sirruh) tahsili esnasında yüksek zekâ, çalışkanlık ve takvâsı ile talebeler arasında temayüz ederek hocalarının dikkat nazarlarını çektiler.
İlim tahsili hususunda irâdelerini o derece zorladılar ki, mübarek burunlarından, okuduğu kitapların sahifeleri üzerine, zaman zaman kan damladığı olurdu.
Yine bu hususta uyku ile akıllara durgunluk verecek şekilde mücadele ederek ilim tahsiline devam ederek derslerini tamamlamıştır. Kış günlerinde ise, pencerelerinden uzanarak aldıkları bir parça karı avuçları içinde sıkar ve enseleri ile gömleklerinin yakaları arasına koyarlardı. Enselerindeki kar topunun vücut hararetlerinde yavaş yavaş erimesi neticesi, sırtlarından aşağı inen ince su yolu, dâima uyanık bulunmalarını te'min ederdi. Bütün bunlarla Süleyman Efendi Hazretleri (k.s.) evlatlarına, ilim tahsilinin zor olduğunu, ancak her türlü müşkilâta göğüs gererek ilim tahsiline gayret etmenin lüzumunu, muhteşem bir misal halinde anlatmak isterlerdi.
Bilâhare o zamanın tabiri ile dersiâm olarak yetişmek, yani ihtisasını (doktorasını yapmak üzere Süleymâniye Camii Medreseleri'nde "Medresetü'l-Mütehassisîn" 'in tefsîr ve hadîskısmına gidip oradan da birincilikle mezun oldular.
Medrese-i Süleymâniye'ye girmeden önce Medresetü'l-Kuzat (kaadî yetiştiren mektep)'in de giriş imtihanlarını birincilikle kazandılar, fakat bunu büyük bir sevinçle pederine bildirdiği zaman O'ndan aldığı telgraf şu oldu:
— Süleyman ben seni cehenneme göndermek için İstanbul'a göndermedim.
Pederleri bu telgraf ile kendisine, Peygamber Efendimizin; "Üç kadîden ikisi cehennemde birisi cennettedir." meâlindeki hadîs-i şeriflerini hatırlatmış oluyordu. Süleyman Efendi (k.s.) pederine verdiği cevapla, kendisinin asla kaadîlik (hâkimlik) mesleğine sülûk etmeye niyetli olmadığını, maksadının devrinin bütün zâhirî din ilimleri sahasında kemâle ermek olduğunu bildirdi ve Medrese-i Süleymâniye'nin, tefsîr ve hadîskısmındandiplomasını alıp dersiâm olduğu gibi, Medresetü'l-Kuzât'tan da diplomasını iyi derece ile alıp kaadîlik rütbesine ulaştılar. Böylece devrinin aklî ve naklî ilimlerinden de en yüksek dereceyi ihraz etmiş bulundular.
Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.) Hazretleri Ceddi, İdris Bey'e dayananşerefli ve soylu bir âiledendir. İdris Bey, Fatih Sultan Mehmed Han tara-fından, Tuna Han'ı nasbedilmiş ve üstelik kendisine kız kardeşi tecviz edilmiş bir zâtidi.
Süleyman Efendinin (k.s.) dedeleri (Kaymak Hâfız)namıyla mâruf bir zât olup 110 yaşına doğru vefat buyurmuşlardır. Muhterem Pederleri Osman Efendi ise, tahsilini İstanbul'da tamamlamış ve Silistre'nin Satırlı Medresesi'nde yıllarca müderrislik etmiş mâruf bir zattır.
Süleyman Efendi (k.s.) ilk tahsilini Satırlı Medresesi'nde ve Silistre Rüştiyesi'nde yaptı. Daha sonra tahsilini tamamlamak üzere pederleritarafından İstanbul'a gönderildi. Pederleri kendisini İstanbul'a gönde-rirken:
— Oğlum! Usûl-ü Fıkıh ilmine iyi çalışırsan dininde kuvvetli olursun. Mantık ilmine iyi çalışırsan ilminde kuvvetli olursun, diye tavsiyede bu-lundu.
İstanbul'da Fâtih Dersiâmlarından ve devrin meşhur âlimlerinden Bafralı Ahmed Hamdi Efendi'nin ders halkasına oturan Süleyman Efendi (k.s.) ondan dabirincilikle icâzet aldılar.
Ebu'l-Fâruk Süleyman Hilmi Silistrevî Hazretleri'ninbâtın ilmi ile alâ-kalı olarak, damadı ve bağlısı muhterem Kemal Kacar tarafından (Son Devrin Din Mazlumları) isimli kitap için Necip Fâzıl Kısakürek'e verilen notlardan bir bölümü ehemmiyetine binâen okuyucularımızınittilâına arzediyoruz.
"Süleyman Efendi'nin bâtın ilmine, yani tasavvuftaki mânevî cephe-sine gelince; Şüphesiz bu husus ehline mâlûmdur. Zâhirî akıl vezekâ ile idrâki mümkün olamaz. Öyle ki, bir insan müslüman olabilir, tahsilli ve akıllı olabilir, hatta iç hayatı münkir olmaz da; yine tasavvuf ve irşada ehil bir zât ile karşılaştığı halde o zât, ilâhî irâde ile kendisini ona bildirmez ise, dünyalar bir araya gelse O'nun feyzlerinden haberdar olamazlar. Bizim ise kendisinin mânevî cephesi üzerinde zerrece tereddüdümüz yoktur. Biz bu noktayı " İlm–el–yakîn" biliyoruz.
Kendisinin tasarrufunu ve ruh melekeleri üzerindeki te'sirini, öz ruhumuzda ve vücûdumuzda hissetmiş enfüsî ve kevnî kerâmetlerinin üstün irşad hârikalarını fiil halinde ve hakkıyle müşahede etmiş bulunuyoruz. Allah'ın bu husustaki inâyet ve lütfuna mazhar olduğumuza, kendilerinin kâmil ve mükemmel mürşid olduğuna, " Silsile-i Sâdâd: Büyükler zinciri" kolunun 32'inci ferdi, Salâhüddîn İbni Mevlânâ Sürâcüddin Hazretleri'nin cismânî nisbet,İmam-ı Rabbânî Hazretleri'nin de rûhânî nisbetle varisleri bulunduğuna imanımız tamdır."
Kendisinin bu cephesini anlamayanların, anlamakta acz gösterenlerin, hiç olmazsa aksini iddiâ etmemelerini ve kendisinde bir mürşid hali görmediklerini söylemekten çekinmelerini, dünya ve âhiret yıkımına uğramamaları bakımından tavsiye ederiz."
Efendi Hazretleri'nin muhterem babası, Müderris Osman Efendi henüz evlenmeden önce bir gece mânâ aleminde şöyle bir şey gördü:
"Göğsünden bir ışık parçası koparak yükselmeye başladı. Bu ışık parçası, yükseldi, yükseldi, yükseldi... Tâ ki, bütün dünyayı ve belki de dünyaları aydınlatana kadar..."
Bu gördüğü rüya Müderris Osman Efendi'ye çok tesir etti. Bunu kendi sulbünden hayırlı bir evlat olarak yorumladı.
Aradan bir müddet geçti; Osman Efendi, Hatice hanım'la dünya evine girdi. Allah, kendisine, dört erkek evlât bahşetti. O da bunlara, sırasıyla, Fehim, Süleyman Hilmi, İbrahim ve Halil isimlerini verdi. Çocuklar büyüyor, Osman Efendi de, rüyada kendisine işaret edilenin hangisi olduğunu anlayabilmek içinonların hâl ve tavırlarını dikkatle takip ediyordu. Neticede bu dikkatini Süleyman Efendi üstünde yoğunlaştırdı. Artık onu yakından takip ediyor ve onun yetişmesi için daha fazla gayret gösteriyor ve yanından hiç ayırmıyordu. Nereye giderse yanında götürüyordu.
Bir gün birlikte giderlerken, bir manda yavrusunun, körpe bir fidana sürtünmekte ve onu hırpalamakta olduğunu gördüler. Osman Efendi bu kıymetli oğluna:
— "Süleyman, koş oğlum! O manda yavrusunu fidanın yanından kov" dedi. O da hemen gidip, manda yavrusunu fidandan uzaklaştırdı. Bunun üzerine Osman Efendi oğluna:
—"Oğlum, unutma! Ağzı dili olmayan canlılara yapılan iyilik de bir sadakadır" buyurdu.
Osman Efendi, bu kıymetli oğlunu Satırlı Medresesi'ndeki tahsilini tamamladıktan sonra Silistre Rüşdiyesi'ne verdi. Silistre Rüşdiyesinden mezun olduktan sonra da dini ilimlerin ve hilafetin merkezi İstanbul'a gönderdi. Giderken kendisine pek çok nasihat ve tenbihlerde bulundu.
Efendi Hazretleri İstanbul'da ilim tahsilinde iken birgün ağır şekilde hastalandı ve yatağa düştü. Hastalığı öyle ağırdı ki, hayatından ümidini kesti...O bu halde iken, üstazıBuhâra meşayıhından Nakşıbendî Şeyhi Salahuddin İbn-i Mevlana Süracüddin Hazretleri (k.s.) kendisini ziyarete geldi. Hayattan ümidini kesen Süleyman Efendi'nin gözlerinden inci gibi yaşlar süzülüyordu. Bunun üzerine üstazı:
—"Evladım, hiç üzülme! Bu hastalıktan iyileşeceksin, okuyup büyük adam olacaksın ve çok itibar göreceksin. Hatta sen, kaptanı gayri müslim olan bir gemiye binecek olsan, o dahi sana saygı gösterecek..."diye iltifatlarda bulundu.
Efendi Hazretleri, İstanbulda o zamanın en büyük dersiamlarından Büyük lakabı ile bilinen Bafralı Hamdi Efendinin ders halkasına girdi. Buradaki tahsil hayatı da çok başarılı geçti. Medrese muhitlerinde kendisi hakkında:
—" Yetişirse iyi bir âlim olacak" diye konuşuluyordu.
Efendi Hazretleri İstanbul'daki tahsili sırasında, bir yılda veya iki yılda bir ancak izine gidebiliyordu.
1916 senesinde Bafralı Hamdi Efendi'den birincilikle icazetnâmesini aldı. Bu sırada28 yaşında idi.
İlmî kariyerine son noktayı koyabilmek ve dersiâm olabilmek için, Süleymaniye Medreselerinden Medresetü'l-Mütehassisîn'in"Tefsir ve Hadis" kısmına kaydoldu. Aynı yıllarda Medresetü'l-Kuzat'ın, yani Kadılık Mektebi'nin imtihanına girdi ve burayı da birincilikle kazandı.
Medrestü'l-Kuzat'tan iyi derece ile, Medresetü'l-Mütehassisin'in Tefsir ve Hadis bölümünden ise, 1919 yılında birincilikle mezun oldu.
Böylece, bir taraftan "İslam Hukukçusu" diğer taraftan "Dersiâm" olmuş oluyordu. O zamanın ilim muhitinde dersiâm,umumi müderris, yani icâzetnâme verebilenalim demekti ve bu ilmî en yüksek rütbe idi.
Bu senelerde ise Osmanlı Devleti son anlarını yaşıyordu. Birinci dünya harbinden mağlub olarak çıkmış, memleketin her tarafı Avrupalı istilacılar tarafında istila edilmişti. Ardından İstiklal harbi başlamış, neti-cede İslam halifeliğinin merkezi olan Osmanlı devleti yıkılmış halifelik kaldırılmış, yerine Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştu. Yeni devletin yeni yeni kanunları da oldu. Bunlardan biri de Tevhid-i Tedrisat Kanunu idi.
Bu kanuna göre Medreseler ve diğer dini eğitim müesseselerinin tamamı kapatıldı. Eğer gerekirse din eğitimi delâik Türkiye Cumhuriyeti okullarındaverilecekti...
Bu haber, İstanbulmüderrisleri cemiyetinde hararetli tartışmalara sebeb oldu. O vakit, bu müderrislerin sayıları 500-520 civarındaydı. Bu kanunla, hepsinin asıl vazifesi olan "müderrislik"lerine son verilecek, kendileri de, yeni hükümet'in uygun göreceği müftülük, imamlık, vaizlik gibi yeni vazifelere tayin edilecekler veya emekli olacaklardı.
Müderrislerin hemen hepsi, bu durumu kabullenmiş gibi görünüyor-lardı.
Efendi Hazretleri ise, bu hadisenin, din ilimlerinin ve Kur-an ilimlerinin kaybolmasına sebeb olacağını düşünüyor ve durmadan diğer arkadaşlarını ikâz etmeye çalışıyor ve onlara şöyle diyordu:
—"Ey dersiâmlar! Sizler bu memlekette, bu gün için dinin teminatlarısınız. İkişer, üçer kişi okutup, bir iki nesil boyu, İslam'ın ömrünü uzatmış olacaksınız. Bunu yapmazsanız, huzur-u ilâhîde mesuliyetten yakanızı kurtaramazsınız."
Fakat zamanın idaresinin dine bakış açısını bilen müderisler, hiç de istekli görünmediler.
Efendi Hazretleri sonunda, arkadaşlarından bazılarını güçlükle ikna ederek Ankaraya imzalı bir dilekçe gönderdiler. Bu tarihi dilekçede dersiamlar şöyle diyorlardı:
—"Biz, aşağıda isim ve imzaları bulunan dersiâmlar, Hükümetimizin Harb-i Umumi gibi büyük bir felaketten çıkması dolayısıyla, mâli muza-yaka (sıkıntı) içinde bulunduğunu dikkate alarak, dinî ve İslâmî ilimleri fahriyyen (maaşsız) okutmaya hazır olduğumuzu bildirir..." Bu dilekçeye Ankara'dan şöyle bir cevap geldi:
"Memlekette Tevhid-i Tedrisat Kanunu yürürlüktedir, hilafına hareket şiddetle cezayı müstelzimdir."
Bunun üzerine dersiamlar çeşitli memuriyetlere tayin edildiler. Efendi Hazretleri de İstanbul'a Vaiz olarak tayin olundu.
Dersiamların "Artık hocalıkta bize ekmek kalmadı. Bize tevdî edilecek yeni mesleklere gidelim." diye pek çokları da hakimlik ve savcılık gibi vazifeleri tercih ettiler.
Efendi Hazretleri bu arkadaşlarını şu tarihi sözleriyle ikaz etmeye çalıştı:
— "Efendiler, hocalık bir meslek, bir ekmek teknesi değildir. Hocalık Allah'ın, resûlullah'ın, kitâbullah'ın ve din-i mübin'i İslam'ın tebliğ me-murluğudur" .
Bu ikazlar hiç bir netice vermedi ve Efendi Hazretleri bu sahada yalnız kaldı.
Takatinin yettiği kadar İslamî ilimleri okutmaya karar verdi.
SILAİ RAHİM
1926 senesinde, şimdi Bulgaristan hudutları içinde kalan doğup büyüdüğü 200 hanelik Ferhatlar Köyü'ne bir ziyaret yaptı. Bu ziyareti 40 gün sürdü. Seneler önce ilim tahsili için ayrıldığında bir Osmanlı beldesi olan Ferhatlar ve tarihî Silistre şehrini son defa ziyaret ediyordu.
Efendi Hazretleri anne ve babası ile hasret giderdi. Geşmişleri birlikte yâd ettiler.
Kimbilir belki de, Müderris Osman Efendi, talebeyken gördüğü rüyayı,muhterem oğluna anlattı ve bu rüyada gördüğü nurun kendisi olduğunu ve buna layık olması için çalışması gerektiğini söyledi.
40 gün sonra,dünya gözü ile anne ve babasına son defabakıp vedâ ederek İstanbul'a döndü.
DİNİİÇİN VERDİĞİ MÜCÂDELE
Efendi Hazretleri İstanbul'a döndükten sonra yine bütün gayreti ile dinin yayılması hizmetlerine sarıldı.
Ancak talebe okutmak istiyor, fakat talebe bulamıyordu. O günkü idârenin İslam dini üzerine uyguladığı baskı ve zulümden korkan insanlar, bırakın okuyup yazmayı, seslice "Allah" demekten bile korkuyorlardı. İslam'ın 5 temel şartı yerine getirilmiyor,bir hatim duası veya bir yağmur duası merasimi bile tertiplenemiyor, babalar anneler kendi çocuklarına bile Kur'anı Kerimi ve dini bilgileri okutamıyorlardı. Özel mahkemeler kurulmuş şehir şehir dolaşmış, şehir ve kasabalarda hatırı sayılır ne kadar hoca buldularsasudan bahanelerle idam etmişlerdi. Artık hoca da kalmamıştı. Ülkede yeni rejimi oturtmak uğruna tam bir hürriyetsizlikve baskı hüküm sürüyordu. Hocalar hocalıklarını, müslümanlar müslüman-lıklarını gizlemek zorundaydı. "Herkes pireler gibi saklanıyor" ve kimse ortaya çıkmıyordu.
Efendi Hazretleri (k.s.), ogünleri şöyle anlatıyor:
—" Okutma imkânı yoktu, fakat okuyan da bulamadım. Bir zaman geldi, mebus maaşı kadar para verip talebe okutmak istedim, bulamadım. Parayı alıp kaçıyorlardı; çünkü korkuyorlardı. O zaman, ümidim kırıldı. Bu ilimler yeryüzünden kaybolacak diye korkuyordum. Bunun üzerine kızlarımı okutmaya başladım. İleride torunlarım olursa onlara öğretirler ve böylece bu ilimler yeryüzünden kaybolmaz, dedim. Fakat sonradan Cenâb-ı Hakk sebepler halketti ve okutma imkânı buldum. Yaşlılardan başladık, gençler daha sonra geldi. Ve şimdi yürüyor... Bütün bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın bize lûtfudur."
Efendi Hazretleri, bir yandan İstanbul'un değişik camilerinde vaaz ediyor, bir yandan da camilerin müezzinliklerinde, apartman bodrumla-rında, bulabildiği her yerde talebe okutmaya çalışıyordu. 1936 senesinde gençlerden ilk talebesi Tüccar Halil Kacar Bey'in oğlu Mehmed Kemal Bey idi.
Neticede yavaş yavaş bir ilim halkası oluştu. İslâmî ilimleri tahsile Önce yaşlılar gelmişti. Gedikpaşa'daki Azakzâde apartmanının bodrumunda, Avukat Osman Bey, Tüccar Hacı Refik Bey, Biletçi Mehmed Efendi'yle oluşan halkaya sonra, biletçi Hüseyin efendi, Tüccar Çırpanlı Mustafa Efendi, Beypazarlı Terzi Ali Bey, Kalaycı Mustafa Efendi dahil oldu.
Çember zaman geçtikçe büyüyordu...Topçular'da, Kısıklı'da, Şehzâdebaşı'nda hayli talebe birikti.
Bu arada gizli polis teşkilatının amansız takipleri sürüyordu. Tutuklamalar, nezaretler, sorgular, işkenceler, zulümler, onun azimli ve şerefli direnişi karşısında eriyip gidiyordu. İstanbul'da bunalttılar, Kabakça'ya oradan Kuşkaya mağarasına gitti. Orada dayakaladılar, Toroslar'a gitti. Trende ve vapurda yolcu gibi oturup müteaddit gidiş gelişler yaparak bazı talebelerine dersler okuttu.
—"Bizim hiç duracak zamanımız yok. Ümmet-i Muhammed'in evlatları cehenneme bir sel gibi akıp giderken, biz onlara seyirci kalamayız. Bu selden ne kütük kurtarırsak kârdır" diyordu.
Bu defa vaizlik belgesini iptal ettiler. Hiç oralı olmadı. Gûya maddi imkânsızlıklarla yoracaklar, ona rahatsızlık vereceklerdi.
—"Biz, değil yorgunluk, rahatsızlık, mezara gidiyor dahi olsak, okumak, okutmak ve hizmet denince, koşarız" buyuruyordu.
Böylesine bir hal Silsile-i Sâdât-ı Nakşıbendiyye ricâlinden hiçbirinin devrinde vukubulmamıştı. Hatta dünya tarihinde bile yoktu. İşte Efendi Hazretlerininirşad vazifesi ile vazifelendirildiği devir böyle bir devirdi.
Nihayet ne oldu ise ve nasıl oldu ise, 1949'da resmî Kur'an kurslarının açılmasına izin veren kanun çıktı. Nizamlı intizamlı, yerleşik olarak başlayan Kur'an kursları, 1950 Demokrat parti iktidarının getirdiği nisbeten rahat ortamda, hızla inkişaf etti...
1950 SONRASI
1950'lerde, dini faaliyetler kısmen rahatladı.
1951'de Konya Lezzet Lokantası sahibi Mustafa Beyin Çamlıca'daki evinin birinci katında ilk Kur'an kursu açıldı. ilk "resmî" Kur'an kursu ise 1952'de Aziz Mahmud Hüdaî hazretlerinin çilehânesinin yanında bulunan bir binada, Üsküdar müftülüğüne bağlı olarak faaliyete geçti.
Bir yandan yeni başlayanlara "ibtidaî" dersler okutulurken bir yandan da "Tekâmül" seviyesindeyüksek dînî dersler veriliyordu. Efendi Hazretlerinin iki aylık hızlı kurslara tabi tuttuğu talebeler, müftülük imti-hanına girip imtihanı kazanıyorlardı.
TALEBE İLE ÇOK YAKINDAN ALAKADAR OLUYORDU
Efendi Hazretleri (k.s.), talebenin her türlü ihtiyaç ve dertleriyle bizzat meşgul oluyordu.
Birgün talebe başkanını çağırmış, yemeklerinin durumunu sormuş-lardı. Talebe başkanı,
—" İyi efendim, aramızda biraz para da topladık. Onunla sirke aldım, yemeklerin yanında domates salatası yapıp yiyoruz" deyince, Efendi Hazretleri (k.s.), iç cebinden çıkardığı dörde katlanmış bir elli lirayı başkana uzatarak:
—" Bir daha aranızda para toplamayın, ihtiyacınız olunca bana haber verin" buyurmuştu.
—"Talebeden para alınmaz, talebeye para verilir" diyordu. Talebenin ihtiyacını bizzat kendisi temin ederdi. Vaizlik maaşı dahil, devletten aldığı ücrete hiç dokunmayıp, talebelerine sarfediyordu.
ANADOLUYA YAYILIYOR
Kurslar Anadolu'da açılmaya başladı. Antalya, Kütahya, Bolu, Düzce, Adapazarı, Çorum, Ankara, Konya ve İstanbul'da yetişen talebeler yeni açılan yerlere hizmete, talebe okutma ve halkı irşâd etmeye gönderiliyordu. 1952-1959 hizmetlerin patlama yılları oldu.
Memleketin dört bir yanında hizmet veren talebelerinden aldığı hizmet haberleri, onu en sevindiren şeydi. Hepsini tek tek dinler, onları teşvik ederdi. Her Kur'an kursu açılış haberi gelince, ziyadesiyle memnun olur, ders veya sohbet esnasında bile olsa, ara verip hemen:
— "Hadi bu nimetler karşısında iki rekat şükür namazı kılalım, diyerek yanındakilerle birlikte şükür namazı kılarlardı.
Bir gün Prof. Dr. Asâf Ataseven,Efendi Hazretleri'ni (k.s.) ziyarete gittiğinde, Efendi Hazretleri'nin arkasında işaretlenmiş bir harita görerek bunun mahiyetini sormuş, o da, bunların, açılan Kur'an Kurs'larının yerleri olduğunu ifade etmişti.
Onu en çok sevindiren olaylardan birisi de talebelerinin hizmete şevkle gitmesi idi.
Bolu'da, bir gün sonra hizmete dağılacak talebelere, yaşlıca bir zât:
—" Nereye gönderilse gider misiniz?" diye sormuş, talebelerin hepsi aynı cevabı vermişti:
—" Nereye olsa gideriz, çünkü Hazret-i Üstâz bizi yalnız bırakmaz." demişlerdi. Bunun üzerine o zat;
—"Siz Hazret-i Üstâd'ı annenizden babanızdan daha mı çok seviyorsunuz." dedi. Onlar da;
—"Evet, biz Hazret-i Üstâz'ı annemizden, babamızdan daha çok seviyoruz." cevabını verdiler.
Bunun üzerine o zât, hadiseyi Efendi Hazretlerine anlatınca Efendi Hazretleri :
—"Tabii... Anne babaları onların bu denî dünyaya gelmelerine vesîle olmuştur. Biz ise onları Alem-i Ervahtan alıyoruz, dünya, kabir, mahşer ve sualden geçirip, cennet ve cemâl-i İlâhi'ye kadar götürüyoruz" buyurduar.
ZEVCELERİNİN YARDIMI
Bütün bu zorlu yıllarda, muhtereme zevceleri Vâlide Sultan Hafize Hanımefendi de, Efendi Hazretleri'ne tam destek olmuş, sıkıntıları, zorlukları efendisiyle paylaşmıştır.
Sıkıntıların çok olduğu senelerin birinde Vâlide Sultan:
—"60 talebenin bir arada, huzur içinde, sıkıntısız olarak ders okuduğunu görürsem 60 kurban keseceğim" diye nezr etmişti.
1955'lerde, sadece bir kursta 160 talebe bir arada huzur içinde ders okuyordu. Vâlide Sultan da her hafta bir kurban kestirip talebeye ikram ettirmek suretiyle nezrini yerine getirmişti.
CEZAYİR MÜSLÜMANLARI İÇİN YAPTIĞI DUA
Efendi Hazretleri, dünyadaki bütün müslümanların derdini kendine dert edinmişti. 1956'da Cezayir müslümanları Fransızlara karşı istiklâl mücadelesi verirken Türkiye hükümeti beynelmilel mahfillerde Fransızları desteklemiş ve Birleşmiş Milletler'deki oylamada Cezayirliler aleyhine oy kullanmıştı. Bu politika İslam dünyasında Türkiye'nin çok büyükitimat kaybına sebep olmuştu. Cezayirde, onbinlerce müslüman kanı Fransızlarca akıtılmıştı.
İşte bu yıllarda Efendi Hazretleri (k.s.), vaazlarında "Cezayirli kar-deşlerimize hiç olmazsa dua ile yardım edelim!"demiş bu dua üzerine savcılıkta ifadesi alınmıştı.
KÜTAHYA -BURSA HADİSELERİ
Türkiye'de1950'de demokrasiye geçilmesine rağmen 1956'larda müslümanlara tekrar baskı oluşmaya başlamıştı. Her ne kadar, iktidar partisi değişmiş ise de, zihniyet değişmemişti. Hükümet çeşitli uygulamaları ile müslümanlara nefes aldırmamaya başlamıştı.
Bursa'da o günün iktidarı tarafındandüzmece Mehdî hadisesi tertip edildi.
Namaz kılmasını bile bilmeyen bir takım kişiler, akşam vakti Bursa Ulucami'ye geldiler. Ertesi gün cuma namazında, hutbe esnasında hadise çıkartıp, müdahele edenlere de saldırdılar. Yakalandıkları vakit, tertip icabı, kendilerini Süleyman Efendi Hazretleri'nin (k.s.) gönderdiğini iddia ettiler.
Bunun üzerineEfendi Hazretleri (k.s.) İstanbuldaki evinden alınarak 59 gün bazı talebeleri ile birlikte Kütahya Hapisanesindetutuldu. Fakat o, hapishanede de Kur'ân-ı Kerîm'e hizmetten geri kalmayıp nice mahkumların hidayetlerine vesile oldu.
Mahkemede, Efendi Hazretleri (k.s.) tarafından gönderildiklerini iddia eden kimselere hakim :
— Siz Süleyman Efendi tarafından gönderildiğinizi iddia ediyorsunuz. Bakın bakalım;Şu insanlar içinde Süleyman Efendi hangisi diye sordu. Efendi Hazretleri'nin "hazırûndan hangisi olduğu"nu bilemediler ve hâkim tarafından kovuldular. Efendi Hazretleri (k.s.) de beraat etti.
TEKERİ PATLAYAN ARABA
1957 senesindeki bu 59 günlük hapisten çıkınca yakınlarından bazıları kendisine:
—"Efendim, rahatsızsınız, biraz dinlenseniz" diye söylediler. O ise onlara şu tarihi cevabı verdi:
—"Evladım, tekeri patlayan şöför, tamir bitince kaybettiği vakti kazanmak için daha hızlı gider. Biz de bu iki aylık kaybı daha fazla çalışıp kapatmamız lazım" buyurmuşlardı.
DÜNYADAN AYRILIŞI
Efendi Hazretlerinde şeker hastalığı vardı. O hastalığına rağmen hizmetten ve talebelerinden bir an ayrılmadı. Ömrünün sonuna kadar her gün, 4 vasıtayla Çamlıca'dan Topçular'a talebelerini okutmaya gitti. Topçular Kur'an Kursunu son teşriflerinde, Kur'an-ı Kerim hatmi yaptır-dıktan sonra talebelerine son derece veciz ve kıymetli nasihat ve tavsi-yelerde bulundu.
Bu konuşması onun veda sohbeti gibi idi. Vefatına işaretle:
— "Bir daha görüşmemiz mümkün değildir. Görüşmemiz inşaallah rûz-i cezâda olur, yevm-i mahşerde olur" buyurdu. Çıkarken de tekrar topluluğa dönüp,
—" Evlatlarımı, dünya gözü ile bir kere daha göreyim" diyerek, onlara baktı ve oradan ayrıldı.
Bu hadiseden kısa bir müddet sonra da madde âleminden mânå âlemine irtihal buyurdular.
CENAZE NAMAZI VE DEFİN HADİSELERİ
Gasil işleri Kısıklı’da evinde yapıldı. Naaşı şerifleri Fatih Camii avlusundaki Dersiamların bulunduğu kısma tevdi edilecekti.
Kısıklı'da, cenâze merasimine katılmak üzere mahşerî bir kalabalıktoplanmıştı. Bir kısmı da Fatih camii'nde toplanmışlardı. Tabut, Üsküdar'a götürülecek, oradan da karşıya geçirilip Fatih Camii avlusundaki mezarlıkta dersiâmlara mahsus kısma defnedileceti. Bunun içinBakanlar Kurulu izni de alınmıştı.
Cenâze alayı, son anda, (Bakanlar Kurulu kararına rağmen) İçişleri bakanı Namık Gedik'in emriyle polisler tarafından durduruldu. Polisler, cenazenin "Karacaahmet Mezarlığına açtırdıkları yere gömülmesi" için zorladılar. Cenaze sahipleri de firaset ve dirayetle, hadise çıkarmadan (istemeyerek de olsa) bu zorlamaya rıza gösterdiler ve Efendi Hazretleri'nin (k.s.) mübârek na'şları Karacaahmet Kabristanı'ındaki makamına tevdi edildi.
Fâtih'te bekleyen kalabalık da bu hadiseyi duyar duymaz karşı tarafa geçmiş ise deçoğu defin merasimine yetişemedi.
Efendi Hazretleri vefatından senelerce önce bir vesile ile şöyle buyurmuşlardı:
— "Bizim dünya hayatımızdan korktukları gibi vefatımızdan da korkacaklar."
.........
Cenazelerini engelleyenlerin âkıbetleri ise; ayrıca incelenmeye değer bir konudur.
Namık Gedik'in 1960 ihtilalinde Harbiye talebeleri tarafından nasıl öldürüldüğü, sonra da alelâde bir çukura nasıl gömüldüğü, diğer mes'ul şahısların da iki sene sonra aynı güne tesadüf (!) eden (16-17 Eylül'deki) idam edilerek ölümleri tarihe mal olmuş bir hâdise olarak meşhurdur.
VEFATINDAN SONRA
Efendi Hazretleri'nin mânevî vazifesi ve irşad salâhiyeti, tamamiyle ve kemâliyle devam etmektedir. Bunu tasavvufî ta'birle ifâde edersek; tasarrufu mânen devam etmektedir.
Nitekim bağlıları, 1959'dan berionun himmet ve teveccühleriyle hiç bir yanlışa ve sapmaya meydan vermeden "Ehl-i sünnet" çizgisinde hizmetlerini sürdürmektedirler. Bu yolla, dünyanın her yanında dînî hizmetler gün be gün inkişaf edip yayılmaktadır.
Bu istikrarlı hizmette onun çizdiği düsturlar çok mühimdir. Bir gün talebelerine :
—"Bu vazifeleri siz devam ettireceksiniz. Buna mecbursunuz. Bunu yapmadığınız takdirde şu 10 parmağımı mahşerde yakanızda bulacaksınız. En nâmüsait zamanlarda dahi talebe okutmaya devam edeceksiniz. Dağ başında olsanız, elinize bir kişi dahi geçse ona Kur'an'ı ve dini öğreteceksiniz..."
Onun hedefi, Kur'an ilimlerini öğretmek ve yaymanın yanında, Kur'an'ın hükümlerini de yaşatmaktı. Hayata taalluk eden hususları öğrenmekle kalmayıp, aynı zamanda harfiyyen tatbik edilmesini de isterdi. Kendisi, bizzat yaşayarak, Resülüllahın sünnetine uygunbir hayatın nasıl olması gerektiğini, talebelerine gösterir, sadece " kâl"yani söz yoluyla değil, "hâl" yani şayarakirşadda bulunmalarını ister ve tenbihlerdi. Ders için zaman ve mekân seçmezdi. Ders yeri ne kadar uzak olursa olsun, dersini aksatmazdı. Kısıklı'dan topçular'a 4 ayrı vasıtayla ulaşabilmesine rağmen hiç yüksünmeden gidip gelirdi. Günün 24 saatinin uyku ve ihtiyaçları dışındaki bütün vakitlerini bu uğurda harcar hatta az uyumalarına rağmen "Allah bizi az uykuyla kandırsa da, keşke daha çok ders okusak" diyerek, günün tamamını değerlendirmek isterdi.
ÇOK SÜR'ATLİ BİR EĞİTİM
Efendi Hazretleri (k.s.), dinî eğitim ve tedrisata muazzam bir sür'at kazandırmıştır. Eskiden 10-15 yıl süren tedrisatı, Cenâb-ı Hakk'ınlütfuyla, 2-3 seneye sığdırmıştır.
Hayattayken basılmış tek eseri"Kur'an Harf ve Harekeleri" isimli küçük elif-ba cüzüdür. Bu kiymetli eserle, Kur'an-ı Kerim'i öğrenmek, aylardangünlere, hatta saatlere inmişti.
—"Şimdi sürat zamanıdır, tahsili uzatma zamanı değildir" buyururdu.
DERS OKUTMA METODU
Bir müddet okuttuğu talebelerini, Anadolu'nun muhtelif yerlerine gönderir, va'z u nasihatler ettirir, oradaki müslümanlara Kur'an öğretmelerini tenbih ederdi. Vazifesini tamamlayıp gelenlere, okumadıkları kitapları okutarak, tedrisatlarını tamamlardı. Onun talebeleri bir taraftan ilim tahsil ederken, diğer taraftan da Ümmeti Muhammed'in evladına öğretirlerdi. O ve talebelerinde "hizmette emeklilik yoktu". Peygamber Efendimizin, beşikten mezara kadar ilim tahsil etme düsturunu bizzat uygular ve talebelerine de uygulatırdı. Medresedeki, hocanın ibareyi okuyup mâna vermesi ve talebelerin dinlemesine dayalı öğretim metodu yerine, talebelerin önceden çalışarak ibâreyi okuma, manâ verme ve anlatmasına, hocanın da onların eksiklerini tamamlamasına dayalı yeni bir metodla tedrisat yapardı. İbareyi, ders halkasında bulunan bütün talebelere sırasıyla okuttuğundan, talebelerin dikkatini kitaba ve derse yoğunlaştırırdı. İbareyi okuyan talebeye;
—"Harf-i cer'e dikkat et, zamiri atlama" gibi ip uçları verdikten sonra okutur ve onların yaptığı küçük hataları görmezden gelirdi. İbârenin bütününü ve anlatılmak isteneni anlayabilmişlerse, telaffuz ve iğrab hatalarına kızmaz:
—"Dumanı doğru çıksın yeter" diye onları teşvik ederek ezbercilik yerine dersin özünü kavramalarına önem verirdi. Meseleleri izah ederken kaynak gösterir, delilsiz hüküm vermezdi.
Medreselerdeki 15-20 senelik tahsili 2-3 seneye sığdırması, sadece ilmî bir metodla olacak şey değildi. Her türlü ağır şartlar altında böyle bir başarı, ancak, Cenâb-ı Hakk'ın ona bir lütfu ve Vâris-i Nebî olmanınbir keremidir.
TALEBEYİ ÇOK SEVERDİ
Talebelerini çok severdi. İlim öğrenme ve talebe sevgisi onda aşk derecesindeydi. Her talebenin maddi mânevî rahatsızlıklarıyla ilgilenir incinmemeleri, örselenmemeleri için elinden gelen gayreti gösterirdi. Birisi biraz rahatsızlanacak olsa kendisi bizzat doktora götürür, ilaçlarını yaptırır, tedavileriyle uğraşırdı. Aslâ talebe seçmezdi. Talebelerin arasında zengin-fakirzeki - kıt anlayışlı ayrımı yapmaz, hepsiyle ilgilenirdi.
—"Evinin yolunu bulabilsin yeter; Allah'ın izniyle okuturuz". derdi. Talebelerinin çekingenliklerini, korkularını, onlara sevgisini hissettirerek yenerdi. 10-12 yaşlarındaki çocukları, minberlere, kürsülere çıkarır; milletin dedikodusuna ve her türlü baskıya sabretmelerini telkin ederdi. Kendisine ve talebelerine yapılan bu baskılar karşısında:
— "Elhamdülillah! Bu çektiğimiz sıkıntılar, Resülüllah Efendimizin yolunda olduğumuzun delîlidir" buyururlardı.
O zamanın bazı hocaları iki üç senede adam yetiştirmesine bir türlü akıl erdiremezlerdi. Hele 1 saatte, Kur'an-ı Kerimi okuma kaidelerinin tamâmını öğretip, Kur'an okutmaya başlamasına hiç akıl erdiremiyorlardı. Bazı haset odakları, canlı eserleri boy boy, Camii kürsülerinde vaaz ederken, namaz kıldırırken, müftülük yaparken gördüler, fakat inanmadılar. İmtihan ettiler. Sarf', Nahiv, Fıkıh, Kelâm, Ferâiz, Hadis ve Tefsir'den sorulan sorularaeksiksiz cevaplar alınca, bazı insafsahipleri takdirle karşılarken, çoğu da hasedinden işi düşmanlığa kadar götürdüler.
İSTANBUL EFENDİSİ
Dersleri hiç sıkıcı olmazdı. Uzun derslerin aralarında bazan hatıralarını bazan da hikmetli hikâyeler anlatarak talebeleri rahatlatır, dersten soğumamalarını sağlardı. Talebelerinin din ilimleri sahalarında yetişmelerini arzu ettikleri kadar, dünya işlerine devâkıf olmalarını arzu buyururlardı. Talebelerine sadece ilim öğretmekle kalmaz, onları her yönden eğitirdi. Onun tedrisatından geçen talebeler, hâl, konuşma ve giyimleriyle tam bir beyefendi olurlardı.
—"Benim evlatlarım, çarıklarını sürüye sürüye gelirler, birer İstanbul Efendisi olarak dönerler" buyurur ve bunu da kelimenin tam manasıyla gerçekleştirirlerdi.
Gerçek bir beyefendi, bir İstanbul efendisiydi. Tertemiz ve sade giyinişiyle, davranışlarıyla, vakarıyla, kendisini uzaktan tanıyan ve hatta tanımayıp ilk defa görenlere dahi, bir hürmet ve ta'zim hissi uyandırırdı.
İstanbul'un işgali sırasında, karşıya geçmek üzere bir vapura binmiş ve vapurun dolu olması sebebiyle ayakta kalmıştı. Yukarıdan, kaptan köşkünden kendisini gören gayri müslim kaptan, haber göndererek, yukarı gelmelerini istemiş ve:
—"Siz ayakta kalacak insan değilsiniz, buyurun buraya oturabilirsiniz" diyerek, kaptan köşkünde oturacak yer göstermiş ve uğurlarken de:
—"Bu vapura her bindiğiniz de, gelip buraya oturabilirsiniz" diye eklemişti..
Kendisini sevenler ve hürmet gösterenler bir yana, kendisine sıkıntı verenlere bile tebessüm ve muhabbetle yaklaşır, mümkün olduğunca gönüllerini alırdı. Evini aramaya gelen polis memurlarına kahve ikram etmesi ve ev halkının garipsemelerine karşı da:
—"Onlar memurdurlar, vazifelerini yapıyorlar, yorulmuşlardır" diye karşılık vermesi, bunun en güzel misallerindendir.
Bir Ramazan ayında, iftar öncesinde, evinin karşısındaki kahvede oturan ve kendisini takiple vazifeli sivil polis memuruna giderek :
—"Oğlum, sen oruçlusun, akşam da yaklaştı, benim arkamdan gel de, bizde iftar edelim. Daha sonra vazifene devam edersin" deyip evine davet etmesi, polis memurunu son derece şaşırtmış ve duygulandırmıştı.
Bu güzel hareketin neticesidir ki, daha sonra bu polis memuru da onun hizmet halkasıarasına katılmışlardır.
İnsanlara ve bilhassa talebelerine karşı son derece nazik ve müşfikti. Okumak talebiyle Anadolu'dan gelen gençleri biraz bekletmiş ve yanlarına geldiğinde de:
—"Evlâdım, terli idim, o yüzden geciktim, özür dilerim" diye gecikme sebebini söyliyerek nezâketini ortaya koymuştur.
Ölçülü ve zekice olmak şartıyla lâtifeyi sever, zaman zaman talebeleri ve ehl-i beytiyle lâtifeleşir, şakalaşırdı.
Hayattaki zorlukları tebessümle karşılamasını bilirdi. Dini tedrisatın yasak olması yüzünden, Çatalca'da Kabakça'nın Kuşkaya mevkiinde, kovuklarda talebe okutmaya başlamıştı. Fakat, "idare" bir türlü yakasını bırakmıyordu. Kendisini sürekli tâciz ederek, her gittiği yerde bulan ve karakola sevk eden astsubay, orada da talebelerine ders okuturken bulmuştu. O ise, bu tatsız hadiseyle talebelerinin şevkinin kırılmasını önlemek ve durumun ne derece acı olduğunu ifâde edebilmek için, astsubaya bakmış, gülümsemiş ve:
—"Evladım, sen tazı olsan, dağda tavşan bırakmayacakmışsın" demişti.
İnsanın sabrını taşıracak hadiseler karşısında bile sakin bir şekilde geçiştirir, karşısındakine koz olacak tavırları asla sergilemezdi. En olumsuz şartlarda bile ye'se=ümitsizliğe düşmez, pes etmeden kararlılığını devam ettirirdi.
Gayeye vâsıl olmak için her türlü çileye göğüs gerer, aslâ makam ve mevki hırsı taşımazdı.
—"Hizmet muvaffak olsun da varsın bizim yerimiz caminin pabuçluğu olsun" derdi.
Peygamber Efendimizin örnek hayatını tam manasıyla yaşardı. Resûlullah (s.a.v.) Efendimize bağlılığı ve O'nun sünnet-i seniyyesine te-b'ıyyeti, tarif edilemiyecek kadar fevkalâdeydi. Resûlullah'ın sünnetlerini normal ibâdetlerde yerine getirdiği gibi, nafile ibâdetlere de çok dikkat ederdi. Her gece teheccüt namazına mutlaka kalkardı. Buna ilâveten duha ve evvâbin namazlarını dageçirmezlerdi. Sabah namazından önce ve sonra Evrâd-ı Bahâiyye ve Evrâd-ı Fethiye'yi okurlardı...
MÜBAREK SÖZLERİNDEN...
İLİM VE İBADET
— Oğlum ilimsiz ibadetin tadı olmaz. Tek kanatlı kuş uçmaz. İnsanların dünyaya dalıp, istikbâl sevdasına düştükleri şu günde, Mevla'nın ilmini okuyacağız. O, insana iki cihanda izzet ve şeref veren âlî bir iştir. İhlas ve samimiyetle Allah ve Rasulüne yönelen, gölge gibi dünyayı ve her hayrı kendine tâbi kılar. Âhirete çalışan, dünyayı elde eder. Dünyaya çalışan ise âhireti kazanamaz. zîrâ âhiret hakikat, dünya haleftir. Ağacı kökünden götürürsen, gölge de beraber gelir. Âhirette ne varsa, dünyada onun misali vardır. Eğer olmasa âhiret yalan olur. Dünyada ne varsa, âhirette onun misali vardır. Eğer olmasa dünya yalan olur. Teyemmüm abdestin halefidir, dünya da âhiretin.
TALEBELERİNEVERDİĞİ EHEMMİYET
— Ben şu denî dünyayı, evlâtlarımın kirli tırnağına değişmem,
— Sizler, Allah'ın memuru, peygamberin memuru, dinin memuru, kitabullâhın memuru, füyüzât-ı ilâhîyi tevzi memurlarısınız.
—Allah'ın zâtını, sıfâtını, peygamberin sünnetlerini, dînin, şer'i şerîfin hükümlerini, Allah'ın kitabını bilmeyenlere kitabullahı öğretip, kalblerine feyzi ilâhî aşılamakla memursunuz. Vazifeniz, batağa düşmüş olan ümmeti bataktan kurtarmak. Gaye rızâ-i ilâhîdir."
ÜNVANINIZ
— Sizler, El-mücâhid fî-sebilillâh, el-müştâk ilâ cemâlillâh, hüve ünvânüküm, (Ünvanınız: Sizler, cemâli ilâhiye âşık, Allah yolunda mücahitlersiniz), buyururlardı.
YUNUS EMRE
Yûnus Emre'den söz eden birine:
— Yûnus Emre ne yapmış; vahdeti vahdette aramış. Köşesine çekil-miş kendine hizmet etmiş. Biz, vahdeti kesrette (çoklukta), rızâ-i Hakkı halk arasında, halka hizmette arıyoruz. Enbiya-i Mürselîn yolundayız, buyurdular.
TEK HEDEF
— Bizim para, pul, mevki, makam, siyaset, politika, kavga ve gürül-tüyle işimiz yok. İstisnasız her müslüman çocuğunu da okuturuz. Bir tek fert geri dönmüşse haber versinler.
İLİM HAKKINDA
— İlim, nûr-ı ilâhîdir. İnsan ise kovan. Kirli bir kovanda arının durmadığı gibi, isyan ve zulmetle kirlenmiş vücud ve kalbde de ilim durmaz.
KORKU
— Hak'dan korkan, halktan korkmamalı. İşini düzgün yapanın, içi de düzgün olur.
TEFRİKA
— Vasiyetim olsun: Tefrikaya düşmeyiniz. Kavmiyet gütmeyiniz. Ehl-i sünnetin gayri olan yanlış yollara sapmayınız.
HASET
Nefsin kuvvetli hastalıklarından biri hased olduğu gibi, şeytanın kuvvetli tasarruflarından biri de vesvesedir. Kur'an-ı Kerim'in, tertibinde hased ve vesvese ile nihayet bulması, bu işin ehemmiyetine işaret eder. Habis nefsin bütün arzuları menfaat olup, emel ve arzuların tavanı yoktur. Menfaatperest insanlar, nefsin köleleridir.
İmam-ı Rabbanî evladları ise, şöyle düşünür: Herkes müslüman olsun, Hak yolunu bulsun. Bizden evvel cennete girsin. Zengin ve âlim olsun. Bizler de Hak yolunda hâdim olalım, (hizmet edelim) derler."
NEFS
—"Ana, meme verdikçe çocuk büyüdüğü gibi, nefis de, arzularına uyuldukça büyür. Hatta velî olsa, peygamber olsam der. Nefs-i emmare ancak râbıta ile terbiye olur."
—" Nefis kepazeliği sever ve kötülük için rehberlik eder. Fransız kâfiri seni cehenneme götüremez lâkin nefs, seni cehenneme götürebilir. "
HAKİKİ MÜRŞİD
—"Ağaç nasıl ki, gövdesinden değil de meyvesinden iyi anlaşılırsa, mürşid-i kâmil olan kişilerde, gösterişli zâhir hallerinden değil, meyve ve mensuplarından yani yetiştirdikleri kimselerin güzel hallerinden anlaşılır. Ve bu sûretle kendilerine tâbi olmak, manevî feyzinden her hususta istifade etmek câiz ve sahih olur. Şöhreti arşa çıksa, hakîki mürşidin misâli, meyvesidir."
BÜYÜKLERİN ÖLÜMÜ
—"Âriflerin ölümüne üzülmeyin o gâfillerin gözünden kaybolmak içindir. Gâfil olmamaya gayret edin. Vazifede gevşek olanların kulakları Âlem-i emir'den çekilir.
Meyve veren ağaca kuru denilmediği gibi, eseri devam eden zevâta da ölü denmez.
Yılanın gömlek bıraktığı gibi, asıl olan cesed değil ruhtur. "
İMAN BAHTİYARLIĞI VE EMANETLER
—"Yemin ederim, çocuklar, bu dünyanın en bahtiyar insanlarısınız. Daha size bazı şeyleri vermeyecektim. Amma benimle kara topraklara gitmesinler diye veriyorum. Bu civardan geçen bütün aktâb-ı kirâm, üzerlerindeki emânetleri, bugünün merkezine bırakmadan geçmediler. Çünkü geleceği biliyorlardı."
NEME LAZIMCILIK
—“Her koyunu kendi bacağından asarlar” sözü yanlıştır. Dinimizde neme lâzım demek yok; bana lâzım demeli."
DİN VE DÜNYA MENFEATİ
—"Dini dünyaya âlet eden hocalar, halkı kendilerinden soğuttu. Bir şey alır da para vermez diye, esnaf bunlara yüz vermez ve kaçar hâle geldi. Siz öyle olmayın. Maddeyi mâneviyata karıştırmayın."
YEMEKTE NİYET
—"Yemek yerken, su içerken ibâdet için kuvvet olsun ya Rabbi diye, Mevlâ'nın huzuruyle olduğunu düşünmek lâzım.
EMİR VERMEK
—"Emir vermeye alışmayın. Ben validenizden su dahi istemem. Emir vermekle sözün ruhu ölür. İhbar, emirden daha müessirdir. Misâl: "Benim oğlum sigara içmez değil mi?" gibi."
OKUMADA GAYE
—"Okuyup ne olacaksın? diyenlere, şöyle cevap vermeli: Öğrendiğimle amel edeceğim. İlmimi ikmâl edip de vazife verildiği vakit, batağa düşmüş olan ümmeti bataktan kurtarmayı vazife bileceğim. Ve rızâ-i ilâhiyi kazanmaya çalışacağım.
Zâhirî ilim, melekler arasında bulunup cennet ve cehennemi bilfiil gören şeytanı dahi kurtaramadı. zîrâ ilmi gırtlaktan yukarı kafada kalmış, kalbine inmemişti. Kıyas-ı fâside ile "Ben ateşten, Âdem ise topraktan halkolundu. Ateş şereflidir. Âlâ ednâya secde etmez." dediğinden, rahmet-i ilâhiden ebediyyen mahrum oldu."
AMELSİZLERİN DÜŞMANLIĞI
—"Amelsiz ilimde hayır olmadığından ehli ihlâsa hasedleri sebebiyle hasım olurlar. İlimleri Kur'an ilmi, güzeldir; lâkin amel etmediklerinden fayda yerine zarar verir. Cehenneme götürür. Ve aleyhinde şehadet eder. Ehli ihlâsa muhalefetleri, feyz-i ilâhiden mahrum ve nefs-i emmâreye mağlubiyetlerindendir. Böyleleri dokuz hac yapsa, Rasûlüllah dokuz defa kovar. Ve:
— Ümmetin irşadı için dokuz kuruş vermez, bu yolda dokuz bin harcarsın. Defol, sana farz olan şey, cehennem yolunu tutmuş olan efrad-ı ümmeti kurtarmaya çalışmaktır. Cephe bozulmuş, cihad umûma vacib olmuş. İlim tahsili farz-ı kifâye iken, bir miktar âlim kâfi idi. Şimdi düşman evimize kadar hulûl etmiş, bütün aile ferdlerini ifsad etmekte, hak yoldan sapıtmakta. İlmî cihadın farziyet ve zarûretini anlamak lâzım. Çoluk çocuğu başıboş bırakarak ateşe terkedip de buralara gelmek, rızâ-i ilâhiye muvafık değildir, diye Rasûlüllah (s.a.v.) kovar."
ENEL HAK SÖZÜ
— "Hallâc-ı Mansur'un "Enel-hak" demesi (Ben hakkım) demek değil, (ene alel hak) ben hak üzereyim, mânâsındadır. Kur'ân-ı Kerim ve hadîs-i şerifte te'vilât yapıyoruz da evliyaullahın sözünü neden hüsnü te'vil etmiyoruz?"
SALEVATIN MANASI
—" Rasûlüllah'a salavât-ı şerife getirmek: O zaten rahmetle dolu. Dolu hazineden taşıp birçok itibar ve bereketlerle bize döner."
İMAMLIK
—" Fâsık ve fâcirin fıskı, itikadda değil de amelde ise, imâmeti câiz-dir. zîrâ mihrabın kerâmetiyle, günahları üzerinden alınır. Tekrar günah işlemedikçe iâde edilmez. Eğer tekrar işlerse, merkebin semeri gibi diğer günahları ile birlikte bindirilir.
Fıskı, itikadda ise imameti câiz olmaz. Bozuk makineden düzgün kumaş çıkmaz."
DÜNYA MALI
—"İnsan gölge peşinde koşmaz. Dünya gölge gibidir. Nasıl güneşe karşı gidilse, gölge seni takip eder, peşini bırakmazsa; güneşe arka çe-virirsen, gölge öne düşer, ne kadar koşsan yetişip yakalamak kaabil olmaz. Hakka dönüp (gölge misâli dünyayı) kendine tâbi kılmalı..."
VAHDETİ VÜCUT
— "Size ta'lim edilen Hak yolundan ayrılmayın. Vahdet-i vücud ve sair nuru sönmüş tarîklere aslâ rağbet etmeyin.
KERAMET
—" Her hâli kerâmetü'n - nebi olan yolumuzun gayrisinde, hiçbir kâr ve kerâmet aramayın."
Ya Rabbi kalb gözümü açıp da beni perişan etme diye, duâ etmeli."
DİNİLMİNDE İHMAL
—" Hiçbir zaman, his ve tecrübeden ibaret olan, ulûm-i müsbeteyi, ulûm-i ilâhî üzerine tercih etmeyin. Sizler, Allah'ın memuru, Peygamberin memuru, Din-i mübin'in memuru, Kitabullahın memuru, füyüzât-ı ilâhiyye'nin tevzi memurusunuz. "
"Vazifeniz, batağa düşmüş olan, ümmeti bataktan kurtarmak. Gaye rızâ-i ilâhîdir. Buraya kadar getirdiğimiz emaneti ve kıyamete kadar devam edecek olan ulûm-i ilâhînin devamı, sizlerin uhdesindedir. Bu işi ihmal edip vazife yapmayanların, kıyamet günü on parmağım yakasında olacak. "Rütbesi yüce olan bu işin, mes'uliyeti de büyüktür.
"Şimdi üç kişi olduğuna bakmayın; yarın 30, daha sonra yüzbinler olacak. Bu asırda ilim bizim elimizden intişâr edecek. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın takdiri, Peygamberân-ı izâm ve Evliyâ-i kirâm'ın kararlarıdır."
RIZIK MESELESİ
—" Rızka değil, Rezzâk'a bağlanmalı. Sebebe bağlanmak, sebebin sahibi olan Cenab-ı Hak'tan uzak kılar.
RABITA
—" Rabıtada geçen zaman ömre sayılmaz. Ömür dünya ile ölçülüdür. Râbıta ise uhrevîdir."
—" Aklın inkişâfı için, râbıta ve zikr-i kalbî, zarûrîdir."
NAMAZLARDA REKAT TAHSİSİ
— Namazlarda, iki rek'at, dört rek'at diye tayin etmemeli. Cenâb-ı Hakkın kaç rek'at mükâfat vereceği belli olmaz. İki rek'ata iki bin rek'at, dört rek'ata dört bin rek'at ve daha fazla sevabı verebilir.
MEHDİ
— "Mehdî bizim usûlumuz üzere gelecek, şimdi o devirdeyiz."
ALEMİN BOZUKLUĞUNUN SEBEBİ
—"Biz iyi olursak her şey iyi olur."
KERÂMET
— "İmam-ı Rabbâni Hazretleri. İrşad için gönderdiği halifesinden gelen haberde:
"Burada bir müstedric var: Havada uçar, suda yürür, bir anda bir şehirden bir şehire varır. Halk peşinde" diyordu.
Cevap verdiler:
— Havada uçmak marifet ve kerametse, pis sinekler, karga ve çaylaklar da uçuyor. Suda yürümek kerametse, pis kaplumbağalar, yılan ve çıyanlar, hem dibinde, hem yüzünde yürür. Bir şehirden bir şehire gitmek kerametse, iblis ve ifritler de bir anda doğudan batıya giderler. Böyle şeylerin hükmü yoktur. Hakîki keramet: efrad-ı ümmetin kalbinde nuru imanı tutuşturmaktır."