SÖZLER / Risale-i Nur'dan 25. Söz
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
Yirmibesinci Söz
Mu'cizât-i Kur'aniye Risalesi
Elde Kur'an gibi bir mu'cize-i bâki varken, baska bürhân aramak aklima zaid görünür.
Elde Kur'an gibi bir bürhân-i hakikat varken, münkirleri ilzam için gönlüme siklet mi gelir?
IHTAR
(Su Söz'ün basinda bes su'leyi yazmak niyet ettik. Fakat Birinci Sû'le'nin âhirlerinde eski hurufâtla tab'etmek için gâyet sür'atle yazmaga mecbur olduk. Hattâ Bâzi gün yirmi-otuz sahifeyi iki-üç saat içinde yaziyorduk. Onun için üç Sû'leyi ihtisâren, icmâlen yazarak iki sû'leyi de simdilik terkettik. Bana ait kusurlar ve noksaniyetler ve iskâl ve hatâlara nazar-i insaf ve müsamahâ ile bakmalarini ihvanlarimizdan bekleriz.)
Bu Mu'cizât-i Kur'aniye Risalesindeki ekser âyetlerin herbiri, ya mülhidler tarafindan medâr-i tenkid olmus veya ehl-i fen tarafindan itiraza ugramis veya cinnî ve insî seytanlarin vesvese ve sübhelerine maruz olmus âyetlerdir. Iste bu "Yirmibesinci Söz" öyle bir tarzda o âyetlerin hakikatlarini ve nüktelerini Beyân etmis ki, ehl-i ilhad ve fennin kusur zannettikleri noktalar i'câzin lemaâti ve belâgât-i Kur'aniyenin kemâlâtinin mense'leri oldugu, ilmî kaideleriyle isbat edilmis. Bulanti vermemek için onlarin sübheleri zikredilmeden cevab-i kat'î verilmis. وَ الشَّمْسُ َتجْرِى وَ الْجِبَالَ اَوْتَادًا gibi. Yalniz Yirminci Söz'ün Birinci Makami'nda üç-dört âyette sübheleri söylenmis. Hem bu Mu'cizât-i Kur'aniye Risalesi gerçi gâyet muhtasar ve acele yazilmis ise de, fakat ilm-i belâgat ve ulûm-u Arabiye noktasinda, âlimlere hayret verecek derecede âlimâne ve derin ve kuvvetli bir tarzda Beyân edilmis. Gerçi her bahsini her ehl-i dikkat tam anlamaz, istifade etmez. Fakat o bahçede herkesin ehemmiyetli hissesi var. Pek acele ve müsevves hâletler içinde te'lif edildiginden ifade ve ibaresinde kusur var olmasiyla beraber ilim noktasinda çok ehemmiyetli mes'elelerin hakikatini Beyân etmis.
Said Nursî
sh: » (S: 382)
Mu'cizât-i Kur'aniye Risalesi
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَاْلجِنُّ عَلَى اَنْ يَاْتُوا ِبمِثْلِ هَذَا اْلقُرْاَنِ لاَ يَاْتُونَ ِبمِثْلِهوَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا
Mahzen-i mu'cizât ve Mu'cize-i kübrâ-yi Ahmediye (A.S.M.) olan Kur'an-i Hakîm-i Mu'ciz-ül Beyân'in hadsiz vücuh-u i'câzindan kirka yakin vücuh-u i'câziyeyi arabî risalelerimde ve arabî Risale-i Nur'da ve « Isarât-ül I'caz» namindaki tefsirimde ve geçen su yirmidört Sözlerde isaretler etmisiz. Simdi onlardan yalniz bes vechini bir derece Beyân ve sâir vücuhu içlerinde icmâlen dercederek ve bir mukaddeme ile onun târif ve mahiyetine isaret edecegiz.
Mukaddeme üç cüz'dür.
Birinci cüz': KUR'AN NEDIR? Târifi nasildir?
Elcevab: (Ondokuzuncu Söz'de Beyân edildigi ve sâir sözlerde isbat edildigi gibi) Kur'an, su kitab-i kebir-i kâinatin bir tercüme-i ezeliyesi.. ve âyât-i tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-i ebedîsi.. ve su âlem-i gayb ve sehadet kitabinin müfessiri... Ve zeminde ve gökte gizli Esmâ-i Ilahiyenin mânevî hazinelerinin kessâfi.. ve sutûr-u hâdisâtin altinda muzmer hakaikin miftahi.. ve âlem-i sehadette âlem-i gaybin lisani.. ve su âlem-i sehadet perdesi arkasinda olan âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatat-i ebediye-i Rahmâniye ve hitâbât-i ezeliye-i Sübhâniyyenin hazinesi..
sh: » (S: 383)
ve su Islâmiyet âlem-i mânevîsinin günesi, temeli, hendesesi.. ve avalim-i uhreviyenin mukaddes haritasi... Ve Zât ve Sifât ve Esmâ ve suun-u Ilahiyenin kavl-i sârihi, tefsir-i vâzihi, bürhân-i katii, tercüman-i sâtii... Ve su âlem-i insâniyetin mürebbisi.. ve insâniyet-i kübrâ olan Islâmiyetin mâ ve ziyâsi.. ve nev-i beserin hikmet-i hakikiyesi.. ve insâniyeti saadete sevkeden hakikî mürsidi ve hâdîsi... ve insana hem bir kitab-i seriat, hem bir kitab-i dua, hem bir kitab-i hikmet, hem bir kitab-i ubûdiyet, hem bir kitab-i emir ve davet, hem bir kitab-i zikir, hem bir kitab-i fikir, hem bütün insanin bütün hâcât-i mâneviyesine merci' olacak çok kitablari tâzammun eden tek, câmi' bir KITAB-I MUKADDES'tir. Hem bütün evliya ve siddikîn ve urefa ve muhakkikînin muhtelif mesreblerine ve ayri ayri mesleklerine, her birindeki mesrebin mezâkina lâyik ve o mesrebi tenvir edecek ve herbir meslegin mesâkina muvafik ve onu tasvir edecek birer risale ibraz eden mukaddes bir kütübhane hükmünde bir Kitab-i Semâvî'dir.
Ikinci cüz' ve tetimme-i târif: KUR'AN, ars-i âzamdan, Ism-i âzamdan, her Ismin mertebe-i âzamindan geldigi için, (Onikinci Söz'de Beyân ve isbat edildigi gibi) Kur'an, bütün âlemlerin Rabbi itibariyle Allah'in kelâmidir. Hem bütün mevcûdâtin Ilâhi ünvaniyla Allah'in fermanidir. Hem bütün Semâvât ve Arzin Hâliki namina bir hitabdir. Hem Rubûbiyet-i Mutlaka cihetinde bir mükâlemedir. Hem saltanat-i âmme-i Sübhâniye hesabina bir hutbe-i ezeliyedir. Hem rahmet-i vâsia-i muhita nokta-i nazarinda bir Defter-i Iltifatat-i Rahmâniyedir. Hem ulûhiyetin âzamet-i hasmeti haysiyetiyle, baslarinda bâzan sifre bulunan bir muhabere mecmuasidir. Hem Ism-i âzamin muhitinden nüzul ile ars-i âzamin bütün muhatina bakan ve teftis eden hikmetfesan bir Kitab-i Mukaddes'tir. Ve su sirdandir ki, « Kelâmullah» ünvani Kemâl-i liyakatla Kur'ana verilmis ve daima da veriliyor. Kur'andan sonra sâir enbiyanin kütüb ve suhuflari derecesi gelir. Sâir nihayetsiz Kelimât-i Ilâhiyyenin ise bir kismi dahi has bir itibarla, cüz'î bir ünvan ile, hususî bir tecelli ile, cüz'î bir isim ile ve has bir Rububiyyet ile ve mahsus bir saltanat ile ve hususî bir rahmet ile zâhir olan ilhâmât Sûretinde bir mükâlemedir. Melek ve beser ve hayvanatin ilhamlari, külliyet ve hususiyet îtibariyle çok muhteliftir.
Üçüncü Cüz': Kur'an, asirlari muhtelif bütün enbiyânin kütüblerini ve mesrebleri muhtelif bütün evliyânin risalelerini ve mes-
sh: » (S: 384)
lekleri muhtelif bütün asfiyânin eserlerini icmâlen tâzammun eden ve cihat-i sittesi parlak ve evhâm u sübehâtin zulümatindan Mûsaffâ ve nokta-i istinadi, bilyakîn vahy-i semâvî ve kelâm-i ezelî.. ve hedefi ve gayesi, bilmüsahede saadet-i ebediye.. içi, bilbedâhe hâlis hidâyet.. üstü, bizzarure envâr-i îman.. alti, biilmelyakîn delil ve bürhân.. sagi, bittecrübe teslim-i kalb ve vicdan.. solu, biaynelyakîn teshir-i akil ve iz'an... Meyvesi, bihakkalyakîn Rahmet-i Rahman ve dâr-i cinan... Makami ve revaci, bilhads-is sadik makbul-ü melek ve ins ü can bir Kitab-i Semâvî'dir.
Kur'anin târifine dair üç cüz'ündeki sifatlarin herbiri baska yerlerde kat'î isbat edilmis veya isbat edilecektir. Dâvâmiz mücerred degil, her birisi bürhân-i kat'î ile müberhendir.
BIRINCI SU'LE: Bu su'lenin üç suai var.
BIRINCI SUA: Derece-i i'câzda belâgat-i Kur'aniyedir. O belâgat ise, nazmin cezâletinden ve hüsn-ü metânetinden ve üslûblarinin bedâatinden, garib ve müstahsenliginden ve Beyâninin beraatinden, fâik ve safvetinden ve maânîsinin kuvvet ve hakkâniyyetinden ve lâfzinin fesahâtinden, selâsetinden tevellüd eden bir belâgat-i hârikulâdedir ki, benî-Âdemin en dâhî ediblerini, en hârika hatiblerini, en mütebahhir ülemâsini muârazaya davet edip binüçyüz senedir meydan okuyor, onlarin damarlarina siddetle dokunuyor. Muârazaya davet ettigi halde, kibir ve gururlarindan basini semâvâtâ vuran o dâhîler, Ona muâraza için agiz açamayip Kemâl-i zilletle boyun egdiler. Iste belâgatindaki vech-i i'câzi iki Sûretle isaret ederiz:
Birinci Sûret: I'câzi vardir ve mevcûddur. Çünki Ceziret-ül Arab ahalisi o asirda ekseriyet-i mutlaka îtibariyle ümmî idi. Ümmîlikleri için mefâhirlerini ve vukuat-i tarihiyyelerini ve mehâsin-i ahlâka yardim edecek durub-u emsallerini kitabet yerine siir ve belâgat kaydiyla muhafaza ediyorlardi. Mânidar bir kelâm, siir ve belâgat câzibesiyle eslaftan ahlafa hâfizalarda kalip gidiyordu. Iste su ihtiyac-i fitrî neticesi olarak o kavmin mânevî çarsi-yi ticaretlerinde en ziyade revaç bulan, fesâhât ve belâgat metâi idi. Hattâ bir kabilenin belîg bir edibi, en büyük bir kahramân-i millîsi gibi idi. En ziyâde onunla iftihar ediyorlardi. Iste Islâmiyetten sonra âlemi zekâlariyla idare eden o zeki kavim, su en revaçli ve medâr-i iftiharlari ve ona siddet-i ihtiyaçla muhtaç olan belâgatta akvam-i âlemden en ileride ve en yüksek mertebede idiler. Belâgat, o kadar
sh: » (S: 385)
kiymetdar idi ki, bir edibin bir sözü için iki kavim büyük muharebe ederdi ve bir sözüyle Mûsalaha ediyorlardi. Hattâ onlarin içinde « Muallakat-i Seb'a» namiyla yedi edibin yedi kasidesini altunla Kâ'be'nin duvarina yazmislar, onunla iftihar ediyorlardi. Iste böyle bir zamanda, belâgat en revaçli oldugu bir anda Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyân nüzul etti. Nasilki zaman-i Mûsa Aleyhisselâm'da sihir ve zaman-i Îsâ Aleyhisselâm'da tib revaçta idi. Mu'cizelerinin mühimmi o cinsten geldi. Iste o vakit bülegâ-yi Arabi, en kisa bir Sûresine mukabeleye davet etti: وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ fermaniyla onlara meydan okuyor. Hem der ki: « Îman getirmezseniz mel'unsunuz. Cehennem'e gireceksiniz.» Damarlarina siddetle vuruyor. Gururlarini dehsetli Sûrette kiriyor. O kibirli akillarini istihfaf ediyor. Onlari bidâyeten îdâm-i ebedî ile ve sonra da Cehennem'de îdâm-i ebedî ile beraber dünyevî îdâm ile de mahkûm ediyor. Der: « Ya muâraza ediniz, yahut can ve maliniz helâkettedir.»
Iste eger muâraza mümkün olsaydi acaba hiç mümkün mü idi ki, bir-iki satirla muâraza edip dâvasini ibtal etmek gibi rahat bir çare varken, en tehlikeli, en müskilatli muharebe tarîki ihtiyar edilsin! Evet o zeki kavim, o siyasî millet ki, bir zaman âlemi, siyasetle idare ettigi halde, en kisa ve rahat ve hafif bir yolu terketsin? En tehlikeli ve bütün mal ve canini belaya atacak uzun bir yolu ihtiyar etsin, hiç kabil midir! Çünki bir edibleri, birkaç hurufatla muâraza edebilseydi; Kur'an, dâvasindan vazgeçerdi. Onlar da maddî ve mânevî helâketten kurtulurlardi. Halbuki muharebe gibi dehsetli, uzun bir yolu ihtiyar ettiler. Demek, muâraza-i bilhuruf mümkün degildi, muhaldi. Onun için muharebe-i bis-süyûfa mecbur oldular. Hem Kur'ani tanzir etmek, taklidini yapmak için gâyet siddetli iki sebeb vardi. Birisi; düsmanin hirs-i muârazasi. Digeri; dostlarinin sevk-i taklîdidir ki, su iki sâik-i sedid altinda milyonlar Arabî kitablar yazilmis ki hiçbirisi ona benzemez. Âlim olsun, âmi olsun her kim Ona ve onlara baksa kat'iyen diyecek ki: « Kur'an, bunlara benzemez. Hiçbirisi Onu tanzir edemez.» Su halde, ya Kur'an bütününün altindadir. Bu ise, bütün dost ve düsmanin ittifakiyla battaldir, muhaldir. Veya Kur'an, o yazilan umum kitablarin fevkindedir.
sh: » (S: 386)
Eger desen: Nasil biliyoruz ki, kimse muârazaya tesebbüs etmedi? Kimse kendine güvenemedi mi ki, meydana çiksin? Birbirinin yardimi da mi faide etmedi?
Elcevab: Eger muâraza mümkün olsaydi, alâküllihal kat'î tesebbüs edilecekti. Çünki izzet ve namus mes'elesi, can ve mal tehlikesi vardi. Eger tesebbüs edilseydi, alâküllihal kat'î tarafdar pek çok bulunacakti. Çünki hakka muariz ve muannid daima kesretli idi. Eger tarafdar bulsaydi, alâküllihal istihar bulacakti. Çünki: Küçük bir mücadele, beserin nazar-i istigrabini celbedip destanlarda istihar eder. Söyle acib bir mücadele ve vukuat ise gizli kalamaz. Islâmiyet aleyhinde tâ en çirkin ve en senî' seylere kadar nakledilir, meshur olur. Halbuki: Muârazaya dair Müseylime-i Kezzâb'in bir-iki fikrasindan baska nakledilmemis. O Müseylime'de çendan belâgat varmis. Fakat hadsiz bir hüsn-ü cemâle mâlik olan Beyân-i Kur'ana nisbet edildigi için, onun sözleri hezeyan Sûretinde tarihlere geçmistir. Iste Kur'anin belâgatindaki i’câz, kat'iyen iki kerre iki dört eder gibi mevcûddur ki, is böyle oluyor.
Ikinci Sûret: Belâgatindaki i'câz-i Kur'anînin hikmetini Bes Nokta'da Beyân edecegiz.
Birinci Nokta: Kur'anin nazminda bir cezâlet-i hârika var. O nazimdaki cezâlet ve metâneti, « Isarat-ül I'caz» bastan asagiya kadar bu cezâlet-i nazmiyyeyi Beyân eder. Saatin saniye, dakika, saati sayan ve birbirinin nizâmini tekmil eden ne ise, Kur'an-i Hakîm'in herbir cümledeki, hey'âtindaki nazim ve kelimelerindeki nizâm ve cümlelerin birbirine karsi münasebatindaki intizâmi öyle bir tarzda « Isarât-ül I'cazda âhirine kadar Beyân edilmistir. Kim isterse ona bakabilir ve bu nazimdaki cezâlet-i hârikayi bu Sûrette görebilir. Yalniz bir-iki misâl, bir cümlenin hey'atindaki nazmi göstermek için zikredecegiz.
Meselâ: وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ Bu cümlede, azabi dehsetli göstermek için en azinin siddetle tesirini göstermekle göstermek ister. Demek taklîli ifade edecek cümlenin bütün heyetleri de bu taklile bakip ona kuvvet verecek. Iste لَئِنْ lâfzi, teskiktir. Sek, killete bakar. مَسَّ lâfzi, azicik dokunmak-
sh: » (S: 387)
tir. Yine killeti ifade eder. نَفْحَةٌ lâfzi maddesi, bir kokucuk olup killeti ifade ettigi gibi, sîgasi bire delâlet eder. Masdar-i merre tâbir-i sarfiyyesinde biricik demektir, killeti ifâde eder. نَفْحَةٌ daki tenvin-i tenkirî, taklâli içindir ki, o kadar küçük ki, bilinemiyor demektir. مِنْ lafzi, teb'îz içindir, bir parça demektir. Killeti ifâde eder. عَذَابِ lâfzi; nekâl, ikâba nisbeten hafif bir nevi cezadir ki, killete isâret eder. رَبِّكَ lâfzi; Kahhar, Cebbâr, Müntakim'e bedel yine sefkati ihsas etmekle killeti isaret ediyor. Iste bu kadar killetteki bir parça azab böyle tesirli ise, ikab-i Ilahî ne kadar dehsetli olur kiyas edebilirsiniz diye ifade eder. Iste su cümlede küçük heyetler nasil birbirine bakip yardim eder. Maksâd-i küllîyi, herbiri kendi lisaniyla takviye eder. Su misâl bir derece lafz ve maksada bakar.
Ikinci misâl: وَِممَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ Su cümlenin hey'âti, sadakanin serait-i kabûlünün besine isaret eder.
Birinci Sart: Sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek ki, مِمَّا lâfzindaki مِنْ -i teb'îz ile o sarti ifade eder.Ikinci Sart: Ali'den alip Veli'ye vermek degil, belki kendi malindan vermektir. Su sarti رَزَقْنَاهُمْ lafzi ifade ediyor. "Size rizik olandan veriniz" demektir.
Üçüncü Sart: Minnet etmemektir. Su sarta رَزَقْنَا daki
sh: » (S: 388)
نَا lafzi isaret eder. Yâni "Ben size rizki veriyorum. Benim malimdan benim abdime vermekte minnetiniz yoktur."
Dördüncü Sart: Öyle adama veresin ki, nafakasina sarfetsin. Yoksa sefahete sarfedenlere sadaka makbûl olmaz. Su sarta يُنْفِقُونَ lâfzi isaret ediyor.Besinci Sart: Allah namina vermektir ki, رَزَقْنَاهُمْ ifade ediyor. Yâni "Mal benimdir, benim namimla vermelisiniz." Su sartlarla beraber bir tevsi' de var. Yâni: Sadaka nasil mal ile olur. Ilim ile dâhi olur. Kavl ile, fiil ile, nasihat ile de oluyor. Iste su aksâma مِمَّا lâfzindaki مَا umumiyetiyle isaret ediyor. Hem su cümle de bizzât isaret ediyor. Çünki mutlaktir, umumu ifade eder. Iste sadakayi ifade eden su kisacik cümlede, bes sart ile beraber genis bir dairesini akla ihsan ediyor. Heyetiyle ihsas ediyor. Iste heyette böyle pek çok nazimlar var. Kelimâtin dahi birbirine karsi, aynen genis böyle bir daire-i nazmiyyesi var. Sonra kelâmlarin da, meselâ: قُلْ هُوَ اللَّهُ اَحَدٌ de alti cümle var. Üçü müsbet, üçü menfî. Alti mertebe-i tevhidi isbat etmekle beraber sirkin alti enva'ini reddeder. Herbir cümlesi öteki cümlelere hem delil olur, hem netice olur. Çünki herbir cümlenin iki mânâsi var. Bir mânâ ile netice olur, bir mânâ ile de delil olur. Demek Sûre-i Ihlâs'ta otuz Sûre-i Ihlâs kadar, muntâzam, birbirini isbat eder delillerden mürekkeb Sûreler vardir. Meselâ:
قُلْ هُوَ اللَّهُ ِلاَنَّهُ اَحَدٌ ، ِلاَنَّهُ صَمَدٌ ، ِلاَنَّهُ لَمْ يَلِدْ ، ِلاَنَّهُ لَمْ يُولَدْ ِلاَنَّهُ لَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ
sh: » (S: 389)
Hem:
وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ ، ِلاَنَّهُ لَمْ يُولَدْ ، ِلاَنَّهُ لَم يَلِدْ ، ِلاَنَّهُ صَمَدٌ ، ِلاَنَّهُ اَحَدٌ ، ِلاَنَّهُ هُوَ اللَّهُ
Hem: هُوَ اللَّهُ فَهُوَ اَحَدٌ ، فَهُوَ صَمَدٌ ، فَاِذَا لَمْ يَلِدْ ، فَاِذَا لَمْ يُولَدْ ، فَاِذَا لَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ Daha sen buna göre kiyas et...
Meselâ: آلم ذلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ Su dört cümlenin herbirisinin iki mânâsi var. Bir mânâ ile öteki cümlelere delildir. Diger mânâ ile onlara neticedir. Onalti münasebet hatlarindan bir naks-i nazmî-i i'câzî hasil olur. « Isârât-ül I'câz» da öyle bir tarzda Beyân edilmis ki, bir naks-i nazmî-i i'câzî teskil eder. Onüçüncü Söz'de Beyân edildigi gibi, güya ekser âyât-i Kur'aniyenin herbirisi ekser âyâtin herbirisine bakar bir gözü ve nâzir bir yüzü vardir ki, onlara münasebatin hutût-u mâneviyesini uzatiyor. Birer naks-i i'câzî nescediyor. Iste « Isârât-ül I'câz» bastan asagiya kadar bu cezâlet-i nazmiyeyi serhetmistir.
Ikinci Nokta: Mânâsindaki belâgat-i hârikadir. Onüçüncü Söz'de Beyân olunan su misâle bak: Meselâ: سَبَّحَ لِلَّهِ مَا فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ اْلحَكِيمُ âyetindeki belâgat-i mâneviyeyi zevketmek istersen, kendini Nur-u Kur'andan evvel asr-i câhiliyette, sahra-yi bedeviyette farzet ki, hersey zulmet-i cehil ve gaflet altinda perde-i cümûd-u tabiata sarilmis oldugu bir anda Kur'anin lisan-i semâvîsinden سَبَّحَ لِلَّهِ مَا فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ veyahut تُسَبِّحُ لَهُ السَّموَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ gibi âyetleri isit,
sh: » (S: 390)
bak! Nasilki, o ölmüs veya yatmis olan mevcûdât-i âlem سَبَّحَ... تُسَبِّحُ sadasiyla isitenlerin zihninde nasil diriliyorlar, hüsyâr oluyorlar, kiyam edip zikrediyorlar. Ve o karanlik gökyüzünde birer câmid atespare olan yildizlar ve yerde perisan mahlukat, تُسَبِّحُ sayhasiyla ve nuruyla isitenin nazarinda gökyüzü bir agiz, bütün yildizlar birer kelime-i hikmet-nümâ ve birer nur-u hakikat-edâ ve Küre-i Arz bir bas ve berr ve bahr, birer lisan ve bütün hayvanlar ve nebatlar birer kelime-i tesbih-fesan Sûretinde arz-i dîdar eder. Meselâ: Onbesinci Söz'de isbat edilen su misâle bak:
يَا مَعْشَرَ اْلجِنِّ وَاْلاِنْسِ اِنِ اسْتَطَعْتُمْ اَنْ تَنْفُذُوا مِنْ اَقْطَارِ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ فَانْفُذُوا لاَ تَنْفُذُونَ اِلاَّ بِسُلْطَانٍ فَبِاَىِّ اَلآَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ يُرْسَلُ عَلَيْكُمَا شُوَاظٌ مِنْ نَارٍ وَ نُحَاسٌ فَلاَ تَنْتَصِرَانِ فَبِاَىِّ اَلآَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَآءَ الدُّنْيَا ِبمَصَابِيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ
âyetlerini dinle bak ki, ne diyor? Diyor ki: "Ey acz ve hakareti içinde magrur ve mütemerrid ve za'f ve fakri içinde serkes ve muannid olan ins ve cin! Emirlerime itâat etmezseniz haydi elinizden gelirse hudûd-u mülkümden çikiniz! Nasil cesaret edersiniz ki, öyle bir Sultanin emirlerine karsi gelirsiniz; yildizlar, aylar, günesler, emirber neferleri gibi emirlerine itâat ederler. Hem tugyaninizla öyle bir Hâkim-i Zülcelâl'e karsi mübareze ediyorsunuz ki, öyle âzametli muti' askerleri var. Faraza seytanlariniz dayanabilseler, onlari dag gibi güllelerle recmedebilirler. Hem küfraninizla öyle bir Mâlik-i Zülcelâl'in memleketinde isyan ediyorsunuz ki, cünûdundan öyleleri var, degil sizin gibi küçük âciz mahluklar, belki farz-i muhal olarak dag ve Arz büyüklügünde birer adüvv-ü kâfir olsaydiniz, Arz ve dag büyüklügünde yildizlari, atesli demirleri size atabilirler, sizi dagitirlar. Hem öyle bir kanunu kiriyorsunuz ki, onunla öyleler baglidir, eger lüzum olsa Arzinizi yüzünüze çarpar, gülleler gibi küreler misillü yildizlari üstünüze Allah'in izniyle yagdirabilirler. Daha sâir
sh: » (S: 391)
âyâtin mânâlarindaki kuvvet ve belâgâti ve ulviyyet-i ifadesini bunlara kiyas et.
Üçüncü Nokta: Üslûbundaki bedâat-i hârikadir. Evet Kur'anin üslûblari hem garibdir, hem bedi'dir, hem acibdir, hem mukni'dir. Hiçbir seyi, hiçbir kimseyi, taklid etmemis. Hiç kimse de Onu taklid edemiyor. Nasil gelmis, öyle o üslûblar taravetini, gençligini, garabetini daima muhafaza etmis ve ediyor. Ezcümle, bir kisim Sûrelerin baslarinda sifre-misâl الم الر طه يس حمعسق gibi mukattaat hurufundaki üslûb-u bediîsi, bes-alti lem'a-i i'câzi tâzammun ettigini "Isârât-ül I'câz"da yazmisiz. Ezcümle: Sûrelerin basinda mezkûr olan huruf, hurufatin aksâm-i mâlûmesi olan mechûre, mehmûse, sedîde, rahve, zelâka, kalkale gibi aksâm-i kesîresinden herbir kismindan nisfini almistir. Kabil-i taksim olmayan hafifinden nisf-i ekser, sakilinden nisf-i ekall olarak bütün aksamini tansif etmistir. Su mütedâhil ve birbiri içindeki kisimlari ve ikiyüz ihtimal içinde mütereddid yalniz gizli ve fikren bilinmeyecek birtek yol ile umumu tansif etmek kabil oldugu halde, o yolda, o genis mesâfede sevk-i kelâm etmek, fikr-i beserin isi olamaz. Tesadüf hiç karisamaz. Iste bir sifre-i Ilahiyye olan Sûrelerin baslarindaki huruf, bunun gibi daha bes-alti lem'a-i i’câziyyeyi gösterdikleriyle beraber ilm-i esrar-i huruf ülemâsiyla evliyânin muhakkikleri su mukattaattan çok esrar istihrac etmisler ve öyle hakaik bulmuslar ki, onlarca su mukattaat kendi basiyla gâyet parlak bir mu'cizedir. Onlarin esrarina ehil olmadigimiz, hem umum göz görecek derecede isbat edemedigimiz için o kapiyi açamayiz. Yalniz "Isârât-ül I'câz"da sunlara dair Beyân olunan bes-alti lem'a-i i’câza havale etmekle iktifa ediyoruz.
Simdi, esâlib-i Kur'aniyyeye sûre itibariyle, maksad itibariyle, âyât ve kelâm ve kelime itibariyle birer isaret edecegiz. Meselâ:
Sûre-i عَمَّ ye dikkat edilse öyle bir üslûb-u bedi' ile âhireti, hasri, Cennet vesss Cehennem'in ahvâlini öyle bir tarzda gösteriyor ki, su dünyadaki ef'âl-i Ilahiyyeyi, âsâr-i Rabbaniyyeyi o ahvâl-i uhreviyyeye birer birer bakar isbat eder gibi kalbi ikna' eder. Su sûredeki üslûbun îzahi uzun oldugundan yalniz bir-iki noktasina isaret ederiz. Söyle ki:
sh: » (S: 392)
Su Sûrenin basinda Kiyamet gününü isbât için der: "Size zemini güzel serilmis bir besik; daglari hânenize ve hayatiniza defineli direk, hazineli kazik; sizi birbirini sever, ünsiyyet eder çift; geceyi hâb-i rahatiniza örtü; gündüzü meydân-i maiset; Günes'i isik verici, isindirici bir lâmba; bulutlari âb-i hayat çesmesi gibi ondan suyu akittim. Basit bir sudan bütün erzâkinizi tasiyan bütün çiçekli, meyveli muhtelif esyayi kolay ve az bir zamanda îcad ederiz. Öyle ise, yevm-i fasl olan kiyamet sizi bekliyor. O günü getirmek bize agir gelemez." Iste bundan sonra kiyamette daglarin dagilmasi, semâvâtin parçalanmasi, Cehennem'in hâzirlanmasi ve Cennet ehline bag ve bostan vermesini gizli bir Sûrette isbatlarina isaret eder. Mânen der: "Mâdem gözünüz önünde dag ve zeminde su isleri yapar. Âhirette dahi bunlara benzer isleri yapar." Demek sûrenin basindaki "dag", kiyametteki daglarin haline bakar ve bag ise, âhirde ve âhiretteki hadîkaya ve baga bakar. Iste sâir noktalari buna kiyas et, ne kadar güzel ve âlî bir üslûbu var, gör. Meselâ: قُلِ اللَّهُمَّ مَالِكَ اْلمُلْكِ تُؤْتِى اْلمُلْكَ مَنْ تَشَآءُ وَتَنْزِعُ اْلمُلْكَ ِممَّنْ تَشَآءُ ilâ âhir... Öyle bir üslûb-u âlîde benî-beserdeki Suunat-i Ilahiyyeyi ve gece ve gündüzün deveranindaki tecelliyat-i Ilahiyyeyi ve senenin mevsimlerinde olan Tasarrufat-i Rabbaniyyeyi ve yeryüzünde hayat-memat, hasir ve nesr-i dünyeviyedeki icraat-i Rabbaniyyeyi öyle bir ulvî üslûb ile Beyân eder ki, ehl-i dikkatin akillarini teshir eder. Parlak ve ulvî genis üslûbu, az dikkat ile göründügü için simdilik o hazineyi açmayacagiz.
Meselâ: اِذَا السَّمَآءُ انْشَقَّتْ وَاَذِنَتْ لِرَبِّهَا وَحُقَّتْ وَاِذَا اْلاَرْضُ مُدَّتْ وَاَلْقَتْ مَا فِيهَا وَ تَخَلَّتْ وَاَذِنَتْ لِرَبِّهَا وَحُقَّتْ Gök ve zeminin Cenâb-i Hakk'in emrine karsi derece-i inkiyad ve itaatlerini söyle âlî bir üslûb ile Beyân eder ki: Nasil bir kumandan-i âzam, mücahede ve manevra ve ahz-i asker sûbeleri gibi mücahedeye lâzim isler için iki daireyi teskil edip açmis. O mücahede, o muamele isi bittikten sonra o iki daireyi baska islerde kullanmak ve tebdil ederek istimal etmek için o kumandan-i âzam o iki daireye müteveccih olur. O daireler, herbirisi hademeleri lisaniyla veya nut-
sh: » (S: 393)
ka gelip kendi lisaniyla der ki: "Ey kumandanim bir parça mühlet ver ki, eski islerin ufak tefeklerini,pirti-mirtilarini temizleyip disari atayim, sonra tesrif ediniz. Iste atip senin emrine hâzir duruyoruz. Buyurun ne yaparsaniz yapiniz. Senin emrine münkâdiz. Senin yaptigin isler bütün hak, güzel, maslahattir." Öyle de: Semâvât ve Arz, böyle iki daire-i teklif ve tecrübe ve imtihan için açilmistir. Müddet bittikten sonra Semâvât ve Arz, daire-i teklife ait esyayi emr-i Ilahiyle bertaraf eder. Derler: "Ya Rabbenâ! Buyurun, ne için bizi istihdam edersen et. Hakkimiz sana itaattir. Her yaptigin sey de haktir." Iste, cümlelerindeki üslûbun hasmetine bak, dikkat et.
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 25. Söz
Hem meselâ:
يَآ اَرْضُ ابْلَعِى مَآءَ كِ وَيَا سَمَآءُ اَقْلِعِى وَغِيضَ اْلمَآءُ وَقُضِىَ اْلاَمْرُ وَاسْتَوَتْ عَلَى اْلجُودِىِّ وَقِيلَ بُعْدًا لِلْقَوْمِ الظَّاِلمِينَ
Iste bu âyetin bahr-i belâgatindan bir katreye isaret için bir üslûbunu bir temsil âyinesinde gösterecegiz. Nasil bir harb-i umumîde bir kumandan, zaferden sonra ates eden bir ordusuna "Ates kes!" ve hücum eden diger bir ordusuna "Dur!" der, emreder. O anda ates kesilir, hücum durur. "Is bitti, istilâ ettik. Bayragimiz düsmanin merkezlerinde yüksek kalelerinin basinda dikildi. Esfelüssâfilîne giden o edebsiz zâlimler cezalarini buldular" der.
Aynen öyle de: Padisah-i Bîmisâl, kavm-i Nuh'un mahvi için Semâvât ve Arz'a emir vermis. Vazifelerini yaptiktan sonra ferman ediyor: Ey Arz! Suyunu yut. Ey Semâ! Dur, isin bitti. Su çekildi. Dagin basinda memur-u Ilahînin çadir vazifesini gören gemisi kuruldu. Zalimler cezalarini buldular. Iste su üslûbun ulviyyetine bak. "Zemin ve gök iki muti' asker gibi emir dinler, itaat ederler" diyor. Iste su üslûb isaret eder ki, insanin isyanindan kâinat kiziyor. Semâvât ve Arz hiddete geliyorlar ve su isaretle der ki: "Yer ve gök iki muti' asker gibi emirlerine bakan bir Zâta isyan edilmez, edilmemeli." Dehsetli bir zecri ifade eder. Iste tufan gibi bir hâdise-i umumiyeyi bütün netâiciyle, hakaikiyla birkaç cümlede îcazli, i’câzli, cemâlli, icmâlli bir tarzda Beyân eder. Su denizin sâir katrelerini su katreye kiyas et.
Simdi kelimelerin penceresiyle gösterdigi üslûba bak.
Meselâ: كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِوَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتَّى عَادَdeki
sh: » (S: 394)
كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ kelimesine bak, ne kadar lâtif bir üslûbu gösteriyor.
Söyle ki: Kamer'in bir menzili var ki, Süreyya yildizlarinin dairesidir. Kameri, hilâl vaktinde hurmanin eskimis beyaz bir dalina tesbih eder. Su tesbih ile semânin yesil perdesi arkasinda güya bir agaç bulunuyor ki beyaz, sivri, nurâni bir dali, perdeyi yirtip basini çikarip, Süreyya o dalin bir salkimi gibi ve sâir yildizlar o gizli hilkat agacinin birer münevver meyvesi olarak isitenin hayalî olan gözüne göstermekle; medâr-i maisetlerinin en mühimmi hurma agaci olan sahra-nisinlerin nazarinda ne kadar münasib, güzel, lâtif, ulvî bir üslûb-u ifade oldugunu zevkin varsa anlarsin.
Meselâ: Ondokuzuncu Söz'ün âhirinde isbat edildigi gibi, وَ الشَّمْسُ َتجْرِى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا deki تَجْرِى kelimesi söyle bir üslûb-u âlîye pencere açar. Söyle ki: تَجْرِى lafziyla yâni: "Günes döner" tâbiriyle kis ve yaz, gece ve gündüzün deveranindaki muntâzam tasarrufât-i Kudret-i Ilahiyeyi ihtar ile Sâniin âzametini ifham eder ve o mevsimlerin sahifelerinde kalem-i kudretin yazdigi mektubât-i Samedâniyeye nazari çevirir. Hâlik-i Zülcelâl'in hikmetini i'lâm eder. وَ جَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا Yâni, lâmba tâbiriyle söyle bir üslûba pencere açar ki, su âlem bir saray ve içinde olan esya ise insana ve zîhayata ihzâr edilmis müzeyyenat ve mat'umat ve levazimât oldugunu ve Günes dahi müsahhar bir mumdar oldugunu ihtar ile Sâniin hasmetini ve Hâlikin ihsanini ifham ederek tevhide bir delil gösterir ki, müsriklerin en mühim, en parlak Mâbud zannettikleri Günes, müsahhar bir lâmba, câmid bir mahluktur. Demek سِرَاج tâbirinde Hâlikin âzamet-i Rububiyyetindeki rahmetini ihtar eder. Rahmetin vüs'atindeki ihsanini ifham eder ve o ifhamda saltanatinin hasmetindeki keremini ihsas eder ve bu ihsasta vahdâniyeti i'lam eder
sh: » (S: 395)
ve mânen der: "Câmid bir sirâc-i müsahhar hiçbir cihette ibâdete lâyik olamaz." Hem cereyân-i تَجْرِى tâbirinde gece gündüzün, kis ve yazin dönmelerindeki tasarrufat-i muntâzama-i acibeyi ihtar eder ve o ihtarda, Rububiyyetinde münferid bir Sâniin âzamet-i kudretini ifham eder. Demek Sems ve Kamer noktalarindan beserin zihnini gece ve gündüz, kis ve yaz sahifelerine çevirir ve o sahifelerde yazilan hâdisatin satirlarina nazar-i dikkati celbeder. Evet Kur'an Günes'ten Günes için bahsetmiyor. Belki onu isiklandiran Zât için bahsediyor. Hem Günes'in insana lüzumsuz olan mahiyetinden bahsetmiyor. Belki Günes'in vazifesinden bahsediyor ki, San'at-i Rabbâniyyenin intizâmina bir zenberek ve hilkat-i Rabbâniyyenin nizâmina bir merkez, hem Nakkas-i Ezelî'nin gece gündüz ipleriyle dokudugu esyadaki san'at-i Rabbâniyyenin insicamina bir mekik vazifesini yapiyor. Daha sâir kelimât-i Kur'aniyyeyi bunlara kiyas edebilirsin. Âdeta basit, me'luf birer kelime iken, lâtif mânâlarin definelerine birer anahtar vazifesini görüyor.
Iste ekseriyetle üslûb-u Kur'anin geçen tarzlarda ulvî ve parlak oldugundandir ki, bâzan bir bedevî arab birtek kelâma meftun olur. Müslüman olmadan secdeye giderdi. Bir bedevî فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ kelâmini isittigi anda secdeye gitti. Ona dediler: "Müslüman mi oldun?" "Yok dedi, ben su kelâmin belâgatina secde ediyorum."
Dördüncü Nokta: Lafzindaki fesâhât-i hârikasidir. Evet Kur'an mânen üslûb-u Beyân cihetiyle fevkalâde belîg oldugu gibi, lâfzinda gâyet selis bir fesahati vardir. Fesahatin kat'î vücuduna, usandirmamasi delildir ve fesahatin hikmetine, fenn-i Beyân ve maânînin dâhî ülemâsinin sehadetleri bir bürhân-i bâhirdir. Evet binler defa tekrar edilse usandirmiyor, belki lezzet veriyor. Küçük basit bir çocugun hâfizasina agir gelmiyor, hifzedebilir. En hastalikli, az bir sözden müteezzî olan bir kulaga nâhos gelmiyor, hos geliyor. Sekeratta olanin damagina serbet gibi oluyor. Zemzeme-i Kur'an onun kulaginda ve dimaginda, aynen agzinda ve damaginda mâ-i zemzem gibi leziz geliyor. Usandirmamasinin sirr-i hikmeti sudur ki: Kur'an, kulûbe kut ve gida ve ukûle kuvvet ve ginâdir ve rûha mâ ve ziyâ ve nüfusa devâ ve sifâ oldugundan usandirmaz. Hergün ekmek yeriz, usanmayiz. Fakat en güzel bir meyveyi her gün yesek, usan
sh: » (S: 396)
diracak. Demek Kur'an, hak ve hakikat ve sidk ve hidâyet ve hârika bir fesahat oldugundandir ki, usandirmiyor, daima gençligini muhafaza ettigi gibi tarâvetini, halâvetini de muhafaza ediyor. Hattâ Kureys'in rüesâsindan müdakkik bir belîg, müsrikler tarafindan, Kur'ani dinlemek için gitmis. Dinlemis, dönmüs, demis ki: Su kelâmin öyle bir halâveti ve tarâveti var ki, kelâm-i besere benzemez. Ben sâirleri, kâhinleri biliyorum. Bu onlarin hiç sözlerine benzemez. Olsa olsa etbaimizi kandirmak için sihir demeliyiz." Iste Kur'an-i Hakîm'in en muannid düsmanlari bile fesahatinden hayran oluyorlar.
Kur'an-i Hakîm'in âyetlerinde, kelâmlarinda, cümlelerinde fesâhatin esbabini izah çok uzun gider. Onun için sözü kisa kesip yalniz nümune olarak bir âyetteki hurûf-u hecâiyyenin vaziyetiyle hasil olan bir selaset ve fesahat-i lafziyyeyi ve o vaziyetten parlayan bir lem'a-i i’câzi gösterecegiz. Iste:
ثُمَّ اَنْزَلَ عَلَيْكُمْ مِنْ بَعْدِ الْغَمِّ اَمَنَةً نُعَاسًا يَغْشَى طَآئِفَةً مِنْكُمْ ilâ âhir. Iste su âyette bütün huruf-u heca mevcûddur. Bak ki, sakil, agir bütün aksâm-i hurûf beraber oldugu halde selasetini bozmamis. Belki bir revnâk ve muhtelif tellerden mütenasib, mütesanid bir nagme-i fesâhat katmis. Hem su lem'a-i i’câza dikkat et ki, hurûf-u hecâdan "ya" ile "elif" en hafif ve birbirine kalboldugu için iki kardes gibi her birisi yirmibir kerre tekrari var. "Mim" ile "nun" (Hasiye-1) birbirinin kardesi ve birbirinin yerine geçtigi için her birisi otuzüçer defa zikredilmistir. ص .س. ش mahreççe, sifatça, savtça kardes olduklari için her biri üç defa, ع. غ kardes olduklari halde ع daha hafif alti defa, غ sikleti için yarisi olarak üç defa zikredilmistir.
ط .ظ .ذ. ز
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 25. Söz
(Hasiye-1): Tenvin dahi nundur.
sh: » (S: 397)
mahreçce, sifatça, sesçe kardes olduklari için herbirisi ikiser defa, "lâm" ve "elif" ile beraber ikisi لا Sûretinde ittihad ettikleri ve "elif" لا Sûretinde hissesi "lâm"in yarisidir. Onun için "lâm" kirkiki defa, "elif" onun yarisi olarak yirmibir defa zikredilmistir. "Hemze" "he" ile mahreççe kardes olduklari için hemze (Hasiye-2) onüç, "hâ" bir derece daha hafif oldugu için ondört defa, ق. ف. ك kardes olduklari için ق 'in bir noktasi fazla oldugu için ق on, ف dokuz, ك dokuz, ب dokuz, ت oniki, "ta"nin derecesi üç oldugu için oniki defa zikredilmistir. ر "lâm"in kardesidir. Fakat ebced hesabiyla ر ikiyüz, "lâm" otuzdur. Alti derece yukari çiktigi için alti derece asagi düsmüstür. Hem ر telaffuzca tekerrür ettiginden sakil olup yalniz alti defa zikredilmistir. خ. ح. ث .ض Sikletleri ve Bâzi cihat-i münasebat için birer defa zikredilmistir. "Vav" "hâ"den ve "hemze"den daha hafif ve "yâ"dan ve "elif"den daha sakil oldugu için onyedi defa, sakil hemzeden dört derece yukari, hafif eliften dört derece asagi zikredilmistir.
Iste su hurufun bu zikrinde hârikulâde bu vaziyet-i muntâzama ile ve o münâsebet-i hafiyye ile ve o güzel intizâm ve o dakik ve in
______________________________ ____
(Hasiye): Hemze, melfuz ve gayr-i melfuz yirmibestir ve hemzenin sâkin kardesi elif'ten üç derece yukaridir. Zira hareke üçtür.
sh: » (S: 398)
ce nazm ve insicâm ile iki kerre iki dört eder derecede gösterir ki, beser fikrinin haddi degil ki, sunu yapabilsin. Tesadüf ise muhaldir ki, ona karissin. Iste su vaziyet-i huruftaki intizâm-i acib ve nizâm-i garib, selaset ve fesahat-i lafziyyeye medâr oldugu gibi, daha gizli çok hikmetleri bulunabilir. Mâdem hurûfâtinda böyle intizâm gözetilmis. Elbette kelimelerinde, cümlelerinde, mânâlarinda öyle esrarli bir intizâm, öyle envarli bir insicâm gözetilmis ki, göz görse "Mâsâallah", akil anlasa "Bârekâllah" diyecek.
Besinci Nokta: Beyânindaki beraattir. Yâni, tefevvuk ve metânet ve hasmettir. Nasilki nazminda cezâlet, lafzinda fesahat, mânâsinda belâgat, üslûbunda bedâat var. Beyâninda dahi faik bir beraat vardir. Evet tergib ve terhib, medh ve zemm, isbat ve irsad, ifhâm ve ifhâm gibi bütün aksâm-i kelâmiyyede ve tabakat-i hitabiyyede Beyânât-i Kur'aniyye en yüksek mertebededir.
Meselâ: Makam-i tergib ve tesvikte hadsiz misâllerinden, meselâ Sûre-i هَلْ اَتَى عَلَى اْلاِنْسَانِ de Beyânâti, (Hasiye-1) âb-i kevser gibi hos, selsebil çesmesi gibi selâsetle akar, cennet meyveleri gibi tatli, hûri libasi gibi güzeldir.
Makam-i terhib ve tehdidde pek çok misâllerinden meselâ: هَلْ اَتَيكَ حَدِيثُ الْغَاشِيَةِ Sûresinin basinda beyânât-i Kur'aniyye ehl-i dalâletin simahinda kaynayan rasas gibi, dimaginda yakan ates gibi, damaginda yanan zakkum gibi, yüzünde saldiran cehennem gibi, midesinde aci, dikenli dari' gibi tesir eder. Evet bir zâtin tehdidini gösteren Cehennem gibi bir azab memuru, öfkesinden ve gayzindan parçalanmak vaziyetini almasi ve تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ söylemesi, söyletmesi, o zâtin terhibi ne derece dehsetli oldugunu gösterir.
Makam-i medhin binler misâllerinden, basinda "Elhamdülillah" olan bes Sûrede Beyânât-i Kur'aniyye Günes gibi parlak, (Hasiye-2) yildiz gibi zînetli, semâvât ve zemin gibi hasmetli, melekler gibi sevimli, dünyada yavrulara
______________________________ _
(Hasiye-1): Su üslûb-u Beyân, o sûrenin meâlinin libasini giymis.
(Hasiye-2): Su tâbiratta o sûrelerdeki bahislere isaret var.
sh: » (S: 399)
rahmet gibi sefkatli, âhirette Cennet gibi güzeldir.
Makam-i zemm ve zecirde binler misâllerinden meselâ: اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ َلحْمَ اَخِيهِ مَيْتًا âyetinde zemmi alti derece zemmeder. Giybetten alti derece siddetle zecreder. Söyle ki: Mâlûmdur: Âyetin basindaki hemze, sormak (âyâ) mânâsindadir. O sormak mânâsi, su gibi âyetin bütün kelimelerine girer. Iste birinci hemze ile der: (Âyâ) sual ve cevab mahalli olan akliniz yok mu ki, bu derece çirkin bir seyi anlamiyor? Ikincisi: يُحِبُّ lafzi ile der: Âyâ, sevmek, nefret etmek mahalli olan kalbiniz bozulmus mu ki, en menfur bir isi sever? Üçüncüsü: اَحَدُكُمْ kelimesiyle der: Cemâatten hayatini alan hayat-i içtimaiye ve medeniyetiniz ne olmus ki, böyle hayatinizi zehirleyen bir ameli kabûl eder? Dördüncüsü: اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ kelâmiyla der: Insaniyetiniz ne olmus ki, böyle canavarcasina arkadasini disle parçalamayi yapiyorsunuz? Besincisi: اَخِيهِ kelimesiyle der: Hiç rikkat-i cinsiyeniz, hiç sila-i rahminiz yok mu ki, böyle çok cihetlerle kardesiniz olan bir mazlumun sahs-i mânevîsini insafsizca disliyorsunuz? Hiç akliniz yok mu ki, kendi âzanizi kendi disinizle divâne gibi isiriyorsunuz? Altincisi: مَيْتًا kelâmiyla der: Vicdaniniz nerede... Fitratiniz bozulmus mu ki, en muhterem bir halde bir kardesine karsi, etini yemek gibi en müstekreh bir is yapiliyor? Demek zemm ve giybet, aklen, kalben ve insâniyeten ve vicdânen ve fitraten ve asabiyeten ve milliyeten mezmumdur. Iste bak! Nasilki, su âyet, îcazkârâne alti mertebe zemmi zemmetmekle i’câzkârane alti derece o cürümden zecreder.
Makam-i isbatta binler misâllerinden meselâ:
sh: » (S: 400)
فَانْظُرْ اِلَى اَثَارِ رَحْمَةِ اللَّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَآ اِنَّ ذلِكَ َلمُحْيِى اْلمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ
de hasri isbat ve istib'adi izale için öyle bir tarzda Beyân eder ki, fevkinde isbat olamaz. Söyle ki: Onuncu Söz'ün Dokuzuncu Hakikatinda, Yirmiikinci Söz'ün Altinci Lem'asinda isbat ve izah edildigi gibi; her bahar mevsiminde ihyâ-yi arz keyfiyyetinde üçyüzbin tarzda hasrin nümunelerini nihayet derecede girift, birbirine karistirdigi halde nihayet derecede intizâm ve temyiz ile nazar-i besere gösteriyor ki, bunlari böyle yapan Zâta, Hasir ve Kiyamet agir olamaz, der. Hem zeminin sahifesinde yüzbinler enva'i, beraber birbiri içinde kalem-i kudretiyle hatâsiz, kusursuz yazmak; bir tek Vâhid-i Ehad'in sikkesi oldugundan, su âyetle Günes gibi vahdâniyeti isbat etmekle beraber, Günes'in tulû' ve gurubu gibi kolay ve kat'î, Kiyamet ve Hasri gösterir. Iste كَيْفَ lâfzindaki keyfiyet noktasinda su hakikati gösterdigi gibi, çok Sûrelerde tafsil ile zikreder.
Meselâ: Sûre-i ق وَ الْقُرْاَنِ الْمَجِيدِ de öyle parlak ve güzel ve sirin ve yüksek bir Beyânla hasri isbat eder ki, baharin gelmesi gibi kat'î bir Sûrette kanâat verir. Iste bak: Kâfirlerin, çürümüs kemiklerin dirilmesini inkâr ederek « Bu acibdir, olamaz» demelerin ecevaben اَفَلَمْ يَنْظُرُوآ اِلَى السَّمَآءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَ زَيَّنَّاهَا وَمَا لَهَا مِنْ فُرُوجٍ ilâ âhir-il âyet... كَذلِكَ اْلخُرُوجُ a kadar ferman ediyor. Beyâni su gibi akiyor. Yildizlar gibi parliyor. Kalbe hurma gibi hem lezzet, hem zevk veriyor, hem rizk oluyor. Hem makam-i isbatin en lâtif misâllerinden: يس وَالْقُرْاَنِ اْلحَكِيمِ اِنَّكَ َلمِنَ اْلمُرْسَلِينَ der. Yâni, « Hikmetli Kur'ana kasem ederim. Sen Resûllerdensin.» Su ka
sh: » (S: 401)
sem isaret eder ki, Risâletin hücceti o derece yakînî ve haktir ki, hakkaniyette makam-i tâzim ve hürmete çikmis ki, onunla kasem ediliyor. Iste su isaret ile der: « Sen Resûlsün. Çünki senin elinde Kur'an var. Kur'an ise, haktir ve Hakk'in kelâmidir. Çünki içinde hakikî hikmet, üstünde sikke-i i'câz var.»
Hem makam-i isbatin îcazli ve i'câzli misâllerinden su:
قَالَ مَنْ يُحْيِى اْلعِظَامَ وَهِىَ رَمِيمٌ قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِى اَنْشَاَهَآ اَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ
Yâni; insan der: « Çürümüs kemikleri kim diriltecek?» Sen, de: « Kim onlari bidayeten insa edip hayat vermis ise, o diriltecek.» Onuncu Söz'ün dokuzuncu hakikatinin üçüncü temsilinde tasvir edildigi gibi; bir zât, göz önünde bir günde yeniden büyük bir orduyu teskil ettigi halde, biri dese: « Su zât, efradi istirahat için dagilmis olan bir taburu bir boru ile toplar. Tabur nizâmi altina getirebilir.» Sen ey insan, desen; « Inanmam.» Ne kadar divânece bir inkâr oldugunu bilirsin. Aynen onun gibi hiçten, yeniden ordu-misâl bütün hayvanat ve sâir zîhayatin tabur-misâl cesedlerini kemâl-i intizâmla ve mizan-i hikmetle o bedenlerin zerratini ve letâifini « Emr-i kün feyekûn» ile kaydedip yerlestiren ve her karnda hattâ her baharda rûy-i zeminde yüzbinler ordu-misâl zevilhayat envâ'larini, taifelerini icad eden bir Zât-i Kadîr-i Alîm, tabur-misâl bir cesedin nizâmi altina girmekle birbiriyle tanismis zerrât-i esâsiye ve eczâ-yi asliyeyi bir sayha ile Sûr-u Israfil'in borusu ile nasil toplayabilir? Istib'âd Sûretinde denilir mi? Denilse, eblehçesine bir divâneliktir.
Makam-i irsadda beyânât-i Kur'aniye o derece müessir ve rakiktir ve o derece mûnis ve sefiktir ki, sevk ile ruhu, zevk ile kalbi; akli merakla ve gözü yasla doldurur. Binler misâllerinden yalniz su: ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ فَهِىَ كَاْلحِجَارَةِ اَوْ اَشَدُّ قَسْوَةً ilâ âhir... Yirminci Söz'ün Birinci Makami'nda üçüncü âyet mebhasinde isbat ve izah edildigi gibi Benî-Israil'e der: « Mûsa Aleyhisselâm'in asâsi gibi bir mu'cizesine karsi sert tas, oniki gözünden çesme gibi yas akittigi halde, size ne olmus ki, Mûsa Aleyhisselâm'in bütün mu'cizâtina
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 25. Söz
sh: » (S: 402)
karsi lâkayd kalip; gözünüz kuru, yassiz, kalbiniz kati, atessiz duruyor?» O sözde su mânâ-yi irsadî izah edildigi için oraya havale ederek burada kisa kesiyorum.
Makam-i ifhâm ve ilzamda binler misâllerinden yalniz su iki misâle bak: Birinci misâl:
وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ وَادْعُوا شُهَدَآءَكُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ اِنْ كُنتُمْ صَادِقِينَ
Yâni: « Eger, bir sübheniz varsa, size yardim edecek, sehadet edecek bütün büyüklerinizi ve taraftarlarinizi çagiriniz. Birtek sûresine bir nazîre yapiniz.» « Isârât-ül I'câz» da izah ve isbat edildigi için burada yalniz icmâline isaret ederiz. Söyle ki: Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyân diyor: « Ey ins ve cin! Eger Kur'an, Kelâm-i Ilahî oldugunda sübheniz varsa, bir beser kelâmi oldugunu tevehhüm ediyorsaniz, haydi, iste meydan, geliniz! Siz dahi O'na Muhammed-ül Emin dediginiz zât gibi, okumak yazmak bilmez, kiraat ve kitabet görmemis bir ümmîden bu Kur'an gibi bir kitab getiriniz, yaptiriniz. Bunu yapamazsaniz, haydi ümmî olmasin, en meshur bir edib, bir âlim olsun. Bunu da yapamazsaniz, haydi birtek olmasin, bütün bülegâniz, hutebâniz, belki bütün geçmis belîglerin güzel eserlerini ve bütün gelecek ediblerin yardimlarini ve ilahlarinizin himmetlerini beraber aliniz. Bütün kuvvetinizle çalisiniz, su Kur'ana bir nazîre yapiniz. Bunu da yapamazsaniz, haydi kabil-i taklid olmayan Hakaik-i Kur'aniyeden ve mânevî çok mu'cizâtindan kat-i nazar, yalniz nazmindaki belâgatina nazîre olarak bir eser yapiniz.» فَاْتُوا بِعَشْرِ سُوَرٍ مِثْلِهِ مُفْتَرَيَاتٍ ilzâmiyla der: « Haydi sizden mânânin dogrulugunu istemiyorum. Müftereyat ve yalanlar ve bâtil hikâyeler olsun. Bunu da yapamiyorsunuz. Haydi bütün Kur'an kadar olmasin, yalniz بِعَشْرِ سُوَرٍ on Sûresine nazîre getiriniz. Bunu da yapamiyorsunuz. Haydi, birtek Sûresine nazîre getiriniz. Bu da çoktur. Haydi, kisa bir Sûresine bir nazîre ibraz ediniz. Hattâ, mâdem bunu da yapmazsaniz ve yapamazsiniz. Hem bu kadar muhtaç ol-
sh: » (S: 403)
dugunuz halde; çünki Haysiyet ve namusunuz, izzet ve dininiz, asabiyet ve serefiniz, can ve maliniz, dünya ve âhiretiniz, buna nazîre getirmekle kurtulabilir. Yoksa dünyada haysiyetsiz, namussuz, dinsiz, serefsiz, zillet içinde, can ve maliniz helâkette mahvolup ve âhirette النَّارَ الَّتِى وَقُودُهَا النَّاسُ وَ الْحِجَارَةُفَاتَّقُوا isaretiyle Cehennem'de haps-i ebedî ile mahkûm ve sanemlerinizle beraber atese odunluk edeceksiniz. Hem mâdem sekiz mertebe aczinizi anladiniz. Elbette sekiz defa, Kur'an dahi mu'cize oldugunu bilmekliginiz gerektir.
Ya îmânâ geliniz veyahut susunuz, Cehennem'e gidiniz!» Iste Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyân'in makam-i ifhâmdaki ilzamina bak ve de: لَيْسَ بَعْدَ الْبَيَانِ الْقُرْاَنِ بَيَانٌ Evet Beyân-i Kur'andan sonra Beyân olamaz ve hacet kalmaz.
Ikinci Misâl:
فَذَكِّرْ فَمَآ اَنْتَ بِنِعْمَتِ رَبِّكَ بِكَاهِنٍ وَلاَ مَجْنُونٍ اَمْ يَقُولُونَ شَاعِرٌ نَتَرَبَّصُ بِهِ رَيْبَ اْلمَنُونِ قُلْ تَرَبَّصُوا فَاِنِّى مَعَكُمْ مِنَ الْمُتَرَبِّصِينَ اَمْ تَاْمُرُهُمْ اَحْلاَمُهُمْ بِهذَا اَمْ هُمْ قَوْمٌ طَاغُونَ اَمْ يَقُولُونَ تَقَوَّلَهُ بَلْ لاَ يُؤْمِنُونَ فَلْيَاْتُوا بِحَدِيثٍ مِثْلِهِ اِنْ كَانُوا صَادِقِينَ اَمْ خُلِقُوا مِنْ غَيْرِ شَىْءٍ اَمْ هُمُ اْلخَالِقُونَ اَمْ خَلَقُوا السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ بَلْ لاَ يُوقِنُونَ اَمْ عِنْدَهُمْ خَزَآِنُ رَبِّكَ اَمْ هُمُ اْلمُصَيْطِرُونَ اَمْ لَهُمْ سُلَّمٌ يَسْتَمِعُونَ فِيهِ فَلْيَاْتِ مُسْتَمِعُهُمْ بِسُلْطَانٍ مُبِينٍ اَمْ لَهُ الْبَنَاتُ وَلَكُمُ الْبَنُونَ اَمْ تَسْاَلُهُمْ اَجْرًا فَهُمْ مِنْ مَغْرَمٍ مُثْقَلُونَ اَمْ عِنْدَهُمُ الْغَيْبُ فَهُمْ يَكْتُبُونَ اَمْ يُرِيدُونَ كَيْدًا فَالَّذِينَ كَفَرُوا هُمُ اْلمَكِيدُونَ اَمْ لَهُمْ اِلَهٌ غَيْرُ اللَّهِ سُبْحَانَ اللَّهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ
sh: » (S: 404)
Iste su âyâtin binler hakikatlerinden yalniz Beyân-i ifhamiyeye misâl için bir hakikatini Beyân ederiz. Söyle ki: اَمْ - اَمْ lafziyla onbes tabaka istifham-i inkârî-i taaccübî ile ehl-i dalâletin bütün aksamini susturur ve sübehâtin bütün mense'lerini kapatir. Ehl-i dalâlet için içine girip saklanacak seytanî bir delik birakmiyor, kapatiyor. Altina girip gizlenecek bir perde-i dalâlet birakmiyor, yirtiyor. Yilanlarindan hiçbir yilani birakmiyor, basini eziyor. Herbir fikrada bir taifenin hülâsa-i fikr-i küfrîlerini ya bir kisa tâbir ile ibtal eder. Ya butlani zâhir oldugundan sükûtla butlanini bedâhete havale eder veya baska âyetlerde tafsilen reddedildigi için burada mücmelen isaret eder. Meselâ: Birinci fikra وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنْبَغِى لَهُ âyetine isaret eder. Onbesinci fikra ise لَوْ كَانَ فِيهِمَآ اَلِهَةٌ اِلاَّ اللَّهُ لَفَسَدَتَا âyetine remzeder. Daha sâir fikralari buna kiyas et. Söyle ki: Basta diyor: « Ahkâm-i Iâahiyyeyi teblig et. Sen kâhin degilsin. Zira kâhinin sözleri, karisik ve tahminîdir. Seninki, hak ve yakînîdir. Mecnun olamazsin, düsmanin dahi senin Kemâl-i aklina sehadet eder. اَمْ يَقُولُونَ شَاعِرٌ نَتَرَبَّصُ بِهِ رَيْبَ اْلمَنُونِ Âyâ, acaba muhâkemesiz âmi kâfirler gibi, sana sâir mi diyorlar. Senin helâketini mi bekliyorlar. Sen, de: « Bekleyiniz. Ben de bekliyorum.» Senin parlak büyük hakikatlerin, siirin hayalatindan münezzeh ve tezyinâtindan müstagnidir.
اَمْ تَاْمُرُهُمْ اَحْلاَمُهُمْ بِهذَا Yahut; acaba akillarina güvenen akilsiz feylesoflar gibi, « Aklimiz bize yeter» deyip sana ittibâdan istinkaf mi ederler. Halbuki akil ise, sana ittibai emreder. Çünki: Bütün dedigin makuldür. Fakat akil kendi basiyla ona yetisemez. اَمْ هُمْ قَوْمٌ طَاغُونَ Yahut: Inkârlarina sebeb, tâgî zâlimler gibi,
sh: » (S: 405)
Hakk'a serfüru etmemeleri midir! Halbuki mütecebbir zalimlerin rüesâlari olan Firavunlarin, Nemrudlarin âkibetleri mâlûmdur.
اَمْ يَقُولُونَ تَقَوَّلَهُ بَلْ لاَ يُؤْمِنُونَ Veyahut: Yalanci, vicdansiz münafiklar gibi « Kur'an senin sözlerindir» diye seni ittiham mi ediyorlar! Halbuki, tâ simdiye kadar sana Muhammed-ül Emin diyerek içlerinde seni en dogru sözlü biliyorlardi. Demek onlarin imânâ niyyetleri yoktur. Yoksa Kur'anin âsâr-i beseriye içinde bir nazîrini bulsunlar.
اَمْ خُلِقُوا مِنْ غَيْرِ شَيْءٍ Veyahut: Kâinati abes ve gayesiz îtikad eden felâsife-i abesiyyun gibi kendilerini basibos, hikmetsiz, gayesiz, vazifesiz, Hâliksiz mi zannediyorlar! Acaba gözleri kör olmus, görmüyorlar mi ki, kâinat bastan asagiya kadar hikmetlerle müzeyyen ve gayelerle müsmirdir ve mevcûdât, zerrelerden Güneslere kadar vazifelerle muvazzaftir ve evâmir-i Ilâhiyeye müsahharlardir.
اَمْ هُمُ اْلخَالِقُونَ Veyahut: Firavunlasmis maddiyyun gibi, « Kendi kendine oluyorlar. Kendi kendini besliyorlar. Kendilerine lâzim olan herseyi yaratiyorlar» mi tahayyül ediyorlar ki, îmândan, ubûdiyetten istinkâf ederler. Demek kendilerini birer Hâlik zannederler. Halbuki birtek seyin Hâliki, herbir seyin Hâliki olmak lâzim gelir. Demek kibir ve gururlari onlari nihayet derecede ahmaklastirmis ki, bir sinege, bir mikroba karsi maglûb bir âciz-i mutlaki, bir Kadîr-i Mutlak zannederler. Mâdem bu derece akildan, insâniyetten sukut etmisler. Hayvandan, belki cemadattan daha asagidirlar. Öyle ise, bunlarin inkârlarindan müteessir olma. Bunlari dahi, bir nevi muzir hayvan ve pis maddeler sirasina say. Bakma, ehemmiyet verme.
اَمْ خَلَقُوا السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ بَلْ لاَ يُوقِنُونَ Veyahut: Hâliki inkâr eden fikirsiz, sersem muattila gibi, Allah'i inkâr mi ediyorlar ki, Kur'ani dinlemiyorlar. Öyle ise, semâvat ve arzin vücudlarini inkâr etsinler veyahut « Biz halkettik» desinler. Bütün bütün aklin zivanasindan çikip, divaneligin hezeyanina girsinler. Çünki semâda yildizlari kadar, zeminde çiçekleri kadar berahin-i tevhid görünüyor, okunuyor. Demek yakîne ve hakka niyetleri yoktur. Yok
sh: » (S: 406)
sa « Bir harf kâtibsiz olmaz» bildikleri halde, nasil bir harfinde bir kitab yazilan su kâinat kitabini, kâtibsiz zannediyorlar.
اَمْ عِنْدَهُمْ خَزَآئِنُ رَبِّكَ Veyahut: Cenâb-i Hakk'in ihtiyarini nefyeden bir kisim hükemâ-yi dâlle gibi ve Berahime gibi asl-i Nübüvveti mi inkâr ediyorlar? Sana îmân getirmiyorlar. Öyle ise, bütün mevcûdâtta görünen ve ihtiyar ve iradeyi gösteren bütün âsâr-i hikmeti ve gayâti ve intizâmâti ve semerâti ve âsâr-i rahmet ve inayâti ve bütün enbiyanin bütün mu'cizâtlarini inkâr etsinler veya « Mahlukata verilen ihsanatin hazineleri yanimizda ve elimizdedir» desinler. Kâbil-i hitab olmadiklarini göstersinler. Sen de onlarin inkârindan müteellim olma. Allah'in akilsiz hayvanlari çoktur, de.
اَمْ هُمُ اْلمُصَيْطِرُونَ Veyahut: Akli hâkim yapan mütehakkim Mu'tezile gibi kendilerini Hâlikin islerine rakib ve müfettis tahayyül edip Hâlik-i Zülcelâl'i mes'ul tutmak mi istiyorlar? Sakin fütur getirme. Öyle hodbinlerin inkârlarindan bir sey çikmaz. Sen de aldirma.
اَمْ لَهُمْ سُلَّمٌ يَسْتَمِعُونَ فِيهِ فَلْيَاْتِ مُسْتَمِعُهُمْ بِسُلْطَانٍ مُبِينٍ Veyahut: Cin ve seytana uyup kehanetfüruslar, ispirtizmacilar gibi, âlem-i gayba baska bir yol mu bulunmus zannederler? Öyle ise, seytanlarina kapanan semâvata, onunla çikilacak bir merdivenleri mi var tahayyül ediyorlar ki, senin semâvî haberlerini tekzib ederler. Böyle sarlatanlarin inkârlari, hiç hükmündedir.
اَمْ لَهُ الْبَنَاتُ وَلَكُمُ الْبَنُونَ Veyahut: Ukûl-ü asere ve erbâb-ül- enva namiyla serikleri îtikad eden müsrik felâsife gibi ve yildizlara ve melâikelere bir nevi ulûhiyet isnad eden Sabiiyyun gibi, Cenâb-i Hakk'a veled nisbet eden mülhid ve dâllînler gibi, Zât-i Ehad ve Samed'in vücub-u vücuduna, vahdetine, Samediyetine, istigna-yi mutlakina zid olan veledi nisbet ve melâikenin ubûdiyyetine ve ismetine ve cinsiyetine münafî olan ünûseti isnad mi ederler? Kendilerine sefaatçi mi zannederler ki, sana tâbi olmuyorlar? Insan gibi mümkin, fâni, beka-yi nev'ine muhtaç ve cismanî ve mütecezzi, tekessüre kabil ve âciz, dünyaperest, yardimci bir vârise müstak sh: » (S: 407)
mahluklar için vasita-i tekessür ve teavün ve rabita-i hayat ve beka olan tenasül, elbette ve elbette vücudu vâcib ve dâim, bekasi ezelî ve ebedî, zâti cismâniyetten mücerred ve muallâ ve mahiyeti tecezzî ve tekessürden münezzeh ve müberrâ ve kudreti aczden mukaddes ve bîhemta olan Zât-i Zülcelâl'e evlâd isnad etmek, hem o âciz, mümkin, miskin insanlar dahi begenmedikleri ve izzet-i magrurânesine yakistiramadiklari bir nevi evlâd yâni hadsiz kizlari isnad etmek, öyle bir safsatadir ve öyle bir divânelik hezeyanidir ki, o fikirde olan heriflerin tekzibleri, inkârlari hiçtir. Aldirmamalisin. Herbir sersemin safsatasina, her divânenin hezeyanina kulak verilmez.
اَمْ تَسْاَلُهُمْ اَجْرًا فَهُمْ مِنْ مَغْرَمٍ مُثْقَلُونَ Veyahut: Hirsa, hissete alismis tâgî, bâgî dünyaperestler gibi senin tekalifini agir mi buluyorlar ki, senden kaçiyorlar ve bilmiyorlar mi ki, sen ecrini, ücretini yalniz Allah'tan istiyorsun ve onlara Cenâb-i Hak tarafindan verilen maldan hem bereket, hem fakirlerin hased ve beddualarindan kurtulmak için, ya on'dan veya kirk'tan birisini kendi fakirlerine vermek agir bir sey midir ki, emr-i zekati agir görüp Islâmiyetten çekiniyorlar? Bunlarin tekzibleri ehemmiyetsiz olmakla beraber, haklari tokattir. Cevab vermek degil...
اَمْ عِنْدَهُمُ الْغَيْبُ فَهُمْ يَكْتُبُونَ Veyahut: Gayb-âsinâlik dâvâ eden Budeîler gibi ve umûr-u gaybiyyeye dair tahminlerini yakîn tahayyül eden akilfüruslar gibi, senin gaybî haberlerini begenmiyorlar mi? Gaybî kitablari mi var ki, senin gaybî kitabini kabûl etmiyorlar. Öyle ise, vahye mazhar resûllerden baska kimseye açilmayan ve kendi basiyla ona girmeye kimsenin haddi olmayan âlem-i gayb, kendi yanlarinda hâzir, açik tahayyül edip ondan mâlûmat alarak yaziyorlar hülyasinda bulunuyorlar. Böyle, haddinden hadsiz tecavüz etmis magrur hodfüruslarin tekzibleri, sana fütur vermesin. Zira az bir zamanda senin hakikatlerin onlarin hülyalarini zîr ü zeber edecek.
اَمْ يُرِيدُونَ كَيْدًا فَالَّذِينَ كَفَرُوا هُمُ اْلمَكِيدُونَ Veyahut: Fitratlari bozulmus, vicdanlari çürümüs sarlatan münafiklar, dessas zindiklar gi,
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 25. Söz
sh: » (S: 408)
bi ellerine geçmeyen hidâyetten halklari aldatip çevirmek, hile edip döndürmek mi istiyorlar ki, sana karsi kâh kâhin, kâh mecnun, kâh sâhir deyip, kendileri dahi inanmadiklari halde baskalarini inandirmak mi istiyorlar? Böyle hilebaz sarlatanlari insan sayip desiselerinden, inkârlarindan müteessir olarak fütur getirme. Belki daha ziyade gayret et. Çünki onlar kendi nefislerine hile ederler, kendilerine zarar ederler ve onlarin fenalikta muvaffakiyetleri muvakkattir ve istidracdir, bir mekr-i Ilahîdir.
اَمْ لَهُمْ اِلهٌ غَيْرُ اللَّهِ سُبْحَانَ اللَّهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ Veyahut: Hâlik-i hayr ve hâlik-i ser namiyla ayri ayri iki ilâh tevehhüm eden Mecusîler gibi ve ayri ayri esbaba bir nevi ulûhiyet veren ve onlari kendilerine birer nokta-i istinad tahayyül eden esbabperestler, sanemperestler gibi baska ilâhlara dayanip sana muâraza mi ederler? Senden istigna mi ediyorlar? Demek لَوْ كَانَ فِيهِمَآ اَلِهَةٌ اِلاَّ اللَّهُ لَفَسَدَتَا hükmünce, su bütün kâinatta gündüz gibi görünen bu intizâm-i ekmeli, bu insicam-i ecmeli kör olup görmüyorlar. Halbuki bir köyde iki müdür, bir sehirde iki vali, bir memlekette iki padisah bulunsa, intizâm zîr ü zeber olur ve insicam herc ü merce düser. Halbuki sinek kanadindan tâ semâvat kandillerine kadar o derece ince bir intizâm gözetilmis ki, sinek kanadi kadar sirke yer birakilmamis. Mâdem bunlar bu derece hilaf-i akil ve hikmet ve münafî-i his ve bedâhet hareket ediyorlar. Onlarin tekzibleri seni tezkirden vazgeçirmesin.»
Iste silsile-i hakaik olan su âyâtin yüzer cevherlerinden yalniz ifham ve ilzama dair birtek cevher-i Beyânîsini icmâlen Beyân ettik. Eger iktidarim olsaydi, birkaç cevherlerini daha gösterseydim, « Su âyetler tek basiyla bir mu'cizedir» sen dahi diyecektin.
Amma ifham ve tâlimdeki Beyânât-i Kur'aniye o kadar hârikadir, o derece letafetli ve selasetlidir; en basit bir âmi, en derin bir hakikati onun Beyânindan kolayca tefehhüm eder. Evet, Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyân, çok hakaik-i gamizayi nazar-i umumîyi oksayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avâmi taciz edip yormayacak bir Sûrette basitane ve zâhirane söylüyor, ders veriyor. Nasil bir çocukla konusulsa, çocukça tâbirat istimal edilir. Öyle de: تَنَزُّلاَتٍ اِلَهِيَّةٍ اِلَى عُقُولِ الْبَشَرِ denilen mütekellim üslûbunda mu-
sh: » (S: 409)
hatâbin derecesine sözüyle nüzul edip öyle konusan esalib-i Kur'aniye, en mütebahhir Hükemânin fikirleriyle yetisemedigi hakaik-i gamiza-i Ilâhiye ve esrar-i Rabbâniyeyi mütesabihat Sûretinde bir kisim tesbihat ve temsilât ile en ümmî bir âmiye ifham eder. Meselâ: اَلرَّحْمنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى bir temsil ile rubûbiyet-i Ilâhiyeyi saltanat misâlinde ve âlemin tedbirinde mertebe-i rubûbiyetini, bir Sultanin taht-i saltanatinda durup icra-yi hükûmet ettigi gibi bir misâlde gösteriyor. Evet Kur'an, bu kâinat Hâlik-i Zülcelâlinin kelâmi olarak rubûbiyetinin mertebe-i âzamindan çikarak, umum mertebeler üstüne gelerek, o mertebelere çikanlari irsad ederek, yetmisbin perdelerden geçerek, o perdelere bakip tenvir ederek, fehm ve zekâca muhtelif binler tabaka muhatâblara feyzini dagitip ve nurunu nesrederek kabiliyetçe ayri ayri asirlar, karnlar üzerinde yasamis ve bu kadar mebzuliyetle mânâlarini ortaya saçmis oldugu halde Kemâl-i sebabetinden, gençliginden zerre kadar zayi' etmeyerek gâyet taravette, nihayet letafette kalarak gâyet sühuletli bir tarzda, sehl-i mümteni' bir Sûrette, her âmiye anlayisli ders verdigi gibi; ayni derste, ayni sözlerle fehimleri muhtelif ve dereceleri mütebayin pek çok tabakalara dahi ders verip ikna eden, isba' eden bir kitab-i mu'ciznümânin hangi tarafina dikkat edilse, elbette bir lem'a-i i'câz görülebilir.
Elhasil: Nasil « Elhamdülillâh» gibi bir lafz-i Kur'anî okundugu zaman dagin kulagi olan magarasini doldurdugu gibi; ayni lafz, sinegin küçücük kulakçigina da tamamen yerlesir. Aynen öyle de: Kur'anin mânâlari, dag gibi akillari isba' ettigi gibi, sinek gibi küçücük basit akillari dahi ayni sözlerle tâlim eder, tatmin eder. Zira Kur'an, bütün ins ve cinnin bütün tabakalarini îmânâ davet eder. Hem umumuna îmanin ulûmunu tâlim eder, isbat eder. Öyle ise, avâmin en ümmîsi havassin en ehassina omuz omuza, diz dize verip beraber ders-i Kur'anîyi dinleyip istifade edecekler. Demek Kur'an-i Kerim, öyle bir mâide-i Semâviyedir ki, binler muhtelif tabakada olan efkâr ve ukûl ve kulûb ve ervah, o sofradan gidalarini buluyorlar, müstehiyatini aliyorlar. Arzulari yerine gelir. Hattâ pekçok kapilari kapali kalip, istikbalde geleceklere birakilmistir. Su makama misâl istersen, bütün Kur'an bastan nihayete kadar bu makamin misâlleridir. Evet bütün müçtehidîn ve siddikîn ve Hükemâ-i Islâmiye ve muhakkikîn ve ülemâ-i usûl-ül fikih ve mütekellimîn
sh: » (S: 410)
ve evliyâ-i ârifîn ve aktâb-i âsikîn ve müdakkikîn-i ülemâ ve avâm-i müslimîn gibi Kur'anin tilmizleri ve dersini dinleyenleri, müttefikan diyorlar ki: « Dersimizi güzelce anliyoruz.» Elhasil, sâir makamlar gibi ifham ve tâlim makaminda dahi Kur'anin lemaât-i i'câzi parliyor.
IKINCI SUA: Kur'anin câmiiyet-i hârikulâdesidir. Su suânin, bes lem'asi var.
Birinci Lem'a: Lafzindaki câmiiyettir. Elbette evvelki sözlerde, hem bu sözde zikrolunan âyetlerden su câmiiyet asikâre görünüyor. Evet لِكُلِّ اَيَةٍ ظَهْرًا وَبَطْنًا وَ حَدًّا مَطْلَعًا وَلِكُلٍّ شُجُونٍ وَغُصُونٍ وَ فُنُونٍ olan Hadîsin isaret ettigi gibi; elfâz-i Kur'aniye, öyle bir tarzda vaz'edilmis ki, herbir kelâmin, hattâ herbir kelimenin, hattâ herbir harfin, hattâ bâzan bir sükûnûn çok vücuhu bulunuyor. Herbir muhatâbina ayri ayri bir kapidan hissesini verir.
Meselâ: وَ الْجِبَالَ اَوْتَادًا yâni: « Daglari zemininize kazik ve direk yaptim» bir kelâmdir. Bir âminin su kelâmdan hissesi: Zâhiren yere çakilmis kaziklar gibi görünen daglari görür, onlardaki menafiini ve nimetlerini düsünür, Hâlikina sükreder.
Bir sâirin bu kelâmdan hissesi: Zemin, bir taban; ve kubbe-i semâ, üstünde konulmus yesil ve elektrik lâmbalariyla süslenmis bir muhtesem çadir, ufkî bir daire Sûretinde ve semânin etekleri basinda görünen daglari, o çadirin kaziklari misâlinde tahayyül eder. Sâni'-i Zülcelâline hayretkârane perestis eder.
Hayme-nisin bir edibin bu kelâmdan nasibi: Zeminin yüzünü bir çöl ve sahra; daglarin silsilelerini pek kesretle ve çok muhtelif bedevî çadirlari gibi, güya tabaka-i türâbiye, yüksek direkler üstünde atilmis, o direklerin sivri baslari o perde-i türâbiyeyi yukariya kaldirmis, birbirine bakar pek çok muhtelif mahlukatin meskeni olarak tasavvur eder. O büyük âzametli mahluklari, böyle yeryüzünde çadirlar misillü kolayca kuran ve koyan Fâtir-i Zülcelâline karsi secde-i hayret eder.
Cografyaci bir edibin o kelâmdan kismeti: Küre-i zemin, bahr-i
sh: » (S: 411)
muhit-i havaîde veya esîrîde yüzen bir sefine ve daglari, o sefinenin üstünde tesbit ve müvazene için çakilmis kaziklar ve direkler seklinde tefekkür eder. O koca küre-i zemini, muntâzam bir gemi gibi yapip, bizleri içine koyup, aktar-i âlemde gezdiren Kadîr-i ZülKemâl'e karsi سُبْحَانَكَ مَآ اَعْظَمَ شَانَكَ der.
Medeniyet ve hey'et-i içtimaiyenin mütehassis bir hakîminin bu kelâmdan hissesi: Zemini, bir hâne ve o hâne hayatinin diregi, hayat-i hayvaniye ve hayat-i hayvaniye diregi, serait-i hayat olan su, hava ve topraktir. Su ve hava ve topragin diregi ve kazigi, daglardir. Zira daglar, suyun mahzeni, havanin taragi (gazat-i muzirrayi tersib edip, havayi tasfiye eder) ve topragin hâmisi (batakliktan ve denizin istilâsindan muhafaza eder) ve sâir levazimat-i hayat-i insâniyenin hazinesi olarak fehmeder. Su koca daglari, su Sûretle hâne-i hayatimiz olan zemine direk yapan ve maisetimize hazinedâr tâyin eden Sâni'-i Zülcelâl Vel'ikram'a, Kemâl-i tazim ile hamd ü sena eder.
Hikmet-i tabiiyenin bir feylesofunun su kelâmdan nasibi sudur ki: Küre-i zeminin karninda Bâzi inkilâbat ve imtizacâtin neticesi olarak hasil olan zelzele ve ihtizazati, daglarin zuhuruyla sükûnet buldugu ve medâr ve mihverindeki istikrarina ve zelzelenin irticaciyla medâr-i senevîsinden çikmamasina sebeb, daglarin hurûcu oldugunu ve zeminin hiddeti ve gadabi, daglarin menafiziyle teneffüs etmekle sükûnet ettigini fehmeder, tamamen îmânâ gelir. اَلْحِكْمَةُ لِلَّهِ der.
Meselâ اَنَّ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا daki رَتْقًا kelimesi, tedkikat-i felsefe ile âlûde olmayan bir âlime, o kelime söyle ifhâm eder ki: Semâ berrak, bulutsuz; zemin kuru ve hayatsiz, tevellüde gayr-i kabil bir halde iken.. semâyi yagmurla, zemini hazrevatla fethedip bir nevi izdivac ve telkîh Sûretinde bütün zîhayatlari o sudan halketmek, öyle bir Kadîr-i Zülcelâl'in isidir ki; rûy-i zemin, onun küçük bir bostani ve semânin yüz örtüsü olan bulutlar, onun bostaninda bir süngerdir anlar, âzamet-i kudretine secde eder. Ve muhakkik bir hakîme, o kelime söyle ifhâm eder ki:
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 25. Söz
sh: » (S: 412)
Bidayet-i hilkatte semâ ve arz sekilsiz birer küme ve menfaatsiz birer yas hamur, veledsiz mahlukatsiz toplu birer madde iken; Fâtir-i Hakîm, onlari feth ve bastedip güzel bir sekil, menfaatdar birer Sûret, zînetli ve kesretli mahlukata mense' etmistir anlar. Vüs'at-i hikmetine karsi hayran olur. Yeni zamanin feylesofuna su kelime söyle ifhâm eder ki: Manzume-i Semsiyeyi teskil eden küremiz, sâir seyyareler, bidayette Günes'le mümteziç olarak açilmamis bir hamur seklinde iken; Kadîr-i Kayyum o hamuru açip, o seyyareleri birer birer yerlerine yerlestirerek, Günes'i orada birakip, zeminimizi buraya getirerek, zemine toprak sererek, semâ canibinden yagmur yagdirarak, Günes'ten ziya serptirerek dünyayi senlendirip bizleri içine koymustur anlar, basini tabiat batakligindan çikarir, « Âmentü billâhi-l Vâhid-ül Ehad» der.
Meselâ: وَ الشَّمْسُ َتجْرِى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا daki « Lâm» ; hem kendi mânâsini, hem « fî» mânâsini, hem « ilâ» mânâsini ifade eder. Iste لِمُسْتَقَرٍّ in « Lâmi» , avâm o « Lâmi» « ilâ» mânâsinda görüp fehmeder ki, size nisbeten isik verici, isindirici müteharrik bir lâmba olan Günes, elbette bir gün seyri bitecek, mahall-i kararina yetisecek, size faidesi dokunmayacak bir Sûret alacaktir, anlar. O da, Hâlik-i Zülcelâl'in Günes'e bagladigi büyük nimetleri düsünerek « Sübhânallah, Elhamdülillâh» der. Ve âlime dahi o « Lâmi» « ilâ» mânâsinda gösterir. Fakat günesi yalniz bir lâmba gegil belki bahar ve yaz tezgahinda dokunan mensucat-i Rabbâniyenin bir mekigi, gece gündüz sahifelerinde yazilan mektûbât-i Samedâniyenin mürekkebi, nur bir hokkasi Sûretinde tasavvur ederek Günes'in cereyan-i sûrîsi alâmet oldugu ve isaret ettigi intizâmat-i âlemi düsündürerek Sâni'-i Hakîm'in san'atina « Mâsâallah» ve hikmetine « Bârekâllah» diyerek secdeye kapanir. Ve kozmografyaci bir feylesofa « lâmi» « fî» mânâsinda söyle ifham eder ki: Günes, kendi merkezinde ve mihveri üzerinde zenberekvari bir cereyan ile manzumesini emr-i Ilahî ile tanzim edip tahrik eder. Söyle bir saat-i kübrâyi halkedip tanzim eden Sâni'-i Zülcelâline karsi Kemâl-i hayret ve istihsan ile « El-âzametü lillâh ve-l kudretü lillâh» der felsefeyi atar, hikmet-i Kur'aniyeye girer. Ve dikkatli bir hakîme su « lâmi» , hem illet mânâsinda, hem zarfiyet mânâsinda tutturup söyle ifham eder ki:
sh: » (S: 413)
« Sâni'-i Hakîm, islerine esbab-i zâhiriyeyi perde ettiginden, cazibe-i umumiye naminda bir kanun-u Ilâhîsiyle sapan taslari gibi seyyareleri Günes'le baglamis ve o câzibe ile muhtelif fakat muntâzam hareketle o seyyareleri daire-i hikmetinde döndürüyor ve o câzibeyi tevlid için Günes'in kendi merkezinde hareketini zâhirî bir sebeb etmis. Demek لِمُسْتَقَرٍّ mânâsi: فِى مُسْتَقَرٍّ لَهَا ِلاِسْتِقْرَارِ مَنْظُومَتِهَا yâni, kendi müstekarri içinde manzumesinin istikrari ve nizâmi için hareket ediyor. Çünki hareket harareti, hararet kuvveti, kuvvet cazibeyi zâhiren tevlid eder gibi bir âdet-i Ilahiye, bir kanun-u Rabbanîdir. Iste su hakîm, böyle bir hikmeti, Kur'anin bir harfinden fehmettigi zaman, "Elhamdülillah Kur'andadir hak hikmet, felsefeyi bes paraya saymam" der. Ve sâirane bir fikir ve kalb sahibine su "lâm"dan ve istikrardan söyle bir mânâ fehmine gelir ki: "Günes, nurani bir agaçtir. Seyyareler onun müteharrik meyveleri... Agaçlarin hilafina olarak Günes silkinir, tâ o meyveler düsmesin. Eger silkinmezse, düsüp dagilacaklar." Hem tahayyül edebilir ki: "Sems meczub bir ser-zâkirdir. Halka-i zikrin merkezinde cezbeli bir zikreder ve ettirir." Bir risalede su mânâya dair söyle demistim: "Eve0.t Günes bir meyvedârdir; silkinir tâ düsmesin seyyar olan yemisleri. Eger sükûtuyla sükûnet eylese, cezbe kaçar, aglar fezâda muntâzam meczublari.»
Hem meselâ اُولَئِكَ هُمُ اْلمُفْلِحُونَ da bir sükût var, bir itlak var. Neye zafer bulacaklarini tâyin etmemis. Tâ herkes istedigini içinde bulabilsin. Sözü az söyler, tâ uzun olsun. Çünki bir kisim muhatâbin maksadi atesten kurtulmaktir. Bir kismi yalniz Cennet'i düsünür. Bir kisim, saadet-i ebediyeyi arzu eder. Bir kisim, yalniz riza-yi Ilâhîyi rica eder. Bir kisim, rü'yet-i Ilahiyeyi gaye-i emel bilir ve hakeza.. bunun gibi pek çok yerlerde Kur'an, sözü mutlak birakir, tâ âmm olsun. Hazfeder, tâ çok mânâlari ifade etsin. Kisa keser, tâ herkesin hissesi bulunsun. Iste اَلْمُفْلِحُونَ der. Neye felah bulacaklarini tâyin etmiyor. Güya o sükûtla der: « Ey müslümanlar!.. Müjde size. Ey müttaki!.. Sen Cehennem'den felah bulursun.
sh: » (S: 414)
Ey sâlih!.. Sen Cennet'e felah bulursun. Ey ârif!.. Sen riza-yi Ilahîye nail olursun. Ey âsik!.. Sen rü'yete mazhar olursun.» ve hakeza... Iste Kur'an, câmiiyet-i lafziye cihetiyle kelâmdan, kelimeden, huruftan ve sükûttan her birisinin binler misâllerinden yalniz nümune olarak birer misâl getirdik. Âyeti ve kissati bunlara kiyas edersin.
Meselâ: فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ وَاسْتَغْفِرْ لِذَنْبِكَ âyeti, o kadar vücuhu var ve o derece merâtibi var ki, bütün tabakat-i evliya, bütün sülûklerinde ve mertebelerinde su âyete ihtiyaçlarini görüp ondan kendi mertebesine lâyik bir gida-yi mânevî, bir taze mânâ almislar. Çünki « Allah» bir ism-i câmi' oldugundan esmâ-i hüsnâ adedince tevhidler, içinde bulunur. اَىْ لاَ رَزَّاقَ اِلاَّ هُوَ لاَ خَالِقَ اِلاَّ هُوَ لاَ رَحْمنَ اِلاَّ هُوَ ve hakeza. Hem meselâ: Kasas-i Kur'aniyeden kissa-i Mûsa Aleyhisselâm, âdeta Asâ-yi Mûsa Aleyhisselâm gibi binler faideleri var. O kissada, hem Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'i teskin ve teselli, hem küffari tehdid, hem münafiklari takbih, hem Yahudileri tevbih gibi çok makasidi, pekçok vücuhu vardir. Onun için Sûrelerde tekrar edilmistir. Her yerde bütün maksadlari ifade ile beraber yalniz birisi maksud-u bizzât olur, digerleri ona tabi kalirlar.
Eger desen: « Geçmis misâllerdeki bütün mânâlari nasil bilecegiz ki, Kur'an onlari irade etmis ve isaret ediyor?»
Elcevab: Mâdem Kur'an bir hutbe-i ezeliyedir. Hem muhtelif, tabaka tabaka olarak asirlar üzerinde ve arkasinda oturup dizilmis bütün benî-Âdeme hitab ediyor, ders veriyor. Elbette o muhtelif efhâma göre müteaddid mânâlari dercedip irade edecektir ve iradesine emâreleri vaz'edecektir. Evet « Isârât-ül I'câz» da suradaki mânâlar misillü kelimât-i Kur'aniyenin müteaddid mânâlarini Ilm-i Sarf ve Nahv'in kaideleriyle ve Ilm-i Beyân ve Fenn-i Maânî'nin düsturlariyla, Fenn-i Belâgat'in kanunlariyla isbat edilmistir. Bununla beraber ulûm-u Arabiyece sahih ve usûl-i diniyece hak olmak sartiyla ve Fenn-i Maânîce makbul ve Ilm-i Beyânca münasib ve belâgatça müstahsen olan bütün vücuh ve maânî, ehl-i içtihad ve ehl-i tefsir ve ehl-i usûl-üd din ve ehl-i usûl-ül fikhin icmâiyla ve ihtilaflarinin sehadetiyle Kur'anin mânâlarindandirlar. O ma
sh: » (S: 415)
nalara, derecelerine göre birer emâre vaz'etmistir. Ya lafziyedir, ya mâneviyedir. O mâneviye ise, ya siyak veya sibak-i kelâmdan veya baska âyetten birer emâre o mânâya isaret eder. Bir kismi yirmi ve otuz ve kirk ve altmis, hattâ seksen cild olarak muhakkikler tarafindan yazilan yüzbinler tefsirler, Kur'anin câmiiyet ve hârikiyet-i lafziyesine kat'î bir bürhân-i bâhirdir. Her ne ise... Biz su sözde herbir mânâya delâlet eden emâreyi kanunuyla, kaidesiyle göstersek söz çok uzanir. Onun için kisa kesip kismen « Isârât-ül I'câz» a havale ederiz.
Ikinci Lem'a: Mânâsindaki câmiiyet-i hârikadir. Evet, Kur'an bütün müçtehidlerin me'hazlerini, bütün âriflerin mezâklarini, bütün vâsillarin mesreblerini, bütün kâmillerin mesleklerini, bütün muhakkiklerin mezheblerini; mânâsinin hazinesinden ihsan etmekle beraber, daima onlara rehber ve terakkiyatlarinda her vakit onlara mürsid olup, o tükenmez hazinesinden onlarin yollarina nesr-i envar ettigi bütün onlarca Mûsaddaktir ve müttefek-un aleyhtir.
Üçüncü Lem'a: Ilmindeki câmiiyet-i hârikadir. Evet Kur'an, seriatin müteaddid ve çok ilimlerini, hakikatin mütenevvi ve kesretli ilimlerini, tarîkatin muhtelif ve hadsiz ilimlerini, kendi ilminin denizinden akittigi gibi, daire-i mümkinatin hakikî hikmetini ve daire-i vücubun ulûm-u hakikiyesini ve daire-i âhiretin maarif-i gamizasini, o denizinden muntâzaman ve kesretle akitiyor. Su lem'aya misâl getirilse, bir cild yazmak lâzim gelir. Öyle ise, yalniz nümune olarak su yirmibes aded Sözleri gösteriyoruz. Evet, bütün yirmibes aded Sözler'in dogru hakikatleri, Kur'anin bahr-i ilminden ancak yirmibes katredir. O Sözler'de kusur varsa, benim fehm-i kasirima aittir.
Dördüncü Lem'a: Mebahisindeki câmiiyet-i hârikadir. Evet, insan ve insanin vazifesi, kâinat ve Hâlik-i Kâinat'in, arz ve semâvatin, dünya ve âhiretin, mâzi ve müstakbelin, ezel ve ebedin mebahis-i külliyelerini cem'etmekle beraber nutfeden halketmek, tâ kabre girinceye kadar; yemek, yatmak âdâbindan tut, tâ kaza ve kader mebhaslerine kadar; alti gün hilkat-i âlemden tut tâ
وَاْلمُرْسَلاَتِ ، وَالذَّارِيَاتِ kasemleriyle isaret olunan rüzgârlarin esmesindeki vazifelerine kadar; وَمَا تَشَآؤُنَ اِلآَّ اَنْ يَشَآءَ اللَّهُ
sh: » (S: 416)
يَحُولُ بَيْنَ اْلمَرْءِ وَقَلْبِهِ isaratiyla, insanin kalbine ve iradesine müdahalesinden tut, tâ وَالسَّموَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ yâni, bütün semâvati bir kabzasinda tutmasina kadar; وَجَعَلْنَا فِيهَا جَنَّاتٍ مِنْ نَخِيلٍ وَاَعْنَابٍ zeminin çiçek ve üzüm ve hurmasindan tut, tâ اِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهَا ile ifade ettigi hakikat-i acibeye kadar; ve semânin ثُمَّ اسْتَوَى اِلَى السَّمَاءِ وَهِىَ دُخَانٌ hâletindeki vaziyetinden tut, tâ duhanla insikakina ve yildizlarinin düsüp hadsiz fezâda dagilmasina kadar ve dünyanin imtihan için açilmasindan-, tâ kapanmasina kadar ve âhiretin birinci menzili olan kabirden, sonra berzahtan, hasirden, köprüden tut, tâ Cennet'e, tâ saadet-i ebediyeye kadar; mâzi zamaninin vukuatindan, Hazret-i Âdem'in hilkat-i cesedinden, iki oglunun kavgasindan tâ Tufana, tâ kavm-i Firavunun garkina, tâ ekser enbiyanin mühim hâdisatina kadar ve اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ isaret ettigi hâdise-i ezeliyeden tut, tâ وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ نَاضِرَةٌ اِلَى رَبِّهَا نَاظِرَةٌ ifade ettigi vakia-i ebediyeye kadar bütün mebahis-i esâsiyeyi ve mühimmeyi öyle bir tarzda Beyân eder ki, o Beyân, bütün kâinati bir saray gibi idare eden ve dünyayi ve âhireti iki oda gibi açip kapayan ve zemin bir bahçe ve semâ, misbahlariyla süslendirilmis bir dam gibi tasarruf eden ve mâzi ve müstakbel, bir gece ve gündüz gibi nazarina karsi hâzir iki sahife hükmünde temasa eden ve ezel ve ebed, dün ve bugün gibi silsile-i suunatin iki tarafi birlesmis, ittisal peyda etmis bir Sûrette bir zaman-i hâzir gibi onlara bakan bir Zât-i Zülcelâl'e yakisir bir tarz-i Beyândir. Nasil bir usta, bina ettigi ve idare ettigi iki hâneden bahseder. Programini ve islerinin liste ve fihristesini yapar. Kur'an dahi, su kâinati yapan ve idare eden ve islerinin listesini ve fihristesini -tâbir caiz ise- programini yazan, gösteren bir zâtin Beyânina yakisir bir tarzdadir. Hiçbir cihetle eser-i tasannu'
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 25. Söz
sh: » (S: 417)
ve tekellüf görünmüyor. Hiçbir saibe-i taklid veya baskasinin hesabina ve onun yerinde kendini farzedip konusmus gibi bir hud'anin emâresi olmadigi gibi bütün ciddiyetiyle, bütün safvetiyle, bütün hulusuyla safî, berrak, parlak Beyâni, nasil gündüzün ziyasi « Günes'ten geldim» der. Kur'an dahi, « Ben, Hâlik-i Âlem'in Beyâniyim ve kelâmiyim» der. Evet su dünyayi antika san'atlarla süslendiren ve lezzetli nimetlerle dolduran ve san'atperverane ve nimetperverane su derece san'atinin acibeleriyle, su derece kiymetdar nimetlerini dünyanin yüzüne serpen, sira-vari tanzim eden ve zeminin yüzünde seren, güzelce dizen bir Sâni', bir Mün'imden baska su velvele-i takdir ve istihsanla ve zemzeme-i hamd ü sükranla dünyayi dolduran ve zemini bir zikirhane, bir mescid, bir temasagâh-i san'at-i Ilahiyeye çeviren Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyân kime yakisir ve kimin kelâmi olabilir? Ondan baska kim ona sahib çikabilir? Ondan baska kimin sözü olabilir? Dünyayi isiklandiran ziya, Günes'ten baska hangi seye yakisir? Tilsim-i kâinati kesfedip âlemi isiklandiran Beyân-i Kur'an, Sems-i Ezelî'den baska kimin nuru olabilir? Kimin haddine düsmüs ki, ona nazîre getirsin, onun taklidini yapsin? Evet, bu dünyayi san'atlariyla zînetlendiren bir san'atkârin, san'atini istihsan eden insanla konusmamasi muhaldir. Mâdem ki, yapar ve bilir; elbette konusur. Mâdem konusur, elbette konusmasina yakisan Kur'andir. Bir çiçegin tanziminden lâkayd kalmayan bir Mâlik-ül Mülk, bütün mülkünü velveleye veren bir kelâma karsi nasil lâkayd kalir? Hiç baskasina mal edip hiçe indirir mi?
Besinci Lem'a: Kur'anin üslûb ve îcazindaki câmiiyet-i hârikadir. Bunda « Bes Isik» var.
Birinci Isik: Üslûb-u Kur'anin o kadar acib bir cem'iyeti var ki, birtek Sûre, kâinati içine alan bahr-i muhit-i Kur'anîyi içine alir. Birtek âyet, o Sûrenin hazinesini içine alir. Âyetlerin çogu, herbirisi birer küçük Sûre, Sûrelerin çogu, herbirisi birer küçük Kur'andir. Iste su, i’câzkârane îcazdan büyük bir lütf-u irsaddir ve güzel bir teshildir. Çünki herkes, her vakit Kur'ana muhtaç oldugu halde, ya gabavetinden veya baska esbaba binaen her vakit bütün Kur'ani okumayan veyahut okumaya vakit ve firsat bulamayan adamlar, Kur'andan mahrum kalmamak için, herbir Sûre, birer küçük Kur'an hükmüne, hattâ herbir uzun âyet, birer kisa Sûre makamina geçer. Hattâ Kur'an Fatiha'da, Fatiha dahi Besmele'de münderic oldu
sh: » (S: 418)
guna ehl-i kesif müttefiktirler. Su hakikata bürhân ise, ehl-i tahkikin icmâidir.
Ikinci Isik: Âyât-i Kur'aniye, emir ve nehy, va'd ve vaîd, tergib ve terhib, zecr ve irsad, kisas ve emsal, ahkâm ve maarif-i Ilahiye ve ulûm-u kevniye ve kavanin ve serait-i hayat-i sahsiye ve hayat-i içtimaiye ve hayat-i kalbiye ve hayat-i mâneviye ve hayat-i uhreviye gibi umum tabakat-i kelâmiye ve maarif-i hakikiye ve hâcât-i beseriyeye delalatiyla, isaratiyla câmi' olmakla beraber, خُذْ مَا شِئْتَ لِمَا شِئْتَ yâni, « Istedigin hersey için Kur'andan her ne istersen al» ifade ettigi mânâ, o derece dogruluguyla makbul olmus ki, ehl-i hakikat mabeyninde durub-u emsal sirasina geçmistir. Âyât-i Kur'aniyede öyle bir câmiiyet var ki, her derde deva, her hacete gida olabilir. Evet, öyle olmak lâzim gelir. Çünki daima terakkiyatta kat'-i merâtib eden bütün tabakat-i ehl-i Kemâlin rehber-i mutlaki elbette su hâsiyete mâlik olmasi elzemdir.
Üçüncü Isik: Kur'anin i'câzkârane îcazidir. Kâh olur ki, uzun bir silsilenin iki tarafini öyle bir tarzda zikreder ki, güzelce silsileyi gösterir.
Hem kâh olur ki, bir kelimenin içine sarihan, isareten, remzen, îmâen bir dâvanin çok bürhânlarini derceder. Meselâ: وَمِنْ اَيَاتِهِ خَلْقُ السَّموَآتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ de âyât ve delâil-i vahdâniyet silsilesini teskil eden silsile-i hilkat-i kâinatin mebde' ve mühtehasini zikr ile o ikinci silsileyi gösterir, birinci silsileyi okutturuyor. Evet bir Sâni'-i Hakîm'e sehadet eden sahaif-i âlemin birinci derecesi, semâvat ve arzin asl-i hilkatleridir. Sonra gökleri yildizlarla tezyin ile zeminin zîhayatlarla senlendirilmesi, sonra Günes ve Ay'in teshiriyle mevsimlerin degismesi, sonra gece ve gündüzün ihtilaf ve deverani içindeki silsile-i suunattir. Daha gele gele tâ kesretin en ziyade intisar ettigi mahal olan sîmalarin ve seslerin hususiyetlerine ve imtiyazlarina ve tesahhuslarina kadar... Mâdem ki en ziyade intizâmdan uzak ve tesadüfün karismasina maruz olan ferdlerin sîmalarindaki tesahhusatta hayret verici bir intizâm-i hakîmane bulunsa, üzerinde gâyet san'atkâr bir hakîmin kalemi isledigi gösterilse, elbette intizâmlari zâhir olan sâir sahifeler kendi kendine anlasilir, nakkasini gösterir. Hem mâdem koca semâvat ve arzin asl-i hilkatinde eser-i san'at ve hikmet görünüyor.
sh: » (S: 419)
Elbette kâinat sarayinin binasinda temel tasi olarak gökleri ve zemini hikmetle koyan bir Sâniin sâir eczalarinda eser-i san'ati, naks-i hikmeti pekçok zâhirdir. Iste su âyet, hafîyi izhar, zâhirîyi ihfa ederek gâyet güzel bir îcaz yapmis.
Elhak: فَسُبْحَانَ اللَّهِ حِينَ تُمْسُونَ den tut, tâ وَلَهُ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ e kadar alti defa وَمِنْ آيَاتِهِ وَمِنْ آيَاتِهِ ile baslayan silsile-i berahin, bir silsile-i cevâhirdir, bir silsile-i nurdur, bir silsile-i i'câzdir, bir silsile-i îcaz-i i'câzîdir. Kalb istiyor ki, su definelerde gizli olan elmaslari göstereyim. Fakat ne yapayim makam kaldirmiyor. Baska vakte talik edip, o kapiyi simdi açmiyorum.
Hem meselâ: فَاَرْسِلُونِ يُوسُفُ اَيُّهَا الصِّدِّيقُ فَاَرْسِلُونِ kelâmiyla يُوسُفُ kelimesi ortalarinda sunlar var:
اِلَى يُوسُفَ ِلاَسْتَعْبَرَ مِنْهُ الرُّؤْيَا فَاَرْسَلُوهُ فَذَهَبَ اِلَىالسِّجْنِ وَ قَالَ يُوسُفُ
Demek bes cümleyi bir cümlede icmâl edip îcaz ettigi halde vuzuhu ihlâl etmemis, fehmi iskal etmemis.
Hem meselâ: اَلَّذِى جَعَلَ لَكُمْ مِنَ الشَّجَرِ اْلاَخْضَرِ نَارًا Insan-i âsi, « Çürümüs kemikleri kim diriltecek» diye meydan okur gibi inkârina karsi Kur'an der: « Kim bidayeten yaratmis ise, o diriltecek. O yaratan zât ise, herbir seyi herbir keyfiyette bilir. Hem size yesil agaçtan ates çikaran bir zât, çürümüs kemige hayat verebilir.» Iste su kelâm, diriltmek dâvasina müteaddid cihetlerle bakar, isbat eder. Evvelâ, insana karsi ettigi silsile-i ihsanati su kelâmiyla baslar, tahrik eder, hatira getirir. Baska âyetlerde tafsil ettigi için kisa keser, akla havale eder. Yâni, size agaçtan meyveyi ve atesi ve ottan erzaki ve hububu ve topraktan hububati ve nebâtati verdigi gibi, zemini size
sh: » (S: 420)
hos -herbir erzakiniz içinde konulmus- bir besik ve âlemi, güzel ve bütün levazimatiniz içinde bulunur bir saray yapan bir zâttan kaçip basibos kalip, ademe gidip saklanilmaz. Vazifesiz olup kabre girip uyandirilmamak üzere rahat yatamazsiniz. Sonra o dâvanin bir deliline isaret eder: الشَّجَرِ اْلاَخْضَرِ kelimesiyle remzen der: « Ey hasri inkâr eden adam! Agaçlara bak! Kista ölmüs, kemikler gibi hadsiz agaçlari baharda dirilten, yesillendiren, hattâ herbir agaçta yaprak ve çiçek ve meyve cihetiyle üç hasrin nümunelerini gösteren bir zâta karsi inkâr ile, istib'ad ile kudretine meydan okunmaz.» Sonra bir delile daha isaret eder, der: « Size agaç gibi kesif, sakil, karanlikli bir maddeden ates gibi lâtif, hafif, nurani bir maddeyi çikaran bir zâttan, odun gibi kemiklere ates gibi bir hayat ve nur gibi bir suur vermeyi nasil istib'ad ediyorsunuz?» Sonra bir delile daha tasrih eder der ki: « Bedevîler için kibrit yerine ates çikaran meshur agacin, yesil iken iki dali birbirine sürüldügü vakit atesi yaratan ve rutubetiyle yesil ve hararetiyle kuru gibi iki zid tabiati cem'edip, onu buna mense etmekle herbir sey hattâ anasir-i asliye ve tabayi-i esâsiye, onun emrine bakar, onun kuvvetiyle hareket eder, hiçbirisi basibos olup tabiatiyla hareket etmedigini gösteren bir zâttan, topraktan yapilan ve sonra topraga dönen insani, topraktan yeniden çikarmasi istib'ad edilmez. Isyan ile ona meydan okunmaz. Sonra Hazret-i Mûsa Aleyhisselâm'in secere-i meshuresini hatira getirmekle su dâva-yi Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, Mûsa Aleyhisselâm'in dahi dâvasidir. Enbiyanin ittifakina hafî bir îma edip, su kelimenin îcazina bir letafet daha katar.
Dördüncü Isik: Îcaz-i Kur'anî o derece câmi' ve hâriktir, dikkat edilse görünüyor ki: Bâzan bir denizi bir ibrikta gösteriyor gibi pek genis ve çok uzun ve küllî düsturlari ve umumî kanunlari, basit ve âmi fehimlere merhameten basit bir cüz'üyle, hususî bir hâdise ile gösteriyor. Binler misâllerinden yalniz iki misâline isaret ederiz.
Birinci Misâl: Yirminci Söz'ün Birinci Makaminda tafsilen Beyân olunan üç âyettir ki, sahs-i Âdem'e tâlim-i Esmâ ünvaniyla nev-i benî-Âdeme ilham olunan bütün ulûm ve fünunun tâlimini ifade eder ve Âdem'e, Melâikenin secde etmesi ve seytanin etmemesi hâ-
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 25. Söz
sh: » (S: 421)
disesiyle nev-i insana semekten melege kadar ekser mevcûdât müsahhar oldugu gibi, yilandan seytana kadar muzir mahlukatin dahi ona itaat etmeyip düsmanlik ettigini ifade ediyor. Hem kavm-i Mûsa (A.S.) bir bakarayi, bir inegi kesmekle Misir bakar-perestliginden alinan ve « Icl» hâdisesinde tesirini gösteren bir bakar-perestlik mefkuresinin Mûsa Aleyhisselâm'in biçagiyla kesildigini ifade ediyor. Hem tastan su çikmasi, çay akmasi ve dagilip yuvarlanmasi ünvaniyla tabaka-i türabiye altinda olan tas tabakasi, su damarlarina hazinedârlik ve topraga analik ettigini ifade ediyor.
Ikinci Misâl: Kur'anda çok tekrar edilen kissa-i Mûsa Aleyhisselâm'in cümleleri ve cüz'leridir ki, herbir cümlesi, hattâ herbir cüz'ü, bir düstur-u küllînin ucu olarak gösterilmis ve o düsturu ifade ediyor. Meselâ, يَا هَامَانُ ابْنِ لِى صَرْحًا Firavun, vezirine emreder ki: « Bana yüksek bir kule yap, semâvatin halini rasad edip bakacagim. Semânin gidisatindan acaba Mûsa'nin (A.S.) dâva ettigi gibi semâda tasarruf eden bir Ilah var midir?» Iste صَرْحًا kelimesiyle ve su cüz'î hâdise ile, dagsiz bir çölde oldugundan daglari arzulayan ve Hâliki tanimadigindan tabiat-perest olup rubûbiyet dâva eden ve âsâr-i ceberutlarini göstermekle ibka-yi nam eden, söhret-perest olup dag-misâl meshur ehramlari bina eden ve sihir ve tenasühe kail olup cenazelerini mumya edip dag misillü mezarlarda muhafaza eden Misir firavunlarinin an'anesinde hükümferma bir düstur-u acibi ifade eder. Meselâ: فَالْيَوْمَ نُنَجِّيكَ بِبَدَنِكَ Gark olan Firavuna der: « Bugün senin gark olan cesedine necat verecegim» ünvaniyla umum Firavunlarin tenasüh fikrine binaen cenazelerini mumyalamakla mâziden alip müstakbeldeki ensal-i âtiyenin temasagâhina göndermek olan mevt-âlûd, ibretnümâ bir düstur-u hayatiyelerini ifade etmekle beraber, su asr-i âhirde o gark olan Firavunun ayni cesedi olarak kesfolunan bir beden, o mahall-i gark denizinden sahile atildigi gibi, zamanin denizinden asirlarin mevceleri
sh: » (S: 422)
üstünde su asir sahiline atilacagini, mu'cizane bir isaret-i gaybiyeyi, bir lem'ayi i'câzi ve bu tek kelime bir mu'cize oldugunu ifade eder.
Hem meselâ: يُذَبِّحُونَ اَبْنَاءَ كُمْ وَيَسْتَحْيُونَ نِسَاءَ كُمْ Benî-Israil,in, ogullarinin kesilip, kadin ve kizlarini hayatta birakmak; bir Firavun zamaninda yapilan bir hâdise ünvaniyla, Yahudi milletinin ekser memleketlerde her asirda maruz oldugu müteaddid katliamlari, kadin ve kizlari hayat-i beseriye-i sefihanede oynadiklari rolü ifade eder.
وَلَتَجِدَنَّهُمْ اَحْرَصَ النَّاسِ عَلَى حَيَوةٍ وَتَرَى كَثِيرًا مِنْهُمْ يُسَارِعُونَ فِى اْلاِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَاَكْلِهِمُ السُّحْتَ لَبِئْسَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ وَيَسْعَوْنَ فِى اْلاَرْضِ فَسَادًا وَاللّهُ لاَ يُحِبُّ اْلمُفْسِدِينَ وَقَضَيْنَا اِلَى بَنِى اِسْرَائِيلَ فِى الْكِتَابِ لَتُفْسِدُنَّ فِى اْلاَرْضِ مَرَّتَيْنِ وَلاَ تَعْثَوْا فِى اْلاَرْضِ مُفْسِدِينَ
Yahudilere müteveccih su iki hükm-ü Kur'anî, o milletin hayat-i içtimaiye-i insâniyede dolap hilesiyle çevirdikleri su iki müdhis düstur-u umumîyi tâzammun eder ki, hayat-i içtimaiye-i beseriyeyi sarsan ve sa'y ü ameli, sermaye ile mübareze ettirip fukarayi zenginlerle çarpistiran, muzaaf riba yapip bankalari tesise sebebiyet veren ve hile ve hud'a ile cem'-i mal eden o millet oldugu gibi, mahrum kaldiklari ve daima zulmünü gördükleri hükûmetlerden ve galiblerden intikamlarini almak için her çesit fesad komitelerine karisan ve her nevi ihtilâle parmak karistiran yine o millet oldugunu ifade ediyor. Meselâ: فَتَمَنَّوُا اْلمَوْتَ "Eger dogru iseniz, mevti isteyiniz. Hiç istemeyeceksiniz.» Iste meclis-i Nebevîde küçük bir Cemâatin cüz'î bir hâdise ünvaniyla, milel-i insâniye içinde hirs-i hayat ve havf-i mematla en meshur olan millet-i Yehud'un tâ kiyamete kadar lisan-i halleri, mevti istemeyecegini ve hayat hirsini
birakmayacagini ifade eder. Meselâ:
sh: » (S: 423)
ضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الذِّلَّةُ وَاْلمَسْكَنَةُ Su ünvanla o milletin mukadderat-i istikbaliyesini umumî bir Sûrette ifade eder. Iste su milletin seciyelerinde ve mukadderatinda münderic olan söyle müdhis desatir içindir ki, Kur'an onlara karsi pek siddetli davraniyor. Dehsetli sille-i tedib vuruyor. Iste su misâllerden kissa-i Mûsa Aleyhisselâm ve Benî-Israil'in sâir cüz'lerini ve sâir kissalarini bu kissaya kiyas et. Simdi su Dördüncü Isiktaki i’câzî lem'a-i îcaz gibi Kur'anin basit kelimâtlarinin ve cüz'î mebhaslerinin arkalarinda pekçok lemaât-i i’câziye vardir. Arife isaret yeter.
Besinci Isik: Kur'anin makasid ve mesâil, maânî ve esalib ve letâif ve mehâsin cihetiyle câmiiyet-i hârikasidir. Evet Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyân'in Sûrelerine ve âyetlerine ve hususan Sûrelerin fatihalarina, âyetlerin mebde' ve makta'larina dikkat edilse görünüyor ki: Belâgatlarin bütün enva'ini, fezâil-i kelâmiyenin bütün aksamini, ulvî üslûblarin bütün esnafini, mehâsin-i ahlâkiyenin bütün efradini, ulûm-u kevniyenin bütün fezlekelerini, maarif-i Ilahiyenin bütün fihristelerini, hayat-i sahsiye ve içtimaiye-i beseriyenin bütün nâfi düsturlarini ve hikmet-i âliye-i kâinatin bütün nurani kanunlarini cem'etmekle beraber hiçbir müsevvesiyet eseri görünmüyor. Elhak, o kadar ecnas-i muhtelifeyi bir yerde toplayip bir münakasa, bir karisik çikmamak, kahhar bir nizâm-i i’câzînin isi olabilir. Elhak, bütün bu câmiiyet içinde su intizâm ile beraber geçmis. Yirmidört aded Sözlerde izah ve isbat edildigi gibi; cehl-i mürekkebin mensei olan âdiyat perdelerini keskin Beyânâtiyla yirtmak, âdet perdeleri altinda gizli olan hârikulâdeleri çikarip göstermek ve dalaletin menbai olan tabiat tâgûtunu, bürhânin elmas kilinciyla parçalamak ve gaflet uykusunun kalin tabakalarini ra'd-misâl sayhalariyla dagitmak ve felsefe-i beseriyeyi ve hikmet-i insâniyeyi âciz birakan kâinatin tilsim-i muglakini ve hilkat-i âlemin muamma-yi acibesini feth ve kesfetmek, elbette hakikat-bîn ve gayb-asina ve hidâyet-bahs ve hak-nümâ olan Kur'an gibi bir mu'cizekârin hârikulâde isleridir. Evet, Kur'anin âyetlerine insaf ile dikkat edil
sh: » (S: 424)
se görünüyor ki: Sâir kitablar gibi bir-iki maksadi tâkib eden tedricî bir fikrin silsilesine benzemiyor. Belki, def'î ve ânî bir tavri var ve ilka olunuyor bir gidisati var ve beraber gelen herbir taifesi müstakil olarak uzak bir yerden ve gâyet ciddî ve ehemmiyetli bir muhaberenin tek tek, kisa kisa bir Sûrette geldiginin nisani var. Evet kâinatin Hâlikindan baska kim var ki, bu derece Kâinat ve Hâlik-i Kâinat'la ciddî alâkadar bir muhabereyi yapabilsin? Hadsiz derece haddinden çikip Hâlik-i Zülcelâl'i kendi keyfiyle söylestirsin, kâinati dogru olarak konustursun. Evet, Kur'anda kâinat Sânii'nin pek ciddî ve hakikî ve ulvî ve hak olarak konusmasi ve konusturmasi görünüyor. Taklidi îma edecek hiçbir emâre bulunmuyor. O söyler ve söylettirir. Farz-i muhal olarak Müseylime gibi hadsiz derece haddinden çikip taklidkârane o izzet ve ceberut sahibi olan Hâlik-i Zülcelâlini kendi fikriyle konusturup ve kâinati onunla konustursa, elbette binler taklid emâreleri ve binler sahtekârlik alâmetleri bulunacaktir. Çünki en pest bir halinde en yüksek tavri takinanlarin her hâleti taklidciligini gösterir. Iste su hakikati kasem ile ilân eden وَالنَّجْمِ اِذَا هَوَى مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوَى وَمَايَنْطِقُ عَنِ الْهَوَى اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحَى ya bak, dikkat et...
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 25. Söz
ÜÇÜNCÜ SUA: Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyân'in ihbarat-i gaybiyesi ve her asirda sebabiyetini muhafaza etmesi ve her tabaka insana muvafik gelmesiyle hâsil olan i’câzdir. Su Sua'in « Üç Cilvesi» var.
Birinci Cilve: Ihbârât-i gaybiyesidir. Su cilvenin « Üç Savki» var.
Birinci Savk: Mâziye ait ihbârât-i gaybiyesidir. Evet, Kur'an-i Hakîm bil'ittifak ümmî ve emin bir Zâtin lisaniyla zaman-i
sh: » (S: 425)
Âdem'den tâ Asr-i Saadete kadar, enbiyalarin mühim hâlâtini ve ehemmiyetli vukuatini öyle bir tarzda zikrediyor ki, Tevrat ve Incil gibi kitablarin tasdiki altinda gâyet kuvvet ve ciddiyetle ihbar ediyor. Kütüb-ü Sâlifenin ittifak ettikleri noktalarda muvafakat etmistir. Ihtilaf ettikleri bahislerde, Mûsahhihane hakikat-i vakiayi faslediyor. Demek Kur'anin nazar-i gayb-bînisi, o Kütüb-ü Sâlifenin umumunun fevkinde ahvâl-i mâziyeyi görüyor ki, ittifakî mes'elelerde Mûsaddikane onlari tezkiye ediyor. Ihtilafî mes'elelerde Mûsahhihane onlara faysal oluyor. Halbuki Kur'anin vukuat ve ahvâl-i mâziyeye dair ihbårâti aklî bir is degil ki, akil ile ihbar edilsin. Belki, semâa mütevakkif nakildir. Nakil ise, kiraat ve kitabet ehline mahsustur. Dost ve düsmanin ittifakiyla kiraatsiz, kitabetsiz, emanetle maruf, ümmî lâkabiyla mevsuf bir Zâta nüzul ediyor. Hem o ahvâl-i mâziyeyi öyle bir Sûrette ihbar eder ki, bütün o ahvâli görür gibi bahseder. Çünki uzun bir hâdisenin ukde-i hayatiyesini ve ruhunu alir. Maksadina mukaddeme yapar. Demek Kur'andaki fezlekeler, hülâsalar gösteriyor ki, bu hülâsa ve fezlekeyi gösteren, bütün
mâziyi bütün ahvâli ile görüyor. Zira bir zâtin bir fende veya bir san'atta mütehassis oldugu; hülâsali bir sözle, fezlekeli bir san'atçikla, o sahislarin meharet ve melekelerini gösterdigi gibi, Kur'anda zikrolunan vukuatin hülâsalari ve ruhlari gösteriyor ki, onlari söyleyen, bütün vukuati ihâta etmis, görüyor, (tâbir caiz ise) bir meharet-i fevkalâde ile ihbar ediyor.
Ikinci Savk: Istikbale ait ihbarat-i gaybiyesidir. Su kisim ihbaratin çok enva'i var. Birinci kisim, hususîdir. Bir kisim ehl-i kesif ve velâyete mahsustur. Meselâ: Muhyiddin-i Arabî الم غُلِبَتِ الرُّومُ Sûresi'nde pekçok ihbarat-i gaybiyeyi bulmustur. Imam-i Rabbanî, Sûrelerin basindaki mukattaat-i huruf ile çok muamelât-i gaybiyenin isaretlerini ve ihbaratini görmüstür ve hâkezâ... ülemâ-yi bâtin için Kur'an, bastan basa ihbarat-i gaybiye nev'indendir. Biz ise, umuma ait olacak bir kismina isaret edecegiz. Bunun da pekçok tabakati var. Yalniz bir tabakadan bahsedecegiz.
sh: » (S: 426)
Iste Kur'an-i Hakîm, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a der: (Hasiye)
فَاصْبِرْ اِنَّ وَعْدَ اللَّهِ حَقٌّ لَتَدْخُلُنَّ اْلمَسْجِدَ اْلحَرَامَ اِنْ شَاءَ اللَّهُ آمِنِينَ مُحَلِّقِينَ رُؤُسَكُمْ وَ مُقَصِّرِينَ لاَ تَخَافُونَ هُوَ الَّذِى اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ اْلحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَهُمْ مِنْ بَعْدِ غَلَبِهِمْ سَيَغْلِبُونَ فِى بِضْعِ سِنِينَ لِلَّهِ اْلاَمْرُ فَسَتُبْصِرُ وَيُبْصِرُونَ بِاَيِّكُمُ الْمَفْتُونُ اَمْ يَقُولُونَ شَاعِرٌ نَتَرَبَّصُ بِهِ رَيْبَ اْلمَنُونِ قُلْ تَرَبَّصُوا فَاِنِّى مَعَكُمْ مِنَ الْمُتَرَبِّصِينَ وَاللَّهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَ لَنْ تَفْعَلُوا وَ لَنْ يَتَمَنَّوْنَهُ اَبَدًا
سَنُرِيهِمْ آيَاتِنَا فِى اْلآفَاقِ وَفِى اَنْفُسِهِمْ حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ اَنَّهُ اْلحَقُّ قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَاْلجِنُّ عَلَى اَنْ يَاْتُوا ِبمِثْلِ هذَا اْلقُرْآنِ لاَ يَاْتُونَ ِبمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا يَا اَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ دِينِهِ فَسَوْفَ يَاْتِى اللَّهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ اَذِلَّةٍ عَلَى اْلمُؤْمِنِينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِى سَبِيلِ اللَّهِ وَلاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَلاَئِمٍ وَقُلِ اْلحَمْدُ لِلَّهِ سَيُرِيكُمْ آيَاتِهِ فَتَعْرِفُونَهَا قُلْ هُوَ الرَّحْمنُ آمَنَّا بِهِ وَعَلَيْهِ تَوَكَّلْنَا فَسَتَعْلَمُونَ مَنْ هُوَ فِى ضَلاَلٍ مُبِينٍ وَعَدَ اللَّهُ الّذِينَ آمَنُوا مِنْكُمْ وَعَمِلُوا الصَّاِلحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُمْ فِى اْلاَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ دِينَهُمُ الَّذِى ارْتَضَى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُمْ مِنْ بَعْدِ خَوْفِهِمْ اَمْنًا
gibi çok âyâtin ifade ettigi ihbarat-i gaybiyedir ki, aynen dogru
______________________________
(Hasiye): Bu gaybdan haber veren âyetler, pekçok tefsirlerde izah edilmesinden ve eski harfle tab'etmek niyeti müellifine verdigi acelelik hatâsindan burada izahsiz ve o kiymetdar hazineler kapali kaldilar.
sh: » (S: 427)
olarak çikmistir. Iste pekçok itirazat ve tenkidata maruz ve en küçük bir hatâsindan dolayi dâvasini kaybedecek bir Zâtin lisanindan böyle tereddüdsüz, Kemâl-i ciddiyet ve emniyetle ve kuvvetli bir vüsuku ihsas eden bir tarzda böyle ihbarat-i gaybiye, kat'iyen gösterir ki; o Zât, Üstad-i Ezelî'sinden ders aliyor, sonra söylüyor.
Üçüncü Savk: Hakaik-i Ilahiyeye ve hakaik-i kevniyeye ve umûr-u uhreviyeye dair ihbarat-i gaybiyesidir. Evet Kur'anin hakaik-i Ilahiyeye dair Beyânâti ve tilsim-i kâinati fethedip ve hilkat-i âlemin muammasini açan Beyânât-i kevniyesi, ihbarat-i gaybiyenin en mühimmidir. Çünki o hakaik-i gaybiyeyi hadsiz dalâlet yollari içinde istikametle onlari gidip bulmak, akl-i beserin kâri degildir ve olamaz. Beserin en dâhî hüKemâlari o mesâilin en küçügüne akillariyle yetismedigi mâlûmdur. Hem Kur'an, gösterdigi o hakaik-i Ilahiye ve o hakaik-i kevniyeyi Beyândan sonra ve safa-yi kalb ve tezkiye-i nefisten sonra ve ruhun terakkiyatindan ve aklin tekemmülünden sonra beserin ukûlü « Sadakte» deyip o hakaiki kabûl eder. Kur'ana « Bârekâllah» der. Bu kismin, kismen Onbirinci Söz'de izah ve isbati geçmistir. Tekrara hacet kalmamistir. Amma ahvâl-i uhreviye ve berzahiye ise, çendan akl-i beser kendi basiyla yetisemiyor, göremiyor. Fakat, Kur'anin gösterdigi yollar ile onlari görmek derecesinde isbat ediyor. Onuncu Söz'de, Kur'anin su ihbarat-i gaybiyesi ne derece dogru ve hak oldugu izah ve isbat edilmistir. Ona müracaat et.
Ikinci Cilve: Kur'anin sebâbetidir. Her asirda taze nâzil oluyor gibi tazeligini, gençligini muhafaza ediyor. Evet Kur'an, bir hutbe-i ezeliye olarak umum asirlardaki umum tabakat-i beseriyeye birden hitab ettigi için öyle daimî bir sebabeti bulunmak lâzimdir. Hem de, öyle görülmüs ve görünüyor. Hattâ efkârca muhtelif ve istidadça mütebayin asirlardan her asra göre güya o asra mahsus gibi bakar, baktirir ve ders verir. Beserin âsâr ve kanunlari, beser gibi ihtiyar oluyor, degisiyor, tebdil ediliyor. Fakat Kur'anin hükümleri ve kanunlari, o kadar sâbit ve râsihtir ki, asirlar geçtikçe daha ziyade kuvvetini gösteriyor. Evet, en ziyade kendine güvenen ve Kur'anin sözlerine karsi kulagini kapayan su asr-i hâzir ve su asrin ehl-i kitab insanlari Kur'anin يَا اَهْلَ الْكِتَابِ)( يَا اَهْلَ الْكِتَابِ)( hitab-i mürsidanesine o kadar muhtaçtir ki,
sh: » (S: 428)
güya o hitab dogrudan dogruya su asra müteveccihtir ve يَا اَهْلَ الْكِتَابِْ lafzi يَا اَهْلَ الْمَكْتَبِ mânâsini dahi tâzammun eder. Bütün siddetiyle, bütün tazeligiyle, bütün sebabetiyle يَا اَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْا اِلَى كَلِمَةٍ سَوَاءٍ بَيْنَنَا وَ بَيْنَكُمْ sayhasini âlemin aktarina savuruyor.
Meselâ: Sahislar, Cemâatler, muârazasindan âciz kaldiklari Kur'ana karsi; bütün nev'-i beserin ve belki cinnîlerin de netice-i efkârlari olan medeniyet-i hâzira, Kur'ana karsi muâraza vaziyetini almislar. I'caz-i Kur'ana karsi, sihirleriyle muâraza ediyor. Simdi, su müdhis yeni muârazaciya karsi i’câz-i Kur'ani, قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَاْلجِنُّ âyetinin dâvasini isbat etmek için medeniyetin muâraza Sûretiyle vaz'ettigi esâsâti ve desatirini, esâsât-i Kur'aniye ile karsilastiracagiz.
Birinci derecede: Birinci Söz'den tâ Yirmibesinci Söz'e kadar olan müvazeneler ve mizanlar ve o Sözlerin hakikatleri ve baslari olan âyetler, iki kerre iki dört eder derecesinde medeniyete karsi Kur'anin i’câzini ve galebesini isbat eder.
Ikinci derecede: Onikinci Söz'de isbat edildigi gibi, bir kisim düsturlarini hülâsa etmektir. Iste medeniyet-i hâzira, felsefesiyle hayat-i içtimaiye-i beseriyede nokta-i istinadi « kuvvet» kabûl eder. Hedefi « menfaat» bilir. Düstur-u hayati « cidal» tanir. Cemâatlerin rabitasini « unsuriyet ve menfî milliyet» bilir. Gayesi, hevesât-i nefsaniyeyi tatmin ve hâcât-i beseriyeyi tezyid etmek için Bâzi « lehviyat» tir. Halbuki: Kuvvetin se'ni, tecavüzdür. Menfaatin se'ni, her arzuya kâfi gelmediginen üstünde bogusmaktir. Düstur-u cidalin se'ni, çarpismaktir. Unsuriyetin se'ni, baskasini yutmakla beslenmek oldugundan tecavüzdür. Iste su medeniyetin su düsturlarindandir ki, bütün mehâsiniyle beraber beserin yüzde ancak yirmisine bir nevi sûrî saadet verip seksenini rahatsizliga, sefalete atmistir.
Amma hikmet-i Kur'aniye ise nokta-i istinadi, kuvvet yerine « hakki» kabûl eder. Gayede, menfaat yerine « fazilet ve riza-yi Ilahî» yi kabûl eder. Hayatta, düstur-u cidal yerine « düstur-u tea-
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 25. Söz
sh: » (S: 429)
vünü» esâs tutar. Cemâatlerin rabitalarinda, unsuriyet ve milliyet yerine « rabita-i dinî ve sinifî ve vatanî» kabûl eder. Gayâti, « hevesât-i nefsaniyenin nâmesru tecavüzatina sed çekip ruhu maaliyata tesvik ve hissiyat-i ulviyesini tatmin etmektir ve insani Kemâlât-i insâniyeye sevkedip insan etmektir.» Hakkin se'ni ise, ittifaktir. Faziletin se'ni, tesanüddür. Teavünün se'ni, birbirinin imdadina yetismektir. Dinin se'ni uhuvvettir, incizabdir. Nefs-i emmâreyi gemlemekle baglamak, ruhu Kemâlâta kamçilamakla serbest birakmanin se'ni, saadet-i dâreyndir. Iste medeniyet-i hâzira, edyan-i sâbika-i semâviyeden, bâhusus Kur'anin irsadatindan aldigi mehâsinle beraber, Kur'ana karsi böyle hakikat nazarinda maglub düsmüstür.
Üçüncü derece: Binler mesâilinden yalniz nümune olarak üç-dört mes'eleyi gösterecegiz. Evet Kur'anin düsturlari, kanunlari, ezelden geldiginden ebede gidecektir. Medeniyetin kanunlari gibi ihtiyar olup ölüme mahkûm degildir. Daima gençtir, kuvvetlidir. Meselâ: Medeniyetin bütün cem'iyat-i hayriyeleri ile, bütün cebbarane sedid inzibat ve nizâmatlariyla, bütün ahlâkî terbiyegâhlariyla, Kur'an-i Hakîm'in iki mes'elesine karsi muâraza edemeyip maglub düsmüslerdir. Meselâ: وَاَقِيمُوا الصَّلوَةَ وَآتُوا الزَكَوةَ وَاَحَلَّ اللَّهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبَوا Kur'anin bu galebe-i i’câzkâranesini bir mukaddeme ile Beyân edecegiz. Söyle ki:
« Isârât-ül I'câzda» isbat edildigi gibi bütün ihtilalat-i beseriyenin madeni, bir kelime oldugu gibi bütün ahlâk-i seyyienin menbai da
hi, bir kelimedir.
Birinci kelime: « Ben tok olayim, baskasi açliktan ölse bana ne.»
Ikinci kelime: « Sen çalis, ben yiyeyim.»
Evet hayat-i içtimaiye-i beseriyede havas ve avâm, yâni zenginler ve fakirler, müvazeneleriyle rahatla yasarlar. O müvazenenin esâsi ise: Havas tabakasinda merhamet ve sefkat, asagisinda hürmet ve itaattir. Simdi birinci kelime, havas tabakasini zulme, ahlâksizliga, merhametsizlige sevketmistir. Ikinci kelime, avâmi kine, hasede, mübarezeye sevkedip rahat-i beseriyeyi birkaç asirdir selbettigi gibi; su asirda sa'y, sermaye ile mübareze neticesi herkesçe mâlûm olan Avrupa hâdisat-i azîmesi meydana geldi. Iste medeniyet, bütün
sh: » (S: 430)
cem'iyat-i hayriye ile ve ahlâkî mektebleriyle ve sedid inzibat ve nizâmatiyla, beserin o iki tabakasini Mûsalaha edemedigi gibi, hayat-i beserin iki müdhis yarasini tedâvi edememistir. Kur'an, birinci kelimeyi esâsindan « vücub-u zekat» ile kal'eder, tedâvi eder. Ikinci kelimenin esâsini « hurmet-i riba» ile kal'edip tedâvi eder. Evet, âyet-i Kur'aniye âlem kapisinda durup ribaya yasaktir der. « Kavga kapisini kapamak için banka kapisini kapayiniz» diyerek insanlara ferman eder. Sâkirdlerine « Girmeyiniz» emreder.
Ikinci Esâs: Medeniyet, taaddüd-ü ezvaci kabûl etmiyor. Kur'anin o hükmünü, kendine muhalif-i hikmet ve maslahat-i beseriyeye münafî telakki eder. Evet eger izdivacdaki hikmet, yalniz kaza-yi sehvet olsa, taaddüd bilakis olmali. Halbuki, hattâ bütün hayvanatin sehadetiyle ve izdivac eden nebâtatin tasdikiyle sabittir ki; izdivacin hikmeti ve gayesi, tenasüldür. Kaza-yi sehvet lezzeti ise, o vazifeyi gördürmek için rahmet tarafindan verilen bir ücret-i cüz'iyedir. Mâdem hikmeten, hakikaten, izdivac nesil içindir, nev'in bekasi içindir. Elbette, bir senede yalniz bir defa tevellüde kabil ve ayin yalniz yarisinda kabil-i telakkuh olan ve elli senede ye'se düsen bir kadin, ekseri vakitte tâ yüz seneye kadar kabil-i telkîh bir erkege kâfi gelmediginden, medeniyet pek çok fahisehaneleri kabûl etmeye mecburdur.
Üçüncü Esâs: Muhakemesiz medeniyet, Kur'an kadina sülüs verdigi için âyeti tenkid eder. Halbuki hayat-i içtimaiyede ekser ahkâm, ekseriyet itibariyle oldugundan; ekseriyet itibariyle bir kadin, kendini himaye edecek birisini bulur. Erkek ise, ona yük olacak ve nafakasini ona birakacak birisiyle tesrik-i mesaî etmeye mecbur olur. Iste bu Sûrette bir kadin, pederinden yarisini alsa, kocasi noksaniyetini temin eder. Erkek, pederinden iki parça alsa, bir parçasini tezevvüc ettigi kadinin idaresine verecek; kiz kardesine müsavi gelir. Iste adâlet -i Kur'aniye böyle iktiza eder, böyle hükmetmistir. (Hasiye-1)
_________________________
(Hasiye-1): Mahkemeye karsi ve mahkemeyi susturan lâyiha-i Temyiz'in müdafaatindan bir parçadir. Bu makama hasiye olmus.
Ben de adliyenin mahkemesine derim ki: Bin üçyüz elli senede ve her asirda üç yüz elli milyon insanlarin hayat-i içtimaiyesinde en kudsî ve hakikatli bir düstur-u Ilahîyi, üçyüzelli bin tefsirin tasdiklerine ve ittifaklarina istinaden ve bin üçyüzelli sene zarfinda geçmis ecdadimizin itikadlarina iktidaen tefsir eden bir adami mahkûm eden haksiz bir karari, elbette rûy-i zeminde adâlet varsa, o karari red ve bu hükmü nakzedecektir.»
sh: » (S: 431)
Dördüncü Esâs: Sanem-perestligi siddetle Kur'an men'ettigi gibi, sanem-perestligin bir nevi taklidi olan Sûret-perestligi de men'eder. Medeniyet ise, Sûretleri kendi mehâsininden sayip Kur'ana muâraza etmek istemis. Halbuki gölgeli gölgesiz Sûretler, ya bir zulm-ü mütehaccir veya bir riyâ -yi mütecessid veya bir heves-i mütecessimdir ki, beseri zulme ve riyâ ya ve hevaya, hevesi kamçilayip tesvik eder. Hem Kur'an merhameten, kadinlarin hürmetini muhafaza için, hayâ perdesini takmasini emreder. Tâ hevesât-i rezilenin ayagi altinda o sefkat madenleri zillet çekmesinler. Âlet-i hevesât, ehemmiyetsiz bir metâ' hükmüne geçmesinler.(Hasiye-2) Medeniyet ise, kadinlari yuvalarindan çikarip, perdelerini yirtip, beseri de bastan çikarmistir. Halbuki aile hayati, kadin-erkek mabeyninde mütekabil hürmet ve muhabbetle devam eder. Halbuki açik-saçiklik, samimî hürmet ve muhabbeti izale edip ailevî hayati zehirlemistir. Hususan Sûretperestlik, ahlâki fena halde sarstigi ve sukut-u ruha sebebiyet verdigi sununla anlasilir: Nasilki merhume ve rahmete muhtaç bir güzel kadin cenazesine nazar-i sehvet ve hevesle bakmak, ne kadar ahlâki tahrib eder. Öyle de: Ölmüs kadinlarin Sûretlerine veyahut sag kadinlarin küçük cenazeleri hükmünde olan Sûretlerine hevesperverane bakmak, derinden derine hissiyat-i ulviye-i insâniyeyi sarsar, tahrib eder.
Iste su üç misâl gibi binler mesâil-i Kur'aniyenin herbirisi, saadet-i beseriyeyi dünyada temine hizmet etmekle beraber hayat-i ebediyesine de hizmet eder. Sâir mes'eleleri mezkûr mes'elelere kiyas edebilirsin.
Nasil medeniyet-i hâzira, Kur'anin hayat-i içtimaiye-i besere ait olan düsturlarina karsi maglub olup Kur'anin i’câz-i mânevîsine karsi hakikat noktasinda iflas eder. Öyle de: Medeniyetin ruhu olan felsefe-i Avrupa ve hikmet-i beseriyeyi, hikmet-i Kur'anla yirmibes aded Sözlerde mizanlarla iki hikmetin müvazenesinde, hikmet-i felsefiye âcize ve hikmet-i Kur'aniyenin mu'cize oldugu kat'iyetle isbat edilmistir. Nasilki Onbirinci ve Onikinci Sözlerde, hikmet-i felsefiyenin aczi ve iflasi; ve hikmet-i Kur'aniyenin i’câzi ve ginasi isbat edilmistir, müracaat edebilirsin.
____________________________
(Hasiye-2): Tesettür-ü nisvan hakkinda Otuzbirinci Mektub'un Yirmidördüncü Lem'asi, gâyet kat'î bir Sûrette isbat etmistir ki: Tesettür, kadinlar için fitrîdir. Ref'-i tesettür, fitrata münafîdir.
sh: » (S: 432)
Hem nasil medeniyet-i hâzira, hikmet-i Kur'anin ilmî ve amelî i’câzina karsi maglub oluyor. Öyle de: Medeniyetin edebiyat ve belâgati da, Kur'anin edeb ve belâgatina karsi nisbeti: Öksüz bir yetimin muzlim bir hüzün ile ümidsiz aglayisi, hem süflî bir vaziyette sarhos bir ayyasin velvele-i ginasinin (sarki demektir) nisbeti ile, ulvî bir âsikin muvakkat bir iftiraktan müstakane, ümidkârane bir hüzün ile ginasi (sarkisi); hem zafer veya harbe ve ulvî fedâkârliklara sevketmek için tesvikkârane kasaid-i vataniyeye nisbeti gibidir. Çünki edeb ve belâgat, tesir-i üslûb itibariyle ya hüzün verir, ya nes'e verir. Hüzün ise, iki kisimdir: Ya fakd-ül ahbabdan gelir, yâni ahbabsizliktan, sahibsizlikten gelen karanlikli bir hüzündür ki; dalalet-âlûd, tabiatperest, gafletpîse olan medeniyetin edebiyatinin verdigi hüzündür. Ikinci hüzün, firak-ul ahbabdan gelir, yâni ahbab var, firakinda müstakane bir hüzün verir. Iste su hüzün, hidâyet-edâ, nur-efsan Kur'anin verdigi hüzündür. Amma nes'e ise, o da iki kisimdir: Birisi, nefsi hevesâtina tesvik eder. O da tiyatrocu, sinemaci, romanci medeniyetin edebiyatinin se'nidir. Ikinci nes'e, nefsi susturup, ruhu, kalbi, akli, sirri maaliyata, vatan-i aslîlerine, makarr-i ebedîlerine, ahbab-i uhrevîlerine yetismek için lâtif ve edebli masumane bir tesviktir ki, o da Cennet ve saadet-i ebediyeye ve rü'yet-i cemâlullaha beseri sevkeden ve sevke getiren Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyân'in verdigi nes'edir.
Iste قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَاْلجِنُّ عَلَى اَنْ يَاْتُوا ِبمِثْلِ هذَا اْلقُرْآنِ لاَ يَاْتُونَ ِبمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا ifade ettigi azîm mânâ ve büyük hakikat, kasir-ül fehm olanlarca ve dikkatsizlikle mübalagali bir belâgat için muhal bir Sûret zannediliyor. Hâsâ! Mübalaga degil, muhal bir Sûret degil, ayn-i hakikat bir belâgat ve mümkün ve vâki bir Sûrettedir.
O Sûretin bir vechi sudur ki; yâni, Kur'andan teressuh etmeyen ve Kur'anin mali olmayan ins ve cinnin bütün güzel sözleri toplansa, Kur'ani tanzir edemez, demektir. Hem edememis ki, gösterilmiyor. Ikinci vecih sudur ki: Cin ve insin hattâ seytanlarin netice-i efkârlari ve muhassala-i mesaîleri olan medeniyet ve hikmet-i felsefe ve edebiyat-i ecnebiye, Kur'anin ahkâm ve hikmet ve belâgatina karsi âciz derekesindedirler, demektir. Nasil da nümunesini gösterdik.
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 25. Söz
sh: » (S: 433)
Üçüncü Cilve: Kur'an-i Hakîm, her asirdaki tabakat-i beserin herbir tabakasina güya dogrudan dogruya o tabakaya hususî müteveccihtir, hitab ediyor. Evet bütün benî-Âdeme bütün tabakatiyla en yüksek ve en dakik ilim olan îmânâ ve en genis ve nurani fen olan mârifetullaha ve en ehemmiyetli ve mütenevvi maarif olan ahkâm-i Islâmiyeye davet eden, ders veren Kur'an ise, her nev'e, her taifeye muvafik gelecek bir ders vermek elzemdir. Halbuki ders birdir, ayri ayri degil. Öyle ise, ayni derste tabakat bulunmak lâzimdir. Derecata göre herbiri, Kur'anin perdelerinden bir perdeden hisse-i dersini alir. Su hakikatin çok nümunelerini zikretmisiz. Onlara müracaat edilebilir. Yalniz burada bir-iki cüz'ünün, hem yalniz bir-iki tabakasinin hisse-i fehmine isaret ederiz:
Meselâ: لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ Kesretli tabaka olan avâm tabakasinin sundan hisse-i fehmi: « Cenâb-i Hak, peder ve veledden ve akrandan ve zevceden münezzehtir.» Daha mutavassit bir tabaka, sundan « Isa Aleyhisselâm'in ve Melâikelerin ve tevellüde mazhar seylerin ulûhiyetini nefyetmektir.» Çünki muhal bir seyi nefyetmek, zâhiren faidesiz oldugundan belâgatta medâr-i faide olacak bir lâzim-i hüküm murad olunur. Iste cismâniyete mahsus veled ve vâlidi nefyetmekten murad ise, veled ve vâlidi ve küfvü bulunanlarin, nefy-i ulûhiyetleridir ve Mâbud olmaya lâyik olmadiklarini göstermektir. Su sirdandir ki, Sûre-i Ihlas herkese, hem her vakit faide verebilir. Daha bir parça ileri bir tabakanin hisse-i fehmi: « Cenâb-i Hak mevcûdâta karsi tevlid ve tevellüdü ismam edecek bütün rabitalardan münezzehtir. Serik ve muinden ve hemcinsten müberradir. Belki mevcûdâta karsi nisbeti, Hallâkiyettir. « Emr-i kün feyekûn» ile, irade-i ezeliyesiyle, ihtiyariyla icad eder. Îcabî ve izdirarî ve sudûr-u gayr-i ihtiyârî gibi münafî-i Kemâl herbir rabitadan münezzehtir.» Daha yüksek bir tabakanin hisse-i fehmi: Cenâb-i Hak ezelîdir, ebedîdir, evvel ve âhirdir. Hiçbir cihette ne zâtinda, ne sifâtinda, ne ef'alinde nazîri, küfvü, sebihi, misli, misâli, mesîli yoktur. Yalniz ef'alinde, suununda tesbihi ifade eden mesel var: وَلِلّهِ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى Bu tabakata; ârifin tabakasi, ehl-i ask tabakasi, siddikîn tabakasi gibi ayri ayri hisse sahiblerini kiyas edebilirsin.
sh: » (S: 434)
Ikinci misâl: Meselâ, مَا كَانَ مُحَمَّدٌ اَبَا اَحَدٍ مِنْ رِجَالِكُمْ Tabaka-i ûlânin sundan hisse-i fehmi sudur ki: « Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in hizmetkâri veya « Veledim» hitabina mazhar olan Zeyd, izzetli zevcesini kendine küfüv bulmadigi için tatlik etmis. Allah'in emriyle Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm almis. Âyet der: « Peygamber size evlâdim dese, Risâlet cihetiyle söyler. Sahsiyet itibariyle pederiniz degil ki, aldigi kadinlar ona münasib düsmesin.» Ikinci tabakanin hisse-i fehmi sudur ki: Bir büyük âmir, raiyetine pederane sefkatle bakar. Eger o âmir, zâhir ve bâtin bir Padisah-i Ruhânî olsa, o vakit merhameti pederin yüz defa sefkatinden ileri gittiginden o raiyetin efradi onun hakikî evlâdi gibi ona peder nazariyla bakarlar. Peder nazari, zevc nazarina inkilab edemediginden; kiz nazari da zevce nazarina kolayca degismediginden, efkâr-i âmmede Peygamber (A.S.M.), mü'minlerin kizlarini almasi su sirra uygun gelmediginden Kur'an der: « Peygamber (A.S.M.), merhamet-i Ilahiye nazariyla size sefkat eder, pederane muamele yapar. Risâlet namina siz onun evlâdi gibisiniz. Fakat sahsiyet-i insâniyet itibariyle pederiniz degildir ki, sizden zevce almasi münasib düsmesin.» Üçüncü kisim söyle fehmeder ki: Peygamber'e (A.S.M.) intisab edip onun Kemâlâtina istinad ederek onun pederane sefkatine itimad edip kusur ve hatiat etmemelisiniz, demektir. Evet çoklar var ki, büyüklerine ve mürsidlerine itimad edip tenbellik eder. Hattâ bâzan, « Namazimiz kilinmis» der. (Bir kisim Alevîler gibi) Dördüncü Nükte: Bir kisim su âyetten söyle bir isaret-i gaybiye fehmeder ki: Peygamber'in (A.S.M.) evlâd-i zükûru, rical derecesinde kalmayip, rical olarak nesli, bir hikmete binaen kalmayacaktir. Yalniz « rical» tâbirinin ifadesiyle, nisanin pederi oldugunu isaret ettiginden, nisa olarak nesli devam edecektir. Felillahilhamd Hazret-i Fatima'nin nesl-i mübareki, Hasan ve Hüseyin gibi iki nurani silsilenin bedr-i münevveri, Sems-i Nübüvvet'in mânevî ve maddî neslini idame ediyorlar.
اَللّهُمَّ صَلِّ عَلَيْهِ وَ عَلَى آلِهِ
(Birinci Su'le, üç Sua ile hitama erdi.)
IKINCI SU'LE: Ikinci Su'le'nin "Üç Nur"u var.
sh: » (S: 435)
Birinci Nur: Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyân'in heyet-i mecmuasinda raik bir selaset, faik bir selâmet, metin bir tesanüd, muhkem bir tenâsüb, cümleleri ve heyetleri mabeyninde kavî bir teavün; ve âyetler ve maksadlari mabeyninde ulvî bir tecavüb oldugunu Ilm-i Beyân ve Fenn-i Maânî ve Beyânî'nin Zemahserî, Sekkakî, Abdülkahir-i Cürcanî gibi binlerle dâhî imamlarin sehadetiyle sâbit oldugu halde, o tecavüb ve teavün ve tesanüdü ve selaset ve selâmeti kiracak, bozacak sekiz-dokuz mühim esbab bulunurken, o esbab bozmaga degil, belki selasetine, selâmetine, tesanüdüne kuvvet vermistir. Yalniz, o esbab bir derece hükmünü icra edip, baslarini perde-i nizâm ve selasetten çikarmislar. Fakat nasilki yeknesak, düz bir agacin gövdesinden bir kisim çikintilar, sivricikler çikar. Lâkin agacin tenâsübünü bozmak için çikmiyorlar. Belki, o agacin zînetli tekemmülüne ve cemâline medâr olan meyveyi vermek için çikiyorlar. Aynen bunun gibi, su esbab dahi, Kur'anin selaset-i nazmina kiymetdar mânâlari ifade için sivri baslarini çikariyorlar. Iste o Kur'an-i Mübin, yirmi senede hacetlerin mevkileri itibariyle necim necim olarak, müteferrik parça parça nüzul ettigi halde, öyle bir Kemâl-i tenâsübü vardir ki, güya bir defada nâzil olmus gibi bir münasebet gösteriyor.
Hem o Kur'an, yirmi senede, hem muhtelif, mütebayin esbab-i nüzule göre geldigi halde, tesanüdün Kemâlini öyle gösteriyor; güya bir sebeb-i vâhidle nüzul etmistir. Hem o Kur'an, mütefavit ve mükerrer suallerin cevabi olarak geldigi halde, nihayet imtizac ve ittihadi gösteriyor. Güya bir sual-i vâhidin cevabidir. Hem Kur'an mütegayyir, müteaddid hâdisatin ahkâmini Beyân için geldigi halde, öyle bir Kemâl-i intizâmi gösteriyor ki, güya bir hâdise-i vâhidin Beyânidir. Hem Kur'an mütehalif, mütenevvi hâlette hadsiz muhatâblarin fehimlerine münasib üslûblarda tenezzülât-i kelâmiye ile nâzil oldugu halde, öyle bir hüsn-ü temasül ve güzel bir selaset gösteriyor ki, güya hâlet birdir, bir derece-i fehimdir; su gibi akar bir selaset gösteriyor. Hem o Kur'an mütebaid, müteaddid muhatâbîn esnafina müteveccihen mütekellim oldugu halde, öyle bir sühulet-i Beyâni, bir cezâlet-i nizâmi bir vuzuh-u ifhami var ki; güya muhatâbi bir siniftir. Hattâ herbir sinif zanneder ki, bil'asale muhatâb yalniz kendisidir. Hem Kur'an, mütefavit mütederric irsadî Bâzi gayelere îsal ve hidâyet etmek için nâzil oldugu halde, öyle bir Kemâl-i istikamet, öyle bir dikkat-i müvazenet, öyle bir hüsn-ü intizâm
sh: » (S: 436)
vardir ki; güya maksad birdir. Iste bu esbablar, müsevvesiyetin esbabi iken, Kur'anin i’câz-i Beyâninda, selaset ve tenâsübünde istihdam edilmislerdir. Evet kalbi sekamsiz, akli müstakim, vicdani marazsiz, zevki selim her adam Kur'anin Beyâninda güzel bir selaset, rânâ bir tenâsüb, hos bir ahenk, yekta bir fesahat görür. Hem basîresinde selim bir gözü olan görür ki, Kur'anda öyle bir göz vardir ki, o göz bütün kâinati zâhir ve bâtini ile vâzih, göz önünde bir sahife gibi görür, istedigi gibi çevirir, istedigi bir tarzda o sahifenin mânâlarini söyler. Su Birinci Nur'un hakikatini misâller ile tavzih etsek, birkaç mücelled lâzim. Öyle ise, sâir risale-i arabiyemde ve « Isârât-ül I'câzda» ve su yirmibes aded Sözlerde su hakikatin isbatina dair olan izahatla iktifa edip misâl olarak mecmu-u Kur'ani birden gösteriyorum.
Ikinci Nuru: Kur'an-i Hakîm'in âyetlerinin hâtimelerinde gösterdigi fezlekeler ve Esmâ-i hüsnâ cihetindeki üslûb-u bediisinde olan meziyet-i i’câziyeye dairdir.
Ihtar: Su Ikinci Nur'da çok âyetler gelecektir. O âyetler, yalniz Ikinci Nur'un misâlleri degil, belki geçmis mesâil ve sualarin misâlleri dahi olurlar. Bunlari hakkiyla izah etmek çok uzun gelir. Simdilik ihtisar ve icmâle mecburum. Onun için gâyet muhtasar bir tarzda su sirr-i azîm-i i’câzin misâllerinden olan âyetlere birer isaret edip tafsilâtini baska vakte talik ettik.
Iste Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyân, âyetlerin hâtimelerinde galiben Bâzi fezlekeleri zikreder ki; o fezlekeler, ya Esmâ-i hüsnâyi veya mânâlarini tâzammun ediyor veyahut akli tefekküre sevketmek için akla havale eder veyahut makasid-i Kur'aniyeden bir kaide-i külliyeyi tâzammun eder ki, âyetin te'kid ve teyidi için fezlekeler yapar. Iste o fezlekelerde Kur'anin hikmet-i ulviyesinden Bâzi isarat ve hidâyet-i Ilahiyenin âb-i hayatindan Bâzi resasat, i’câz-i Kur'anin berklerinden Bâzi serarat vardir. Simdi pek çok o isarattan yalniz on tanesini icmâlen zikrederiz. Hem pek çok misâllerinden birer misâl ve herbir misâlin pek çok hakaikindan yalniz herbirinde bir hakikatin meal-i icmâlîsine isaret ederiz. Bu on isaretin ekserisi, ekser âyetlerde müçtemian beraber bulunup hakikî bir naks-i i’câzî teskil ederler. Hem misâl olarak getirdigimiz âyetlerin ekserisi, ekser isarata misâldir. Biz yalniz her âyetten bir isaret gösterecegiz. Misâl getirecegimiz âyetlerden eski Sözlerde bahsi geçenlerin yalniz mealine bir hafif isaret ederiz.
Birinci Meziyet-i Cezâlet: Kur'an-i Hakîm, i’câzkâr Beyânâtiyla Sâni'-i Zülcelâl'in ef'al ve eserlerini nazara karsi serer, basteder. Sonra o âsâr ve ef'alinde Esmâ-i Ilahiyeyi istihrac eder; veya Ha
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 25. Söz
sh: » (S: 437)
sir ve tevhid gibi bir makasid-i asliye-i Kur'aniyeyi isbat ediyor. Birinci mânânin misâllerinden meselâ:
هُوَ الَّذِى خَلَقَ لَكُمْ مَا فِى اْلاَرْضِ جَمِيعًا ثُمَّ اسْتَوَى اِلَى السَّمَاءِ فَسَوَّيهُنَّ سَبْعَ سَموَاتٍ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
Ikinci sikkin misâllerinden meselâ: اَلَمْ نَجْعَلِ اْلاَرْضَ مِهَادًا وَ الْجِبَالَ اَوْتَادًا وَخَلَقْنَاكُمْ اَزْوَاجًا ilâ âhir...
اِنَّ يَوْمَ الْفَصْلِ كَانَ مِيقَاتًا e kadar... Birinci âyette âsâri bast edip bir neticenin, bir mühim maksudun mukaddemati gibi; ilim ve kudrete, gayât ve nizâmatiyla sehadet eden en azîm eserleri serdeder. Alîm ismini istihrac eder. Ikinci âyette, Birinci Su’le’nin Birinci Sua’inin Üçüncü Noktasinda bir derece izah olundugu gibi; Cenâb-i Hakk’in büyük ef’alini, azîm âsârini zikrederek neticesinde yevm-i fasl olan hasri, netice olarak zikrediyor.
Ikinci Nükte-i Belâgat: Kur'an, beserin nazarina san'at-i Ilahiyenin mensucatini açar, gösterir. Sonra fezlekede o mensucati, Esmâ içinde tayyeder veyahut akla havale eder. Birincinin misâllerinden meselâ:
قُلْ مَنْ يَرْزُقُكُمْ مِنَ السَّمَاءِ وَاْلاَرْضِ اَمَّنْ َيمْلِكُ السَّمْعَ وَاْلاَبْصَارَ وَمَنْ يُخْرِجُ اْلحَىَّ مِنَ اْلمَيِّتِ وَيُخْرِجُ اْلمَيَّتَ مِنَ اْلحَىِّ وَمَنْ يُدَبِّرُ اْلاَمْرَ فَسَيَقُولُونَ اللّهُ فَقُلْ اَفَلاَ تَتَّقُونَ فَذلِكُمُ اللّهُ رَبُّكُمُ اْلحَقُّ
Iste basta der: « Semâ ve zemini, rizkiniza iki hazine gibi müheyya edip oradan yagmuru, buradan hububati çikaran kimdir? Allah'tan baska koca semâ ve zemini iki muti hazinedâr hükmüne kimse getirebilir mi? Öyle ise, sükür ona münhasirdir.»
Ikinci fikrada der ki: « Sizin âzalariniz içinde en kiymetdar göz ve kulaklarinizin mâliki kimdir? Hangi tezgâh ve dükkândan aldi
sh: » (S: 438)
niz? Bu lâtif kiymetdar göz ve kulagi verecek ancak Rabbinizdir. Sizi icad edip terbiye eden odur ki, bunlari size vermistir. Öyle ise yalniz Rab odur, Mâbud da o olabilir.»
Üçüncü fikrada der: « Ölmüs yeri ihya edip yüzbinler ölmüs taifeleri ihya eden kimdir? Hak'tan baska ve bütün kâinatin Hâlikindan baska su isi kim yapabilir? Elbette o yapar. O ihya eder. Mâdem Hak'tir, hukuku zayi' etmeyecektir. Sizi bir mahkeme-i kübrâya gönderecektir. Yeri ihya ettigi gibi, sizi de ihya edecektir.»
Dördüncü fikrada der: « Bu azîm kâinati bir saray gibi, bir sehir gibi Kemâl-i intizâmla idare edip tedbirini gören, Allah'tan baska kim olabilir? Mâdem Allah'tan baska olamaz; koca kâinati bütün ecramiyla gâyet kolay idare eden kudret o derece kusursuz, nihayetsizdir ki, hiçbir serik ve istirake ve muavenet ve yardima ihtiyaci olamaz. Koca kâinati idare eden, küçük mahlukati baska ellere birakmaz. Demek, ister istemez « Allah» diyeceksiniz.» Iste, birinci ve dördüncü fikra«Allah» der, ikinci fikra « Rab» der, üçüncü fikra "El-Hak" der. فَذلِكُمُ اللّهُ رَبُّكُمُ اْلحَقُّ ne kadar mu'cizane düstügünü anla. Iste Cenâb-i Hakk'in azîm tasarrufatini, kudretinin mühim mensucatini zikreder. Sonra da o azîm âsârin, mensucatin destgâhi فَذلِكُمُ اللّهُ رَبُّكُمُ اْلحَقُّ der. Yâni « Hak» « Rab» «Allah» isimlerini zikretmekle o tasarrufat-i azîmenin menbaini gösterir.
Ikincinin misâllerinden:
اِنَّ فِى خَلْقِ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّتِى َتجْرِى فِى الْبَحْرِ ِبمَا يَنْفَعُ النَّاسَ وَمَا اَنْزَلَ اللّهُ مِنَ السَّمَاءِ مِنْ مَاءٍ فَاَحْيَا بِهِ اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ فِيهَا مِنْ كُلِّ دَابَّةٍ وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ اْلمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَاءِ وَاْلاَرْضِ َلآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ
Iste Cenâb-i Hakk'in Kemâl-i kudretini ve âzamet-i rubûbiyetini gösteren ve vahdâniyetine sehadet eden semâvat ve arzin hilkatindeki tecelli-i saltanat-i ulûhiyet; ve gece gündüzün ihtilafinda
sh: » (S: 439)
ki tecelli-i rubûbiyet; ve hayat-i içtimaiye-i insana en büyük bir vasita olan gemiyi denizde teshir ile tecelli-i rahmet; ve semâdan âb-i hayati ölmüs zemine gönderip zemini yüzbin taifeleriyle ihya edip bir mahser-i acaib Sûretine getirmekteki tecelli-i âzamet-i kudret; ve zeminde hadsiz muhtelif hayvanati basit bir topraktan halketmekteki tecelli-i rahmet ve kudret; ve rüzgârlari, nebâtat ve hayvanatin teneffüs ve telkîhlerine hizmet gibi vezaif-i azîme ile tavzif edip tedbir ve teneffüse sâlih vaziyete getirmek için tahrik ve idaresindeki tecelli-i rahmet ve hikmet; ve zemin ve âsumân ortasinda vasita-i rahmet olan bulutlari bir mahser-i acaib gibi muallakta toplayip dagitmak, bir ordu gibi istirahat ettirip vazife basina davet etmek gibi teshirindeki tecelli-i rubûbiyet gibi mensucat-i san'ati ta'dad ettikten sonra akli, onlarin hakaikina ve tafsiline sevkedip tefekkür ettirmek için َلآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ der. Onunla ukûlü ikaz için akla havale eder.
Üçüncü Meziyet-i Cezâlet: Bâzan Kur'an, Cenâb-i Hakk'in fiillerini tafsil ediyor. Sonra bir fezleke ile icmâl eder. Tafsiliyle kanaat verir, icmâl ile hifzettirir, baglar. Meselâ:
وَكَذلِكَ يَجْتَبِيكَ رَبُّكَ وَيُعَلِّمُكَ مِنْ تَاْوِيلِ اْلاَحَادِيثِ وَيُتِمُّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكَ وَعَلَى آلِ يَعْقُوبَ كَمَا اَتَمَّهَا عَلَى اَبَوَيْكَ مِنْ قَبْلُ اِبْرَاهِيمَ وَاِسْحَاقَ اِنَّ رَبَّكَ عَلِيمٌ حَكِيمٌ
Iste Hazret-i Yusuf ve ecdadina edilen nimetleri su âyetle isaret eder. Der ki: Sizi bütün insanlar içinde makam-i nübüvvetle serfiraz, bütün silsile-i enbiyayi, silsilenize rabtedip, silsilenizi nev'-i beser içinde bütün silsilenin serdari; hânedâninizi ulûm-u Ilahiye ve hikmet-i Rabbâniyeye bir hücre-i tâlim ve hidâyet Sûretinde getirip o ilim ve hikmetle dünyanin saadetkârane saltanatini, âhiretin saadet-i ebediyesiyle sizde birlestirmek, seni ilim ve hikmetle Misir'a hem aziz bir reis, hem âlî bir nebi, hem hakîm bir mürsid etmek olan nimet-i Ilahiyeyi zikr ve ta'dad edip; ilim ve hikmet ile onu, âbâ ve ecdadini mümtaz ettigini zikrediyor. Sonra « Senin Rabbin Alîm ve Hakîm'dir» der. « Onun rubûbiyeti ve hikmeti iktiza eder
sh: » (S: 440)
ki, seni ve âbâ ve ecdadini Alîm, Hakîm ismine mazhar etsin.» Iste o mufassal nimetleri, su fezleke ile icmâl eder.
Hem meselâ: قُلِ اللّهُمَّ مَالِكَ اْلمُلْكِ تُؤْتِى اْلمُلْكَ مَنْ تَشَاءُ Iste su âyet Cenâb-i Hakk'in, nev'-i beserin hayat-i içtimaiyesindeki tasarrufatini söyle gösteriyor ki; izzet ve zillet, fakr ve servet dogrudan dogruya Cenâb-i Hakk'in mesietine ve iradesine baglidir. Demek kesret-i tabakatin en daginik tasarrufatina kadar, mesiet ve takdir-i Ilahiye iledir. Tesadüf karisamaz. Su hükmü verdikten sonra insâniyet hayatinda en mühim is, onun rizkidir. Su âyet, beserin rizkini dogrudan dogruya Rezzak-i Hakikî'nin hazine-i Rahmetinden gönderdigini bir-iki mukaddeme ile isbat eder. Söyle ki: Der: « Rizkiniz, yerin hayatina baglidir. Yerin dirilmesi ise, bahara bakar. Bahar ise, Sems ve Kamer'i teshir eden, gece ve gündüzü çeviren zâtin elindedir. Öyle ise bir elmayi, bir adama hakikî rizk olarak vermek; bütün yeryüzünü bütün meyvelerle dolduran O Zât verebilir. Ve O, ona hakikî Rezzak olur.» Sonra da:
وَ تَرْزُقُ مَنْ تَشَاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ der. Bu cümlede o tafsilâtli fiilleri icmâl ve isbat eder. Yâni « Size hesabsiz rizik veren odur ki, bu fiilleri yapar.»
Dördüncü Nükte-i Belâgat: Kur'an kâh olur, mahlukat-i Ilahiyeyi bir tertible zikreder; sonra o mahlukat içinde bir nizâm, bir mizan oldugunu ve onun semereleri oldugunu göstermekle güya bir seffafiyet, bir parlaklik veriyor ki; sonra o âyine-misâl tertibinden cilvesi bulunan Esmâ-i Ilahiyeyi gösteriyor. Güya o mahlukat-i mezkûre, elfâzdir. Su Esmâ onun mânâlari, yahut o meyvelerin çekirdekleri, yahut hülâsalaridirlar. Meselâ:
وَلَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ مِنْ سُلاَلَةٍ مِنْ طِينٍ ثُمَّ جَعَلْنَاهُ نُطْفَةً فِى قَرَارٍ مَكِينٍ ثُمَّ خَلَقْنَا النُّطْفَةَ عَلَقَةً فَخَلَقْنَا اْلعَلَقَةَ مُضْغَةً فَخَلَقْنَا اْلمُضْغَةَ عِظَامًا فَكَسَوْنَا الِْعظَامَ َلحْمًا ثُمَّ اَنْشَاْنَاهُ خَلْقًا آخَرَ فَتَبَارَكَ اللّهُ اَحْسَنُ اْلخَالِقِينَ
Iste Kur'an, hilkat-i insanin o acib, garib, bedi', muntâzam, mev
sh: » (S: 441)
zun etvârini öyle âyine-misâl bir tarzda zikredip tertib ediyor ki; فَتَبَارَكَ اللّهُ اَحْسَنُ اْلخَالِقِينَ içinde kendi kendine görünüyor ve kendini dedirttiriyor. Hattâ vahyin bir kâtibi su âyeti yazarken, daha su kelime gelmezden evvel su kelimeyi söylemistir. « Acaba bana da mi vahy gelmis» zanninda bulunmus. Halbuki evvelki kelâmin Kemâl-i nizâm ve seffafiyetidir ve insicamidir ki, o kelâm gelmeden kendini göstermistir.
Hem meselâ:
اِنَّ رَبَّكُمُ اللّهُ الَّذِى خَلَقَ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ يُغْشِى اللَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَثِيثًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِاَمْرِهِ اَلاَ لَهُ اْلخَلْقُ وَاْلاَمْرُ تَبَارَكَ اللّهُ رَبُّ الْعَاَلمِينَ
Iste Kur'an su âyette âzamet-i kudret-i Ilahiye ve saltanat-i rubûbiyeti öyle bir tarzda gösteriyor ki: Günes, Ay, yildizlar emirber neferleri gibi emrine müheyya; gece ve gündüzü, beyaz ve siyah iki hat gibi veya iki serit gibi birbiri arkasinda döndürüp âyât-i rubûbiyetini kâinat sahifelerinde yazan ve ars-i rubûbiyetinde duran bir Kadîr-i Zülcelâl'i gösterdiginden, her ruh isitse بَارَكَ اللّهُ مَاشَاءَ اللّهُ فَتَبَارَكَ اللّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ demeye hâhisger olur. Demek تَبَارَكَ اللّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ sâbikin hülâsasi, çekirdegi, meyvesi ve âb-i hayati hükmüne geçer.
Besinci Meziyet-i Cezâlet: Kur'an bâzan tegayyüre maruz ve muhtelif keyfiyata medâr maddî cüz'iyati zikreder. Onlari hakaik-i sabite Sûretine çevirmek için; sabit, nuranî, küllî Esmâ ile icmâl eder, baglar. Veyahut tefekküre ve ibrete tesvik eder bir fezleke ile hâtime verir. Birinci mânânin misâllerinden meselâ:
وَعَلَّمَ آدَمَ اْلاَسْمَاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى اْلمَلاَئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِئُونِى بِاَسْمَاءِ هَؤُلاَءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ قَالوُا سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ اْلحَكِيم ُ
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 25. Söz
sh: » (S: 442)
Iste su âyet evvelâ: « Hazret-i Âdem'in hilafet mes'elesinde, Melâikelere rüchaniyetine medâr onun ilmi oldugu» olan bir hâdise-i cüz'iyeyi zikreder. Sonra o hâdisede Melâikelerin Hazret-i Âdem'e karsi ilim noktasinda hâdise-i maglubiyetlerini zikreder. Sonra bu iki hâdiseyi iki ism-i küllî ile icmâl ediyor. Yâni, اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ yâni « Alîm ve Hakîm sen oldugun için Âdem'i tâlim ettin, bize galib oldu. Hakîm oldugun için, bize istidadimiza göre veriyorsun. Onun istidadina göre rüchaniyet veriyorsun.»
Ikinci mânânin misâllerinden meselâ:
وَاِنَّ لَكُمْ فِى اْلاَنَْعَامِ لَعِبْرَةً نُسْقِيكُمْ ِممَّا فِى بُطُونِهِ مِنْ بَيْنِ فَرْثٍ وَدَمٍ لَبَنًا خَالِصًا سَائِغًا لِلشَّارِبِينَ ilâ âhir..
فِيهِ شِفَاءٌ لِلنَّاسِ اِنَّ فِى ذلِكَ َلآيَةً لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ Iste su âyetler, Cenâb-i Hakk'in koyun, keçi, inek, deve gibi mahluklarini insanlara hâlis, safi, leziz bir süt çesmesi; üzüm ve hurma gibi masnu'lari da insanlara lâtif, leziz, tatli birer nimet tablalari ve kazanlari; ve ari gibi küçük mu'cizât-i kudretini sifali ve tatli güzel bir serbetçi yaptigini âyet söylece gösterdikten sonra tefekküre, ibrete, baska seyleri de kiyas etmege tesvik için اِنَّ فِى ذلِكَ َلآيَةً لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ der, hâtime verir.
Altinci Nükte-i Belâgat: Kâh oluyor ki âyet, genis bir kesrete ahkâm-i rubûbiyeti serer, sonra birlik ciheti hükmünde bir rabita-i vahdet ile birlestirir veyahut bir kaide-i külliye içinde yerlestirir. Meselâ:
وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ وَلاَ يَؤُودُهُ حِفْظُهُمَا وَهُوَ الْعَلِىُّ الْعَظِيمُ
Iste Âyet-ül Kürsi'de on cümle ile on tabaka-i tevhidi ayri ayri renklerde isbat etmekle beraber مَنْ ذَا الَّذِى يَشْفَعُ عِنْدَهُ اِلاَّ بِاِذْنِهِ cümle
sh: » (S: 443)
siyle gâyet keskin bir siddetle sirki ve gayrin müdahalesini keser, atar. Hem su âyet ism-i âzamin mazhari oldugundan, hakaik-i Ilahiyeye ait mânâlari âzamî derecededir ki, âzamiyet derecesinde bir tasarruf-u rubûbiyeti gösteriyor. Hem umum semâvat ve arza birden müteveccih tedbir-i ulûhiyeti en âzamî bir derecede umuma samil bir hafîziyeti zikrettikten sonra; bir rabita-i vahdet ve birlik ciheti, o âzamî tecelliyatlarinin menba'larini وَهُوَ الْعَلِىُّ الْعَظِيمُ ile hülâsa eder.
Hem meselâ:
اَللّهُ الَّذِى خَلَقَ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَاَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقًا لَكُمْ وَسَخَّرَ لَكُمُ الْفُلْكَ لِتَجْرِىَ فِى الْبَحْرِ بِاَمْرِهِ وَسَخَّرَ لَكُمُ اْلاَنْهَارَوَسَخَّرَ لَكُمُ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ دَائِبَيْنِ وَسَخَّرَ لَكُمُ اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ وَآتَيكُمْ مِنْ كُلِّ مَا سَاَلْتُمُوهُ وَاِنْ تَعُدُّوا نِعْمَتَ اللّهِ لاَ ُتحْصُوهَا
Iste su âyetler, evvelâ Cenâb-i Hakk'in insana karsi su koca kâinati nasil bir saray hükmünde halkedip semâdan zemine âb-i hayati gönderip, insanlara rizki yetistirmek için zemini ve semâyi iki hizmetkâr ettigi gibi, zeminin sâir aktarinda bulunan herbir nevi meyvelerinden, herbir adama istifade imkâni vermek, hem insanlara semere-i sa'ylerini mübadele edip her nevi medâr-i maisetini temin etmek için gemiyi insana müsahhar etmistir. Yâni denize, rüzgâra, agaca öyle bir vaziyet vermis ki; rüzgâr bir kamçi, gemi bir at, deniz onun ayagi altinda bir çöl gibi durur. Insanlari gemi vasitasiyla bütün zemine münasebetdar etmekle beraber irmaklari, büyük nehirleri, insanin fitrî birer vesait-i nakliyesi hükmünde teshir; hem Günes ile Ay'i seyrettirip mevsimleri ve mevsimlerde degisen Mün'im-i Hakikî'nin renk renk nimetlerini insanlara takdim etmek için iki müsahhar hizmetkâr ve o büyük dolabi çevirmek için iki dümenci hükmünde halketmis. Hem gece ve gündüzü insana müsahhar yâni hâb-i rahatina geceyi örtü, gündüzü maisetlerine ticaretgâh hükmünde teshir etmistir. Iste bu niam-i Ilahiyeyi ta'dad ettikten sonra, insana verilen nimetlerin ne kadar genis bir dairesi oldu
sh: » (S: 444)
gunu gösterip, o dairede ne derece hadsiz nimetler dolu oldugunu su وَآتَيكُمْ مِنْ كُلِّ مَا سَاَلْتُمُوهُ وَاِنْ تَعُدُّوا نِعْمَتَ اللّهِ لاَ تُحْصُوهَا fezleke ile gösterir. Yâni: Istidad ve ihtiyac-i fitrî lisaniyla insan ne istemisse, bütün verilmis. Insana olan nimet-i Ilahiye, ta'dad ile bitmez, tükenmez. Evet insanin mâdem bir sofra-i nimeti semâvat ve arz ise ve o sofradaki nimetlerden bir kismi Sems, Kamer, gece, gündüz gibi seyler ise, elbette insana müteveccih olan nimetler hadd ü hesaba gelmez.
Yedinci Sirr-i Belâgat: Kâh oluyor ki âyet; zâhirî sebebi, icadin kabiliyetinden azletmek ve uzak göstermek için müsebbebin gayelerini, semerelerini gösteriyor. Tâ anlasilsin ki; sebeb, yalniz zâhirî bir perdedir. Çünki gâyet hakîmane gayeleri ve mühim semereleri irade etmek, gâyet Alîm, Hakîm birinin isi olmak lâzimdir. Sebebi ise suursuz, câmiddir. Hem semere ve gayetini zikretmekle âyet gösteriyor ki; sebebler çendan nazar-i zâhirîde ve vücudda müsebbebat ile muttasil ve bitisik görünür. Fakat hakikatta mabeynlerinde uzak bir mesâfe var. Sebebden müsebbebin icadina kadar o derece uzaklik var ki; en büyük bir sebebin eli, en edna bir müsebbebin icadina yetisemez. Iste sebeb ve müsebbeb ortasindaki uzun mesâfede, Esmâ-i Ilahiye birer yildiz gibi tulû' eder. Matla'lari, o mesâfe-i mâneviyedir. Nasilki zâhir nazarda daglarin daire-i ufkunda semânin etekleri muttasil ve mukarin görünür. Halbuki daire-i ufk-u cibâlîden semânin etegine kadar, umum yildizlarin matla'lari ve baska seylerin meskenleri olan bir mesâfe-i azîme bulundugu gibi; esbab ile müsebbebat mabeyninde öyle bir mesâfe-i mâneviye var ki, îmânin dürbünüyle, Kur'anin nuruyla görünür. Meselâ:
فَلْيَنْظُرِ اْلاِنْسَانُ اِلَى طَعَامِهِ اَنَّا صَبَبْنَا اْلمَاءَ صَبّاً ثُمَّ شَقَقْنَا اْلاَرْضَ شَقًّا فَاَنْبَتْنَا فِيهَا حَبًّا وَ عِنَبًا وَ قَضْبًا وَ زَيْتُونًا وَ نَخْلاً وَ حَدَائِقَ غُلْبًا وَ فَاكِهَةً وَ اَبًّا مَتَاعًا لَكُمْ وَ ِلاَنْعَامِكُمْ
Iste su âyet-i kerime, mu'cizât-i kudret-i Ilahiyeyi bir tertib-i hik-
sh: » (S: 445)
metle zikrederek esbabi müsebbebata rabtedip en âhirde مَتَاعًا لَكُمْ lafziyla bir gayeyi gösterir ki; o gaye, bütün o müteselsil esbab ve müsebbebat içinde o gayeyi gören ve tâkib eden gizli bir mutasarrif bulundugunu ve o esbab, onun perdesi oldugunu isbat eder. Evet مَتَاعًا لَكُمْ وَ ِلاَنْعَامِكُمْ tâbiriyle bütün esbabi, icad kabiliyetinden azleder. Mânen der: « Size ve hayvanatiniza rizki yetistirmek için su semâdan geliyor. O suda, size ve hayvanatiniza aciyip sefkat edip rizik yetistirmek kabiliyeti olmadigindan; su gelmiyor, gönderiliyor demektir. Hem toprak, nebâtatiyla açilip, rizkiniz oradan geliyor. Hissiz, suursuz toprak, sizin rizkinizi düsünüp sefkat etmek kabiliyetinden pek uzak oldugundan, toprak kendi kendine açilmiyor, birisi o kapiyi açiyor, nimetleri ellerinize veriyor. Hem otlar, agaçlar sizin rizkinizi düsünüp merhameten size meyveleri, hububati yetistirmekten pekçok uzak oldugundan, âyet gösteriyor ki, onlar bir Hakîm-i Rahîm'in perde arkasindan uzattigi ipler ve seritlerdir ki, nimetlerini onlara takmis, zîhayatlara uzatiyor. Iste su Beyânâttan Rahîm, Rezzak, Mün'im, Kerim gibi çok Esmânin matla'lari görünüyor. Hem meselâ:
اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللَّهَ يُزْجِى سَحَابًا ثُمَّ يُؤَلِّفُ بَيْنَهُ ثُمَّ يَجْعَلُهُ رُكَامًا فَتَرَى الْوَدْقَ يَخْرُجُ مِنْ خِلاَلِهِ وَ يُنَزِّلُ مِنَ السَّمَاءِ مِنْ جِبَالٍ فِيهَا مِنْ بَرَدٍ فَيُصِيبُ بِهِ مَنْ يَشَاءُ وَ يَصْرِفُهُ عَنْ مَنْ يَشَاءُ يَكَادُ سَنَا بَرْقِهِ يَذْهَبُ بِاْلاَبْصَارِ يُقَلِّبُ اللَّهُ الَّيْلَ وَ النَّهَارَ اِنَّ فِى ذلِكَ لَعِبْرَةً ِلاُولِى اْلاَبْصَارِ وَاللَّهُ خَلَقَ كُلَّ دَابَّةٍ مِنْ مَاءٍ فَمِنْهُمْ مَنْ يَمْشِى عَلَى بَطْنِهِ وَ مِنْهُمْ مَنْ يَمْشِى عَلَى رِجْلَيْنِ وَ مِنْهُمْ مَنْ يَمْشِى عَلَى اَرْبَعٍ يَخْلُقُ اللَّهُ مَا يَشَاءُ اِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Iste su âyet, mu'cizât-i rubûbiyetin en mühimlerinden ve hazine-i rahmetin en acib perdesi olan bulutlarin teskilâtinda yagmur
sh: » (S: 446)
yagdirmaktaki tasarrufat-i acibeyi Beyân ederken güya bulutun eczalari cevv-i havada dagilip saklandigi vakit, istirahatâ giden neferat misillü bir boru sesiyle toplandigi gibi emr-i Ilahî ile toplanir, bulut teskil eder. Sonra küçük küçük taifeler bir ordu teskil eder gibi, o parça parça bulutlari te'lif edip, -kiyamette seyyar daglar cesamet ve seklinde ve rutubet ve beyazlik cihetinde kar ve dolu keyfiyetinde olan- o sehab parçalarindan âb-i hayati bütün zîhayata gönderiyor. Fakat o göndermekte bir irade, bir kasd görünüyor. Hâcâta göre geliyor; demek gönderiliyor. Cevv berrak, safi, hiçbir sey yokken bir mahser-i acaib gibi dagvari parçalar kendi kendine toplanmiyor, belki zîhayati taniyan birisidir ki, gönderiyor. Iste su mesâfe-i mâneviyede Kadîr, Alîm, Mutasarrif, Müdebbir, Mürebbi, Mugis, Muhyî gibi Esmâlarin matla'lari görünüyor.
Sekizinci Meziyet-i Cezâlet: Kur'an kâh oluyor ki, Cenâb-i Hakk'in âhirette hârika ef'allerini kalbe kabûl ettirmek için ihzâriye hükmünde ve zihni tasdika müheyya etmek için bir i'dadiye Sûretinde dünyadaki acaib ef'alini zikreder veyahut istikbalî ve uhrevî olan ef'al-i acibe-i Ilahiyeyi öyle bir Sûrette zikreder ki, meshudumuz olan çok nazîreleriyle onlara kanaatimiz gelir. Meselâ:
اَوَ لَمْ يَرَ اْلاِنْسَانُ اَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَ خَصِيمٌ مُبِينٌ tâ Sûrenin âhirine kadar... Iste su bahiste hasir mes'elesinde Kur'an-i Hakîm, hasri isbat için yedi-sekiz Sûrette muhtelif bir tarzda isbat ediyor. Evvelâ nes'e-i ûlâyi nazara verir. Der ki: « Nutfeden alakaya, alakadan mudgaya, mudgadan tâ hilkat-i insâniyeye kadar olan nes'etinizi görüyorsunuz. Nasil oluyor ki, nes'e-i uhrayi inkâr ediyorsunuz. O, onun misli, belki daha ehvenidir.» Hem Cenâb-i Hak insana karsi ettigi ihsanat-i azîmeyi اَلَّذِى جَعَلَ لَكُمْ مِنَ الشَّجَرِ اْلاَخْضَرِ نَارًا kelimesiyle isaret edip der:
Size böyle nimet eden zât, sizi basibos birakmaz ki, kabre girip kalkmamak üzere yatasiniz.» Hem remzen der: « Ölmüs agaçlarin dirilip yesillenmesini görüyorsunuz. Odun gibi kemiklerin hayat bulmasini kiyas edemeyip istib'ad ediyorsunuz. Hem semâvat ve arzi halkeden, semâvat ve arzin meyvesi olan insanin hayat ve mematindan âciz kalir mi? Koca agaci idare eden, o agacin meyvesine ehemmiyet vermeyip baskasina mal eder mi?
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 25. Söz
sh: » (S: 447)
Bütün agacin neticesini terketmekle, bütün eczasiyla hikmetle yogrulmus hilkat seceresini abes ve beyhude yapar mi zannedersiniz?» Der: « Hasirde sizi ihya edecek zât, öyle bir zâttir ki; bütün kâinat, ona emirber nefer hükmündedir. Emr-i kün feyekûne karsi Kemâl-i inkiyad ile serfüru' eder. Bir bahari halketmek bir çiçek kadar ona ehven gelir. Bütün hayvanati icad etmek, bir sinek icadi kadar kudretine kolay gelir bir zâttir. Öyle bir zâta karsi, مَنْ يُحْيِى اْلعِظَامَ deyip kudretine karsi taciz ile meydan okunmaz... Sonra فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ tâbiriyle: Herseyin dizgini elinde, herseyin anahtari yaninda, gece ve gündüzü, kis ve yazi bir kitab sahifeleri gibi kolayca çevirir. Dünya ve âhireti, iki menzil gibi bunu kapar, onu açar bir Kadîr-i Zülcelâl'dir» Mâdem böyledir, bütün delâilin neticesi olarak وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ Yâni: « Kabirden sizi ihya edip, hasre getirip, huzur-u kibriyâ sinda hesabinizi görecektir.» Iste su âyetler, hasrin kabûlüne zihni müheyya etti, kalbi de hâzir etti. Çünki nazairini dünyevî ef'al ile de gösterdi.
Hem kâh oluyor ki, ef'al-i uhreviyesini öyle bir tarzda zikreder ki; dünyevî nazairlerini ihsas etsin, tâ istib'ad ve inkâra meydan kalmasin. Meselâ: اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ ilh... ve اِذَا السَّمَآُ انْفَطَرَتْ ilh... ve اِذَا السَّمَآُ انْشَقَّتْ Iste su Sûrelerde kiyamet ve hasirdeki inkilabat-i azîmeyi ve tasarrufat-i rubûbiyeti öyle bir tarzda zikreder ki; insan onlarin nazîrelerini dünyada, meselâ güzde, baharda gördügü için, kalbe dehset verip akla sigmayan o inkilabati kolayca kabûl eder. Su üç Sûrenin meal-i icmâlîsine isaret dahi pek uzun olur. Onun için birtek kelimeyi nümune olarak gösterecegiz. Meselâ: َاِذَا الصُّّحُفُ نُشِرَتْ kelimesi ifade eder ki: Hasirde herkesin bütün a'mali bir sahife içinde yazili olarak nesrediliyor. Su mes'ele, kendi kendine çok acaib oldugundan akil ona yol bulamaz. Fakat Sûrenin isaret ettigi gibi hasr-i
sh: » (S: 448)
baharîde baska noktalarin nazîresi oldugu gibi, su nesr-i suhuf nazîresi pek zâhirdir. Çünki her meyvedâr agacin, ya çiçekli bir otun da amelleri var, fiilleri var, vazifeleri var, Esmâ-i Ilahiyeyi ne sekilde göstererek tesbihat etmis ise ubûdiyetleri var. Iste onun bütün bu amelleri tarih-i hayatlariyla beraber umum çekirdeklerinde, tohumcuklarinda yazilip baska bir baharda, baska bir zeminde çikar. Gösterdigi sekil ve Sûret lisaniyla, gâyet fasih bir Sûrette, analarinin ve asillarinin a'malini zikrettigi gibi; dal, budak, yaprak, çiçek ve meyveleriyle, sahife-i a'malini nesreder. Iste gözümüzün önünde bu Hakîmane, Hafîzane, Müdebbirâne, Mürebbiyane, Lâtifane su isi yapan odur ki, der: َاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ Baska noktalari buna kiyas eyle, kuvvetin varsa istinbat et. Sana yardim için bunu da söyleyecegiz. Iste اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ Su kelâm; « Tekvir» lafziyla, yâni sarmak ve toplamak mânâsiyla, parlak bir temsile isaret ettigi gibi, nazîrini dahi îma eder.
Birinci: Evet Cenâb-i Hak tarafindan adem ve esîr ve semâ perdelerini açip, Günes gibi, dünyayi isiklandiran pirlanta-misâl bir lâmbayi, hazine-i rahmetinden çikarip dünyaya gösterdi. Dünya kapandiktan sonra, o pirlantayi perdelerine sarip kaldiracak.
Ikinci: Veya ziya metâini nesretmek ve zeminin kafasina ziyayi, zulmetle münavebeten sarmakla muvazzaf bir memur oldugunu ve her aksam o memura metâini toplattirip gizlettigi gibi, kâh olur bir bulut perdesiyle alis-verisini az yapar; kâh olur Ay onun yüzüne karsi perde olur, muamelesini bir derece çeker, metâini ve muamelât defterlerini topladigi gibi, elbette o memur bir vakit o memuriyetten infisal edecektir. Hattâ hiçbir sebeb-i azl bulunmazsa, simdilik küçük fakat büyümeye yüz tutmus yüzündeki iki leke büyümekle, Günes yerin basina izn-i Ilahî ile sardigi ziyayi, emr-i Rabbanî ile geriye alip, günesin basina sarip, « Haydi yerde isin kalmadi» der. « Cehennem'e git, sana ibâdet edip senin gibi bir memur-u müsahhari sadakatsizlikle tahkir edenleri yak.»
der. اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ fermanini lekeli siyah yüzüyle yüzünde okur.
Dokuzuncu Nükte-i Belâgat: Kur'an-i Hakîm kâh olur cüz'î
sh: » (S: 449)
Bâzi maksadlari zikreder. Sonra o cüz'iyat vasitasiyla küllî makamlara zihinleri sevketmek için, o cüz'î maksadi, bir kaide-i külliye hükmünde olan Esmâ-i hüsnâ ile takrir ederek tesbit eder, tahkik edip isbat eder. Meselâ:
قَدْ سَمِعَ اللّهُ قَوْلَ الَّتِى ُتجَادِلُكَ فِى زَوْجِهَا وَتَشْتَكِى اِلَى اللّهِ وَاللّهُ يَسْمَعُ َتحَاوُرَكُمَا اِنَّ اللّهَ سَمِيعٌ بَصِيرٌ
Iste Kur'an der: « Cenâb-i Hak, Semi'-i Mutlak'tir, herseyi isitir. Hattâ en cüz'î bir macera olan ve zevcinden tesekki eden bir zevcenin sana karsi mücadelesini Hak ismiyle isitir. Hem rahmetin en lâtif cilvesine mazhar ve sefkatin en fedâkâr bir hakikatina maden olan bir kadinin hakli olarak zevcinden dâvasini ve Cenâb-i Hakk'a sekvasini umûr-u azîme Sûretinde Rahîm ismiyle ehemmiyetle isitir ve Hak ismiyle ciddiyetle bakar.» Iste bu cüz'î maksadi küllîlestirmek için, mahlukatin en cüz'î bir hâdisesini isiten, gören; kâinatin daire-i imkânîsinden hariç bir zât, elbette herseyi isitir, herseyi görür bir zât olmak lâzimgelir. Ve kâinata Rab olan, kâinat içinde mazlum küçük mahluklarin dertlerini görmek, feryatlarini isitmek gerektir. Dertlerini görmeyen, feryatlarini isitmeyen, « Rab» olamaz. Öyle ise, اِنَّ اللّهَ سَمِيعٌ بَصِيرٌ cümlesiyle iki hakikat-i azîmeyi tesbit eder.
Hem meselâ:
سُبْحَانَ الَّذِى اَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِنَ اْلمَسْجِدِ اْلحَرَامِ اِلَى اْلمَسْجِدِ اْلاَقْصَى الَّذِى بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ آيَاتِنَا اِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ
Iste Kur'an, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in mi'racinin mebdei olan, Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya olan seyeranini zikrettikten sonra اِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ der. اِنَّهُ deki zamir, ya Cenâb-i Hakk'adir veyahut Peygamberedir. Peygambere göre olsa, söyle
oluyor ki: « Bu seyahat-i cüz'îde, bir seyr-i umumî, bir uruc-u küllî var ki, tâ Sidret-ül Münteha'ya, tâ Kab-i Kavseyn'e ka
sh: » (S: 450)
dar, merâtib-i külliye-i Esmâiyyede gözüne, kulagina tezahür eden âyât-i Rabbâniyeyi ve acaib-i san'at-i Ilahiyyeyi isitmis, görmüstür» der. O küçük, cüz'î seyahati; küllî ve mahser-i acaib bir seyahatin anahtari hükmünde gösteriyor. Eger zamir, Cenâb-i Hakk'a raci' olsa söyle oluyor ki: « Bir abdini bir seyahatta huzuruna davet edip bir vazife ile tavzif etmek için Mescid-i Haram'dan mecma-i Enbiyâ olan Mescid-i Aksa'ya gönderip enbiyalarla görüstürüp bütün Enbiyalarin usûl-ü dinlerine vâris-i mutlak oldugunu gösterdikten sonra, tâ Kab-i Kavseyn'e kadar mülk ü melekûtunda gezdirdi.» Iste çendan o zât bir abddir, bir mi'rac-i cüz'îde seyahat eder. Fakat bu abdde bütün kâinata taallûk eden bir emanet beraberdir. Hem su kâinatin rengini degistirecek bir nur beraberdir. Hem saadet-i ebediyenin kapisini açacak bir anahtar beraber oldugu için, Cenâb-i Hak kendi zâtini bütün esyayi isitir ve görür sifatiyla tavsif eder. Tâ o emanet, o nur, o anahtarin cihan-sümûl hikmetlerini göstersin.
Hem meselâ:
َاْلحَمْدُ لِلّهِ فَاطِرِ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ جَاعِلِ اْلمَلاَئِكَةِ رُسُلاً اوُلِى اَجْنِحَةٍ مَثْنَى وَثُلاَثَ وَرُبَاعَ يَزِيدُ فِى اْلخَلْقِ مَا يَشَاءُ اِنَّ اللّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Iste su Sûrede, « Semâvat ve arzin Fâtir-i Zülcelâli, semâvat ve arzi öyle bir tarzda tezyin edip âsâr-i Kemâlini göstermekle hadsiz seyircilerinden Fâtir'ina hadsiz medh ü senalar ettiriyor ve öyle de hadsiz nimetlerle süslendirmis ki, semâ ve zemin bütün nimetlerin ve nimetdîdelerin lisanlariyla o Fâtir-i Rahman'ina nihayetsiz hamd ü sitayis ederler.» dedikten sonra, yerin sehirleri ve memleketleri içinde Fâtir'in verdigi cihazat ve kanatlariyla seyr ü seyahat eden insanlarla hayvanat ve tuyur gibi; semâvî saraylar olan yildizlar ve ulvî memleketleri olan burclarda gezmek ve tayeran etmek için, o memleketin sekeneleri olan meleklerine kanat veren Zât-i Zülcelâl, elbette herseye kadir olmak lâzim gelir. Bir sinege, bir meyveden bir meyveye; bir serçeye, bir agaçtan bir agaca uçmak kanadini veren, Zühre'den Müsteri'ye, Müsteri'den Zühal'e uçacak kanatlari o veriyor. Hem Melâikeler, sekene-i zemin gibi cüz'iyete münhasir degiller, bir mekân-i muayyen onlari kaydedemiyor. Bir vakitte dört veya daha ziyade yildizlarda bulunduguna isaret:
sh: » (S: 451)
مَثْنَى وَثُلاَثَ وَرُبَاعَ kelimeleriyle tafsil verir. Iste su hâdise-i
cüz'iye olan « Melâikeleri kanatlarla teçhiz etmek» tâbiriyle, gâyet küllî ve umumî bir âzamet-i kudretin destgâhina isaret ederek; اِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ fezlekesiyle tahkik edip tesbit eder.
Onuncu Nükte-i Belâgat: Kâh oluyor âyet, insanin isyankârane amellerini zikreder, sedid bir tehdid ile zecreder. Sonra siddet-i tehdid, ye'se ve ümidsizlige atmamak için, rahmetine isaret eden bir kisim Esmâ ile hâtime verir, teselli eder. Meselâ:
قُلْ لَوْ كَانَ مَعَهُ آلِهَةً كَمَا يَقُولُونَ اِذًا لاَبْتَغَوْا اِلَى ذِى الْعَرْشِ سَبِيلاً سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى عَمَّا يَقُولُونَ عُلُوًّا كَبِيرًا تُسَبِّحُ لَهُ السَّموَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ وَ لكِنْ لاَ تَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ اِنَّهُ كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا
Iste su âyet der ki: De: Eger dediginiz gibi mülkünde seriki olsaydi, elbette ars-i rubûbiyetine el uzatip müdahale eseri görünecek bir derecede bir intizâmsizlik olacakti. Halbuki yedi tabaka semâvattan, tâ hurdebinî zîhayatlara kadar, herbir mahluk küllî olsun cüz'î olsun, küçük olsun büyük olsun, mazhar oldugu bütün isimlerin cilve ve nakislari dilleriyle, o Esmâ-i hüsnânin Müsemma-i Zülcelâlini tesbih edip, serik ve nazîrden tenzih ediyorlar. Evet nasilki semâ günesler, yildizlar denilen nur-efsan kelimâtiyla, hikmet ve intizâmiyla, onu takdis ediyor, vahdetine sehadet ediyor ve cevv-i hava dahi, bulutlarin ve berk ve r0a'd ve katrelerin kelimâtiyla onu tesbih ve takdis ve vahdâniyetine sehadet eder. Öyle de zemin, hayvanat ve nebâtat ve mevcûdât denilen hayattar kelimâtiyla Hâlik-i Zülcelâlini tesbih ve tevhid etmekle beraber, herbir agaci, yaprak ve çiçek ve meyvelerin kelimâtiyla yine tesbih edip birligine sehadet eder. Öyle de en küçük mahluk, en cüz'î bir masnu', küçüklügü ve cüz'iyetiyle beraber, tasidigi nakislar ve keyfiyetler isaretiyle pekçok Esmâ-i külliyeyi göstermek ile Müsemma-yi Zülcelâli
sh: » (S: 452)
tesbih edip vahdâniyetine sehadet eder. Iste bütün kâinat birden, bir lisan ile, müttefikan Hâlik-i Zülcelâlini tesbih edip vahdâniyetine sehadet ederek kendilerine göre muvazzaf olduklari vazife-i ubûdiyeti, Kemâl-i itaatle yerine getirdikleri halde, su kâinatin hülâsasi ve neticesi ve nazdar bir halifesi ve nazenin bir meyvesi olan insan, bütün bunlarin aksine, ziddina olarak, ettikleri küfür ve sirkin ne kadar çirkin düsüp ne derece cezaya sayeste oldugunu ifade edip bütün bütün ye'se düsürmemek için, hem sunun gibi nihayetsiz bir cinâyete, hadsiz çirkin bir isyana Kahhar-i Zülcelâl nasil meydan verip kâinati baslarina harab etmediginin hikmetini göstermek için اِنَّهُ كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا der. O hâtime ile hikmet-i imhali gösterip, bir rica kapisi açik birakir.
Iste su on isarât-i i'câziyeden anla ki, âyetlerin hâtimelerindeki fezlekelerde, çok resehat-i hidâyetiyle beraber çok lemaât-i i'câziye vardir ki, bülegalarin en büyük dâhîleri, su bedi' üslûblara karsi Kemâl-i hayret ve istihsanlarindan parmagini isirmis, dudagini dislemis, مَا هذَا كَلاَمُ الْبَشَرِ demis. اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحَى ya, hakkalyakîn olarak îmân etmisler. Demek Bâzi âyette, bütün mezkûr isaratla beraber bahsimize girmeyen çok mezaya-yi âheri de tâzammun eder ki, o mezayanin icmâinda öyle bir naks-i i'câz görünür ki, kör dahi görebilir.
Ikinci Su'lenin Üçüncü Nuru sudur ki: Kur'an, baska kelâmlarla kabil-i kiyas olamaz. Çünki kelâmin tabakalari, ulviyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemâl cihetinden dört menbai var. Biri mütekellim, biri muhatâb, biri maksad, biri makamdir. Ediblerin, yanlis olarak yalniz makam gösterdikleri gibi degildir. Öyle ise, sözde "Kim söylemis? Kime söylemis? Ne için söylemis? Ne makamda söylemis?" ise bak. Yalniz söze bakip durma. Mâdem kelâm kuvvetini, hüsnünü bu dört menbadan alir. Kur'anin menbaina dikkat edilse, Kur'anin derece-i belâgati, ulviyet ve hüsnü anlasilir. Evet mâdem kelâm, mütekellime bakiyor. Eger o kelâm emr ve nehy ise, mütekellimin derecesine göre irade ve kudreti de tâzammun eder. O vakit söz mukavemet-sûz olur; maddî elektrik gibi tesir eder, kelâmin ulviyet ve kuvveti o nisbette tezayüd eder. Meselâ:
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 25. Söz
sh: » (S: 453)
يَا اَرْضُ ابْلَعِى مَاءَ كِ وَيَا سَمَاءُ اَقْلِعِى yâni « Ya arz! Vazifen bitti suyunu yut. Ya semâ! Hacet kalmadi, yagmuru kes.» Meselâ: فَقَالَ لَهَا وَلِلْلاَرْضِ ائْتِيَا طَوْعًا اَوْ كَرْهًا قَالَتَا اَتَيْنَا طَائِعِينَ yâni « Ya arz! Ya semâ! Ister istemez geliniz, hikmet ve kudretime râm olunuz. Ademden çikip, vücudda meshergâh-i san'atima geliniz.» dedi. Onlar da: « Biz Kemâl-i itaatle geliyoruz. Bize gösterdigin her vazifeyi senin kuvvetinle görecegiz.» Iste kuvvet ve iradeyi tâzammun eden hakikî ve nâfiz su emirlerin kuvvet ve ulviyetine bak. Sonra insanlarin اُسْكُنِى يَا اَرْضُ وَانْشَقِّى يَا سَمَاءُ وَقُومِى اَيَّتُهَا الْقِيَامَةُ gibi Sûret-i emirde cemadata hezeyanvari muhaveresi, hiç o iki emre kabil-i kiyas olabilir mi? Evet temenniden nes'et eden arzular ve o arzulardan nes'et eden fuzûliyâne emirler nerede... Hakikat-i âmiriyetle muttasif bir âmirin is basinda hakikat-i emri nerede... Evet emri nâfiz büyük bir âmirin muti' ve büyük bir ordusuna « Ars» emri nerede... Ve söyle bir emir, âdi bir neferden isitilse; iki emir Sûreten bir iken, mânen bir neferle bir ordu kumandani kadar farki var. Meselâ:
اِنمَّاَ اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ Hem meselâ: وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلاَئِكَةِ اسْجُدُوا ِلآدَمَ Su iki âyette iki emrin kuvvet ve ulviyetine bak, sonra beserin emirler nev'indeki kelâmina bak. Acaba yildiz böceginin Günes'e nisbeti gibi kalmiyorlar mi? Evet hakikî bir mâlikin is basindaki bir tasviri ve hakikî bir san'atkârin isledigi vakit san'atina dair verdigi Beyânâti ve hakikî bir mün'imin ihsan basinda iken Beyân ettigi ihsanati, yâni kavl ile fiili birlestirmek, kendi fiilini hem göze, hem kulaga tasvir etmek için söyle dese: « Bakiniz! Iste bunu yaptim, böyle yapiyorum. Iste bunu bunun için yaptim. Bu böyle olacak, bunun için iste bunu böyle yapiyorum.» Meselâ:
sh: » (S: 454)
اَفَلَمْ يَنْظُرُوا اِلَى السَّمَاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَ زَيَّنَّاهَا وَمَا لَهَا مِنْ فُرُوجٍ وَاْلاَرْضَ مَدَدْنَاهَا وَ اَلْقَيْنَا فِيهَا رَوَاسِىَ وَ اَنْبَتْنَا فِيهَا مِنْ كُلِّ زَوْجٍ بَهِيجٍ تَبْصِرَةً وَ ذِكْرَى لِكُلِّ عَبْدٍ مُنِيبٍ وَ نَزّلْنَا مِنَ السّمَاءِ مَاءً مُبَارَكًا فَاَنْبَتْنَا بِهِ جَنَّاتٍ وَ حَبَّ الْحَصِيدِ وَالنَّخْلَ بَاسِقَاتٍ لَهَا طَلْعٌ نَضِيدٌ رِزْقًا لِلْعِبَادِ وَ اَوْحَيْنَا بِهِ بَلْدَةً مَيْتًا كَذَ لِكَ الْخُرُوجُ
Kur'anin semâsinda su Sûrenin burcunda parlayan yildiz-misâl Cennet meyveleri gibi su tasvirati, su ef'alleri içindeki intizâm-i belâgatla çok tabaka hasrin delâilini zikredip neticesi olan hasri كَذَلِكَ الْخُرُوجُ tâbiri ile isbat edip Sûrenin basinda hasri inkâr edenleri ilzam etmek nerede... Insanlarin fuzûliyâne onlarla temasi az olan ef'alden bahisleri nerede...
Taklid Sûretinde çiçek resimleri; hakikî, hayatdar çiçeklere nisbeti derecesinde olamaz. Su اَفَلَمْ يَنْظُرُوا dan tâ كَذلِكَ الْخُرُوجُ a kadar güzelce meali söylemek çok uzun gider. Yalniz bir isaret edip geçecegiz. Söyle ki:
Sûrenin basinda, küffar hasri inkâr ettiklerinden Kur'an onlari hasrin kabûlüne mecbur etmek için söylece bast-i mukaddemat eder. Der: « Âyâ, üstünüzdeki semâya bakmiyor musunuz ki, biz ne keyfiyette, ne kadar muntâzam, muhtesem bir Sûrette bina etmisiz. Hem görmüyor musunuz ki; nasil yildizlarla, Ay ve Günes ile tezyin etmisiz, hiçbir kusur ve noksaniyet birakmamisiz. Hem görmüyor musunuz ki, zemini size ne keyfiyette sermisiz, ne kadar hikmetle tefris etmisiz. O yerde daglari tesbit etmisiz, denizin istilâsindan muhafaza etmisiz. Hem görmüyor musunuz, o yerde ne kadar güzel, rengârenk herbir cinsten çift hadrevati, nebâtati halkettik; yerin her tarafini o güzellerle güzellestirdik. Hem görmüyor musu
sh: » (S: 455)
nuz, ne keyfiyette semâ cânibinden bereketli bir suyu gönderiyoruz. O su ile bag ve bostanlari, hububati, yüksek leziz meyveli hurma gibi agaçlari halkedip ibâdima rizki onunla gönderiyorum, yetistiriyorum. Hem görmüyor musunuz; o su ile ölmüs memleketi ihya ediyorum. Binler dünyevî hasirleri icad ediyorum. Nasil bu nebâtati, kudretimle bu ölmüs memleketten çikariyorum; sizin hasirdeki hurûcunuz da böyledir. Kiyamette arz ölüp, siz sag olarak çikacaksiniz. » Iste su âyetin isbat-i hasirde gösterdigi cezâlet-i beyâniye -ki, binden birisine ancak isaret edebildik- nerede; insanlarin bir dâva için serdettikleri kelimât nerede...
Su risalenin basinda simdiye kadar tahkik namina bîtarâfâne muhakeme Sûretinde, Kur'anin i'câzini muannid bir hasma kabûl ettirmek için Kur'anin çok hukukunu gizli biraktik. O günesi, mumlar sirasina getirip müvazene ediyorduk. Simdi tahkik vazifesini îf edip, parlak bir Sûrette i'câzini isbat etti. Simdi ise tahkik namina degil, hakikat namina bir-iki söz ile Kur'anin müvazeneye gelmez hakikî makamina isaret edecegiz:
Evet sâir kelâmlarin Kur'anin âyâtina nisbeti, siselerdeki görünen yildizlarin küçücük akisleriyle yildizlarin aynina nisbeti gibidir. Evet herbiri birer hakikat-i sabiteyi tasvir eden, gösteren Kur'anin kelimâti nerede... Beserin fikri ve duygularinin âyineciklerinde kelimâtiyla tersim ettikleri mânâlar nerede... Evet envar-i hidâyeti ilham eden ve Sems ve Kamer'in Hâlik-i Zülcelâlinin kelâmi olan Kur'anin Melâike-misâl zîhayat kelimâti nerede... Beserin hevesâtini uyandirmak için sehhar nefisleriyle, müzevver incelikleriyle isirici kelimâti nerede... Evet isirici haserat ve böceklerin mübarek Melâike ve nuranî ruhânîlere nisbeti ne ise; beserin kelimâti, Kur'anin kelimâtina nisbeti odur. Su hakikatlari Yirmibesinci Söz ile beraber geçen Yirmidört aded Sözler isbat etmistir. Su dâvamiz mücerred degil; bürhâni, geçmis neticedir. Evet herbiri cevâhir-i hidâyetin birer sadefi ve hakaik-i îmâniyenin birer menbai ve esâsât-i Islâmiyenin birer madeni ve dogrudan dogruya Ars-ür Rahman'dan gelen ve kâinatin fevkinde ve haricinde insana bakip inen ve ilim ve kudret ve iradeyi tâzammun eden ve hitab-i ezelî olan elfâz-i Kur'aniye nerede; Insanin hevaî, hevaperestâne, vâhî, hevesperverâne elfâzi nerede... Evet Kur'an bir secere-i tûbâ hükmüne geçip su âlem-i Islâmiyeyi bütün mâneviyatiyla, seair ve kemâlâtiyla, desatir ve ahkâmiyla yapraklar Sûretinde nesredip asfiya ve evliya
sh: » (S: 456)
sini birer çiçek hükmünde o agacin âb-i hayatiyla taze, güzel gösterip bütün Kemâlât ve hakaik-i kevniye ve Ilahiyeyi semere verip meyvelerindeki çok çekirdekleri amelî birer düstur, birer program hükmüne geçip yine meyvedâr agaç hükmünde müteselsil hakaiki gösteren Kur'an nerede; Beserin mâlûmumuz olan kelâmi nerede! اَيْنَ الثَّرَا مِنَ الثُّرَيَّا
Bin üçyüzelli senedir Kur'an-i Hakîm, bütün hakaikini kâinat çarsisinda açip teshir ettigi halde; herkes, her millet, her memleket onun cevâhirinden, hakaikindan almistir ve aliyorlar. Halbuki ne o ülfet, ne o mebzuliyet, ne o mürur-u zaman, ne o büyük tahavvülâtlar; onun kiymetdar hakaikina, onun güzel üslûblarina halel verememis, ihtiyarlatmamis, kurutmamis, kiymetten düsürmemis, hüsnünü söndürmemistir. Su hâlet tek basiyla bir i'câzdir.
Simdi biri çiksa Kur'anin getirdigi hakaikten bir kismina kendi hevesince çocukça bir intizâm verse, Kur'anin Bâzi âyâtina muâraza için nisbet etse, "Kur'ana yakin bir kelâm söyledim" dese, öyle ahmakane bir sözdür ki, meselâ taslari muhtelif cevâhirden bir saray-i muhtesemi yapan ve o taslarin vaziyetinde umum sarayin nukus-u âliyesine bakan mizanli nakislar ile tezyin eden bir ustanin san'atiyla o nukus-u âliyeden fehmi kasir, o sarayin bütün cevâhir ve zînetlerinden bîbehre bir âdi adam, âdi hânelerin bir ustasi, o saraya girip o kiymetdar taslardaki ulvî nakislari bozup çocukça hevesine göre âdi bir hânenin vaziyetine göre bir intizâm, bir Sûret verse ve çocuklarin nazarina hos görünecek
Bâzi boncuklari taksa, sonra "Bakiniz! O sarayin ustasindan daha ziyade meharet ve servetim var ve kiymetdar zînetlerim var" dese; divanece bir hezeyan eden bir sahtekârin nisbet-i san'ati gibidir.
ÜÇÜNCÜ SÛ'LE: Üç ziyasi var.
BIRINCI ZIYA: Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyân'in büyük bir vech-i i'câzi Onüçüncü Söz'de Beyân edilmistir. Kardesleri olan sâir vücuh-u i'câz sirasina girmek için bu makama alinmistir. Iste Kur'anin herbir âyeti, birer necm-i sâkib gibi i'câz ve hidâyet nurunu nesrile küfür ve gaflet zulümatini dagittigini görmek ve zevketmek istersen; kendini Kur'anin nüzulünden evvel olan o asr-i câhiliyette ve o
sh: » (S: 457)
sahra-yi bedeviyette farzet ki, hersey zulmet-i cehil ve gaflet altinda perde-i cümûd-u tabiata sarilmis oldugu bir anda birden Kur'anin lisan-i ulvîsinden
سَبَّحَ لِلَّهِ مَا فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ اْلحَكِيمُ يُسَبِّحُ ِللَّهِ مَا فِى السَّموَاتِ وَمَا فِى اْلاَرْضِ اْلمَلِكِ الْقُدُّوسِ الْعَزِيزِ اْلحَكِيمِ
*
gibi âyetleri isit bak: O ölmüs veya yatmis mevcûdât-i âlem سَبَّحَ) (يُسَبِّحُ)(sadasiyla isitenlerin zihninde nasil diriliyorlar, hüsyâr oluyorlar, kiyam edip zikrediyorlar. Hem o karanlik gökyüzünde birer câmid atespare olan yildizlar ve yerdeki perisan mahlukat, تُسَبِّحُ لَهُ السَّموَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ sayhasiyla isitenin nazarinda nasil gökyüzü bir agiz; bütün yildizlar birer kelime-i hikmet-nümâ, birer nur-u hakikat-edâ ve arz bir kafa ve berr ve bahr birer lisan ve bütün hayvanat ve nebâtat birer kelime-i tesbih-fesan Sûretinde arz-i dîdar eder. Yoksa bu zamandan tâ o zamânâ bakmakla, mezkûr zevkin dekaikini göremezsin. Evet o zamandan beri nurunu nesreden ve mürur-u zamanla ulûm-u müteârife hükmüne geçen ve sâir neyyirat-i Islâmiye ile parlayan ve Kur'anin günesiyle gündüz rengini alan bir vaziyet ile veyahut sathî ve basit bir perde-i ülfet ile baksan; elbette herbir âyetin ne kadar tatli bir zemzeme-i i'câz içinde ne çesit zulümati dagittigini hakkiyla göremezsin ve birçok enva'-i i'câzi içinde bu nevi i'câzini zevkedemezsin. Kur'an-i Mu'ciz-il Beyân'in en yüksek derece-i i'câzina bakmak istersen, su temsil dürbünüyle bak. Söyle ki:
Gâyet büyük ve garib ve gayetle yayilmis acib bir agaç farzedelim ki, o agaç genis bir perde-i gayb altinda bir tabaka-i mestûriyet içinde saklanmistir. Mâlûmdur ki, bir agacin insanin âzalari gibi onun dallari, meyveleri, yapraklari, çiçekleri gibi bütün uzuvlari arasinda bir münasebet, bir tenâsüb, bir müvazenet lâzimdir. Herbir cüz'ü, o agacin mahiyetine göre bir sekil alir, bir Sûret verilir. Iste hiç görülmeyen -ve hâlâ görünmüyor- o agaca dair biri çiksa, perde üstünde onun herbir âzâsina mukabil bir resim çekse,
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 25. Söz
sh: » (S: 458)
bir hudut çizse; daldan meyveye, meyveden yapraga bir tenâsüble bir Sûret tersim etse ve birbirinden nihayet uzak mebde ve müntehasinin ortasinda uzuvlarinin ayni sekil ve Sûretini gösterecek muvafik tersimat ile doldursa, elbette sübhe kalmaz ki, o ressam bütün o gaybî agaci gayb-âsina nazariyla görür, ihâta eder, sonra tasvir eder.
Aynen onun gibi, Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyân dahi hakikat-i mümkinata dair -ki o hakikat, dünyanin ibtidasindan tut, tâ âhiretin en nihayetine kadar uzanmis ve Arstan Ferse, zerreden semse kadar yayilmis olan secere-i hilkatin hakikatina dair Beyânât-i Kur'aniye o kadar tenâsübü muhafaza etmis ve herbir uzva ve meyveye lâyik bir Sûret vermistir ki, bütün muhakkikler nihayet-i tahkikinde Kur'anin tasvirine "Mâsâallah, Bârekâllah" deyip, "Tilsim-i kâinati ve muamma-yi hilkati kesf ve fetheden yalniz sensin ey Kur'an-i Kerim!" demisler. وَلِلّهِ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى temsilde kusur yok. Esmâ ve sifât-i Ilâhiye ve suun ve ef'âl-i Rabbâniye, bir secere-i tûbâ-i nur hükmünde temsil edilmekle; o secere-i nuraniyenin daire-i âzameti ezelden ebede uzanip gidiyor. Hudud-u kibriyâ si, gayr-i mütenahî fezâ-yi itlakta yayilip ihâta ediyor. Hudud-u icraati يَحُولُ بَيْنَ اْلمَرْءِ وَقَلْبِهِ فَالِقُ اْلحَبِّ وَالنَّوَى hududundan tut, tâ وَالسَّموَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ خَلَقَ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ hududuna kadar intisar etmis o hakikat-i nuraniyeyi bütün dal ve budaklariyla, gayât ve meyveleriyle o kadar tenâsüble birbirine uygun, birbirine lâyik, birbirini kirmayacak, birbirinin hükmünü bozmayacak, birbirinden tevahhus etmeyecek bir Sûrette o hakaik-i Esmâ ve sifâti ve suun ve ef'âli Beyân eder ki; bütün ehl-i kesf ve hakikat ve daire-i melekûtta cevelan eden bütün ashâb-i irfan ve hikmet, o Beyânât-i Kur'aniyeye karsi "Sübhanallah" deyip, "Ne kadar dogru, ne kadar mutabik, ne kadar güzel, ne kadar lâyik" diyerek tasdik ediyorlar. Meselâ: Bütün daire-i imkân ve daire-i vücuba bakan, hem o iki secere-i azîmenin bir tek dali hükmünde olan îmânin erkân-i sittesi ve o erkânin dal ve budak
sh: » (S: 459)
larinin en ince meyve ve çiçekleri aralarinda o kadar bir tenâsüb gözetilerek tasvir eder ve o derece bir müvazenet Sûretinde târif eder ve o mertebe bir münasebet tarzinda izhar eder ki, akl-i beser idrâkinden âciz ve hüsnüne karsi hayran kalir. Ve o îmân dalinin budagi hükmünde olan Islâmiyetin erkân-i hamsesi aralarinda ve o erkânin tâ en ince teferruati, en küçük âdâbi ve en uzak gayâti ve en derin hikemiyati ve en cüz'î semeratina varincaya kadar aralarinda hüsn-ü tenâsüb ve Kemâl-i münasebet ve tam bir müvazenet muhafaza ettigine delil ise, o Kur'an-i câmiin nusus ve vücuhundan ve isârat ve rumuzundan çikan seriat-i kübrâ-yi Islâmiyenin Kemâl-i intizâmi ve müvazeneti ve hüsn-ü tenâsübü ve rasaneti; cerhedilmez bir sâhid-i âdil, sübhe getirmez bir bürhân-i kâti'dir. Demek oluyor ki, Beyânât-i Kur'aniye, beserin ilm-i cüz'îsine, bâhusus bir ümmînin ilmine müstenid olamaz. Belki bir ilm-i muhite istinad ediyor ve cemi' esyayi birden görebilir, ezel ve ebed ortasinda bütün hakaiki bir anda müsahede eder bir Zâtin kelâmidir. Âmennâ...
IKINCI ZIYA: Hikmet-i Kur'aniyenin karsisinda meydan-i muârazaya çikan felsefe-i beseriyenin, hikmet-i Kur'ana karsi ne derece sukut ettigini Onikinci Söz'de izah ve temsil ile tasvir ve sâir Sözlerde isbat ettigimizden onlara havale edip simdilik baska bir cihette küçük bir müvazene ederiz. Söyle ki:
Felsefe ve hikmet-i insâniye, dünyaya sâbit bakar; mevcûdâtin mahiyetlerinden, hasiyetlerinden tafsilen bahseder. Sâniine karsi vazifelerinden bahsetse de, icmâlen bahseder. Âdeta kâinat kitabinin yalniz nakis ve huruflarindan bahseder, mânâsina ehemmiyet vermez. Kur'an ise, dünyaya geçici, seyyal, aldatici, seyyar, kararsiz, inkilâbci olarak bakar. Mevcûdâtin mahiyetlerinden, sûrî ve maddî hâsiyetlerinden icmâlen bahseder. Fakat Sâni' tarafindan tavzif edilen vezaif-i ubûdiyetkâranelerinden ve Sâniin isimlerine ne vechile ve nasil delâlet ettikleri ve evâmir-i tekviniye-i Ilahiyeye karsi inkiyadlarini tafsilen zikreder. Iste felsefe-i beseriye ile hikmet-i Kur'aniyenin su tafsil ve icmâl hususundaki farklarina bakacagiz ki, mahz-i hak ve ayn-i hakikat hangisidir görecegiz. Iste nasil elimizdeki saat, Sûreten sâbit görünüyor. Fakat içindeki çarklarin harekâtiyla, daimî içinde bir zelzele ve âlet ve çarklarinin izdirablari vardir. Aynen onun gibi; kudret-i Ilahiyenin bir saat-i kübrâsi
sh: » (S: 460)
olan su dünya, zâhirî sâbitiyetiyle beraber daimî zelzele ve tegayyürde, fena ve zevalde yuvarlaniyor. Evet dünyaya zaman girdigi için, gece ve gündüz, o saat-i kübrânin saniyelerini sayan iki basli bir mil hükmündedir. Sene, o saatin dakikalarini sayan bir ibre vaziyetindedir. Asir ise, o saatin saatlerini tâ'dad eden bir ignedir. Iste zaman, dünyayi emvâc-i zeval üstüne atar. Bütün mâzi ve istikbali ademe verip, yalniz zaman-i hâziri vücuda birakir. Simdi zamanin dünyaya verdigi su sekil ile beraber, mekân itibariyle dahi yine dünya zelzeleli, gayr-i sâbit bir saat hükmündedir. Çünki cevv-i hava mekâni çabuk tegayyür ettiginden, bir halden bir hale sür'aten geçtiginden bâzi günde birkaç defa bulutlar ile dolup bosalmakla, saniye sayan milin Sûret-i tegayyürü hükmünde bir tegayyür veriyor. Simdi, dünya hânesinin tabani olan mekân-i arz ise, yüzü mevt ve hayatça, nebat ve hayvanca pek çabuk tebeddül ettiginden dakikalari sayan bir mil hükmünde, dünyanin su ciheti geçici oldugunu gösterir. Zemin yüzü itibariyle böyle oldugu gibi, batnindaki inkilâbat ve zelzelelerle ve onlarin neticesinde cibâlin çikmalari ve hasflar vuku bulmasi, saatleri sayan bir mil gibi dünyanin su ciheti agirca mürur edicidir, gösterir. Dünya hânesinin tavani olan semâ mekâni ise, ecramlarin harekâtiyla, kuyruklu yildizlarin zuhuruyla, küsufât ve husufâtin vuku bulmasiyla, yildizlarin sukut etmeleri gibi tegayyürat gösterir ki; semâvat dahi sâbit degil; ihtiyarliga, harabiyete gidiyor. Onun tegayyürati, haftalik saatte günleri sayan bir mil gibi çendan agir ve geç oluyor. Fakat her halde geçici ve zeval ve harabiyete karsi gittigini gösterir. Iste dünya, dünya cihetiyle su yedi rükün üzerinde bina edilmistir. Su rükünler, daim onu sarsiyor. Fakat su sarsilan ve hareket eden dünya, Sâniine baktigi vakit, o harekât ve tegayyürat, kalem-i kudretin mektûbât-i Samedâniyeyi yazmasi için o kalemin islemesidir. O tebeddülât-i ahvâl ise, Esmâ-i Ilahiyenin cilve-i suunâtini ayri ayri tavsifât ile gösteren, tazelenen âyineleridir. Iste dünya, dünya itibariyle hem fenaya gider, hem ölmege kosar, hem zelzele içindedir. Hakikatta akarsu gibi rihlet ettigi halde, gaflet ile Sûreten incimad etmis, fikr-i tabiatla kesafet ve küdûret peyda edip âhirete perde olmustur. Iste felsefe-i sakime tedkikat-i felsefe ile ve hikmet-i tabiiye ile ve medeniyet-i sefihenin cazibedâr lehviyatiyla, sarhosane hevesâtiyla o dünyanin hem cümûdetini ziyade edip gafleti kalinlastirmis, hem küdûretle bulanmasini taz'îf edip Sânii ve âhireti unutturuyor. Amma Kur'an ise, su hakikattaki dünyayi, dünya cihetiyle
sh: » (S: 461)
اَلْقَارِعَةُ مَا الْقَارِعَةُ اِذَا وَقَعَتِ الْوَاقِعَةُ وَ الطُّورِ وَ كِتَابٍ مَسْطوُرٍ âyâtiyla pamuk gibi hallâç eder, atar.
اَوَلَمْ يَنْظُرُوا فِى مَلَكوُتِ السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ اَفَلَمْ يَنْظُرُوا اِلَى السَّمَاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا اَوَلَمْ يَرَ الَّذِينَ كَفَرُوا اَنَّ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا
gibi Beyânâtiyla o dünyaya seffafiyet verir ve bulanmasini izale eder.
اَللَّهُ نُورُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَمَا اْلحَيَاةُ الدُّنْيَآ اِلاَّ لَعِبٌ وَلَهْوٌ
gibi nur-efsan neyyiratiyla, câmid dünyayi eritir.
اِذَا السَّمَآءُ انْفَطَرَتْ
ve اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ ve اِذَا السَّمَآءُ انْشَقَّتْ وَنُفِخَ فِى الصُّورِ فَصَعِقَ مَنْ فِى السَمَوَاتِ وَمَنْ فِى اْلاَرْضِ اِلاَّ مَنْ شَآءَ اللَّهُ
mevt-âlûd tâbirleriyle dünyanin ebediyet-i mevhumesini parça parça eder.
يَعْلَمُ مَا يَلِجُ فِى اْلاَرْضِ وَمَا يَخْرُجُ مِنْهَا وَمَا يَنْزِلُ مِنَ السَّمَاءِ وَمَآ يَعْرُجُ فِيهَا وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْْتُمْ وَاللَّهُ ِبمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ وَقُلِ اْلحَمْدُ لِلَّهِ سَيُرِيكُمْ آيَاتِهِ فَتَعْرِفُونَهَا وَمَا رَبُّكَ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
Gök gürlemesi gibi sayhalariyla tabiat fikrini tevlid eden gafleti dagitir. Iste Kur'anin bastan basa kâinata müteveccih olan âyâti, su esâsa göre gider. Hakikat-i dünyayi oldugu gibi açar, gösterir. Çirkin dünyayi, ne kadar çirkin oldugunu göstermekle beserin yüzünü ondan çevirtir, Sânia bakan güzel dünyanin güzel yüzünü gösterir. Beserin gözünü ona diktirir. Hakikî hikmeti ders verir. Kâinat kitabinin mânâlarini tâlim eder. Hurufat ve nukuslarina az bakar.
sh: » (S: 462)
Sarhos felsefe gibi, çirkine âsik olup, mânâyi unutturup, hurufatin nukusuyla insanlarin vaktini malayâniyatta sarfettirmiyor.
ÜÇÜNCÜ ZIYA: Ikinci Ziya'da hikmet-i beseriyenin hikmet-i Kur'aniyeye karsi sukutuna ve hikmet-i Kur'aniyenin i'câzina isaret ettik. Simdi su ziyada, Kur'anin sâkirdleri olan asfiya ve evliya; ve Hükemânin münevver kismi olan Hükemâ-yi Isrâkiyyunun hikmetleriyle Kur'anin hikmetine karsi derecesini gösterip, su cihette Kur'anin i'câzina muhtasar bir isaret edecegiz:
Iste Kur'an-i Hakîm'in ulviyetine en sadik bir delil ve hakkaniyetine en zâhir bir bürhân ve i'câzina en kavî bir alâmet sudur ki: Kur'an, bütün aksam-i tevhidin bütün merâtibini, bütün levâzimatiyla muhafaza ederek Beyân edip müvazenesini bozmamis, muhafaza etmis. Hem bütün hakaik-i âliye-i Ilâhiyenin müvazenesini muhafaza etmis. Hem bütün Esmâ-i hüsnânin iktiza ettikleri ahkâmlari cem'etmis, o ahkâmin tenâsübünü muhafaza etmis. Hem rubûbiyet ve ulûhiyetin suûnâtini Kemâl-i müvazene ile cem'etmistir. Iste su muhafaza ve müvazene ve cem', bir hâsiyettir. Kat'iyen beserin eserinde mevcûd degil ve eâzim-i insâniyenin netâic-i efkârinda bulunmuyor. Ne, melekûte geçen evliyalarin eserinde; ne, umûrun bâtinlarina geçen Isrâkiyyunun kitablarinda; ne, âlem-i gayba nüfuz eden ruhânîlerin maarifinde hiç bulunmuyor. Güya bir taksim-ül a'mâl hükmünde herbir kismi hakikatin secere-i uzmâsindan yalniz bir-iki dalina yapisiyor. Yalniz onun meyvesiyle, yapragiyla ugrasiyor. Baskasindan ya haberi yok, yahut bakmiyor. Evet hakikat-i mutlaka, mukayyed enzar ile ihâta edilmez. Kur'an gibi bir nazar-i küllî lâzim ki, ihâta etsin. Kur'andan baska çendan Kur'andan da ders aliyorlar, fakat hakikat-i külliyenin, cüz'î zihniyle yalniz bir-iki tarafini tamamen görür, onunla mesgul olur, onda hapsolur. Ya ifrat veya tefrit ile hakaikin müvazenesini ihlâl edip tenâsübünü izale eder. Su hakikat, Yirmidördüncü Söz'ün Ikinci Dalinda acib bir temsil ile izah edilmistir. Simdi de baska bir temsil ile su mes'eleye isaret ederiz. Meselâ:
Bir denizde hesabsiz cevherlerin aksamiyla dolu bir definenin bulundugunu farzedelim. Gavvâs dalgiçlar, o definenin cevâhirini aramak için daliyorlar. Gözleri kapali oldugundan el yordamiyla anlarlar. Bir kisminin eline uzunca bir elmas geçer. O gavvâs hükmeder ki; bütün hazine, uzun direk gibi elmastan ibarettir. Arkadaslarindan baska cevâhiri isittigi vakit hayal eder ki; o cevherler,
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 25. Söz
sh: » (S: 463)
buldugu elmasin tâbileridir, fusus ve nukuslaridir. Bir kisminin da kürevî bir yâkut eline geçer; baskasi, murabba bir kehribar bulur ve hâkezâ... Herbiri eliyle gördügü cevheri, o hazinenin asli ve mu'zami itikad edip, isittiklerini o hazinenin zevâid ve teferruati zanneder. O vakit hakaikin müvazenesi bozulur. Tenâsüb de gider. Çok hakikatin rengi degisir. Hakikatin hakikî rengini görmek için te'vilâta ve tekellüfata muztar kalir. Hattâ bâzan inkâr ve ta'tile kadar giderler. Hükemâ-yi Isrâkiyyunun kitablarina ve Sünnetin mizaniyla tartmayip kesfiyat ve meshudatina itimad eden mutasavvifînin kitablarina teemmül eden, bu hükmümüzü bilâsübhe tasdik eder. Demek hakaik-i Kur'aniyenin cinsinden ve Kur'anin dersinden aldiklari halde, -çünki Kur'an degiller- böyle nâkis geliyor. Bahr-i hakaik olan Kur'anin âyetleri dahi, o deniz içindeki definenin bir gavvâsidir. Lâkin onlarin gözleri açik, defineyi ihâta eder. Definede ne var, ne yok görür. O defineyi öyle bir tenâsüb ve intizâm ve insicamla tavsif eder, Beyân eder ki, hakikî hüsn-ü cemâli gösterir. Meselâ: Âyet-i
وَاْلاَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَالسَّموَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ يَوْمَ نَطْوِى السَّمَآءَ كَطَىِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ
ifade ettikleri âzamet-i rubûbiyeti gördügü gibi,
اِنَّ اللَّهَ لاَ يَخْفَى عَلَيْهِ شَيْءٌ فِى اْلاَرْضِ وَلاَ فِى السَّمَآءِ هُوَ الَّذِى يُصَوِّرُكُمْ فِى اْلاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَآءُ مَا مِنْ دَآبَّةٍ اِلاَّ هُوَ اَخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا وَكَاَيِّنْ مِنْ دَابَّةٍ لاَ َتحْمِلُ رِزْقَهَا اَللَّهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْ
ifade ettikleri sümûl-ü rahmeti görüyor, gösteriyor. Hem خَلَقَ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ وَجَعَلَ الظُّلُمَاتِ وَالنّوُرَ ifade ettigi vüs'at-i hallâkiyeti görüp gösterdigi gibi, خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ ifade ettigi sümûl-ü tasarrufu ve ihâta-i rubûbiyeti görüp, gösterir.
sh: » (S: 464)
يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا ifade ettigi hakikat-i azîme ile وَ اَوْحَى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِ ifade ettigi hakikat-i kerîmâneyi وَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِاَمْرِهِ ifade ettigi hakikat-i azîme-i hâkimâne-i âmirâneyi görür, gösterir.
اَوَ لَمْ يَرَوْا اِلَى الطَّيْرِ فَوْقَهُمْ صَافَّاتٍ وَيَقْبِضْنَ مَا ُيمْسِكُهُنَّ اِلاَّ الرَّحْمنُ اِنَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ بَصِيرٌ
ifade ettikleri hakikat-i rahîmâne-i müdebbirâneyi وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ وَلاَ يَؤُودُهُ حِفْظُهُمَا ifade ettigi hakikat-i azîme ile وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْْتُمْ ifade ettigi hakikat-i rakibâneyi هُوَ اْلاَوَّلُ وَاْلآخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ ifade ettigi hakikat-i muhita gibi
وَلَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهِ نَفْسُهُ وَ نَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ
ifade ettigi akrebiyeti
تَعْرُجُ اْلمَلاَئِكَةُ وَالرُّوحُ اِلَيْهِ فِى يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ خَمْسِينَ اَلْفَ سَنَةٍ
isaret ettigi hakikat-i ulviyeyi
اِنَّ اللَّهَ يَاْمُرُ بِالْعَدْلِ وَاْلاِحْسَانِ وَاِيتَاءِ ذِى الْقُرْبَى وَيَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاءِ وَاْلمُنْكَرِ وَالْبَغْىِ
ifade ettigi hakikat-i câmia gibi bütün uhrevî ve dünyevî, ilmî ve
sh: » (S: 465)
amelî erkân-i sitte-i îmâniyenin herbirisini tafsilen ve erkân-i hamse-i Islâmiyenin herbirisini kasden ve cidden ve saadet-i dâreyni te'min eden bütün düsturlari görür, gösterir. Müvazenesini muhafaza edip, tenâsübünü idame edip o hakaikin hey'et-i mecmuasinin tenâsübünden hasil olan hüsün ve cemâlin menbaindan Kur'anin bir i'câz-i mânevîsi nes'et eder.
Iste su sirr-i azîmdendir ki; ülemâ-i ilm-i Kelâm, Kur'anin sâkirdleri olduklari halde, bir kismi onar cild olarak erkân-i îmâniyeye dair binler eser yazdiklari halde, Mu'tezile gibi akli nakle tercih ettikleri için Kur'anin on âyeti kadar vuzuh ile ifade ve kat'î isbat ve ciddî ikna edememisler. Âdeta onlar, uzak daglarin altinda lagim yapip, borularla tâ âlemin nihayetine kadar silsile-i esbab ile gidip orada silsileyi keser. Sonra âb-i hayat hükmünde olan mârifet-i Ilahiyeyi ve vücud-u Vâcib-ül Vücud'u isbat ederler. Âyet-i kerime ise, herbirisi birer Asâ-yi Mûsa gibi her yerde suyu çikarabilir, herseyden bir pencere açar, Sâni'-i Zülcelâli tanittirir. Kur'anin bahrinden teressuh eden Arabî«Katre» risalesinde ve sâir Sözlerde su hakikat fiilen isbat edilmis ve göstermisiz. Iste hem su sirdandir ki: Bâtin-i umûra gidip, Sünnet-i Seniyeye ittiba etmeyerek, meshudatina itimad ederek yari yoldan dönen ve bir Cemâatin riyâ setine geçip bir firka teskil eden firak-i dâllenin bütün imamlari hakaikin tenâsübünü, müvazenesini muhafaza edemedigindendir ki, böyle bid'aya, dalalete düsüp bir Cemâat-i beseriyeyi yanlis yola sevketmisler. Iste bunlarin bütün aczleri, âyât-i Kur'aniyenin i'câzini gösterir.
* * *
sh: » (S: 466)
Hâtime
Kur'anin lemaât-i i'câzindan iki lem'a-i i'câziye, Ondokuzuncu Söz'ün Ondördüncü Reshasinda geçmistir ki; bir sebeb-i kusur zannedilen tekrarati ve ulûm-u kevniyede icmâli, herbiri birer lem'a-i i'câzin menbaidir. Hem Kur'anda mu'cizât-i enbiya yüzünde parlayan bir lem'a-i i'câz-i Kur'an, Yirminci Söz'ün Ikinci Makaminda vâzihan gösterilmistir. Daha bunlar gibi sâir Sözlerde ve risale-i arabiyemde çok lemaât-i i'câziye zikredilip onlara iktifaen yalniz sunu deriz ki:
Bir mu'cize-i Kur'aniye daha sudur ki: Nasil bütün mu'cizât-i enbiya, Kur'anin bir naks-i i'câzini göstermistir; öyle de Kur'an bütün mu'cizâtiyla bir mu'cize-i Ahmediye (A.S.M.) olur ve bütün mu'cizât-i Ahmediye (A.S.M.) dahi, Kur'anin bir mu'cizesidir ki, Kur'anin Cenâb-i Hakk'a karsi nisbetini gösterir ve o nisbetin zuhuruyla herbir kelimesi bir mu'cize olur. Çünki o vakit birtek kelime bir çekirdek gibi bir secere-i hakaiki mânen tâzammun edebilir. Hem merkez-i kalb gibi hakikat-i uzmânin bütün âzâsina münasebetdar olabilir. Hem bir ilm-i muhite ve nihayetsiz bir iradeye istinad ettigi için, hurufuyla, hey'etiyle, vaziyetiyle, mevkiiyle hadsiz esyaya bakabilir. Iste su sirdandir ki; ülemâ-i ilm-i huruf, Kur'anin bir harfinden bir sahife kadar esrar bulduklarini iddia ederler ve dâvalarini o fennin ehline isbat ediyorlar.
Risalenin basindan suraya kadar bütün sû'leleri, suâlari, lem'alari, nurlari, ziyalari nazara topla; birden bak. Bastaki dâva, simdi kat'î netice olarak, yâni قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَاْلجِنُّ عَلَى اَنْ يَاْتُوا ِبمِثْلِ هذَا اْلقُرْاَنِ لاَ يَاْتُونَ ِبمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا i yüksek bir sada ile okuyup ilân ediyorlar.
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
sh: » (S: 467)
رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَا اَوْ اَخْطَاْنَا رَبِّ اشْرَحْ لِى صَدْرِى وَيَسِّرْ لِى اَمْرِى وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِنْ لِسَانِى يَفْقَهُوا قَوْلِى
اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ اَفْضَلَ وَ اَجْمَلَ وَ اَنْبَلَ وَ اَظْهَرَ وَ اَطْهَرَ وَ اَحْسَنَ وَاَبَرَّ وَ اَكْرَمَ وَ اَعَزَّ وَ اَعْظَمَ وَ اَشْرَفَ وَ اَعْلَى وَ اَزْكَى وَ اَبْرَكَ وَ اَلْطَفَ صَلَوَاتِكَ وَ اَوْفَى وَ اَكْثَرَ وَ اَزْيَدَ وَ اَوْرَقَى وَ اَرْفَعَ وَ اَدْوَمَ سَلاَمِكَ صَلاَةً وَ سَلاَمًا وَ رَحْمَةً وَ رِضْوَانًا وَ عَفْوًَاوَ غُفْرَانًا تَمْتَدُّ وَ تَزِيدُ بِوَابِلِ سَحَائِبِ مَوَاهِبِ جُودِكَ وَ كَرَمِكَ وَ تَنْمُو وَ تَزْكُوا بِنَفَائِسِ شَرَائِفِ لَطَائِفِ جُودِكَ وَ مِنَنِكَ اَزَلِيَّةً بِاَزَلِيَّتِكَ لاَ تَزُولُ اَبَدِيَّةً بِاَبَدِيَّتِكَ لاَ تَحُولُ عَلَى عَبْدِكَ وَ حَبِيبِكَ وَ رَسُولِكَ مُحَمَّدٍ خَيْرِ خَلْقِكَ النُّورِ الْبَاحِرِ اللاَّمِعِ وَ الْبُرْهَانِ الظَّاهِرِ الْقَاطِعِ وَ الْبَحْرِ الذَّاآخِرِ وَ النُّورِ الْغَامِرِ وَ الْجَمَالِ الزَّاهِرِ وَ الْجَلاَلِ الْقَاهِرِ وَ الْكَمَالِ الْفَآخِرِ صَلاَتَكَ الَّتِى صَلَّيْتَ بِعَظَمَةِ ذَاتِكَ عَلَيْهِ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ كَذلِكَ صَلاَةً تَغْفِرُ بِهَا ذُنُوبَنَا وَ تَشْرَحُ بِهَا صُدُورَنَا وَ تُطَهِّرُ بِهَا قُلُوبَنَا وَ تُرَوِّحُ بِهَا اَرْوَاحَنَا وَ تُقَدِّسُ بِهَا اَسْرَارَنَا وَ تُنَزِّهُ بِهَا خَوَاطِرَنَا وَ اَفْكَارَنَا وَ تُصَفِّى بِهَا كُدُورَاتِ مَا فِى اَسْرَارِنَا وَ تَشْفِى بِهَا اَمْرَاضَنَا وَ تَفْتَحُ بِهَا اَقْفَالَ قُلُوبِنَا
رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُوَ آخِرُ دَعْوَيهُمْ0 اَنِ الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ آمِينَ آمِينَ آمِينَ
sh: » (S: 468)
Bu dünyada hayatin gayesi ve hayatin hayati îmân oldugunu bilen bu yorulmaz ve tok olmaz yolcu, kendi kalbine dedi ki: "Aradigimiz zâtin sözü ve kelâmi denilen bu dünyada en meshur ve en parlak ve en hâkim ve ona teslim olmayan herkese, her asirda meydan okuyan Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyân namindaki kitaba müracaat edip, o ne diyor, bilelim. Fakat en evvel, bu kitab bizim hâlikimizin kitabi oldugunu isbat etmek lâzimdir, diye taharriye basladi.Bu seyyah bu zamanda bulundugu münasebetiyle en evvel mânevî i'câz-i Kur'aniyenin em'alari olan Risale-i Nur'a bakti ve onun yüzotuz risaleleri, âyât-i Furkaniyenin nükteleri ve isiklari ve esâsli tefsirleri oldugunu gördü. Ve Risale-i Nur, bu kadar muannid ve mülhid bir asirda her tarafa hakaik-i Kur'aniyeyi mücahidane nesrettigi halde, karsisina kimse çikamadigindan isbat eder ki; onun üstadi ve menbai ve mercii ve günesi olan Kur'an semâvîdir, beser kelâmi degildir. Hattâ Risale-i Nur'un yüzer hüccetlerinden birtek hüccet-i Kur'aniyesi olan Yirmibesinci Söz ile Ondokuzuncu Mektub'un âhiri, Kur'anin kirk vecihle mu'cize oldugunu öyle isbat etmis ki; kim görmüsse degil tenkid ve itiraz etmek, belki isbatlarina hayran olmus, takdir ederek çok sena etmis. Kur'anin vech-i i'câzini ve hak Kelâmullah oldugunu isbat etmek cihetini Risale-i Nur'a havale ederek yalniz bir kisa isaretle büyüklügünü gösteren birkaç noktaya dikkat etti.
Birinci Nokta: Nasilki Kur'an bütün mu'cizâtiyla ve hakkaniyetine delil olan bütün hakaikiyla, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'in bir mu'cizesidir. Öyle de Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm da, bütün mu'cizâtiyla ve delâil-i nübüvvetiyle ve Kemâlât-i ilmiyesiyle Kur'anin bir mu'cizesidir ve Kur'an kelâmullah olduguna bir hüccet-i katiasidir.
sh: » (S: 469)
Ikinci Nokta: Kur'an, bu dünyada öyle nuranî ve saadetli ve hakikatli bir Sûrette bir tebdil-i hayat-i içtimaiye ile beraber, insanlarin hem nefislerinde, hem kalblerinde, hem ruhlarinda, hem akillarinda, hem hayat-i sahsiyelerinde, hem hayat-i içtimaiyelerinde, hem hayat-i siyasiyelerinde öyle bir inkilab yapmis ve idame etmis ve idare etmis ki; ondört asir müddetinde, her dakikada, altibin altiyüz altmisalti âyetleri, Kemâl-i ihtiramla, hiç olmazsa yüz milyondan ziyade insanlarin dilleriyle okunuyor ve insanlari terbiye ve nefislerini tezkiye ve kalblerini tasfiye ediyor. Ruhlara inkisaf ve terakki ve akillara istikamet ve nur ve hayata hayat ve saadet veriyor. Elbette böyle bir kitabin misli yoktur, hârikadir, fevkalâdedir, mu'cizedir.
Üçüncü Nokta: Kur'an, o asirdan tâ simdiye kadar öyle bir belâgat göstermis ki, Kâ'be'nin duvarinda altun ile yazilan en meshur ediblerin « Muallakat-i Seb'a» namiyla söhretsiar kasidelerini o dereceye indirdi ki, Lebid'in kizi, babasinin kasidesini Kâ'be'den indirirken demis: « Âyâta karsi bunun kiymeti kalmadi.»
Hem bedevî bir edib: فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ âyeti okunurken isittigi vakit secdeye kapanmis. Ona demisler: « Sen müslüman mi oldun?» O demis: « Hayir, ben bu âyetin belâgatina secde ettim.»
Hem ilm-i belâgatin dâhîlerinden Abdülkahir-i Cürcanî ve Sekkakî ve Zemahserî gibi binlerle dâhî imamlar ve mütefennin edibler icmâ' ve ittifakla karar vermisler ki: « Kur'anin belâgati, takat-i beserin fevkindedir, yetisilmez.»
Hem o zamandan beri mütemadiyen meydan-i muârazaya davet edip, magrur ve enaniyetli ediblerin ve belîglerin damarlarina dokundurup, gururlarini kiracak bir tarzda der: « Ya birtek Sûrenin mislini getiriniz veyahut dünyada ve âhirette helâket ve zilleti kabûl ediniz.» diye ilân ettigi halde o asrin muannid belîgleri birtek Sûrenin mislini getirmekle kisa bir yol olan muârazayi birakip, uzun olan, can ve mallarini tehlikeye atan muharebe yolunu ihtiyar etmeleri isbat eder ki, o kisa yolda gitmek mümkün degildir. Hem Kur'anin dostlari, Kur'ana benzemek ve taklid etmek sevkiyle ve düsmanlari dahi Kur'ana mukabele ve tenkid etmek sevkiyle o vakitten beri yazdiklari ve yazilan ve telahuk-u efkâr ile terakki eden milyonlarla Arabî kitablar ortada geziyor. Hiçbirisinin ona yetisemedigini,
sh: » (S: 470)
hattâ en adî adam dahi dinlese, elbette diyecek: "Bu Kur'an, bunlara benzemez ve onlarin mertebesinde degil." Ya onlarin altinda veya umumunun fevkinde olacak. Umumunun altinda oldugunu dünyada hiçbir ferd, hiçbir kâfir, hattâ hiçbir ahmak diyemez. Demek mertebe-i belâgati umumun fevkindedir. Hattâ bir adam سَبَّحَ لِلَّهِ مَا فِى السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضِ âyetini okudu. Dedi ki: "Bu âyetin hârika telakki edilen belâgatini göremiyorum." Ona denildi: "Sen dahi bu seyyah gibi o zamânâ git, orada dinle." O da kendini Kur'andan evvel orada tahayyül ederken gördü ki: Mevcûdât-i âlem perisan, karanlik câmid ve suursuz ve vazifesiz olarak hâlî, hadsiz, hududsuz bir fezâda; kararsiz, fâni bir dünyada bulunuyorlar. Birden Kur'anin lisanindan bu âyeti dinlerken gördü: Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanin yüzünde öyle bir perde açti, isiklandirdi ki, bu ezelî nutuk ve bu sermedî ferman asirlar siralarinda dizilen zîsuurlara ders verip gösteriyor ki; bu kâinat bir câmi-i kebir hükmünde, basta semâvat ve arz olarak umum mahlukati hayatdarane zikir ve tesbihte ve vazifeler basinda cûs u hurusla mes'udane ve memnunane bir vaziyette bulunduruyor, diye müsahede etti ve bu âyetin derece-i belâgatini zevkederek sâir âyetleri buna kiyasla Kur'anin zemzeme-i belâgati arzin nisfini ve nev'-i beserin humsunu istilâ ederek hasmet-i saltanati Kemâl-i ihtiramla ondört asir bilâfasila idame ettiginin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladi.
Dördüncü Nokta: Kur'an, öyle hakikatli bir halâvet göstermis ki, en tatli birseyden dahi usandiran çok tekrar, Kur'ani tilavet edenler için degil usandirmak, belki kalbi çürümemis ve zevki bozulmamis adamlara tekrar-i tilaveti halâvetini ziyadelestirdigi, eski zamandan beri herkesçe müsellem olup darb-i mesel hükmüne geçmis. Hem öyle bir tazelik ve gençlik ve sebabet ve garabet göstermis ki, ondört asir yasadigi ve herkesin eline kolayca girdigi halde, simdi nâzil olmus gibi tazeligini muhafaza ediyor. Her asir, kendine hitab ediyor gibi bir gençlikte görmüs. Her taife-i ilmiye ondan her vakit istifade etmek için kesretle ve mebzuliyetle yanlarinda bulundurduklari ve üslûb-u ifadesine ittiba ve iktida ettikleri halde, o üslûbundaki ve tarz-i Beyânindaki garabetini aynen muhafaza ediyor.
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 25. Söz
sh: » (S: 471)
Besinci Nokta: Kur'anin bir cenahi mâzide, bir cenahi müstakbelde, kökü ve bir kanadi eski Peygamberlerin ittifakli hakikatlari oldugu ve bu onlari tasdik ve teyid ettigi ve onlar dahi tevafukun lisan-i haliyle bunu tasdik ettikleri gibi, öyle de: Evliya ve asfiya gibi ondan hayat alan semereleri, hayatdar tekemmülleriyle, secere-i mübarekelerinin hayatdar, feyizdar ve hakikat-medâr olduguna delâlet eden ve ikinci kanadinin himayesi altinda yetisen ve yasayan velâyetin bütün hak tarîkatlari ve Islâmiyetin bütün hakikatli ilimleri, Kur'anin ayn-i hak ve mecma-i hakaik ve câmiiyette misilsiz bir hârika olduguna sehadet eder.
Altinci Nokta: Kur'anin alti ciheti nuranidir, sidk ve hakkaniyetini gösterir. Evet altinda hüccet ve bürhân direkleri, üstünde sikke-i i'câz lem'alari, önünde ve hedefinde saadet-i dâreyn hediyeleri, arkasinda nokta-i istinadi vahy-i semâvî hakikatlari, saginda hadsiz ukûl-ü müstakimenin deliller ile tasdikleri, solunda selim kalblerin ve temiz vicdanlarin ciddî itminanlari ve samimî incizablari ve teslimleri; Kur'anin fevkalâde, hârika, metin, hücum edilmez bir kal'a-i semâviye-i arziye oldugunu isbat ettikleri gibi, alti makamdan dahi onun ayn-i hak ve sadik olduguna ve beserin kelâmi olmadigina, hem yanlis olmadigina imza eden, basta bu kâinatta daima güzelligi izhar, iyiligi ve dogrulugu himaye ve sahtekârlari ve müfterileri imha ve izale etmek âdetini bir düstur-u faaliyet ittihaz eden bu kâinatin mutasarrifi, o Kur'ana âlemde en makbul, en yüksek, en hâkimâne bir makam-i hürmet ve bir mertebe-i muvaffakiyet vermesiyle onu tasdik ve imza ettigi gibi, Islâmiyetin menbai ve Kur'anin tercümani olan zâtin (Aleyhissalâtü Vesselâm) herkesten ziyade ona itikad ve ihtirami ve nüzulü zamaninda uyku gibi bir vaziyet-i naîmânede bulunmasi ve sâir kelâmlari ona yetisememesi ve bir derece benzememesi ve ümmiyetiyle beraber gitmis ve gelecek hakikî hâdisat-i kevniyeyi, gaybiyane Kur'an ile tereddüdsüz ve itminan ile Beyân etmesi ve çok dikkatli gözlerin nazari altinda hiçbir hile, hiçbir yanlis vaziyeti görülmeyen o tercümanin, bütün kuvvetiyle Kur'anin herbir hükmüne îmân edip tasdik etmesi ve hiçbir sey onu sarsmamasi; Kur'an semâvî, hakkaniyetli ve kendi Hâlik-i Rahîminin mübarek kelâmi oldugunu imza ediyor.
sh: » (S: 472)
Hem nev'-i insanin humsu, belki kism-i âzami, göz önünde ona müncezibane ve dindarane irtibati ve hakikatperestane ve müstakane kulak vermesi ve çok emârelerin ve vakialarin ve kesfiyatin sehadetiyle, cinn ve melek ve ruhânîlerin dahi, tilaveti vaktinde pervane gibi hakperestane etrafinda toplanmasi, Kur'anin kâinatça makbuliyetine ve en yüksek bir makamda bulunduguna bir imzadir.
Hem nev'-i beserin umum tabakalari, en gabi ve âmiden tut, tâ en zeki ve âlime kadar herbirisi, Kur'anin dersinden tam hisse almalari ve en derin hakikatlari fehmetmeleri ve yüzlerle fen ve ulûm-u Islâmiyenin ve bilhassa seriat-i kübrânin büyük müçtehidleri ve usûl-üd din ve ilm-i Kelâm'in dâhî muhakkikleri gibi, her taife kendi ilimlerine ait bütün hâcâtini ve cevablarini Kur'andan istihraç etmeleri, Kur'anin menba-i hak ve maden-i hakikat olduguna bir imzadir.
Hem edebiyatça en ileri bulunan Arab edibleri, -Islâmiyete girmeyenler- simdiye kadar muârazaya pekçok muhtaç olduklari halde Kur'anin i'câzindan yedi büyük vechi varken, yalniz birtek vechi olan belâgatinin, (tek bir Sûrenin) mislini getirmekten istinkâflari ve simdiye kadar gelen ve muâraza ile söhret kazanmak isteyen meshur belîglerin ve dâhî âlimlerin onun hiçbir vech-i i'câzina karsi çikamamalari ve âcizane sükût etmeleri; Kur'an mu'cize ve takat-i beserin fevkinde olduguna bir imzadir. Evet bir kelâm "Kimden gelmis ve kime gelmis ve ne için?" denilmesiyle kiymeti ve ulviyeti ve belâgati tezahür etmesi noktasindan, Kur'anin misli olamaz ve ona yetisilemez. Çünki Kur'an, bütün âlemlerin Rabbi ve Hâlikinin hitabi ve konusmasi ve hiçbir cihette taklidi ve tasannuu ihsas edecek bir emâre bulunmayan bir mükâlemesi ve bütün insanlarin belki bütün mahlukatin namina meb'us ve nev'-i beserin en meshur ve namdar muhatâbi bulunan ve o muhatâbin kuvvet ve vüs'at-i îmâni, koca Islâmiyeti teressuh edip sahibini Kab-i Kavseyn makamina çikararak muhatâb-i Samedâniyeye mazhariyetle nüzul eden ve saadet-i dâreyne dair ve hilkat-i kâinatin neticelerine ve ondaki Rabbanî maksadlara ait mesâili ve o muhatâbin bütün hakaik-i Islâmiyeyi tasiyan en yüksek ve en genis olan îmânini Beyân ve izah eden ve koca kâinatin bir harita, bir saat,
sh: » (S: 473)
bir hâne gibi her tarafini gösterip çevirip, onlari yapan san'atkâri tavriyla ifade ve tâlim eden Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyân'in elbette mislini getirmek mümkün degildir ve derece-i i'câzina yetisilmez.
Hem, Kur'ani tefsir eden ve bir kismi otuz-kirk hattâ yetmis cild olarak birer tefsir yazan yüksek zekâli müdakkik binlerle mütefennin ülemânin, senedleri ve delilleriyle Beyân ettikleri Kur'andaki hadsiz meziyetleri ve nükteleri ve hâsiyetleri ve sirlari ve âlî mânâlari ve umûr-u gaybiyenin her nev'inden kesretli gaybî ihbarlari izhar ve isbat etmeleri ve bilhassa Risale-i Nur'un yüzotuz kitabinin herbiri Kur'anin bir meziyetini, bir nüktesini kat'î bürhânlarla isbat etmesi ve bilhassa Mu'cizât-i Kur'aniye Risalesi; simendifer ve tayyare gibi medeniyetin hârikalarindan çok seyleri Kur'andan istihrac eden Yirminci Söz'ün Ikinci Makami ve Risale-i Nur'a ve elektrige isaret eden âyetlerin isaratini bildiren Isarat-i Kur'aniye namindaki Birinci Sua ve huruf-u Kur'aniye ne kadar muntâzam, esrarli ve mânâli oldugunu gösteren Rumuzat-i Semâniye namindaki sekiz küçük risaleler ve Sûre-i Feth'in âhirki âyeti bes vecihle ihbar-i gaybî cihetinde mu'cizeligini isbat eden küçük bir risale gibi Risale-i Nur'un herbir cüz'ü, Kur'anin bir hakikatini, bir nurunu izhar etmesi; Kur'anin misli olmadigina ve mu'cize ve hârika olduguna ve bu âlem-i sehadette âlem-i gaybin lisani ve bir Allâm-ül Guyub'un kelâmi bulunduguna bir imzadir.
Iste alti noktada ve alti cihette ve alti makamda isaret edilen, Kur'anin mezkûr meziyetleri ve hâsiyetleri içindir ki; hasmetli hâkimiyet-i nuraniyesi ve âzametli saltanat-i kudsiyesi, asirlarin yüzlerini isiklandirarak zemin yüzünü dahi bin üçyüz sene tenvir ederek Kemâl-i ihtiram ile devam etmesi, hem o hâsiyetleri içindir ki, Kur'anin herbir harfi, hiç olmazsa on sevabi ve on hasenesi olmasi ve on meyve-i bâki vermesi, hattâ bir kisim âyâtin ve Sûrelerin herbir harfi, yüz ve bin ve daha ziyade meyve vermesi ve mübarek vakitlerde herbir harfin nuru ve sevabi ve kiymeti ondan yüzlere çikmasi gibi kudsî imtiyazlari kazanmis, diye dünya seyyahi anladi ve kalbine dedi: Iste böyle her cihetle mu'cizâtli bu Kur'an; Sûrelerinin icmâiyla ve âyâtinin ittifakiyla ve esrar u envarinin tevafukuyla ve semerat ve âsârinin tetabukuyla birtek Vâcib-ül Vücud'un vücuduna ve vahdetine ve sifât ve Esmâsina deliller ile isbat Sûretinde öyle sehadet etmis ki, bütün ehl-i îmânin hadsiz sehadetleri, onun sehadetinden teressuh etmisler.
sh: » (S: 474)
Iste bu yolcunun Kur'andan aldigi ders-i tevhid ve imânâ kisa bir isaret olarak Birinci Makam'in onyedinci mertebesinde böyle:
لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودهِ فِى وَحْدَتِهِ الْقُرْآنُ الْمُعْجِزُ الْبَيَانِ اَلْمَقْبُولُ الْمَرْغُوبُ ِلاَجْنَاسِ الْمَلَكِ وَ اْلاِنْسِ وَ الْجَانِّ ااَلْمَقْرُوءُ كُلُّ آيَاتِهِ فِى كُلِّ دَقِيقَةٍ بِكَمَالِ اْلاِحْتِرَامِ.... بِاَلْسِنَةِ مِأَتِ مِلْيُونٍ مِنْ نَوْعِ اْلاِنْسَانِ.... الدَّائِمُ سَلْطَنَتَهُ الْقُدْسِيَّةُ عَلَى اَقْطَارِ اْلاَرْضِ وَ اْلاَكْوَانِ وَ عَلَى وُجوُهِ اْلاَعْصَارِ وَ الزَّمَانِ.... وَ الْجَارِى حَاكِمِيَّتُهُ الْمَعْنَوِيَّةُ النُّورَانِيَّةُ عَلَى نِصْفِ اْلاَرْضِ وَ
خُمْسِ الْبَشَرِ فِى اَرْبَعَةَ عَشَرَ عَصْرًا بِكَمَالِ اْلاِحْتِشَامِ وَ كَذَا: شَهِدَ وَ بَرْهَنَ بِاِجْمَاعِ سُوَرِهِ الْقُدْسِيَّةِ السَّمَاوِيَّةِ وَ بِاِتِّفَاقِ آيَاتِهِ النُّورَانِيَّةِ اْلاِلهِيَّةِ وَ بِتَوَافُقِ اَسْرَارِهِ وَ اَنْوَارِهِ وَبِتَطَابُقِ حَقَائِقِهِ وَ ثَمَرَاتِهِ وَ آثَارِهِ بِالْمُشَاهَدَةِ وَ الْعَيَانِ{
denilmistir.
sh: » (S: 475)
Emirdagi Çiçegi
Kur'anda olan tekrarata gelen itirazlara karsi gâyet kuvvetli bir cevabdir.
Aziz siddik kardeslerim!
Gerçi bu mes'ele, perisan vaziyetimden müsevves ve letafetsiz olmus. Fakat o müsevves ibare altinda çok kiymetli bir nevi i'câzi kat'î bildim. Maatteessüf ifadeye muktedir olamadim. Her ne kadar ibaresi sönük olsa da, Kur'ana ait olmak cihetiyle hem ibâdet-i tefekküriye, hem kudsî, yüksek, parlak bir cevherin sadefidir. Yirtik libasina degil, elindeki elmasa bakilsin. Eger münasib ise, "Onuncu Mes'ele" yapiniz; degilse, sizin tebrik mektublariniza mukabil bir mektub kabûl ediniz. Hem bunu gâyet hasta ve perisan ve gidasiz, bir-iki gün Ramazanda, mecburiyetle gâyet mücmel ve kisa ve bir cümlede pek çok hakikatleri ve müteaddid hüccetleri dercederek yazdim. Kusura bakilmasin. (1)
Aziz siddik kardeslerim! Ramazan-i Serifte Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyân'i okurken Risale-i Nur'a isaretleri Birinci Sua'da Beyân olunan otuzüç âyetten hangisi gelse bakiyorum ki, o âyetin sahifesi ve yapragi ve kissasi dahi Risale-i Nur'a ve sâkirdlerine kissadan hisse almak noktasinda bir derece bakiyor. Hususan Sûre-i Nur'dan âyât-ün nur, on parmakla Risale-i Nur'a baktigi gibi, arkasindaki âyât-i zulümat dahi muarizlarina tam bakiyor ve ziyade hisse veriyor. Âdeta o makam, cüz'iyetten çikip külliyet kesbeder ve bu asirda o külliyetin tam bir ferdi Risale-i Nur ve sâkirdleridir diye hissettim. Evet Kur'anin hitabi, evvela Mütekellim-i Ezelî'nin rubûbiyet-i âmmesinin genis makamindan, hem nev-i beser, belki kâinat namina muhatâb olan zâtin genis makamindan, hem umum nev-i beser ve benî-âdemin bütün asirlarda irsadlarinin gâyet vüs'atli makamindan,
____________________
(1): Denizli hapsinin meyvesine Onuncu Mes'ele olarak Emirdagi'nin ve bu Ramazan-i Serifin nurlu bir küçük çiçegidir. Tekrarat-i Kur'aniyenin bir hikmetini Beyânla, ehl-i dalaletin ufunetli ve zehirli evhamlarini izale eder.
sh: » (S: 476)
hem dünya ve âhiretin, arz ve semâvatin ve ezel ve ebedin ve Hâlik-i Kâinat'in rubûbiyetine ve bütün mahlukatin tedbirine dair kavanin-i Ilahiyenin gâyet yüksek ihâtali Beyânâtinin makamindan aldigi vüs'at ve ulviyet ve ihâta cihetiyle o hitab, öyle bir yüksek i'câzi ve sümûlü gösterir ki; ders-i Kur'anin muhatâblarindan en kesretli taife olan tabaka-i avâmin basit fehimlerini oksayan zâhirî ve basit mertebesi dahi en ulvî tabakayi da tam hissedâr eder. Güya kissadan yalniz bir hisse ve bir hikâye-i tarihiyeden bir ibret degil, belki bir küllî düsturun efradi olarak her asra ve her tabakaya hitab ederek taze nâzil oluyor ve bilhassa çok tekrar ile اَلظَّالِمِينَ اَلظَّالِمِينَ deyip tehdidleri ve zulümlerinin cezasi olan musibet-i semâviye ve arziyeyi siddetle Beyâni, bu asrin emsalsiz zulümlerine Kavm-i Âd ve Semud ve Firavun'un baslarina gelen azablarla baktiriyor ve mazlum ehl-i imânâ Ibrahim ve Mûsa Aleyhimesselâm gibi enbiyanin necatlariyla teselli veriyor.
Evet nazar-i gaflet ve dalalette, vahsetli ve dehsetli bir ademistan ve elîm ve mahvolmus bir mezaristan olan bütün geçmis zaman ve ölmüs karnlar ve asirlar; canli birer sahife-i ibret ve bastan basa ruhlu, hayatdar bir acib âlem ve mevcûd ve bizimle münasebetdar bir memleket-i Rabbâniye Sûretinde sinema perdeleri gibi, kâh bizi o zamanlara, kâh o zamanlari yanimiza getirerek her asra ve her tabakaya gösterip yüksek bir i'câz ile dersini veren Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyân ayni i'câz ile, nazar-i dalalette câmid, perisan, ölü, hadsiz bir vahsetgâh olan ve firak ve zevalde yuvarlanan bu kâinati bir kitab-i Samedânî, bir sehr-i Rahmanî, bir mesher-i sun'-i Rabbanî olarak o câmidati canlandirip birer vazifedâr Sûretinde birbiriyle konusturup ve birbirinin imdadina kosturup nev'-i besere ve cinn ve melege hakikî ve nurlu ve zevkli hikmet dersleri veren bu Kur'an-i Azîmüssan'in elbette her harfinde on ve yüz ve bâzan bin ve binler sevab bulunmasi ve bütün cinn ve ins toplansa onun mislini getirememesi ve bütün benî-âdemle ve kâinatla tam yerinde konusmasi ve her zaman milyonlar hâfizlarin kalblerinde zevk ile yazilmasi ve çok tekrarla ve kesretli tekraratiyla usandirmamasi ve çok iltibas yerleri ve cümleleri ile beraber çocuklarin nazik ve basit kafalarinda mükemmel yerlesmesi ve hastalarin ve az sözden müteessir olan ve sekeratta olanlarin kulaginda mâ-i zemzem misillü
sh: » (S: 477)
hos gelmesi gibi kudsî imtiyazlari kazanir ve iki cihanin saadetlerini kendi sâkirdlerine kazandirir. Ve tercümanin ümmiyet mertebesini tam riayet etmek sirriyla hiçbir tekellüf ve hiçbir tasannu ve hiçbir gösterise meydan vermeden selaset-i fitriyesini ve dogrudan dogruya semâdan gelmesini ve en kesretli olan tabakat-i avâmin basit fehimlerini tenezzülât-i kelâmiye ile oksamak hikmetiyle en ziyade semâ ve arz gibi en zâhir ve bedihî sahifelerini açip o âdiyat altindaki hârikulâde mu'cizât-i kudretini ve mânidar sutur-u hikmetini ders vermekle lütf-u irsadda güzel bir i'câz gösterir. Tekrari iktiza eden dua ve davet, zikir ve tevhid kitabi dahi oldugunu bildirmek sirriyla güzel, tatli tekraratiyla birtek cümlede ve birtek kissada ayri ayri çok mânâlari, ayri ayri muhatâb tabakalarina tefhim etmekte ve cüz'î ve âdi bir hâdisede en cüz'î ve ehemmiyetsiz seyler dahi nazar-i merhametinde ve daire-i tedbir ve iradesinde bulunmasini bildirmek sirriyla tesis-i Islâmiyette ve tedvin-i Seriatta sahabelerin cüz'î hâdiselerini dahi nazar-i ehemmiyete almasinda; hem küllî düsturlarin bulunmasi, hem umumî olan Islâmiyetin ve seriatin tesisinde o cüz'î hâdiseler, çekirdekler hükmünde çok ehemmiyetli meyveleri verdikleri cihetinde de bir nevi i'câzini gösterir. Evet ihtiyacin tekerrürüyle, tekrarin lüzumu haysiyetiyle, yirmi sene zarfinda pek çok mükerrer suallere cevab olarak ayri ayri çok tabakalara ders veren ve koca kâinati parça parça edip kiyamette seklini degistirerek dünyayi kaldirip onun yerine âzametli âhireti kuracak ve zerrattan yildizlara kadar bütün cüz'iyat ve külliyatin tek bir zâtin elinde ve tasarrufunda bulundugunu isbat edecek ve kâinati ve arzi ve semâvati ve anasiri kizdiran ve hiddete getiren nev'-i beserin zulümlerine, kâinatin netice-i hilkati hesabina gazab-i Ilahîyi ve hiddet-i Rabbâniyeyi gösterecek hadsiz ve nihayetsiz ve dehsetli ve genis bir inkilabin tesisinde binler netice kuvvetinde Bâzi cümleleri ve hadsiz delillerin neticesi olan bir kisim âyetleri tekrar etmek; degil bir kusur, belki gâyet kuvvetli bir i'câz ve gâyet yüksek bir belâgat ve mukteza-yi hale gâyet mutabik bir cezâlettir, bir fesahattir.
Meselâ: Birtek âyet olup yüz ondört defa tekrar edilen بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ cümlesi, Risale-i Nur'un
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 25. Söz
sh: » (S: 478)
Ondördüncü Lem'asinda Beyân edildigi gibi; arsi ferse baglayan ve kâinati isiklandiran ve her dakika herkes ona muhtaç olan öyle bir hakikattir ki, milyonlar defa tekrar edilse yine ihtiyaç vardir. Degil yalniz ekmek gibi her gün, belki hava ve ziya gibi her dakika ona ihtiyaç ve istiyak vardir. Hem meselâ: Sûre-i طسم de sekiz defa tekrar edilen su اِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ âyeti, o Sûrede hikâye edilen peygamberlerin necatlarini ve kavimlerinin azablarini, kâinatin netice-i hilkati hesabina ve rubûbiyet-i âmmenin namina o binler hakikat kuvvetinde olan âyeti tekrar ederek, izzet-i Rabbâniye o zalim kavimlerin azabini ve rahîmiyet-i Ilahiye dahi enbiyanin necatlarini iktiza ettigini ders vermek için binler defa tekrar olsa yine ihtiyaç ve istiyak var ve îcazli ve i'câzli bir ulvî belâgattir. Hem meselâ: Sûre-i Rahman'da tekrar edilen فَبِاَىِّ اَلآَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ âyeti ile Sûre-i Mürselât'ta وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِلْمُكَذِّبِينَ âyeti, cinn ve nev'-i besere, kâinati kizdiran ve arz ve semâvati hiddete getiren ve hilkat-i âlemin neticelerini bozan ve hasmet-i saltanat-i Ilahiyeye karsi inkâr ve istihfafla mukabele eden küfür ve küfranlarini ve zulümlerini ve bütün mahlukatin hukuklarina tecavüzlerini asirlara ve arza ve semâvata tehdidkârane haykiran bu iki âyet, böyle binler hakikatlarla alâkadar ve binler mes'ele kuvvetinde olan bir ders-i umumîde binler defa tekrar edilse yine lüzum var ve celalli bir îcaz ve cemâlli bir i'câz-i belâgattir.
Hem meselâ: Kur'anin hakikî ve tam bir nevi münacati ve Kur'andan çikan bir çesit hülâsasi olan Cevsen-ül Kebir namindaki münacat-i Peygamberîde (A.S.M.) yüz defa
سُبْحَانَكَ يَا لآَ اِلهَ اِلآَّ اَنْتَ اْلاَمَانُ اْلاَمَانُ خَلِّصْنَا وَ اَجِرْنَا وَ نَجِّنَا مِنَ النَّارِ
cümlesinin tekrarinda tevhid gibi kâinatça en büyük hakikat ve
sh: » (S: 479)
mahlukatin rubûbiyete karsi tesbih ve tahmid ve takdis gibi üç muazzam vazifesinden en ehemmiyetli bir vazifesi ve sekavet-i ebediyeden kurtulmak gibi nev'-i insanin en dehsetli mes'elesi ve ubûdiyet ve acz-i beserin en lüzumlu neticesi bulunmasi cihetiyle binler defa tekrar edilse yine azdir.
Iste tekrarat-i Kur'aniye bu gibi esâslara bakiyor. Hattâ bâzan bir sahifede iktiza-yi makam ve ihtiyac-i ifham ve belâgat-i Beyân cihetiyle yirmi defa sarihan ve zimnen tevhid hakikatini ifade eder. Degil usanç, belki kuvvet ve sevk verir. Risale-i Nur'da, tekrarat-i Kur'aniye ne kadar yerinde ve münasib ve belâgatça makbul oldugu hüccetleriyle Beyân edilmis.
Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyân'in Mekke Sûreleriyle Medine Sûreleri belâgat noktasinda ve i'câz cihetinde ve tafsil ve icmâl vechinde birbirinden ayri olmasinin sirri ve hikmeti sudur ki: Mekke'de birinci safta muhatâb ve muarizlari, Kureys müsrikleri ve ümmîleri oldugundan belâgatça kuvvetli bir üslûb-u âlî ve îcazli, mukni', kanaat verici bir icmâl ve tesbit için tekrar lâzim geldiginden ekseriyetle Mekkiye Sûreleri erkân-i îmâniyeyi ve tevhidin mertebelerini gâyet kuvvetli ve yüksek ve i'câzli bir îcaz ile tekrar edip ifade ederek mebde' ve meadi, Allah'i ve âhireti, degil yalniz bir sahifede, bir âyette, bir cümlede, bir kelimede; belki bâzan bir harfte ve takdim, te'hir ve târif ü tenkir ve hazf ü zikir gibi heyetlerde öyle kuvvetli isbat eder ki, ilm-i belâgatin dâhî imamlari hayretle karsilamislar. Risale-i Nur ve bilhassa Kur'anin kirk vech-i i'câzini icmâlen isbat eden Yirmibesinci Söz, zeyilleriyle beraber ve Kur'anin nazmindaki vech-i i'câzi hârika bir tarzda isbat eden Arabî Risale-i Nur'dan "Isarat-ül I'câz" tefsiri bilfiil göstermisler ki, Mekkiye olan Sûre ve âyetlerde en âlî bir üslûb-u belâgat ve en yüksek bir i'câz-i îcazî vardir. Amma Medeniye Sûre ve âyetlerde birinci safta muhatâb ve muarizlari ise, Allah'i tasdik eden Yahudi ve Nasara gibi ehl-i kitab oldugundan mukteza-yi belâgat ve irsad ve mutabik-i makam ve halin lüzumundan, sade ve vazih ve tafsilli bir üslûbla ehl-i kitaba karsi dinin yüksek usûlünü ve îmânin rükünlerini degil, belki medâr-i ihtilaf olan seriatta ve ahkâmda ve teferruatin ve küllî kanunlarin mense'leri ve sebebleri olan cüz'iyatin Beyâni lâzim geldiginden o Medeniye Sûre ve âyetlerde ekseriyetle tafsil ve izah ve sade üslûbla Beyânât içinde Kur'ana mahsus emsalsiz bir tarz-i Beyânla, birden o cüz'î teferruat hâdisesi içinde yüksek, kuvvetli bir fezleke, bir hâtime, bir hüccet
sh: » (S: 480)
ve o cüz'î hâdise-i ser'iyeyi küllîlestiren ve imtisâlini îmân-i billah ile temin eden bir cümle-i tevhidiyeyi ve îmâniyeyi ve uhreviyeyi zikreder. O makami nurlandirir, ulvîlestirir. Risale-i Nur, âyetlerin âhirlerinde ekseriyetle gelen
اِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ اِنَّ اللَّهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ وَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ
gibi tevhidi ve âhireti ifade eden fezlekelerde ve hâtimelerde ne kadar yüksek bir belâgat ve meziyetler ve cezâletler ve nükteler bulundugunu Yirmibesinci Söz'ün Ikinci Su'lesinin Ikinci Nurunda o fezleke ve hâtimelerin pekçok nüktelerinden ve meziyetlerinden on tanesini Beyân ederek, o hülâsalarda biru'cize-i kübrâ bulundugunu muannidlere de isbat etmis. Evet Kur'an, o teferruat-i ser'iye ve kavanin-i içtimaiyenin Beyâni içinde birden muhatâbin nazarini yüksek ve küllî noktalara kaldirip, sade üslûbu bir ulvî üslûba ve seriat dersinden tevhid dersine çevirerek Kur'ani, hem bir kitab-i seriat ve ahkâm ve hikmet, hem bir kitab-i akide ve îmân ve zikir ve fikir ve dua ve davet oldugunu gösterip her makamda çok makasid-i irsadiye-i Kur'aniyeyi ders vermesiyle Mekkiye âyetlerin tarz-i belâgatlarindan ayri ve parlak mu'cizane bir cezâlet izhar eder. Bâzan iki kelimede meselâ رَبَّ الْعَالَمِينَ ve رَبُّكَ de, رَبُّكَ tâbiriyle ehadiyeti ve رَبُّ الْعَالَمِينَ ile vâhidiyeti bildirir. Ehadiyet içinde vâhidiyeti ifade eder. Hattâ bir cümlede; bir zerreyi bir gözbebeginde gördügü ve yerlestirdigi gibi, Günes'i ayni âyetle, ayni çekiçle gögün gözbebeginde yerlestirir ve göge bir göz yapar. Meselâ: خَلَقَ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ âyetinden sonra يُولِجُ الَّيْلَ فِى النَّهَارِ وَيُولِجُ النَّهَارَ فِى الَّيْلِ âyetinin akabinde وَ هُوَ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ der. "Zemin ve göklerin hasmet-i hilkatinde kalbin dahi hatiratini bilir, idare eder." der, tarzinda bir Beyânât cihetiyle o sade ve ümmiyet mertebesini ve avâmin
sh: » (S: 481)
fehmini nazara alan o basit ve cüz'î muhavere, o tarz ile ulvî ve cazibedâr ve umumî ve irsadkâr bir mükâlemeye döner.
Bir Sual: "Bâzan ehemmiyetli bir hakikat, sathî nazarlara görünmediginden ve Bâzi makamlarda cüz'î ve âdi bir hâdiseden yüksek bir fezleke-i tevhidi veya küllî bir düsturu Beyân etmekte münasebet bilinmediginden, bir kusur tevehhüm edilir. Meselâ: "Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm, kardesini bir hile ile almasi" içinde وَفَوْقَ كُلِّ ذِى عِلْمٍ عَلِيمٌ diye gâyet yüksek bir düsturun zikri, belâgatça münasebeti görünmüyor. Bunun sirri ve hikmeti nedir?"
Elcevab: Herbiri birer küçük Kur'an olan ekser uzun Sûre ve mutavassitlarda ve çok sahife ve makamlarda yalniz iki-üç maksad degil, belki Kur'an mahiyeti, hem bir kitab-i zikir ve îmân ve fikir, hem bir kitab-i seriat ve hikmet ve irsad gibi, çok kitablari ve ayri ayri dersleri tâzammun ederek rubûbiyet-i Ilahiyenin herseye ihâtasini ve hasmetli tecelliyatini ifade etmek cihetiyle, kâinat kitab-i kebirinin bir nevi kiraati olan Kur'an, elbette her makamda, hattâ bâzan bir sahifede çok maksadlari tâkiben mârifetullahtan ve tevhidin mertebelerinden ve îmân hakikatlarindan ders verdigi haysiyetiyle, öbür makamda, meselâ zâhirce zaîf bir münasebetle, baska bir ders açar ve o zaîf münasebete çok kuvvetli münasebetler iltihak ederler. O makama gâyet mutabik olur, mertebe-i belâgati yükseklenir.
Ikinci Bir Sual: "Kur'anda sarihan ve zimnen ve isareten, âhiret ve tevhidi ve beserin mükâfat ve mücazatini binler defa isbat edip nazara vermenin ve her Sûrede, her sahifede, her makamda ders vermenin hikmeti nedir?"
Elcevab: Daire-i imkânda ve kâinatin sergüzestine ait inkilablarda ve emanet-i kübrâyi ve hilafet-i arziyeyi omuzuna alan nev'-i beserin sekavet ve saadet-i ebediyeye medâr olan vazifesine dair en ehemmiyetli, en büyük, en dehsetli mes'elelerinden en âzametlilerini ders vermek ve hadsiz sübheleri izale etmek ve gâyet siddetli inkârlari ve inadlari kirmak cihetinde elbette o dehsetli inkilablari tasdik ettirmek ve o inkilablarin âzametinde büyük ve besere en elzem ve en zarurî mes'eleleri teslim ettirmek için Kur'an, binler defa degil,
sh: » (S: 482)
belki milyonlar defa onlara baktirsa yine israf degil ki, milyonlar kerre tekrar ile o bahisler Kur'anda okunur, usanç vermez, ihtiyaç kesilmez. Meselâ:
اِنَّ َالَّذِينَ اَمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّاِلحَاتِ لَهُمْ جَنَّاتٌ تَجْرِى مِنْ تَحْتِهَا اْلاَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا
âyetinin gösterdigi müjde-i saadet-i ebediye hakikati, "Bîçare besere her dakika kendini gösteren hakikat-i mevtin; hem insani, hem dünyasini, hem bütün ahbabini idam-i ebedîsinden kurtarip ebedî bir saltanati kazandirir" dediginden milyarlar defa tekrar edilse ve kâinat kadar ehemmiyet verilse yine israf olmaz, kiymetten düsmez. Iste bu çesit hadsiz kiymetdar mes'eleleri ders veren ve kâinati bir hâne gibi degistiren ve seklini bozan dehsetli inkilablari tesis etmekte iknaa ve inandirmaya ve isbata çalisan Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyân elbette sarihan ve zimnen ve isareten binler defa o mes'elelere nazar-i dikkati celbetmek; degil israf, belki ekmek, ilâç, hava ve ziya gibi birer hacet-i zaruriye hükmünde ihsanini tazelendirir. Hem meselâ: اِنَّ الْكَافِرِينَ فِى نَارِ جَهَنَّمَ ve وَ الظّالِمِينَ لَهُمْ عَذَابٌ اَلِيمٌ gibi tehdid âyetlerini Kur'an gâyet siddetle ve hiddetle ve gâyet kuvvet ve tekrarla zikretmesinin hikmeti ise; -Risale-i Nur'da kat'î isbat edildigi gibi- beserin küfrü, kâinatin ve ekser mahlukatin hukuklarina öyle bir tecavüzdür ki, semâvati ve arzi kizdiriyor ve anasiri hiddete getirip tufanlarla o zalimleri tokatliyor. اِذَآ اُلْقُوا فِيهَا سَمِعُوا لَهَا شَهِيقًا وَهِىَ تَفُورُ تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ âyetinin sarahatiyla o zalim münkirlere Cehennem öyle öfkeleniyor ki, hiddetinden parçalanmak derecesine geliyor. Iste böyle bir cinâyet-i âmmeye ve hadsiz bir tecavüze karsi beserin küçüklük ve ehemmiyetsizligi noktasinda degil, belki zalîmâne cinâyetinin âzametine ve kâfirane tecavüzünün dehsetine karsi Sultan-i Kâinat kendi raiyetinin hukukunun ehemmiyetini ve o münkirlerin küfür ve
sh: » (S: 483)
zulmündeki nihayetsiz çirkinligini göstermek hikmetiyle fermaninda gâyet hiddet ve siddetle o cinâyeti ve cezasini degil bin defa, belki milyonlar ve milyarlar ile tekrar etse, yine israf ve kusur degil ki, bin seneden beri yüzer milyon insanlar hergün usanmadan Kemâl-i istiyakla ve ihtiyaçla okurlar.
Evet hergün, her zaman, herkes için bir âlem gider, taze bir âlemin kapisi kendine açilmasindan, geçici herbir âlemini nurlandirmak için ihtiyaç ve istiyakla لآاِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ cümlesini bin defa tekrar ile o degisen perdelerin herbirisine bir لآاِلَهَ اِلاَّاللَّهُ i bir lâmba yaptigi gibi, öyle de: O kesretli, geçici perdeleri ve o tazelenen seyyar kâinatlari karanliklandirmamak ve âyine-i hayatinda in'ikas eden Sûretlerini çirkinlestirmemek ve lehinde sahid olabilen o misafir vaziyetleri aleyhine çevirmemek için, o cinâyetlerin cezalarini ve Padisah-i Ezelî'nin siddetli ve inadlari kiran tehdidlerini Kur'ani okumakla takdir etmek ve nefsinin tugyanindan kurtulmaya çalismak hikmetiyle, Kur'an gâyet mânidar tekrar eder ve bu derece kuvvet ve siddet ve tekrar ile tehdidat-i Kur'aniyeyi hakikatsiz tevehhüm etmekten, seytan bile kaçar. Onlari dinlemeyen münkirlere Cehennem azabi ayn-i adâlet tir, diye gösterir.
Hem meselâ: Asâ-yi Mûsa gibi çok hikmetleri ve faideleri bulunan kissa-i Mûsa'nin (A.S.) ve sâir Enbiyanin (A.S.) kissalarini çok tekrarinda, Risâlet-i Ahmediyenin (A.S.M.) hakkaniyetine bütün Enbiyanin nübüvvetlerini bir hüccet gösterip onlarin umumunu inkâr edemeyen, bu zâtin Risâletini hakikat noktasinda inkâr edemez hikmetiyle ve herkes her vakit bütün Kur'ani okumaya muktedir ve muvaffak olamadigindan herbir uzun ve mutavassit Sûreyi birer küçük Kur'an hükmüne getirmek için ehemmiyetli erkân-i îmâniye gibi o kissalari tekrar etmesi, degil israf belki mukteza-yi belâgattir ve hâdise-i Muhammediye (A.S.M.) bütün benî-Âdemin en büyük hâdisesi ve kâinatin en âzametli mes'elesi oldugunu ders vermektir.
Evet Kur'anda Zât-i Ahmediyeye en büyük makam vermek ve dört erkân-i îmâniyeyi içine almakla لآَاِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ rüknüne
sh: » (S: 484)
denk tutulan مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللَّهِ Risâlet-i Muhammediye (A.S.M.) kâinatin en büyük hakikati ve Zât-i Ahmediye (A.S.M.), bütün mahlukatin en esrefi ve hakikat-i Muhammediye (A.S.M.) tâbir edilen küllî sahsiyet-i mâneviyesi ve makam-i kudsîsi, iki cihanin en parlak bir günesi olduguna ve bu hârika makama liyakatina dair pekçok hüccetleri ve emâreleri, kat'î bir Sûrette Risale-i Nur'da isbat edilmis. Binden birisi sudur ki: اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ düsturuyla, bütün ümmetinin bütün zamanlarda isledigi hasenatin bir misli onun defter-i hasenatina girmesi ve bütün kâinatin hakikatlarini, getirdigi nur ile nurlandirmasi, degil yalniz cinn ve insi ve melegi ve zîhayatlari, belki kâinati ve semâvati ve arzi minnetdar eylemesi ve istidad lisaniyla nebâtatin dualari ve ihtiyac-i fitrî diliyle hayvanatin dualari, gözümüz önünde bilfiil kabûl olmasinin sehadetiyle milyonlar, belki milyarlar fitrî ve reddedilmez dualari makbul olan sulehâ-yi ümmeti her gün o zâta (A.S.M.) salât ü selâm ile rahmet dualari ve mânevî kazançlarini en evvel o zâta (A.S.M.) bagislamalari ve bütün ümmetçe okunan Kur'anin üçyüzbin hurufunun herbirisinde on sevabdan tâ yüz, tâ bin hasene ve meyve vermesinden yalniz kiraat-i Kur'an cihetiyle defter-i a'maline hadsiz nurlar girmesi haysiyetiyle o zâtin (A.S.M.) sahsiyet-i mâneviyesi olan hakikat-i Muhammediye (A.S.M.), istikbalde bir secere-i tûbâ-i Cennet hükmünde olacagini Allâm-ül Guyub bilmis ve görmüs ve o makama göre Kur'aninda o azîm ehemmiyeti vermis ve fermaninda ona tebaiyeti ve sünnet-i seniyesine ittiba ile sefaatine mazhariyeti en ehemmiyetli bir mes'ele-i insâniye göstermis ve o hasmetli secere-i tûbânin bir çekirdegi olan sahsiyet-i beseriyetini ve bidayetteki vaziyet-i insâniyesini arasira nazara almasidir. Iste Kur'anin tekrar edilen hakikatlari bu kiymette oldugundan, tekraratinda kuvvetli ve genis bir mu'cize-i mâneviye bulunmasina fitrat-i selime sehadet eder. Meger maddiyyunluk taunuyla maraz-i kalbe ve vicdan hastaligina mübtelâ ola...
قَدْ يُنْكِرُ الْمَرْءُ ضَوْءَ الشَّمْسِ مِنْ رَمَدٍ { وَ يُنْكِرُ الْفَمُ طَعْمَ الْمَاءِ مِنْ سَقَمٍ
kaidesine dâhil olur.
***
sh: » (S: 485)
Bu Onuncu Mes'eleye bir
hâtime olarak iki hasiye:
Birincisi: Bundan oniki sene evvel isittim ki, en dehsetli ve muannit bir zindik Kur'ana karsi suikasdini tercümesiyle yapmaga baslamis ve demis ki: «Kur'an tercüme edilsin, tâ, ne mal oldugu bilinsin.» Yâni, lüzumsuz tekrarati herkes görsün ve tercümesi Onun yerinde okunsun diye dehsetli bir plân çevirmis. Fakat, Risale-i Nurun cerhedilmez hüccetleri kat'î isbat etmis ki: Kur'anin hakikî tercümesi kabil degil ve lisan-i nahvî olan lisan-i Arabî yerinde Kur'anin meziyetlerini ve nüktelerin baska lisan muhafaza edemez ve herbir harfi, on adetten bine kadar sevab veren kelimât-i Kur'aniyenin mu'cizâne ve cem'iyyetli tâbirleri yerinde beserin âdî ve cüz'î tercümeleri tutamaz. Onun yerinde câmilerde okunmaz diye Risale-i Nur her tarafta intisariyle o dehsetli plâni akîm birakti. Fakat, o zindiktan ders alan münafiklar, yine seytan hesabina Kur'an Günesini üflemekle söndürmege ahmak çocuklar gib ahmakâne ve dîvânecesine çalismalari sebebiyle bana gâyet siki ve sikici ve sikintili bir hâletle bu Onuncu Mes'ele yazdirildi tahmin ediyorum. Baskalar ile görüsemedigim için hakikat-i hâli bilmiyorum.
Ikinci Hâsiye: Denizli hapsinden tahliyemizden sonra meshur Sehir Otelinin yüksek katinda oturmustum. Karsimda güzel bahçelerde kesretli kavak agaçlari birer halka-i zikir tarzinda gâyet lâtif, tatli bir Sûrette hem kendileri, hem dallari, hem yapraklari, havanin dokunmasiyle cezbedârâne ve cazibekârane hareketle rakslari, kardeslerimin müfarakatlarindan ve yalniz kaldigimdan hüzünlü ve gamli kalbime ilisti. Birden güz ve kis mevsimi hâtira geldi ve bana bir gaflet basti. Ben, o kemâl-i nes'e ile cilvelenen o nâzenin kavaklara ve zîhayatlara o kadar acidim ki, gözlerim yas ile
sh:» (S: 486)
doldu. Kâinatin süslü perdesi altindaki ademleri firaklari ihtar ve ihsasiyle kâinat dolusu firaklarin, zevallerin hüzünleri basima toplandi. Birden hakikat-i Muhammediyyenin (A.S.M.) getirdigi nur, imdâda yetisti. O hadsiz hüzünleri ve gamlari, sürurlara çevirdi. Hattâ o nurun, herkes ve her ehl-i îman gibi benim hakkimda milyon feyzinden yalniz o vakitte, o vaziyete temas eden imdat ve tesellisi için Zât-i Muhammediyeye (A.S.M.) karsi ebediyyen minnettar oldum. Söyle ki:
Ol nazar-i gaflet, o mübarek nâzeninleri; vazifesiz, neticesiz, bir mevsimde görünüp, hareketleri nes'eden degil, belki güya ademden ve firaktan titreyerek hiçlige düstüklerini göstermekle, herkes gibi bendeki ask-i beka ve hubb-u mehâsin ve sefkat-i cinsiye ve hayatiyeye medâr olan damarlarima o derece dokundu ki, böyle dünyayi bir mânevî cehenneme ve akli bir tâzib âletine çevirdigi sirada, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmin besere hediye getirdigi nur perdeyi kaldirdi; îdam, adem, hiçlik, vazifesizlik, abes, firak yerlerinde o kavaklarin herbirinin yapraklari adedince hikmetleri ve mânâlari ve Risale-i Nurda isbat edildigi gibi, üç kisma ayrilan neticeleri ve vazifeleri var diye gösterdi.
Birinci Kisim: Sâni-i Zülcelâlin esmâsina bakar. Meselâ: Nasil bir usta hârika bir makinayi yapsa; herkes o zâta «Mâsâallah, bârekâllah» deyip alkislar. Öyle de: O makina dahi, ondan maksud neticeleri tam tamina göstermesiyle, lisan-i hâliyle ustasini tebrik eder, alkislar. Her zîhayat ve hersey böyle bir makinadir, ustasini tesbihlerle alkislar.
Ikinci Kisim Hikmetleri ise: Zîhayatin ve zîsuurun nazarlarina bakar. Onlara sirin bir mütalâagâh, birer kitab-i mârifet olur. Mânâlarini zîsuurun zihinlerinde ve sûretlerini kuvve-i hâfizalarinda ve elvah-i misâliyyede ve âlem-i gaybin defterlerinde daire-i vücudda birakip, sonra âlem-i sehadeti terkeder, âlem-i gayba çekilir. Demek, sûrî bir vücudu birakir, mânevî ve gaybî ve ilmî çok vücudlari kazanir. Evet, mâdem Allah var ve ilmi ihâta eder. Elbette adem, îdam, hiçlik, mahv, fena; hakikat noktasinda ehl-i îmanin
sh:» (S: 487)
dünyasinda yoktur ve kâfirlerin dünyalari ademle, firakla, hiçlikle, fânilikle doludur. Iste bu hakikati, umumun lisaninda gezen bu gelen darb-i mesel ders verip, der: «Kimin için Allah var, ona hersey var ve kimin için yoksa, hersey ona yoktur... hiçtir.»
Elhasil: Nasilki îman, ölüm vaktinde insani îdam-i ebedîden kurtariyor; öyle de: Herkesin hususî dünyasini dahi îdamdan ve hiçlik karanliklarindan kurtariyor. Ve küfür ise.. hususen küfr-ü mutlak olsa; hem o insani, hem hususî dünyasini ölümle îdam edip mânevî cehennem zulmetlerine atar. Hayatinin lezzetlerini aci zehirlere çevirir. Hayat-i dünyeviyyeyi âhirete tercih edenlerin kulaklari çinlasin. Gelsinler, buna ya bir çare bulsunlar veya îmânâ girsinler. Bu dehsetli hasarâttan kurtulsunlar.
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
Duaniza çok muhtaç ve size çok müstak
kardesiniz
S A I D N U R S Î
* * *