MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 29. MEKTUP
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
Yirmidokuzuncu Mektub
[Yirmidokuzuncu Mektub "Dokuz Kisim"dir. Bu kisim, Birinci Kisimdir; "Dokuz Nükte"dir.]
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
Aziz, siddik kardesim ve hizmet-i Kur'aniyede pek ciddî bir arkadasim!
Bu defaki mektubunda, vaktim ve halim müsaade etmedigi mühim bir mes'eleye dair cevab istiyorsun.
Kardesim, bu sene elhamdülillah risaleleri yazanlar pek çogalmis. Ikinci tashih bana geliyor. Sabahtan aksama kadar sür'atli bir tarzda mesgul oluyorum. Çok mühim islerim de geri kaliyor ve bu vazifeyi daha azîm görüyorum. Hususan Saban ve Ramazanda, akildan ziyade kalb hissedardir, ruh hareket eder. Su mes'ele-i azîmeyi baska vakte ta'lik edip, ne vakit Cenâb-i Hakk'in rahmetinden kalbe sünuhat gelse, tedricen size yazilir. Simdilik "Üç Nükte"yi (Hâsiye) beyan edecegim:
Birinci Nükte: "Kur'an-i Hakîm'in esrari bilinmiyor, müfessirler hakikatini anlamamislar." diye beyan olunan fikrin iki yüzü var ve onu diyen, iki taifedir.
Birincisi: Ehl-i hak ve ehl-i tedkiktir. Derler ki: "Kur'an, bitmez ve tükenmez bir hazinedir. Her asir nusus ve muhkematini teslim ve kabul ile beraber, tetimmat kabilinden hakaik-i hafiyesinden dahi hissesini alir; baskasinin gizli kalmis hissesine ilismez." Evet zaman geçtikçe, Kur'an-i Hakîm'in daha ziyade hakaiki inkisaf eder demektir. Yoksa hâsâ ve kellâ selef-i sâlihînin beyan ettikleri hakaik-i zâhiriye-i Kur'aniyeye süphe getirmek degil. Çünki onlara îman lâzimdir. Onlar nasstir, kat'îdir,
______________________________ __
(Hâsiye): Bilâhare Dokuz Nükteye tamamlanmistir.
sh: » (M: 415)
esastirlar, temeldirler. Kur'an عَرَبِىّ ٌ مُبِينٌ fermaniyla mânasi vazih oldugunu bildirir. Bastan basa hitab-i Ilâhî, o mânalar üzerine döner, takviye eder, bedahet derecesine getirir. O mensus mânalari kabul etmemekten, hâsâ sümme hâsâ, Cenâb-i Hakk'i tekzib ve Hazret-i Risalet'in fehmini tezyif etmek çikar. Demek maânî-i mensusa, müteselsilen menba'-i Risaletten alinmistir. Hattâ Ibn-i Cerir-i Taberî bütün maânî-i Kur'ani muan'an sened ile müteselsilen menba'-i Risalete îsal etmis ve o tarzda, mühim ve büyük tefsirini yazmis.
Ikinci Taife: Ya akilsiz bir dosttur, kas yapayim derken göz çikariyor veya seytan akilli bir düsmandir ki, ahkâm-i Islâmiye ve hakaik-i îmaniyeye karsi gelmek istiyor. Kur'an-i Hakîm'in -senin tabirinle- birer polat kal'asi hükmünde olan surlu sureleri içinde yol bulmak istiyor. Böyleler, hâsâ hakaik-i îmaniye ve Kur'aniyeye süphe îras etmek için bu nevi sözleri isaa ediyorlar.
Ikinci Nükte: Cenâb-i Hak, Kur'anda çok seylere kasem etmis. Kasemat-i Kur'aniyede çok büyük nükteler var, çok sirlar var.
Meselâ: وَالشَّمْسِ وَضُحَيهَا da kasem, Onbirinci Söz'deki muhtesem temsilin esasina isaret eder. Kâinati bir saray ve bir sehir suretinde gösterir.
Hem يس* وَالْقُرْآنِ اْلحَكِيمِ deki kasem ile, i'cazat-i Kur'aniyenin kudsiyetini ve ona kasem edilecek bir derece-i hürmette oldugunu ihtar eder.
وَ النّجْمِ اِذَا هَوَى * فَلاَ اُقْسِمُ ِبمَوَاقِعِ النُّجُومِ *وَاِنَّهُ لَقَسَمٌ لَوْ تَعْلَمُونَ عَظِيمٌ
deki kasem; yildizlarin sukutuyla vahye süphe îrâs etmemek için cin ve seytanlarin gaybî haberlerden kesilmelerine alâmet olduguna isaret etmekle beraber; yildizlari dehsetli azametleriyle ve kemal-i intizam ile yerlerine yerlestirmek ve seyyaratlari hayret-engiz bir surette döndürmekteki azamet-i kudret ve kemal-i hikmeti, o kasem ile ihtar ediyor.
وَالذَّارِيَاتِ * وَالْمُرْسَلاَتِ
sh: » (M: 416)
daki kasemde; havanin temevvücati ve tasrifati içinde mühim hikmetleri ihtar etmek için, rüzgârlara memur melâikelere kasem ile nazar-i dikkati celbediyor ki, tesadüfî zannolunan unsurlar, çok nazik hikmetleri ve ehemmiyetli vazifeleri görüyorlar. Ve hâkeza... Herbir mevkiin, ayri ayri nüktesi ve faidesi vardir. Vakit müsaid olmadigi için, yalniz icmalen وَ التِّينِ وَ الزَّيْتُونِ kasemindeki çok nüktelerinden bir nükteye isaret edecegiz. Söyle ki:
Cenâb-i Hak, tîn ve zeytin ile kasem vasitasiyla, azamet-i kudretini ve kemal-i rahmetini ve büyük nimetlerini ihtar ederek, esfel-i sâfilîn tarafina giden insanin yüzünü o taraftan çevirip, sükür ve fikir ve îman ve amel-i sâlih ile tâ a'lâ-yi illiyyîne kadar terakkiyat-i maneviyeye mazhar olabilmesine isaret ediyor. Nimetler içinde tîn ve zeytinin tahsisinin sebebi; o iki meyvenin çok mübarek ve nâfi' olmasi ve hilkatlerinde de, medar-i dikkat ve nimet çok seyler bulunmasidir. Çünki hayat-i içtimaiye ve ticariye ve tenviriye ve gida-yi insaniye için zeytin en büyük bir esas teskil ettigi gibi; incirin hilkati, zerre gibi bir çekirdekte koca incir agacinin cihazatini saklayip dercetmek gibi, bir hârika mu'cize-i kudreti gösterdigi gibi; taaminda, menfaatinde ve ekser meyvelere muhalif olarak devaminda ve daha sair menafiindeki nimet-i Ilâhiyeyi kasem ile hatira getiriyor. Buna mukabil, insani îman ve amel-i sâlihe çikarmak ve esfel-i sâfilîne düsürmemek için bir ders veriyor.
Üçüncü Nükte: Surelerin baslarindaki huruf-u mukattaa Ilâhî bir sifredir. Has abdine, onlarla bazi isaret-i gaybiye veriyor. O sifrenin miftahi, o abd-i hastadir, hem onun veresesindedir. Kur'an-i Hakîm mâdem her zaman ve her taifeye hitab ediyor; her asrin her tabakasinin hissesini câmi' çok mütenevvi' vücuhlari, manalari olabilir. Selef-i Sâlihîn ise, en hâlis parça onlarindir ki, beyan etmisler. Ehl-i velayet ve tahkik, seyr ü sülûk-u ruhaniyeye ait çok muamelât-i gaybiye isaratini onlarda bulmuslar. Isarat-ül I'caz Tefsirinde, "El-Bakara" Suresinin basinda, i'caz-i belâgat noktasinda bir nebze onlardan bahsetmisiz; müracaat edilsin.
Dördüncü Nükte: Kur'an-i Hakîm'in hakikî tercümesi kabil
sh: » (M: 417)
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 29. MEKTUP
olmadigini Yirmibesinci Söz isbat etmistir. Hem manevî i'cazindaki ulviyet-i üslûb ise, tercümeye gelmez. Manevî i'cazinda olan ulviyet-i üslûb cihetinden gelen zevk ve hakikati beyan ve ifham etmek pek müskil. Fakat yolu göstermek için bir-iki cihete isaret edecegiz. Söyle ki:
Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyan
وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ
وَالسَّموَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ * يَخْلُقُكُمْ فِى بُطُونِ اُمَّهَاتِكُمْ خَلْقًا مِنْ بَعْدِ خَلْقٍ فِى ظُلُمَاتٍ ثَلَثٍ * خَلَقَ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ * يَحُولُ بَيْنَ اْلمَرْءِ وَقَلْبِهِ * لاَ يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ * يُولِجُ الّيْلَ فِى النّهَارِ وَيُولِجُ النّهَارَ فِى الّيْلِ وَ هُوَ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ
gibi âyetlerle, o derece hârika bir ulviyet-i üslûb ve i'cazkârane bir cem'iyet içinde hallakiyetin hakikatini hayale tasvir ediyor, gösteriyor ki: "Sâni'-i Âlem olan su kâinatin ustasi, is basinda olarak Sems ve Kamer'i hangi çekiç ile yerlerine çakiyorsa; ayni çekiç ile, ayni anda zerreleri yerlerine -meselâ zîhayatlarin gözbebeklerinde- yerlestiriyor. Semavati hangi ölçü ile, hangi manevî âlet ile tertib edip açiyorsa; ayni anda, ayni tertib ile gözün perdelerini açar, yapar, tanzim eder, yerlestirir. Hem Sâni'-i Zülcelâl manevî kudretin hangi manevî çekici ile yildizlari göklere çakiyorsa, ayni o manevî çekiç ile, beserin sîmasindaki hadsiz alâmet-i farika noktalarini ve zâhirî ve bâtinî duygularini yerlerine naksediyor" diye ifade eder. Demek o Sâni'-i Zülcelal is basinda... Islerini hem göze, hem kulaga göstermek için, âyât-i Kur'aniye ile, bir çekici zerreye vuruyor; ayni âyetin diger kelimesiyle, o çekici Sems'e vuruyor; merkezine çakar gibi ulvî üslûb ile vahdaniyeti ayn-i ehadiyet içinde ve nihayet celâli nihayet cemal içinde ve nihayet azameti nihayet hafâ içinde ve nihayet vüs'ati nihayet dikkat içinde ve nihayet hasmeti nihayet rahmet içinde ve nihayet bu'diyeti nihayet kurbiyet içinde gösterir. Muhal telakki edilen cem'-i ezdadin en uzak mertebesini, vâcib derecesindeki bir suretini
sh: » (M: 418)
ifade eder, isbat edip gösterir. Iste bu tarz ifadesi ve üslûbudur ki; en hârika edibleri, belâgatina secde ettiriyor.
Hem meselâ وَمِنْ آيَاتِهِ اَنْ تَقُومَ السّمَاءُ وَاْلاَرْضُ بِاَمْرِهِ ثُمَّ اِذَا دَعَاكُمْ دَعْوَةً مِنَ اْلاَرْضِ اِذَا اَنْتُمْ تَخْرُجُونَ âyetiyle, söyle bir üslûb-u âlî ile saltanat-i rububiyetindeki hasmeti gösterir. Söyle ki:
"Gökler ve zemin; iki muti' kisla hükmünde ve iki muntazam ordu merkezi suretinde tek bir emirle veya boru gibi bir isaretle, o iki kislada fena ve adem perdesinde yatan mevcudat, o emre kemal-i sür'atle ve itaatle "Lebbeyk!" deyip, meydan-i hasir ve imtihana çikarlar."
Iste hasir ve kiyameti ne kadar mu'cizane bir üslûb-u âlî ile ifade edip ve o davanin içinde bir delil-i iknaîye isaret ediyor ki: Bilmüsahede nasilki zeminin cevfinde saklanmis ve ölmüs hükmündeki tohumlar ve cevv-i semada, ademde ve küre-i havaiyede dagilmis, saklanmis katreler; nasil kemal-i intizam ve sür'atle hasrolup her baharda meydan-i tecrübe ve imtihana çikiyorlar; zeminde hububat, semada katarat her vakit bir mahser-nümun suretini alirlar; öyle de, hasr-i ekber dahi öyle kolay zuhur eder. Mâdem bunu görüyorsunuz, onu dahi inkâr edemezsiniz. Ve hâkeza... Su âyetlere, sair âyâttaki derece-i belâgati kiyas edebilirsiniz. Acaba, su tarzdaki âyâtin hakikî tercümesi mümkün müdür? Elbette degildir! Olsa olsa, ya kisa bir meal-i icmalî veya âyetin her cümlesi için bes-alti satir tefsir yazmak lâzim gelir.
Besinci Nükte: Meselâ "Elhamdülillah" bir cümle-i Kur'aniyedir. Bunun en kisa mânasi, ilm-i Nahiv ve Beyan kaidelerinin iktiza ettigi sudur:
كُلُّ فَرْدٍ مِنْ اَفْرَادِ الْحَمْدِ مِنْ اَىِّ حَامِدٍ صَدَرَ وَعَلَى اَىِّ مَحْمُودٍ وَقَعَ مِنَ اْلاَزَلِ اِلَى اْلاَبَدِ خَاصٌّ وَمُسْتَحِقٌّ لِلذَّاتِ الْوَاجِبِ الْوُجُودِ الْمُسَمّىَ بِاللّهِ
sh: » (M: 419)
Yani: "Ne kadar hamd ve medh varsa, kimden gelse, kime karsi da olsa, ezelden ebede kadar hastir ve lâyiktir o Zât-i Vâcib-ül Vücud'a ki, Allah denilir." Iste "ne kadar hamd varsa", "el-i istigrak"tan çikiyor. "Her kimden gelse" kaydi ise, "hamd" masdar olup fâili terk edildiginden, böyle makamda umumiyeti ifade eder. Hem mef'ulün terkinde, yine makam-i hitabîde külliyet ve umumiyeti ifade ettigi için, "her kime karsi olsa" kaydini ifade ediyor. "Ezelden ebede kadar" kaydi ise; fi'lî cümlesinden ismî cümlesine intikal kaidesi, sebat ve devama delalet ettigi için, o manayi ifade ediyor. "Has ve müstehak" manasini "Lillah"taki "lâm-i cer" ifade ediyor. Çünki o "lâm", ihtisas ve istihkak içindir. "Zât-i Vâcib-ül Vücud" kaydi ise; vücub-u vücud, Ulûhiyetin lâzim-i zarurîsi ve Zât-i Zülcelâl'e karsi bir ünvan-i mülahaza oldugundan, "Lafzullah" sair esmâ ve sifâta câmiiyeti ve ism-i azam oldugu itibariyle, delalet-i iltizamiye ile delalet ettigi gibi; Vâcib-ül Vücud ünvanina dahi, o delalet-i iltizamiye ile delalet ediyor.
Iste, "Elhamdülillah" cümlesinin en kisa ve ulema-yi Arabiyece müttefek-un aleyh bir manâ-yi zâhirîsi söyle olursa, baska bir lisana o i'caz ve kuvvetle nasil tercüme edilebilir?
Hem elsine-i âlem içinde lisan-i nahvî Arabî'den baska birtek lisan var; o da hiçbir vakit Arab lisaninin câmiiyetine yetisemez. Acaba o câmi' ve i'cazdarane olan lisan-i nahvî ile mu'cizekârane bir surette ve her ciheti birden bilir, irade eder bir ilm-i muhit içinde zuhur eden kelimat-i Kur'aniye; sair elsine-i terkibiye ve tasrifiye vasitasiyla, zihni cüz'î, suuru kisa, fikri müsevves, kalbi karanlikli bazi insanlarin kelimat-i tercümiyesi nasil o mukaddes kelimat yerini tutabilir? Hattâ diyebilirim ve belki isbat edebilirim ki: Herbir harf-i Kur'an, bir hakaik hazinesi hükmüne geçer; bazan birtek harf, bir sahife kadar hakikatlari ders verir.
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 29. MEKTUP
Altinci Nükte: Bu manayi tenvir için, kendi basimdan geçmis nurlu bir hali ve hakikatli bir hayali söylüyorum. Söyle ki:
Bir vakit اِيّاكَ نَعْبُدُ وَاِيّاكَ نَسْتَعِينُ deki nun-u mütekellim-i maalgayri düsündüm ve mütekellim-i vahde sîgasindan "Na'büdü" sîgasina intikalin sebebini kalbim aradi. Birden, namazdaki cemaatin fazileti ve sirri, o nun'dan inkisaf etti.
sh: » (M: 420)
Gördüm ki: Namaz kildigim o Bayezid Câmiindeki cemaatle istirakimi ve herbiri benim bir nevi sefaatçim hükmüne ve kiraatimda izhar ettigim hükümlere ve davalara birer sahid ve birer müeyyid gördüm. Nâkis ubudiyetimi, o cemaatin büyük ve kesretli ibadati içinde dergâh-i Ilâhiyeye takdime cesaret geldi. Birden bir perde daha inkisaf etti: Yani Istanbul'un bütün mescidleri ittisal peyda etti. O sehir, o Bayezid Câmii hükmüne geçti. Birden, onlarin dualarina ve tasdiklerine manen bir nevi mazhariyet hissettim. Onda dahi; rûy-i zemin mescidinde, Kâ'be-i Mükerreme etrafinda dairevî saflar içinde kendimi gördüm. اَلْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ اْلعَالَمِينَ dedim. Benim bu kadar sefaatçilerim var; benim namazda söyledigim herbir sözü aynen söylüyorlar, tasdik ediyorlar. Mâdem hayalen bu perde açildi; Kâ'be-i Mükerreme mihrab hükmüne geçti. Ben bu firsattan istifade ederek o saflari ishad edip, tahiyyatta getirdigim, اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّهِ olan îmanin tercümanini mübarek Hacer-ül Esved'e tevdi' edip emanet birakiyorum derken, birden bir vaziyet daha açildi. Gördüm ki: Dâhil oldugum cemaat üç daireye ayrildi:
Birinci Daire: Rûy-i zeminde mü'minler ve muvahhidîndeki cemaat-i uzma.
Ikinci Daire: Baktim, umum mevcudat, bir salât-i kübrada, bir tesbihat-i uzmada, her taife kendine mahsus salavat ve tesbihat ile mesgul bir cemaat içindeyim. "Vezaif-i Esya" tabir edilen hidemat-i meshude, onlarin ubudiyetlerinin ünvanlaridir. O halde "Allahü Ekber" deyip hayretten basimi egdim, nefsime baktim:
Üçüncü bir daire içinde, hayret-engiz zâhiren ve keyfiyeten küçük, hakikaten ve vazifeten ve kemmiyeten büyük, bir küçük âlemi gördüm ki zerrat-i vücudiyemden tâ havass-i zâhiriyeme kadar, taife taife vazife-i ubudiyetle ve sükraniye ile mesgul bir cemaat gördüm. Bu dairede, kalbimdeki latife-i Rabbaniyem, اِيّاكَ نَعْبُدُ وَاِيّاكَ نَسْتَعِينُ o cemaat namina diyor. Nasil, evvelki iki cemaatte de lisanim, o iki cemaat-i uzmâyi niyet ederek demisti.
sh: » (M: 421)
Elhâsil: "Na'büdü" nun'u, su üç cemaate isaret ediyor. Iste bu halette iken birden Kur'an-i Hakîm'in tercümani ve mübelligi olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in, Medine-i Münevvere denilen manevî minberinde, sahsiyet-i maneviyesi, hasmetiyle temessül ederek, يَا اَيُّهَا النّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمْ hitabini, mânen herkes gibi ben de isitip; o üç cemaatte herkes benim gibi اِيَّاكَ نَعْبُدُ ile mukabele ediyor tahayyül ettim. اِذَا ثَبَتَ الشَّيْءُ ثَبَتَ بِلَوَازِمِهِ kaidesince, söyle bir hakikat fikre göründü ki:
Mâdem bütün âlemlerin Rabbi, insanlari muhatab ittihaz edip, umum mevcudatla konusur ve su Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o hitab-i izzeti, nev'-i besere belki umum zîruha ve zîsuura teblig ediyor. Iste bütün mazi ve müstakbel, zaman-i hazir hükmüne geçti; bütün nev'-i beser bir mecliste, saflari muhtelif bir cemaat seklinde olarak; o hitab, o suretle onlara ediliyor. O vakit herbir âyât-i Kur'aniye; gayet hasmetli ve vüs'atli bir makamdan, gayet kesretli ve muhtelif ve ehemmiyetli muhatabindan, nihayetsiz azamet ve celâl sahibi Mütekellim-i Ezelî'den ve makam-i mahbubiyet-i uzma sahibi Tercüman-i Âlîsanindan aldigi bir kuvvet-i ulviyet, cezalet ve belâgat içinde; parlak, hem pek parlak bir nur-u i'cazi içinde gördüm. O vakit, degil umum Kur'an; ya bir sure, yahut bir âyet, belki herbir kelimesi birer mu'cize hükmüne geçti: "Elhamdülillahi alâ nûr-il îman ve-l Kur'an" dedim. O ayn-i hakikat olan hayalden "Na'büdü" nûn'una girdigim gibi çiktim ve anladim ki: Kur'anin degil âyetleri, kelimeleri, belki Nun-u Na'büdü gibi bazi harfleri dahi mühim hakikatlarin nurlu anahtarlaridir.
Kalb ve hayal, o Nûn-u Na'büdü'den çiktiktan sonra, akil karsilarina çikti, dedi: "Ben de hisse isterim. Sizin gibi uçamam. Ayaklarim delildir, hüccettir. Ayni نَعْبُدُ ve نَسْتَعِينُ de, Mabud ve Müsteân olan Hâlik'a giden yolu göstermek lâzimdir ki, sizin ile gelebileyim." O vakit kalbe söyle geldi ki: De o mütehayyir akla:
sh: » (M: 422)
Bak kâinattaki bütün mevcudata; zîhayat olsun, camid olsun, kemal-i itaat ve intizam ile vazife suretinde ubudiyetleri var. Bir kismi suursuz, hissiz olduklari halde, gayet suurkârane, intizamperverane ve ubudiyetkârane vazife görüyorlar. Demek bir Mabud-u Bilhak ve bir Âmir-i Mutlak vardir ki, bunlari ibadete sevkedip istihdam ediyor.
Hem bak, bütün mevcudata, hususan zîhayat olanlara.. herbirinin gayet kesretli ve gayet mütenevvi' ihtiyacati var ve vücud ve bekasina lâzim pek kesretli, muhtelif matlublari var; en küçügüne elleri ulasmaz, kudretleri yetismez. Halbuki o hadsiz matlablari, ummadigi yerden, vakt-i münasipte, muntazaman onlarin ellerine veriliyor ve bilmüsahede görünüyor.
Iste su mevcudatin bu hadsiz fakr ve ihtiyacati ve bu fevkalâde iânât-i gaybiye ve imdâdât-i Rahmaniye bilbedahe gösterir ki: Bir Ganiyy-i Mutlak ve Kerim-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlak olan bir hâmi ve râziklari vardir ki, hersey ve her zîhayat ondan istiane eder, meded bekliyor. Manen اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ der. O vakit akil, "Âmennâ ve saddaknâ" dedi.
Yedinci Nükte: Sonra o halde اِهْدِنَا الصِّرَاطَ اْلمُسْتَقِيمَ صِرَاطَ الّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ dedigim vakit, baktim ki: Mazi tarafina göçüp giden kafile-i beser içinde gayet nuranî, parlak enbiya, siddikîn, süheda, evliya, sâlihîn kafilelerini gördüm ki, istikbal zulümatini dagitip, ebede giden yolda bir cadde-i kübra-yi müstakimde gidiyorlar. Bu kelime beni o kafileye iltihak etmek için yol gösteriyor, belki iltihak ettiriyor. Birden, fesübhanallah dedim. Zulümat-i istikbali tenvir eden ve kemal-i selâmetle giden bu nuranî kafile-i uzmaya iltihak etmemek, ne kadar hasaret ve helâket oldugunu zerre mikdar suuru olan bilmesi lâzim. Acaba bid'alari icad etmekle o kafile-i uzmadan inhiraf eden; nereden nur bulabilir, hangi yoldan gidebilir? Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, rehberimiz ferman etmis ki: كُلُّ بِدْعَةٍ ضَلاَلَةٌ وَكُلُّ ضَلاَلَةٍ فِى النَّارِ Acaba bu ferman-i kat'îye karsi ulema-üs sû' tabirine lâyik bazi bedbahtlar hangi maslahati buluyorlar, hangi fetvayi veriyorlar ki; lüzumsuz, zararli bir
sh: » (M: 423)
surette seâir-i Islâmiyenin bedihiyyatina karsi geliyorlar; tebdili kabil görüyorlar? Olsa olsa, muvakkat bir cilve-i manadan gelen bir intibah-i muvakkat, o ulema-i sû'u aldatmistir. Meselâ: Nasilki bir hayvanin veyahut bir meyvenin derisi soyulsa, muvakkat bir zarafet gösterir; fakat az bir zamanda o zarif et ve o güzel meyve, o yabanî ve pasli ve kesif ve ârizî deri altinda siyahlanir, taaffün eder. Öyle de seair-i Islâmiyedeki tabirat-i Nebeviye ve Ilâhiye, hayatdar ve sevabdar bir cild, bir deri hükmündedir. Onlarin soyulmasiyla, maânîdeki bir nuraniyet, muvakkaten çiplak -bir derece- görünür; fakat cildden cüda olmus bir meyve gibi, o mübarek mânalarin ruhlari uçar, zulmetli kalb ve kafalarda beserî postunu birakip gider.. nur uçar, dumani kalir. Her ne ise...
Sekizinci Nükte: Buna dair bir düstur-u hakikati beyan etmek lâzim. Söyle ki:
Nasil "hukuk-u sahsiye" ve bir nevi hukukullah sayilan "hukuk-u umumiye" namiyla iki nevi hukuk var; öyle de: Mesail-i ser'iyede bir kisim mesail, eshasa taalluk eder; bir kisim, umuma, umumiyet itibariyle taalluk eder ki; onlara "Seair-i Islâmiye" tabir edilir. Bu seairin umuma taalluk cihetiyle umum onda hissedardir. Umumun rizasi olmazsa onlara ilismek, umumun hukukuna tecavüzdür. O seairin en cüz'îsi (sünnet kabilinden bir mes'elesi) en büyük bir mes'ele hükmünde nazar-i ehemmiyettedir. Dogrudan dogruya umum âlem-i Islâma taalluk ettigi gibi; Asr-i Saadetten simdiye kadar bütün eâzim-i Islâmin baglandigi o nuranî zincirleri koparmaya, tahrib ve tahrif etmeye çalisanlar ve yardim edenler düsünsünler ki, ne kadar dehsetli bir hataya düsüyorlar. Ve zerre miktar suurlari varsa, titresinler!..
Dokuzuncu Nükte: Mesail-i seriattan bir kismina "taabbüdî" denilir; aklin muhakemesine bagli degildir; emroldugu için yapilir. Illeti, emirdir.
Bir kismina "Mâkul-ül mâna" tabir edilir. Yani: Bir hikmet ve bir maslahati var ki, o hükmün tesriine müreccih olmus; fakat sebeb ve illet degil. Çünki hakikî illet, emir ve nehy-i Ilâhîdir.
Seairin taabbüdî kismi; hikmet ve maslahat onu tagyir edemez, taabbüdîlik ciheti tereccuh ediyor, ona ilisilmez. Yüzbin maslahat gelse onu tagyir edemez. Öyle de: "Seairin faidesi, yalniz malûm mesalihtir" denilmez ve öyle bilmek hatadir. Belki o maslahatlar
sh: » (M: 424)
29. MEKTUP Ramazan-ı Şerife dairdir
Ramazan-ı Şerife dairdir
Birinci Kısmın âhirinde şeâir-i İslâmiyeden bir nebze bahsedildiğinden, şeâirin içinde en parlak ve muhteşem olan Ramazan-ı Şerife dair olan bu İkinci Kısımda, bir kısım hikmetleri zikredilecektir. Bu İkinci Kısım, Ramazan-ı Şerifin pek çok hikmetlerinden dokuz hikmeti beyan eden Dokuz Nüktedir.
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِۤى اُنْزِلَ فِيهِ الْقُرْاٰنُ هُدًى للِنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِنَ الْهُدٰى وَالْفُرْقَانِ-1
BİRİNCİ NÜKTE
Ramazan-ı Şerifteki savm, İslâmiyetin erkân-ı hamsesinin birincilerindendir. Hem şeâir-i İslâmiyenin âzamlarındandır.
İşte, Ramazan-ı Şerifteki orucun çok hikmetleri, hem Cenâb-ı Hakkın rububiyetine, hem insanın hayat-ı içtimaiyesine, hem hayat-ı şahsiyesine, hem nefsin terbiyesine, hem niam-ı İlâhiyenin şükrüne bakar hikmetleri var.
Cenâb-ı Hakkın rububiyeti noktasında orucun çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
Cenâb-ı Hak, zemin yüzünü bir sofra-i nimet suretinde halk ettiği ve bütün envâ-ı nimeti o sofrada مِنْ حَيْثُ لاَ يَحْتَسِبُ -2 bir tarzda o sofraya dizdiği cihetle,kemal-i Rububiyetini ve Rahmaniyet ve Rahimiyetini o vaziyetle ifade ediyor.İnsanlar, gaflet perdesi altında ve esbab dairesinde, o vaziyetin ifade ettiği hakikati tam göremiyor, bazan unutuyor. Ramazan-ı Şerifte ise, ehl-i iman, birden muntazam bir ordu hükmüne geçer. Sultan-ı Ezelînin ziyafetine davet edilmiş bir surette, akşama yakın “Buyurunuz” emrini bekliyorlar gibi bir tavr-ı ubûdiyetkârâne göstermeleri, o şefkatli ve haşmetli ve külliyetli Rahmâniyete karşı, vüs’atli ve azametli ve intizamlı bir ubûdiyetle mukabele ediyorlar. Acaba böyle ulvî ubûdiyete ve şeref-i keramete iştirak etmeyen insanlar, insan ismine lâyık mıdırlar?
İKİNCİ NÜKTE
Ramazan-ı Mübareğin savmı, Cenâb-ı Hakkın nimetlerinin şükrüne baktığı cihetle, çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
Birinci Sözde denildiği gibi, bir padişahın matbahından bir tablacının getirdiği taamlar bir fiyat ister. Tablacıya bahşiş verildiği halde, çok kıymettar olan o nimetleri kıymetsiz zannedip onu in’âm edeni tanımamak nihayet derecede bir belâhet olduğu gibi; Cenâb-ı Hak, hadsiz envâ-ı nimetini nev-i beşere zemin yüzünde neşretmiş, ona mukàbil, o nimetlerin fiyatı olarak şükür istiyor. O nimetlerin zâhirî esbabı ve ashabı, tablacı hükmündedirler. O tablacılara bir fiyat veriyoruz, onlara minnettar oluyoruz. Hattâ, müstehak olmadıkları pek çok fazla hürmet ve teşekkürü ediyoruz. Halbuki, Mün’im-i Hakikî, o esbabdan hadsiz derecede, o nimet vasıtasıyla şükre lâyıktır. İşte Ona teşekkür etmek, o nimetleri doğrudan doğruya Ondan bilmek, o nimetlerin kıymetini takdir etmek ve o nimetlere kendi ihtiyacını hissetmekle olur.
İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, hakikî ve hâlis, azametli ve umumî bir şükrün anahtarıdır. Çünkü, sair vakitlerde mecburiyet tahtında olmayan insanların çoğu, hakikî açlık hissetmedikleri zaman, çok nimetlerin kıymetini derk edemiyor. Kuru bir parça ekmek, tok olan adamlara, hususan zengin olsa, ondaki derece-i nimet anlaşılmıyor.
Halbuki, iftar vaktinde, o kuru ekmek, bir mü’minin nazarında çok kıymettar bir nimet-i İlâhiye olduğuna kuvve-i zâikası şehadet eder. Padişahtan tâ en fukaraya kadar herkes, Ramazan-ı Şerifte o nimetlerin kıymetlerini anlamakla bir şükr-ü mânevîye mazhar olur.
Hem gündüzdeki yemekten memnûiyeti cihetiyle, “O nimetler benim mülküm değil. Ben bunların tenâvülünde hür değilim. Demek başkasının malıdır ve in’âmıdır; Onun emrini bekliyorum” diye, nimeti nimet bilir, bir şükr-ü mânevî eder.
İşte, bu suretle oruç çok cihetlerle hakikî vazife-i insaniye olan şükrün anahtarı hükmüne geçer.
ÜÇÜNCÜ NÜKTE
Oruç, hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye baktığı cihetle çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
İnsanlar maişet cihetinde muhtelif bir surette halk edilmişler. Cenâb-ı Hak, o ihtilâfa binaen, zenginleri fukaraların muavenetine davet ediyor. Halbuki, zenginler fukaranın acınacak acı hallerini ve açlıklarını, oruçtaki açlıkla tam hissedebilirler. Eğer oruç olmazsa, nefisperest çok zenginler bulunabilir ki, açlık ve fakirlik ne kadar elîm ve onlar şefkate ne kadar muhtaç olduğunu idrak edemez. Bu cihette insaniyetteki hemcinsine şefkat ise, şükr-ü hakikînin bir esasıdır. Hangi fert olursa olsun, kendinden bir cihette daha fakiri bulabilir; ona karşı şefkate mükelleftir. Eğer nefsine açlık çektirmek mecburiyeti olmazsa, şefkat vasıtasıyla muavenete mükellef olduğu ihsanı ve yardımı yapamaz, yapsa da tam olamaz. Çünkü, hakikî o hâleti kendi nefsinde hissetmiyor.
DÖRDÜNCÜ NÜKTE
Ramazan-ı Şerifteki oruç, nefsin terbiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
Nefis, kendini hür ve serbest ister ve öyle telâkki eder. Hattâ, mevhum bir rububiyet ve keyfemâyeşâ hareketi, fıtrî olarak arzu eder. Hadsiz nimetlerle terbiye olunduğunu düşünmek istemiyor. Hususan, dünyada servet ve iktidarı da varsa, gaflet dahi yardım etmişse, bütün bütün gasıbâne, hırsızcasına, nimet-i İlâhiyeyi hayvan gibi yutar.
İşte, Ramazan-ı Şerifte, en zenginden en fakire kadar herkesin nefsi anlar ki, kendisi mâlik değil, memlûktür; hür değil, abddir. Emrolunmazsa, en âdi ve en rahat şeyi de yapamaz, elini suya uzatamaz diye, mevhum rububiyeti kırılır, ubûdiyeti takınır, hakikî vazifesi olan şükre girer.
BEŞİNCİ NÜKTE
Ramazan-ı Şerifin orucu, nefsin tehzib-i ahlâkına ve serkeşâne muamelelerinden vazgeçmesi cihetine baktığı noktasındaki çok hikmetlerinden birisi şudur ki:
Nefs-i insaniye gafletle kendini unutuyor. Mahiyetindeki hadsiz aczi, nihayetsiz fakrı, gayet derecedeki kusurunu göremez ve görmek istemez. Hem ne kadar zayıf ve zevâle maruz ve musibetlere hedef bulunduğunu ve çabuk bozulur, dağılır et ve kemikten ibaret olduğunu düşünmez. Adeta polattan bir vücudu var gibi, lâyemûtâne, kendini ebedî tahayyül eder gibi dünyaya saldırır. Şedit bir hırs ve tamahla ve şiddetli alâka ve muhabbetle dünyaya atılır. Her lezzetli ve menfaatli şeylere bağlanır. Hem kendini kemâl-i şefkatle terbiye eden Hâlıkını unutur. Hem netice-i hayatını ve hayat-ı uhreviyesini düşünmez; ahlâk-ı seyyie içinde yuvarlanır.
İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, en gafillere ve mütemerridlere, zaafını ve aczini ve fakrını ihsas ediyor. Açlık vasıtasıyla midesini düşünüyor; midesindeki ihtiyacını anlar. Zayıf vücudu ne derece çürük olduğunu hatırlıyor. Ne derece merhamete ve şefkate muhtaç olduğunu derk eder. Nefsin firavunluğunu bırakıp, kemâl-i acz ve fakr ile dergâh-ı İlâhiyeye ilticaya bir arzu hisseder ve bir şükr-ü mânevî eliyle rahmet kapısını çalmaya hazırlanır eğer gaflet kalbini bozmamışsa!
ALTINCI NÜKTE
Ramazan-ı Şerifin sıyâmı, Kur’ân-ı Hakîmin nüzulüne baktığı cihetle ve Ramazan-ı Şerif, Kur’ân-ı Hakîmin en mühim zaman-ı nüzulü olduğu cihetindeki çok hikmetlerinden birisi şudur ki:
Kur’ân-ı Hakîm, madem şehr-i Ramazan’da nüzul etmiş. O Kur’ân’ın zaman-ı nüzulunu istihzar ile, o semâvî hitabı hüsn-ü istikbal etmek için Ramazan-ı Şerifte nefsin hâcât-ı süfliyesinden ve mâlâyâniyat hâlâttan tecerrüt ve ekl ve şürbün terkiyle melekiyet vaziyetine benzemek ve bir surette o Kur’ân’ı yeni nâzil oluyor gibi okumak ve dinlemek ve ondaki hitâbât-ı İlâhiyeyi güya geldiği ân-ı nüzulünde dinlemek ve o hitabı Resul-i Ekremden (a.s.m.) işitiyor gibi dinlemek, belki Hazret-i Cebrâil’den, belki Mütekellim-i Ezelîden dinliyor gibi bir kudsî hâlete mazhar olur. Ve kendisi tercümanlık edip başkasına dinlettirmek ve Kur’ân’ın hikmet-i nüzulünü bir derece göstermektir.
Evet, Ramazan-ı Şerifte güya âlem-i İslâm bir mescid hükmüne geçiyor. Öyle bir mescid ki, milyonlarla hâfızlar, o mescid-i ekberin köşelerinde o Kur’ân’ı, o hitab-ı semâvîyi arzlılara işittiriyorlar. Her Ramazan,
شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِۤى اُنْزِلَ فِيهِ الْقُرْاٰنُ -3 âyetini, nuranî, parlak bir tarzda gösteriyor; Ramazan Kur’ân ayı olduğunu ispat ediyor. O cemaat-i uzmânın sair efradları, bazıları huşû ile o hâfızları dinlerler. Diğerleri kendi kendine okurlar.
Şöyle bir vaziyetteki bir mescid-i mukaddeste, nefs-i süflînin hevesâtına tâbi olup, yemek içmekle o vaziyet-i nuranîden çıkmak ne kadar çirkinse ve o mesciddeki cemaatin mânevî nefretine ne kadar hedef ise, öyle de, Ramazan-ı Şerifte ehl-i sıyâma muhalefet edenler de o derece umum âlem-i İslâmın mânevî nefretine ve tahkirine hedeftir.
YEDİNCİ NÜKTE
Ramazan’ın sıyâmı, dünyada âhiret için ziraat ve ticaret etmeye gelen nev-i insanın kazancına baktığı cihetteki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
Ramazan-ı Şerifte sevab-ı a’mâl, bire bindir. Kur’ân-ı Hakîmin, nass-ı hadisle, herbir harfinin on sevabı var;-4- on hasene sayılır, on meyve-i Cennet getirir. Ramazan-ı Şerifte herbir harfin on değil, bin; ve Âyetü’l-Kürsî gibi âyetlerin herbir harfi binler; ve Ramazan-ı Şerifin Cumalarında daha ziyadedir.-5- Ve Leyle-i Kadirde otuz bin hasene sayılır.-6-Evet, herbir harfi otuz bin bâki meyveler veren Kur’ân-ı Hakîm, öyle bir nuranî şecere-i tûbâ hükmüne geçiyor ki, milyonlarla o bâki meyveleri Ramazan-ı Şerifte mü’minlere kazandırır. İşte, gel, bu kudsî, ebedî, kârlı ticarete bak, seyret ve düşün ki, bu hurufâtın kıymetini takdir etmeyenler ne derece hadsiz bir hasârette olduğunu anla.
İşte, Ramazan-ı Şerif adeta bir âhiret ticareti için gayet kârlı bir meşher, bir pazardır. Ve uhrevî hasılat için gayet münbit bir zemindir. Ve neşvünemâ-i a’mâl için, bahardaki mâ-i Nisandır. Saltanat-ı rububiyet-i İlâhiyeye karşı ubûdiyet-i beşeriyenin resmigeçit yapmasına en parlak, kudsî bir bayram hükmündedir. Ve öyle olduğundan, yemek içmek gibi nefsin gafletle hayvanî hâcâtına ve mâlâyâni ve hevâperestâne müştehiyâta girmemek için, oruçla mükellef olmuş. Güya muvakkaten hayvaniyetten çıkıp melekiyet vaziyetine veyahut âhiret ticaretine girdiği için, dünyevî hâcâtını muvakkaten bırakmakla, uhrevî bir adam ve tecessüden tezahür etmiş bir ruh vaziyetine girerek, savmı ile Samediyete bir nevi âyinedarlık etmektir.
Evet, Ramazan-ı Şerif, bu fâni dünyada, fâni ömür içinde ve kısa bir hayatta, bâki bir ömür ve uzun bir hayat-ı bâkiyeyi tazammun eder, kazandırır. Evet, birtek Ramazan, seksen sene bir ömür semerâtını kazandırabilir. Leyle-i Kadir ise, nass-ı Kur’ân ile, bin aydan daha hayırlı olduğu, bu sırra bir hüccet-i kàtıadır.
Evet, nasıl ki bir padişah, müddet-i saltanatında, belki her senede, ya cülûs-u hümayun namıyla veyahut başka bir şâşaalı cilve-i saltanatına mazhar bazı günleri bayram yapar. Raiyetini, o günde umumî kanunlar dairesinde değil, belki hususî ihsânâtına ve perdesiz huzuruna ve has iltifatına ve fevkalâde icraatına ve doğrudan doğruya lâyık ve sadık milletini has teveccühüne mazhar eder. Öyle de, Ezel ve Ebed Sultanı olan on sekiz bin âlemin Padişah-ı Zülcelâli, o on sekiz bin âleme bakan, teveccüh eden ferman-ı âlişânı olan Kur’ân-ı Hakîmi, Ramazan-ı Şerifte inzal eylemiş. Elbette o Ramazan, mahsus bir bayram-ı İlâhî ve bir meşher-i Rabbânî ve bir meclis-i ruhanî hükmüne geçmek, mukteza-yı hikmettir.
Madem Ramazan o bayramdır. Elbette bir derece süflî ve hayvanî meşagilden insanları çekmek için, oruca emredilecek. Ve o orucun ekmeli ise, mide gibi bütün duyguları, gözü, kulağı, kalbi, hayali, fikri gibi cihazat-ı insaniyeye dahi bir nevi oruç tutturmaktır. Yani, muharremattan, mâlâyâniyattan çekmek ve herbirisine mahsus ubûdiyete sevk etmektir. Meselâ, dilini yalandan, gıybetten ve galiz tabirlerden ayırmakla ona oruç tutturmak; ve o lisanı, tilâvet-i Kur’ân ve zikir ve tesbih ve salâvat ve istiğfar gibi şeylerle meşgul etmek; meselâ gözünü nâmahreme bakmaktan ve kulağını fena şeyleri işitmekten men edip, gözünü ibrete ve kulağını hak söz ve Kur’ân dinlemeye sarf etmek gibi, sair cihazata da bir nevi oruç tutturmaktır. Zaten mide en büyük bir fabrika olduğu için, oruçla ona tatil-i eşgal ettirilse, başka küçük destgâhlar kolayca ona ittibâ ettirilebilir.
SEKİZİNCİ NÜKTE
Ramazan-ı Şerif, insanın hayat-ı şahsiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
İnsana en mühim bir ilâç nev’inden maddî ve mânevî bir perhizdir. Ve tıbben bir hımyedir ki, insanın nefsi yemek, içmek hususunda keyfemâyeşâ hareket ettikçe, hem şahsın maddî hayatına tıbben zarar verdiği gibi, hem helâl-haram demeyip rast gelen şeye saldırmak, adeta mânevî hayatını da zehirler. Daha kalbe ve ruha itaat etmek, o nefse güç gelir, serkeşâne dizginini eline alır. Daha insan ona binemez; o insana biner.
Ramazan-ı Şerifte, oruç vasıtasıyla bir nevi perhize alışır, riyazete çalışır ve emir dinlemeyi öğrenir. Biçare zayıf mideye de, hazımdan evvel yemek yemek üzerine doldurmakla hastalıkları celb etmez. Ve emir vasıtasıyla helâli terk ettiği cihetle, haramdan çekinmek için akıl ve şeriattan gelen emri dinlemeye kàbiliyet peydâ eder. Hayat-ı mâneviyeyi bozmamaya çalışır.
Hem insanın ekseriyet-i mutlakası açlığa çok defa müptelâ olur. Sabır ve tahammül için bir idman veren açlık, riyazete muhtaçtır. Ramazan-ı Şerifteki oruç, on beş saat, sahursuz ise yirmi dört saat devam eden bir müddet-i açlığa sabır ve tahammül ve bir riyazettir ve bir idmandır. Demek, beşerin musibetini ikileştiren sabırsızlığın ve tahammülsüzlüğün bir ilâcı da oruçtur.
Hem o mide fabrikasının çok hademeleri var. Hem onunla alâkadar çok cihazat-ı insaniye var. Nefis, eğer muvakkat bir ayın gündüz zamanında tatil-i eşgal etmezse, o fabrikanın hademelerinin ve o cihazatın hususî ibadetlerini onlara unutturur, kendiyle meşgul eder, tahakkümü altında bırakır. O sair cihazat-ı insaniyeyi de, o mânevî fabrika çarklarının gürültüsü ve dumanlarıyla müşevveş eder. Nazar-ı dikkatlerini daima kendine celb eder. Ulvî vazifelerini muvakkaten unutturur. Ondandır ki, eskiden beri çok ehl-i velâyet, tekemmül için riyazete, az yemek ve içmeye kendilerini alıştırmışlar.
Fakat Ramazan-ı Şerif orucuyla o fabrikanın hademeleri anlarlar ki, sırf o fabrika için yaratılmamışlar. Ve sair cihazat, o fabrikanın süflî eğlencelerine bedel, Ramazan-ı Şerifte melekî ve ruhanî eğlencelerde telezzüz ederler, nazarlarını onlara dikerler. Onun içindir ki, Ramazan-ı Şerifte mü’minler derecâtına göre ayrı ayrı nurlara, feyizlere, mânevî sürurlara mazhar oluyorlar. Kalb ve ruh, akıl, sır gibi letâifin o mübarek ayda oruç vasıtasıyla çok terakkiyat ve tefeyyüzleri vardır. Midenin ağlamasına rağmen, onlar mâsumâne gülüyorlar.
DOKUZUNCU NÜKTE
Ramazan-ı Şerifin orucu, doğrudan doğruya nefsin mevhum rububiyetini kırmak ve aczini göstermekle ubûdiyetini bildirmek cihetindeki hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
Nefis Rabbisini tanımak istemiyor; firavunâne kendi rububiyet istiyor. Ne kadar azaplar çektirilse, o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, zaafını, fakrını gösterir, abd olduğunu bildirir.
Hadisin rivayetlerinde vardır ki:
Cenâb-ı Hak nefse demiş ki: “Ben neyim, sen nesin?”
Nefis demiş: “Ben benim, Sen sensin.”
Azap vermiş, Cehenneme atmış, yine sormuş. Yine demiş: “Ene ene, ente ente.” Hangi nevi azâbı vermiş, enâniyetten vazgeçmemiş.
Sonra açlıkla azap vermiş. Yani aç bırakmış. Yine sormuş: “Men ene? Ve mâ ente?”
Nefis demiş: اَنْتَ رَبِّى الرَّحِيمُ - وَاَنَا عَبْدُكَ الْعَاجْزُ Yani, “Sen benim Rabb-i Rahîmimsin. Ben senin âciz bir abdinim.-7-
اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلٰوةً تَكُونُ لَكَ رِضَاۤءً وَلِحَقِّهِ اَدَاۤءً بِعَدَدِ ثَوَابِ حُرُوفِ
الْقُرْاٰٰنِ فِى شَهْرِ رَمَضَانِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلِّمْ-8-
سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ العِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ - وَسَلاَمٌ عَلَى الْمُرْسَلِينَ - وَالْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ اٰمِينَ-9
İtizar: Şu İkinci Kısım, kırk dakikada sür’atle yazılmasından, ben ve müsvedde yazan kâtip ikimiz de hasta olduğumuzdan, elbette içinde müşevveşiyet ve kusur bulunacaktır. Nazar-ı müsamaha ile bakmalarını ihvanlarımızdan bekleriz. Münasip gördüklerini tashih edebilirler.
1 : “O Ramazan ayı ki, insanlara doğru yolu gösteren, ap açık hidayet delillerini taşıyan ve hak ile bâtılın arasını ayıran Kur’ân, o ayda indirilmiştir.” Bakara Sûresi, 2:185.
2 : “Umulmadık yerlerden.” Talâk Sûresi, 65:3.
3 : Ramazan ayı, kendisinde Kur’ân’ın indirildiği aydır.” Bakara Sûresi, 2:185
4 : Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’ân, 16; Mecmeu’z-Zevâid, 7:163.
5 : Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, 3:130.
6 : bk. Kadr Sûresi, 97:3.
7 : El-Havbevî, Dürretüt’l-Vâizîn, s. 11.
8 : Allahım! Efendimiz Muhammed’e ve âl ve ashabına Senin razı olacağın ve onun lâyık ve müstehak olduğu bir rahmetle, Ramazan ayında okunan Kur’ân’ın harfleri adedince salât ve selâm et. Âmin.
9 : “İzzet sahibi Rabbin, onların yakıştırdıklarından münezzehtir. Bütün peygamberlere selâm olsun. Hamd ise Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.” Sâffât Sûresi, 37:180-182.
***
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 29. MEKTUP
sh: » (M: 428)
Sedid bir hirs ve tama' ile ve siddetli alâka ve muhabbet ile dünyaya atilir. Her lezzetli ve menfaatli seylere baglanir. Hem kendini kemal-i sefkatle terbiye eden Hâlikini unutur. Hem netice-i hayatini ve hayat-i uhreviyesini düsünmez; ahlâk-i seyyie içinde yuvarlanir.
Iste Ramazan-i Serifteki oruç; en gafillere ve mütemerridlere, za'fini ve aczini ve fakrini ihsas ediyor. Açlik vasitasiyla midesini düsünüyor. Midesindeki ihtiyacini anlar. Zaîf vücudu, ne derece çürük oldugunu hatirliyor. Ne derece merhamete ve sefkate muhtaç oldugunu derk eder. Nefsin firavunlugunu birakip, kemal-i acz ve fakr ile dergâh-i Ilâhiyeye ilticaa bir arzu hisseder ve bir sükr-ü manevî eliyle rahmet kapisini çalmaga hazirlanir. Eger gaflet kalbini bozmamis ise...
Altinci Nükte: Ramazan-i Serifin siyami, Kur'an-i Hakîm'in nüzulüne baktigi cihetle ve Ramazan-i Serif, Kur'an-i Hakîm'in en mühim zaman-i nüzulü oldugu cihetindeki çok hikmetlerinden birisi sudur ki: Kur'an-i Hakîm, mâdem Sehr-i Ramazan'da nüzul etmis; o Kur'anin zaman-i nüzulünü istihzar ile o semavî hitabi hüsn-ü istikbal etmek için Ramazan-i Serifte nefsin hacat-i süfliyesinden ve malayaniyat hâlattan tecerrüd ve ekl ve sürbün terkiyle melekiyet vaziyetine benzemek ve bir surette o Kur'ani yeni nâzil oluyor gibi okumak ve dinlemek ve ondaki hitabat-i Ilâhiyeyi güya geldigi ân-i nüzulünde dinlemek ve o hitabi Resul-i Ekrem (A.S.M.)dan isitiyor gibi dinlemek, belki Hazret-i Cebrâil'den, belki Mütekellim-i Ezelî'den dinliyor gibi bir kudsî halete mazhar olur. Ve kendisi tercümanlik edip baskasina dinlettirmek ve Kur'anin hikmet-i nüzulünü bir derece göstermektir.
Evet Ramazan-i Serifte güya âlem-i Islâm bir mescid hükmüne geçiyor; öyle bir mescid ki, milyonlarla hâfizlar, o mescid-i ekberin kûselerinde o Kur'ani, o hitab-i semavîyi Arzlilara isittiriyorlar. Her Ramazan شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِى اُنْزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ âyetini, nuranî parlak bir tarzda gösteriyor. Ramazan, Kur'an ayi oldugunu isbat ediyor. O cemaat-i uzmanin sair efradlari, bazilari husu' ile o hâfizlari dinlerler. Digerleri, kendi kendine okurlar. Söyle bir vaziyetteki bir mescid-i mukaddeste, nefs-i süflînin hevesatina tabi olup, yemek içmek ile o vaziyet-i nuranîden çikmak ne kadar çirkin ise ve o mesciddeki cemaatin manevî nefretine ne
sh: » (M: 429)
kadar hedef ise; öyle de Ramazan-i Serifte ehl-i siyama muhalefet edenler de, o derece umum o âlem-i Islâmin manevî nefretine ve tahkirine hedeftir.
Yedinci Nükte: Ramazanin siyami, dünyada âhiret için ziraat ve ticaret etmege gelen nev'-i insanin kazancina baktigi cihetteki çok hikmetlerinden bir hikmeti sudur ki: Ramazan-i Serifte sevab-i a'mal, bire bindir. Kur'an-i Hakîm'in nass-i hadîs ile herbir harfinin on sevabi var; on hasene sayilir, on meyve-i Cennet getirir. Ramazan-i Serifte herbir harfin, on degil bin ve Âyet-ül Kürsî gibi âyetlerin herbir harfi binler ve Ramazan-i Serifin Cum'alarinda daha ziyadedir. Ve Leyle-i Kadir'de otuzbin hasene sayilir. Evet herbir harfi otuzbin bâki meyveler veren Kur'an-i Hakîm, öyle bir nuranî secere-i tuba hükmüne geçiyor ki; milyonlarla o bâki meyveleri, Ramazan-i Serif'te mü'minlere kazandirir. Iste gel, bu kudsî, ebedî, kârli ticarete bak, seyret ve düsün ki: Bu hurufatin kiymetini takdir etmeyenler ne derece hadsiz bir hasarette oldugunu anla!
Iste Ramazan-i Serif âdeta bir âhiret ticareti için gayet kârli bir mesher, bir pazardir. Ve uhrevî hasilât için, gayet münbit bir zemindir. Ve nesvünema-i a'mal için, bahardaki mâh-i Nisandir. Saltanat-i Rububiyet-i Ilâhiyeye karsi ubudiyet-i beseriyenin resm-i geçit yapmasina en parlak, kudsî bir bayram hükmündedir. Ve öyle oldugundan, yemek-içmek gibi nefsin gafletle hayvanî hacatina ve malayani ve hevaperestane müstehiyata girmemek için oruçla mükellef olmus. Güya muvakkaten hayvaniyetten çikip melekiyet vaziyetine veyahut âhiret ticaretine girdigi için, dünyevî hacatini muvakkaten birakmakla, uhrevî bir adam ve tecessüden tezahür etmis bir ruh vaziyetine girerek; savmi ile, Samediyete bir nevi âyinedarlik etmektir. Evet Ramazan-i Serif; bu fâni dünyada, fâni ömür içinde ve kisa bir hayatta bâki bir ömür ve uzun bir hayat-i bâkiyeyi tazammun eder, kazandirir.
Evet birtek Ramazan, seksen sene bir ömür semeratini kazandirabilir. Leyle-i Kadir ise, nass-i Kur'an ile bin aydan daha hayirli oldugu bu sirra bir hüccet-i katiadir. Evet nasilki bir padisah, müddet-i saltanatinda belki her senede, ya cülûs-u hümayûn namiyla veyahut baska bir sasaali cilve-i saltanatina mazhar bazi günleri bayram yapar. Raiyetini, o günde umumî kanunlar dairesinde degil; belki hususî ihsanatina ve perdesiz hu-
sh: » (M: 430)
zuruna ve has iltifatina ve fevkalâde icraatina ve dogrudan dogruya lâyik ve sâdik milletini, has teveccühüne mazhar eder. Öyle de: Ezel ve Ebed Sultani olan onsekiz bin âlemin Padisah-i Zülcelal'i; o onsekiz bin âleme bakan, teveccüh eden ferman-i âlîsani olan Kur'an-i Hakîm'i Ramazan-i Serifte inzal eylemis. Elbette o Ramazan, mahsus bir bayram-i Ilâhî ve bir mesher-i Rabbanî ve bir meclis-i ruhanî hükmüne geçmek, mukteza-yi hikmettir. Mâdem Ramazan o bayramdir; elbette bir derece, süflî ve hayvanî mesâgilden insanlari çekmek için oruca emredilecek. Ve o orucun ekmeli ise: Mide gibi bütün duygulari; gözü, kulagi, kalbi, hayali, fikri gibi cihazat-i insaniyeye dahi bir nevi oruç tutturmaktir. Yani: Muharremattan, malayaniyattan çekmek ve her birisine mahsus ubudiyete sevketmektir. Meselâ: Dilini yalandan, giybetten ve galiz tabirlerden ayirmakla ona oruç tutturmak. Ve o lisani, tilavet-i Kur'an ve zikir ve tesbih ve salavat ve istigfar gibi seylerle mesgul etmek... Meselâ: Gözünü nâmahreme bakmaktan ve kulagini fena seyleri isitmekten men'edip, gözünü ibrete ve kulagini hak söz ve Kur'an dinlemege sarfetmek gibi sair cihazata da bir nevi oruç tutturmaktir. Zâten mide en büyük bir fabrika oldugu için, oruç ile ona ta'til-i esgal ettirilse, baska küçük tezgâhlar kolayca ona ittiba ettirilebilir.
Sekizinci Nükte: Ramazan-i Serif, insanin hayat-i sahsiyesine baktigi cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti sudur ki:
Insana en mühim bir ilâç nev'inden maddî ve manevî bir perhizdir ve tibben bir himyedir ki: Insanin nefsi, yemek içmek hususunda keyfemayesa hareket ettikçe, hem sahsin maddî hayatina tibben zarar verdigi gibi; hem helâl-haram demeyip rast gelen seye saldirmak, âdeta manevî hayatini da zehirler. Daha kalbe ve ruha itaat etmek, o nefse güç gelir. Serkesane dizginini eline alir. Daha insan ona binemez, o insana biner. Ramazan-i Serifte oruç vasitasiyla bir nevi perhize alisir; riyazete çalisir ve emir dinlemeyi ögrenir. Bîçare zaîf mideye de, hazimdan evvel yemek yemek üzerine doldurmak ile hastaliklari celbetmez. Ve emir vasitasiyla helâli terkettigi cihetle, haramdan çekinmek için akil ve seriattan gelen emri dinlemege kabiliyet peyda eder. Hayat-i maneviyeyi bozmamaga çalisir.
Hem insanin ekseriyet-i mutlakasi açliga çok defa mübtela
sh: » (M: 431)
olur. Sabir ve tahammül için bir idman veren açlik, riyazete muhtaçtir. Ramazan-i Serifteki oruç onbes saat, sahursuz ise yirmidört saat devam eden bir müddet-i açliga sabir ve tahammül ve bir riyazettir ve bir idmandir. Demek, beserin musibetini ikilestiren sabirsizligin ve tahammülsüzlügün bir ilâci da oruçtur.
Hem o mide fabrikasinin çok hademeleri var. Hem onunla alâkadar çok cihazat-i insaniye var. Nefis, eger muvakkat bir ayin gündüz zamaninda ta'til-i esgal etmezse; o fabrikanin hademelerinin ve o cihazatin hususî ibadetlerini onlara unutturur, kendiyle mesgul eder, tahakkümü altinda birakir. O sair cihazat-i insaniyeyi de, o manevî fabrika çarklarinin gürültüsü ve dumanlariyla müsevves eder. Nazar-i dikkatlerini daima kendine celbeder. Ulvî vazifelerini muvakkaten unutturur. Ondandir ki; eskiden beri çok ehl-i velayet, tekemmül için riyazete, az yemek ve içmege kendilerini alistirmislar. Fakat Ramazan-i Serif orucuyla o fabrikanin hademeleri anlarlar ki; sirf o fabrika için yaratilmamislar. Ve sair cihazat, o fabrikanin süflî eglencelerine bedel, Ramazan-i Serifte melekî ve ruhanî eglencelerde telezzüz ederler, nazarlarini onlara dikerler. Onun içindir ki; Ramazan-i Serifte mü'minler, derecatina göre ayri ayri nurlara, feyizlere, manevî sürurlara mazhar oluyorlar. Kalb ve ruh, akil, sir gibi letaifin o mübarek ayda oruç vasitasiyla çok terakkiyat ve tefeyyüzleri vardir. Midenin aglamasina ragmen, onlar masumane gülüyorlar.
Dokuzuncu Nükte: Ramazan-i Serifin orucu, dogrudan dogruya nefsin mevhum Rububiyetini kirmak ve aczini göstermekle ubudiyetini bildirmek cihetindeki hikmetlerinden bir hikmeti sudur ki:
Nefis Rabbisini tanimak istemiyor, firavunane kendi Rububiyet istiyor. Ne kadar azablar çektirilse, o damar onda kalir. Fakat açlikla o damari kirilir. Iste Ramazan-i Serifteki oruç dogrudan dogruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kirar. Aczini, za'fini, fakrini gösterir. Abd oldugunu bildirir.
Hadîsin rivayetlerinde vardir ki: Cenab-i Hak nefse demis ki: "Ben neyim, sen nesin?" Nefis demis: "Ben benim, sen sensin!" Azab vermis, Cehennem'e atmis, yine sormus. Yine demis: "Ene ene, ente ente." Hangi nevi azabi vermis, enaniyetten
sh: » (M: 432)
vazgeçmemis. Sonra açlik ile azab vermis, yani aç birakmis. Yine sormus: "Men ene vema ente?" Nefis demis: اَنْتَ رَبِّى الرَّحِيمُ وَاَنَا عَبْدُكَ الْعَاجِزُ Yani: "Sen benim Rabb-i Rahîmimsin, ben senin âciz bir abdinim."
اَللّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلَةً تَكُونُ لَكَ رِضَاءً وَ لِحَقِّهِ اَدَاءً بِعَدَدِ ثَوَابِ قِرَائَةِ حُرُوفِ الْقُرْآنِ فِى شَهْرِ رَمَضَانَ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ سَلِّمْ
سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ *وَسَلاَمٌ عَلَى الْمُرْسَلِينَ *وَ الْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ آمِينَ
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 29. MEKTUP
Itizar: Su ikinci kisim, kirk dakikada sür'atle yazilmasindan, ben ve müsvedde yazan kâtib ikimiz de hasta oldugumuzdan, elbette içinde müsevvesiyet ve kusur bulunacaktir. Nazar-i müsamaha ile bakmalarini ihvanlarimizdan bekleriz. Münasib gördüklerini tashih edebilirler.
sh: » (M: 433)
Üçüncü Risale olan Üçüncü Kisim
[Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyan'in ikiyüz aksam-i i'caziyesinden naksî bir kismini gösterecek bir tarzda, Kur'an-i Azîmüssan'i, Hâfiz Osman hattiyla taayyün eden ve Âyet-i Müdayene mikyas tutulan sahifeleri ve Sure-i Ihlas vâhid-i kiyasî tutulan satirlari muhafaza etmekle beraber, o naks-i i'cazi göstermek tarzinda bir Kur'an yazmaga dair mühim bir niyetimi; hizmet-i Kur'andaki kardeslerimin nazarlarina arzedip mesveret etmek ve onlarin fikirlerini istimzac etmek ve beni ikaz etmek için su kismi yazdim, onlara müracaat ediyorum. Su üçüncü kisim "Dokuz Mes'ele"dir.]
Birinci Mes'ele: Kur'an-i Azîmüssan'in enva'-i i'cazi kirka balig oldugu, I'caz-i Kur'an namindaki Yirmibesinci Söz'de bürhanlariyla isbat edilmis. Bazi enva'i tafsilen, bir kismi icmalen muannidlere karsi dahi gösterilmis.
Hem Kur'anin i'cazi, tabakat-i insaniyede kirk tabakaya karsi ayri ayri i'cazini gösterdigi, Ondokuzuncu Mektub'un Onsekizinci Isaretinde beyan edilmis ve o tabakatin on kisminin ayri ayri hisse-i i'caziyelerini isbat etmis. Sair otuz tabaka-i âher, ehl-i velayetin muhtelif mesrebler ashabina ve ulûm-u mütenevvianin ayri ayri ashablarina ayri ayri i'cazini gösterdigini, onlarin ilmelyakîn, aynelyakîn, hakkalyakîn derecesinde Kur'an hak Kelâmullah oldugunu, îman-i tahkikîleri göstermisler. Demek herbiri, ayri ayri bir tarzda bir vech-i i'cazini görmüsler. Evet ehl-i marifet bir velinin fehmettigi i'caz ile, ehl-i ask bir velinin müsahede ettigi cemâl-i i'caz bir olmadigi gibi; muhtelif mesaribe göre cemâl-i i'cazin cilveleri degisir. Bir Ilm-i Usûl-üd Din allâmesinin ve bir imaminin gördügü vech-i i'caz ile füruat-i seriattaki bir müçtehidin gördügü vech-i i'caz bir degil ve hâkeza... Bunlarin tafsilen ayri ayri vücuh-u i'cazini göstermek elimden gelmiyor. Havsalam dardir, ihata edemiyor; nazarim kisadir, göremiyor. Onun için yalniz on tabaka beyan edilmis, mütebâkisi icmalen isaret edilmis. Simdi o tabakalardan iki tabaka, Mu'cizat-i Ahmediye Risalesinde çok izaha muhtaç iken, o vakit pek noksan kalmisti.
sh: » (M: 434)
Birinci Tabaka: "Kulakli tabaka" tabir ettigimiz âmî avam; yalniz kulak ile Kur'ani dinler, kulak vasitasiyla i'cazini anlar. Yani der: "Bu isittigim Kur'an, baska kitablara benzemez. Ya bütününün altinda olacak veya bütününün fevkinde olacak. Umumunun altindaki sik ise kimse diyemez ve dememis, seytan dahi diyemez. Öyle ise, umumun fevkindedir." Iste bu kadar icmal ile Onsekizinci Isaret'te yazilmisti. Sonra onu izah için Yirmialtinci Mektub'un "Hüccet-ül Kur'an Alâ Hizb-is Seytan" namindaki Birinci Mebhasi, o tabakanin i'cazdaki fehmini tasvir ve isbat eder.
Ikinci Tabaka: Gözlü tabakasidir. Yani: Âmi avamdan veyahut akli gözüne inmis maddiyyunlar tabakasina karsi, Kur'anin göz ile görünecek bir isaret-i i'caziyesi bulundugu, Onsekizinci Isaret'te dava edilmis. Ve o davayi tenvir ve isbat etmek için, çok izaha lüzum vardi. Simdi anladigimiz mühim bir hikmet-i Rabbaniye cihetiyle o izah verilmedi. Pek cüz'î birkaç cüz'iyatina isaret edilmisti. Simdi o hikmetin sirri anlasildi ve te'hiri daha evlâ olduguna kat'î kanaatimiz geldi. Simdi o tabakanin fehmini ve zevkini teshil etmek için; kirk vücuh-u i'cazdan göz ile görülen bir vechini, bir Kur'ani yazdirdik ki o yüzü göstersin.
(Bu üçüncü kismin mütebâki mes'eleleri ile Dördüncü Kisim tevafukata dair oldugu için; tevafukata dair olan fihriste ile iktifa edilerek, burada yazilmamislardir. Yalniz Dördüncü Kisma ait bir ihtar ile Üçüncü Nükte yazilmistir.)
IHTAR: Lafz-i Resuldeki nükte-i azîmenin beyaninda yüzaltmis âyet yazildi. Isbu âyetlerin hasiyeti pek azîm olmakla beraber; mana cihetiyle birbirini isbat ve tekmil ettiginden, çok manidar oldugu için, muhtelif âyâti hifzetmek veya okumak arzusunda bulunanlara bir hizb-i Kur'anî oldugu gibi; Kur'an kelimesindeki nükte-i azîmenin beyaninda, altmisdokuz âyât-i azîmenin derece-i belâgati pek fevkalâde ve kuvvet-i cezaleti pek ulvîdir. Bu da ikinci bir hizb-i Kur'anî olarak ihvana tavsiye edilir. Yalniz Kur'an kelimesi, yedi silsile-i Kur'anda mevcud olup, umum o kelimeyi tutmus, hariç iki kalmis. O iki de kiraet manasinda oldugundan; o huruc, nükteye kuvvet vermistir. Resul lafzi ise o kelime ile en ziyade münasebetdar sureler içinde Sure-i Muhammed ile Sure-i Fetih oldugundan, o iki sureden
sh: » (M: 435)
çikan silsilelere hasrettigimizden, hariç kalan Resul lafzi simdilik dercedilmemistir. Vakit müsaade etse, bundaki esrar yazilacaktir insâallah.
Üçüncü Nükte: "Dört Nükte"dir.
Birinci Nükte: Lafzullah, mecmu'-u Kur'anda ikibin sekizyüz alti defa zikredilmistir. Bismillah'takilerle beraber Lafz-i Rahman, yüz ellidokuz defa; Lafz-i Rahîm, ikiyüz yirmi; Lafz-i Gafûr, altmisbir; Lafz-i Rab, sekizyüz kirkalti; Lafz-i Hakîm, seksenalti; Lafz-i Alîm, yüzyirmialti; Lafz-i Kadîr, otuzbir; Lâ Ilâhe Illâ Hû'daki Hû, yirmialti defa zikredilmistir. (Hâsiye) Lafzullah adedinde çok esrar ve nükteler var. Ezcümle: Lafzullah ve Rab'dan sonra en ziyade zikredilen Rahman, Rahîm, Gafûr ve Hakîm ile beraber Lafzullah, Kur'an âyetlerinin nisfidir. Hem Lafzullah ve Allah lafzi yerinde zikredilen Lafz-i Rab ile beraber, yine nisfidir. Çendan Rab lafzi sekizyüz kirkalti defa zikredilmis, fakat dikkat edilse, besyüz küsuru Allah lafzi yerinde zikredilmis, ikiyüz küsuru öyle degildir.
Hem Allah, Rahman, Rahîm, Alîm ve Lâ Ilâhe Illâ Hû'daki Hû adediyle beraber yine nisfidir. Fark yalniz dörttür. Ve Hû yerinde Kadîr ile beraber, yine mecmu'-u âyâtin nisfidir. Fark dokuzdur. Lafz-i Celâl'in mecmuundaki nükteler çoktur. Yalniz simdilik bu nükte ile iktifa ediyoruz.
Ikinci Nükte: Sureler itibariyledir. Onun dahi çok nükteleri var. Bir intizam, bir kasd ve bir iradeyi gösterir bir tarzda tevafukati vardir.
Sure-i Bakara'da, âyâtin adediyle Lafz-i Celâl'in adedi birdir. Fark dörttür ki, Allah lafzi yerinde dört Hû lafzi var. Meselâ: Lâ Ilâhe Illâ Hû'daki Hû gibi. Onunla muvafakat tamam olur. Âl-i Imran'da yine âyâtiyla Lafz-i Celâl tevafuktadir, müsavidirler. Yalniz Lafz-i Celâl, ikiyüz dokuzdur, âyet ikiyüzdür. Fark dokuzdur. Böyle meziyyat-i kelâmiyede ve belâgat nüktelerinde küçük farklar zarar vermez, takribî tevafukat kâfidir. Sure-i Nisa, Maide, En'am üçünün mecmu'-u âyetleri, mecmuundaki Lafz-i Celâl'in
__________________________
(Hâsiye): Kur'andaki âyâtin mecmu'-u adedi, altibin altiyüz altmisalti olmasi.. ve su geçen seksendokuzuncu sahifede, mezkûr Esmâ-i Hüsnânin adedi, alti rakamiyla alâkadar bulunmasi ehemmiyetli bir sirra isaret ediyor. Simdilik mühmel kaldi.
sh: » (M: 436)
adedine tevafuktadir. Âyetlerin adedi dörtyüz altmisdört, Lafz-i Celâ'in adedi dörtyüz altmisbir; Bismillah'taki Lafzullah ile beraber tam tevafuktadir. Hem meselâ: Bastaki bes surenin Lafz-i Celâ adedi; Sure-i A'raf, Enfal, Tevbe, Yunus, Hud'daki Lafz-i Celâl adedinin iki mislidir. Demek bu âhirdeki bes, evvelki besin nisfidir. Sonra gelen Sure-i Yûsuf, Ra'd, Ibrahim, Hicr, Nahl surelerindeki Lafz-i Celâl adedi, o nisfin nisfidir. Sonra Sure-i Isra, Kehf, Meryem, Tâhâ, Enbiya,Hacc; (Hâsiye) o nisfin nisfinin nisfidir. Sonra gelen beser beser, takriben o nisbetle gidiyor; yalniz bazi küsuratla fark var. Öyle farklar, böyle makam-i hitabîde zarar vermez. Meselâ: Bir kisim yüz yirmibir, bir kismi yüz yirmibes, bir kismi yüz ellidört, bir kismi yüz ellidokuzdur. Sonra Sure-i Zuhruf'tan baslayan bes sure; o nisf-i nisf-i nisfin nisfina iniyor. Sure-i Necm'den baslayan bes; o nisf-i nisf-i nisf-i nisfin nisfidir; fakat takribîdir. Küçük küsuratin farklari, böyle makamat-i hitabiyede zarar vermez. Sonra gelen küçük besler içinde, üç beslerin yalniz üçer aded Lafz-i Celâl'i var. Iste bu vaziyet gösteriyor ki: Lafz-i Celâl'in adedine tesadüf karismamis, bir hikmet ve intizam ile adedleri tayin edilmis.
Lafzullah'in Üçüncü Nüktesi: Sahifeler nisbetine bakar. Söyle ki:
Bir sahifede olan Lafz-i Celâl adedi, o sahifenin sag yüzü ve o yüze karsiki sahifeye ve bazan soldaki karsiki sahife ve karsinin arka yüzüne bakar. Ben kendi nüsha-i Kur'aniyemde bu tevafuku tedkik ettim. Ekseriyetle gayet güzel bir nisbet-i adediye ile bir tevafuk gördüm. Nüshama da isaretler koydum. Çok defa müsavi olur. Bazan nisif veyahud sülüs oluyor. Bir hikmet ve intizami ihsas eden bir vaziyeti vardir.
Dördüncü Nükte: Sahife-i vâhiddeki tevafukattir. Kardeslerimle üç-dört ayri ayri nüshalari mukabele ettik. Umumunda tevafukat matlub olduguna kanaatimiz geldi. Yalniz, matbaa müstensihleri baska maksadlari takib ettiklerinden, bir derece tevafukatta intizamsizlik düsmüs. Tanzim edilse, pek nadir istisna ile, mecmu'-u Kur'anda ikibin sekizyüz alti Lafz-i Celâl'in ade-
__________________________
(Hâsiye): Bu beser taksimat üzere bir sir inkisaf etmisti. Hiçbirimizin haberi olmadan suradaki alti sure kaydolmus. Süphemiz kalmadi ki; gaibden, ihtiyarimizin haricinde altincisi girmis; tâ bu nisfiyet sirr-i mühimmi kaybolmasin.
sh: » (M: 437)
dinde tevafukat görünecektir. Ve bunda bir su'le-i i'caz parliyor. Çünki fikr-i beser, bu pek genis sahifeyi ihata edemez ve karisamaz. Tesadüfün ise, bu manidar ve hikmetdar vaziyete eli ulasamaz.
Dördüncü Nükte'yi bir derece göstermek için, yeni bir Mushaf yazdiriyoruz ki; en müntesir Mushaflarin ayni sahife, ayni satirlarini muhafaza etmekle beraber, san'atkârlarin lâkaydligi te'siriyle adem-i intizama maruz kalan yerleri tanzim edip, tevafukatin hakikî intizami insâallah gösterilecektir.. ve gösterildi.
اَللّهُمَّ يَا مُنْزِلَ الْقُرْآنِ بِحَقِّ الْقُرْآنِ فَهِّمْنَا اَسْرَارَ الْقُرْآنِ مَادَارَ الْقَمَرَانِ وَ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى مَنْ اَنْزَلْتَ عَلَيْهِ الْقُرْآنَ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ آمِينَ
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 29. MEKTUP
sh: » (M: 438)
Besinci Risale olan Besinci Kisim
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
اَللّهُ نُورُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ...الخ âyet-i pür-envarinin çok envar-i esrarindan bir nurunu, Ramazan-i Serif'te bir halet-i ruhaniyede hissettim, hayal-meyal gördüm. Söyle ki:
Üveys-i Karanî'nin:
اِلهِى اَنْتَ رَبِّى وَ اَنَا الْعَبْدُ * وَ اَنْتَ الْخَالِقُ وَ انَا الْمَخْلُوقُ * وَ اَنْتَ الرَّزَّاقُ وَ اَنَا الْمَرْزُوقُ * الخ
...
münacat-i meshuresi nev'inden, bütün mevcudat-i zevilhayat, Cenâb-i Hakk'a karsi ayni münacati ettiklerini ve onsekiz bin âlemin herbirinin isigi, birer ism-i Ilâhî oldugunu bana kanaat verecek bir vakia-i kalbiye-i hayaliyeyi gördüm. Söyle ki:
Birbirine sarili çok yaprakli bir gül goncasi gibi, su âlem binler perde perde içinde sarili, birbiri altinda sakli âlemleri bu âlem içinde gördüm. Herbir perde açildikça, diger bir âlemi görüyordum. O âlem ise, âyet-i Nur'un arkasindaki
اَوْ كَظُلُمَاتٍ فِى بَحْرٍ ُلجِّيٍّ يَغْشَاهُ مَوْجٌ مِنْ فَوْقِهِ مَوْجٌ مِنْ فَوْقِهِ سَحَابٌ ظُلُمَاتٌ بَعْضُهَا فَوْقَ بَعْضٍ اِذَا اَخْرَجَ يَدَهُ لَمْ يَكَدْ يَرَيهَا وَمَنْ لَمْ يَجْعَلِ اللّهُ لَهُ نُورًا فَمَا لَهُ مِنْ نُورٍ
âyeti tasvir ettigi gibi; bir zulümat, bir vahset, bir dehset karanligi içinde bana görünüyordu. Birden bir ism-i Ilâhînin cilvesi, bir nur-u azîm gibi görünüp isiklandiriyordu. Hangi perde akla karsi açilmissa, hayale karsi baska bir âlem fakat gafletle karanlikli bir âlem görünüyorken, günes gibi bir ism-i Ilâhî tecelli eder, bastan basa o âlemi tenvir eder ve hâkeza... Bu seyr-i kalbî ve seyahat-i hayaliye çok devam etti. Ezcümle:
Hayvanat âlemini gördügüm vakit, hadsiz ihtiyacat ve siddetli açliklariyla beraber za'f ve aczleri, o âlemi bana çok karanlikli ve hazîn gösterdi. Birden Rahman ismi, Rezzak burcunda (yani
sh: » (M: 439)
mânasinda) bir sems-i tâban gibi tulû' etti; o âlemi bastan basa rahmet ziyasiyla yaldizladi.
Sonra o âlem-i hayvanat içinde, etfal ve yavrularin za'f ve acz ve ihtiyaç içinde çirpindiklari, hazîn ve herkesi rikkate getirecek bir karanlik içinde diger bir âlemi gördüm. Birden Rahîm ismi sefkat burcunda tulû' etti, o kadar güzel ve sirin bir surette o âlemi isiklandirdi ki; sekva ve rikkat ve hüzünden gelen yas damlalarini, ferah ve sürura ve sükrün lezzetinden gelen damlalara çevirdi.
Sonra sinema perdesi gibi bir perde daha açildi, âlem-i insanî bana göründü. O âlemi o kadar karanlikli, o kadar zulümatli, dehsetli gördüm ki; dehsetimden feryad ettim, "Eyvah!" dedim. Çünki gördüm ki: Insanlardaki ebede uzanip giden arzulari, emelleri ve kâinati ihata eden tasavvurat ve efkârlari ve ebedî beka ve saadet-i ebediyeyi ve Cennet'i gayet ciddî isteyen himmetleri ve istidadlari ve hadsiz makasida ve metalibe müteveccih fakr ve ihtiyacatlari ve za'f ve acziyle beraber, hücuma maruz kaldiklari hadsiz musibet ve a'dâlariyla beraber; gayet kisa bir ömür, gayet dagdagali bir hayat, gayet perisan bir maiset içinde, kalbe en elîm ve en müdhis halet olan mütemadî zeval ve firak belasi içinde, ehl-i gaflet için zulümat-i ebedî kapisi suretinde görülen kabre ve mezaristana bakiyorlar, birer birer ve taife taife o zulümat kuyusuna atiliyorlar. Iste bu âlemi bu zulümat içinde gördügüm anda, kalb ve ruh ve aklimla beraber bütün letaif-i insaniyem, belki bütün zerrat-i vücudum feryad ile aglamaya hazir iken; birden Cenâb-i Hakk'in Âdil ismi Hakîm burcunda, Rahman ismi Kerim burcunda, Rahîm ismi Gafur burcunda (yani mânasinda), Bâis ismi Vâris burcunda, Muhyî ismi Muhsin burcunda, Rab ismi Mâlik burcunda tulû' ettiler. O âlem-i insanî içindeki çok âlemleri tenvir ettiler, isiklandirdilar ve nuranî âhiret âleminden pencereler açip, o karanlikli insan dünyasina nurlar serptiler.
Sonra muazzam bir perde daha açildi, âlem-i Arz göründü. Felsefenin karanlikli kavanin-i ilmiyeleri, hayale dehsetli bir âlem gösterdi. Yetmis defa top güllesinden daha sür'atli bir hareketle, yirmibesbin sene mesafeyi bir senede devreden ve her vakit dagilmaga ve parçalanmaga müstaid ve içi zelzeleli, ihtiyar ve çok yasli Küre-i Arz içinde, âlemin hadsiz fezasinda seyahat eden bîçare nev'-i insan vaziyeti, bana vahsetli bir karanlik içinde göründü.
sh: » (M: 440)
Basim döndü, gözüm karardi. Birden Hâlik-i Arz ve Semavat'in Kadîr, Alîm, Rab, Allah ve Rabb-üs- Semavati Vel-Arz ve Müsahhir-üs -Semsi Vel-Kamer isimleri; Rahmet, Azamet, Rububiyet burcunda tulû' ettiler. O âlemi öyle nurlandirdilar ki; o halette bana Küre-i Arz gayet muntazam, müsahhar, mükemmel, hos, emniyetli bir seyahat gemisi tenezzüh ve keyf ve ticaret için müheyya edilmis bir sekilde gördüm.
Elhasil: Binbir ism-i Ilâhînin, kâinata müteveccih olan o esmâdan herbiri bir âlemi ve o âlem içindeki âlemleri tenvir eden bir günes hükmünde ve sirr-i ehadiyet cihetiyle, herbir ismin cilvesi içinde sair isimlerin cilveleri dahi bir derece görünüyordu. Sonra kalb, her zulümat arkasinda ayri ayri bir nuru gördügü için, seyahata istihasi açiliyordu. Hayale binip, semaya çikmak istedi. O vakit, gayet genis bir perde daha açildi. Kalb, semavat âlemine girdi gördü ki: O nuranî tebessüm eden suretinde görülen yildizlar, Küre-i Arz'dan daha büyük ve ondan daha sür'atli bir surette birbiri içinde geziyorlar, dönüyorlar. Bir dakika birisi yolunu sasirtsa, baskasiyla müsademe edecek, öyle bir patlak verecek ki, kâinatin ödü patlayip âlemi dagitacak. Nur degil, ates saçarlar; tebessümle degil, vahsetle bana baktilar. Hadsiz büyük, genis hâlî, bos, dehset, hayret zulümati içinde semavati gördüm. Geldigime bin pisman oldum. Birden
رَبُّ السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ * رَبُّ الْمَلاَئِكَةِ وَ الرُّوحِ
un esmâ-i hüsnâsi, وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَاءَ الدُّنْيَا ِبمَصَابِيحَ * وَ سَخَّرَ الشّمْسَ وَ الْقَمَرَ burcunda cilveleriyle zuhur ettiler. O mâna cihetiyle, karanlik üstüne çökmüs olan yildizlar, o envar-i azîmeden birer lem'a alip, yildizlar adedince elektrik lâmbalari yakilmis gibi, o âlem-i semavat nurlandi. O bos ve hâlî tevehhüm edilen semavat dahi melâikelerle, ruhanîlerle doldu, senlendi. Sultan-i Ezel ve Ebed'in hadsiz ordularindan bir ordu hükmünde hareket eden günesler ve yildizlar, bir manevra-i ulvî yapiyorlar tarzinda, o Sultan-i Zülcelâl'in hasmetini ve sasaa-i Rububiyetini gösteriyorlar gibi gördüm. Bütün kuvvetimle ve mümkün olsaydi bütün zerratimla ve beni dinleselerdi bütün mahlukatin lisanlariyla diyecektim, hem umum onlarin namina dedim:
sh: » (M: 441)
اَللّهُ نُورُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ َاْلمِصْبَاحُ فِى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لاَ شَرْقِيَّةٍ وَلاَ غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَلَوْ لَمْ َتمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلَى نُورٍ يَهْدِى اللّهُ لِنُورِهِ مَنْ يَشَاءُ
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 29. MEKTUP
âyetini okudum; döndüm, indim, ayildim; "Elhamdülillahi alâ nur-il iman ve-l Kur'an" dedim.
sh: » (M: 442)
Altinci Risale olan Altinci Kisim
[Kur'an-i Hakîm'in tilmizlerini ve hâdimlerini ikaz etmek ve aldanmamak için yazilmistir.]
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
وَلاَ تَرْكَنُوا اِلَى الَّذِينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ
Su Altinci Kisim, ins ve cin seytanlarinin alti desiselerini insâallah akîm birakir ve hücum yollarinin altisini seddeder.
Birinci Desise: Seytan-i ins, seytan-i cinnîden aldigi derse binaen; hizb-ül Kur'anin fedakâr hâdimlerini hubb-u câh vasitasiyla aldatmak ve o kudsî hizmetten ve o manevî ulvî cihaddan vazgeçirmek istiyorlar. Söyle ki:
Insanda, ekseriyet itibariyle hubb-u câh denilen hirs-i söhret ve hodfürusluk ve san ü seref denilen riyakârane halklara görünmek ve nazar-i âmmede mevki sahibi olmaga, ehl-i dünyanin her ferdinde cüz'î-küllî arzu vardir. Hattâ o arzu için, hayatini feda eder derecesinde söhretperestlik hissi onu sevkeder. Ehl-i âhiret için bu his gayet tehlikelidir, ehl-i dünya için de gayet dagdagalidir; çok ahlâk-i seyyienin de menseidir ve insanlarin da en zaîf damaridir. Yani: Bir insani yakalamak ve kendine çekmek; onun o hissini oksamakla kendine baglar, hem onun ile onu maglub eder. Kardeslerim hakkinda en ziyade korktugum, bunlarin bu zaîf damarindan ehl-i ilhadin istifade etmek ihtimalidir. Bu hal beni çok düsündürüyor. Hakikî olmayan bazi bîçare dostlarimi o suretle çektiler, manen onlari tehlikeye attilar.(Hâsiye)
Ey kardeslerim ve ey hizmet-i Kur'anda arkadaslarim! Bu hubb-u câh cihetinden gelen dessas ehl-i dünyanin hafiyelerine
________________________
(Hâsiye): O bîçareler, "Kalbimiz Üstad ile beraberdir" fikriyle kendilerini tehlikesiz zannederler. Halbuki ehl-i ilhadin cereyanina kuvvet veren ve propagandalarina kapilan, belki bilmeyerek hafiyelikte istimal edilmek tehlikesi bulunan bir adamin, "Kalbim safidir. Üstadimin meslegine sâdiktir." demesi, bu misale benzer ki: Birisi namaz kilarken karnindaki yeli tutamiyor, çikiyor; hades vuku buluyor. Ona "Namazin bozuldu" denildigi vakit, o diyor: "Neden namazim bozulsun, kalbim safidir."
sh: » (M: 443)
veya ehl-i dalaletin propagandacilarina veya seytanin sakirdlerine deyiniz ki: "Evvelâ riza-yi Ilâhî ve iltifat-i Rahmanî ve kabul-ü Rabbanî öyle bir makamdir ki; insanlarin teveccühü ve istihsani, ona nisbeten bir zerre hükmündedir. Eger teveccüh-ü rahmet varsa, yeter. Insanlarin teveccühü; o teveccüh-ü rahmetin in'ikasi ve gölgesi olmak cihetiyle makbuldür, yoksa arzu edilecek bir sey degildir.. çünki kabir kapisinda söner, bes para etmez!"
Hubb-u câh hissi eger susturulmazsa ve izale edilmezse, yüzünü baska cihete çevirmek lâzimdir. Söyle ki:
Sevab-i uhrevî için, dualarini kazanmak niyetiyle ve hizmetin hüsn-ü tesiri noktasinda gelecek temsildeki sirra binaen, belki o hissin mesru bir ciheti bulunur. Meselâ: Ayasofya Câmii, ehl-i fazl ve kemalden mübarek ve muhterem zâtlarla dolu oldugu bir zamanda, tek-tük, sofada ve kapida haylaz çocuklar ve serseri ahlâksizlar bulunup câmiin pencerelerinin üstünde ve yakininda ecnebilerin eglenceperest seyircileri bulunsa, bir adam o câmi içine girip ve o cemaat içine dâhil olsa; eger güzel bir sada ile sirin bir tarzda Kur'andan bir asir okusa, o vakit binler ehl-i hakikatin nazarlari ona döner, hüsn-ü teveccühle, manevî bir duâ ile, o adama bir sevab kazandirirlar. Yalniz, haylaz çocuklarin ve serseri mülhidlerin ve tek-tük ecnebilerin hosuna gitmeyecek. Eger o mübarek câmiye ve o muazzam cemaat içine o adam girdigi vakit, süfli ve edebsizce fuhsa ait sarkilari bagirip çagirsa, raksedip ziplasa; o vakit o haylaz çocuklari güldürecek, o serseri ahlâksizlari fuhsiyata tesvik ettigi için hoslarina gidecek ve Islâmiyetin kusurunu görmekle mütelezziz olan ecnebilerin istihzakârane tebessümlerini celbedecek. Fakat umum o muazzam ve mübarek cemaatin bütün efradindan, bir nazar-i nefret ve tahkir celbedecektir. Esfel-i sâfilîne sukut derecesinde nazarlarinda alçak görünecektir.
Iste aynen bu misal gibi; âlem-i Islâm ve Asya, muazzam bir câmidir. Ve içinde ehl-i îman ve ehl-i hakikat, o câmideki muhterem cemaattir. O haylaz çocuklar ise, çocuk akilli dalkavuklardir. O serseri ahlâksizlar; firenkmesreb, milliyetsiz, dinsiz heriflerdir. Ecnebi seyircileri ise, ecnebilerin nasir-i efkâri olan gazetecilerdir. Herbir müslüman, hususan ehl-i fazl ve kemâl ise; bu câmide derecesine göre bir mevkii olur, görünür, nazar-i dikkat ona çevrilir. Eger Islâmiyetin bir sirr-i esasi olan ihlas ve riza-yi Ilâhî cihetinde, Kur'an-i Hakîm'in ders verdigi ahkâm ve hakaik-i kudsiyeye
sh: » (M: 444)
dair harekât ve a'mal ondan sudûr etse, lisan-i hali mânen âyât-i Kur'aniyeyi okusa; o vakit manen âlem-i Islâmin herbir ferdinin vird-i zebani olan اَللّهُمَّ اغْفِرْ لِلْمُؤْمِنِينَ وَ الْمُؤْمِنَاتِ duâsinda dâhil olup hissedar olur ve umumu ile uhuvvetkârane alâkadar olur. Yalniz hayvanat-i muzirra nev'inden bazi ehl-i dalaletin ve sakalli çocuklar hükmündeki bazi ahmaklarin nazarlarinda kiymeti görünmez. Eger o adam, medar-i seref tanidigi bütün ecdadini ve medar-i iftihar bildigi bütün geçmislerini ve ruhen nokta-i istinad telakki ettigi selef-i sâlihînin cadde-i nuranîlerini terkedip heveskârane, hevaperestane, riyakârane, söhretperverane, bid'akârane islerde ve harekâtta bulunsa; mânen bütün ehl-i hakikat ve ehl-i îmanin nazarinda en alçak mevkie düser. اِتَّقُوا فِرَاسَةَ الْمُؤْمِنِ فَاِنَّهُ يَنْظُرُ بِنُورِ اللّهِ sirrina göre; ehl-i îman ne kadar âmi ve cahil de olsa, akli derketmedigi halde, kalbi öyle hodfürus adamlari görse; soguk görür, manen nefret eder.
Iste hubb-u câha meftun ve söhretperestlige mübtela adam -ikinci adam-, hadsiz bir cemaatin nazarinda esfel-i sâfilîne düser. Ehemmiyetsiz ve müstehzi ve hezeyanci bazi serserilerin nazarinda, muvakkat ve menhus bir mevki kazanir. َاْلاَخِلاَّءُ يَوْمَئِذٍ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ عَدُوّ ٌاِلاَّ اْلمُتَّقِينَ sirrina göre; dünyada zarar, berzahta azab, âhirette düsman bazi yalanci dostlari bulur.
Birinci suretteki adam, faraza hubb-u câhi kalbinden çikarmazsa, fakat ihlasi ve riza-yi Ilâhîyi esas tutmak ve hubb-u câhi hedef ittihaz etmemek sartiyla; bir nevi mesru makam-i manevî, hem muhtesem bir makam kazanir ki, o hubb-u câh damarini kemaliyle tatmin eder. Bu adam az, hem pek az ve ehemmiyetsiz bir sey kaybeder; ona mukabil, çok hem pek çok kiymetdar, zararsiz seyleri bulur. Belki birkaç yilani kendinden kaçirir; ona bedel, çok mübarek mahluklari arkadas bulur, onlarla ünsiyet eder. Veya isirici yabani esek arilarini kaçirip, mübarek rahmet serbetçileri olan arilari kendine celbeder. Onlarin ellerinden bal yer gibi, öyle dostlar bulur ki; daima dualariyla âb-i kevser gibi feyizler, âlem-i Islâmin etrafindan onun ruhuna içirilir ve
sh: » (M: 445)
defter-i a'maline geçirilir.
Bir zaman, dünyanin bir büyük makamini isgal eden küçük bir insan, söhretperestlik yolunda büyük bir kabahat islemekle, âlem-i Islâmin nazarinda maskara oldugu vakit, geçen temsilin mealini ona ders verdim; basina vurdum. Iyi sarsti, fakat kendimi hubb-u câhtan kurtaramadigim için, o ikazim dahi onu uyandirmadi.
Ikinci Desise: Insanda en mühim ve esasli bir his, hiss-i havftir. Dessas zalimler, bu korku damarindan çok istifade etmektedirler. Onunla, korkaklari gemlendiriyorlar. Ehl-i dünyanin hafiyeleri ve ehl-i dalaletin propagandacilari, avamin ve bilhassa ulemanin bu damarindan çok istifade ediyorlar. Korkutuyorlar, evhamlarini tahrik ediyorlar. Meselâ: Nasilki damda bir adami tehlikeye atmak için, bir dessas adam, o evhamlinin nazarinda zararli görünen bir sey'i gösterip, vehmini tahrik edip, kova kova tâ damin kenarina gelir, bas asagi düsürür, boynu kirilir. Aynen onun gibi; çok ehemmiyetsiz evham ile, çok ehemmiyetli seyleri feda ettiriyorlar. Hattâ bir sinek beni isirmasin diyerek, yilanin agzina girer.
Bir zaman -Allah rahmet etsin- mühim bir zât kayiga binmekten korkuyordu. Onun ile beraber bir aksam vakti, Istanbul'dan köprüye geldik. Kayiga binmek lâzim geldi. Araba yok. Sultan Eyyüb'e gitmege mecburuz. Israr ettim. Dedi: "Korkuyorum, belki batacagiz!" Ona dedim: "Bu Haliç'te tahminen kaç kayik var?" Dedi: "Belki bin var." Dedim: "Senede kaç kayik garkolur." Dedi: "Bir-iki tane, bazi sene de hiç batmaz." Dedim: "Sene kaç gündür?" Dedi: "Üçyüzaltmis gündür." Dedim: "Senin vehmine ilisen ve korkuna dokunan batmak ihtimali, üçyüz altmis bin ihtimalden bir tek ihtimaldir. Böyle bir ihtimalden korkan; insan degil, hayvan da olamaz!" Hem ona dedim: "Acaba kaç sene yasamayi tahmin ediyorsun?" Dedi: "Ben ihtiyarim, belki on sene daha yasamam ihtimali vardir." Dedim: "Ecel gizli oldugundan, herbir günde ölmek ihtimali var; öyle ise üçbin altiyüz günde hergün vefatin muhtemel. Iste kayik gibi üçyüzbinden bir ihtimal degil, belki üçbinden bir ihtimal ile bugün ölümün muhtemeldir, titre ve agla, vasiyet et!" dedim. Akli basina geldi, titreyerek kayiga bindirdim. Kayik içinde ona dedim: "Cenâb-i Hak havf damarini hifz-i hayat için vermis, hayati tahrib için degil! Ve hayati agir ve müskil ve elîm ve azab yapmak için vermemistir.
sh: » (M: 446)
Havf iki, üç, dört ihtimalden bir olsa.. hattâ bes-alti ihtimalden bir olsa, ihtiyatkârane bir havf mesru olabilir. Fakat yirmi, otuz, kirk ihtimalden bir ihtimal ile havf etmek evhamdir, hayati azaba çevirir."
Iste ey kardeslerim! Eger ehl-i ilhadin dalkavuklari, sizi korkutmak ile kudsî cihad-i manevînizden vazgeçirmek için size hücum etseler; onlara deyiniz: "Biz hizb-ül Kur'aniz. اِنّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَ اِنّا لَهُ لَحَافِظُونَ sirriyla, Kur'anin kal'asindayiz.
حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ etrafimizda çevrilmis muhkem bir surdur. Binler ihtimalden bir ihtimal ile, su kisa hayat-i fâniyeye küçük bir zarar gelmesi korkusundan, hayat-i ebediyemize yüzde yüz binler zarar verecek bir yola, bizi ihtiyarimizla sevkedemezsiniz!" Ve deyiniz: "Acaba hizmet-i Kur'aniyede arkadasimiz ve o hizmet-i kudsiyenin tedbirinde üstadimiz ve ustabasimiz olan Said Nursî'nin yüzünden, bizim gibi hak yolunda ona dost olan ehl-i haktan kim zarar görmüs? Ve onun has talebelerinden kim bela görmüs ki, biz de görecegiz ve o görmek ihtimali ile telas edecegiz? Bu kardesimizin binler uhrevî dostlari ve kardesleri var. Yirmi otuz senedir dünya hayat-i içtimaiyesine tesirli bir surette karistigi halde, onun yüzünden bir kardesinin zarar gördügünü isitmedik. Hususan o zaman elinde siyaset topuzu vardi. Simdi o topuz yerine nur-u hakikat var. Eskiden 31 Mart hâdisesinde çendan onu da karistirdilar, bazi dostlarini da ezdiler. Fakat sonra tebeyyün etti ki, mes'ele baskalari tarafindan çikmis. Onun dostlari, onun yüzünden degil, onun düsmanlari yüzünden bela gördüler. Hem o zaman çok dostlarini da kurtardi. Buna binaen; bin degil, binler ihtimalden bir tek ihtimal-i tehlike korkusuyla, bir hazine-i ebediyeyi elimizden kaçirmak, sizin gibi seytanlarin hatirina gelmemeli!" deyip ehl-i dalaletin dalkavuklarinin agzina vurup tardetmelisiniz. Hem o dalkavuklara deyiniz ki:
"Yüzbinler ihtimalden bir ihtimal degil, yüzden yüz ihtimal ile bir helâket gelse; zerre kadar aklimiz varsa, korkup, onu birakip kaçmayacagiz!" Çünki mükerrer tecrübelerle görülmüs ve görülüyor ki: Büyük kardesine veyahut üstadina tehlike zamaninda ihanet edenlerin, gelen bela en evvel onlarin basinda patlar. Hem merhametsizcesine onlara ceza verilmis ve alçak nazariyla
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 29. MEKTUP
sh: » (M: 447)
bakilmis. Hem cesedi ölmüs, hem ruhu zillet içinde manen ölmüs. Onlara ceza verenler, kalblerinde bir merhamet hissetmezler. Çünki derler: "Bunlar mâdem kendilerine sâdik ve müsfik üstadlarina hain çiktilar; elbette çok alçaktirlar, merhamete degil tahkire lâyiktirlar."
Mâdem hakikat budur. Hem mâdem bir zalim ve vicdansiz bir adam, birisini yere atip ayagiyla onun basini kat'î ezecek bir surette davransa, o yerdeki adam eger o vahsi zalimin ayagini öpse; o zillet vasitasiyla kalbi basindan evvel ezilir, ruhu cesedinden evvel ölür. Hem basi gider, hem izzet ve haysiyeti mahvolur. Hem o canavar vicdansiz zalime karsi za'f göstermekle, kendisini ezdirmeye tesci' eder. Eger ayagi altindaki mazlum adam, o zalimin yüzüne tükürse; kalbini ve ruhunu kurtarir, cesedi bir sehid-i mazlum olur. Evet tükürün zalimlerin hayasiz yüzlerine!..
Bir zaman Ingiliz Devleti, Istanbul Bogazi'nin toplarini tahrib ve Istanbul'u istilâ ettigi hengâmda; o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesi'nin baspapazi tarafindan Mesihat-i Islâmiyeden dinî alti sual soruldu. Ben de o zaman Dâr-ül Hikmet-il Islâmiye'nin âzasi idim. Bana dediler: "Bir cevap ver." Onlar alti suallerine, alti yüz kelime ile cevap istiyorlar. Ben dedim: "Altiyüz kelime ile degil, alti kelime ile de degil, hattâ bir kelime ile dahi degil; belki bir tükürük ile cevap veriyorum! Çünki o devlet, iste görüyorsunuz; ayagini bogazimiza bastigi dakikada, onun papazi magrurane üstümüzde sual sormasina karsi, yüzüne tükürmek lâzim geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!.." demistim. Simdi diyorum:
Ey kardeslerim! Ingiliz gibi cebbar bir hükûmetin istilâ ettigi bir zamanda, bu tarzda matbaa lisaniyla onlara mukabele etmek, tehlike yüzde yüz iken, hifz-i Kur'anî bana kâfi geldigi halde; size de, yüzde bir ihtimal ile, ehemmiyetsiz zalimlerin elinden gelen zararlara karsi, elbette yüz derece daha kâfidir.
Hem ey kardeslerim! Çogunuz askerlik etmissiniz. Etmeyenler de elbette isitmislerdir. Isitmeyenler de benden isitsinler ki: "En ziyade yaralananlar, siperini birakip kaçanlardir. En az yara alanlar, siperinde sebat edenlerdir!."
قُلْ اِنَّ اْلمَوْتَ الَّذِى تَفِرُّونَ مِنْهُ فَاِنَّهُ مُلاَقِيكُمْ mana-yi isarîsiyle gösteri-
sh: » (M: 448)
yor ki: "Firar edenler, kaçmalariyla ölümü daha ziyade karsiliyorlar!"
Üçüncü Desise-i Seytaniye: Tama' yüzünden çoklarini avliyorlar.
Kur'an-i Hakîm'in âyât ve beyyinatindan istifaza ettigimiz kat'î bürhanlarla çok risalelerde isbat etmisiz ki: "Mesru rizk, iktidar ve ihtiyarin derecesine göre degil; belki acz ve iftikarin nisbetinde geliyor." Bu hakikati gösteren hadsiz isaretler, emareler, deliller vardir. Ezcümle:
Bir nevi zîhayat ve rizka muhtaç olan escar yerinde durup, onlarin riziklari onlara kosup geliyor. Hayvanat hirs ile riziklarinin pesinde kostuklarindan, agaçlar gibi mükemmel beslenmiyorlar.
Hem hayvanat nev'inden baliklarin en aptal, iktidarsiz ve kum içinde bulundugu halde mükemmel beslenmesi ve umumiyetle semiz olarak görünmesi; maymun ve tilki gibi zeki ve muktedir hayvanat, sû'-i maisetinden alîz ve zaîf olmasi, gösteriyor ki: Vasita-i rizk; iktidar degil, iftikardir.
Hem insanî olsun hayvanî olsun bütün yavrularin hüsn-ü maiseti ve süt gibi hazine-i rahmetin en latif bir hediyesi, umulmadik bir tarzda onlara za'f ve aczlerine sefkaten ihsan edilmesi ve vahsi canavarlarin dîk-i maisetleri dahi gösteriyor ki: Vesile-i rizk-i helâl; acz ve iftikardir, zekâ ve iktidar degildir.
Hem dünyada, milletler içinde siddet-i hirs ile meshur olan Yahudi Milletinden daha ziyade rizk pesinde kosan olmuyor. Halbuki zillet ve sefalet içinde en ziyade sû'-i maisete onlar maruz oluyorlar. Onlarin zenginleri dahi süflî yasiyorlar. Zâten riba gibi gayr-i mesru yollarla kazandiklari mal, rizk-i helâl degil ki mes'elemizi cerhetsin.
Hem çok ediblerin ve çok ulemanin fakr-i hali ve çok aptallarin servet ve ginasi dahi gösteriyor ki: Celb-i rizkin medari, zekâ ve iktidar degildir; belki acz ve iftikardir, tevekkülvari bir teslimdir ve lisan-i kal ve lisan-i hal ve lisan-i fiil ile bir duâdir.
Iste bu hakikati ilân eden اِنَّ اللّهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ اْلمَتِينُ âyeti, bu davamiza o kadar kavî ve metin bir bürhandir ki; bütün nebatat ve hayvanat ve etfal lisaniyla okunuyor. Ve rizk isteyen her
sh: » (M: 449)
taife, su âyeti lisan-i hal ile okuyor.
Mâdem rizk mukadderdir ve ihsan ediliyor ve veren de Cenâb-i Hak'tir; o hem Rahîm, hem Kerim'dir. Onun rahmetini ittiham etmek derecesinde ve keremini istihfaf eder bir surette gayr-i mesru bir tarzda yüz suyu dökmekle; vicdanini belki bazi mukaddesatini rüsvet verip, menhus, bereketsiz bir mal-i harami kabul eden düsünsün ki, ne kadar muzaaf bir divaneliktir.
Evet ehl-i dünya, hususan ehl-i dalalet; parasini ucuz vermez, pek pahali satar. Bir senelik hayat-i dünyeviyeye bir derece yardim edecek bir mala mukabil, hadsiz bir hayat-i ebediyeyi tahrib etmeye bazan vesile olur. O pis hirs ile gazab-i Ilâhîyi kendine celbeder ve ehl-i dalaletin rizasini celbe çalisir.
Ey kardeslerim! Eger ehl-i dünyanin dalkavuklari ve ehl-i dalaletin münafiklari, sizi insaniyetin su zaîf damari olan tama' yüzünden yakalasalar; geçen hakikati düsünüp, bu fakir kardesinizi nümune-i imtisal ediniz. Sizi bütün kuvvetimle temin ederim ki: Kanaat ve iktisad; maastan ziyade sizin hayatinizi idame ve rizkinizi temin eder. Bahusus size verilen o gayr-i mesru para, sizden ona mukabil bin kat fazla fiat isteyecek. Hem her saati size ebedî bir hazineyi açabilir olan hizmet-i Kur'aniyeye sed çekebilir veya fütur verir. Bu öyle bir zarar ve bosluktur ki; her ay binler maas verilse, yerini dolduramaz.
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 29. MEKTUP
IHTAR: Ehl-i dalalet, Kur'an-i Hakîm'den alip nesrettigimiz hakaik-i îmaniye ve Kur'aniyeye karsi müdafaa ve mukabele elinden gelmedigi için, münafikane ve desisekârane igfal ve hile dâmini (tuzagini) istimal ediyor. Dostlarimi hubb-u câh, tama' ve havf ile aldatmak ve beni bazi isnadat ile çürütmek istiyorlar. Biz, kudsî hizmetimizde daima müsbet hareket ediyoruz. Fakat maatteessüf herbir emr-i hayirda bulunan manileri def'etmek vazifesi, bizi bazan menfî harekete sevkediyor.
Iste bunun içindir ki, ehl-i nifakin hilekârane propagandasina karsi, kardeslerimi sâbik üç nokta ile ikaz ediyorum. Onlara gelen hücumu def'e çalisiyorum.
Simdi en mühim bir hücum benim sahsimadir. Diyorlar ki: "Said Kürddür, neden bu kadar ona hürmet ediyorsunuz, arkasina düsüyorsunuz?"
Iste bilmecburiye böyle herifleri susturmak için, Dördüncü Desise-i Seytaniyeyi, istemeyerek Eski Said lisaniyla zikredecegim.
sh: » (M: 450)
Dördüncü Desise-i Seytaniye: Seytanin telkini ile ve ehl-i dalaletin ilkaatiyla, bana karsi propaganda ile hücum eden ve mühim mevkileri isgal eden bazi mülhidler, kardeslerimi aldatmak ve asabiyet-i milliyelerini tahrik etmek için diyorlar ki: "Siz Türksünüz. Mâsâallah Türklerde her nevi ulema ve ehl-i kemal vardir. Said bir Kürddür. Milliyetinizden olmayan birisiyle tesrik-i mesaî etmek hamiyet-i milliyeye münafîdir?"
Elcevap: Ey bedbaht mülhid! Ben Felillahilhamd müslümanim. Her zamanda, kudsî milletimin üçyüz elli milyon efradi vardir. Böyle ebedî bir uhuvveti tesis eden ve dualariyla bana yardim eden ve içinde Kürdlerin ekseriyet-i mutlakasi bulunan üçyüz elli milyon kardesi, unsuriyet ve menfî milliyet fikrine feda etmek ve o mübarek hadsiz kardeslere bedel, Kürd namini tasiyan ve Kürd unsurundan addedilen mahdud birkaç dinsiz veya mezhebsiz bir meslege girenleri kazanmaktan yüzbin defa istiaze ediyorum!.. Ey mülhid! Senin gibi ahmaklar lâzim ki, Macar kâfirleri veyahut dinsiz olmus ve firenklesmis birkaç Türkleri muvakkaten, dünyaca dahi faidesiz uhuvvetini kazanmak için; üçyüz elli milyon hakikî, nuranî menfaatdar bir cemaatin bâki uhuvvetlerini terketsin. Yirmialtinci Mektub'un Üçüncü Mes'elesinde, delilleriyle menfî milliyetin mahiyetini ve zararlarini gösterdigimizden ona havale edip, yalniz o Üçüncü Mes'elenin âhirinde icmal edilen bir hakikati burada bir derece izah edecegiz. Söyle ki:
O Türkçülük perdesi altina giren ve hakikaten Türk düsmani olan hamiyet-fürus mülhidlere derim ki: Din-i Islâmiyet milletiyle ebedî ve hakikî bir uhuvvet ile, Türk denilen bu vatan ehl-i îmaniyla siddetli ve pek hakikî alâkadarim. Ve bin seneye yakin, Kur'anin bayragini cihanin cihat-i sittesinin etrafinda galibane gezdiren bu vatan evlâdlarina, Islâmiyet hesabina müftehirane ve tarafdarane muhabbetdarim. Sen ise ey hamiyet-fürus sahtekâr! Türk'ün mefahir-i hakikiye-i milliyesini unutturacak bir surette mecazî ve unsurî ve muvakkat ve garazkârane bir uhuvvetin var. Senden soruyorum: Türk Milleti, yalniz yirmi ile kirk yasi ortasindaki gafil ve heveskâr gençlerden ibaret midir? Hem onlarin menfaati ve onlarin hakkinda hamiyet-i milliyenin iktiza ettigi hizmet, yalniz onlarin gafletini ziyadelestiren ve ahlâksizliklara alistiran ve menhiyata tesci eden firenk-mesrebane terbiyede midir? Ve ihtiyarlikta onlari aglattiracak olan muvakkat bir güldürmekte midir? Eger hamiyet-i milliye
sh: » (M: 451)
bunlardan ibaret ise ve terakki ve saadet-i hayatiye bu ise; evet sen böyle Türkçü isen ve böyle milliyetperver isen; ben o Türkçülükten kaçiyorum, sen de benden kaçabilirsin! Eger zerre miktar hamiyet ve suurun ve insafin varsa, simdiki taksimata bak, cevab ver. Söyle ki:
Türk Milleti denilen su vatan evlâdi alti kisimdir. Birinci kismi, ehl-i salahat ve takvadir. Ikinci kismi, musibetzede ve hastalar taifesidir. Üçüncü kismi, ihtiyarlar sinifidir. Dördüncü kismi, çocuklar taifesidir. Besinci kismi, fakirler ve zaîfler taifesidir. Altinci kismi, gençlerdir. Acaba bütün evvelki bes taife Türk degiller mi? Hamiyet-i milliyeden hisseleri yok mu? Acaba altinci taifeye sarhoscasina bir keyf vermek yolunda, o bes taifeyi incitmek, keyfini kaçirmak, tesellilerini kirmak; hamiyet-i milliye midir, yoksa o millete düsmanlik midir? "Elhükmü lil'ekser" sirrinca, eksere zarar dokunduran düsmandir; dost degildir!
Senden soruyorum: Birinci kisim olan ehl-i îman ve ehl-i takvanin en büyük menfaati, firenk-mesrebane bir medeniyette midir? Yoksa hakaik-i îmaniyenin nurlariyla saadet-i ebediyeyi düsünüp, müstak ve âsik olduklari tarîk-i hakta sülûk etmek ve hakikî teselli bulmakta midir? Senin gibi dalalet-pise hamiyet-füruslarin tuttugu meslek; müttaki ehl-i imanin manevî nurlarini söndürüyor ve hakikî tesellilerini bozuyor ve ölümü idam-i ebedî ve kabri daimî bir firak-i lâyezalî kapisi oldugunu gösteriyor.
Ikinci kisim olan musibetzede ve hastalarin ve hayatindan me'yus olanlarin menfaati; firenk-mesrebane, dinsizcesine medeniyet terbiyesinde midir? Halbuki o bîçareler bir nur isterler, bir teselli isterler. Musibetlerine karsi bir mükâfat isterler. Ve onlara zulmedenlerden intikamlarini almak isterler. Ve yakinlastiklari kabir kapisindaki dehseti def'etmek istiyorlar. Sizin gibilerin sahtekâr hamiyetiyle, pek çok sefkate ve oksamaya ve timar etmeye çok lâyik ve muhtaç o bîçare musibetzedelerin kalblerine igne sokuyorsunuz, baslarina tokmak vuruyorsunuz! Merhametsizcesine ümidlerini kiriyorsunuz, ye's-i mutlaka düsürüyorsunuz! Hamiyet-i milliye bu mudur? Böyle mi millete menfaat dokunduruyorsunuz?
Üçüncü taife olan ihtiyarlar, bir sülüs teskil ediyor. Bunlar kabre yakinlasiyorlar, ölüme yaklasiyorlar, dünyadan uzaklasiyorlar, âhirete yanasiyorlar. Böylelerin menfaati ve nuru ve te-
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 29. MEKTUP
sh: » (M: 452)
sellisi, Hülâgu ve Cengiz gibi zalimlerin gaddarane sergüzestlerini dinlemesinde midir? Ve âhireti unutturacak, dünyaya baglandiracak, neticesiz, manen sukut, zâhiren terakki denilen simdiki nevi hareketinizde midir? Ve uhrevî nur, sinemada midir? Ve hakikî teselli, tiyatroda midir? Bu bîçare ihtiyarlar hamiyetten hürmet isterlerken, manevî biçakla o bîçareleri kesmek hükmünde ve "idam-i ebedîye sevkediliyorsunuz" fikrini vermek ve rahmet kapisi tasavvur ettikleri kabir kapisini ejderha agzina çevirmek, "Sen oraya gideceksin" diye manevî kulagina üflemek; hamiyet-i milliye ise, böyle hamiyetten yüzbin defa el'iyazübillah!..
Dördüncü taife ki, çocuklardir. Bunlar, hamiyet-i milliyeden merhamet isterler, sefkat beklerler. Bunlar da za'f ve acz ve iktidarsizlik noktasinda; merhametkâr, kudretli bir Hâliki bilmekle ruhlari inbisat edebilir, istidadlari mes'udane inkisaf edebilir. Ileride, dünyadaki müdhis ehval ve ahvale karsi gelebilecek bir tevekkül-ü îmanî ve teslim-i Islâmî telkinatiyla o masumlar hayata müstakane bakabilirler. Acaba alâkalari pek az oldugu terakkiyat-i medeniye dersleri ve onlarin kuvve-i maneviyesini kiracak ve ruhlarini söndürecek, nursuz sirf maddî felsefî düsturlarin taliminde midir? Eger insan bir cesed-i hayvanîden ibaret olsaydi ve kafasinda akil olmasaydi; belki bu masum çocuklari muvakkaten eglendirecek terbiye-i medeniye tabir ettiginiz ve terbiye-i milliye süsü verdiginiz bu firengî usûl, onlara çocukçasina bir oyuncak olarak, dünyevî bir menfaati verebilirdi. Mâdemki o masumlar hayatin dagdagalarina atilacaklar, mâdemki insandirlar; elbette küçük kalblerinde çok uzun arzulari olacak ve küçük kafalarinda büyük maksadlar tevellüd edecek. Mâdem hakikat böyledir; onlara sefkatin muktezasi, gayet derecede fakr ve aczinde, gayet kuvvetli bir nokta-i istinadi ve tükenmez bir nokta-i istimdadi; kalblerinde îman-i billah ve îman-i bil-âhiret suretiyle yerlestirmek lâzimdir. Onlara sefkat ve merhamet bununla olur. Yoksa, divane bir validenin, veledini biçakla kesmesi gibi, hamiyet-i milliye sarhosluguyla, o bîçare masumlari manen bogazlamaktir. Cesedini beslemek için, beynini ve kalbini çikarip ona yedirmek nev'inden, vahsiyane bir gadirdir, bir zulümdür.
Besinci taife, fakirler ve zaîfler taifesidir. Acaba, hayatin agir tekâlifini fakirlik vasitasiyla elîm bir tarzda çeken fakirlerin ve hayatin müdhis dagdagalarina karsi çok müteessir olan zaîflerin, hamiyet-i milliyeden hisseleri yok mudur? Bu bîçarelerin ye'sini
sh: » (M: 453)
ve elemini artiran ve sefih bir kisim zenginlerin mel'abe-i hevesati ve zalim bir kisim kavîlerin vesile-i söhret ve sekaveti olan firenk-mesrebane ve perde-birunane ve firavunane medeniyetperverlik nami altinda yaptiginiz harekâtta midir? Bu bîçare fukaralarin fakirlik yarasina merhem ise; unsuriyet fikrinden degil, belki Islâmiyetin eczahane-i kudsiyesinden çikabilir. Zaîflerin kuvveti ve mukavemeti, karanlik ve tesadüfe bagli, suursuz, tabiî felsefeden alinmaz; belki hamiyet-i Islâmiye ve kudsî Islâmiyet milliyetinden alinir!..
Altinci taife gençlerdir. Bu gençlerin gençlikleri eger daimî olsaydi; menfî milliyetle onlara içirdiginiz sarabin muvakkat bir menfaati, bir faidesi olurdu. Fakat o gençligin lezzetli sarhoslugu; ihtiyarlikla elemle ayilmasi ve o tatli uykunun ihtiyarlik sabahinda esefle uyanmasiyla, o sarabin humari ve sikintisi onu çok aglattiracak ve o lezzetli rü'yanin zevalindeki elem, ona çok hazîn teessüf ettirecek. "Eyvah! Hem gençlik gitti, hem ömür gitti, hem müflis olarak kabre gidiyorum; keski aklimi basima alsaydim." dedirecek. Acaba bu taifenin hamiyet-i milliyeden hissesi, az bir zamanda muvakkat bir keyf görmek için, pek uzun bir zamanda teessüfle aglattirmak midir? Yoksa onlarin saadet-i dünyeviyeleri ve lezzet-i hayatiyeleri; o güzel, sirin gençlik nimetinin sükrünü vermek suretinde, o nimeti sefahet yolunda degil, belki istikamet yolunda sarfetmekle; o fâni gençligi, ibadetle manen ibka etmek ve o gençligin istikametiyle Dâr-i Saadette ebedî bir gençlik kazanmakta midir? Zerre miktar suurun varsa söyle!..
Elhasil: Eger Türk Milleti, yalniz altinci taife olan gençlerden ibaret olsa ve gençlikleri daimî kalsa ve dünyadan baska yerleri bulunmasa, sizin Türkçülük perdesi altindaki firenk-mesrebane harekâtiniz, hamiyet-i milliyeden sayilabilirdi. Benim gibi hayat-i dünyeviyeye az ehemmiyet veren ve unsuriyet fikrini firengi illeti gibi bir maraz telakki eden ve gençleri nâ-mesru keyf ve hevesattan men'e çalisan ve baska memlekette dünyaya gelen bir adama, "O Kürddür, arkasina düsmeyiniz." diyebilirdiniz ve demeye bir hak kazanabilirdiniz. Fakat mâdemki Türk nami altinda olan su vatan evlâdi, sâbikan beyan edildigi gibi alti kisimdir. Bes kisma zarar vermek ve keyflerini kaçirmak, yalniz birtek kisma muvakkat ve dünyevî ve akibeti mes'um bir keyf vermek, belki sarhos etmek; elbette o Türk Milletine dostluk degil,
sh: » (M: 454)
düsmanliktir. Evet ben unsurca Türk sayilmiyorum; fakat Türklerin ehl-i takva taifesine ve musibetzedeler kismina ve ihtiyarlar sinifina ve çocuklar taifesine ve zaîfler ve fakirler zümresine bütün kuvvetimle ve kemal-i istiyakla müsfikane ve uhuvvetkârane çalismisim ve çalisiyorum. Altinci taife olan gençleri dahi, hayat-i dünyeviyesini zehirlettirecek ve hayat-i uhreviyesini mahvedecek ve bir saat gülmeye bedel, bir sene aglamayi netice veren harekât-i nâmesruadan vazgeçirmek istiyorum. Yalniz bu alti-yedi sene degil, belki yirmi senedir Kur'andan ahzedip Türkçe lisaniyla nesrettigim âsâr meydandadir. Evet Lillahilhamd, Kur'an-i Hakîm'in maden-i envarindan iktibas edilen âsâr ile, ihtiyar taifesinin en ziyade istedikleri nur gösteriliyor. Musibetzedelerin ve hastalarin tiryak gibi en nâfi' ilâçlari, eczahane-i kudsiye-i Kur'aniyede gösteriliyor. Ve ihtiyarlari en ziyade düsündüren kabir kapisi, rahmet kapisi oldugu ve idam kapisi olmadigi, o envar-i Kur'aniye ile gösterildi. Ve çocuklarin nazik kalblerinde hadsiz mesaib ve muzir esyaya karsi gayet kuvvetli bir nokta-i istinad ve hadsiz âmâl ve arzularina medar bir nokta-i istimdad Kur'an-i Hakîm'in madeninden çikarildi ve gösterildi ve bilfiil istifade ettirildi. Ve fukaralar ve zuafalar kismini en ziyade ezen ve müteessir eden hayatin agir tekâlifi, Kur'an-i Hakîm'in hakaik-i îmaniyesiyle hafiflestirildi.
Iste bu bes taife ki, Türk Milletinin alti kismindan bes kismidir; menfaatlerine çalisiyoruz. Altinci kisim ki, gençlerdir. Onlarin iyilerine karsi ciddî uhuvvetimiz var. Senin gibi mülhidlere karsi hiçbir cihetle dostlugumuz yok! Çünki ilhada giren ve Türkün hakikî bütün mefahir-i milliyesini tasiyan Islâmiyet milliyetinden çikmak isteyen adamlari Türk bilmiyoruz, Türk perdesi altina girmis firenk telakki ediyoruz! Çünki yüzbin defa Türkçüyüz deyip dava etseler, ehl-i hakikati kandiramazlar. Zira fiilleri, harekâtlari, onlarin davalarini tekzib ediyor.
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 29. MEKTUP
Iste ey firenk-mesrebler ve propagandanizla hakikî kardeslerimi benden sogutmaya çalisan mülhidler! Bu millete menfaatiniz nedir? Birinci taife olan ehl-i takva ve salahatin nurunu söndürüyorsunuz. Merhamete ve timar etmeye sayan ikinci taifesinin yaralarina zehir serpiyorsunuz. Ve hürmete çok lâyik olan üçüncü taifenin tesellisini kiriyorsunuz, ye's-i mutlaka atiyorsunuz. Ve sefkate çok muhtaç olan dördüncü taifenin bütün bütün kuvve-i maneviyesini kiriyorsunuz ve hakikî insaniyetini söndürüyorsunuz. Ve muavenet ve yardima ve teselliye çok
sh: » (M: 455)
muhtaç olan besinci taifenin ümidlerini, istimdadlarini akîm birakip, onlarin nazarinda hayati, mevtten daha ziyade dehsetli bir surete çeviriyorsunuz. Ikaza ve ayilmaga çok muhtaç olan altinci taifesine, gençlik uykusu içinde öyle bir sarab içiriyorsunuz ki; o sarabin humari pek elîm, pek dehsetlidir. Acaba bu mudur hamiyet-i milliyeniz ki, o hamiyet-i milliye ugrunda çok mukaddesati feda ediyorsunuz. O Türkçülük menfaati, Türklere bu suretle midir? Yüz bin defa el'iyazübillah.
Ey efendiler! Bilirim ki, hak noktasinda maglub oldugunuz zaman, kuvvete müracaat edersiniz. Kuvvet hakta oldugu, hak kuvvette olmadigi sirriyla; dünyayi basima ates yapsaniz, hakikat-i Kur'aniyeye feda olan bu bas size egilmeyecektir. Hem size bunu da haber veriyorum ki: Degil sizler gibi mahdud, manen millet nazarinda menfur bir kisim adamlar, belki binler sizler gibi bana maddî düsmanlik etseler, ehemmiyet vermeyecegim ve bir kisim muzir hayvanattan fazla kiymet vermeyecegim. Çünki bana karsi ne yapacaksiniz? Yapacaginiz is, ya hayatima hâtime çekmekle veya hizmetimi bozmak suretiyle olur. Bu iki seyden baska dünyada alâkam yok. Hayatin basina gelen ecel ise, suhud derecesinde kat'î îman etmisim ki; tegayyür etmiyor, mukadderdir. Mâdem böyledir; Hak yolunda sehadet ile ölsem, çekinmek degil, istiyak ile bekliyorum. Bahusus ben ihtiyar oldum, bir seneden fazla yasamayi zor düsünüyorum. Zâhirî bir sene ömrü, sehadet vasitasiyla kazanilan hadsiz bir ömr-ü bâkiye tebdil etmek; benim gibilerin en âlî bir maksadi, bir gayesi olur. Amma hizmet ise, felillahilhamd hizmet-i Kur'aniye ve îmaniyede Cenâb-i Hak rahmetiyle öyle kardesleri bana vermis ki; vefatim ile, o hizmet bir merkezde yapildigina bedel, çok merkezlerde yapilacak. Benim dilim ölüm ile susturulsa; pek çok kuvvetli diller benim dilime bedel konusacaklar, o hizmeti idame ederler. Hattâ diyebilirim: Nasilki bir tane tohum toprak altina girip ölmesiyle bir sünbül hayatini netice verir; bir taneye bedel, yüz tane vazife basina geçer. Öyle de; mevtim, hayatimdan fazla o hizmete vasita olur ümidini besliyorum!..
Besinci Desise-i Seytaniye: Ehl-i dalaletin tarafgirleri, enaniyetten istifade edip, kardeslerimi benden çekmek istiyorlar. Hakikaten insanda en tehlikeli damar, enaniyettir ve en zaîf damari da odur. Onu oksamakla, çok fena seyleri yaptirabilirler. Ey kardeslerim! Dikkat ediniz; sizi enaniyette vurmasinlar, onun-
sh: » (M: 456)
la sizi avlamasinlar. Hem biliniz ki: Su asirda ehl-i dalalet eneye binmis, dalalet vadilerinde kosuyor. Ehl-i hak, bilmecburiye eneyi terketmekle hakka hizmet edebilir. Ene'nin istimalinde hakli dahi olsa; mâdemki ötekilere benzer ve onlar da onlari kendileri gibi nefisperest zannederler, hakkin hizmetine karsi bir haksizliktir. Bununla beraber etrafina toplandigimiz hizmet-i Kur'aniye, ene'yi kabul etmiyor. "Nahnü" istiyor. "Ben demeyiniz, biz deyiniz" diyor. Elbette kanaatiniz gelmis ki, bu fakir kardesiniz ene ile meydana çikmamis. Sizi enesine hâdim yapmiyor. Belki, enesiz bir hâdim-i Kur'anî olarak kendini size göstermis. Ve kendini begenmemeyi ve enesine tarafdar olmamayi meslek ittihaz etmis. Bununla beraber, kat'î deliller ile sizlere isbat etmistir ki: Meydan-i istifadeye vaz'edilen eserler, mîrî malidir; yani Kur'an-i Hakîm'in teressuhatidir. Hiç kimse, enesiyle onlara temellük edemez! Haydi farz-i muhal olarak ben enemle o eserlere sahib çikiyorum, benim bir kardesimin dedigi gibi: Mâdem bu Kur'anî hakikat kapisi açildi, benim noksaniyetime ve ehemmiyetsizligime bakilmayarak, ehl-i ilim ve kemal arkamda bulunmaktan çekinmemeli ve istigna etmemelidirler. Selef-i sâlihînin ve muhakkikîn-i ulemanin âsârlari, çendan her derde kâfi ve vâfi bir hazine-i azîmedir; fakat bazi zaman olur ki, bir anahtar bir hazineden ziyade ehemmiyetli olur. Çünki hazine kapalidir; fakat bir anahtar, çok hazineleri açabilir. Zannederim ki, o enaniyet-i ilmiyeyi fazla tasiyan zâtlar da anladilar ki: Nesrolunan Sözler, hakaik-i Kur'aniyenin birer anahtari ve o hakaiki inkâr etmeye çalisanlarin baslarina inen birer elmas kilinçtir. O ehl-i fazl ve kemal ve kuvvetli enaniyet-i ilmiyeyi tasiyan zâtlar bilsinler ki; bana degil, Kur'an-i Hakîm'e talebe ve sakird oluyorlar. Ben de onlarin bir ders arkadasiyim. Haydi farz-i muhal olarak ben üstadlik dava etsem, mâdem simdi ehl-i îmanin tabakatini, avamdan havassa kadar, maruz kaldiklari evham ve sübehattan kurtarmak çaresini bulduk; o ulema ya daha kolay bir çaresini bulsunlar veyahut bu çareyi iltizam edip ders versinler, tarafdar olsunlar. Ulema-üs sû' hakkinda bir tehdid-i azîm var. Bu zamanda ehl-i ilim ziyade dikkat etmeli. Haydi farzetseniz ki, düsmanlarimizin zanni gibi ben, benlik hesabina böyle bir hizmette bulunuyorum. Acaba dünyevî ve millî bir maksad için, çok zâtlar enaniyeti terkedip, firavun-mesreb bir adamin kemâl-i sadakatla etrafina toplanip, siddetli bir tesanüdle is gördükleri halde; acaba bu kardesiniz, hakikat-i
sh: » (M: 457)
Kur'aniye ve hakaik-i îmaniye etrafinda, kendi enaniyetini setretmekle beraber, o dünyevî komitenin onbasilari gibi, terk-i enaniyetle hakaik-i Kur'aniye etrafinda bir tesanüdü sizden istemeye hakki yok mudur? Sizin en büyük âlimleriniz de, ona "Lebbeyk" dememesinde haksiz degil midirler?
Kardeslerim, enaniyetin isimizde en tehlikeli ciheti, kiskançliktir. Eger sirf lillah için olmazsa, kiskançlik müdahale eder, bozar. Nasilki bir insanin bir eli, bir elini kiskanmaz ve gözü, kulagina hased etmez ve kalbi aklina rekabet etmez. Öyle de: Bu heyetimizin sahs-i manevîsinde herbiriniz bir duygu, bir âza hükmündesiniz. Birbirinize karsi rekabet degil, bilakis birbirinizin meziyetiyle iftihar etmek, mütelezziz olmak bir vazife-i vicdaniyenizdir.
Bir sey daha kaldi, en tehlikesi odur ki: Içinizde ve ahbabinizda, bu fakir kardesinize karsi bir kiskançlik damari bulunmak, en tehlikelidir. Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. Ehl-i ilmin bir kisminda, bir enaniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevazi de olsa, o cihette enaniyetlidir. Çabuk enaniyetini birakmaz. Kalbi, akli ne kadar yapissa da; nefsi, o ilmî enaniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hattâ yazilan risalelere karsi muaraza ister. Kalbi risaleleri sevdigi ve akli istihsan ettigi ve yüksek buldugu halde; nefsi ise, enaniyet-i ilmiyeden gelen kiskançlik cihetinde zimnî bir adâvet besler gibi, Sözler'in kiymetlerinin tenzilini arzu eder tâ ki kendi mahsulât-i fikriyesi onlara yetissin, onlar gibi satilsin. Halbuki bilmecburiye bunu haber veriyorum ki:
"Bu dürûs-u Kur'aniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müçtehidler de olsalar; vazifeleri -ulûm-u îmaniye cihetinde- yalniz yazilan su Sözler'in serhleri ve izahlaridir veya tanzimleridir. Çünki çok emarelerle anlamisiz ki: Bu ulûm-u îmaniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmisiz. Eger biri, dairemiz içinde nefsin enaniyet-i ilmiyeden aldigi bir his ile, serh ve izah haricinde birsey yazsa; soguk bir muaraza veya nâkis bir taklidcilik hükmüne geçer. Çünki çok delillerle ve emarelerle tahakkuk etmis ki: Risale-i Nur eczalari, Kur'anin teressuhatidir; bizler, taksim-ül a'mal kaidesiyle, herbirimiz bir vazife deruhde edip, o âb-i hayat teressuhatini muhtaç olanlara yetistiriyoruz!.."
Altinci Desise-i Seytaniye sudur ki: Insandaki tenbellik ve tenperverlik ve vazifedarlik damarindan istifade eder. Evet
sh: » (M: 458)
seytan-i ins ve cinnî her cihette hücum ederler. Arkadaslarimizdan metin kalbli, sâdakati kuvvetli, niyeti ihlasli, himmeti âlî gördükleri vakit baska noktalardan hücum ederler. Söyle ki:
Isimize sekte ve hizmetimize fütur vermek için, onlarin tenbelliklerinden ve tenperverliklerinden ve vazifedarliklarindan istifade ederler. Onlar, öyle desiselerle onlari hizmet-i Kur'aniyeden alikoyuyorlar ki; haberleri olmadan bir kismina fazla is buluyorlar, tâ ki hizmet-i Kur'aniyeye vakit bulmasin. Bir kismina da, dünyanin cazibedar seylerini gösteriyorlar ki; hevesi uyanip, hizmete karsi bir gaflet gelsin ve hâkeza...
Bu hücum yollari uzun çeker. Bu uzunlukta kisa keserek, dikkatli fehminize havale ederiz.
Ey kardeslerim! Dikkat ediniz: Vazifeniz kudsiyedir, hizmetiniz ulvîdir. Herbir saatiniz, bir gün ibadet hükmüne geçebilecek bir kiymettedir. Biliniz ki, elinizden kaçmasin!...
يَا اَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اصْبِرُوا وَصَابِرُوا وَرَابِطُوا وَاتَّقُوا اللّهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ { وَلاَ تَشْتَرُوا بِآيَاتِى ثَمَنًا قَلِيلاً
سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ وَسَلاَمٌ عَلَى الْمُرْسَلِينَ وَ الْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ النَّبِىِّ اْلاُمِّىِّ الْحَبِيبِ الْعَالِى الْقَدْرِ الْعَظِيمِ الْجَاهِ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ سَلِّمْ آمِينَ
* * *
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 29. MEKTUP
sh: » (M: 459)
Kudsî Bir Tarihçe
Kur'an-i Hakîm'in mühim bir sirr-i i'cazîsinin zuhur ettigi senenin tarihi, yine lafz-i Kur'andadir. Söyle ki:
Kur'an kelimesi, ebced hesabiyla üçyüz ellibirdir. Içinde iki elif var; mahfî elif "Elfün" okunsa, bin manasindaki "Elfün"dür.(Hâsiye) Demek 1351 senesine, Sene-i Kur'aniye tabir edilebilir. Çünki Lafz-i Kur'andaki tevafukatin sirr-i acibi, Kur'anin tefsiri olan Risale-i Nur eczalarinda o sene göründü. Ve Kur'andaki Lafz-i Celâl'in i'cazkârane sirr-i tevafuku, ayni senede tezahür etti. Ve bir naks-i i'cazîyi gösterecek bir Kur'anin yeni bir tarzda yazilmasi, ayni senede oluyor. Ve hatt-i Kur'anin tebdiline karsi, Kur'an sakirdlerinin bütün kuvvetleriyle hatt-i Kur'anîyi muhafazaya çalismasi ayni senededir. Ve Kur'anin mühim ezvak-i i'caziyesi, ayni senede tezahür ediyor. Hem ayni senede Kur'an ile çok münasebetdar hâdisat olmus ve olacak gibi...
* * *
______________________________ _
(Hâsiye): Ilm-i Sarf kaidesince: feilün, fe'lün okunur. Ketifün, ketfün okunmasi gibi. Buna binaen elifün, elfün okunur. O halde, bin üçyüz ellibir olur.
* * *
sh: » (M: 460)
Altinci Risale olan Altinci Kismin Zeyli
Es'ile-i Sitte
[Istikbalde gelecek nefret ve tahkirden sakinmak için, su mahrem zeyil yazilmistir. Yani "Tuh o asrin gayretsiz adamlarina!" denildigi zaman, yüzümüze tükürükleri gelmemek için veyahud silmek için yazilmistir.
Avrupa'nin insaniyetperver maskesi altinda vahsi reislerinin sagir kulaklari çinlasin!.. Ve bu vicdansiz gaddarlari bize musallat eden o insafsiz zalimlerin görmeyen gözlerine sokulsun! Ve bu asirda, yüzbin cihette "Yasasin Cehennem" dedirten mimsiz medeniyetperestlerin baslarina vurulmak için yazilmis bir arzuhaldir.]
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
وَمَا لَنَا اَلاَّ نَتَوَكَّلَ عَلَى اللّهِ وَقَدْ هَدَينَا سُبُلَنَا وَلَنَصْبِرَنَّ عَلَى مَا آذَيْتُمُونَا وَعَلَى اللّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ اْلمُتَوَكِّلُونَ
Bu yakinlarda ehl-i ilhadin perde altinda tecavüzleri gayet çirkin bir suret aldigindan; çok bîçare ehl-i îmana ettikleri zalimane ve dinsizcesine tecavüz nev'inden; bana, hususî ve gayr-i resmî, kendim tamir ettigim bir mabedimde, hususî bir-iki kardesimle hususî ibadetimde, gizli ezan ve kametimize müdahale edildi. "Ne için Arabça kamet ediyorsunuz ve gizli ezan okuyorsunuz?" denildi. Sükûtta sabrim tükendi. Kabil-i hitab olmayan öyle vicdansiz alçaklara degil; belki milletin mukadderatiyla, keyfî istibdad ile oynayan firavun-mesreb komitenin baslarina derim ki: Ey ehl-i bid'a ve ilhad!.. Alti sualime cevab isterim.
Birincisi: Dünyada hükûmet süren, hükmeden her kavmin,
sh: » (M: 461)
hattâ insan eti yiyen yamyamlarin, hattâ vahsi canavar bir çete reisinin bir usûlü var, bir düstur ile hükmeder. Siz hangi usûlle bu acib tecavüzü yapiyorsunuz? Kanununuzu ibraz ediniz! Yoksa bazi alçak memurlarin keyiflerini, kanun mu kabul ediyorsunuz? Çünki böyle hususî ibadatta kanun yapilmaz ve kanun olamaz!
Ikincisi: Nev'-i beserde, hususan bu asr-i hürriyette ve bilhassa medeniyet dairesinde hemen umumiyetle hüküm-ferma "hürriyet-i vicdan" düsturunu kirmak ve istihfaf etmek ve dolayisiyla nev'-i beseri istihkar etmek ve itirazini hiçe saymak kadar cür'etinizle, hangi kuvvete dayaniyorsunuz? Hangi kuvvetiniz var ki, siz kendinize "lâdinî" ismi vermekle, ne dine ne dinsizlige ilismemeyi ilân ettiginiz halde; dinsizligi mutaassibane kendine bir din ittihaz etmek tarzinda, dine ve ehl-i dine böyle tecavüz, elbette sakli kalmayacak! Sizden sorulacak!.. Ne cevab vereceksiniz? Yirmi hükûmetin en küçügünün itirazina karsi dayanamadiginiz halde, nasil yirmi hükûmetin birden itirazini hiçe sayar gibi, hürriyet-i vicdaniyeyi cebrî bir surette bozmaga çalisiyorsunuz.
Üçüncüsü: Mezheb-i Hanefî'nin ulviyetine ve safiyetine münafî bir surette, vicdanini dünyaya satan bir kisim ulema-üs sû'un yanlis fetvalariyla, benim gibi Sâfi-ül Mezheb adamlara, hangi usûl ile teklif ediyorsunuz? Bu meslekte milyonlar etbai bulunan Safiî Mezhebini kaldirip, bütün Safiîleri Hanefîlestirdikten sonra, bana zulüm suretinde cebren teklif edilse, sizin gibi dinsizlerin bir usûlüdür denilebilir. Yoksa, keyfî bir alçakliktir! Öylelerin keyfine tabi degiliz ve tanimayiz!
Dördüncüsü: Islâmiyet ile eskiden beri imtizaç ve ittihad eden, ciddî dindar ve dinine samimî hürmetkâr Türklük milliyetine bütün bütün zid bir surette, firenklik mânasinda Türkçülük namiyla, tahrifdarane ve bid'akârane bir fetva ile "Türkçe kamet et!" diye benim gibi baska milletten olanlara teklif etmek hangi usûlledir? Evet hakikî Türklere pek hakikî dostane ve uhuvvetkârane münasebetdar oldugum halde, böyle sizin gibi firenk-mesreblerin Türkçülügü ile hiçbir cihette münasebetim yoktur. Nasil bana teklif ediyorsunuz? Hangi kanun ile? Eger milyonlarla efradi bulunan ve binler seneden beri milliyetini ve lisanini unutmayan ve Türklerin hakikî bir vatandasi ve eskiden beri
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 29. MEKTUP
sh: » (M: 462)
cihad arkadasi olan Kürdlerin milliyetini kaldirip, onlarin dilini onlara unutturduktan sonra; belki bizim gibi ayri unsurdan sayilanlara teklifiniz, bir nevi usûl-ü vahsiyane olur. Yoksa sirf keyfîdir. Eshasin keyfine tebaiyet edilmez ve etmeyiz!
Besincisi: Bir hükûmet, kendi raiyetine ve raiyet kabul ettigi adamlara herbir kanununu tatbik etse de; raiyet kabul etmedigi adamlara, kanununu tatbik edemez. Çünki onlar diyebilirler ki: "Mâdem biz raiyetiniz degiliz, siz de bizim hükûmetimiz degilsiniz!"
Hem hiçbir hükûmet, iki cezayi birden vermez. Bir katili, ya hapse atar veyahud idam eder. Hem hapisle ceza, hem idamla ceza bir yerde vermek, hiçbir usûlde yoktur!
Iste mâdem vatana ve millete hiçbir zararim dokunmadigi halde; beni sekiz senedir, en yabani ve hariç bir milletten cani bir adama dahi yapilmayan bir esaret altina aldiniz. Canileri afvettiginiz halde, hürriyetimi selbedip, hukuk-u medeniyeden iskat ederek muamele ettiniz. "Bu da vatan evlâdidir." demediginiz halde; hangi usûl ile, hangi kanun ile bîçare milletinize rizalari hilafina olarak tatbik ettiginiz bu hürriyet-siken usûlünüzü, benim gibi her cihetle size yabanci bir adama teklif ediyorsunuz? Mâdem Harb-i Umumî'de ordu kumandanlarinin sehadetiyle, vasita oldugumuz çok fedakârliklari ve vatan ugrunda cansiperane mücahedeleri cinayet saydiniz. Ve bîçare milletin hüsn-ü ahlâkini muhafaza ve saadet-i dünyeviye ve uhreviyelerinin teminine pek ciddî ve tesirli çalismayi hiyanet saydiniz. Ve manen menfaatsiz, zararli, hatarli, keyfî, küfrî firenk usûlünü kendinde kabul etmeyen bir adama sekiz sene ceza verdiniz. (Simdi ceza yirmisekiz sene oldu.) Ceza bir olur. Tatbikini kabul etmedim, cezayi çektirdiniz. Ikinci bir cezayi cebren tatbik etmek, hangi usûl iledir?
Altincisi: Mâdem sizlerle, itikadinizca ve bana edilen muameleye nazaran, küllî bir muhalefetimiz var. Siz dininizi ve âhiretinizi, dünyaniz ugrunda feda ediyorsunuz. Elbette mabeynimizde -tahmininizce- bulunan muhalefet sirriyla, biz dahi hilafiniza olarak; dünyamizi, dinimiz ugrunda ve âhiretimize her vakit feda etmeye haziriz. Sizin zalimane ve vahsiyane hükmünüz altinda bir-iki sene zelilane geçecek hayatimizi, kudsî bir sehadeti kazanmak için feda etmek; bize âb-i
sh: » (M: 463)
kevser hükmüne geçer. Fakat Kur'an-i Hakîm'in feyzine ve isaratina istinaden, sizi titretmek için, size kat'î haber veriyorum ki:
Beni öldürdükten sonra yasayamayacaksiniz! Kahhar bir el ile, cennetiniz ve mahbubunuz olan dünyadan tardedilip ebedî zulümata çabuk atilacaksiniz! Arkamdan, pek çabuk sizin Nemrudlasmis reisleriniz gebertilecek, yanima gönderilecek. Ben de huzur-u Ilahîde yakalarini tutacagim. Adalet-i Ilâhiye, onlari esfel-i sâfilîne atmakla intikamimi alacagim!
Ey din ve âhiretini dünyaya satan bedbahtlar! Yasamanizi isterseniz, bana ilismeyiniz! Ilisseniz, intikamim muzaaf bir surette sizden alinacagini biliniz, titreyiniz! Ben rahmet-i Ilâhîden ümid ederim ki: Mevtim, hayatimdan ziyade dine hizmet edecek ve ölümüm basinizda bomba gibi patlayip basinizi dagitacak! Cesaretiniz varsa ilisiniz! Yapacaginiz varsa, göreceginiz de var! Ben bütün tehdidatiniza karsi, bütün kuvvetimle bu âyeti okuyorum:
اَلَّذِينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ اِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ اِيمَانًا وَ قَالُوا حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ
* * *
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 29. MEKTUP
sh: » (M: 464)
Yedinci Kisim
Isarat-i Seb'a
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
فَآمِنُوا بِاللّهِ وَرَسُولِهِ النَّبِىِّ اْلاُمِّىِّ الَّذِى يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَكَلِمَاتِهِ وَاتَّبِعُوهُ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ { يُرِيدُونَ اَنْ يُطْفِئُوا نُورَ اللّهِ ِباَفْوَاهِهِمْ وَيَاْبَى اللّهُ اِلاَّ اَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ
[Üç sualin cevabi olarak "Yedi Isaret"tir. Birinci sual, dört isarettir.]
Birinci Isaret: Seair-i Islâmiyeyi tagyire tesebbüs edenlerin senedleri ve hüccetleri, yine her fena seylerde oldugu gibi, ecnebileri körükörüne taklidcilik yüzünden geliyor. Diyorlar ki:
"Londra'da ihtida edenler ve ecnebilerden îmana gelenler; memleketlerinde ezan ve kamet gibi çok seyleri kendi lisanlarina tercüme ediyorlar, yapiyorlar. Âlem-i Islâm onlara karsi sükût ediyor, itiraz etmiyor. Demek bir cevaz-i ser'î var ki, sükût ediliyor?"
Elcevap: Bu kiyasin o kadar zâhir bir farki var ki, hiçbir cihette onlara kiyas etmek ve onlari taklid etmek zîsuurun kâri degildir. Çünki ecnebi diyarina, lisan-i seriatta "Dâr-i Harb" denilir. Dâr-i Harbde çok seylere cevaz olabilir ki, "Diyar-i Islâm"da mesag olamaz.
Hem Firengistan diyari, Hiristiyan sevketi dairesidir. Istilahat-i
sh: » (M: 465)
ser'iyenin maânîsini ve kelimat-i mukaddesenin mefahimini lisan-i hal ile telkin edecek ve ihsas edecek bir muhit olmadigindan; bilmecburiye kudsî maânî, mukaddes elfaza tercih edilmis; maânî için elfaz terkedilmis,ehvenüsser ihtiyar edilmis. Diyar-i Islâmda ise; muhit, o kelimat-i mukaddesenin meal-i icmalîsini ehl-i Islâma lisan-i hal ile ders veriyor. An'ane-i Islâmiye ve Islâmî tarih ve umum seair-i Islâmiye ve umum erkân-i Islâmiyete ait muhaverat-i ehl-i Islâm, o kelimat-i mukaddesenin mücmel meâllerini, mütemadiyen ehl-i îmana telkin ediyorlar. Hattâ su memleketin maabid ve medaris-i diniyesinden baska makberistanin mezar taslari dahi, birer telkin edici, birer muallim hükmündedir ki; o maânî-i mukaddeseyi, ehl-i îmana ihtar ediyorlar. Acaba kendine müslüman diyen bir adam, dünyanin bir menfaati için, bir günde elli kelime Firengî lügatindan taallüm ettigi halde; elli senede ve her günde elli defa tekrar ettigi Sübhanallah, Elhamdülillah ve Lâilahe Illâllah ve Allahü Ekber gibi mukaddes kelimeleri ögrenmezse, elli defa hayvandan daha asagi düsmez mi? Böyle hayvanlar için, bu kelimat-i mukaddese tercüme ve tahrif edilmez ve tehcir edilmezler! Onlari tehcir ve tagyir etmek, bütün mezar taslarini hâkketmektir; bu tahkire karsi titreyen mezaristandaki ehl-i kuburu aleyhlerine döndürmektir.
Ehl-i ilhada kapilan ulema-üs sû', milleti aldatmak için diyorlar ki: Imam-i Azam, sair imamlara muhalif olarak demis ki: "Ihtiyaç olsa, diyar-i baidede, Arabî hiç bilmeyenlere, ihtiyaç derecesine göre; Fatiha yerine Farisî tercümesi cevazi var." Öyle ise, biz de muhtaciz, Türkçe okuyabiliriz?
Elcevap: Imam-i A'zam'in bu fetvasina karsi, basta azamî imamlarin en mühimleri ve sair oniki eimme-i müçtehidîn, o fetvanin aksine fetva veriyorlar. Âlem-i Islâmin cadde-i kübrasi, o umum eimmenin caddesidir. Mu'zam-i Ümmet, cadde-i kübrada gidebilir. Baska hususî ve dar caddeye sevkedenler, idlâl ediyorlar. Imam-i A'zam'in fetvasi, bes cihette hususîdir:
Birincisi: Merkez-i Islâmiyetten uzak diyar-i âherde bulunanlara aittir.
Ikincisi: Ihtiyac-i hakikîye binaendir.
Üçüncüsü: Bir rivayette, lisan-i ehl-i Cennet'ten sayilan Farisî li-
sh: » (M: 466)
saniyla tercümeye mahsustur.
Dördüncüsü: Fatiha'ya mahsus olarak cevaz verilmis, tâ Fatiha'yi bilmeyen namazi terketmesin.
Besincisi: Kuvvet-i îmandan gelen bir hamiyet-i Islâmiye ile, maânî-i mukaddesenin, avamin tefehhümüne medar olmak için cevaz gösterilmis. Halbuki za'f-i îmandan gelen ve menfî fikr-i milliyetten çikan ve lisan-i Arabîye karsi nefret ve za'f-i îmandan tevellüd eden meyl-i tahrib saikasiyla tercüme edip Arabî aslini terketmek, dini terk ettirmektir!
Ikinci Isaret: Seair-i Islâmiyeyi tagyir eden ehl-i bid'a, evvelâ ulema-üs sû'dan fetva istediler. Sâbikan bes vecihle hususî oldugunu gösterdigimiz fetvayi gösterdiler. Sâniyen: Ehl-i bid'a, ecnebi inkilabcilarindan böyle mes'um bir fikir aldilar ki: Avrupa, Katolik Mezhebini begenmeyerek basta ihtilâlciler, inkilabcilar ve feylesoflar olarak -Katolik mezhebine göre ehl-i bid'a ve Mu'tezile telakki edilen Protestanlik Mezhebini iltizam edip, Fransizlarin Ihtilâl-i Kebirinden istifade ederek, Katolik Mezhebini kismen tahrib edip, Protestanligi ilân ettiler.
Iste körükörüne taklidcilige alisan buradaki hamiyet-füruslar diyorlar ki: "Mâdem Hiristiyan dininde böyle bir inkilab oldu; bidayette inkilabcilara mürted denildi, sonra Hiristiyan olarak yine kabul edildi. Öyle ise, Islâmiyette de böyle dinî bir inkilab olabilir?"
Elcevap: Bu kiyasin, Birinci Isaret'teki kiyastan daha ziyade farki zâhirdir. Çünki Din-i Îsevî'de yalniz esasat-i diniye Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm'dan alindi. Hayat-i içtimaiyeye ve füruat-i ser'iyeye dair ekser ahkâmlar, Havariyyun ve sair rüesa-yi ruhaniye tarafindan teskil edildi. Kism-i azami, kütüb-ü sâbika-i mukaddeseden alindi. Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm, dünyaca hâkim ve sultan olmadigindan ve kavanin-i umumiye-i içtimaiyeye merci' olmadigindan; esasat-i diniyesi, hariçten bir libas giydirilmis gibi, seriat-i Hiristiyaniye namina örfî kanunlar, medenî düsturlar alinmis, baska bir suret verilmis. Bu suret tebdil edilse, o libas degistirilse, yine Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm'in esas dini bâki kalabilir. Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm'i inkâr ve tekzib çikmaz. Halbuki din ve seriat-i Islâmiyenin sahibi olan Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm iki cihanin sultani, sark ve garb ve Endülüs
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 29. MEKTUP
sh: » (M: 467)
ve Hind, birer taht-i saltanati oldugundan; Din-i Islâm'in esasatini bizzât kendisi gösterdigi gibi, o dinin teferruatini ve sair ahkâmini, hattâ en cüz'î âdâbini dahi bizzât o getiriyor, o haber veriyor, o emir veriyor. Demek füruat-i Islâmiye, degismeye kabil bir libas hükmünde degil ki; onlar tebdil edilse, esas-i din bâki kalabilsin. Belki esas-i dine bir ceseddir, lâakal bir cilddir. Onunla imtizaç ve iltiham etmis; kabil-i tefrik degildir. Onlari tebdil etmek, dogrudan dogruya sahib-i seriati inkâr ve tekzib etmek çikar.
Mezahibin ihtilafi ise: Sahib-i seriatin gösterdigi nazarî düsturlarin tarz-i tefehhümünden ileri gelmistir. "Zaruriyat-i Diniye" denilen ve kabil-i te'vil olmayan ve "Muhkemat" denilen düsturlari ise, hiç bir cihette kabil-i tebdil degildir ve medar-i içtihad olamaz. Onlari tebdil eden, basini dinden çikariyor; يَمْرُقُونَ مِنَ الدِّينِ كَمَا يَمْرُقُ السَّهْمُ مِنَ الْقَوْسِ kaidesine dâhil oluyor.
Ehl-i bid'a, dinsizliklerine ve ilhadlarina söyle bir bahane buluyorlar. Diyorlar ki: "Âlem-i insaniyetin müteselsil hâdisatina sebeb olan Fransiz Ihtilâl-i Kebirinde, papazlara ve rüesa-yi ruhaniyeye ve onlarin mezheb-i hâssi olan Katolik mezhebine hücum edildi ve tahrib edildi. Sonra çoklari tarafindan tasvib edildi. Firenkler dahi, ondan sonra daha ziyade terakki ettiler?"
Elcevap: Bu kiyasin dahi, evvelki kiyaslar gibi farki zâhirdir. Çünki Fransizlarda, havas ve hükûmet adamlari elinde çok zaman Din-i Hiristiyanî, bahusus Katolik Mezhebi; bir vasita-i tahakküm ve istibdad olmustu. Havas, o vasita ile nüfuzlarini avam üzerinde idame ediyorlardi. Ve "serseri" tabir ettikleri avam tabakasinda intibaha gelen hamiyetperverlerini ve havas zalimlerin istibdadina karsi hücum eden hürriyetperverlerin mütefekkir kisimlarini ezmeye vasita oldugundan ve dörtyüz seneye yakin Firengistanda ihtilâller ile istirahat-i beseriyeyi bozmaga ve hayat-i içtimaiyeyi zîr ve zeber etmeye bir sebeb telakki edildiginden; o mezhebe, dinsizlik namina degil, belki Hiristiyanligin diger bir mezhebi namina hücum edildi. Ve tabaka-i avamda ve feylesoflarda bir küsmek, bir adâvet hasil olmustu ki; malûm hâdise-i tarihiye vukua gelmistir. Halbuki Din-i Muhammedî (A.S.M.) ve seriat-i Islâmiyeye karsi; hiçbir
sh: » (M: 468)
mazlumun, hiçbir mütefekkirin hakki yoktur ki, ondan sekva etsin. Çünki onlari küstürmüyor, onlari himaye ediyor. Tarih-i Islâm meydandadir. Islâmlar içinde bir-iki vukuattan baska dâhilî muharebe-i diniye olmamis. Katolik Mezhebi ise, dörtyüz sene ihtilâlât-i dâhiliyeye sebeb olmus.
Hem Islâmiyet, havastan ziyade avamin tahassüngâhi olmustur. Vücub-u zekat ve hurmet-i riba ile; havassi, avamin üstünde müstebid yapmak degil, bir cihette hâdim yapiyor.
سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ *خَيْرُ النَّاسِ مَنْ يَنْفَعُ النَّاسَ diyor.
Hem Kur'an-i Hakîm lisaniyla
اَفَلاَ تَعْقِلُونَ * اَفَلاَ يَتَدَبَّرُونَ * اَفَلاَ يَتَفَكَّرُونَ gibi kudsî havaleler ile, akli istishad ediyor ve ikaz ediyor ve akla havale ediyor, tahkike sevkediyor. Onun ile, ehl-i ilim ve ashab-i akla din namina makam veriyor, ehemmiyet veriyor. Katolik mezhebi gibi akli azletmiyor, ehl-i tefekkürü susturmuyor, körükörüne taklid istemiyor.
Hakikî Hiristiyanlik degil, belki simdiki Hiristiyan dininin esasiyla Islâmiyetin esasi mühim bir noktadan ayrildigindan; sâbik farklar gibi çok cihetlerle ayri ayri gidiyorlar. O mühim nokta sudur:
Islâmiyet, tevhid-i hakikî dinidir ki; vasitalari, esbablari iskat ediyor. Enaniyeti kiriyor, ubudiyet-i hâlisa te'sis ediyor. Nefsin rububiyetinden tut, tâ her nevi rububiyet-i bâtilayi kat'ediyor, reddediyor. Bu sir içindir ki; havastan bir büyük insan tam dindar olsa, enaniyeti terketmeye mecbur olur. Enaniyeti terketmeyen, salabet-i diniyeyi ve kismen de dinini terkeder.
Simdiki Hiristiyanlik dini ise; "Velediyet Akidesi"ni kabul ettigi için vesait ve esbaba tesir-i hakikî verir. Din namina enaniyeti kirmaz, belki Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm'in bir mukaddes vekili diye o enaniyete bir kudsiyet verir. Onun için, dünyaca en büyük makam isgal eden Hiristiyan havaslari, tam dindar olabilirler. Hattâ Amerika'nin esbak Reis-i Cumhuru Wilson ve Ingiliz'in esbak Reis-i Vükelasi Loid George gibi çoklar var ki, mutaassib birer papaz hükmünde dindar oldular. Müslümanlarda ise öyle makamlara girenler, nâdiren tam dindar ve salabetli
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 29. MEKTUP
sh: » (M: 469)
kalirlar. Çünki gururu ve enaniyeti birakamiyorlar. Takva-yi hakikî ise, gurur ve enaniyetle içtima edemiyor.
Evet nasilki Hiristiyan havassinin taassubu, müslüman havaslarinin adem-i salabeti mühim bir farki gösteriyor; öyle de: Hiristiyandan çikan feylesoflar, dinlerine karsi lâkayd veya muariz vaziyeti almasi ve Islâmdan çikan hükemalarin kism-i azami, hikmetlerini esasat-i Islâmiyeye bina etmesi; yine mühim bir farki gösteriyor.
Hem ekseriyetle zindanlara ve musibetlere düsen âmi Hiristiyanlar, dinden meded beklemiyorlar. Eskiden çogu dinsiz oluyordular. Hattâ Fransa'nin Ihtilâl-i Kebirini çikaran ve "Serseri Dinsiz" tabir edilen tarihçe meshur inkilabcilar, o musibetzede avam kismidir. Islâmiyette ise, ekseriyet-i mutlaka ile hapse ve musibete düsenler, dinden meded beklerler ve dindar oluyorlar. Iste bu hal dahi mühim bir farki gösteriyor.
Üçüncü Isaret: Ehl-i bid'a diyorlar ki: "Bu taassub-u dinî, bizi geri birakti. Bu asirda yasamak, taassubu birakmakla olur. Avrupa, taassubu biraktiktan sonra terakki etti?"
Elcevap: Yanlissiniz ve aldanmissiniz veya aldatiyorsunuz. Çünki Avrupa, dinine mutaassibdir. Hattâ bir âdi Bulgar'a veya bir nefer-i Ingiliz'e veya bir serseri Fransiz'a "Sarik sar. Sarmazsan hapse atilacaksin!" denilse, taassublari muktezasinca diyecek: "Hapse degil, öldürseniz bile, dinime ve milliyetime bu hakareti yapmayacagim!"
Hem tarih sahiddir ki: Ehl-i Islâm ne vakit dinine tam temessük etmis ise, o zamana nisbeten terakki etmis. Ne vakit salabeti terketmisse, tedenni etmis. Hiristiyanlik ise, bilakistir. Bu da, mühim bir fark-i esasîden nes'et etmis.
Hem Islâmiyet, sair dinlere kiyas edilmez. Bir müslüman Islâmiyetten çiksa ve dinini terketse, daha hiçbir peygamberi kabul edemez; belki Cenâb-i Hakk'i dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes sey'i tanimaz; belki kendinde kemalâta medar olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh eder. Onun için Islâmiyet nazarinda, harbî kâfirin hakk-i hayati var. Hariçte olsa musalaha etse, dâhilde olsa cizye verse; Islâmiyetçe hayati mahfuzdur. Fakat mürtedin hakk-i hayati yoktur. Çünki vicdani tefessüh eder, hayat-i içtimaiyeye bir zehir hükmüne geçer. Halbuki
sh: » (M: 470)
Hiristiyanin bir dinsizi, yine hayat-i içtimaiyeye nâfi' bir vaziyette kalabilir. Bazi mukaddesati kabul eder ve bazi peygamberlere inanabilir ve Cenâb-i Hakk'i bir cihette tasdik edebilir.
Acaba bu ehl-i bid'a ve dogrusu ehl-i ilhad, bu dinsizlikte hangi menfaati buluyorlar? Eger idare ve asayisi düsünüyorlarsa; Allah'i bilmeyen dinsiz on serserinin idaresi ve serlerini def'etmesi, bin ehl-i diyanetin idaresinden daha müskildir. Eger terakkiyi düsünüyorlarsa; öyle dinsizler idare-i hükûmete muzir olduklari gibi, terakkiye dahi manidirler. Terakki ve ticaretin esasi olan emniyet ve asayisi kiriyorlar. Dogrusu onlar, meslekçe tahribatçidirlar. Dünyada en büyük ahmak odur ki, böyle dinsiz serserilerden terakki ve saadet-i hayatiyeyi beklesin. Böyle ahmaklardan mühim bir mevkii isgal eden birisi demis ki: "Biz, Allah Allah diye diye geri kaldik. Avrupa, top tüfek diye diye ileri gitti."
"Cevab-ül ahmak-is sükût" kaidesince, böylelere karsi cevab sükûttur. Fakat bazi ahmaklarin arkasinda bedbaht âkiller bulundugundan deriz ki:
Ey bîçareler! Bu dünya bir misafirhanedir. Her günde otuzbin sahid, cenazeleriyle "El-mevtü hak" hükmünü imza ediyorlar ve o davaya sehadet ediyorlar. Ölümü öldürebilir misiniz? Bu sahidleri tekzib edebilir misiniz? Mâdem edemiyorsunuz; mevt, Allah Allah dedirtir. Sekeratta Allah Allah yerine; hangi topunuz, hangi tüfeginiz, zulümat-i ebedîyi o sekerattakinin önünde isiklandirir, ye's-i mutlakini ümid-i mutlaka çevirebilir? Mâdem ölüm var, kabre girilecek; bu hayat gidiyor, bâki bir hayat geliyor. Bir defa top tüfek denilse; bin defa Allah Allah demek lâzim gelir. Hem Allah yolunda olsa; tüfek de Allah der, top da Allahü Ekber diye bagirir, Allah ile iftar eder, imsak eder.
Dördüncü Isaret: Tahribatçi ehl-i bid'a iki kisimdir.
Bir kismi -güya din hesabina, Islâmiyete sâdakat namina- güya dini milliyetle takviye etmek için, "Za'fa düsmüs din secere-i nuraniyesini, milliyet topraginda dikmek, kuvvetlestirmek istiyoruz." diye, dine taraftar vaziyeti gösteriyorlar.
Ikinci kisim; millet namina, milliyet hesabina, unsuriyete kuvvet vermek fikrine binaen, "Milleti, Islâmiyetle asilamak istiyoruz." diye, bid'alari îcad ediyorlar.
sh: » (M: 471)
Birinci kisma deriz ki: Ey "sâdik ahmak" itlakina mâsadak bîçare ulema-üs sû' veya meczub, akilsiz, cahil sofîler! Hakikat-i kâinat içinde kökü yerlesmis ve hakaik-i kâinata kökler salmis olan Secere-i Tûba-i Islâmiyet; mevhum, muvakkat, cüz'î, hususî, menfî, belki esassiz, garazkâr, zulümkâr, zulmanî unsuriyet topragina dikilmez! Onu oraya dikmeye çalismak, ahmakane ve tahribkârane, bid'akârane bir tesebbüstür.
Ikinci kisim milliyetçilere deriz ki: Ey sarhos hamiyet-füruslar! Bir asir evvel milliyet asri olabilirdi. Su asir unsuriyet asri degil! Bolsevizm, sosyalizm mes'eleleri istilâ ediyor; unsuriyet fikrini kiriyor, unsuriyet asri geçiyor. Ebedî ve daimî olan Islâmiyet milliyeti; muvakkat, dagdagali unsuriyetle baglanmaz ve asilanmaz. Ve asilamak olsa da; Islâm milletini ifsad ettigi gibi, unsuriyet milliyetini dahi islah edemez, ibka edemez. Evet muvakkat asilamakta bir zevk ve bir muvakkat kuvvet görünüyor, fakat pek muvakkat ve akibeti hatarlidir.
Hem Türk unsurunda ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde bir insikak çikacak. O vakit milletin kuvveti, bir sik, bir sikkin kuvvetini kirdigi için, hiçe inecek. Iki dag birbirine karsi bir mizanin iki gözünde bulunsa; bir batman kuvvet, o iki kuvvet ile oynayabilir; yukari kaldirir, asagi indirir.
Ikinci Sual, iki isarettir:
Birinci Isaret ki: "Besinci Isaret"tir. Mühim bir sualin gayet muhtasar bir cevabidir.
Sual: Âhirzamanda Hazret-i Mehdi gelecegine ve fesada girmis âlemi islah edecegine dair müteaddid rivayat-i sahiha var. Halbuki su zaman, cemaat zamanidir; sahis zamani degil! Sahis ne kadar dâhî ve hattâ yüz dâhî derecesinde olsa, bir cemaatin mümessili olmazsa, bir cemaatin sahs-i manevîsini temsil etmezse; muhalif bir cemaatin sahs-i manevîsine karsi maglubdur. Su zamanda -kuvvet-i velayeti ne kadar yüksek olursa olsun- böyle bir cemaat-i beseriyenin ifsadat-i azîmesi içinde nasil islah eder? Eger Mehdi'nin bütün isleri hârika olsa, su dünyadaki hikmet-i Ilâhiyeye ve kavanin-i âdetullaha muhalif düser. Bu Mehdi mes'elesinin sirrini anlamak istiyoruz?
Elcevap: Cenâb-i Hak kemal-i rahmetinden, seriat-i Islâmiyenin ebediyetine bir eser-i himayet olarak, herbir fesad-i
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 29. MEKTUP
sh: » (M: 472)
ümmet zamaninda bir muslih veya bir müceddid veya bir halife-i zîsan veya bir kutb-u azam veya bir mürsid-i ekmel veyahud bir nevi Mehdi hükmünde mübarek zâtlari göndermis; fesadi izale edip, milleti islah etmis; Din-i Ahmedîyi (A.S.M.) muhafaza etmis. Mâdem âdeti öyle cereyan ediyor, âhirzamanin en büyük fesadi zamaninda; elbette en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddid, hem hâkim, hem mehdi, hem mürsid, hem kutb-u azam olarak bir zât-i nuranîyi gönderecek ve o zât da Ehl-i Beyt-i Nebevîden olacaktir. Cenâb-i Hak bir dakika zarfinda beyn-es sema vel-arz âlemini bulutlarla doldurup bosalttigi gibi, bir saniyede denizin firtinalarini teskin eder ve bahar içinde bir saatte yaz mevsiminin nümunesini ve yazda bir saatte kis firtinasini îcad eden Kadîr-i Zülcelâl; Mehdi ile de âlem-i Islâmin zulümatini dagitabilir. Ve va'detmistir, va'dini elbette yapacaktir. Kudret-i Ilâhiye noktasinda bakilsa, gayet kolaydir. Eger daire-i esbab ve hikmet-i Rabbaniye noktasinda düsünülse, yine o kadar makul ve vukua lâyiktir ki; eger Muhbir-i Sadik'tan rivayet olmazsa dahi, herhalde öyle olmak lâzim gelir ve olacaktir diye ehl-i tefekkür hükmeder. Söyle ki: Felillahilhamd
للّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى سَيِّدِِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ كَمَا صَلَّيْتَ عَلَى اِبْرَاهِيمَ وَ عَلَى آلِ اِبْرَاهِيمَ فِى الْعَالَمِينَ اِنَّكَ حَمِيدٌ مَجِيدٌ
duâsi -umum ümmet, umum namazinda, günde bes defa tekrar ettikleri bu duâ- bilmüsahede kabul olmustur ki; Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, Âl-i Ibrahim Aleyhisselâm gibi öyle bir vaziyet almis ki; umum mübarek silsilelerin basinda, umum aktar ve a'sarin mecma'larinda o nuranî zâtlar kumandanlik ediyorlar.(Hâsiye) Ve öyle bir kesrettedirlerki; o kumandanlarin mecmu'u, muazzam bir ordu teskil ediyorlar. Eger maddî sekle girse ve bir tesanüd ile bir firka vaziyetini alsalar, Islâmiyet dinini milliyet-i mukaddese hükmünde rabita-i ittifak ve intibah yapsalar, hiçbir milletin ordusu onlara karsi dayanamaz! Iste o pek
______________________________ ______
(Hâsiye): Hattâ onlardan bir tanesi olan Seyyid Ahmed-üs Sünusî, milyonlar müride kumandanlik ediyor. Seyyid Idris gibi diger bir zât, yüzbinden fazla müslümanlara kumandanlik ediyor. Seyyid Yahya gibi bir baska seyyid, yüzbinler adamlara emirlik ediyor ve hâkeza... Bu seyyidler kabilesinin efradlarinda böyle zâhirî kahramanlar çok oldugu gibi; Seyyid Abdülkadir-i Geylanî, Seyyid Ebulhasen-i Sazelî, Seyyid Ahmed-i Bedevî gibi manevî kahramanlarin kahramanlari dahi varlarmis...
sh: » (M: 473)
kesretli o muktedir ordu, Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dir ve Hazret-i Mehdi'nin en has ordusudur.
Evet bugün tarih-i âlemde hiçbir nesil, secere ile ve senedlerle ve an'ane ile birbirine muttasil ve en yüksek seref ve âlî haseb ve asil neseb ile mümtaz hiçbir nesil yoktur ki, Âl-i Beyt'ten gelen seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun. Eski zamandan beri bütün ehl-i hakikatin firkalari basinda onlar ve ehl-i kemalin namdar reisleri yine onlardir. Simdi de, kemmiyeten milyonlari geçen bir nesl-i mübarektir. Mütenebbih ve kalbleri îmanli ve muhabbet-i Nebevî ile dolu ve cihandeger seref-i intisabiyla serfirazdirlar. Böyle bir cemaat-i azîme içindeki mukaddes kuvveti tehyic edecek ve uyandiracak hâdisat-i azîme vücuda geliyor. Elbette o kuvvet-i azîmedeki bir hamiyet-i âliye feveran edecek ve Hazret-i Mehdi basina geçip, tarîk-i hak ve hakikata sevkedecek. Böyle olmak ve böyle olmasini; bu kistan sonra baharin gelmesi gibi, âdetullahtan ve rahmet-i Ilâhiyeden bekleriz ve beklemekte hakliyiz.
Ikinci Isaret, yani Altinci Isaret: Hazret-i Mehdi'nin cem'iyet-i nuraniyesi, Süfyan komitesinin tahribatçi rejim-i bid'akâranesini tamir edecek, Sünnet-i Seniyeyi ihya edecek; yani âlem-i Islâmiyette Risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) inkâr niyetiyle Seriat-i Ahmediyeyi (A.S.M.) tahribe çalisan Süfyan komitesi, Hazret-i Mehdi cem'iyetinin mu'cizekâr manevî kilinciyla öldürülecek ve dagitilacak.
Hem âlem-i insaniyette inkâr-i Ulûhiyet niyetiyle medeniyet ve mukaddesat-i beseriyeyi zîr ü zeber eden Deccal komitesini, Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm'in din-i hakikîsini Islâmiyetin hakikatiyla birlestirmeye çalisan hamiyetkâr ve fedakâr bir Isevî cemaati nami altinda ve "Müslüman Îsevîleri" ünvanina lâyik bir cem'iyet, o Deccal komitesini, Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm'in riyaseti altinda öldürecek ve dagitacak; beseri, inkâr-i Ulûhiyetten kurtaracak.
Su mühim sir pek uzundur. Baska yerlerde bir nebze bahsettigimizden burada bu kisa isaretle iktifa ediyoruz.
Yedinci Isaret yani Üçüncü Sual: Diyorlar ki: "Senin eski zamandaki müdafaatin ve Islâmiyet hakkindaki mücahedatin, simdiki tarzda degil. Hem Avrupa'ya karsi Islâmiyet'i müdafaa eden mütefekkirîn tarzinda gitmiyorsun. Neden Eski Said vaziye-
sh: » (M: 474)
tini degistirdin? Neden manevî mücahidîn-i Islâmiye tarzinda hareket etmiyorsun?
Elcevap: Eski Said ile mütefekkirîn kismi, felsefe-i beseriyenin ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarini kismen kabul edip, onlarin silâhlariyla onlarla mübareze ediyorlar; bir derece onlari kabul ediyorlar. Bir kisim düsturlarini, fünun-u müsbete suretinde lâyetezelzel teslim ediyorlar, o suretle Islâmiyetin hakikî kiymetini gösteremiyorlar. Âdeta kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallariyla Islâmiyeti asiliyorlar, güya takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe az oldugundan ve Islâmiyetin kiymetini bir derece tenzil etmek oldugundan, o meslegi terkettim. Hem bilfiil gösterdim ki: Islâmiyetin esaslari o kadar derindir ki; felsefenin en derin esaslari onlara yetismez, belki sathî kalir. Otuzuncu Söz, Yirmidördüncü Mektub, Yirmidokuzuncu Söz bu hakikati bürhanlariyla isbat ederek göstermistir. Eski meslekte, felsefeyi derin zannedip, ahkâm-i Islâmiyeyi zâhirî telakki edip felsefenin dallariyla baglamakla durutmak ve muhafaza edilmek zannediliyordu. Halbuki felsefenin düsturlarinin ne haddi var ki, onlara yetissin?
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
َاْلحَمْدُ لِلّهِ الَّذِى هَدَينَا لِهذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِىَ لَوْلاَ اَنْ هَدَينَا اللّهُ لَقَدْ جَاءَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِاْلحَقِّ
اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ كَمَا صَلَّيْتَ عَلَى سَيِّدِنَا اِبْرَاهِيمَ وَ عَلَى آلِ اِبْرَاهِيمَ فِى الْعَالَمِينَ اِنَّكَ حَمِيدٌ مَجِيدٌ
* * *
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 29. MEKTUP
sh: » (M: 483)
leri ve fitrî hareketleri ibadet sekline girmekle beraber; herbir ameli, sünneti ve ser'i o ittiba' noktasinda düsündürmekle, bir tahattur-u hükm-ü ser'î veriyor. O tahattur ise, sahib-i seriati düsündürüyor. O düsünmek ise, Cenâb-i Hakk'i hatira getiriyor. O hâtira, bir nevi huzur veriyor. O halde mütemadiyen ömür dakikalari, huzur içinde bir ibadet hükmüne getirilebilir. Iste bu cadde-i kübra, velayet-i kübra olan ehl-i veraset-i Nübüvvet olan Sahabe ve selef-i sâlihînin caddesidir.
Ikinci Nokta: Velayet yollarinin ve tarîkat subelerinin en mühim esasi, ihlastir. Çünki ihlas ile hafî sirklerden halas olur. Ihlasi kazanmayan, o yollarda gezemez. Ve o yollarin en keskin kuvveti, muhabbettir. Evet muhabbet, mahbubunda bahaneler aramaz ve kusurlarini görmek istemez. Ve kemaline delalet eden zaîf emareleri, kavî hüccetler hükmünde görür. Daima mahbubuna tarafdardir.
Iste bu sirra binaendir ki, muhabbet ayagiyla marifetullaha teveccüh eden zâtlar; sübehata ve itirazata kulak vermezler, ucuz kurtulurlar. Binler seytan toplansa, onlarin mahbub-u hakikîsinin kemaline isaret eden bir emareyi, onlarin nazarinda ibtal edemez. Eger muhabbet olmazsa, o vakit kendi nefsi ve seytani ve haricî seytanlarin ettikleri itirazat içinde çok çirpinacak. Kahramancasina bir metanet ve kuvvet-i îman ve dikkat-i nazar lâzimdir ki, kendisini kurtarsin.
Iste bu sirra binaendir ki; umum meratib-i velayette marifetullahtan gelen muhabbet, en mühim maye ve iksirdir. Fakat muhabbetin bir vartasi var ki: Ubudiyetin sirri olan niyazdan, mahviyetten naza ve davaya atlar, mizansiz hareket eder. Masiva-yi Ilâhiyeye teveccühü hengâminda, mâna-yi harfîden mâna-yi ismîye geçmesiyle; tiryak iken zehir olur. Yani; gayrullahi sevdigi vakit, Cenâb-i Hak hesabina ve onun namina, onun bir âyine-i esmâsi olmak cihetiyle rabt-i kalb etmek lâzimken; bazan o zâti, o zât hesabina, kendi kemalât-i sahsiyesi ve cemal-i zâtîsi namina düsünüp, mana-yi ismiyle sever. Allah'i ve peygamberi düsünmeden yine onlari sevebilir. Bu muhabbet, muhabbetullaha vesile degil, perde oluyor. Mâna-yi harfî ile olsa, muhabbetullaha vesile olur, belki cilvesidir denilebilir.
Üçüncü Nokta: Bu dünya, dâr-ül hikmettir, dâr-ül hizmettir; dâr-ül ücret ve mükâfat degil. Buradaki a'mal ve hizmetlerin
sh: » (M: 484)
ücretleri berzahta ve âhirettedir. Buradaki a'mal, berzahta ve âhirette meyve verir. Mâdem hakikat budur, a'mal-i uhreviyeye ait neticeleri dünyada istememek gerektir. Verilse de memnunane degil, mahzunane kabul etmek lâzimdir. Çünki Cennet'in meyveleri gibi, kopardikça yerine ayni gelmek sirriyla, bâki hükmünde olan amel-i uhrevî meyvesini, bu dünyada fâni bir surette yemek, kâr-i akil degildir. Bâki bir lâmbayi, bir dakika yasayacak ve sönecek bir lâmba ile mübadele etmek gibidir.
Iste bu sirra binaen; ehl-i velayet, hizmet ve mesakkat ve musibet ve külfeti hos görüyorlar, nazlanmiyorlar, sekva etmiyorlar. "Elhamdülillahi alâküllihal" diyorlar. Kesf ve keramet, ezvak ve envar verildigi vakit, bir iltifat-i Ilâhî nev'inden kabul edip setrine çalisiyorlar. Fahre degil, belki sükre, ubudiyete daha ziyade giriyorlar. Çoklari o ahvalin istitar ve inkitaini istemisler, tâ ki amellerindeki ihlas zedelenmesin. Evet makbul bir insan hakkinda en mühim bir ihsan-i Ilâhî, ihsanini ona ihsas etmemektir; tâ niyazdan naza ve sükürden fahre girmesin.
Iste bu hakikata binaendir ki, velayeti ve tarîkati isteyenler; eger velayetin bazi teressuhati olan ezvak ve keramati isterlerse ve onlara müteveccih ise ve onlardan hoslansa; bâki uhrevî meyveleri, fâni dünyada, fâni bir surette yemek kabilinden olmakla beraber; velayetin mayesi olan ihlasi kaybedip, velayetin kaçmasina meydan açar.
YEDINCI TELVIH: "Dört Nükte"dir.
Birinci Nükte: Seriat dogrudan dogruya, gölgesiz, perdesiz, sirr-i ehadiyet ile Rububiyet-i mutlaka noktasinda hitab-i Ilâhînin neticesidir. Tarîkatin ve hakikatin en yüksek mertebeleri, seriatin cüzleri hükmüne geçer. Yoksa daima vesile ve mukaddime ve hâdim hükmündedirler. Neticeleri, seriatin muhkematidir. Yani: Hakaik-i seriata yetismek için, tarîkat ve hakikat meslekleri, vesile ve hâdim ve basamaklar hükmündedir. Git gide en yüksek mertebede, nefs-i seriatta bulunan mana-yi hakikat ve sirr-i tarîkata inkilab ederler. O vakit, seriat-i kübranin cüzleri oluyorlar. Yoksa bazi ehl-i tasavvufun zannettikleri gibi, seriati zâhirî bir kisir, hakikati onun içi ve neticesi ve gayesi tasavvur etmek dogru degildir. Evet seriatin, tabakat-i nâsa göre inkisafati ayri ayridir. Avam-i nâsa göre zâhir-i seriati, hakikat-i
sh: » (M: 485)
seriat zannedip, havassa münkesif olan seriatin mertebesine "hakikat ve tarîkat" nami vermek yanlistir. Seriatin umum tabakata bakacak meratibi var.
Iste bu sirra binaendir ki: Ehl-i tarîkat ve ashab-i hakikat ileri gittikçe, hakaik-i seriata karsi incizablari, istiyaklari, ittibalari ziyadelesiyor. En küçük bir Sünnet-i Seniyeyi, en büyük bir maksad gibi telakki edip, onun ittibaina çalisiyorlar, onu taklid ediyorlar. Çünki vahiy ne kadar ilhamdan yüksek ise; semere-i vahiy olan âdâb-i ser'iye, o derece semere-i ilham olan âdâb-i tarîkattan yüksek ve ehemmiyetlidir. Onun için, tarîkatin en mühim esasi, Sünnet-i Seniyeye ittiba' etmektir.
Ikinci Nükte: Tarîkat ve hakikat, vesilelikten çikmamak gerektir. Eger maksud-u bizzât hükmüne geçseler; o vakit seriatin muhkemati ve ameliyati ve Sünnet-i Seniyeye ittiba', resmî hükmünde kalir; kalb öteki tarafa müteveccih olur. Yani: Namazdan ziyade halka-i zikri düsünür; feraizden ziyade, evradina müncezib olur; kebairden kaçmaktan ziyade, âdâb-i tarîkatin muhalefetinden kaçar. Halbuki muhkemat-i seriat olan farzlarin bir tanesine, evrad-i tarîkat mukabil gelemez; yerini dolduramaz. Âdâb-i tarîkat ve evrad-i tasavvuf, o feraizin içindeki hakikî zevke medar-i teselli olmali, mense olmamali. Yani: Tekyesi, câmideki namazin zevkine ve ta'dil-i erkânina vesile olmali; yoksa câmideki namazi çabuk resmî kilip, hakikî zevkini ve kemalini tekyede bulmayi düsünen, hakikattan uzaklasiyor.
Üçüncü Nükte: "Sünnet-i Seniye ve ahkâm-i seriat haricinde tarîkat olabilir mi?" diye sual ediliyor.
Elcevap: Hem var, hem yok. Vardir, çünki bazi evliya-yi kâmilîn, seriat kilinciyla idam edilmisler. Hem yoktur, çünki muhakkikîn-i evliya, Sa'dî-i Sirazî'nin bu düsturunda ittifak etmisler:
مُحَالَسْتْ سَعْدِى بَرَاهِ صَفَا * ظَفَرْ بُرْدَنْ جُزْدَرْ َىِ مُصْطَفَى
Yani: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in caddesinden hariç ve onun arkasindan gitmeyen muhaldir ki; hakikî envar-i hakikata vâsil olabilsin." Bu mes'elenin sirri sudur ki: Mâdem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Hâtem-ül Enbiya'dir ve umum
sh: » (M: 486)
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 29. MEKTUP
nev'-i beser namina muhatab-i Ilâhîdir; elbette nev'-i beser, onun caddesi haricinde gidemez ve bayragi altinda bulunmak zarurîdir. Ve mâdem ehl-i cezbe ve ehl-i istigrak, muhalefetlerinden mes'ul olamazlar; ve mâdem insanda bazi letaif var ki, teklif altina giremez; o latife hâkim oldugu vakit, tekâlif-i ser'iyeye muhalefetiyle mes'ul tutulmaz; ve mâdem insanda bazi letaif var ki, teklif altina girmedigi gibi, ihtiyar altina da girmez; hattâ aklin tedbiri altina da girmez, o latife, kalbi ve akli dinlemez; elbette o latife bir insanda hâkim oldugu zaman -fakat o zamana mahsus olarak- o zât, seriata muhalefette velayet derecesinden sukut etmez, mazur sayilir. Fakat bir sartla ki, hakaik-i seriata ve kavaid-i îmaniyeye karsi bir inkâr, bir tezyif, bir istihfaf olmasin. Ahkâmi yapmasa da, ahkâmi hak bilmek gerektir. Yoksa o hale maglub olup, neûzübillah, o hakaik-i muhkemeye karsi inkâr ve tekzibi ismam edecek bir vaziyet, alâmet-i sukuttur!
Elhasil: Daire-i seriatin haricinde bulunan ehl-i tarîkat iki kisimdir:
Bir kismi: -Sâbikan geçtigi gibi- ya hale, istigraka, cezbeye ve sekre maglub olup veya teklifi dinlemeyen veya ihtiyari isitmeyen latifelerin mahkûmu olup, daire-i seriatin haricine çikiyor. Fakat o çikmak, ahkâm-i seriati begenmemekten veya istememekten degil; belki mecburiyetle ihtiyarsiz terkediyor. Bu kisim ehl-i velayet var. Hem mühim veliler, bunlarin içinde muvakkaten bulunmus. Hattâ bu neviden; degil yalniz daire-i seriattan, belki daire-i Islâmiyet haricinde bulundugunu bazi muhakkikîn-i evliya hükmetmisler. Fakat bir sartla: Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'in getirdigi ahkâmin hiçbirini tekzib etmemektir. Belki, ya düsünmüyor veya müteveccih olamiyor veyahut bilemiyor ve bilmiyor. Bilse, kabul etmese olmaz!
Ikinci kisim ise: Tarîkat ve hakikatin parlak ezvaklarina kapilip, mezâkindan çok yüksek olan hakaik-i seriatin derece-i zevkine yetisemedigi için; zevksiz, resmî birsey telakki edip, ona karsi lâkayd kalir. Gitgide, seriati zâhirî bir kisir zanneder. Buldugu hakikati, esas ve maksud telakki eder. "Ben onu buldum, o bana yeter." der, ahkâm-i seriata muhalif hareket eder. Bu kisimdan akli basinda olanlar mes'uldürler, sukut ediyorlar, belki kismen seytana maskara oluyorlar.
Dördüncü Nükte: Ehl-i dalalet ve bid'at firkalarindan bir
sh: » (M: 487)
kisim zâtlar, ümmet nazarinda makbul oluyorlar. Aynen onlar gibi zâtlar var; zâhirî hiçbir fark yokken, ümmet reddediyor. Bunda hayret ediyordum. Meselâ: Mu'tezile mezhebinde Zemahserî gibi, Itizal'de en mutaassib bir ferd oldugu halde, muhakkikîn-i Ehl-i Sünnet, onun o sedid itirazatina karsi onu tekfir ve tadlil etmiyorlar, belki bir râh-i necat onun için ariyorlar. Zemahserî'nin derece-i siddetinden çok asagi Ebu Ali Cübbaî gibi mu'tezile imamlarini, merdud ve matrud sayiyorlar. Çok zaman bu sir benim merakima dokunuyordu. Sonra lütf-u Ilâhî ile anladim ki: Zemahserî'nin Ehl-i Sünnet'e itirazati, hak zannettigi meslegindeki muhabbet-i haktan ileri geliyordu. Yani, meselâ: Tenzih-i hakikî; onun nazarinda, hayvanlar kendi ef'aline hâlik olmasiyla oluyor. Onun için Cenâb-i Hakk'i tenzih muhabbetinden, Ehl-i Sünnet'in halk-i ef'al mes'elesinde düsturunu kabul etmiyor. Merdud olan sair Mu'tezile imamlari muhabbet-i haktan ziyade, Ehl-i Sünnet'in yüksek düsturlarina kisa akillari yetisemediginden ve genis kavanin-i Ehl-i Sünnet, onlarin dar fikirlerine yerlesmediginden, inkâr ettiklerinden merduddurlar. Aynen bu Ilm-i Kelâm'daki Ehl-i Itizal'in Ehl-i Sünnet ve Cemaat'a muhalefeti oldugu gibi, Sünnet-i Seniye haricindeki bir kisim ehl-i tarîkatin muhalefeti dahi iki cihetledir:
Biri: Zemahserî gibi; haline, mesrebine meftuniyet cihetinde daha derece-i zevkine yetisemedigi âdâb-i seriata karsi bir derece lâkayd kalir.
Diger kismi ise: Hâsâ âdâb-i seriata, desatir-i tarîkata nisbeten ehemmiyetsiz bakar. Çünki dar havsalasi, o genis ezvaki ihata edemiyor ve kisa makami, o yüksek âdâba yetisemiyor.
SEKIZINCI TELVIH: Sekiz vartayi beyan eder:
Birincisi: Sünnet-i Seniyeye tamam ittibai riayet etmeyen bir kisim ehl-i sülûk; velayeti, nübüvvete tercih etmekle vartaya düser. Yirmidördüncü ve Otuzbirinci Sözler'de, nübüvvet ne kadar yüksek oldugu ve velayet ona nisbeten ne kadar sönük oldugu isbat edilmistir.
Ikincisi: Ehl-i tarîkatin bir kisim müfrit evliyasini Sahabeye tercih, hattâ Enbiya derecesinde görmekle vartaya düser. Onikinci ve Yirmiyedinci Sözler'de ve Sahabeler hakkindaki zeylinde kat'î isbat edilmistir ki: Sahabelerde öyle bir hâssa-i sohbet var ki,
sh: » (M: 488)
velayet ile yetisilmez ve Sahabelere tefevvuk edilmez ve Enbiyaya hiçbir vakit evliya yetismez.
Üçüncüsü: Ifrat ile tarîkat taassubu tasiyanlarin bir kismi, âdâb ve evrad-i tarîkati Sünnet-i Seniyeye tercih etmekle Sünnete muhalefet edip, Sünneti terkeder, fakat virdini birakmaz. O suretle âdâb-i ser'iyeye bir lâkaydlik vaziyeti gelir, vartaya düser.
Çok Sözlerde isbat edildigi gibi ve Imam-i Gazalî, Imam-i Rabbanî gibi muhakkikîn-i ehl-i tarîkat derler ki: "Birtek Sünnet-i Seniyeye ittiba' noktasinda hasil olan makbuliyet, yüz âdâb ve nevafil-i hususiyeden gelemez. Bir farz, bin Sünnete müreccah oldugu gibi; bir Sünnet-i Seniye dahi, bin âdâb-i tasavvufa müreccahtir." demisler.
Dördüncüsü: Müfrit bir kisim ehl-i tasavvuf; ilhami, vahiy gibi zanneder ve ilhami, vahiy nev'inden telakki eder, vartaya düser. Vahyin derecesi ne kadar yüksek ve küllî ve kudsî oldugu ve ilhamat ona nisbeten ne derece cüz'î ve sönük oldugu, Onikinci Söz'de ve i'caz-i Kur'ana dair Yirmibesinci Söz'de ve sair risalelerde gayet kat'î isbat edilmistir.
Besincisi: Sirr-i tarîkati anlamayan bir kisim mutasavvife, zaîfleri takviye etmek ve gevsekleri tesci' etmek ve siddet-i hizmetten gelen usanç ve mesakkati tahfif etmek için, istenilmeyerek verilen ezvak ve envar ve keramati hos görüp meftun olur; ibadata, hidemata ve evrada tercih etmekle vartaya düser. Su risalenin Altinci Telvihinin Üçüncü Noktasinda icmalen beyan olundugu ve sair Sözlerde kat'iyen isbat edilmistir ki: Bu dâr-i dünya, dâr-ül hizmettir, dâr-ül ücret degil! Burada ücretini isteyenler; bâki, daimî meyveleri, fâni ve muvakkat bir surete çevirmekle beraber, dünyadaki beka hosuna geliyor, müstakane berzaha bakamiyor; âdeta bir cihette dünya hayatini sever, çünki içinde bir nevi âhireti bulur.
Altincisi: Ehl-i hakikat olmayan bir kisim ehl-i sülûk, makamat-i velayetin gölgelerini ve zillerini ve cüz'î nümunelerini, makamat-i asliye-i külliye ile iltibas etmekle vartaya düser. Yirmidördüncü Söz'ün Ikinci Dali'nda ve sair Sözlerde kat'iyen isbat edilmistir ki: Nasil Günes, âyineler vasitasiyla taaddüd ediyor; binler misalî Günes, ayni Günes gibi ziya ve hararet sahibi olur. Fakat o misalî Günesler, hakikî Günese nisbeten çok zaîftir-
sh: » (M: 489)
ler. Aynen onun gibi: Makamat-i Enbiya ve eazim-i evliyanin makamatinin bazi gölgeleri ve zilleri var. Ehl-i sülûk onlara girer; kendini, o evliya-yi azîmeden daha azîm görür; belki Enbiyadan ileri geçtigini zanneder, vartaya düser. Fakat bu geçmis umum vartalardan zarar görmemek için, usûl-ü îmaniyeyi ve esasat-i seriati daima rehber ve esas tutmak ve meshudunu ve zevkini onlara karsi muhalefetinde ittiham etmekledir.
Yedincisi: Bir kisim ehl-i zevk ve sevk, sülûkünde fahri, nazi, satahati, teveccüh-ü nâsi ve merciiyeti; sükre, niyaza, tazarruata ve nâstan istignaya tercih etmekle vartaya düser. Halbuki en yüksek mertebe ise, ubudiyet-i Muhammediyedir ki, "Mahbubiyet" ünvaniyla tabir edilir. Ubudiyetin ise sirr-i esasi; niyaz, sükür, tazarru', husu', acz, fakr, halktan istigna cihetiyle o hakikatin kemaline mazhar olur. Bazi evliya-yi azîme, fahr ve naz ve satahata muvakkaten, ihtiyarsiz girmisler; fakat o noktada, ihtiyaren onlara iktida edilmez; hâdîdirler, mühdî degillerdir; arkalarindan gidilmez!
Sekizinci Varta: Hodgâm, aceleci bir kisim ehl-i sülûk; âhirette alinacak ve koparilacak velayet meyvelerini, dünyada yemesini ister ve sülûkunda onlari istemekle vartaya düser. Halbuki وَمَا اْلحَيَوةُ الدُّنْيَا اِلاَّ مَتَاعُ الْغُرُورِ gibi âyetlerle ilân edildigi gibi, çok Sözlerde kat'iyen isbat edilmistir ki: Âlem-i bekada birtek meyve, fâni dünyanin bin bahçesine müreccahtir. Onun için, o mübarek meyveleri burada yememeli. Eger istenilmeyerek yedirilse sükredilmeli; mükâfat için degil, belki tesvik için bir ihsan-i Ilâhî olarak telakki edilmeli.
DOKUZUNCU TELVIH: Tarîkatin pek çok semeratindan ve faidelerinden yalniz burada "Dokuz Adedi"ni icmalen beyan edecegiz:
Birincisi: Istikametli tarîkat vasitasiyla, saadet-i ebediyedeki ebedî hazinelerin anahtarlari ve mense'leri ve madenleri olan hakaik-i îmaniyenin inkisafi ve vuzuhu ve aynelyakîn derecesinde zuhurlaridir.
Ikincisi: Makine-i insaniyenin merkezi ve zenberegi olan kalbi, tarîkat vasita olup isletmesiyle ve o isletmekle, sair letaif-i insaniyeyi harekete getirip, netice-i fitratlarina sevkederek hakikî
sh: » (M: 490)
insan olmaktir.
Üçüncüsü: Âlem-i berzah ve âhiret seferinde, tarîkat silsilelerinden bir silsileye iltihak edip ve o kafile-i nuraniye ile ebed-ül âbâd yolunda arkadas olmak ve yalnizlik vahsetinden kurtulmak ve onlarla, dünyada ve berzahta manen ünsiyet etmek ve evham ve sübehatin hücumlarina karsi, onlarin icmaina ve ittifakina istinad edip, herbir üstadini kavî bir sened ve kuvvetli bir bürhan derecesinde görüp, onlarla o hatira gelen dalalet ve sübehati def'etmektir.
Dördüncüsü: Îmandaki marifetullah ve o marifetteki muhabbetullahin zevkini, sâfi tarîkat vasitasiyla anlamak ve o anlamakla dünyanin vahset-i mutlakasindan ve insanin kâinattaki gurbet-i mutlakasindan kurtulmaktir. Çok Sözlerde isbat etmisiz ki: Saadet-i dâreyn ve elemsiz lezzet ve vahsetsiz ünsiyet ve hakikî zevk ve ciddî saadet, îman ve Islâmiyetin hakikatindadir. Ikinci Söz'de beyan edildigi gibi: Îman, secere-i tûba-i Cennet'in bir çekirdegini tasiyor. Iste tarîkatin terbiyesiyle, o çekirdek nesvünema bulur, inkisaf eder.
Besincisi: Tekâlif-i ser'iyedeki hakaik-i latifeyi, tarîkattan ve zikr-i Ilâhîden gelen bir intibah-i kalbî vasitasiyla hissetmek, takdir etmek... O vakit taate, suhre gibi degil, belki istiyakla itaat edip ubudiyeti îfa eder.
Altincisi: Hakikî zevke ve ciddî teselliye ve kedersiz lezzete ve vahsetsiz ünsiyete, hakikî medar ve vasita olan tevekkül makamini ve teslim rütbesini ve riza derecesini kazanmaktir.
Yedincisi: Sülûk-u tarîkatin en mühim sarti, en ehemmiyetli neticesi olan ihlas vasitasiyla, sirk-i hafîden ve riya ve tasannu' gibi rezailden halâs olmak ve tarîkatin mahiyet-i ameliyesi olan tezkiye-i nefs vasitasiyla, nefs-i emmarenin ve enaniyetin tehlikelerinden kurtulmaktir.
Sekizincisi: Tarîkatta, zikr-i kalbî ile ve tefekkür-ü aklî ile kazandigi teveccüh ve huzur ve kuvvetli niyetler vasitasiyla, âdetlerini ibadet hükmüne çevirmek ve muamelât-i dünyeviyesini, a'mal-i uhreviye hükmüne getirip sermaye-i ömrünü hüsn-ü istimal etmek cihetiyle, ömrünün dakikalarini
sh: » (M: 491)
hayat-i ebediyenin sünbüllerini verecek çekirdekler hükmüne getirmektir.
Dokuzuncusu: Seyr-i sülûk-u kalbî ile ve mücahede-i ruhî ile ve terakkiyat-i maneviye ile, insan-i kâmil olmak için çalismak; yani hakikî mü'min ve tam bir müslüman olmak; yani yalniz sûrî degil, belki hakikat-i îmani ve hakikat-i Islâmi kazanmak; yani su kâinat içinde ve bir cihette kâinat mümessili olarak, dogrudan dogruya kâinatin Hâlik-i Zülcelâline abd olmak ve muhatab olmak ve dost olmak ve halil olmak ve âyine olmak ve ahsen-i takvimde oldugunu göstermekle, benî-Âdemin melâikeye rüchaniyetini isbat etmek ve seriatin îmanî ve amelî cenahlariyla makamat-i âliyede uçmak ve bu dünyada saadet-i ebediyeye bakmak, belki de o saadete girmektir.
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى الْغَوْثِ اْلاَكْبَرِ فِى كُلِّ الْعُصُورِ وَ الْقُطْبِ اْلاَعْظَمِ فِى كُلِّ الدُّهُورِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الَّذِى تَظَاهَرِتْ حِشْمَةُ وَ لاَيَتِهِ وَ مَقَامُ مَحْبُوبِيَّتِهِ فِى مِعْرَاجِهِ وَ اِنْدَرَجَ كُلُّ الْوَلاَيَاتِ فِى ظِلِّ مِعْرَاجِهِ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ آمِينَ وَ الْحَمْدُ ِاللّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
* * *
sh: » (M: 492)
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 29. MEKTUP
Zeyl
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
[Bu küçücük zeylin büyük bir ehemmiyeti var. Herkese menfaatlidir.]
Cenab-i Hakk'a vâsil olacak tarîkler pek çoktur. Bütün hak tarîkler Kur'andan alinmistir. Fakat tarîkatlarin bazisi, bazisindan daha kisa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O tarîkler içinde, kasir fehmimle Kur'andan istifade ettigim "Acz ve fakr ve sefkat ve tefekkür" tarîkidir. Evet acz dahi, ask gibi belki daha eslem bir tarîktir ki; ubudiyet tarîkiyla mahbubiyete kadar gider. Fakr dahi, Rahman ismine îsal eder. Hem sefkat dahi ask gibi, belki daha keskin ve daha genis bir tarîktir ki Rahîm ismine îsal eder. Hem tefekkür dahi ask gibi, belki daha zengin, daha parlak, daha genis bir tarîktir ki, Hakîm ismine îsal eder. Su tarîk, hafî tarîkler misillü, "Letaif-i Asere" gibi on hatve degil ve tarîk-i cehriye gibi "Nüfus-u Seb'a" yedi mertebeye atilan adimlar degil, belki "Dört Hatve"den ibarettir. Tarîkattan ziyade hakikattir, seriattir. Yanlis anlasilmasin: Acz ve fakr ve kusurunu, Cenab-i Hakk'a karsi görmek demektir. Yoksa onlari yapmak veya halka göstermek demek degildir. Su kisa tarîkin evradi: Ittiba-i sünnettir, feraizi islemek, kebairi terketmektir. Ve bilhassa namazi ta'dil-i erkân ile kilmak, namazin arkasindaki tesbihati yapmaktir.
Birinci Hatveye: فَلاَ تُزَكّوُا اَنْفُسَكُمْ âyeti isaret ediyor.
Ikinci Hatveye: وَلاَ تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللّهَ فَاَنْسَيهُمْ اَنْفُسَهُمْ âyeti isaret ediyor.
Üçüncü Hatveye: مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ âyeti isaret ediyor.
sh: » (S: 493)
Dördüncü Hatveye: كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ âyeti isaret ediyor. Su dört hatvenin kisa bir izahi sudur ki:
Birinci Hatvede: فَلاَ تُزَكّوُا اَنْفُسَكُمْ âyeti isaret ettigi gibi: Tezkiye-i nefs etmemek. Zira insan, cibilliyeti ve fitrati hasebiyle nefsini sever. Belki evvelâ ve bizzât yalniz zâtini sever, baska herseyi nefsine feda eder. Mabud'a lâyik bir tarzda nefsini medheder. Mabud'a lâyik bir tenzih ile nefsini meayibden tenzih ve tebrie eder. Elden geldigi kadar kusurlari kendine lâyik görmez ve kabul etmez. Nefsine perestis eder tarzinda siddetle müdafaa eder. Hattâ fitratinda tevdi edilen ve Mabud-u Hakikî'nin hamd ve tesbihi için ona verilen cihazat ve istidadi, kendi nefsine sarfederek مَنِ اتَّخَذَ اِلهَهُ هَوَيهُ sirrina mazhar olur. Kendini görür, kendine güvenir, kendini begenir. Iste su mertebede, su hatvede tezkiyesi, tathiri: Onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir.
Ikinci Hatvede: وَلاَ تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللّهَ فَاََنْسَيهُمْ اَنْفُسَهُمْ dersini verdigi gibi: Kendini unutmus, kendinden haberi yok. Mevti düsünse, baskasina verir. Fena ve zevali görse, kendine almaz ve külfet ve hizmet makaminda nefsini unutmak, fakat ahz-i ücret ve istifade-i huzuzat makaminda nefsini düsünmek, siddetle iltizam etmek, nefs-i emmarenin muktezasidir. Su makamda tezkiyesi, tathiri, terbiyesi; su haletin aksidir. Yani nisyan-i nefs içinde nisyan etmemek. Yani huzuzat ve ihtirasatta unutmak ve mevtte ve hizmette düsünmek.
Üçüncü Hatvede: مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ dersini verdigi gibi: Nefsin muktezasi, daima iyiligi kendinden bilip fahr ve ucbe girer. Bu hatvede: Nefsinde yalniz kusuru ve naksi ve aczi ve fakri görüp; bütün mehasin ve kemalâtini, Fâtir-i Zülcelal tarafindan ona ihsan edilmis nimetler oldugunu anlayip, fahr yerinde
sh: » (S:494)
sükür ve temeddüh yerinde hamdetmektir. Su mertebede tezkiyesi, قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّيَهَا sirriyla sudur ki: Kemalini kemalsizlikte, kudretini aczde, ginasini fakrda bilmektir.
Dördüncü Hatvede: كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ dersini verdigi gibi: Nefs, kendini serbest ve müstakil ve bizzât mevcud bilir. Ondan bir nevi rububiyet dava eder. Mabuduna karsi adâvetkârane bir isyani tasir. Iste gelecek su hakikati derketmekle ondan kurtulur. Hakikat söyledir ki: Hersey nefsinde mana-yi ismiyle fânidir, mefkuddur, hâdistir, madumdur. Fakat mana-yi harfiyle ve Sâni'-i Zülcelal'in esmasina âyinedarlik cihetiyle ve vazifedarlik itibariyle sahiddir, meshuddur, vâciddir, mevcuddur. Su makamda tezkiyesi ve tathiri sudur ki: Vücudunda adem, ademinde vücudu vardir. Yani kendini bilse, vücud verse; kâinat kadar bir zulümat-i adem içindedir. Yani vücud-u sahsîsine güvenip Mûcid-i Hakikî'den gaflet etse; yildiz böcegi gibi bir sahsî ziya-yi vücudu, nihayetsiz zulümat-i adem ve firaklar içinde bulunur, bogulur. Fakat enaniyeti birakip, bizzât nefsi hiç oldugunu ve Mûcid-i Hakikî'nin bir âyine-i tecellisi bulundugunu gördügü vakit, bütün mevcudati ve nihayetsiz bir vücudu kazanir. Zira bütün mevcudat, esmasinin cilvelerine mazhar olan Zât-i Vâcib-ül Vücud'u bulan, herseyi bulur.
Hâtime
Su acz, fakr, sefkat, tefekkür tarîkindaki dört hatvenin izahati; hakikatin ilmine, seriatin hakikatina, Kur'anin hikmetine dair olan yirmialti aded Sözler'de geçmistir. Yalniz surada bir-iki noktaya kisa bir isaret edecegiz. Söyle ki:
Evet su tarîk daha kisadir. Çünki dört hatvedir. Acz, elini nefisten çekse, dogrudan dogruya Kadîr-i Zülcelal'e verir. Halbuki en keskin tarîk olan ask, nefisten elini çeker, fakat masuk-u mecazîye yapisir. Onun zevalini bulduktan sonra Mahbub-u Hakikî'ye gider. Hem su tarîk daha eslemdir. Çünki nefsin satahat ve bâlâ-pervazane davalari bulunmaz. Çünki acz ve fakr ve kusurdan baska nefsinde bulmuyor ki, haddinden fazla geçsin. Hem, bu tarîk daha umumî ve cadde-i kübradir. Çünki kâinati ehl-i vahdet-ül vücud gibi, huzur-u daimî kazanmak için îdama
sh: » (S: 495)
mahkûm zannedip, "Lâ mevcûde illâ Hû" hükmetmeye veyahut ehl-i vahdet-üs suhud gibi, huzur-u daimî için kâinati nisyan-i mutlak hapsinde hapse mahkûm tahayyül edip, "Lâ meshûde illâ Hû" demeye mecbur olmuyor. Belki idamdan ve hapisten gayet zâhir olarak Kur'an afvettiginden, o da sarf-i nazar edip ve mevcudati kendileri hesabina hizmetten azlederek Fâtir-i Zülcelal hesabina istihdam edip, esma-i hüsnasinin mazhariyet ve âyinedarlik vazifesinde istimal ederek mana-yi harfî nazariyla onlara bakip, mutlak gafletten kurtulup huzur-u daimîye girmektir; herseyde Cenab-i Hakk'a bir yol bulmaktir.
Elhasil: Mevcudati mevcudat hesabina hizmetten azlederek, mana-yi ismiyle bakmamaktir.
* * *
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Said Nursî