-
MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 19. MEKTUP
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
Ondokuzuncu Mektub
بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
Bu risale, üçyüzden fazla mu'cizati beyan eder. Risâlet-i Ahmediye'nin (A.S.M.) mu'cizesini beyan ettigi gibi, kendisi de o mu'cizenin bir kerâmetidir. Üç-dört nev' ile hârika olmustur:
Birincisi: Nakil ve rivayet olmakla beraber, yüz sahifeden fazla oldugu halde, kitablara müracaat edilmeden, ezber olarak, dag, bag köselerinde, üç-dört gün zarfinda hergünde iki-üç saat çalismak sartiyla mecmuu oniki saatte te'lif edilmesi, hârika bir vakiadir.
Ikincisi: Bu risale, uzunlugu ile beraber ne yazmasi usanç verir ve ne de okumasi halâvetini kaybeder. Tenbel ehl-i kalemi öyle bir sevk ve gayrete getirdi ki; bu sikintili ve usançli bir zamanda, bu civarda bir sene zarfinda yetmis adede yakin nüshalar yazildigi, o mu'cize-i Risâletin bir kerâmeti oldugunu, muttali olanlara kanaat verdi.
Üçüncüsü: Acemi ve tevafuktan haberi yok ve bize de daha tevafuk tezahür etmeden evvel onun ve baska sekiz müstensihin birbirini görmeden yazdiklari nüshalarda; Lafz-i Resul-i Ekrem (Aleyhissalâtü Vesselâm) kelimesi bütün risalede ve Lafz-i Kur'an besinci parçasinda öyle bir tarzda tevafuk etmeleri göründü ki, zerre mikdar insafi olan tesadüfe vermez. Kim görmüsse kat'î hükmediyor ki; bu bir sirr-i gaybîdir, Mu'cize-i Ahmediye'nin (A.S.M.) bir kerâmetidir.
Su risalenin basindaki esaslar çok mühimdirler. Hem su risaledeki ehadîs, hemen umumen Eimme-i Hadîsçe makbul ve sahih olmakla beraber, en kat'î hâdisat-i risaleti beyan ediyorlar. O risalenin mezayasini söylemek lâzim gelse; o risale kadar bir eser yazmak lâzim geldiginden, müstak olanlari onu bir kere okumasina havale ediyoruz...
Said Nursî
IHTAR: Su risalede çok ehadîs-i serife nakletmisim. Yanimda kütüb-ü hadîsiye bulunmuyor. Yazdigim hadîslerin lafzinda yanlisim varsa; ya tashih edilsin veyahud "hadîs-i bilmâna"dir denilsin. Çünki kavl-i racih odur ki: "Nakl-i hadîs-i bilmâna caizdir." Yani: Hadîsin yalniz mânasini alip, lafzini kendi zikreder. Mâdem öyledir; lafzinda yanlisim varsa, hadîs-i bilmâna nazariyla bakilsin.
sh: » (M: 94)
Mu'cizat-i Ahmediye (A.S.M.)
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
هُوَ الَّذِى اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ اْلحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَ كَفَى بِاللّهِ شَهِيدًا مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّهِ
ilâ âhir...
(Risâlet-i Ahmediye'ye (A.S.M.) dair Ondokuzuncu Söz'le Otuzbirinci Söz, Nübüvvet-i Muhammediyeyi (A.S.M.) delail-i kat'iye ile isbat ettiklerinden, isbat cihetini onlara havale edip, yalniz onlara bir tetimme olarak ''Ondokuz Nükteli Isaretler''le, o büyük hakikatin bazi lem'alarini gösterecegizhttp://www.islamisohbet.net/forum/sh...lies/smile.gif
BIRINCI NÜKTELI ISARET: Su kâinatin sahib ve mutasarrifi elbette bilerek yapiyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafi görerek tedvir ediyor ve her sey'i bilerek, görerek terbiye ediyor ve herseyde görünen hikmetleri, gayeleri, faideleri irade ederek tedvir ediyor. Mâdem yapan bilir; elbette bilen konusur. Mâdem konusacak, elbette zîsuur ve zîfikir ve konusmasini bilenlerle konusacak. Mâdem zîfikirle konusacak, elbette zîsuurun içinde en cem'iyetli ve suuru küllî olan insan nev'i ile konusacaktir. Mâdem insan nev'i ile konusacak, elbette insanlar içinde kabil-i hitab ve mükemmel insan olanlarla konusacak. Mâdem en mükemmel ve istidadi en yüksek ve ahlâki ulvî ve nev'-i besere mukteda olacak olanlarla konusacaktir; elbette dost ve düsmanin ittifakiyla, en yüksek istidadda ve en âlî ahlâkta ve nev'-i beserin humsu ona iktida etmis ve nisf-i Arz onun hükm-ü manevîsi altina girmis ve istikbal onun getirdigi nurun ziyasiyla bin üçyüz sene isiklanmis ve beserin nuranî kismi ve ehl-i imani, mütemadiyen günde bes defa onunla tecdid-i biat edip,
sh: » (M: 95)
ona dua-yi rahmet ve saadet edip, ona medh ve muhabbet etmis olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ile konusacak ve konusmus ve Resul yapacak ve yapmis ve sair nev'-i besere rehber yapacak ve yapmistir.
IKINCI NÜKTELI ISARET: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm iddia-yi nübüvvet etmis; Kur'an-i Azîmüssan gibi bir fermani göstermis ve ehl-i tahkikin yaninda bine kadar mu'cizat-i bâhireyi göstermistir. O mu'cizat, heyet-i mecmuasiyla, dava-yi nübüvvetin vukuu kadar vücudlari kat'îdir. Kur'an-i Hakîm'in çok yerlerinde en muannid kâfirlerden naklettigi sihir isnad etmeleri gösteriyor ki; o muannid kâfirler dahi mu'cizatin vücudlarini ve vukularini inkâr edemiyorlar. Yalniz, kendilerini aldatmak veya etba'larini kandirmak için, -hâsâ- sihir demisler.
Evet, mu'cizat-i Ahmediye'nin (A.S.M.) yüz tevatür kuvvetinde bir kat'iyeti vardir. Mu'cize ise; Hâlik-i Kâinat tarafindan onun davasina bir tasdiktir, "Sadakte" hükmüne geçer. Nasilki sen bir padisahin meclisinde ve daire-i nazarinda desen ki: "Padisah beni filân ise memur etmis." Senden o davaya bir delil istenilse; padisah "Evet" dese, nasil seni tasdik eder. Öyle de, âdetini ve vaziyetini senin iltimasinla degistirirse; "Evet" sözünden daha kat'î daha saglam, senin davani tasdik eder. Öyle de, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dava etmis ki: "Ben, su kâinat Hâlikinin meb'usuyum. Delilim de sudur ki: Müstemir âdetini, benim dua ve iltimasimla degistirecek. Iste parmaklarima bakiniz, bes musluklu bir çesme gibi akittiriyor. Kamer'e bakiniz, bir parmagimin isaretiyle iki parça ediyor. Su agaca bakiniz; beni tasdik için yanima geliyor, sehadet ediyor. Su bir parça taama bakiniz; iki-üç adama ancak kâfi geldigi halde, iste ikiyüz-üçyüz adami tok ediyor." Ve hakeza.. yüzer mu'cizati böyle göstermistir.
Simdi, su zâtin delail-i sidki ve berahin-i nübüvveti yalniz mu'cizatina münhasir degildir. Belki ehl-i dikkat için, hemen umum harekâti ve ef'ali, ahval ve akvali, ahlâk ve etvari, sîret ve sureti, sidkini ve ciddiyetini isbat eder. Hattâ meshur Ulema-i Benî Israiliyeden Abdullah Ibn-i Selâm gibi pek çok zâtlar, yalniz o Zât-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in sîmasini görmekle, "Su sîmada yalan yok, su yüzde hile olamaz!" diyerek îmana
sh: » (M: 96)
gelmisler.
Çendan muhakkikîn-i ülema, delail-i nübüvveti ve mu'cizati bin kadar demisler; fakat binler, belki yüzbinler delail-i nübüvvet vardir. Ve yüzbinler yol ile yüzbinler muhtelif fikirli adamlar, o zâtin nübüvvetini tasdik etmisler. Yalniz Kur'an-i Hakîm'de kirk vech-i i'cazdan baska, nübüvvet-i Ahmediyenin (A.S.M.) bin bürhanini gösteriyor.
Hem mâdem nev'-i beserde nübüvvet vardir. Ve yüzbinler zât, nübüvvet dava edip mu'cize gösterenler, gelip geçmisler. Elbette umumun fevkinde bir kat'iyet ile, nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) sabittir. Çünki Îsâ Aleyhisselâm ve Mûsâ Aleyhisselâm gibi umum resullere nebi dedirten ve risaletlerine medar olan delail ve evsaf ve vaziyetler ve ümmetlerine karsi muameleler; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'da daha ekmel, daha câmi' bir surette mevcuddur. Mâdem hükm-ü nübüvvetin illeti ve sebebi, Zât-i Ahmedî'de (A.S.M.) daha mükemmel mevcuddur. Elbette hükm-ü nübüvvet, umum enbiyadan daha vâzih bir kat'iyet ile ona sabittir.
ÜÇÜNCÜ NÜKTELI ISARET: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in mu'cizati çok mütenevvidir. Risaleti umumî oldugu için, hemen ekser enva'-i kâinattan birer mu'cizeye mazhardir. Güya nasilki bir padisah-i zîsanin bir yaver-i ekremi mütenevvi hediyelerle muhtelif akvamin mecmai olan bir sehre geldigi vakit, her taife onun istikbaline bir mümessil gönderir; kendi taifesi lisaniyla ona "hos-âmedî" eder, onu alkislar. Öyle de: Sultan-i Ezel ve Ebed'in en büyük yaveri olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, âleme tesrif edip ve küre-i arzin ahalisi olan nev'-i besere meb'us olarak geldigi ve umum kâinatin Hâliki tarafindan umum kâinatin hakaikina karsi alâkadar olan envar-i hakikat ve hedâyâ-yi maneviyeyi getirdigi zaman; tastan, sudan, agaçtan, hayvandan, insandan tut tâ Ay'dan, Günes'ten, yildizlara kadar her taife, kendi lisan-i mahsusuyla ve ellerinde birer mu'cizesini tasimasiyla, onun nübüvvetini alkislamis ve hos-âmedî demis.
Simdi o mu'cizatin umumunu bahsetmek için, cildlerle yazi
sh: » (M: 97)
yazmak lâzim gelir. Muhakkikîn-i Asfiya, delail-i nübüvvetin tafsilâtina dair çok cildler yazmislar. Biz yalniz icmalî isaretler nev'inden, o mu'cizatin kat'î ve manevî mütevatir olan küllî enva'ina isaret ederiz.
Iste nübüvvet-i Ahmediyenin (A.S.M.) delaili, evvelâ iki kisimdir:
Birisi: "Irhasat" denilen nübüvvetten evvel ve veladeti vaktinde zuhur eden hârikulâde hallerdir.
Ikinci kisim: Sair delail-i nübüvvettir. Ikinci kisim da iki kisimdir. Biri: Nübüvvetinden sonra, fakat nübüvvetini tasdikan zuhura gelen hârikalardir. Ikincisi: Asr-i Saadetinde mazhar oldugu hârikalardir. Su ikinci kisim dahi iki kisimdir: Biri: Zâtinda, sîretinde, suretinde, ahlâkinda, kemalinde zâhir olan delail-i nübüvvettir. Ikincisi âfâkî, haricî seylerde mazhar oldugu mu'cizattir. Su ikinci kisim dahi iki kisimdir: Biri: Manevî ve Kur'anîdir. Digeri: Maddî ve ekvanîdir. Su ikinci kisim dahi iki kisimdir. Biri: Dava-yi nübüvvet vaktinde, ehl-i küfrün inadini kirmak veyahut ehl-i îmanin kuvvet-i îmanini ziyadelestirmek için zuhura gelen hârikulâde mu'cizattir. Sakk-i Kamer ve parmagindan suyun akmasi ve az taamla çoklari doyurmasi ve hayvan ve agaç ve tasin konusmasi gibi yirmi nev' ve herbir nev'i manevî tevatür derecesinde ve herbir nev'in de çok mükerrer efradi vardir. Ikinci kisim: Istikbalde ihbar ettigi hâdiselerdir ki; Cenâb-i Hakk'in talimiyle o da haber vermis, haber verdigi gibi dogru çikmistir. Iste biz de su âhirki kisimdan baslayip icmalî bir fihriste gösterecegiz. (Hâsiye)
(Hâsiye): Maatteessüf niyet ettigim gibi yazamadim. Ihtiyarsiz olarak nasil kalbe geldi; öyle yazildi. Su taksimattaki tertibi tamamiyla müraat edemedim.
DÖRDÜNCÜ NÜKTELI ISARET: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in, Allâmülguyûbun talimiyle haber verdigi umûr-u gaybiye, hadd ü hesaba gelmez. I'caz-i Kur'ana dair olan Yirmibesinci Söz'de enva'ina isaret ve bir derece izah ve isbat ettigimizden, geçmis zamana dair ve enbiya-yi sâbikaya dair ve hakaik-i Ilâhiyeye ve hakaik-i kevniyeye ve hakaik-i uhreviyeye dair ihbarat-i gaybiyelerini Yirmibesinci Söz'e havale edip, simdilik bahsetmeyecegiz. Yalniz, kendinden sonra Sahabe ve
sh: » (M: 98)
Âl-i Beyt'in basina gelen ve ümmetin ileride mazhar olacagi hâdisata dair pek çok ihbarat-i sadika-i gaybiyesi kismindan cüz'î birkaç misaline isaret edecegiz. Ve su hakikat tamamiyla anlasilmak için, alti esas mukaddime olarak beyan edecegiz:
Birinci Esas: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in çendan her hali ve her tavri, sidkina ve nübüvvetine sahid olabilir; fakat her hali, her tavri hârikulâde olmak lâzim degildir. Çünki Cenâb-i Hak onu beser suretinde göndermis, tâ insanin ahval-i içtimaiyelerinde ve dünyevî, uhrevî saadetlerini kazandiracak a'mal ve harekâtlarinda rehber olsun ve imam olsun ve herbiri birer mu'cizat-i kudret-i Ilahiye olan âdiyat içindeki hârikulâde olan san'at-i Rabbaniyeyi ve tasarruf-u kudret-i Ilâhiyeyi göstersin. Eger ef'alinde beseriyetten çikip hârikulâde olsaydi, bizzât imam olamazdi; ef'aliyle, ahvaliyle, etvâriyla ders veremezdi. Fakat yalniz nübüvvetini muannidlere karsi isbat etmek için hârikulâde islere mazhar olur ve indelhace arasira mu'cizati gösterirdi. Fakat sirr-i teklif olan imtihan ve tecrübe muktezasiyla, elbette bedahet derecesinde ve ister istemez tasdike mecbur kalacak derecede mu'cize olmazdi. Çünki sirr-i imtihan ve hikmet-i teklif iktiza eder ki, akla kapi açilsin ve aklin ihtiyari elinden alinmasin. Eger gayet bedihî bir surette olsa, o vakit aklin ihtiyari kalmaz. Ebu Cehil de, Ebu Bekir gibi tasdik eder. Imtihan ve teklifin faidesi kalmaz. Kömür ile elmas bir seviyede kalirdi.
Cây-i hayrettir ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in mübalagasiz binler vecihte binler çesit insan, herbiri birtek mu'cizesiyle veya bir delil-i nübüvvet ile veya bir kelâmi ile veya yüzünü görmesiyle ve hakeza birer alâmetiyle îman getirdikleri halde, bütün bu binler ayri ayri insanlari ve müdakkik mütefekkirleri îmana getiren bütün o binler delail-i nübüvveti, nakl-i sahih ile ve âsâr-i kat'iye ile simdiki bedbaht bir kisim insanlara kâfi gelmiyor gibi, dalâlete sapiyorlar.
Ikinci Esas: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hem beserdir, beseriyet itibariyle beser gibi muamele eder; hem Resuldür, risalet itibariyle Cenâb-i Hakk'in tercümanidir, elçisidir. Risaleti, vahye istinad eder. Vahiy iki kisimdir:
Biri: "Vahy-i sarihî"dir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onda sirf bir tercümandir, mübelligdir, müdahalesi yoktur. Kur'an ve bazi ehadîs-i kudsiye gibi...
sh: » (M: 99)
Ikinci Kisim: "Vahy-i zimnî"dir. Su kismin mücmel ve hülâsasi, vahye ve ilhama istinad eder; fakat tafsilâti ve tasvirati, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a aittir. O vahiyden gelen mücmel hâdiseyi tafsil ve tasvirde, Zât-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm bazan yine ilhama, ya vahye istinad edip beyan eder veyahut kendi ferasetiyle beyan eder. Ve kendi içtihadiyla yaptigi tafsilât ve tasvirati, ya vazife-i risalet noktasinda ulvî kuvve-i kudsiye ile beyan eder veyahut örf ve âdet ve efkâr-i âmme seviyesine göre, beseriyeti noktasinda beyan eder.
Iste her hadîste bütün tafsilâtina, vahy-i mahz noktasiyla bakilmaz. Beseriyetin muktezasi olan efkâr ve muamelâtinda, risaletin ulvî âsâri aranilmaz. Mâdem bazi hâdiseler mücmel olarak mutlak bir surette ona vahyen gelir, o da kendi ferasetiyle ve tearüf-ü umumî cihetiyle tasvir eder. Su tasvirdeki mütesabihata ve müskilâta bazan tefsir lâzim geliyor, hattâ tabir lâzim geliyor. Çünki bazi hakikatlar var ki, temsil ile fehme takrib edilir. Nasilki bir vakit huzur-u Nebevîde derince bir gürültü isitildi. Ferman etti ki: "Su gürültü, yetmis senedir yuvarlanip, simdi Cehennem'in dibine düsmüs bir tasin gürültüsüdür." Bir saat sonra cevab geldi ki: "Yetmis yasina giren meshur bir münafik ölüp, Cehennem'e gitti." Zât-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm'in belîg bir temsil ile beyan ettigi hâdisenin tevilini gösterdi.
Üçüncü Esas: Naklolunan haberler eger tevatür suretinde olsa, kat'îdir. Tevatür iki kisimdir.(Hâsiye) Biri "sarih tevatür", biri "manevî tevatür"dür. Manevî tevatür de iki kisimdir: Biri sükûtîdir. Yani, sükût ile kabul gösterilmis. Meselâ: Bir cemaat içinde bir adam, o cemaatin nazari altinda bir hâdiseyi haber verse, cemaat onu tekzib etmezse, sükût ile mukabele etse, kabul etmis gibi olur. Hususan haber verdigi hâdisede cemaat onunla alâkadar olsa, hem tenkide müheyya ve hatayi kabul etmez ve yalani çok çirkin görür bir cemaat olsa, elbette onun sükûtu o hâdisenin vukuuna kuvvetli delalet eder. Ikinci kisim tevatür-ü manevî sudur ki: Bir hâdisenin vukuuna, meselâ "Bir kiyye taam, ikiyüz adami tok etmis" denilse; fakat onu haber verenler, ayri ayri surette haber veriyor. Biri bir çesit, biri baska bir surette, digeri baska bir sekilde beyan eder.. fakat umumen, ayni hâdisenin vukuuna müttefiktirler. Iste mutlak hâdisenin vukuu;
____________________
(Hâsiye): Su risalede "tevatür" lafzi, Türkçe "sâyia" manasindaki tevatür degil, belki yakîni ifade eden, yalan ihtimali olmayan kuvvetli ihbardir.
sh: » (M: 100)
mütevatir-i bil-mânadir, kat'îdir. Ihtilaf-i suret ise, zarar vermez. Hem bazan olur ki; haber-i vâhid, bazi serait dâhilinde tevatür gibi kat'iyeti ifade eder. Hem bazan olur ki; haber-i vâhid haricî emarelerle kat'iyeti ifade eder.
Iste Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'dan bize naklolunan mu'cizati ve delail-i nübüvveti, kism-i azami tevatür iledir; ya sarihî, ya manevî, ya sükûtî. Ve bir kismi çendan haber-i vâhid iledir. Fakat öyle serait dâhilinde, nekkad-i muhaddisîn nazarinda kabule sayan olduktan sonra, tevatür gibi kat'iyeti ifade etmek lâzim gelir. Evet muhaddisînin muhakkikîninden "El-Hâfiz" tabir ettikleri zâtlar, lâakal yüzbin hadîsi hifzina almis binler muhakkik muhaddisler, hem elli sene sabah namazini isa abdestiyle kilan müttaki muhaddisler ve basta Buharî ve Müslim olarak Kütüb-ü Sitte-i Hadîsiye sahibleri olan ilm-i hadîs dâhîleri, allâmeleri tashih ve kabul ettikleri haber-i vâhid, tevatür kat'iyetinden geri kalmaz. Evet fenn-i hadîsin muhakkikleri, nekkadlari o derece hadîs ile hususiyet peyda etmisler ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in tarz-i ifadesine ve üslûb-u âlîsine ve suret-i ifadesine ünsiyet edip meleke kesbetmisler ki; yüz hadîs içinde bir mevzu'u görse, "Mevzu'dur" der. "Bu, hadîs olmaz ve Peygamber'in sözü degildir" der, reddeder. Sarraf gibi hadîsin cevherini tanir, baska sözü ona iltibas edemez. Yalniz Ibn-i Cevzî gibi bazi muhakkikler tenkidde ifrat edip, bazi ehadîs-i sahihaya da mevzu' demisler. Fakat her mevzu' sey'in manasi yanlistir demek degildir; belki "Bu söz hadîs degildir" demektir.
Sual: An'aneli senedin faidesi nedir ki; lüzumsuz yerde, malûm bir vakiada "an filân, an filân, an filân" derler?
Elcevap: Faideleri çoktur. Ezcümle, bir faidesi sudur: An'ane ile gösteriliyor ki, an'anede dâhil olan mevsuk ve hüccetli ve sadik ehl-i hadîsin bir nevi icmaini irae eder ve o senedde dâhil olan ehl-i tahkikin bir nevi ittifakini gösterir. Güya o senedde, o an'anede dâhil olan herbir imam, herbir allâme; hadîsin hükmünü imza ediyor, sihhatine dair mührünü basiyor.
Sual: Neden hâdisat-i i'caziye sair zarurî ahkâm-i ser'iye gibi tevatür suretinde, pek çok tarîklerle, çok ehemmiyetli nakledilmemis?
Elcevap: Çünki ekser ahkâm-i ser'iyeye, ekser nâs, ekser evkatta
sh: » (M: 101)
muhtaçtir. Farz-i ayn gibi, o ahkâmin her sahsa alâkasi var. Amma mu'cizat ise; herkesin herbir mu'cizeye ihtiyaci yok. Eger ihtiyaç olsa da, bir defa isitmek kâfi gelir. Âdeta farz-i kifaye gibi, bir kisim insanlar onlari bilse, yeter.
Iste bunun içindir ki; bazi olur, bir mu'cizenin vücudu ve tahakkuku, bir hükmün vücudundan on derece daha kat'î oldugu halde, onun râvisi bir-iki olur; hükmün râvisi on-yirmi olur.
Dördüncü Esas: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in istikbalden haber verdigi bazi hâdiseler, cüz'î birer hâdise degil; belki tekerrür eden birer hâdise-i külliyeyi, cüz'î bir surette haber verir. Halbuki o hâdisenin müteaddid vecihleri var. Her defa bir vechini beyan eder. Sonra râvi-i hadîs o vecihleri birlestirir, hilaf-i vaki gibi görünür. Meselâ: Hazret-i Mehdi'ye dair muhtelif rivayetler var. Tafsilât ve tasvirat, baska baskadir. Halbuki Yirmidördüncü Söz'ün bir dalinda isbat edildigi gibi; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vahye istinaden, her bir asirda kuvve-i maneviye-i ehl-i îmani muhafaza etmek için, hem dehsetli hâdiselerde ye'se düsmemek için, hem âlem-i Islâmiyetin bir silsile-i nuraniyesi olan Âl-i Beytine ehl-i îmani manevî rabtetmek için, Mehdi'yi haber vermis. Âhirzamanda gelen Mehdi gibi, herbir asir Âl-i Beytten bir nevi Mehdi, belki Mehdiler bulmus. Hattâ Âl-i Beytten ma'dud olan Abbasiye Hulefasindan, Büyük Mehdi'nin çok evsafina câmi' bir Mehdi bulmus.
Iste Büyük Mehdi'den evvel gelen emsalleri, nümuneleri olan Hulefa-yi Mehdiyyîn ve Aktab-i Mehdiyyîn evsaflari, asil Mehdi'nin evsafina karismis ve ondan rivayetler ihtilafa düsmüs.
Besinci Esas: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّهُsirrinca kendi kendine gaybi bilmezdi; belki Cenâb-i Hak ona bildirirdi, o da bildirirdi. Cenâb-Hak hem Hakîm'dir, hem Rahîm'dir. Hikmet ve rahmeti ise, umûr-u gaybiyeden çogunun setrini iktiza ediyor, mübhem kalmasini istiyor. Çünki su dünyada insanin hosuna gitmeyen seyler daha çoktur. Vukuundan evvel onlari bilmek elîmdir.
Iste bu sir içindir ki: Ölüm ve ecel mübhem birakilmis ve insanin basina gelecek musibetler dahi, perde-i gaybda kalmis. Iste
sh: » (M: 102)
hikmet-i Rabbaniye ve rahmet-i Ilâhiye böyle iktiza ettigi için Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in ümmetine karsi ziyade hassas merhametini ziyade rencide etmemek ve âl ve ashabina karsi sedid sefkatini fazla incitmemek için, vefat-i Nebevî'den sonra, âl ve ashabinin ve ümmetinin baslarina gelen müdhis hâdisati, umumiyetle ve tafsilatiyla göstermemek (Hâsiye) mukteza-yi hikmet ve rahmettir. Fakat yine bazi hikmetler için mühim hâdisati, -fakat dehsetli bir surette degil- ona talim etmis. O da ihbar etmis. Hem güzel hâdiseleri kismen mücmel, kismen tafsil ile bildirmis. O da haber vermis. Onun haberlerini de en yüksek bir derece-i takvada ve adlde ve sidkta çalisan ve وَمَنْ كَذَبَ عَلَىَّ مُتَعَمِّدًا فَلْيَتَبَوَّاْ مَقْعَدَهُ مِنَ النَّارِhadîsindeki tehdidden siddetle korkan ve فَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنْ كَذَبَ عَلَى اللّهِ âyetindeki siddetli tehdidden siddetle kaçan muhaddisîn-i kâmilîn, bize sahih bir surette o haberleri nakletmisler.
Altinci Esas: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in ahvâl ve evsafi, Siyer ve Tarih suretiyle beyan edilmis. Fakat o evsaf ve ahvâl-i galibi, beseriyetine bakar. Halbuki o Zât-i Mübarek'in sahs-i manevîsi ve mahiyet-i kudsiyesi o derece yüksek ve nuranîdir ki; Siyer ve Tarihte beyan olunan evsaf, o bâlâ kamete uygun gelmiyor, o yüksek kiymete muvafik düsmüyor. Çünki اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sirrinca: Her gün, hattâ simdi de, bütün ümmetinin ibadetleri kadar bir azîm ibadet sahife-i kemalâtina ilâve oluyor. Nihayetsiz rahmet-i Ilahiyeye, nihayetsiz bir surette, nihayetsiz bir istidad ile mazhar oldugu gibi, her gün hadsiz ümmetinin hadsiz duasina mazhar oluyor. Ve su kâinatin neticesi ve en mükemmel meyvesi ve Hâlik-i Kâinat'in tercümani ve sevgilisi olan o Zât-i Mübarek'in tamam-i mahiyeti ve hakikat-i kemalâti, Siyer ve Tarihe geçen beserî ahval ve etvara sigismaz.
_______________________
(Hâsiye): Zât-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm'a, Âise-i Siddika'ya karsi ziyade muhabbet ve sefkatini rencide etmemek için, Vak'a-i Cemel hâdisesinde o bulunacagi kat'î gösterilmedigine delil ise, Ezvâc-i Tâhirâta ferman etmis ki: "Keski bilseydim hanginiz o vak'ada bulunacak?" Fakat sonra, hafif bir surette bildirilmis ki, Hazret-i Ali'ye (R.A.) ferman etmis: "Senin ile Âise beyninde bir hâdise olsa, فَارْفَقْ وَ بَلِّغْهَا مَاْمَنَهَا"
sh: » (M: 103)
Meselâ: Hazret-i Cebrail ve Mikâil, iki muhafiz yaver hükmünde Gazve-i Bedir'de yaninda bulunan bir Zât-i Mübarek; çarsi içinde, bedevi bir arabla at mübâyaasinda münâzaa etmek, bir tek sahid olan Huzeyfe'yi sahid göstermekle görünen etvari içinde sigismaz.
Iste yanlis gitmemek için; her vakit mahiyet-i beseriyeti itibariyle isitilen evsaf-i âdiye içinde basini kaldirip, hakikî mahiyetine ve mertebe-i risalette durmus nuranî sahsiyet-i maneviyesine bakmak lâzimdir. Yoksa, ya hürmetsizlik eder veya süpheye düser. Su sirri izah için su temsili dinle:
Meselâ bir hurma çekirdegi var. O hurma çekirdegi toprak altina konup, açilarak koca meyvedar bir agaç oldu. Hem gittikçe tevessü' eder, büyür. Veya tavus kusunun bir yumurtasi vardi. O yumurtaya hararet verildi, bir tavus civcivi çikti. Sonra tam mükemmel, her tarafi kudretten yazili ve yaldizli bir tavus kusu oldu. Hem gittikçe daha büyür ve güzellesir. Simdi o çekirdek ve o yumurtaya ait sifatlar, haller var. Içinde incecik maddeler var. Hem ondan hasil olan agaç ve kusun da, o çekirdek ve yumurtanin âdi küçük keyfiyet ve vaziyetlerine nisbeten, büyük âlî sifatlari ve keyfiyetleri var. Simdi o çekirdek ve o yumurtanin evsafini, agaç ve kusun evsafiyla rabtedip bahsetmekte lâzim gelir ki; her vakit akl-i beser, basini çekirdekten agaca kaldirip baksin ve yumurtadan kusa gözünü tevcih edip dikkat etsin. Tâ isittigi evsafi onun akli kabul edebilsin. Yoksa "Bir dirhem çekirdekten bin batman hurma aldim." ve "Su yumurta, cevv-i âsumanda kuslarin sultanidir." dese, tekzib ve inkâra sapacak.
Iste bunun gibi Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in beseriyeti; o çekirdege, o yumurtaya benzer. Ve vazife-i risaletle parlayan mahiyeti ise, Secere-i Tuba gibi ve Cennet'in Tayr-i Hümâyûnu gibidir. Hem daima tekemmüldedir. Onun için çarsi içinde bir bedevi ile niza eden o zâti düsündügü vakit; Refref'e binip, Cebrâil'i arkada birakip, Kâb-i Kavseyn'e kosup giden Zât-i Nuranîsine, hayal gözünü kaldirip bakmak lâzim gelir. Yoksa ya hürmetsizlik edecek veya nefs-i emmaresi inanmayacak.
BESINCI NÜKTELI ISARET: Umûr-u gaybiyeye dair hadîslerin birkaç misalini zikrederiz:
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nakl-i sahih ile ve
sh: » (M: 104)
mütevatir bir derecede bize vâsil olmus ki; minber üstünde, cemaat-i Sahabe içinde ferman etmis ki:
اِبْنِى حَسَنٌ هذَا سَيِّدٌ سَيُصْلِحُ اللّهُ بِهِ بَيْنَ فِئَتَيْنِ عَظِيمَتَيْنِ
Iste kirk sene sonra Islâmin en büyük iki ordusu karsi karsiya geldigi vakit, Hazret-i Hasan Radiyallahü Anhü, Hazret-i Muaviye (R.A.) ile musalaha edip, cedd-i emcedinin mu'cize-i gaybiyesini tasdik etmistir.
Ikincisi: Nakl-i sahih ile Hazret-i Ali'ye demis:
سَتُقَاتِلُ النَّاكِثِينَ وَالْقَاسِطِينَ وَالْمَارِقِينَ
Hem Vak'a-i Cemel, hem Vak'a-i Siffin, hem Vak'a-i Havâriç hâdiselerini haber vermis.
Hem Hazret-i Ali (R.A.) Hazret-i Zübeyr ile sevistigi bir zaman dedi: "Bu sana karsi muharebe edecek, fakat haksizdir."
Hem Ezvâc-i Tâhiratina demis: "Içinizde birisi, mühim bir fitnenin basina geçecek ve etrafinda çoklar katledilecek." وَتَنْبَحُ عَلَيْهَا كِلاَبُ الْحَوْئَبِ
Iste su sahih, kat'î hadîsler; otuz sene sonra Hazret-i Ali'nin Hazret-i Âise ve Zübeyr ve Talha'ya karsi Vak'a-i Cemel'de.. ve Muaviye'ye karsi Siffin'de.. ve Havâric'e karsi Harevra'da ve Nehrüvan'da muharebesi, o ihbar-i gaybiyenin bir tasdik-i fiilîsidir.
Hem Hazret-i Ali'ye: "Senin sakalini senin basinin kaniyla islattiracak bir adami" ihbar etmis. Hazret-i Ali o adami tanirmis; o da Abdurrahman Ibn-i Mülcem-ül Haricî'dir.
Hem Haricîlerin içinde Züssedye denilen bir adami, garib bir nisanla alâmet olarak haber vermistir ki; Havâriçlerin maktulleri içinde o adam bulunmus; Hazret-i Ali, onu hakkaniyetine hüccet göstermis. Hem mu'cize-i Nebeviyeyi ilân etmis.
Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm; Ümm-ü Seleme'nin, daha digerlerin rivayet-i sahihi ile haber vermis ki: Hazret-i Hüseyin, Taff yani Kerbelâ'da katledilecektir." Elli sene sonra, ayni vak'a-i cigersûz vukua gelip, o ihbar-i gaybîyi tasdik etmis.
Hem mükerreren ihbar etmis ki: "Benim Âl-i Beytim, benden sonra
يَلْقَوْنَ قَتْلاً وَتَشْرِيدًاyani; katle ve belaya ve nefye maruz
sh: » (M: 105)
-
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 19. MEKTUP
sh: » (M: 105)
kalacaklar." Ve bir derece izah etmis, aynen öyle çikmistir.
Su makamda bir mühim sual vardir ki; denilir ki: "Hazret-i Ali, o derece hilafete liyakati oldugu ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a karabeti ve hârikulâde cesaret ve ilmi ile beraber, neden hilafette tekaddüm ettirilmedi ve neden onun hilafeti zamaninda Islâm çok kesmekese mazhar oldu?.."
Elcevap: Âl-i Beyt'ten bir kutb-u azam demis ki: "Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Ali'nin (R.A.) hilafetini arzu etmis, fakat gaibden ona bildirilmis ki: Murad-i Ilâhî baskadir. O da, arzusunu birakip, murad-i Ilâhîye tâbi' olmus." Murad-i Ilâhînin hikmetlerinden birisi su olmak gerektir ki:
Vefat-i Nebevî'den sonra, en ziyade ittifak ve ittihada gelmeye muhtaç olan Sahabeler; eger Hazret-i Ali basa geçseydi, Hazret-i Ali'nin hilafeti zamaninda zuhura gelen hâdisatin sehadetiyle ve Hazret-i Ali'nin mümâsatsiz, pervasiz, zâhidane, kahramanane, müstagniyane tavri ve söhretgir-i âlem secaati itibariyle, çok zâtlarda ve kabilelerde rekabet damarini harekete getirip, tefrikaya sebeb olmak kaviyyen muhtemeldi. Hem Hazret-i Ali'nin hilafetinin teehhür etmesinin bir sirri da sudur ki: Gayet muhtelif akvamin birbirine karismasiyla, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'in haber verdigi gibi, sonra inkisaf eden yetmisüç firka efkârinin esaslarini tasiyan o akvam içinde, fitne-engiz hâdisatin zuhuru zamaninda, Hazret-i Ali gibi hârikulâde bir cesaret ve feraset sahibi, Hâsimî ve Âl-i Beyt gibi kuvvetli, hürmetli bir kuvvet lâzim idi ki, dayanabilsin. Evet dayandi... Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in haber verdigi gibi: "Ben Kur'anin tenzili için harbettim, sen de tevili için harbedeceksin!" Hem eger Hazret-i Ali olmasaydi, dünya saltanati, mülûk-u Emeviyeyi bütün bütün yoldan çikarmak muhtemeldi. Halbuki karsilarinda Hazret-i Ali ve Âl-i Beyt'i gördükleri için, onlara karsi müvazeneye gelmek ve ehl-i Islâm nazarinda mevkilerini muhafaza etmek için ister istemez Emeviye Devleti reislerinin umumu, kendileri olmasa da, herhalde tesvik ve tasvibleriyle etbâlari ve taraftarlari, bütün kuvvetleriyle hakaik-i Islâmiyeyi ve hakaik-i îmaniyeyi ve ahkâm-i Kur'aniyeyi muhafazaya ve nesre çalistilar. Yüzbinlerle müçtehidîn-i muhakkikîn ve muhaddisîn-i kâmilîn ve evliyalar ve asfiyalar yetistirdiler. Eger karsilarinda Âl-i Beyt'in gayet kuvvetli velayet ve diyanet ve kemalâti olmasaydi, Abbasîlerin ve
sh: » (M: 106)
Emevîlerin âhirlerindeki gibi, bütün bütün çigirdan çikmak kaviyyen muhtemeldi.
Eger denilse: Neden hilafet-i Islâmiye Âl-i Beyt-i Nebevî'de takarrur etmedi? Halbuki en ziyade lâyik ve müstehak onlardi?"
Elcevap: Saltanat-i dünyeviye aldaticidir. Âl-i Beyt ise, hakaik-i Islâmiyeyi ve ahkâm-i Kur'aniyeyi muhafazaya memur idiler. Hilafet ve saltanata geçen, ya Nebî gibi masum olmali, veyahut Hulefa-yi Râsidîn ve Ömer Ibn-i Abdülaziz-i Emevî ve Mehdi-i Abbasî gibi hârikulâde bir zühd-ü kalbi olmali ki aldanmasin. Halbuki Misir'da Âl-i Beyt namina tesekkül eden Devlet-i Fatimiye Hilafeti ve Afrika'da Muvahhidîn Hükûmeti ve Iran'da Safevîler Devleti gösteriyor ki; saltanat-i dünyeviye Âl-i Beyte yaramaz, vazife-i asliyesi olan hifz-i dini ve hizmet-i Islâmiyeti onlara unutturur. Halbuki saltanati terk ettikleri zaman, parlak ve yüksek bir surette Islâmiyete ve Kur'ana hizmet etmisler.
Iste bak! Hazret-i Hasan'in neslinden gelen aktablar, hususan Aktâb-i Erbaa ve bilhassa Gavs-i Azam olan Seyh Abdülkadir-i Geylanî ve Hazret-i Hüseyin'in neslinden gelen imamlar, hususan Zeynelâbidîn ve Câfer-i Sâdik ki, herbiri birer manevî mehdi hükmüne geçmis, manevî zulmü ve zulümati dagitip, envar-i Kur'aniyeyi ve hakaik-i îmaniyeyi nesretmisler. Cedd-i emcedlerinin birer vârisi olduklarini göstermisler.
Eger denilse: ''Mübarek Islâmiyet ve nuranî Asr-i Saâdetin basina gelen o dehsetli kanli fitnenin hikmeti ve vech-i rahmeti nedir? Çünki onlar, kahra lâyik degil idiler?''
Elcevap: Nasilki baharda dehsetli yagmurlu bir firtina, her taife-i nebatatin, tohumlarin, agaçlarin istidadlarini tahrik eder, inkisaf ettirir; herbiri kendine mahsus çiçek açar; fitrî birer vazife basina geçer. Öyle de: Sahabe ve Tâbiînin basina gelen fitne dahi, çekirdekler hükmündeki muhtelif ayri ayri istidadlari tahrik edip kamçiladi; "Islâmiyet tehlikededir, yangin var!" diye her taifeyi korkuttu, Islâmiyetin hifzina kosturdu. Herbiri, kendi istidadina göre câmia-i Islâmiyetin kesretli ve muhtelif vazifelerinden bir vazifeyi omuzuna aldi, kemâl-i ciddiyetle çalisti. Bir kismi hadîslerin muhafazasina, bir kismi seriatin muhafazasina, bir kismi hakaik-i îmaniyenin muhafazasina, bir kismi Kur'anin muhafazasina çalisti ve hakeza.. Herbir taife bir hizmete girdi.
sh: » (M: 107)
Vezaif-i Islâmiyette hummali bir surette sa'yettiler. Muhtelif renklerde çok çiçekler açildi. Pek genis olan âlem-i Islâmiyetin aktarina, o firtina ile tohumlar atildi; yari yeri gülistana çevirdi. Fakat maatteessüf o güller ve gülistan içinde ehl-i bid'a firkalarinin dikenleri dahi çikti.
Gûya dest-i kudret, celal ile o asri çalkaladi, siddetle tahrik edip çevirdi, ehl-i himmeti gayrete getirip elektriklendirdi. O hareketten gelen bir kuvve-i anilmerkeziye ile pek çok münevver müçtehidleri ve nuranî muhaddisleri, kudsî hâfizlari, asfiyalari, aktablari âlem-i Islâmin aktarina uçurdu, hicret ettirdi. Sarktan garba kadar ehl-i Islâmi heyecana getirip, Kur'anin hazinelerinden istifade için gözlerini açtirdi... Simdi sadede geliyoruz.
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmin, umûr-u gaybiyeden haber verdigi gibi dogru vukua gelen isler binlerdir, pek çoktur. Biz yalniz cüz'î birkaç misaline isaret edecegiz:
Iste basta Buharî ve Müslim, sihhatle meshur Kütüb-ü Sitte-i Hadîsiye sahibleri, beyan edecegimiz haberlerin çogunda müttefik ve o haberlerin çogu manen mütevatir ve bir kismi dahi, ehl-i tahkik onlarin sihhatine ittifak etmesiyle, mütevatir gibi kat'î denilebilir.
Iste -nakl-i sahih-i kat'î ile- ashabina haber vermis ki: "Siz umum düsmanlariniza galebe edeceksiniz; hem Feth-i Mekke, hem Feth-i Hayber, hem Feth-i Sam, hem Feth-i Irak, hem Feth-i Iran, hem Feth-i Beyt-ül Makdis'e muvaffak olacaksiniz. Hem o zamanin en büyük devletleri olan Iran ve Rum padisahlarinin hazinelerini beyninizde taksim edeceksiniz!.." Haber vermis, hem "Tahminim böyle veya zannederim" dememis. Belki görür gibi kat'î ihbar etmis, haber verdigi gibi çikmis. Halbuki haber verdigi vakit, hicrete mecbur olmus. Sahabeleri az, Medine etrafi ve bütün dünya düsmandi.
Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- çok defa ferman etmis:
عَلَيْكُم بِسِيرَةِ الَّذَيْنِ مِنْ بَعْدِى اَبِى بَكْرٍ وَ عُمَرَ deyip, Ebu Bekir ve Ömer kendinden sonraya kalacaklar, hem halife olacaklar, hem mükemmel bir surette ve riza-i Ilahî ve marzî-i Nebevî dairesinde hareket edecekler. Hem Ebu Bekir az kalacak, Ömer çok kalacak ve pek çok fütuhat yapacak.
-
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 19. MEKTUP
sh: » (M: 108)
Hem ferman etmis ki:
زُوِيَتْ لِىَ اْلاَرْضُ فَاُرِيتُ مَشَارِقَهَا وَمَغَارِبَهَا وَسَيَبْلُغُ مُلْكُ اُمَّتِى مَا زُوِىَ لِى مِنْهَا
deyip: "Sarktan garba kadar benim ümmetimin eline geçecektir. Hiç bir ümmet, o kadar mülk zabtetmemis." Haber verdigi gibi çikmis.
Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- Gaza-i Bedir'den evvel ferman etmis:
هذَا مَصْرَعُ اَبِى جَهْلٍ هذَا مَصرَعُ عُتْبَةَ هذَا مَصرَعُ اُمَيَّةَ هذَا مَصرَعُ فُلاَنٍ وَ فُلاَنٍ
deyip, müsrik Kureys reislerinin herbiri nerede katledilecegini göstermis ve demis: "Ben kendi elimle Übeyy Ibn-i Halef'i öldürecegim." Haber verdigi gibi çikmis.
Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- bir ay uzak mesafede Sam etrafinda, Mûte nam mevkideki gazve-i meshurede muharebe eden sahabelerini görür gibi ferman etmis:
اَخَذَ الرَّايَةَ زَيْدٌ فَاُصِيبَ ثُمَّ اَخَذَهَااِبْنُ رَوَاحَة فَاُصِيبَ ثُمَّ اَخَذَهَا جَعْفَرُ فَاُصِيبَ ثُمَّ اَخَذَهَا سَيْفٌ مِنْ سُيُوفِ اللّهِ
deyip, birer birer hâdisati ashabina haber vermis. Iki-üç hafta sonra Ya'lâ Ibn-i Münebbih meydan-i harbden geldi; daha söylemeden Muhbir-i Sâdik (A.S.M.) harbin tafsilâtini beyan etti. Ya'lâ kasem etti: "Dedigin gibi aynen öyle oldu."
Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- ferman etmis:
اِنَّ الْخِلاَفَةَ بَعْدِى ثَلاَثُونَ سَنَةً ثُمَّ تَكُونُ مُلْكًا عَضُودًا وَاِنَّ هذَا اْلاَمْرَ بَدَأَ نُبُوَّةً وَرَحْمَةً
ثُمَّ يَكُونُ رَحْمَةً وَخِلاَفَةً ثُمَّ يَكُونُ مُلْكًا عَضُودًا ثُمَّ يَكُونُ عُتُوّاً وَ جَبَرُوتًا
deyip, Hazret-i Hasan'in alti ay hilafetiyle; Cihar-i Yâr-i Güzin'in (Hulefa-yi Rasidîn'in) zaman-i hilafetlerini ve onlardan sonra saltanat
sh: » (M: 109)
sekline girmesini, sonra o saltanattan ceberut ve fesad-i ümmet olacagini haber vermis. Haber verdigi gibi çikmis.
Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- ferman etmis:
يُقْتَلُ عُثْمَانُ وَهُوَ يَقْرَأُ ا لْمُصْحَفَ وَاِنَّ اللّهَ عَسَى اَنْ يُلْبِسَهُ قَمِيصًا وَاِنَّهُمْ يُرِيدُونَ خَلْعَهُ
deyip, Hazret-i Osman halîfe olacagini ve hal'i istenilecegini ve mazlum olarak Kur'an okurken katledilecegini haber vermis. Haber verdigi gibi çikmis.
Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- hacamat edip mübarek kanini Abdullah Ibn-i Zübeyr teberrüken serbet gibi içtigi zaman ferman etmis:
وَيْلٌ لِلنَّاسِ مِنْكَ وَوَيْلٌ لَكَ مِنَ النَّاسِ deyip, hârika bir secaatle ümmetin basina geçecegini ve müdhis hücumlara maruz kalacaklarini ve insanlar onun yüzünden dehsetli hâdiselere giriftar olacaklarini haber vermis. Haber verdigi gibi çikmis. Abdullah Ibn-i Zübeyr, Emevîler zamaninda hilafeti Mekke'de ilân ederek kahramanane çok müsademe etmis; nihayet Haccac-i Zalim büyük bir ordu ile üzerine hücum ederek, siddetli müsademeden sonra o kahraman-i âlisan sehid edilmis.
Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- Emeviye Devleti'nin zuhurunu ve onlarin padisahlarinin çogu zalim olacagini ve içlerinde Yezid ve Velid bulunacagini ve Hazret-i Muaviye ümmetin basina geçecegini, وَاِذَا مَلَكْتَ فَاَسْجِحْ fermaniyla, rifk ve adaleti tavsiye etmis. Ve Emeviye'den sonra
يَخْرُجُ وَلَدُ الْعَبَّاسِ بِالرَّايَاتِ السّوُدِ وَيَمْلِكُونَ اَضْعَافَ مَا مَلَكُوا
deyip, Devlet-i Abbasiye'nin zuhurunu ve uzun müddet devam edecegini haber vermis. Haber verdigi gibi çikmis.
Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- ferman etmis: وَيْلٌ لِلْعَرَبِ مِن شَرٍّ قَدِ اقْتَرَبَdeyip, Cengiz ve Hülâgû'nun
sh: » (M: 110)
dehsetli fitnelerini ve Arab Devlet-i Abbasiyesini mahvedeceklerini haber vermis. Haber verdigi gibi çikmis.
Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- Sa'd Ibn-i Ebî Vakkas gayet agir hasta iken ona ferman etmis: لَعَلَّكَ تُخَلَّفُ حَتّىَ يَنْتَفِعَ بِكَ اَقْوَامٌ وَيَسْتَضِرَّ بِكَ آخَرُونَ deyip, ileride büyük bir kumandan olacagini, çok fütuhat yapacagini, çok milletler ve kavimler ondan menfaat görüp, yani Islâm olup ve çoklar zarar görecek, yani devletleri onun eliyle harab olacagini haber vermis. Haber verdigi gibi çikmis. Hazret-i Sa'd ordu-yu Islâm basina geçti, Devlet-i Iraniye'yi zîr ü zeber etti; çok kavimlerin daire-i Islâma ve hidayete girmelerine sebeb oldu.
Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- îmana gelen Habes Meliki olan Necasî, Hicretin yedinci senesinde vefat ettigi gün ashabina haber vermis, hattâ cenaze namazini kilmis. Bir hafta sonra cevab geldi ki, ayni günde vefat etmis.
Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- Cihar-i Yâr-i Güzin ile beraber Uhud veya Hira Dagi'nin basinda iken dag titredi, zelzelelendi. Daga ferman etti ki:
اُثْبُتْ فَاِنَّمَا عَلَيْكَ نَبِىّ ٌوَصِدِّيقٌ وَشَهِيدٌ deyip, Hazret-i Ömer ve Osman ve Ali'nin sehid olacaklarini haber vermis. Haber verdigi gibi çikmis.
Simdi ey bedbaht, kalbsiz, bîçare adam! Muhammed-i Arabî akilli bir adam idi diye o Sems-i Hakikat'a karsi gözünü yuman bîçare insan! Onbes enva'-i külliye-i mu'cizatindan birtek nev'i olan umûr-u gaybiyeden onbes ve belki yüz kismindan bir kismini isittin. Manevî tevatür derecesinde kat'î bir kismini duydun. Su ihbar-i gayb kisminin yüzden birisini akil gözüyle gören bir zâta "dâhî-i azam" denilir ki, ferasetiyle istikbali kesfediyor. Binaenaleyh senin gibi haydi deha desek; yüz dâhî-i azam derecesinde bir deha-yi kudsiyeyi tasiyan bir adam yanlis görür mü? Yanlis haber vermeye tenezzül eder mi? Böyle yüz derece bir deha-yi âzam sahibinin saadet-i dâreyne dair sözlerini dinlememek, elbette yüz derece divaneligin alâmetidir.
ALTINCI NÜKTELI ISARET: -Nakl-i sahih-i kat'î ile- Hazret-i
sh: » (M: 111)
Fatima'ya (R.A.) ferman etmis ki: اَنْتِ اَوَّلُ اَهْلِ بَيْتِى لُحُوقًا بِى deyip, "Âl-i Beytimden herkesten evvel vefat edip, bana iltihak edeceksin." diye söylemis. Alti ay sonra haber verdigi gibi aynen zuhur etmis.
Hem Eba Zer'e ferman etmis: سَتَخْرُجُ مِنْ هُنَا وَتَعِيشُ وَحْدَكَ وَتَمُوتُ وَحْدَكَ deyip, Medine'den nefyedilip, yalniz hayat geçirip yalniz bir sahrada vefat edecegini haber vermis. Yirmi sene sonra haber verdigi gibi çikmis.
Hem Enes Ibn-i Mâlik'in halasi olan Ümm-ü Haram'in hanesinde uykudan kalkmis, tebessüm edip ferman etmis: رَأَيْتُ اُمَّتِى يَغْزُونَ فِى الْبَحْرِ كَالْمُلُوكِ عَلَى اْلاَسِرَّةِ Ümm-ü Haram niyaz etmis: "Dua ediniz, ben de onlarla beraber olayim." Ferman etmis: "Beraber olacaksin." Kirk sene sonra, zevci olan Ubâde Ibn-i Sâmit refakatiyla Kibris'in fethine gitmis; Kibris'ta vefat edip, mezari ziyaretgâh olmus. Haber verdigi gibi aynen zuhur etmis.
Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- ferman etmis ki: يَخْرُجُ مِنْ ثَقِيفٍ كَذَّابٌ وَمُبِيرٌ yani: "Sakif Kabilesinden biri davâ-yi nübüvvet edecek; ve biri, hunhar zalim zuhur edecek." deyip, nübüvvet dava eden meshur Muhtar'i ve yüzbin adam öldüren Haccac-i Zâlim'i haber vermis.
Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile-
سَتُفْتَحُ الْقُسْطَنْطِنِيَّةُ فَنِعْمَ اْلاَمِيرُ اَمِيرُهَا وَنِعْمَ الْجَيْشُ جَيْشُهَا deyip, Istanbul'un Islâm eliyle fetholacagini ve Hazret-i Sultan Mehmed Fâtih'in yüksek bir mertebe sahibi oldugunu haber vermis. Haber verdigi gibi zuhur etmis.
Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- ferman etmis ki:
اِنَّ الدِّينَ لَوْ كَانَ مَنُوطًا بِالثُّرَيَّا لَنَا لَهُ رِجَالٌ مِنْ اَبْنَاءِ فَارِسَ deyip, basta Ebu Hanife olarak Iran'in emsalsiz bir sûrette yetistirdigi ulema
sh: » (M: 112)
-
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 19. MEKTUP
sh: » (M: 112)
ve evliyaya isaret ediyor, haber veriyor.
Hem ferman etmis ki: عَالِمُ قُرَيْشٍ يَمْلَءُ طِبَاقَ اْلاَرْضِ عِلْمًا deyip, Imam-i Sâfiî'ye isaret edip haber veriyor.
Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- ferman etmis ki:
سَتَفْتَرِقُ اُمَّتِى ثَلاَثًا وَسَبْعِينَ فِرْقَةً اَلنَّاجِيَةُ وَاحِدَةٌ مِنْهَا. قِيلَ مَنْهُمْ? قَالَ مَا اَنَا عَلَيْهِ وَاَصْحَابِى
deyip, ümmeti yetmisüç firkaya inkisam edecegini ve içinde firka-i naciye-i kâmile, Ehl-i Sünnet ve Cemaat oldugunu haber veriyor.
Hem ferman etmis ki: اَلْقَدَرِيَّةُ مَجُوسُ هذِهِ اْلاُمَّةِ deyip, çok subelere inkisam eden ve kaderi inkâr eden Kaderiye taifesini haber vermis. Hem çok subelere inkisam eden Râfizîleri haber vermis.
Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- Imam-i Ali'ye (R.A.) demis: Sende Hazret-i Isa (A.S.) gibi iki kisim insan helâkete gider. Birisi, ifrat-i muhabbet; digeri, ifrat-i adâvetle. Hazret-i Isa'ya Nasranî muhabbetinden hadd-i mesru'dan tecavüz ile hâsâ "Ibnullah" dediler. Yahudi, adâvetinden çok tecavüz ettiler, nübüvvetini ve kemalini inkâr ettiler. Senin hakkinda da bir kisim, hadd-i mesru'dan tecavüz edecek, muhabbetinden helâkete gidecektir. لَهُمْ نَبْزٌ يُقَالُ لَهُمُ الرَّافِضِيَّةُdemis. Bir kismi, senin adâvetinden çok ileri gidecekler, onlar da Havariç'tir ve Emevîlerin müfrit bir kisim tarafdarlaridir ki, onlara Nasibe denilir.
Eger denilse: Âl-i Beyt'e muhabbeti, Kur'an emrediyor. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm çok tesvik etmis. O muhabbet, Sîalar için belki bir özür teskil eder. Çünki ehl-i muhabbet, bir derece ehl-i sekirdir. Ne için Sîalar hususan Râfizîler, o muhabbetten istifade etmiyorlar; belki isaret-i Nebeviye ile o fart-i muhabbetten mahkûmdurlar?
Elcevap: Muhabbet iki kisimdir. Biri: Mana-yi harfiyle, yani:
sh: » (M: 113)
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hesabina, Cenâb-i Hak namina, Hazret-i Ali ile Hasan ve Hüseyin ve Âl-i Beyt'i sevmektir. Su muhabbet Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in muhabbetini ziyadelestirir. Cenab-i Hakk'in muhabbetine vesile olur. Su muhabbet mesrudur, ifrati zarar vermez, tecavüz etmez, baskalarinin zemmini ve adâvetini iktiza etmez.
Ikincisi: Mana-yi ismiyle muhabbettir. Yani bizzât onlari sever. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'i düsünmeden Hazret-i Ali'nin kahramanliklarini ve kemalini ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin'in yüksek faziletlerini düsünüp sever. Hattâ Allah'i bilmese de, Peygamber'i tanimasa da yine onlari sever. Bu sevmek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in muhabbetine ve Cenâb-i Hakk'in muhabbetine sebebiyet vermez; hem ifrat olsa, baskalarin zemmini ve adâvetini iktiza eder.
Iste isâret-i Nebeviye ile, Hazret-i Ali hakkinda ziyade muhabbetlerinden, Hazret-i Ebu Bekir-is Siddik ile Hazret-i Ömer'den teberri ettiklerinden hasarete düsmüsler. Ve o menfî muhabbet, sebeb-i hasârettir.
Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- ferman etmis ki:
اِذَا مَشَوُا المُطَيْطَاءَ وَخَدَمَتْهُمْ بَنَاتُ فَارِسَ وَالرُّومِ رَدَّ اللّهُ بَأْسَهُمْ وَسَلَّطَ شِرَارَهُمْ عَلَى خِيَارِهِمْ
deyip, "Ne vakit size Fars ve Rum kizlari hizmet etti; o vakit belâniz, fitneniz içinize girecek.. harbiniz dâhilî olacak; serirleriniz basa geçip, hayirlilar ve iyilerinize musallat olacaklar!" haber vermis. Otuz sene sonra haber verdigi gibi çikmis.
Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- ferman etmis ki: وَتُفْتَحُ خَيْبَرُ عَلَى يَدَىْ عَلِىٍّ deyip, "Hayber Kal'asinin fethi, Ali'nin eliyle olacak." Me'mulün pek fevkinde ikinci gün bir mu'cize-i Nebeviye olarak Hayber Kal'asinin kapisini Hazret-i Ali çekip kalkan gibi istimal ederek, fethe muvaffak olduktan sonra kapiyi yere atmis; sekiz kuvvetli adam, o kapiyi yerden kaldiramamis; bir rivayette kirk adam kaldiramamis.
sh: » (M: 114)
Hem ferman etmis ki:
لاَ تَقُومُ السَّاعَةُ حَتّىَ تَقْتَتِلَ فِئَتَانِ دَعْوَاهُمَا وَاحِدَةٌ diye, Siffîn'de Hazret-i Ali ile Muaviye'nin harbini haber vermis.
Hem ferman etmis ki: اِنَّ عَمَّارًا تَقْتُلُهُ الْفِئَةُ الْبَاغِيَةُ diye, "Bâgî bir taife, Ammar'i katledecek." Sonra, Siffîn Harbi'nde katledildi. Hazret-i Ali, onu Muaviye'nin taraftarlari bâgî olduklarina hüccet gösterdi. Fakat Muaviye tevil etti. Amr Ibn-ül Âs dedi: "Bâgî yalniz onun katilleridir, umumumuz degiliz."
Hem ferman etmis ki: اِنَّ الْفِتَنَ لاَ تَظْهَرُ مَا دَامَ عُمَرُ حَيّاً diye, "Hazret-i Ömer sag kaldikça, içinizde fitneler zuhur etmez!" haber vermis, öyle de olmus.
Hem Sehl Ibn-i Amr daha îmana gelmeden esir olmus. Hazret-i Ömer, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a demis ki: "Izin ver, ben bunun dislerini çekecegim. Çünki o fesahatiyla küffar-i Kureys'i harbimize tesvik ediyordu." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmis ki: وَعَسَى اَنْ يَقُومَ مَقَامًا يَسُرُّكَ يَا عُمَرُ diye, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in vefati hengâminda olan dehset-engiz ve sabirsûz hâdisede, Hazret-i Ebu Bekir-is Siddîk nasilki Medine-i Münevvere'de kemal-i metanetle herkese teselli verip mühim bir hutbe ile Sahabeleri teskin etmis.. aynen onun gibi: Su Sehl o hengâmda, Mekke-i Mükerreme'de ayni Ebu Bekir-is Siddîk gibi Sahabeye teskin ve teselli verip, malûm fesahatiyla Ebu Bekir-is Siddîk'in ayni hutbesinin mealinde bir nutuk söylemis. Hattâ iki hutbenin kelimeleri birbirine benzer.
Hem Suraka'ya ferman etmis ki: كَيْفَ بِكَ اِذَا اُلْبِسْتَ سُوَارَىْ كِسْرَى diye, "Kisrâ'nin iki bilezigini giyeceksin! Hazret-i Ömer zamaninda Kisrâ mahvedildi, zînetleri ve sahane bilezikleri geldi; Hazret-i Ömer Surâka'ya giydirdi. Dedi:
اَلْحَمْدُ لِلّهِ الَّذِى سَلَبَهُمَا كِسْرَى وَاَلْبَسَهُمَا سُرَاقَةَ , ihbâr-i Nebevîyi
sh: » (M: 115)
tasdik ettirdi.
Hem ferman etmis ki: اِذَا ذَهَبَ كِسْرَى فَلاَ كِسْرَى بَعْدَهُ diye, "Kisra-yi Fars gittikten sonra, daha kisra çikmayacak!" haber vermis, hem öyle olmus.
Hem Kisrâ elçisine demis: "Simdi Kisrâ'nin oglu Sirviye Perviz, Kisra'yi öldürdü." O elçi tahkik etmis, ayni vakitte öyle olmus; o da Islâm olmus. Bazi ehadîste, o elçinin adi Firuz'dur.
Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- Hâtib Ibn-i Beltea'nin, gizli Kureys'e gönderdigi mektubu haber vermis. Hazret-i Ali ile Mikdad'i göndermis. "Filân mevkide bir sahista söyle bir mektub var. Aliniz, getiriniz!" Gittiler, ayni yerden ayni mektubu getirdiler. Hâtib'i celbetti. "Neden yaptin?" demis; o da özür beyan etmis, özrünü kabul etmis.
Hem -nakl-i sahih ile- Utbe Ibn-i Ebî Leheb hakkinda ferman etmis ki: يَاْكُلُهُ كَلبُ اللّهِdiye, Utbe'nin akibet-i feciasini haber vermis. Sonra Yemen tarafina giderken bir arslan gelip onu yemis. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'in hem bedduasini, hem haberini tasdik etmis.
Hem -nakl-i sahih ile- Feth-i Mekke vaktinde, Hazret-i Bilâl-i Habesî, Ka'be damina çikip ezan okumus. Rüesa-yi Kureys'ten Ebî Süfyan, Attab Ibn-i Esid ve Hâris Ibn-i Hisam oturup konustular. Attab dedi: "Pederim Esid bahtiyar idi ki, bugünü görmedi." Haris dedi ki: "Muhammed, bu siyah kargadan baska adam bulmadi mi ki müezzin yapsin?" Hazret-i Bilâl-i Habesî'yi tezyif etti. Ebî Süfyan dedi: "Ben korkarim, birsey demeyecegim; kimse olmasa da su Batha'nin taslari, ona haber verecek, o bilecek." Hakikaten bir parça sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onlara rast geldi, harfiyen konustuklarini söyledi. O vakit Attab ile Haris sehadet getirdiler, müslüman oldular.
Iste ey bîçare mülhid! Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'i tanimayan kalbsiz adam! Bak, Kureys'in iki muannid büyükleri, bir tek ihbar-i gaybî ile îmana geldiler. Ne kadar kalbin bozulmus ki; manevî tevatürle, bu ihbar-i gaybî gibi binler mu'cizati isitiyorsun, yine kanaat-i tâmmen gelmiyor!.. Her ne ise, sadede dönüyoruz.
sh: » (M: 116)
-
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 19. MEKTUP
sh: » (M: 116)
Hem -nakl-i sahih ile- Gazve-i Bedir'de, Hazret-i Abbas Sahabelerin eline esir düstügü vakitte, fidye-i necat istenilmis. O da demis: "Param yok." Hazret-i Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmis ki: "Zevcen Ümm-ü Fadl yaninda bu kadar parayi filân yere birakmissin." Hazret-i Abbas tasdik edip, "Ikimizden baska kimsenin bilmedigi bir sir idi." O vakit kemal-i îmani kazanip Islâm olmus.
Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- muzir bir sâhir olan Lebid-i Yahudî; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'i rencide etmek için acîb ve müessir bir sihir yapmis. Bir taraga saçlari sarmis, üstünde sihir yapmis, bir kuyuya atmis. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Ali'ye ve Sahabelere ferman etmis: "Gidiniz, filân kuyuda bu çesit sihir âletlerini bulup getiriniz!" Gitmisler, aynen öyle bulup getirmisler. Her bir ipi açildikça, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dahi rahatsizligindan hiffet buluyordu.
Hem -nakl-i sahih ile- Ebu Hüreyre ve Huzeyfe gibi mühim zâtlar bulundugu bir hey'ette, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmis ki: ضِرْسُ اَحَدِكُمْ فِى النَّارِ اَعْظَمُ مِنْ اُحُدٍ diye, birinin irtidadiyla müdhis âkibetini haber vermis. Ebu Hüreyre dedi: "O hey'etten, ben bir adamla ikimiz kaldik; ben korktum. Sonra öteki adam, Yemâme Harbi'nde Müseylime tarafinda bulunup, mürted olarak katledildi." Ihbar-i Nebevînin hakikati çikti.
Hem -nakl-i sahih ile- Umeyr ve Safvan müslüman olmadan evvel, mühim bir mala mukabil, Peygamber'in (A.S.M.) katline karar verip; Umeyr ise Peygamber'in (A.S.M.) katlini niyet ederek Medine'ye gelmis. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Umeyr'i gördü, yanina çagirdi. Dedi: "Safvan ile maceraniz budur!" Elini Umeyr'in gögsüne koydu; Umeyr "Evet" dedi, müslüman oldu.
Daha bunlar gibi pek çok sahih ihbârât-i gaybiyye vuku bulmus. Meshur Kütüb-ü Sitte-i Sahiha-i Hadîsiyede zikredilmistir ve senedleriyle beyan edilmistir. Bu risalede beyan edilen vakiatin ekseri, tevatür-ü manevî hükmünde kat'îdir, yakînîdirler. Basta Buhârî ve Müslim ki, Kur'andan sonra en sahih kitab olduklarini,
sh: » (M: 117)
ehl-i tahkik kabul etmis. Ve sair Sahih-i Tirmizî, Nesaî ve Ebu Dâvud ve Müsned-i Hâkim ve Müsned-i Ahmed Ibn-i Hanbel ve Delail-i Beyhakî gibi kitablarda an'anesiyle beyan edilmistir.
Simdi ey mülhid-i bîhûs! "Muhammed-i Arabî (A.S.M.) akilli bir adam idi" deyip geçme. Çünki su umûr-u gaybiyeye dair ihbârât-i sâdika-i Ahmediye (A.S.M.) iki siktan hâlî degil; ya diyeceksin ki: O Zât-i Kudsî'de öyle keskin bir nazar ve genis bir deha var ki, mazi ve müstakbeli ve umum dünyayi görür, bilir ve etraf-i âlemi ve sark ve garbi temasa eder bir gözü.. ve geçmis ve gelecek bütün zamanlari kesfeder bir dehâsi vardir. Bu hal ise, beserde olamaz; eger olsa, Hâlik-i Âlem tarafindan verilmis bir hârika, bir mevhibe olur. Bu ise, tek basiyla bir mu'cize-i âzamdir. Veyahut inanacaksin ki: O Zât-i Mübârek, öyle bir Zât'in memuru ve sakirdidir ki, hersey onun nazarinda ve tasarrufundadir ve bütün envâ'-i kâinat ve bütün zamanlar, onun taht-i emrindedir.. Defter-i Kebîrinde hersey yazilidir; istedigi zaman talebesine bildirir ve gösterir. Demek Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, Üstad-i Ezelîsinden ders alir, öyle ders verir...
Hem -nakl-i sahih ile- Hazret-i Hâlid'i, harb için Düvmet-ül Cendel Reisi olan Ükeydir'e gönderdigi vakit ferman etmis ki: اِنَّكَ تَجِدُهُ يَصِيدُ الْبَقَرَ diye, bakar-i vahsî avinda bulacagini, kavgasiz esir edilecegini ihbar etmis. Hazret-i Hâlid gitmis, aynen öyle bulmus, esîr etmis getirmis.
Hem -nakl-i sahih ile- Kureys, Benî Hâsimî aleyhinde yazdiklari ve Kâ'be'nin sakfina astiklari sahife hakkinda ferman etmis ki: "Kurtlar yazilarinizi yemis, yalniz sahifedeki Esmâ-i Ilâhiyeye ilismemisler!" haber vermis. Sonra sahifeye bakmislar, aynen öyle olmus.
Hem -nakl-i sahih ile- "Beyt-ül Makdis'in fethinde büyük bir taun çikacak." ferman etmisti. Hazret-i Ömer zamaninda Beyt-ül Makdis fetholundu. Ve öyle bir taun çikti ki, üç günde yetmis bin vefiyyat oldu.
Hem -nakl-i sahih ile- o zamanda vücudu olmayan Basra ve Bagdad'in vücuda geleceklerini ve Bagdad'a dünya hazinelerinin girecegini ve Türkler ve Bahr-i Hazar etrafindaki milletler ile
sh: » (M: 118)
Arablar muharebe edeceklerini ve sonra onlar çoklukla Islâmiyete girecek, Arablara, Arablar içinde hâkim olacaklarini haber vermis. Demis ki:
يُوشِكُ اَنْ يَكْثُرَ فِيكُمُ الْعَجَمُ يَأْكُلُونَ فَيْئَكُمْ وَيَضْرِبُونَ رِقَابَكُمْ
Hem ferman etmis ki: هلاَكُ اُمَّتِى عَلَى يَدِ اُغَيْلِمَةٍ مِنْ قُرَيْشٍ diye, Emeviye'nin Yezid ve Velid gibi serir reislerinin fesâdini haber vermis.
Hem Yemame gibi bir kisim yerlerde, irtidad vuku bulacagini haber vermis.
Hem Gazve-i Meshûre-i Hendek'te ferman etmis ki:
اِنَّ قُرَيْشًا وَاْلاَحْزَابَ لاَ يَغْزُونِى اَبَدًا وَاَنَا اَغْزُوهُمْdiye, "Bundan sonra onlar bana degil, belki ben onlara hücum edecegim!" haber vermis, haber verdigi gibi çikmis.
Hem -nakl-i sahih ile- vefatindan bir-iki ay evvel ferman etmis ki:
اِنَّ عَبْدًا خُيِّرَ فَاخْتَارَ مَا عِنْدَ اللَّهِ diye, vefatini haber vermis.
Hem Zeyd Ibn-i Suvahân hakkinda ferman etmis ki: يَسْبِقُ عُضْوٌ مِنْهُ اِلَى الْجَنَّةِ Zeyd'den evvel, bir uzvu sehid edilecegini haber vermis. Bir zaman sonra, Nihavend Harbi'nde bir eli kesilmis. Demek en evvel o el sehid olup, mânen Cennet'e gitmis.
Iste bütün bahsettigimiz umûr-u gaybiyye, on kisim envâ'-i mu'cizâtindan birtek nevidir. O nev'in on kismindan bir kismini söylemedik. Simdi bu kisimla beraber i'caz-i Kur'ana dair Yirmibesinci Söz'de, gayet genis ihbar-i gayb nev'inin dört nev'ini icmalen beyan etmisiz. Iste buradaki nev'i ile beraber, Kur'anin lisaniyla gaybdan haber verilen o dört büyük nev'i beraber düsün. Gör ki: Ne kadar kat'î, sübhesiz, parlak, kuvvetli, kavî bir bürhan-i risalettir ki; bütün bütün kalbi, akli bozulmayan elbette îman edecek ki: Zât-i Ahmediyye Aleyhissalâtü Vesselâm, Hâlik-i Küll-i Sey ve Allâm-ül Guyub olan bir Zât-i Zülcelâl'in Resulüdür ve Ondan haber aliyor.
sh: » (M: 119)
-
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 19. MEKTUP
sh: » (M: 119)
YEDINCI NÜKTELI ISARET: Mu'cizat-i Nebeviyyenin bereket-i taam hususunda olan kismindan birkaç kat'î ve manen mütevatir misâline isaret edecegiz. Bahisten evvel bir mukaddime zikri münasipdir.
Mukaddime: Su gelecek bereketli mu'cizat misalleri, herbiri müteaddid tarîkle, hattâ bâzilari onalti tarîkle sahih bir surette nakledilmis. Ekserisi, bir cemaat-i kesîre huzurunda vukubulmus; o cemaat içinde mu'teber ve sadik insanlar onlardan bahsedip nakletmisler. Meselâ: "Sa' denilen dört avuç taamdan yetmis adam yemisler, tok olmuslar" naklediyor. O yetmis adam, onun sözünü isitiyor, tekzib etmiyor. Demek sükût ile tasdik ediyorlar. Halbuki o asr-i sidk ve hakikatta ve o hakperest ve ciddî ve dogru adam olan Sahabeler, zerre miktar yalani görse, red ve tekzib ederler. Halbuki bahsedecegimiz vakialari çoklar rivayet etmis ve ötekiler de sükût ile tasdik etmisler. Demek herbir hâdise manen mütevatir gibi kat'îdir. Hem sahabeler, Kur'anin ve âyetlerin hifzindan sonra en ziyade, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in ef'al ve akvâlinin muhafazasina, bahusus ahkâma ve mu'cizata dair ahvaline bütün kuvvetleriyle çalistiklarini ve sihhatlerine pek çok dikkat ettiklerini, Tarih ve Siyer sehadet ediyor. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a ait en küçük bir hareketi, bir sîreti, bir hali ihmal etmemisler. Ve etmediklerini ve kaydettiklerini, kütüb-ü ehâdîsiye sehadet ediyor. Hem Asr-i Saadette, mu'cizati ve medâr-i ahkâm ehâdîsi, kitabetle çoklar kaydedip yazdilar. Hususan Abadile-i Seb'a, kitabetle kaydettiler. Hususan Tercüman-ül Kur'an olan Abdullah Ibn-i Abbas ve Abdullah Ibn-i Amr Ibn-il Âs, bahusus otuz-kirk sene sonra, Tâbiînin binler muhakkikleri, ehâdîsi ve mu'cizati yazi ile kaydettiler. Daha ondan sonra, basta dört imam-i müçtehid ve binler muhakkik muhaddisler naklettiler; yazi ile muhafaza ettiler. Daha Hicretten ikiyüz sene sonra basta Buharî, Müslim, Kütüb-ü Sitte-i Makbûle vazife-i hifzi omuzlarina aldilar. Ibn-i Cevzî gibi siddetli binler münekkidler çikip; bazi mülhidlerin veya fikirsiz veya hifizsiz veya nâdânlarin karistirdiklari mevzu ehâdîsi tefrik ettiler, gösterdiler. Sonra ehl-i kesfin tasdikiyle; yetmis defa Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm temessül edip, yakaza halinde onun sohbetiyle müserref olan Celâleddin-i Süyutî gibi allâmeler ve muhakkikler, ehâdîs-i sahihanin elmaslarini, sair sözlerden ve mevzuattan tefrik ettiler. Iste bahsedecegimiz hâdiseler,
sh: » (M: 120)
mu'cizeler böyle elden ele -kuvvetli, emin, müteaddid ve çok, belki hadsiz ellerden- saglam olarak bize gelmis. اَلْحَمْدُ ِللّهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى
Iste buna binaen; "Bu zamana kadar uzun mesafeden gelen su zamandan tâ o zamana kadar bu hâdiseleri nasil bilecegiz ki karismamis ve sâfidir" hatira gelmemelidir.
Berekete dair mu'cizat-i kat'iyyenin birinci misâli: Basta Buharî ve Müslim, Kütüb-ü Sitte-i Sahiha müttefikan haber veriyorlar ki; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in Hazret-i Zeyneb ile tezevvücü velîmesinde, Hazret-i Enes'in validesi Ümm-ü Süleym, bir-iki avuç hurmayi yag ile kavurarak bir kaba koyup Hazret-i Enes'le Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'a gönderdi. Enes'e ferman etti ki: "Filân, filâni çagir. Hem kime tesadüf etsen davet et." Enes de kime rast geldiyse çagirdi. Üçyüz kadar Sahâbe gelip, Suffe ve Hücre-i Saadeti doldurdular. Ferman etti:
تَحَلَّقُوا عَشَرَةً عَشَرَةً Yani: "Onlar onar halka olunuz!" Sonra mübarek elini o az taam üzerine koydu, dua etti, buyurun dedi. Bütün o üçyüz adam yediler, tok olup kalktilar. Enes'e ferman etmis: "Kaldir!" Enes demis ki: "Bilmedim, taam kabini koydugum vakit mi taam çoktu, yoksa kaldirdigim vakit mi çoktu farkedemedim."
Ikinci Misâl: Mihmandar-i Nebevî Ebu Eyyûb-il Ensârî hanesine tesrif-i Nebevî hengâminda Ebu Eyyûb der ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ve Ebu Bekir-i Siddik'a kâfi gelecek iki kisilik yemek yaptim. Ona ferman etti: اُدْعُ ثَلَثِينَ مِنْ اَشْرَافِ اْلاَنْصَارِ Otuz adam geldiler, yediler. Sonra ferman etti: اُدْعُ سِتِّينَAltmis daha davet ettim; geldiler, yediler. Sonra ferman etti: اُدْعُ سَبْعِينَYetmis daha davet ettim; geldiler, yediler. Kablarda yemek daha kaldi. Bütün gelenler o mu'cize karsisinda Islâmiyete girip, biat ettiler. O iki kisilik taamdan yüzseksen adam yediler.
Üçüncü Misâl: Hazret-i Ömer Ibn-il Hattab ve Ebu Hüreyre
sh: » (M: 121)
ve Seleme Ibn-il Ekvâ' ve Ebu Amrat-el Ensârî gibi, müteaddid tariklerle diyorlar ki: Bir gazvede ordu aç kaldi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a müracaat ettiler. Ferman etti ki: "Heybelerinizde kalan bâkiye-i erzâki toplayiniz!" Herkes azar birer parça hurma getirdi. En çok getiren dört avuç getirebildi. Bir kilime koydular. Seleme der ki: "Mecmuunu ben tahmin ettim, oturmus bir keçi kadar ancak vardi." Sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bereketle dua edip, ferman etti: "Herkes kabini getirsin!" Kosustular, geldiler. O ordu içinde hiçbir kab kalmadi, hepsini doldurdular. Hem fazla kaldi. Sahâbeden bir râvi demis: "O bereketin gidisatindan anladim; eger ehl-i Arz gelseydi, onlara dahi kâfi gelecekti."
Dördüncü Misâl: Basta Buharî ve Müslim, Kütüb-ü Sahiha beyan ediyorlar ki: Abdurrahman Ibn-i Ebî Bekir-i Siddîk der: Biz yüzotuz Sahâbe, bir seferde Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile beraberdik. Dört avuç mikdari olan bir sa' ekmek için, hamur yapildi. Bir keçi dahi kesildi, pisirildi; yalniz ciger ve böbrekleri kebab yapildi. Kasem ederim, o kebabdan yüzotuz Sahâbeden herbirisine bir parça kesti, verdi. Sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, pismis eti iki kâseye koydu. Biz umumumuz tok oluncaya kadar yedik; fazla kaldi; ben fazlasini deveye yükledim.
Besinci Misâl: Kütüb-ü Sahiha kat'iyyetle beyan ediyorlar ki: Gazve-i Garra-i Ahzab'da, meshur Yevm-ül Hendek'te, Hazret-i Câbir-ül Ensarî kasem ile ilân ediyor: O günde, dört avuç olan bir sa' arpa ekmeginden, bir senelik bir keçi oglagindan bin adam yediler ve öylece kaldi. Hazret-i Câbir der ki: "O gün yemek, hanemde pisirildi; bütün bin adam o sa'dan, o oglaktan yediler, gittiler. Daha tenceremiz dolu kayniyor, daha hamurumuz ekmek yapiliyor. O hamura, o tencereye mübarek agzinin suyunu koyup, bereketle duâ etmisti.
Iste su mu'cize-i bereketi, bin zâtin huzurunda, onlari ona alâkadar göstererek Hazret-i Câbir kasemle ilân ediyor. Demek su hâdise, bin adam rivayet etmis gibi kat'î denilebilir.
Altinci Misâl: -Nakl-i sahih-i kat'î ile- hâdim-i Nebevî Hazret-i Enes'in amucasi meshur Ebu Talha der ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm; yetmis seksen adami, Enes'in koltugu altinda getirdigi az arpa ekmeginden tok oluncaya kadar yedirdi.
sh: » (M: 122)
"O az ekmekleri parça parça ediniz!" emretti ve bereketle dua etti. Menzil dar oldugundan, onar onar gelip yediler, tok olarak gittiler.
Yedinci Misâl: -Nakl-i sahih-i kat'î ile- Sifâ-i Serîf ve Müslim gibi kütüb-ü sahiha beyan ederler ki: Hazret-i Câbir-ül Ensârî diyor: Bir zât, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'dan iyali için taam istedi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, yarim yük arpa verdi. Çok zaman o adam iyali ile ve misafirleriyle o arpadan yediler. Bakiyorlar, bitmiyor. Noksaniyetini anlamak için ölçtüler. Sonra bereket dahi kalkti, noksan olmaga basladi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a geldi, vak'ayi beyan etti. Ona cevaben ferman etti:
لَوْ لَمْ تَكِلْهُ َلاَكَلْتُمْ مِنْهُ وَلَقَامَ بِكُمْYâni: "Eger kile ile tecrübe etmeseydiniz, hayatinizca size yeterdi."
Sekizinci Misâl: Tirmizî ve Nesaî ve Beyhakî ve Sifâ-i Serîf gibi kütüb-ü sahiha beyan ediyorlar ki: Hazret-i Semuretebn-i Cündüb der: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a bir kâse et geldi. Sabahtan aksama kadar fevc fevc adamlar geldiler, yediler.
Iste mukaddimede beyan ettigimiz sirra binaen; su vakia-i bereket, yalniz Semure'nin rivayeti degil, belki Semure, o yemegi yiyen cemaatlerin mümessili gibi, onlarin namina ve tasdiklerine binaen ilân ediyor.
Dokuzuncu Misâl: Sifâ-i Serîf sahibi ve meshur Ibn-i Ebî Seybe ve Taberânî gibi mevsuk ve sahih muhakkikler rivayetiyle, Hazret-i Ebû Hüreyre der: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bana emretti: "Mescid-i Serif'in suffesini mesken ittihaz eden yüzden ziyade fukara-yi muhâcirîni davet et!" Ben dahi onlari aradim, topladim. Umumumuza bir tabla taam konuldu. Biz, istedigimiz kadar yedik, kalktik. O kâse konuldugu vakit nasil idi, yine öyle dolu kaldi; yalniz parmaklarin izi taamda görünüyordu.
Iste Hazret-i Ebu Hüreyre, umum kâmilîn-i ehl-i Suffe tasdikine istinaden, onlar namina haber verir. Demek, manen umum Ehl-i Suffe rivayet etmis gibi kat'îdir. Hem hiç mümkün müdür ki, o haber hak ve dogru olmasa, o sadik ve kâmil zâtlar sükût edip, tekzib etmesinler.
Onuncu Misâl: -Nakl-i sahih-i kat'î ile- Hazret-i Imam-i
sh: » (M: 123)
Ali der: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Benî Abdülmuttalib'i cem'etti. Onlar kirk adam idiler. Onlardan bazilari bir deve yavrusunu yerdi ve dört kiyye süt içerdi. Halbuki umum onlara, bir avuç kadar bir yemek yapti; umum yeyip tok oldular. Yemek eskisi gibi kaldi. Sonra üç-dört adama ancak kâfi gelir agaçtan bir kab içinde süt getirdi. Umumen içtiler, doydular. Içilmemis gibi bâki kaldi.
Iste Hazret-i Ali'nin secâati ve sadâkati kat'iyyetinde bir mu'cize-i bereket!..
Onbirinci Misâl: -Nakl-i sahih ile- Hazret-i Ali ve Fatimat-üz Zehra velîmesinde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Bilâl-i Habesî'ye emretti: "Dört-bes avuç un ekmek yapilsin ve bir deve yavrusu kesilsin." Hazret-i Bilâl der: Ben taami getirdim, mübarek elini üstüne vurdu; sonra taife taife Sahâbeler geldiler, yediler, gittiler. O yemekten bâki kalan miktara yine bereketle dua etti, bütün Ezvâc-i Tâhirat'a herbirine birer kâse gönderildi. Emretti ki: "Hem yesinler, hem yanlarina gelenlere yedirsinler."
Evet böyle mübarek bir izdivacda, elbette böyle bir bereket lâzimdir ve vukuu kat'îdir!..
Onikinci Misâl: Hazret-i Imam-i Câfer-i Sâdik, pederleri Imam-i Muhammed-ül Bâkir'dan, o da pederi Imam-i Zeynel'âbidîn'den, o dahi Imam-i Ali'den nakleder ki: Fâtimat-üz Zehrâ, yalniz ikisine kâfi gelecek bir yemek pisirdi. Sonra Ali'yi gönderdi; tâ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm gelsin, beraber yesinler. Tesrif etti ve emretti ki: O yemekten her bir ezvacina birer kâse gönderildi. Sonra kendine, hem Ali'ye, hem Fâtima ve evlâdlarina birer kâse ayrildiktan sonra, Hazret-i Fâtima der: "Tenceremizi kaldirdik, daha dolu olup tasiyordu. Mesîet-i Ilahiye ile, hayli zaman o yemekten yedik."
Acaba niçin bu nurânî, yüksek silsile-i rivâyetten gelen su mu'cize-i berekete, gözün ile görmüs gibi inanmiyorsun? Evet buna karsi seytan dahi bahane bulamaz.
Onüçüncü Misâl: Ebu Dâvud ve Ahmed Ibn-i Hanbel ve Imam-i Beyhakî gibi sadûk imamlar, Dükeyn-ül Ahmesî Ibn-i Said-il Müzenî'den, hem alti kardes ile beraber sohbete müserref ve Sahabelerden olan Nu'man Ibn-i Mukarrin-il Ahmesiyy-il Müzenî'den, hem Cerir'den naklederek, müteaddid tarîklerle
sh: » (M: 124)
Hazret-i Ömer Ibn-il Hattab'dan naklediyorlar ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Ömer'e emretti: "Ahmesî kabilesinden gelen dört yüz atliya yolculuk için zâd ü zahîre ver!" Hazret-i Ömer dedi: "Yâ Resulallah! Mevcud zahîre, birkaç sa'dir. Kümesi, oturmus bir deve yavrusu kadardir." Ferman etti: "Git ver!" O da gitti, yarim yük hurmadan, dört yüz süvariye kifayet derecesinde zâd ü zahîre verdi. Ve dedi: Hiç noksan olmamis gibi eski halinde kaldi.
Iste su mu'cize-i bereket, dört yüz adamla ve bahusus Hazret-i Ömer ile münasebetdar bir surette vukua gelmistir. Rivayetlerin arkasinda bunlar var. Bunlarin sükûtu, tasdiktir. Iki-üç haber-i vâhid deyip geçme! Böyle hâdiseler haber-i vâhid dahi olsa, tevatür-ü mânevî hükmünde kanaat verir.
Ondördüncü Misâl: Basta Buharî ve Müslim, kütüb-ü sahîha haber veriyorlar ki: Hazret-i Câbir'in pederi vefat eder; borcu çok, ziyade medyun. Borç sahibleri de Yahudiler. Câbir, pederinin asil malini guremâya verdi, kabul etmediler. Halbuki bagindaki meyveleri, kaç senede deynine kâfi gelmeyecek. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti: "Bagin meyvelerini kopariniz, harman ediniz!" Öyle yaptilar. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm harman içinde gezdi, dua etti. Sonra Câbir harmandan pederinin bütün guremâsinin borçlarini verdikten sonra, yine bir senede bagdan gelen mahsulat kadar harmanda kaldi. Bir rivayette, bütün guremâya verdigi kadar kaldi. O hâdiseden borç sahibleri olan Yahudiler, çok taaccüb edip hayrette kaldilar.
Iste su mu'cize-i bâhire-i bereket, yalniz Hazret-i Câbir gibi birkaç râvilerin haberi degil, belki mânevî tevatür hükmünde, o hâdise ile münasebetdar, hadd-i tevatür derecesinde çok adamlari temsil ederek rivayet etmisler.
Onbesinci Misâl: Basta Tirmizî ve Imam-i Beyhakî gibi muhakkikler, Hazret-i Ebu Hüreyre'den nakl-i sahih ile beraber haber veriyorlar ki: Ebu Hüreyre demis ki: Bir gazvede -baska bir rivayette Gazve-i Tebük'te- ordu aç kaldi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti: هَلْ مِن شَيْءٍ "Bir sey var mi?" diye emretti. Ben dedim: "Heybede bir parça hurma var." (Bir rivayette,
sh: » (M: 125)
-
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 19. MEKTUP
sh: » (M: 125)
onbes tane imis.) Dedi: "Getir!" Getirdim. Mübarek elini soktu, bir kabza çikardi, bir kaba birakti; bereketle dua buyurdular. Sonra onar onar askeri çagirdi, umumen yediler. Sonra ferman etti:
خُذْ مَا جِئْتَ بِهِ وَاقْبِضْ عَلَيْهِ وَلاَ تَكُبَّهُ Ben aldim, elimi o heybeye soktum. Evvel getirdigim kadar elime geçti. Sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hayatinda, Ebu Bekir ve Ömer ve Osman hayatinda, o hurmalardan yedim. Baska bir tarîkte rivayet edilmis ki: O hurmalardan kaç yük, fîsebîlillâh sarfettim. Sonra Hazret-i Osman'in katlinde, o hurma kabi ile nehb ü gârât edildi, gitti.
Iste Hoca-i Kâinat olan Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm'in kudsî medresesi ve tekyesi olan Suffe'nin demirbas bir mühim talebesi ve müridi ve kuvve-i hâfizanin ziyadesi için duâ-yi Nebeviyeye mazhar olan Hazret-i Ebu Hüreyre, Gazve-i Tebük gibi bir mecma-i nâsta vukuunu haber verdigi su mu'cize-i bereket; manen bir ordu sözü kadar kat'î ve kuvvetli olmak gerektir.
Onaltinci Misâl: Basta Buharî, kütüb-ü sahiha -nakl-i kat'î ile- beyan ediyorlar ki: Hazret-i Ebu Hüreyre aç olmus, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in arkasindan gidip, menzil-i saâdete gitmisler. Bakarlar ki bir kadeh süt, oraya hediye getirilmis. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm emretti ki: "Ehl-i Suffe'yi çagir!" Ben kalbimden dedim ki: "Bu sütün bütününü ben içebilirim. Ben daha ziyade muhtacim." Fakat emr-i Nebevî için onlari topladim, getirdim. Yüzü mütecaviz idiler. Ferman etti: "Onlara içir!" Ben de o kadehteki sütü birer birer verdim. Her birisi doyuncaya kadar içer, digerine veririm. Böyle birer birer içirerek, bütün Ehl-i Suffe o sâfi sütten içtiler. Sonra ferman etti ki: بَقِىَ اَنَا وَاَنْتَ فَاشْرَبْ Ben içtim. "Içtikçe, iç!" ferman eder; tâ ben dedim: "Seni hak ile irsal eden Zât-i Zülcelâl'e kasem ederim, yer kalmadi ki içeyim." Sonra kendisi aldi. Bismillah deyip hamdederek bâkiyesini içti. Yüzbin âfiyet olsun.
Iste su sâfi, hâlis, süt gibi lâtif, süphesiz mu'cize-i bâhire-i bereket, besyüzbin hadîsi hifzina alan Hazret-i Buharî basta olarak, Kütüb-ü Sitte-i Sahiha ile nakilleri, gözle görmek kadar kat'î olmakla beraber, Medrese-i Kudsiye-i Ahmediye (A.S.M.) olan Suffe'nin namdar, sâdik, hâfiz bir sakirdi olan Ebu Hüreyre'nin,
sh: » (M: 126)
umum Ehl-i Suffe'yi mânen ishad ederek, âdeta umumunu temsil edip su ihbari, tevatür derecesinde kat'î telakki etmeyenin ya kalbi bozuk veya akli yok. Acaba Hazret-i Ebu Hüreyre gibi sâdik ve bütün hayatini hadîse ve dine vakfeden,
وَمَنْ كَذَبَ عَلَىَّ مُتَعَمِّدًا فَلْيَتَبَوَّأْ مَقْعَدَهُ مِنَ النَّارِ hadîsini isiten ve nakleden; hiç mümkün müdür ki, hifzindaki ehadîs-i Nebeviyenin kiymetini ve sihhatini süpheye düsürüp, Ehl-i Suffe'nin tekzibine hedef edecek muhalif bir söz ve asilsiz bir vak'a söylesin? Hâsâ...
Yâ Rab! Su Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in bereketi hürmetine, bize ihsan ettigin maddî ve manevî rizkimiza bereket ihsân et!..
Bir Nükte-i Mühimme: Malûmdur ki: zaîf seyler içtima' ettikçe kuvvetlesir. Incecik ipler topak yapilsa, kuvvetli halat olur. Kuvvetli halatlar topak yapilsa, kimse koparamaz. Iste onbes enva'-i mu'cizattan yalniz bereket kismindaki mu'cizati ve o kismin onbes kismindan ancak bir kismini, onbes misal ile gösterdik. Herbir misal, tek basiyla, nübüvveti isbat eder bir derecede kuvvetli idi. Farz-i muhal olarak, bunlarin bir kismini kuvvetsiz saysak da, yine kuvvetsiz diyemeyiz. Çünki kavî ile ittifak eden kavîlesir.
Hem su onbes misalin içtimai; kat'î sübhesiz bir tevatür-ü manevî ile, kuvvetli bir mu'cize-i kübrayi gösterir. Simdi su mecmu'daki mu'cize-i kübra, bereket mu'cizelerinden zikredilmemis olan ondört kism-i âhere mezcedilse; kuvvetli halatlari topak yapmak gibi, koparilmasi mümkün olmayan bir mu'cize-i ekber, içinde görünür. Sonra su mu'cize-i ekberi, sair ondört nevi mu'cizatin mecmuuna ilâve et, gör ki: Ne derece kuvvetli, sarsilmaz, kat'î bir bürhan-i nübüvvet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) gösterir. Iste nübüvvet-i Ahmediyenin (A.S.M.) diregi, su mecmu'dan tesekkül eden dag gibi kuvvetli bir direktir. Simdi cüz'iyatta ve misallerde, sû'-i fehimden gelen sübhelerle, o metin sakf-i muallâyi sebatsiz ve kabil-i sukut görmek ne derece akilsizlik oldugunu anladin. Evet berekete dair o mu'cizeler gösteriyorlar ki: Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, umuma rizik veren ve riziklari halkeden bir Zât-i Rahîm ve Kerim'in sevgili memurudur, pek hürmetli bir abdidir ki; rizkin
sh: » (M: 127)
enva'inda, hilaf-i âdet olarak, ona hiçten ve sirf gaybdan ziyafetler gönderiyor. Malûmdur ki: Ceziret-ül Arab, suyu ve ziraati az bir yerdir. Onun için ahalisi, hususan bidayet-i Islâmdaki Sahabeler, diyk-i maîsete mâruzdular. Hem susuzluga çok defa giriftar oluyorlardi. Iste bu hikmete binaen, mu'cizat-i bâhire-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm'in mühimleri, taam ve su hususunda tezahür etmis. Bu hârikalar dava-yi nübüvvete delil ve mu'cize olmaktan ziyade, ihtiyaca binaen Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a bir ikram-i Ilahî, bir ihsan-i Rabbanî, bir ziyafet-i Rahmaniye hükmündedir. Çünki o mu'cizati görenler, nübüvveti tasdik etmisler. Fakat mu'cize zuhur ettikçe, iman ziyadelesir, nûrun alâ nûr olur.
SEKIZINCI ISARET: Su hususunda tezahür eden bir kisim mu'cizâti beyân eder.
Mukaddime: Malûmdur ki cemaatler içinde vuku bulan hâdiseler âhâdî bir surette nakledilse, tekzib edilmedigi vakit, dogrulugunu gösterir. Çünki insanin fitratinda yalana yalandir demeye cibillî bir meyil vardir. Hususan her kavimden ziyade yalana karsi sükût etmez Sahâbeler olsa.. hususan hâdiseler, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a taalluk etse ve bilhassa nakleden, Mesâhir-i Sahâbeden olsa; elbette o haber-i vâhid sahibi, o hâdiseyi gören cemaati temsil eder hükmünde rivayet eder. Halbuki simdi bahsedecegimiz mu'cizat-i mâiyeyi, herbir misali çok tarîklerle, çok Sahâbelerin ellerinden, binler Tâbiînin muhakkikleri el atip almislar; saglam olarak ikinci asir müçtehidlerinin ellerine vermisler. Onlar da, kemal-i ciddiyetle ve hürmetle el atip, kabul edip, arkalarindaki asrin muhakkiklerinin ellerine vermisler. Her tabaka, binler kuvvetli ellerden geçip, gele gele tâ asrimiza gelmis. Hem Asr-i Saadette yazilan Kütüb-ü Ehadîsiyye saglam olarak devredilip, tâ Buharî ve Müslim gibi ilm-i hadîsin dâhî imamlarinin eline geçmis. Onlar da, kemâl-i tahkik ile merâtibini tefrik ederek, sihhati süphesiz olanlari cem'ederek bize ders vermisler, takdim etmisler.
جَزَاهُمُ اللّهُ خَيْرًا كَثِيرًا
Iste Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in mübarek parmaklarindan suyun akmasi ve pek çok adama içirmesi mütevatirdir. Öyle bir cemaat nakletmis ki, yalana ittifaklari muhaldir. Su
sh: » (M: 128)
mu'cize gayet kat'îdir. Hem üç defa, üç mecma-i azîmde tekerrür etmis. Basta Buharî, Müslim, Imam-i Mâlik, Imam-i Suayb, Imam-i Katâde gibi pek çok ehl-i sahih bir cemaat, Sahâbelerden, basta hâdim-i Nebevî Hazret-i Enes, Hazret-i Câbir, Hazret-i Ibn-i Mes'ud gibi mesahir-i Sahâbenin cemaatinden, parmaklarindan suyun kesretle akmasi ve orduya içirmesi nakl-i sahih-i kat'î ile beyan edilmistir. Bu nevi mu'cize-i mâiyeden, pek çok misallerinden dokuz misali beyan edecegiz.
Birinci Misâl: Basta Buharî, Müslim, kütüb-ü sahiha Hazret-i Enes'ten nakl-i sahih ile haber veriyorlar ki: Hazret-i Enes diyor: Zevra nâm mahalde, üçyüz kisi kadar, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile beraberdik. Ikindi namazi için abdest almayi emretti. Su bulunmadi. Yalniz bir parça su emretti, getirdik. Mübarek ellerini içine batirdi. Gördüm ki, parmaklarindan çesme gibi su akiyor. Sonra bütün maiyetindeki üçyüz adam geldiler, umumu abdest alip içtiler. Iste su misali Hazret-i Enes, üçyüz kisiyi temsil ederek haber veriyor. Mümkün müdür ki, o üçyüz kisi, su habere manen istirak etmesinler; hem istirak etmedikleri halde, tekzib etmesinler.
Ikinci Misâl: Basta Buharî, Müslim, kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki: Hazret-i Câbir Ibn-i Abdullah-il Ensarî beyan ediyor: Biz bin besyüz kisi, Gazve-i Hudeybiye'de susadik. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm kirba denilen deriden bir kap sudan abdest aldi, sonra elini içine soktu. Gördüm ki, parmaklarindan çesme gibi su akiyor. Bin besyüz kisi içip, kaplarini o kirbadan doldurdular. Sâlim Ibn-i Ebi-l Ca'd, Câbir'den sormus: "Kaç kisi idiniz?" Câbir demis ki: "Yüzbin kisi de olsaydi, yine kâfi gelirdi. Fakat biz, onbes yüz (yani bin besyüz) idik." Iste su mu'cize-i bâhirenin râvileri, manen bin besyüz kadardirlar. Çünki fitrat-i beseriyede, yalana yalan demek bir meyl-i arzusu vardir. Sahabeler ise sidk ve dogruluk için, can ve mal ve peder ve validelerini ve kavim ve kabilelerini feda edip, sidk ve hak için fedai olduklari halde; hem "Benden bilerek yalan birsey haber veren, Cehennem atesinden yerini hazirlasin!" meâlindeki hadîs-i serîfin tehdidine karsi, yalana mukabil sükût etmeleri mümkün degildir. Mâdem sükût ettiler; o haberi kabul ettiler, manen istirak edip tasdik ediyorlar demektir.
sh: » (M: 129)
Üçüncü Misâl: Gazve-i Buvat'da, yine Buharî, Müslim basta, kütüb-ü sahiha beyan ediyorlar ki: Hazret-i Câbir dedi ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti:
نَادِ بِالْوُضُوءِ "Abdest almak için nida et" dediler. "Su yok" denildi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dedi: "Bir parça su bulunuz." Gayet az su getirdik. Sonra o az su üstüne elini kapadi, birseyler okudu; bilmedim ne idi. Sonra ferman etti: رِدْنَا بِجَفْنَةِ الرَّكْبِ Yani, kafilenin büyük testini (tekne) getir. Bana getirildi; ben de Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in önüne koydum. O da elini içine koydu, parmaklarini açti. Ben de o az suyu, mübarek eli üzerine döküyordum. Gördüm ki, mübarek parmaklarindan kesretle su akti; sonra test doldu. Suya muhtaç olanlari çagirdim; bütün geldiler, o sudan abdest alip içtiler. Ben dedim: "Daha kimse kalmadi." Elini kaldirdi, o cefne (yani tekne) lebâleb dolu kaldi.
Iste su mu'cize-i bâhire-i Ahmediye (A.S.M) manen mütevatirdir. Çünki Hazret-i Câbir o iste basta oldugu için, birinci söz onun hakkidir. O, umumun namina ilân ediyor. Çünki o vakit hizmet eden o zât idi; ilân, basta onun hakkidir. Ibn-i Mes'ud da, aynen rivayetinde diyor ki: Ben gördüm ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in parmaklarindan çesme gibi su akiyor. Acaba mesahir-i siddikîn-i Sahâbeden olan Enes, Câbir, Ibn-i Mes'ud gibi bir cemaat dese: "Ben gördüm." Görmemesi mümkün müdür? Simdi su üç misali birlestir, ne kadar kuvvetli bir mu'cize-i bâhire oldugunu gör ve su üç tarîk birlesse, hakikî tevatür hükmünde parmaklarindan su akmasini kat'î isbat eder. Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm'in tastan oniki yerde çesme gibi su akitmasi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in on parmagindan on musluk suyun akmasinin derecesine çikamaz. Çünki tastan su akmasi mümkündür, âdiyat içinde nazîri bulunur. Fakat et ve kemikten âb-i kevser gibi suyun kesretle akmasinin nazîri, âdiyat içinde yoktur.
Dördüncü Misâl: Basta Imam-i Mâlik, Muvatta' kitab-i mu'teberinde, Muâz Ibn-i Cebel gibi mesahir-i Sahâbeden haber veriyor ki: Hazret-i Muâz Ibn-i Cebel dedi ki: Gazve-i Tebük'te bir çesmeye rastgeldik, sicim kalinliginda güç ile akiyordu. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm emretti ki: "Bir parça o suyu toplayiniz."
sh: » (M: 130)
-
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 19. MEKTUP
sh: » (M: 130)
Avuçlarinda bir parça topladilar. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, onunla elini yüzünü yikadi; suyu çesmeye koyduk. Birden çesmenin menfezi açilip, kesretle akti; bütün orduya kâfi geldi. Hattâ bir râvi olan Imam Ibn-i Ishak der ki: Gök gürültüsü gibi, toprak altinda o çesmenin suyu gürültü yaparak öyle akti. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Muâz'a ferman etti ki: يُوشِكُ يَا مُعَاذُ اِنْ طَالَتْ بِكَ حَيَاةٌ اَنْ تَرَى مَا ههُنَا قَدْ مُلِئَ جِنَانًا Yani: Bu eser-i mu'cize olan mübarek su devam edip, buralari baga çevirecek; ömrün varsa göreceksin. Ve öyle olmustur.
Besinci Misâl: Basta Buharî Hazret-i Berâ'dan ve Müslim Hazret-i Selemetebn-i Ekva'dan ve sair kütüb-ü sahiha baska râvilerden müttefikan haber veriyorlar ki: Gazve-i Hudeybiye'de bir kuyuya rastgeldik. Biz dört yüz kisi idik. O kuyunun suyu, elli kisiyi ancak idare ederdi. Biz suyu çektik, içinde birsey birakmadik. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm geldi, kuyunun basina oturdu, bir kova su istedi; getirdik. Kovanin içine mübarek agzinin suyunu birakti ve dua etti, sonra o kovayi kuyuya döktü. Birden kuyu costu ve kaynadi; agzina kadar doldu. Bütün ordu, kendileri ve hayvanati doyuncaya kadar içtiler, kablarini da doldurdular.
Altinci Misâl: Yine Müslim ve Ibn-i Cerir-i Taberî gibi hadîsin dâhî imamlari basta olarak, kütüb-ü sahiha nakl-i sahih ile meshur Ebu Katade'den haber veriyorlar ki: Ebu Katade diyor: Mûte gazve-i meshuresinde, reislerin sehadetleri üzerine imdada gidiyorduk. Bende bir kirba vardi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bana ferman et:
اِحْفَظْ عَلَىَّ مِيضَئَتَكَ فَسَيَكُونُ لَهَا نَبَاٌ عَظِيمٌ Yani: "Kirbani sakla, onun büyük isi var." Sonra susuzluk basladi. Yetmisiki kisi idik, -Taberî'nin nakline göre, üçyüz idik- susuz kaldik. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dedi: "Kirbani getir." Ben getirdim. O da aldi, agzini agzina getirdi, içine nefes etti etmedi bilmem; sonra yetmisiki kisi geldiler, içtiler, kablarini doldurdular. Sonra ben aldim, verdigim gibi kalmisti.
Iste su mu'cize-i bâhire-i Ahmediyeyi (A.S.M.) gör,
اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَيْهِ وَ عَلَى آلِهِ بِعَدَدِ قَطَرَاتِ الْمَاءِ de.
sh: » (M: 131)
Yedinci Misâl: Basta Buharî ve Müslim olarak kütüb-ü sahiha, Hazret-i Imran Ibn-i Husayn'dan haber veriyorlar ki: Imran der: Bir seferde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile beraber susuz kaldik. Bana ve Ali'ye ferman etti ki: "Filân mevkide bir kadin, iki kirba suyu hayvana yükletmis gidiyor; alip buraya getiriniz." Ben ve Ali beraber gittik, ayni yerde kadini, su yükü ile bulduk, getirdik. Sonra emretti: "Bir kaba bir parça su bosaltiniz." Bosalttik. Bereketle duâ etti. Sonra yine suyu, o hayvandaki kirbaya koyduk. Ferman etti ki: "Herkes gelsin, kabini doldursun." Bütün kafile geldi, kablarini doldurdular, içtiler. Sonra ferman etti: "Kadina birseyler toplayiniz." Kadinin etegini doldurdular. Imran diyor ki: Ben tahayyül ediyordum ki, gittikçe iki kirba doluyor, daha ziyadelesiyor. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm o kadina ferman etti ki: اِذْهَبِى فَاِنَّا لَمْ نَأْخُذْ مِنْ مَائِكِ شَيْئًا وَلكِنَّ اللّهَ سَقَانَا Yani: Senin suyundan almadik, belki Cenâb-i Hak bize hazinesinden su içirdi.
Sekizinci Misâl: Basta meshur Ibn-i Huzeym Sahihinde, râviler Hazret-i Ömer'den naklediyorlar ki: Gazve-i Tebük'te susuz kaldik. Hattâ bazilar devesini keser, susuzluktan içini sikar, içerdi. Ebu Bekir-is Siddîk, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a duâ etmek için rica etti. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm elini kaldirdi; daha elini indirmeden bulut toplandi; yagmur öyle geldi ki, kablarimizi doldurduk. Sonra su çekildi, ordumuza mahsus olarak hududumuzu tecavüz etmedi. Demek tesadüf içine karismamis, sirf bir mu'cize-i Ahmediye (A.S.M.)dir.
Dokuzuncu Misâl: Meshur Abdullah Ibn-i Amr Ibn-il Âs'in hafîdi ve dört imamin ona îtimad edip ve ondan tahric-î hadîs ettikleri Amr Ibn-i Suayb'dan nakl-i sahih ile haber veriyorlar ki, demis: Nübüvvetten evvel, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm amucasi Ebu Tâlib ile deveye binip Arafa civarinda Zilhicaz nam mevkie geldikleri vakit Ebu Tâlib demis: "Ben susadim." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm inmis, yere ayagini vurmus, su çikmis; Ebu Tâlib içmistir. Muhakkikînden birisi demis ki: Su hâdise nübüvvetten evvel oldugundan, irhâsât kabilinden olmakla beraber, bin sene sonra ayni yerde Arafat çesmesi çikmasi, o hâdiseye binaen bir kerâmet-i Ahmediye (A.S.M.) sayilabilir.
sh: » (M: 132)
Iste su dokuz misaller gibi, doksan misal olmasa da, belki doksan sûrette rivayetler; mu'cizat-i maiyeyi haber vermisler. Bastaki yedi misal, manevî tevatür gibi kat'î ve kuvvetlidirler. Âhirdeki iki misal, çendan o derece tarîkleri kuvvetli ve müteaddid degil, râvileri çok degiller. Fakat sekizinci misalde, Hazret-i Ömer'den rivayet olunan mu'cize-i Sahâbiyeyi te'yid ve takviye eden ikinci bir mu'cize-i Sahâbiye; basta Imam-i Beyhakî ve Hâkim olarak, kütüb-ü sahiha, Hazret-i Ömer'den haber veriyorlar ki: Hazret-i Ömer, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'dan yagmur duâsini niyaz etti. Çünki ordu suya muhtaçti. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm elini kaldirdi, birden bulut toplandi, yagmur geldi. Ordunun ihtiyaci kadar su verdi, gitti. Âdeta yalniz orduya su vermek için memur idi. Geldi, ihtiyaca göre verdi gitti. Su hâdise, nasilki sekizinci misali teyid ve kat'î isbat eder; öyle de: Su hâdisede, meshur allâmelerden ve tashihte çok müskilpesend, hattâ çok sahihlere mevzu' deyip kabul etmeyen Ibn-i Cevzî gibi bir muhakkik der ki: Su hâdise Gazve-i Meshure-i Bedir'de vuku bulmus.
وَيُنَزِّلُ عَلَيْكُمْ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً لِيُطَهِّرَكُمْ بِهِ âyet-i kerimesi, o hâdiseyi beyan edip, ifade eder. Mâdem âyet o hâdiseyi gösterir; kat'iyetinde süphe kalmaz. Hem dua-i Nebevî ile, birden ve sür'atle ve daha elini indirmeden yagmurun gelmesi, çok tekerrür etmis, tek basiyla bir mu'cize-i mütevatiredir. Bazi defa câmide, minber üstünde elini kaldirmis, daha indirmeden yagmis; tevatür ile nakledilmis.
DOKUZUNCU ISARET : Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in enva'-i mu'cizatindan birisi de, agaçlarin insanlar gibi emrini dinlemeleri ve yerinden kalkip yanina geldikleridir ki; su mu'cize-i seceriye, mübarek parmaklarindan suyun akmasi gibi, manen mütevatirdir. Müteaddid suretleri var ve çok tarîklerle gelmistir. Evet Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in emri için; agaç, yerinden çikip yanina gelmesi, sarihan mütevatir denilebilir. Çünki mesahir-i siddikîn-i Sahâbeden Hazret-i Ali, Hazret-i Ibn-i Abbas, Hazret-i Ibn-i Mes'ud, Hazret-i Ibn-i Ömer, Hazret-i Ya'lâ Ibn-i Murre, Hazret-i Câbir, Hazret-i Enes Ibn-i Mâlik, Hazret-i Büreyde, Hazret-i Üsâme Bin Zeyd ve Hazret-i Gaylan Ibn-i Seleme gibi sahâbeler; herbiri kat'iyet ile, ayni mu'cize-i seceriyeyi haber vermis. Tâbiînin yüzer imamlari, mezkûr Sahâbelerden herbir Sahâbeden ayri bir tarîk ile, o mu'cize-i
sh: » (M: 133)
seceriyeyi nakletmisler. Âdeta muzaaf tevatür suretinde bize nakletmisler. Iste su mu'cize-i secere, hiçbir süphe kabul etmez bir tevatür-ü manevî-i kat'î hükmündedir.
Simdi o mu'cize-i kübrânin, tekerrür ettigi halde, birkaç sahih suretlerini, birkaç misâl ile beyan edecegiz:
Birinci Misâl: Basta Imam-i Mâce ve Darimî ve Imam-i Beyhakî nakl-i sahihle Hazret-i Enes Ibn-i Mâlik'ten ve Hazret-i Ali'den ve Bezzaz ve Imam-i Beyhakî Hazret-i Ömer'den haber veriyorlar ki: Üç sahâbe demisler: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, küffarin tekzibinden müteessir olarak mahzun idi. Dedi: يَا رَبِّ اَرِنِى آيَةً لاَ اُبَالِى مَنْ كَذَّبَنِى بَعْدَهَا Enes'in rivayetinde, Hazret-i Cebrâil hazir idi. Vadi kenarinda bir agaç vardi. Hazret-i Cebrâil'in i'lamiyla, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm o agaci çagirdi; tâ yanina geldi. Sonra git dedi. Tekrar gitti, yerine yerlesti.
Ikinci Misâl: Allâme-i Magrib Kadi Iyaz; Sifa-i Serif'te ulvî bir senedle, dogru ve saglam bir an'ane ile, Hazret-i Abdullah Ibn-i Ömer'den haber veriyor ki: Bir seferde Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in yanina bir bedevî geldi. Ferman etti: اَيْنَ تُرِيدُ Nereye gidiyorsun?" Bedevi dedi: "Ehlime." Ferman et: هَلْ لَكَ اِلَى خَيْرٍ مِنْ ذلِكَ "Ondan daha iyi bir hayr istemiyor musun?" Bedevî dedi: "Nedir?" Ferman etti:
اَنْ تَشْهَدَ اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ وَاَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ Bedevî dedi: "Bu sehâdete sâhid nedir?" Ferman etti: هذِهِ الشَّجَرَةُ السَّمُرَةُ "Vadi kenarindaki agaç sahid olacak." Ibn-i Ömer der ki: O agaç yerinden sallanarak çikti, yeri sak etti, geldi; tâ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in yanina. Üç defa, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o agaci istishâd etti. Agaç da, sidkina sehadet etti. Emretti yine yerine gidip yerlesti.
Hazret-i Büreyde; Ibn-i Hasib-il Eslemî tarîkinde, nakl-i sahih ile Büreyde dedi ki: Biz, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in yaninda iken, bir seferde bir a'rabî geldi. Bir âyet, yâni bir mu'cize
sh: » (M: 134)
istedi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti:
قُلْ لِتِلْكَ الشَّجَرَةِ رَسُولُ اللّهِ يَدْعُوكِ Bir agaca isaret etti; agaç saga ve sola meylederek köklerini yerden çikarip, huzur-u Nebevîye geldi. اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ يَارَسُولَ اللّهِ dedi. Sonra a'rabî dedi: "Yine yerine gitsin." Emretti, yerine gitti. A'rabî dedi: "Izin ver, sana secde edeyim." Dedi. "Izin yok kimseye." Dedi: "Öyle ise, senin elini ayagini öpecegim." Izin verdi.
Üçüncü Misâl: Basta Sahih-i Müslim, kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki, Câbir diyor: Biz bir seferde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile beraberdik. Kazâ-yi hâcet için bir yer aradi. Settareli bir yer yoktu. Sonra gitti, iki agaç yanina. Bir agacin dalini tuttu, çekti. Agaç itaat ederek beraber gitti, öteki agacin yanina getirdi. Muti devenin yularini tutup çekildikte geldigi gibi, o iki agaci o suretle yanyana getirdi. Sonra dedi: اِلْتَئِمَا عَلَىَّ بِاِذْنِ اللّهِ Yani: "Üstüme birlesiniz." dedi. Ikisi birleserek settare oldular. Arkalarinda kaza-yi hâcet ettikten sonra onlara emretti, yerlerine gittiler. Ikinci bir rivayette, yine Hazret-i Câbir der ki: Bana emretti ki:
يَا جَابِرُ قُلْ لِهذِهِ الشَّجَرَةِ يَقُولُ لَكِ رَسُولُ اللّهِ: اِلْحَقِى بِصَاحِبَتِكِ حَتّىَ
اَجْلِسَ خَلْفَكُمَا
Yani: "O agaçlara de: Resulullah'in haceti için birlesiniz." Ben öyle dedim, onlar da birlestiler. Sonra ben beklerken, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm çikageldi. Basiyla saga sola isaret etti, o iki agaç yerlerine gittiler.
Dördüncü Misâl: Nakl-i sahih ile, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in cesur kumandanlarindan ve hizmetkârlarindan olan Üsame Bin Zeyd der ki: Bir seferde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile beraberdik. Kaza-yi hacet için hâlî, settareli bir yer bulunmuyordu. Ferman etti ki: هَلْ تَرَى مِن نَخْلٍ اَوْ حِجَارَةٍ Dedim: Evet, var. Emretti ve dedi:
-
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 19. MEKTUP
sh: » (M: 135)
اِنْطَلِقْ وَقُلْ لَهُنَّ اِنَّ رَسُولَ اللّهِ يَاْمُرُكُنَّ اَنْ تَاْتِينَ لِمَخْرَجِ رَسُولِ اللّهِ وَقُلْ لِلْحِجَارَةِ مِثْلَ ذلِكَ
Yani agaçlara de ki: "Resulullah'in haceti için birlesiniz" ve taslara da de: "Duvar gibi toplaniniz." Ben gittim, söyledim. Kasem ediyorum ki, agaçlar birlestiler ve taslar duvar oldular. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, hacetinden sonra yine emretti: قُلْ لَهُنَّ يَفْتَرِقْنَ Benim nefsim kabza-i kudretinde olan Zât-i Zülcelal'e kasem ederim, agaçlar ve taslar ayrilip yerlerine gittiler. Su Hazret-i Câbir ve Üsame'nin beyan ettigi iki hâdiseyi, aynen Ya'lâ Ibn-i Murre ve Gaylan Ibn-i Selemet-is Sakafî ve Hazret-i Ibn-i Mes'ud, Gazve-i Huneyn'de aynen haber veriyorlar.
Besinci Misâl: Imam-i Ibn-i Fûrek ki, kemal-i içtihad ve fazlindan kinaye olarak Sâfiiyy-i Sânî ünvanini alan allâme-i asr, kat'î haber veriyor ki: Gazve-i Taif'te, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm gece at üstünde giderken uykusu geliyordu. O halde iken, bir sidre agacina rastgeldi. Agaç ona yol verip, atini incitmemek için, iki sakk oldu. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, hayvan ile içinden geçti. Tâ zamanimiza kadar o agaç, iki ayak üstünde, muhterem bir vaziyette kaldi.
Altinci Misâl: Hazret-i Ya'lâ tarîkinda -nakl-i sahih ile- haber veriyor ki: Bir seferde, Talha veya Semure denilen bir agaç geldi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in etrafinda tavaf eder gibi döndü. Sonra yine yerine gitti. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti ki: اِنَّهَا اِسْتَأْذَنَتْ اَنْ تُسَلِّمَ عَلَىَّ Yani: O agaç, Cenab-i Hak'tan istedi ki, bana selâm etsin.
Yedinci Misâl: Muhaddisler nakl-i sahih ile Ibn-i Mes'ud'dan beyan ediyorlar ki: Ibn-i Mes'ud dedi: Batn-i Nahl denilen nâm mevkide, Nûsaybin ecinnileri ihtida için Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a geldikleri vakit, bir agaç o ecinnilerin geldiklerini haber verdi. Hem Imam-i Mücâhid, o hadîste Ibn-i Mes'ud'dan nakleder ki: O cinniler bir delil istediler. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bir agaca emretti; yerinden çikip
sh: » (M: 136)
geldi, sonra yine yerine gitti. Iste cinn taifesine bir tek mu'cize kâfi geldi. Acaba bu mu'cize gibi bin mu'cizat isiten bir insan îmana gelmezse, cinnilerin يَقُولُ سَفِيهُنَا عَلَى اللّهِ شَطَطًا tabir ettikleri seytanlardan daha seytan olmaz mi?
Sekizinci Misâl: Sahih-i Tirmizî nakl-i sahih ile Hazret-i Ibn-i Abbas'tan haber veriyorlar ki: Ibn-i Abbas dedi ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bir a'rabîye ferman etti:
اَرَاَيْتَ اِنْ دَعَوْتُ هذَا الْعِذْقَ مِن هذِهِ النَّخْلَةِ اَتَشْهَدُ اَنِّى رَسُولُ اللّهِ "Ben, bu agacin su dalini çagirsam, yanima gelse, îman edecek misin?" "Evet" dedi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm çagirdi. O urcun, agacinin basindan kopup, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in yanina atladi, geldi. Sonra emretti, yine yerine gitti.
Iste bu sekiz misâl gibi çok misaller var; çok tarîklerle nakledilmisler. Malûmdur ki; yedi- sekiz urgan toplansa, kuvvetli bir halat olur. Binaenaleyh su en meshur Siddîkîn-i Sahâbeden, böyle müteaddid tarîklerle ihbar edilen su mu'cize-i seceriye, elbette tevatür-ü manevî kuvvetindedir; belki tevatür-ü hakikîdir. Zâten Sahâbeden sonra Tâbiînin eline geçtigi vakit, tevatür suretini alir. Hususan Buharî, Müslim, Ibn-i Hibban, Tirmizî gibi kütüb-ü sahiha; tâ zaman-i Sahâbeye kadar, o yolu o kadar saglam yapmislar ve tutmuslar ki, meselâ Buharî'de görmek, ayni Sahâbeden isitmek gibidir.
Acaba o Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a agaçlar, -misâllerde göründügü gibi- onu taniyip, Risâletini tasdik edip, ona selâm ederek ziyaret edip, emirlerini dinleyerek itaat ettigi halde, kendilerine insan diyen bir kisim câmid, akilsiz mahluklar; onu tanimazsa, îman etmezse, kuru agaçtan çok ednâ, odun parçasi gibi ehemmiyetsiz, kiymetsiz olarak atese lâyik olmaz mi?
ONUNCU ISARET: Su mu'cize-i seceriyeyi daha ziyade takviye eden mütevatir bir surette nakledilen, Hanin-ül Ciz' mu'cizesidir. Evet Mescid-i Serif-i Nebevîde kuru diregin büyük bir cemaat
sh: » (M: 137)
içinde, muvakkaten, firak-i Ahmedîden (A.S.M.) aglamasi; beyan ettigimiz mu'cize-i seceriyenin misallerini hem teyid eder, hem kuvvet verir. Çünki o da agaçtir, cinsi birdir. Fakat sunun sahsi mütevatirdir, öteki kisimlar herbirinin nev'i mütevatirdir. Cüz'iyatlari, misâlleri çogu sarih tevatür derecesine çikmiyor. Evet Mescid-i Serifte hurma agacindan olan kuru direk, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hutbe okurken ona dayaniyordu. Sonra minber-i serîf yapildigi vakit, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm minbere çikip hutbeye basladi. Okurken, direk deve gibi enin edip agladi; bütün cemaat isitti. Tâ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm yanina geldi, elini üstüne koydu. Onunla konustu, teselli verdi; sonra durdu. Su mu'cize-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm pek çok tarîklerle, tevatür derecesinde nakledilmistir.
Evet Hanin-ül Ciz' mu'cizesi çok müntesir ve meshur ve hakikî mütevatirdir. Sahâbelerin bir cemaat-i âlîsinden, onbes tarîk ile gelip, Tâbiînin yüzer imamlari o mu'cizeyi, o tarîklerle arkadaki asirlara haber vermisler. Sahâbenin o cemaatinden ulemâ-i Sahâbe namdarlari ve rivâyet-i hadîsin reislerinden Hazret-i Enes Ibn-i Mâlik (hâdim-i Nebevî), Hazret-i Câbir Bin Abdullah-il Ensarî (hâdim-i Nebevî), Hazret-i Abdullah Ibn-i Ömer, Hazret-i Abdullah Bin Abbas, Hazret-i Sehl Bin Sa'd, Hazret-i Ebu Said-il Hudrî, Hazret-i Übey Ibn-il Kâ'b, Hazret-i Büreyde, Hazret-i Ümm-ül Mü'minîn Ümm-ü Seleme gibi mesâhir-i ûlema-i Sahâbe ve rivâyet-i hadîsin rüesâlari gibi, herbiri bir tarîkin basinda, ayni mu'cizeyi ümmete haber vermisler. Basta Buharî, Müslim, kütüb-ü sahiha; arkalarindaki asirlara, o mütevatir mu'cize-i kübrayi tarîkleriyle haber vermisler.
Iste Hazret-i Câbir tarîkinda der ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hutbe okurken, Mescid-i Serifte جِذْعُ النَّخْلِ denilen kuru direge dayanip, okurdu. Minber-i serîf yapildiktan sonra, minbere geçtigi vakit; direk tahammül edemeyerek, hamile deve gibi ses verip inleyerek agladi. Hazret-i Enes tarîkinda der ki: Camus gibi agladi, mescidi lerzeye getirdi. Sehl Ibn-i Sa'd tarîkinda der: Hem onun aglamasi üzerine, halklarda aglamak çogaldi. Hazret-i Übey Ibn-il Kâ'b tarîkinda diyor: Hem öyle agladi
sh: » (M: 138)
ki, insikak etti. Diger bir tarîkta, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti:
اِنَّ هذَا بَكَى لِمَا فَقَدَ مِنَ الذِّكْرِ Yani: "Onun mevkiinde okunan zikir ve hutbedeki zikr-i Ilahînin iftirakindandir aglamasi." Diger bir tarîkte ferman etmis:
لَوْ لَمْ اَلْتَزِمْهُ لَمْ يَزَلْ هكَذَا اِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ تَحَزُّنًا عَلَى رَسُولِ اللّهِ Yani: "Ben onu kucaklayip teselli vermeseydim, Resulullah'in iftirakindan kiyamete kadar böyle aglamasi devam edecekti." Hazret-i Büreyde tarîkinda der ki: Ciz' agladiktan sonra, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, elini üstüne koyup ferman etti:
اِنْ شِئْتَ اَرُدُّكَ اِلَى الْحَائِطِ الَّذِى كُنْتَ فِيهِ تَنْبُتُ لَكَ عُرُوقُكَ وَيَكْمُلُ خَلْقُكَ وَيُجَدَّدُ خُوصُكَ وَثَمَرُكَ وَاِنْ شِئْتَ اَغْرِسُكَ فِى الْجَنَّةِ يَاْكُلُ اَوْلِيَاءُ اللّهِ مِنْ ثَمَرِكَ
Sonra, o ciz'i dinledi ne söylüyor; ciz' söyledi, arkadaki adamlar da isitti:
اِغْرِسْنِى فِى الْجَنَّةِ يَاْكُلُ مِنِّى اَوْلِيَاءُ اللّهِ فِى مَكَانٍ لاَ يَبْلَى Yani: "Cennet'te beni dik ki; benim meyvelerimden Cenâb-i Hakk'in sevgili kullari yesin. Hem bir mekân ki, orada beka bulup, çürümek yoktur." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti: قَدْ فَعَلْتُ Sonra ferman etti: اِخْتَارَ دَارَ الْبَقَاءِ عَلَى دَارِ الْفَنَاءِ
Ilm-i Kelâm'in büyük imamlarindan meshur Ebu Ishak-i Isferanî naklediyor ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm diregin yanina gitmedi; belki direk onun emriyle, onun yanina geldi. Sonra emretti, yerine döndü. Hazret-i Übey Ibn-i Kâ'b der ki: Su hâdise-i hârikadan sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm emretti ki: "Direk, minberin altina konulsun." Minberin altina konuldu, tâ mescid-i serifin tamiri için hedmedilinceye kadar. O vakit Hazret-i Übey Ibn-i Kâ'b yanina aldi, çürüyünceye kadar muhafaza edildi.
Meshur Hasan-i Basrî, su hâdise-i mu'cizeyi sakirdlerine ders verdigi vakit, aglardi ve derdi ki: "Agaç, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a meyl ve istiyak gösteriyor.. sizler
sh: » (M: 139)
-
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 19. MEKTUP
daha ziyade istiyâka, meyle müstehaksiniz." Biz de deriz ki: Evet hem ona istiyak ve meyl ve muhabbet, onun Sünnet-i Seniyesine ve Seriat-i Garrâsina ittiba' iledir.
Bir Nükte-i Mühimme: Eger denilse: Neden Gazve-i Hendek'te dört avuç taamla bin adami doyurmak olan mu'cize-i taamiye ve mübarek parmaklarindan akan su ile, bin besyüz kisiye suyu doyuruncaya kadar içiren mu'cize-i mâiye, neden su Hanin-i Ciz' mu'cizesi gibi sasaa ile çok kesretli tarîklerle nakledilmemis? Halbuki o ikisi, bundan daha ziyade bir cemaatte vuku bulmus...
Elcevap: Zuhûr eden mu'cizeler, iki kisimdir. Bir kismi, nübüvveti tasdik ettirmek için, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm elinde izhar ediliyor. Hanin-i Ciz' su nevidendir ki, sirf nübüvvetin tasdiki için bir hüccet olarak zuhura gelmis ki; mü'minlerin îmanini ziyadelestirmek ve münafiklari ihlasa ve îmana sevketmek ve küffari îmana getirmek için zâhir olmus. Onun için avam ve havas herkes onu gördü, onun nesrine fazla ihtimam edildi. Fakat su mu'cize-i taamiye ve mu'cize-i mâiye ise, mu'cizeden ziyade bir kerâmettir, belki kerâmetten ziyade bir ikramdir, belki ikramdan ziyade ihtiyaca binaen bir ziyafet-i Rahmaniyedir. Onun için çendan dava-yi nübüvvete delildir ve mu'cizedir; fakat asil maksad: Ordu aç kalmis; bir çekirdekten bin batman hurmayi halkettigi gibi, Cenab-i Hak hazine-i gaybdan bir sa' taamdan, bin adama ziyafet veriyor. Hem susuz kalmis mücahid bir orduya, kumandan-i âzamin parmaklarindan, âb-i kevser gibi su akittirip içiriyor. Iste su sir içindir ki, mu'cize-i taâmiye ve mu'cize-i mâiyenin her bir misali, Hanin-i Ciz' derecesine çikmiyor. Fakat o iki mu'cizenin cinsleri ve nevileri külliyet itibariyle, Hanin-i Ciz' gibi mütevatir ve kesretlidir. Hem taâmin bereketini ve armaklarindan suyun akmasini herkes göremiyor, yalniz eserlerini görüyor. Diregin aglamasini ise herkes isitiyor. Onun için fazla intisar etti.
Eger denilse: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in her hal ve hareketini kemâl-i ihtimam ile Sahâbeler muhafaza ederek nakletmisler. Böyle mu'cizat-i azîme, neden on-yirmi tarîk ile geliyor? Yüz tarîk ile gelmeli idi. Hem neden Hazret-i Enes, Câbir, Ebu Hüreyre'den çok geliyor; Hazret-i Ebu Bekir ve Ömer az rivayet ediyor?
Elcevap: Birinci sikkin cevabi: Dördüncü Isaretin Üçüncü
sh: » (M: 140)
Esasinda geçmis. Ikinci sikkin cevabi ise: Nasilki insan, bir ilâca muhtaç olsa, bir tabibe gider; hendese için mühendise gider, mühendisten nakleder; mes'ele-i ser'iyye, müftüden haber alinir ve hâkeza... Öyle de, Sahâbe içinde ehadîs-i Nebeviyyeyi gelecek asirlara ders vermek için, ulemâ-i Sahâbeden bir kisim, ona manen muvazzaf idiler. Bütün kuvvetleriyle ona çalisiyorlardi. Evet Hazret-i Ebu Hüreyre bütün hayatini, hadîsin hifzina vermis; Hazret-i Ömer, siyaset âlemiyle ve hilâfet-i kübrâ ile mesgul imis. Onun için, ehâdîsi ümmete ders vermek için, Ebu Hüreyre ve Enes ve Câbir gibi zâtlara itimad edip; ondan, rivayeti az ederdi. Hem mâdem siddîk, sadûk, sâdik ve musaddak bir Sahâbenin meshur bir namdari, bir tarîk ile bir hâdiseyi haber verse; yeter denilir, baskasinin nakline ihtiyaç da kalmaz. Onun için bazi mühim hâdiseler, iki-üç tarîk ile geliyor.
ONBIRINCI ISARET: Onuncu Isaret, nasilki secer tâifesindeki mu'cize-i Nebeviyeyi gösterdi. Onbirinci Isaret dahi, cemâdatta tas ve dag tâifesinin mu'cize-i Nebeviyeyi gösterdiklerine isâret edecek. Iste biz de, o çok kesretli misâllerinden yedi-sekiz misali zikredecegiz:
Birinci Misâl: Allâme-i Magrib Hazret-i Kadi-yi Iyaz, Sifa-i Serif'inde ulvî bir senedle ve Buharî sahibi gibi mühim imamlardan nakl-i sahih ile haber veriyorlar ki: Hâdim-i Nebevî Hazret-i Ibn-i Mes'ud der ki: "Biz, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in yaninda taam yerken, taamin tesbihlerini isitiyorduk."
Ikinci Misâl: Nakl-i sahih ile, Enes ve Ebu Zerr'den kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki: Hazret-i Enes (hâdim-i Nebevî) demis ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in yaninda idik. Avucuna küçük taslari aldi, mübarek elinde tesbih etmeye basladilar. Sonra Ebu Bekir-is Siddîk'in eline koydu, yine tesbih ettiler. Ebu Zerr-i Giffarî tarîkinda der ki: Sonra Hazret-i Ömer'in eline koydu, yine tesbih ettiler. Sonra aldi yere koydu, sustular. Sonra yine aldi, Hazret-i Osman'in eline koydu, yine tesbihe basladilar. Sonra Hazret-i Enes ve Ebu Zerr diyorlar ki: "Ellerimize koydu, sustular."
Üçüncü Misâl: Hazret-i Ali ve Hazret-i Câbir ve Hazret-i Âise-i Siddîka'dan nakl-i sahih ile sabittir ki: Dag, tas, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a "Esselâmü aleyke ya Resulallah" diyorlardi. Hazret-i Ali'nin tarîkinda diyor ki: Bidâyet-i nübüvvette,
sh: » (M: 141)
nevâhi-i Mekke'de, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile beraber gezdigimizde, agaç ve tasa rastgeldigimiz vakit, "Esselâmü aleyke yâ Resulallah" diyorlardi. Hazret-i Câbir, tarîkinda der ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm tas ve agaca rastgeldigi vakit, ona secde ediyordular; yani inkiyad edip, "Esselâmü aleyke yâ Resulallah" diyordular. Câbir'in bir rivayetinde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmis: اِنِّى َلاَعْرِفُ حَجَرًا كَانَ يُسَلِّمُ عَلَىَّ Bâzilari demisler ki: O, Hacer-ül Esved'e isarettir. Hazret-i Âise'nin tarîkinda demis: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmis:
لَمَّا اسْتَقْبَلَنِى جَبْرَائِيلُ بِالرِّسَالَةِ جَعَلْتُ لاَ اَمُرُّ بِحَجَرٍ وَلاَ شَجَرٍ اِلاَّ قَالَ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللّهِ
Dördüncü Misâl: Nakl-i sahih ile Hazret-i Abbas'tan haber veriyorlar ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Abbas'i ve dört oglunu (Abdullah, Ubeydullah, Fazl, Kusem) beraber, mülâet denilen bir perde altina alarak, üzerlerine örttü. Dedi:
يَا رَبِّ هذَا عَمِّى وَصِنْوُ اَبِى وَهؤُلاَءِ بَنُوهُ فَاسْتُرْهُمْ مِنَ النَّارِ كَسَتْرِى اِيَّاهُمْ بِمُلاَئَتِى
deyip, dua etti. Birden evin dami ve kapisi ve duvarlari, "Âmîn, Âmîn" diyerek duâya istirak ettiler.
Besinci Misâl: Basta Buhârî, Ibn-i Hibbân, Dâvud, Tirmizî gibi kütüb-ü sahiha müttefikan Hazret-i Enes'ten, Ebu Hüreyre'den, Osman-i Zinnureyn'den, Asere-i Mübessere'den Said Ibn-i Zeyd'den haber veriyorlar ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ebu Bekir-is Siddîk, Ömer-ül Faruk ve Osman-i Zinnureyn ile Uhud Dagi'nin basina çiktilar. Cebel-i Uhud ya onlarin mehabetlerinden veya kendi sürur ve sevincinden lerzeye geldi, kimildandi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman
sh: » (M: 142)
etti ki: اُثْبُتْ يَا اُحُدُ فَاِنَّمَا عَلَيْكَ نَبِىٌّ وَ صِدِّيقٌ وَ شَهِيدَانِ
Su hadîs, Hazret-i Ömer ve Osman sehid olacaklarina bir ihbar-i gaybîdir. Su misâlin tetimmesi olarak nakledilmis ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Mekke'den hicret ettigi ve küffarlar takibe çiktiklari vakit, Sebir namindaki daga çiktilar. Sebir dedi: "Ya Resulallah, benden ininiz! Korkarim, benim üstümde sizi vururlarsa, Allah beni tazib eder. Onun için korkarim." Cebel-i Hira çagirdi: يَا رَسُولَ اللّهِ اِلَىَّ "Bana gel." Bu sir içindir ki, ehl-i kalb, Sebir'de havf ve Hira'da da emniyeti hissederler. Bu misâlden anlasilir ki: O koca daglar, birer müstakil abddir, müsebbihtir ve vazifedardirlar. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'i tanir ve severler; basibos degillerdir.
Altinci Misâl: Nakl-i sahih ile Abdullah Ibn-i Ömer'den haber veriyorlar ki, demis: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm minberde hutbe okurken
وَمَا قَدَرُوا اللّهَ حَقَّ قَدْرِهِ وَاْلاَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَالسَّموَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ
âyetini okudu. Ve dedi:
اِنَّ الْجَبَّارَ يُعَظِّمُ نَفْسَهُ وَيَقُولُ اَنَا الْجَبَّارُ اَنَا الْجَبَّارُ اَنَا الْكَبِيرُ الْمُتَعَالُ dedigi vakit, minber öyle sarsildi ve öyle lerzeye geldi ve titredi, korktuk ki; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'i düsürecek bir derecede sallandi.
Yedinci Misâl: Nakl-i sahih ile, Habr-ül Ümme ve Tercüman-ül Kur'an olan Hazret-i Ibn-i Abbas ve hâdim-i Nebevî ve ulema-i azîme-i Sahâbeden olan Ibn-i Mes'ud'dan haber veriyorlar ki, demisler: Feth-i Mekke gününde, Kâ'be ve etrafinda, tasta rasasla mihlanmis üçyüz altmis sanem vardi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm elinde kavse benzer bir degnekle, o sanemlere birer birer isaret ederek جَاءَ اْلحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ اِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقًا
sh: » (M: 143)
-
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 19. MEKTUP
sh: » (M: 143)
deyip, hangisine isaret etti, yere düstü. Sanemin yüzüne isaret ettiyse, arkasina düser; arkasina isaret ettiyse, yüz üstüne düser ve hâkeza.. sanemler yere yuvarlandilar.
Sekizinci Misâl: Meshur Buheyra-yi Rahib'in meshur kissasidir ki: Nübüvvetten evvel, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, amucasi Ebu Tâlib ve bir kisim Kureysî ile beraber, Sam tarafina ticarete gidiyorlar. Buheyra-yi Rahib'in Kilisesi civarina geldikleri vakit oturdular. Insanlar ile ihtilat etmeyen münzevi Buheyra-yi Rahib birden çikageldi. Kafile içinde Muhammed-ül Emin'i (A.S.M) gördü. Kafileye dedi: "Su Seyyid-ül Âlemîn'dir ve Peygamber olacaktir." Kureysîler dediler: "Neden biliyorsun?" Mübarek rahib dedi ki: Siz gelirken baktim ki, havada üstünüzde bir parça bulut vardi. Siz otururken, su Muhammed-ül Emin (A.S.M.) tarafina bulut meyletti, gölge yapti. Hem görüyordum ki: Tas, agaç ona secde eder gibi bir vaziyet gördüm. Bu ise, nebilere yapilir.
Iste bu sekiz misâl gibi, belki seksen misâl var. Bu sekiz misâl birlestirilse; öyle kopmaz bir zincir olur ki, hiçbir sübhe onu koparamaz ve sarsamaz. Su cins mu'cize umumiyeti itibariyle, yani cemadatin dava-yi nübüvvete delil olarak konusmalari, manevî tevatür hükmünde yakîni ve kat'iyeti ifade eder. Herbir misâl, mecmuun kuvvetinden, kendi kuvvetinden fazla bir kuvvet daha alir. Evet zaîf bir direk, kuvvetli direklerle omuz omuza geldigi vakit, muhkemlesir. Zaîf, kuvvetsiz bir adam, asker olup orduya girse; öyle kuvvetlesir ki, bin adama meydan okur.
ONIKINCI ISARET: Onbirinci Isaretle alâkadar olan üç misal, fakat gayet mühim misâllerdir.
Birinci misâl: وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلكِنَّ اللّهَ رَمَى nass-i kat'îsiyle ve ehl-i tahkik umum müfessirlerin tahkikiyle ve umum ehl-i hadîsin ihbariyla, Gazve-i Bedir'de, su âyet haber veriyor ki; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bir avuç toprak ile küçük taslari aldi, küffar ordusunun yüzüne atti, شَاهَتِ الْوُجُوهُ dedi. شَاهَتِ الْوُجُوهُ kelimesi bir kelâm iken, onlarin herbirinin kulagina gitmesi gibi; o bir avuç toprak dahi, herbir kâfirin gözüne gitti.
sh: » (M: 144)
Herbiri kendi gözü ile mesgul olup, hücumda iken birden kaçtilar.
Hem Gazve-i Huneyn'de, basta Imam-i Müslim olarak ehl-i hadîs haber veriyorlar ki: Gazve-i Huneyn'de -Bedir gibi- küffar, siddetle hücum ederken, yine bir avuç toprak atip, شَاهَتِ الْوُجُوهُ diyerek, herbirinin kulagina bir شَاهَتِ الْوُجُوهُ kelimesi girdigi gibi; biiznillah, herbirinin yüzüne bir avuç toprak gitti. Gözleriyle mesgul olup, kaçtilar. Iste Bedir'de ve Huneyn'deki hârika olan su hâdise, esbab-i âdi ve kudret-i beser dâhilinde olmadigindan, Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyan وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلكِنَّ اللّهَ رَمَى ferman eder. yani "O hâdise, kudret-i beser haricindedir. Kuvve-i beseriye ile degil; belki fevkalâde bir surette, kudret-i Ilâhiye ile olmustur."
Ikinci Misâl: Basta Buharî, Müslim, kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki: Gazve-i Hayber'de bir Yahudi kadini, bir keçiyi biryan yapip pisirmis, gayet müessir bir zehir ile zehirlemis. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a göndermis. Sahâbeler yemeye basladilar. Birden ferman etti: اِرْفَعُوا اَيْدِيَكُمْ انَّهَا اَخْبَرَتْنِى انَّهَا مَسْمُومَةٌ Yani, pisirilen keçi bana der ki: "Ben zehirliyim" diye haber veriyor. Herkes elini çekti. Fakat o siddetli zehirin tesirinden, Bisr Ibn-il Berra', aldigi bir tek lokmadan vefat etti. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o Zeyneb ismindeki kadini çagirdi. Ferman etti: "Neden böyle yaptin?" O menhûse dedi: "Eger peygamber isen, sana zarar vermeyecek; eger padisah isen, insanlari senden kurtarmak için yaptim." Bazi rivayette onu öldürtmemis, bazi tarîkte öldürtmüs. Ehl-i tahkik demis ki: Kendi öldürtmemis; fakat Bisr'in veresesine verilmis, onlar öldürmüsler. Su vak'a-i acibedeki vech-i i'cazi gösterecek iki-üç noktayi dinle:
Birincisi: Bir rivayette var ki, o keçinin kavli haber verdigi vakit, bazi sahabeler de isittiler.
Ikincisi: Hem bir rivayette vardir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü
sh: » (M: 145)
Vesselâm haber verdikten sonra dedi: بِسْمِ اللَّهْ deyiniz, ondan sonra yiyiniz. Zehir daha tesir etmeyecektir." Su rivayeti çendan Ibn-i Hacer-i Askalanî kabul etmemis, fakat baskalari kabul etmisler.
Üçüncüsü: Hem dessas Yahudiler, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a ve mukarrebîn-i Sahâbeye birden darbe vurmak istedikleri halde, birden gaibden haber verilmis gibi, hâdisenin inkisafi ve desiselerinin akîm kalmasi ve o ihbarin ifade ettigi vakia dogru çikmasi ve hiçbir vakit sahâbeleri nazarinda mütehalif bir haberi görülmeyen Zât-i Ahmediyenin "Su keçinin kavli bana söylüyor" demesi; herkesin kulagiyla o keçiden, o sözü isitmesi kadar kanaat-i kat'iyeleri olmus.
Üçüncü Misâl: Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm'in "yed-i beyza" ve "asâ" mu'cizesine nazîre olarak, üç hâdisede bir mu'cize-i Ahmediye:
Birincisi: Hazret-i Imam-i Ahmed Ibn-i Hanbel, Ebî Said-il Hudrî'den tahric ve tashih eder ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Katade Ibn-i Nu'man'a karanlikli, yagmurlu bir gecede bir degnek verir ve ferman eder ki: "Sana lâmba gibi, onar arsin her tarafta isik verecek. Evine gittigin zaman, bir siyah sahis gölge göreceksin. O, seytandir. Onu hanenden çikar, tardet." Katade degnegi alir, gider. Yed-i beyza gibi isik verir. Evine gider; o siyah sahsi görür, tardeder.
Ikincisi: Bir menba'-i garaib olan Gazve-i Kübra-yi Bedir'de, Ukkase Ibn-il Mihsan-il Esedî'nin müsriklerle dögüsürken kilinci kirildi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona kilincina mukabil kalinca bir degnek verdi. Dedi: "Bununla harbet." Birden degnek, biiznillah uzun, beyaz bir kilinç oldu. Onunla harbetti. Hayati mikdarinca, tâ Yemame Harbi'nde sehid oluncaya kadar boynunda tasidi. Su hâdise kat'îdir. Çünki Ukkase bütün hayatinda onunla iftihar etmis ve o kilinç "El-Avn" namiyla meshur olmus. Iste Hazret-i Ukkase'nin iftihari ve kilincin, Avn namiyla, kilinçlarin fevkinde istihari, su hâdisenin iki hüccetidir.
Üçüncüsü: Ibn-i Abd-il Berr gibi bir allâme-i asir ve ehl-i tahkikin büyüklerinden nakl ve tashih ediyorlar ki: Gazve-i
sh: » (M: 146)
Uhud'da Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in halazadesi olan Abdullah Ibn-i Cahs harbederken kilinci kirildi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona bir degnek verdi. O degnek, onun elinde bir kilinç oldu. Onun ile harbetti. O eser-i mu'cize olan kilinç, bâki kaldi. Meshur Ibn-i Seyyid-in Nas siyerinde haber veriyor ki: Bir zaman sonra, Abdullah o kilinci Bugay-i Türkî naminda bir adama, ikiyüz liraya satti. Iste bu iki kilinç Asâ-yi Mûsâ gibi birer mu'cizedir. Fakat Asâ-yi Mûsâ, vefat-i Mûsâ'dan sonra vech-i i'cazi kalmadi. Fakat sunlar bâki kaldilar.
ONÜÇÜNCÜ ISARET: Mu'cizat-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm'in hem mütevatir, hem misâlleri pek çok bir nev'i dahi; hastalar ve yaralilar nefes-i mübarekiyle sifa bulmalaridir. Su nevi mu'cize-i Ahmediye (Aleyhissalâtü Vesselâm); nev'i itibariyle manevî mütevatirdir. Cüz'iyatlari, bir kismi dahi manevî mütevatir hükmündedir. Diger kismi âhâdî ise de, ilm-i hadîsin müdakkik imamlari tashih ve tahric ettikleri için, kanaat-i ilmiye verir. Biz de pek çok misâllerinden, birkaç misâlini zikredecegiz:
Birinci Misâl: Allâme-i Magrib Kadi-yi Iyaz, Sifa-i Serif'inde, ulvî bir an'ane ile ve müteaddid tarîklerle, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in hâdimi ve bir kumandani ve Hazret-i Ömer'in zamaninda ordu-yu Islâmin bas kumandani ve Iran'in fâtihi ve Asere-i Mübessere'den olan Hazret-i Sa'd Ibn-i Ebî Vakkas diyor:
Gazve-i Uhud'da ben Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in yaninda idim. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o gün kavsi kirilincaya kadar küffara oklar atti. Sonra bana oklari veriyordu. "At!" diyordu. Nasl'siz, yani okun uçmasina yardim eden kanatlari olmayan oklari verirdi. Ve bana emrederdi: "At!" Ben de atardim. Kanatli oklar gibi uçardi, küffarin cesedine yerlesirdi. O halde iken, Katade Ibn-i Nu'man'in gözüne bir ok isabet etmis, gözünü çikarip, gözünün hadakasi yüzünün üstüne indi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm mübarek, sifali eliyle onun gözünü alip, eski yuvasina yerlestirip, iki gözünden en güzeli olarak, hiçbir sey olmamis gibi sifa buldu. Su vakia çok istihar etmis. Hattâ Katade'nin bir hafîdi, Ömer Ibn-i Abd-il Aziz'in yanina geldigi vakit, kendini söyle tarif etmis: "Ben öyle bir zâtin hafîdiyim ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onun çikmis gözünü yerine koyup, birden sifa buldu. En güzel göz o olmus."
sh: » (M: 147)
diye, nazm suretinde (Hâsiye) Hazret-i Ömer'e söylemis; onun ile kendini tanittirmis. Hem nakl-i sahih ile haber verilmis ki: Meshur Ebî Katade'nin, Yevm-i Zîkarad denilen gazvede, bir ok mübarek yüzüne isabet etmis. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, mübarek eliyle meshetmis. Ebî Katade der ki: "Kat'iyen ve aslâ ne acisini ve ne de cerahatini görmedim.
Ikinci Misâl: Buharî ve Müslim, kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki: Gazve-i Hayber'de, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Aliyy-i Haydarî'yi bayraktar tayin ettigi halde, Ali'nin gözleri hastaliktan çok agriyordu. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm tiryak gibi tükürügünü gözüne sürdügü dakikada, sifa bularak hiçbir sey kalmadi. Sabahleyin Hayber Kal'asinin pek agir demir kapisini çekip, elinde kalkan gibi tutup, Kal'a-i Hayber'i fethetti. Hem o vakiada, Seleme Ibn-i Ekva'in bacagina kilinç vurulmus, yarilmis. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona nefes edip, birden ayagi sifa bulmus.
Üçüncü Misâl: Basta Nesaî olarak erbab-i Siyer, Osman Ibn-i Huneyf'ten haber veriyorlar ki: Osman diyor ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in yanina bir a'mâ geldi, dedi: "Benim gözlerimin açilmasi için dua et." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona ferman etti:
فَانْطَلِقْ وَتَوَضَّاْ ثُمَّ صَلِّ رَكْعَتَيْنِ وَقُلِ اللّهُمَّ اِنِّى اَسْئَلُكَ وَاَتَوَجَّهُ اِلَيْكَ بِنَبِىِّ مُحَمَّدٍ نَبِىِّ الرَّحْمَةِ يَا مُحَمَّدُ اِنِّى اَتَوَجَّهُ بِكَ اِلَى رَبِّكَ اَنْ يَكْشِفَ عَنْ بَصَرِى اَللّهُمَّ شَفِّعْهُ فِىَّ
O gitti öyle yapti, geldi. Gözü açilmis, güzel görüyormus, gördük.
Dördüncü Misâl: Büyük bir imam olan Ibn-i Veheb haber veriyor ki: Gazve-i Bedr'in ondört sehidinden birisi olan Muavviz Ibn-i Afra', Ebu Cehil ile dögüsürken; Ebu Cehil-i Lâin, o kahramanin
-
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 19. MEKTUP
(Hâsiye):
اَنَا ابْنُ الَّذِى سَالَتْ عَلَى الْخَدِّ عَيْنُهُ *
فَرُدَّتْ بِكَفِّ الْمُصْطَفَى اَحْسَنَ الرَّدِّ
فَعَادَتْ كَمَا كَانَتْ ِلاَوَّلِ اَمْرِهَا * فَيَا حُسْنَ مَا عَيْنٍ وَيَا حُسْنَ مَا رَدٍّ
sh: » (M: 148)
bir elini kesmis. O da öteki eliyle elini tutup, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in yanina gelmis. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onun elini yine yerine yapistirdi, tükürügünü ona sürdü; birden sifa buldu. Yine harbe gitti, sehid oluncaya kadar harbetti. Hem yine Imam-i Celil Ibn-i Veheb haber veriyor ki: O gazvede Hubeyb Ibn-i Yesaf'in omuz basina bir kilinç vurulmus ki, bir sakki ayrilmis gibi dehsetli bir yara açilmis. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onun kolunu omuzuna eliyle yapistirmis, nefes etmis; sifa bulmus. Iste su iki vakia, çendan âhâdîdir ve haber-i vâhiddir; fakat Ibn-i Veheb gibi bir imam tashih etse, Gazve-i Bedir gibi bir menba'-i mu'cizat olan bir gazvede olsa, hem bu iki vakiayi andiracak çok misaller bulunsa; elbette su iki vakia, kat'î ve vakidir denilebilir.
Iste ehadîs-i sahiha ile sübut bulan belki bin misâl var ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in mübarek eli ona sifa olmus.
sh: » (M: 149)
BU PARÇA ALTIN VE ELMAS ILE YAZILSA LIYAKATI VAR
Evet sâbikan bahsi geçmis: Avucunda küçük taslarin zikir ve tesbih etmesi; وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ sirriyla ayni avucunda, küçücük tas ve toprak, düsmana top ve gülle hükmünde onlari inhizama sevketmesi; وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ nassi ile ayni avucunun parmagiyla Kamer'i iki parça etmesi; ve ayni el, çesme gibi on parmagindan suyun akmasi ve bir orduya içirmesi; ve ayni el, hastalara ve yaralilara sifa olmasi, elbette o mübarek el, ne kadar hârika bir mu'cize-i kudret-i Ilâhiye oldugunu gösterir. Güya ahbab içinde o elin avucu küçük bir zikirhane-i Sübhanîdir ki, küçücük taslar dahi içine girse, zikir ve tesbih ederler. Ve a'daya karsi küçücük bir cephane-i Rabbanîdir ki; içine tas ve toprak girse, gülle ve bomba olur. Ve yaralilar ve hastalara karsi küçücük bir eczahane-i Rahmanîdir ki, hangi derde temas etse derman olur. Ve celâl ile kalktigi vakit, Kamer'i parçalayip Kab-i Kavseyn seklini verir; ve cemâl ile döndügü vakit, âb-i kevser akitan on musluklu bir çesme-i rahmet hükmüne girer. Acaba böyle bir zâtin bir tek eli, böyle acib mu'cizata mazhar ve medar olsa; o zâtin Hâlik-i Kâinat yaninda ne kadar makbul oldugu ve davasinda ne kadar sâdik bulundugu ve o el ile biat edenler, ne kadar bahtiyar olacaklari, bedahet derecesinde anlasilmaz mi?..
sh: » (M: 150)
Bir Suâl: Deniliyor ki: Sen çok seylere mütevatir dersin, halbuki biz onlarin çogunu yeni isitiyoruz. Mütevatir birsey böyle gizli kalmaz?
Elcevap: Ulema-i Seriat yaninda çok mütevatir ve bedihî seyler var ki, onlardan olmayana göre meçhuldür. Ehl-i hadîs yaninda da çok mütevatir var, sairlerin yaninda âhâdî de olmuyor ve hâkeza... Her fennin ehl-i ihtisasi, o fenne göre bedihiyati, nazariyati beyan edilir. Umum halk ise, o fennin ehl-i ihtisasina itimad eder, teslim olur veya içine girer, görür. Simdi haber verdigimiz hakikî mütevatir veya manevî mütevatir veya tevatür hükmünde kat'iyeti ifade eden vakialar, hem ehl-i hadîs, hem ehl-i seriat, hem ehl-i Usûlüddin, hem ekser tabakat-i ulemada hükmünü öyle göstermis. Gaflette bulunan avam veya gözünü kapayan nâdanlar bilmezlerse, kabahat onlara aittir.
Besinci Misâl: Imam-i Bagavî tahrici ve tashihi ile haber veriyor ki: Aliyy-ibn-il Hakem'in Gazve-i Hendek'te küffarin darbesiyle ayagi kirildi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm meshetti. Dakikasinda öyle sifa buldu ki, atindan inmedi.
Altinci Misâl: Basta Imam-i Beyhakî, ehl-i hadîs haber veriyorlar ki: Imam-i Ali gayet hasta idi. Izdirabindan kendi kendine duâ edip inliyordu. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm geldi, dedi: اَللّهُمَّ اشْفِهِ Ve ayagiyla Hazret-i Ali'ye dokundu, "Kalk!" dedi. Birden sifa buldu. Imam-i Ali der ki: "Ondan sonra o hastaligi hiç görmedim."
Yedinci Misâl: Sürehbil-el Cu'fî'nin meshur kissasidir ki: Avucunda etten bir ur vardi ki, kilinci ve atin dizginini tutamiyordu. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm avucundaki uru meshetti ve mübarek eliyle ogdu. O urdan hiçbir eser kalmadi.
Sekizinci Misâl: Alti çocugun herbiri ayri ayri birer mu'cize-i Ahmediyeye mazhar oldu.
Birincisi: Ibn-i Ebî Seybe (muhakkik-i kâmil ve muhaddis-i meshur) haber veriyor ki: Bir kadin bir çocugu, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in yanina getirdi. O çocukta bir belâ vardi, konusmuyordu, aptal idi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm
sh: » (M: 151)
bir su ile mazmaza etti, elini yikadi. O suyu kadina verdi, çocuga içirsin ferman etti. Çocuk o suyu içtikten sonra, hastaligindan ve belâsindan bir sey kalmadi. Öyle bir akil ve kemal sahibi oldu ki, ukalâ-yi nâsin fevkine çikti.
Ikincisi: Nakl-i sahih ile, Hazret-i Ibn-i Abbas demis ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a mecnun bir çocuk getirildi. Mübarek elini onun gögsüne koydu; birden çocuk istifra etti. Içinden küçük hiyar kadar siyah bir sey çikti, çocuk sifa bulup gitti.
Üçüncüsü: Imam-i Beyhakî ve Nesaî nakl-i sahih ile haber veriyorlar ki: Muhammed Ibn-i Hâtib isminde bir çocugun koluna kaynayan tencere dökülmüs, bütün kolunu yakmis. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm meshedip tükürügünü sürdü, dakikasinda sifa buldu.
Dördüncüsü: Büyümüs fakat lisani yok, büyükçe bir çocuk Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in yanina geldi. Çocuga ferman etmis: "Ben kimim?" Hiç konusmayan dilsiz çocuk, اَنْتَ رَسُولُ اللّهِ deyip tekellüme baslamis.
Besinci çocuk: Âlem-i yakazada Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'la mükerrer surette müserref olan Celâleddin-i Süyutî ve asrin imami tahric ve tashih ile Mübarek-ül Yemame ismiyle meshur bir zâti, daha yeni dünyaya geldigi vakit, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in yanina getirmisler. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona müteveccih olmus. Çocuk tekellüme baslamis, اَشْهَدُ اَنَّكَ رَسُولُ اللّهِ demis. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm "Bârekâllah" demis. Çocuk ondan sonra büyüyünceye kadar daha konusmamis. O çocuk, bu mu'cize-i Ahmediyeye ve "Bârekâllah" duâ-yi Nebevîsine mazhar oldugundan, "Mübarek-ül Yemame" ismiyle söhret bulmus.
Altinci çocuk: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm namaz kilarken, hirçin bir çocuk, namazini kat'edip geçtiginden, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm اَللّهُمَّ اقْطَعْ اَثَرَهُ demis. Ondan sonra çocuk daha yürümemis öyle kalmis, hirçinliginin cezasini bulmus.
sh: » (M: 152)
Yedinci çocuk: Çocuk tabiatinda hayâsiz bir kadin, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm yemek yerken lokma istemis, vermis. Demis: "Yok, senin agzindakini istiyorum." Onu da vermis. O gayet hayâsiz kadin, o lokmayi yedikten sonra, en hayâli kadin ve Medine kadinlarinin fevkinde bir hayâ sahibi oldu.
Iste bu sekiz misâl gibi, seksen degil, belki sekizyüz misâlleri var. Çogu kütüb-ü Siyer ve ehadîste beyan edilmistir. Evet Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in mübarek eli Hakîm-i Lokman'in bir eczahanesi gibi ve tükürügü Hazret-i Hizir'in âb-i hayat çesmesi gibi ve nefesi Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm'in nefesi gibi meded-res ve sifa-resan olsa ve nev'-i beser çok musibet ve belalara giriftar olsa; elbette Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a hadsiz müracaatlar olmus. Hastalar, çocuklar, mecnunlar pek kesretli gelmisler, cümlesi sifa bulup gitmisler. Hattâ kirk defa haceden ve kirk sene sabah namazini yatsi abdestiyle kilan, Tâbiînin azîm imamlarindan ve çok sahâbelerle görüsen, Taus denilen Ebu Abdurrahman-il Yemanî, kat'iyen haber verir ve hükmeder ve demis ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a ne kadar mecnun gelmisse, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm sinesine elini koymus ise, kat'iyyen sifa bulmustur; sifa bulmayan kalmamis.
Iste Asr-i Saadete yetismis böyle bir imam, böyle kat'î ve küllî hükmetmisse; elbette ona gelen hiçbir hasta kalmamis ki, illâ sifa bulmus. Mâdem sifa bulmus, elbette müracaatlar binler olacaktir.
-
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 19. MEKTUP
ONDÖRDÜNCÜ ISARET: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in enva'-i mu'cizatindan bir nev'-i azîmi, duâsiyla zâhir olan hârikalardir. Evet su nevi, kat'î ve hakikî mütevatirdir. Cüz'iyat ve misâlleri o kadar çoktur ki, hesab edilmez. Misâllerin çoklari var ki, onlar da mütevatir derecesine çikmislar. Belki tevatüre yakin meshur olmuslar. Bir kismini öyle imamlar nakletmis ki, meshur mütevatir gibi, kat'iyeti ifade eder. Biz su pek çok misâllerinden, tevatüre yakin ve meshur derecesinde müntesir bazi misâlleri, nümune olarak ve her misâlinde birkaç cüz'iyatini zikredecegiz:
Birinci Misâl: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in yagmur duâsi, tevatür derecesinde ve çok defa tekrar ile, daima sür'atle kabul olmasi, basta Imam-i Buharî ve Imam-i Müslim, Eimme-i
sh: » (M: 153)
Hadîs nakletmisler. Hattâ bazi defa minber-i serif üstünde, yagmur duâsi için elini kaldirip, indirmeden yagmis. Sâbikan zikrettigimiz gibi, bir-iki defa ordu susuz kaldigi vakit bulut geliyordu, yagmur veriyordu. Hattâ nübüvvetten evvel, cedd-i nebî Abdülmuttalib, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in küçüklük zamaninda mübarek yüzüyle yagmur duâsina giderdi. Onun yüzü hürmetine gelirdi ki; o hâdise, Abdülmuttalib'in bir siiri ile istihar bulmus. Hem vefat-i Nebevîden sonra, Hazret-i Ömer, Hazret-i Abbas'i vesile yapip demis: "Yâ Rab! Bu senin habibinin amucasidir. Onun yüzü hürmetine yagmur ver." Yagmur gelmis.
Hem Imam-i Buharî ve Müslim haber veriyorlar ki: Yagmur için duâ taleb edildi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm duâ etti. Yagmur öyle geldi ki, mecbur oldular: "Aman duâ et, kesilsin." Duâ etti, birden kesildi.
Ikinci Misâl: Tevatüre yakin meshurdur ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Sahâbe ve îmana gelenler daha kirka vâsil olmadan ve gizli ibadet etmekte iken duâ etti:
اَللّهُمَّ اَعِزَّ اْلاِسْلاَمَ بِعُمَرِ ابْنِ الْخَطَّابِ اَوْ بِعَمْرِو ابْنِ الْهِشَامِ Bir-iki gün sonra, Hazret-i Ömer Ibn-il Hattab îmana geldi ve Islâmiyeti ilân ve i'zaz etmeye vesile oldu. "Faruk" ünvan-i âlîsini aldi.
Üçüncü Misâl: Bazi Sahâbe-i güzine, ayri ayri maksadlar için duâ etmis. Duâsi öyle parlak bir surette kabul olmus ki, o kerâmet-i duâiye, mu'cize derecesine çikmis. Ezcümle, basta Buharî ve Müslim haber veriyorlar ki: Ibn-i Abbas'a söyle duâ etmis: اَللّهُمَّ فَقِّهْهُ فِى الدِّينِ وَعَلِّمْهُ التَّاْوِيلَ Duâsi öyle makbul olmus ki; Ibn-i Abbas, Tercüman-ül Kur'an ünvan-i zîsanini ve Habr-ül Ümme, yani allâme-i ümmet rütbe-i âlîsini kazanmis. Hattâ çok genç iken, Hazret-i Ömer, onu ulemâ ve kudemâ-yi sahâbe meclisine aliyordu.
Hem basta Imam-i Buharî, ehl-i kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki: Enes'in validesi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a niyaz etmis ki: "Senin hâdimin olan Enes'in evlâd ve mali hakkinda bereket ile duâ et." O da duâ etmis:
sh: » (M: 154)
اَللّهُمَّ اكْثِرْ مَالَهُ وَوَلَدَهُ وَبَارِكْ لَهُ فِيمَا اَعْطَيْتَهُ demis. Hazret-i Enes âhir ömründe kasem ile ilân ediyor ki: "Ben kendi elimle yüz evlâdimi defnetmisim. Benim malim ve servetim itibariyle de, hiçbirisi benim gibi mes'ud yasamamis. Benim malimi görüyorsunuz ki pek çoktur. Bunlar, bütün duâ-yi Nebeviyenin bereketindendir."
Hem basta Imam-i Beyhakî, ehl-i hadîs haber veriyorlar ki: Asere-i Mübessere'den Abdurrahman Bin Avf'a, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm kesret-i mal ve bereketle duâ etmis. O duânin bereketiyle o kadar servet kazanmis ki, bir defa yedi yüz deveyi yükleriyle beraber "fîsebilillah" tasadduk etmis. Iste duâ-yi Nebeviyenin bereketine bakiniz, "Bârekâllah" deyiniz.
Hem Imam-i Buharî basta olarak râviler naklediyorlar ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Urve Ibn-i Ebî Ca'de'ye ticarette kâr ve kazanç için bereketle duâ etmis. Urve diyor ki: Ben bazi Kûfe çarsisinda duruyordum, bir günde kirkbin kazaniyordum, sonra evime dönüyordum. Imam-i Buharî der ki: "Topragi da eline alsa, onda bir kazanç bulurdu."
Hem Abdullah Ibn-i Ca'fer'e, kesret-i mal ve bereket için dua etmis. Hazret-i Abdullah Ibn-i Ca'fer, o derece servet kazanmis ki, o asirda söhretgîr olmus. O bereket-i duâ-yi Nebevî ile hasil olan serveti kadar, sehavetle de istihar etmis. Bu neviden çok misâller var. Nümune için bu dört misâlle iktifa ediyoruz.
Hem basta Imam-i Tirmizî, haber veriyor ki: Sa'd Ibn-i Ebî Vakkas için Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dua etmis: اَللّهُمَّ اَجِبْ دَعْوَتَهُ demis. Sa'd'in duâsinin kabulü için duâ etmis. O asirda, Sa'd'in bedduâsindan herkes korkuyordu. Duâsinin kabulü de söhret buldu.
Hem meshur Ebu Katade'ye ferman etmis:
اَفْلَحَ اللّهُ وَجْهَكَ اَللّهُمَّ بَارِكْ لَهُ فِى شَعْرِهِ وَ بَشَرِهِ diye, genç kalmasina dua etmis. Ebu Katade yetmis yasinda vefat ettigi vakit onbes yasinda bir genç gibi oldugu, nakl-i sahih ile söhret bulmus.
sh: » (M: 155)
Hem meshur sâir Nâbiga'nin kissa-i meshuresidir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in yaninda bir siirini okumus. Su fikra:
بَلَغْنَا السَّمَاءَ مَجْدُناَ وَسَنَائُنَا { وَ اِنَّا نُرِيدُ فَوْقَ ذلِكَ مَظْهَرًا
Yani: "Serefimiz göge çikti, biz daha üstüne çikmak istiyoruz!" Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, mülâtafe suretinde ferman etti: اِلَى اَيْنَ يَا اَبَا لَيْلاَ Dedi:
اِلَى الْجَنَّةِ يَا رَسُولَ اللّهِ Yani: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm lâtife olarak dedi: "Gökten öbür tarafa nereyi istiyorsun ki, siirinde orayi niyet ediyorsun?" Nâbiga dedi: "Göklerin fevkinde Cennet'e gitmek istiyoruz." Sonra bir manidar siirini daha okudu. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm duâ etti: لاَ يَفْضُضِ اللّهُ فَاكَ Yani, "Senin agzin bozulmasin." Iste o duâ-yi Nebevînin bereketiyle, o Nâbiga yüzyirmi yasinda bir disi noksan olmadi. Hattâ bâzi bir disi düstügü vakit, yerine bir daha geliyordu.
Hem nakl-i sahih ile Imam-i Ali için duâ etmis ki: اَللّهُمَّ اكْفِهِ الْحَرَّ وَالْقَرَّ Yani: "Ya Rab! Soguk ve sicagin zahmetini ona gösterme." Iste su duâ bereketiyle, Imam-i Ali kista yaz libasini giyerdi, yazda kis libasini giyerdi. Der idi ki: O duânin bereketiyle hiçbir soguk ve sicagin zahmetini çekmiyorum.
Hem Hazret-i Fâtima için duâ etmis: اَللّهُمَّ لا تُجِعْهَا Yani: "Açlik elemini ona verme." Hazret-i Fâtima der ki: "O duâdan sonra açlik elemini görmedim."
Hem Tufeyl Ibn-i Amr, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'dan bir mu'cize istedi ki, götürüp kavmine göstersin. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, اَللّهُمَّ نَوِّرْ لَهُ demis. Iki gözü ortasinda bir nur zuhur etmis. Sonra degnegi ucuna naklolmus. Bunun ile "Zinnur" diye istihar bulmus. Iste bu vakialar, ehadîs-i meshuredendir ki, kat'iyet peyda etmisler.
Hem Ebû Hüreyre, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a
sh: » (M: 156)
sekva etmis ki, "Nisyan bana âriz oluyor." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmis, bir mendil seklinde bir sey açmis. Sonra mübarek avucu ile gaibden birsey alir gibi, öyle avucunu oraya bosaltmis. Iki-üç defa öyle yaparak Ebu Hüreyre'ye demis: "Simdi mendili topla." Toplamis. Bu sirr-i mânevî-i duâ-yi Nebevî ile Ebû Hüreyre kasem eder ki: "Ondan sonra hiçbir sey unutmadim." Iste bu vakialar, ehadîs-i meshuredendirler.
Dördüncü Misâl: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in bedduâsina mazhar olmus birkaç vakiayi beyan ederiz:
Birincisi: Perviz denilen Fars padisahi, name-i Nebeviyeyi yirtmis. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a haber geldi. Söyle bedduâ etti: اَللّهُمَّ مَزِّقْهُ "Yâ Rab! Nasil mektubumu paraladi, sen de onu ve onun mülkünü parça parça et." Iste su bedduânin tesiriyledir ki; o Kisra Perviz'in oglu Sirviye, hançer ile onu paraladi. Sa'd Ibn-i Ebî Vakkas da, saltanatini parça parça etti. Sasaniye Devleti'nin hiçbir yerde sevketi kalmadi. Fakat Kayser ve sair melikler, name-i Nebeviyeye hürmet ettikleri için, mahvolmadilar.
Ikincisi: Tevatüre yakin meshurdur ve âyât-i Kur'aniye isaret ediyor ki: Bidayet-i Islâmda Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Mescid-ül Haram'da namaz kilarken; rüesa-yi Kureys toplandilar, ona karsi gayet bed bir muamele ettiler. O da, o vakit onlara bedduâ etti. Ibn-i Mes'ud der ki: Kasem ederim, o bed muameleyi yapan ve onun bedduâsina mazhar olanlarin, Gazve-i Bedir'de birer birer lâselerini gördüm.
Üçüncüsü: Mudariye denilen Arabin büyük bir kabilesi, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'i tekzib ettikleri için, onlara kaht ile beddua etti. Yagmur kesildi, kaht u galâ basgösterdi. Sonra Mudariye kavminden olan Kabile-i Kureys, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a iltimas ettiler. Duâ etti; yagmur geldi, kahtlik kalkti. Bu vakia tevatür derecesinde meshurdur.
Besinci Misâl: Hususî adamlara bedduâsinin dehsetli kabulüdür. Bunun çok misalleri var. Kat'î üç misâli nümune olarak beyan ederiz:
Birincisi: Utbe Ibn-i Ebî Leheb hakkinda söyle bedduâ etti:
اَللّهُمَّ سَلِّطْ عَلَيْهِ كَلْبًا مِنْ كِلاَبِكَ Yani: "Yâ Rab!. Ona bir
sh: » (M: 157)
-
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 19. MEKTUP
sh: » (M: 157)
itini musallat et." Sonra Utbe sefere giderken, bir arslan gelip, kafile içinde onu arayip bulmus, parçalamis. Su vakia meshurdur. Eimme-i hadîs, nakl ve tashih etmisler.
Ikincisi: Muhallim Ibn-i Cüsame'dir ki, Âmir Ibn-i Azbat'i gadr ile katletmisti. Halbuki Âmir'i Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onu cihad ve harb için kumandan edip, bir bölük ile göndermisti. Muhallim de beraberdi. Bu gadrin haberi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a yetistigi vakit hiddet etmis. اَللّهُمَّ لاَ تَغْفِرْ لِمُحَلِّمِ diye bedduâ buyurmus. Yedi gün sonra o Muhallim öldü. Kabre koydular, kabir disariya atti. Kaç defa koydularsa yer kabul etmedi. Sonra mecbur oldular; iki tas ortasinda muhkemce bir duvar yapilmis, o surette yer altinda setredilmis.
Üçüncüsü: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm görüyordu bir adam sol eliyle yemek yer. Ferman etmis: كُلْ بِيَمِينِكَ "Sag elinle ye." demis. O adam demis: لاَ اَسْتَطِيعُ "Sag elimle yapamiyorum." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm demis: لاَ اسْتَطَعْتَ diye bedduâ etmis. "Kaldiramayacaksin." Iste ondan sonra o adam sag elini hiç kaldiramamis.
Altinci Misâl: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in hem duâsi, hem temasindan zuhur eden pek çok hârikalarindan, kat'iyet kesbetmis birkaç hâdiseyi zikredecegiz:
Birincisi: Hazret-i Hâlid Ibn-i Velid'e (Seyfullah'a) birkaç saçini verip, nusretine duâ etmis. Hazret-i Hâlid, o saçlari külâhinda hifzetmis. Iste o saç ve duânin bereketi hürmetine, hiçbir harbe girmemis illâ muzaffer çikmis.
Ikincisi: Selman-i Farisî, evvelce Yahudilerin abdi imis. Onun seyyidleri, onu âzad etmek için çok seyler istediler. "Üçyüz hurma fidanini dikip meyve verdikten sonra, kirk okiyye altun vermekle âzad edilirsin" dediler. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a geldi, beyan-i hâl etti. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm kendi eliyle, Medine civarinda üçyüz fidani dikti. Yalniz bir tanesini
sh: » (M: 158)
baskasi dikti. O sene zarfinda, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in diktigi bütün fidanlar meyve verdi. Yalniz bir tek baskasi dikmisti, o tek meyve vermedi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onu çikardi, yeniden dikti. O da meyve verdi. Hem tavuk yumurtasi kadar bir altunu, agzinin tükürügünü ona sürdü, dua etti, Selman'a verdi. Dedi: "Git Yahudilere ver." Selman-i Farisî gidip o altundan kirk okiyyeyi onlara verdi; o tavuk yumurtasi kadar olan altun, eskisi gibi bâki kaldi. Iste su vakia, Hazret-i Selman-i Pâk'in sergüzeste-i hayatinin en mühim bir hâdise-i mu'cizekâranesidir. Muteber ve mevsuk imamlar haber vermisler.
Üçüncüsü: Ümm-ü Mâlik isminde bir sahâbiye, "ukke" denilen küçük bir yag tulumundan, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a yag hediye ederdi. Bir defa Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona duâ edip ukkeyi vermis; ferman etmis ki: "Onu bosaltip sikmayiniz." Ümm-ü Mâlik ukkeyi almis. Ne vakit evlâdlari yag isterlerse, bereket-i dua-yi Nebevî ile ukkede yag bulurlardi. Hayli zaman devam etti. Sonra siktilar, bereket kesildi.
Yedinci Misâl: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in duâsiyla ve temasiyla, sularin tatlilasmasi ve güzel koku vermesinin çok hâdiseleri var. Iki-üç taneyi, nümune olarak beyan ederiz:
Birincisi: Imam-i Beyhakî basta, ehl-i hadîs haber veriyorlar ki: Bi'r-i Kubâ denilen kuyunun suyu bâzi kesiliyordu. Yani bitiyordu. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm abdest suyunu içine koyup duâ ettikten sonra, kesretle devam etti, daha hiç kesilmedi.
Ikincisi: Basta Ebu Nuaym Delail-i Nübüvvet'te, ehl-i hadîs haber veriyorlar ki: Enes'in evindeki kuyuya, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm tükürügünü içine atip duâ etmis, Medine-i Münevvere'de en tatli su o olmus.
Üçüncüsü: Ibn-i Mâce haber veriyor ki: Mâ-i Zemzem'den bir kova su, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a getirdiler. Bir parça agzina aldi, kovaya bosaltti. Kova misk gibi râyiha verdi.
Dördüncüsü: Imam-i Ahmed Ibn-i Hanbel haber veriyor ki: Bir kuyudan, bir kova su çikardilar. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm içine agzinin suyunu akitip kuyuya bosalttiktan sonra, misk gibi râyiha vermege basladi.
sh: » (M: 159)
Besincisi: Ricalullahtan ve Imam-i Müslim ve ülema-i Magrib'in mûtemedi ve makbûlü olan Hammad Ibn-i Seleme haber veriyor ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm deriden bir tuluga su doldurup agzina üflemis, duâ etmis. Bagladi, bir kisim sahâbeye verdi. "Agzini açmayiniz! Yalniz abdest aldiginiz vakit açiniz." demis. Gitmisler, abdest almak vaktinde agzini açmislar. Görüyorlar ki, hâlis bir süt, agzinda da kaymak yag. Iste bu bes cüz'ü; bazilari meshur, bazi da mühim imamlar naklediyorlar. Bunlar ve burada nakledilmeyenlerle mecmuu; manevî tevatür gibi bir mu'cize-i mutlakanin tahakkukunu gösteriyorlar.
Sekizinci Misâl: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in mesh ve duâsiyla, sütsüz ve kisir keçilerin mübarek elinin temasiyla ve duâsiyla sütlü, hem çok sütlü olmalari misâlleri ve cüz'iyatlari çoktur. Biz yalniz meshur ve kat'î iki-üç misâli, nümune olarak zikrediyoruz:
Birincisi: Ehl-i Siyer'in bütün muteber kitablari haber veriyorlar ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ebu Bekir-is Siddîk ile beraber hicret ederken, Âtiket Bint-il Huzaiyye denilen Ümm-ü Ma'bed hanesine gelmisler. Gayet zaîf, sütsüz, kisir bir keçi orada vardi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ümm-ü Ma'bed'e ferman etti: "Bunda süt yok mudur?" Ümm-ü Ma'bed demis ki: "Bunun vücudunda kan yoktur, nereden süt verecek?" Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm gidip o keçinin beline elini sürmüs, memesini de meshetmis, duâ etmis. Sonra demis: "Kab getiriniz, saginiz!" Sagdilar. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ebu Bekir-is Siddîk ile içtikten sonra, o hane halki da doyuncaya kadar içmisler. O keçi kuvvetlenmis, öyle de mübarek kalmis.
Ikincisi: Sât-i Ibn-i Mes'ud'un meshur kissasidir ki: Ibn-i Mes'ud Islâm olmadan evvel, bazilarin çobani idi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Ebu Bekir-is Siddîk ile beraber, Ibn-i Mes'ud'un keçileriyle bulundugu yere gitmisler. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ibn-i Mes'ud'dan süt istemis. O da demis: "Keçiler benim degil, baskasinin malidirlar." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm demis: "Kisir, sütsüz bir keçi bana getir." O da iki senedir teke görmemis bir keçi getirdi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm eliyle onun memesini meshedip duâ etmis. Sonra sagmislar, hâlis bir süt almislar, içmisler. Ibn-i
sh: » (M: 160)
Mes'ud bu mu'cizeyi gördükten sonra îman etmis.
Üçüncüsü: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in murdiasi yani süt annesi olan Halime-i Sa'diye'nin keçilerinin kissa-i meshuresidir ki; o kabilede bir derece kahtlik vardi. Hayvanat zaîf ve sütsüz oluyordular ve tok oluncaya kadar yemiyorlardi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm oraya, süt annesinin yanina gönderildigi zaman, onun bereketiyle, Halime-i Sa'diye'nin keçileri, aksam vakti baskalarinin hilafina olarak, hem tok ve memeleri dolu olarak geliyorlardi. Iste bunun gibi Siyer kitablarinda daha baska cüz'iyatlari var; fakat bu nümuneler, asil maksada kâfidir.
Dokuzuncu Misâl: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, bazi zâtlarin basini ve yüzünü mübarek eliyle meshedip duâ ettikten sonra, zâhir olan hârikalarin çok cüz'iyatindan istihar bulmus birkaçini nümune olarak beyan ediyoruz:
Birincisi: Ömer Ibn-i Sa'd'in basina elini sürmüs, duâ etmis. Seksen yasinda o adam, o duânin bereketiyle öldügü vakit basinda beyaz yoktu.
Ikincisi: Kays Ibn-i Zeyd'in basina elini koyup, meshedip duâ etmis. O duânin bereketiyle, yüz yasina girdigi vakit, meshin tesiriyle, bütün basi beyaz, yalniz Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in elini koydugu yer simsiyah olarak kalmis.
Üçüncüsü: Abdurrahman Ibn-i Zeyd Ibn-il Hattab hem küçük, hem çirkin idi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm eli ile basini meshedip duâ etmis. O duânin bereketiyle; kametçe en bâlâ kamet ve suretçe en güzel bir surete girmis.
Dördüncüsü: Âiz Ibn-i Amr'in Gazve-i Huneyn'de yüzü yaralanmis. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, eliyle yüzündeki kani silmis. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in elinin temas ettigi yer, parlak bir nuraniyet vermis ki, muhaddisler كَغُرَّةِ الْفَرَسِ tabir etmisler. Yani, doru atin alnindaki beyaz gibi, temas yeri öyle parliyordu.
-
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 19. MEKTUP
Besincisi: Katade Ibn-i Selman'in yüzüne elini sürmüs, duâ etmis. Katade'nin yüzü ayna gibi parlamaga baslamis.
sh: » (M: 161)
Altincisi: Ümm-ül Mü'minîn Ümm-ü Seleme'nin kizi ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in üvey kizi Zeyneb'e, küçükken Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onun yüzüne abdest suyu atip taltif etmis. O suyun temasindan sonra, Zeyneb'in hüsn ü cemali acib suret almis, bedi'-ül cemal olmus.
Iste su cüz'iyatlar gibi daha çok misâller var. Onlarin çogunu eimme-i hadîs nakletmisler. Bu cüz'iyatin herbirini, haber-i vâhid ve zaîf farzetsek dahi, yine mecmuu manevî bir tevatür hükmünde, mutlak bir mu'cize-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm'i gösterir. Çünki bir hâdise, ayri ayri ve çok suretlerle nakledilse, asil hâdisenin vukuu kat'î olur. Suretlerin herbiri zaîf dahi olsa, yine asil hâdiseyi isbat ediyor. Meselâ:
Bir gürültü isitildi. Bazilar dediler ki, filân ev harab oldu; digeri, baska ev harab oldu dedi; daha baskasi, baska bir evi söyledi ve hâkeza... Herbir rivayet, haber-i vâhid de, zaîf de, hilaf-i vâki de olabilir. Fakat asil vakia ki: Bir ev harab olmus, o kat'îdir; onda bütün müttefiktirler. Halbuki bahsettigimiz su alti cüz'iyat; hem sahihtirler, hem bazilari söhret derecesine çikmislar. Faraza bunlarin herbirini zaîf addetsek, temsilde mutlak bir hane harab olmasi gibi, yine cüz'iyatin mecmuunda, mutlak bir mu'cize-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm'in vücudunu kat'iyen gösterir.
Iste Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in mu'cizat-i bâhiresi, her bir nevide kat'î olarak mevcuddur. Cüz'iyati dahi, o küllî ve mutlak mu'cizenin suretleri veyahut nümuneleridir. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in nasilki eli, parmaklari, tükürügü, nefesi, sözü yani duâsi çok mu'cizatin mebdei oluyor. Aynen öyle de, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in sair letaifi ve duygulari ve cihazati, çok hârikalara medardir. Kütüb-ü Siyer ve Tarih, o hârikalari beyan etmisler; sîret ve suret ve duygularinda, çok delail-i nübüvvet bulundugunu göstermisler.
ONBESINCI ISARET: Nasilki taslar, agaçlar, Kamer, Günes onu taniyorlar; birer mu'cizesini göstermekle, nübüvvetini tasdik ediyorlar. Öyle de: Hayvanat taifesi, ölüler taifesi, cinler taifesi, melâikeler taifesi o Zât-i Mübarek'i taniyorlar ve nübüvvetini tasdik ediyorlar ki; onlar, onu tanidiklarini, herbir taifesi, bazi mu'cizatini göstermekle gösteriyorlar ve nübüvvetinin tasdikini ilân ediyorlar. Su Onbesinci Isaret'in üç su'besi var:
sh: » (M: 162)
Birinci Su'besi: Hayvanat cinsi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'i taniyorlar ve mu'cizatini da izhar ediyorlar. Su su'benin çok misâlleri var. Biz yalniz burada, meshur ve manevî tevatür derecesinde kat'î olmus veya muhakkikîn-i eimmenin makbulü olmus veya ümmet telakki-i bilkabul etmis olan bir kisim hâdiseleri, nümune olarak zikredecegiz:
Birinci Hâdise: Manevî tevatür derecesinde bir söhretle, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Ebu Bekir-is Siddîk ile, küffarin takibinden kurtulmak için tahassun ettikleri Gâr-i Hira'nin kapisinda, iki nöbetçi gibi iki güvercin gelip beklemeleri ve örümcek dahi perdedar gibi, hârika bir tarzda, kalin bir ag ile magara kapisini örtmesidir. Hattâ rüesa-yi Kureys'ten, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in eli ile Gazve-i Bedir'de öldürülen Übeyy Ibn-i Halef magaraya bakmis. Arkadaslari demisler: "Magaraya girelim." O demis: "Nasil girelim? Burada bir ag görüyorum ki, Hazret-i Muhammed tevellüd etmeden bu ag yapilmis gibidir. Bu iki güvercin iste orada duruyor, adam olsa orada dururlar mi?" Iste bunun gibi, mübarek güvercin taifesi, Feth-i Mekke'de dahi Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in basi üzerinde gölge yaptiklarini, Imam-i Celil Ibn-i Veheb naklediyor. Hem nakl-i sahih ile Hazret-i Âise-i Siddîka haber veriyor ki: Güvercin gibi, Dâcin denilen bir kus hanemizde vardi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hazir olsa idi hiç debelenmezdi, sükûtla dururdu. Ne vakit Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm çiksa idi, o kus baslardi harekete; giderdi gelirdi, hiç durmuyordu. Demek o kus, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'i dinliyordu, huzurunda temkin ile sükût ederdi.
Ikinci Hâdise: Bes-alti tarîkle manevî bir tevatür hükmünü almis kurt hâdisesidir ki; bu kissa-i acîbe çok tarîklerle meshur sahâbelerden nakledilmis. Ezcümle: Ebu Said-il Hudrî ve Seleme Ibn-il Ekva' ve Ibn-i Ebî Veheb ve Ebu Hüreyre ve bir vak'a sahibi çoban (Uhban) gibi müteaddid tarîklerle haber veriyorlar ki: Bir kurt, keçilerden birisini tutmus; çoban, kurdun elinden kurtarmis. Zi'b demis: "Allah'tan korkmadin, benim rizkimi elimden aldin." Çoban demis: "Acaib, zi'b konusur mu?" Zi'b ona demis: "Acib senin halindedir ki, bu yerin arka tarafinda bir zât var ki; sizi Cennet'e davet ediyor, peygamberdir, onu tanimiyorsunuz!" Bütün tarîkler kurdun konusmasinda müttefik olmakla beraber, kuvvetli bir tarîk olan Ebu Hüreyre,
sh: » (M: 163)
ihbarinda diyor ki: Çoban kurda demis: "Ben gidecegim; fakat kim benim keçilerime bakacak?" Zi'b demis: "Ben bakacagim." Çoban ise, çobanligi kurda devredip gelmis. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'i görmüs, îman etmis, dönüp gitmis. Zi'bi çoban bulmus. Zayiat yok. Bir keçi ona kesmis, çünki ona üstadlik etmis. Bir tarîkte: Rüesa-yi Kureys'ten Ebu Süfyan ile Safvan bir kurdu gördüler, bir ceylâni takib edip Harem-i Serif'e girdi. Kurt dönmüs, sonra taaccüb etmisler. Kurt konusmus, Risâlet-i Ahmediyeyi haber vermis. Ebu Süfyan, Safvan'a demis ki: "Bu kissayi kimseye söylemeyelim, korkarim Mekke bosalip onlara iltihak edecekler." Elhasil, kurt kissasi kat'î ve manevî mütevatir gibi kanaat verir.
Üçüncü Hâdise: Bes-alti tarîkle mühim sahâbelerden nakledilen cemel hâdisesidir ki: Ezcümle: Ebu Hüreyre ve Sa'lebe Ibn-i Mâlik ve Câbir Ibn-i Abdullah ve Abdullah Ibn-i Ca'fer ve Abdullah Ibn-i Ebî Evfa gibi müteaddid tarîkler ve o tarîklerin basindaki sahâbeler müttefikan haber veriyorlar ki: Deve gelmis, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a tahiyye-i ikram nev'inden secde edip konusmus. Ve birkaç tarîkte haber veriliyor ki: O deve bir bagda kizmis, vahsi olmus; yanina kimseyi sokmuyor, hücum ediyordu. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm girdi; deve geldi, ikramen secde etti, yaninda ihdi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm yular takti. Deve, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a dedi: "Beni çok mesakkatli seylerde çalistirdilar, simdi de beni kesmek istiyorlar. Onun için kizdim." Deve sahibine söyledi: "Böyle midir?" "Evet" dediler.
Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in Adbâ ismindeki devesi, vefat-i Nebevîden sonra kederinden ne yedi, ne içti, tâ öldü. Hem o deve, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile mühim bir kissayi konustugunu, Ebu Ishak-i Isferanî gibi bazi mühim imamlar haber vermisler. Hem nakl-i sahih ile; Câbir Ibn-i Abdullah'in bir seferde devesi çok yorulmustu, daha yürüyemiyordu. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm o deveye ufak bir dürtmek ile dürttü. O deve, o iltifat-i Ahmedîden o kadar bir çeviklik, bir sevinçlik peyda etti ki; daha sür'atinden dizgini zabtedilmiyor, yolda yetisilmiyordu. Hazret-i Câbir haber veriyor.
Dördüncü Hâdise: Basta Imam-i Buharî, eimme-i hadîs haber veriyorlar ki: Bir defa gecede, Medine-i Münevvere'nin
sh: » (M: 164)
haricinde, düsman hücum ediyor gibi mühim bir hâdise isaa edildi. Sonra cesur atlilar çiktilar, gittiler. Yolda görüyorlar, bir zât geliyor. Baktilar, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'dir. Ferman etmis: "Birsey yoktur." Meshur Ebu Talha'nin atina binip, secaat-i kudsiyesi muktezasinca, herkesten evvel gitmis, tahkik etmis ve dönmüstü. Ebu Talha'ya ferman etmis: وَجَدْتُ فَرَسَكَ بَحْرًا Yani: "Senin atin sarsmadan, gayet çabuktur." Halbuki Ebu Talha'nin ati, katuf tabir edilen yürüyüssüz kismindan idi. O geceden sonra, hiçbir at ona karsi yürüyüste mukabele edemiyordu. Hem nakl-i sahih ile; bir defa, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm seferde namaz kilacak vaktinde atina dedi: "Dur." O da durdu. Namaz bitinceye kadar hiçbir âzâsini kimildatmadi.
Besinci Hâdise: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in hizmetkâri Sefine, Yemen Valisi Muaz Ibn-i Cebel'in yanina gitmek için, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'dan emir alip gitmis. Yolda bir arslan rast gelmis. O Sefine, ona demis: "Ben, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in hizmetkâriyim." Arslan ses verip ayrilmis. Ilismemis. Diger bir tarîkte haber veriyorlar ki: Sefine döndügü vakit yolu kaybetmis, bir arslana rast gelmis; arslan ona ilismemekle beraber, yolu da göstermis.
Hem Hazret-i Ömer'den haber veriyorlar ki demis: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in yanina bir bedevi geldi. Arabça "dabb" denilen bir susmar, yani keler elinde idi. Dedi: "Eger bu hayvan sana sehadet etse, ben sana îman getiririm; yoksa îman getirmem." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o hayvandan sordu; o susmar fasih bir dille, risâletine sehadet etti.
Hem Ümm-ül Mü'minîn Ümm-ü Seleme haber veriyor ki: Bir ceylân, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile konusmus ve risâletine sehadet etmis. Iste bunun gibi çok misâller var. Hem de kat'î söhret bulmus birkaç nümuneyi gösterdik. Ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'i tanimayana ve itaat etmeyene deriz:
Ey insan! Ibret aliniz... Kurt, arslan; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'i taniyor, itaat ediyorlar. Sizlerin hayvandan, kurttan asagi düsmemeye çalismaniz iktiza eder.
Ikinci Su'be: Cenazelerin ve cinlerin ve melâikelerin, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'i tanimalaridir. Bunun da çok
sh: » (M: 165)
hâdiseleri var. Nümune için, söhret bulmus ve mevsuk imamlar haber vermis birkaç nümuneyi, evvelâ cenazelerden gösterecegiz. Amma cinn ve melâike ise, o mütevatirdir.. onlarin misâlleri bir degil, bindir. Iste ölülerin konusmasi misâllerinden:
Birincisi sudur ki: Ülema-i zâhir ve bâtinin, Tâbiîn zamaninda en büyük reisi ve Imam-i Ali'nin mühim ve sadik bir sakirdi olan Hasan-i Basrî haber veriyor ki: Bir adam, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in yanina gelerek aglayip sizladi. Dedi: "Benim küçük bir kizim vardi, su yakin derede öldü, oraya attim." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona acidi. Ona dedi: "Gel oraya gidecegiz." Gittiler. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm o ölmüs kizi çagirdi: "Yâ filane!" dedi. Birden o ölmüs kiz, "Lebbeyke ve sa'deyk" dedi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti: "Tekrar peder ve validenin yanina gelmeyi arzu eder misin?" O dedi: "Yok, ben onlardan daha hayirlisini buldum."
Ikincisi: Imam-i Beyhakî ve Imam-i Ibn-i Adiyy gibi bazi mühim imamlar, Hazret-i Enes Ibn-i Mâlik'ten haber veriyorlar ki: Enes demis: Bir ihtiyare kadinin birtek oglu vardi, birden vefat etti. O sâliha kadin çok müteessir oldu, dedi: "Yâ Rab! Senin rizan için, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in biati ve hizmeti için hicret edip buraya geldim. Benim hayatimda istirahatimi temin edecek tek evlâdcigimi, o Resulün hürmetine bagisla." Enes der: O ölmüs adam kalkti, bizimle yemek yedi.
Iste su hâdise-i acîbeye isaret ve ifade eden, Imam-i Busîrî'nin Kaside-i Bürde'de su fikrasidir:
لَوْ نَاسَبَتْ قَدْرَهُ آيَاتُهُ عِظَمًا { اَحْيَى اسْمُهُ حِينَ يُدْعَى دَارِسَ الرِّمَمِ
-
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 19. MEKTUP
Yani: "Eger alâmetleri, onun kadrine muvafik derecesinde azametini ve makbuliyetini gösterse idiler; degil yeni ölmüsler, belki onun ismiyle çürümüs kemikler de ihya edilebilirdi."
Üçüncü Hâdise: Basta Imam-i Beyhakî gibi râviler, Abdullah Ibn-i Ubeydullah-il Ensarî'den haber veriyorlar ki: Abdullah demis: Sabit Ibn-i Kays Ibn-i Semmas'in Yemame Harbi'nde sehid düstügü ve kabre koydugumuz vakit, ben hazirdim. Kabre konurken,
sh: » (M: 166)
birden ondan bir ses geldi:
مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّهِ وَاَبُو بَكْرٍ الصِّدِّيقُ وَعُمَرُ الشَّهِيدُ وَعُثْمَانُ الْبَرُّ الرَّحِيمُ dedi. Sonra açtik, baktik; ölü, cansiz. Iste o vakit, daha Hazret-i Ömer hilafete geçmeden, sehadetini haber veriyor.
Dördüncü Hâdise: Imam-i Taberanî ve Ebu Nuaym Delail-i Nübüvvet'te Nu'man Ibn-i Besir'den haber veriyorlar ki: Zeyd Ibn-i Harice, çarsi içinde birden düsüp vefat etti. Eve getirdik. Aksam ve yatsi arasinda etrafinda kadinlar aglarken birden اَنْصِتُوا اَنْصِتُوا "Susunuz!" dedi. Sonra fasih bir lisanla: مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللّهِ diyerek bir mikdar konustu. Sonra baktik ki, cansiz vefat etmis.
Iste cansiz cenazeler onun Risâletini tasdik etse; canli olanlar tasdik etmese; elbette o «canî» canlilar, cansizlardan daha cansiz ve ölülerden daha ölüdürler.
Amma melâikelerin, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a hizmeti ve görünmesi ve cinnîlerin ona îman ve itaati, mütevatirdir. Nass-i Kur'an ve çok âyâtla musarrahtir. Gazve-i Bedir'de besbin melâike, -nass-i Kur'an ile- önde, sahâbeler gibi ona hizmet edip, asker olmuslar. Hattâ o melekler, melâikeler içinde, Ashab-i Bedir gibi seref kazanmislar. Su mes'elede iki cihet var:
Birisi: Cinn ve melâikenin taifeleri, hayvan ve insanin taifeleri gibi, vücudlari kat'î ve bizimle münasebetdar oldugu, Yirmidokuzuncu Söz'de iki kerre iki dört eder derecesinde bir kat'iyetle isbat etmisiz. Onlarin isbatini, o Söz'e havale ederiz.
Ikinci cihet: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in serefiyle, eser-i mu'cizesi olarak, efrad-i ümmeti onlari görmek ve konusmaktir. Iste basta Buharî ve Imam-i Müslim, eimme-i hadîs müttefikan haber veriyorlar ki: Bir defa melek yani Hazret-i Cebrail, beyaz libasli bir insan suretinde gelmis. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm sahabeler içinde otururken, yanina gitmis, demis: مَا اْلاِسْلاَمُ وَمَا اْلاِيمَانُ وَمَا اْلاِحْسَانُ
sh: » (M: 167)
Yani: "Îman, Islâm, Ihsan nedir? Tarif et." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm tarif etmis. Oradaki cemaat-i sahâbe hem ders almis, hem de o zâti iyi görmüsler. O zât misafir gibi görünürken, üstünde alâmet-i sefer eseri hiç yoktu. Kalkti, birden kayboldu. O vakit Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmis ki: "Size ders vermek için Cebrail böyle yapti." Hem haber-i sahih ile ve haber-i kat'î ile ve manevî tevatür derecesinde, eimme-i hadîs haber veriyorlar ki: "Hazret-i Cebrail'i çok defa, hüsn ü cemal sahibi olan Dihye suretinde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in yaninda sahâbeler görüyorlardi. Ezcümle, Hazret-i Ömer ve Ibn-i Abbas ve Üsame Ibn-i Zeyd ve Hâris ve Âise-i Siddîka ve Ümm-ü Seleme, kat'iyen sabittir ki, bunlar kat'iyen haber veriyorlar ki: Biz Hazret-i Cebrail'i Dihye suretinde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in yaninda çok görüyoruz. Acaba hiç mümkün müdür ki, bu zâtlar, görmeden görüyoruz desinler?
-
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 19. MEKTUP
Hem nakl-i sahih-i kat'î ile, Asere-i Mübessere'den, Iran fâtihi Sa'd Ibn-i Ebî Vakkas haber veriyor ki: "Gazve-i Uhud'da, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in iki tarafinda, iki beyaz libasli, ona nöbetdar gibi muhafiz suretinde gördük. Ikisi de anlasildi ki, meleklerdir. Ve Hazret-i Cebrail ile Mikâil oldugunu anladik." Acaba böyle bir kahraman-i Islâm gördük dese, görmemek mümkün müdür?
Hem Ebu Süfyan Ibn-i Hâris Ibn-i Abdülmuttalib (ammizade-i Nebevî) nakl-i sahih ile haber veriyor ki: "Gazve-i Bedir'de, gök ile yer arasinda, beyaz libasli atli zâtlari gördük."
Hem Hazret-i Hamza Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'dan niyaz etti ki: "Ben Cebrail'i görmek istiyorum." Kâ'be'de ona gösterdi. Dayanamadi, bîhus oldu, yere düstü. Bu çesit melâikeleri görmek vukuati çoktur. Bütün bu vukuat, bir nevi mu'cize-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm'i gösteriyor ve delâlet ediyor ki; onun misbâh-i Nübüvvetine melâikeler dahi pervanelerdir.
Cinnîler ise; onlar ile görüsmek ve görmek, degil sahâbeler, belki avam-i ümmet dahi çoklari ile görüsmeleri çok vuku buluyor. Fakat en kat'î, en sahih haber ile eimme-i hadîs bize diyorlar ki: Ibn-i Mes'ud "Batn-i Nahl'de ecinnilerin ihtidasi gecesinde, ecinnileri gördüm ve Sudan kabilesinden Zutt denilen uzun boylu taifeye benzettim, onlara benziyordular."
sh: » (M: 168)
Hem meshurdur ve hadîs imamlari tahric ve kabul ettikleri Hazret-i Hâlid Ibn-i Velid vak'asidir ki: Uzza denilen sanemi tahrib ettikleri vakit, siyah bir kadin seklinde, o sanem içinden bir cinniye çikti. Hazret-i Hâlid, bir kilinç ile o cinniyeyi iki parça etti. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o hâdise için ferman etmis ki: "Uzza sanemi içinde ona ibadet ediliyordu, daha ona ibadet edilmez."
Hem Hazret-i Ömer'den meshur bir haberdir ki, demis: "Biz Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in yaninda iken, ihtiyar seklinde, elinde bir asâ, "Hâme" isminde bir cinnî geldi, îman etti. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona kisa surelerden birkaç sureyi ders verdi. Dersini aldi, gitti. Su âhirki hâdiseye, çendan bazi hadîs imamlari ilismisler; fakat mühim imamlar, sihhatine hükmetmisler. Her ne ise, bu nevide uzun söylemeye lüzum yok; misâlleri çoktur.
Hem deriz ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in nuruyla, terbiyesiyle ve onun arkasinda gitmesiyle, binler Seyh-i Geylanî gibi aktablar, asfiyalar, melâikeler ve cinler ile görüsmüsler ve konusuyorlar ve bu hâdise, yüz tevatür derecesinde ve çok kesrettedir. Evet ümmet-i Muhammed'in (A.S.M.) melâike ve cinlerle temaslari ve tekellümleri ise, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in terbiye ve irsad-i i'cazkâranesinin bir eseridir.
Üçüncü Su'be: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in hifzi ve ismeti, bir mu'cize-i bâhiredir. وَاللّهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ âyet-i kerimesinin hakikat-i bâhiresi, çok mu'cizati gösterir. Evet Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm çiktigi vakit, degil yalniz bir taifeye, bir kavme, bir kisim ehl-i siyasete veya bir dine; belki umum padisahlara ve umum ehl-i dine tek basiyla meydan okudu. Halbuki onun amucasi en büyük düsman ve kavim ve kabilesi düsman iken; yirmiüç sene nöbetdarsiz, tekellüfsüz, muhafazasiz ve pek çok defa sû'-i kasde maruz kaldigi halde, kemal-i saadetle, rahat döseginde vefat edip, Mele-i A'lâ'ya çikmasina kadar hifz u ismeti, وَاللّهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ ne kadar kuvvetli bir hakikati ifade ettigini ve ne kadar metin bir nokta-i istinad oldugunu, günes gibi gösterir. Biz yalniz nümune için, kat'iyet
sh: » (M: 169)
kesbetmis birkaç hâdiseyi zikredecegiz:
Birinci Hâdise: Ehl-i siyer ve hadîs, müttefikan haber veriyorlar ki: Kureys kabilesi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'i öldürtmek için, kat'î ittifak ettiler. Hattâ insan suretine girmis bir seytanin tedbiriyle, Kureys içine fitne düsmemek için, her kabileden lâakal bir adam içinde bulunup, ikiyüze yakin, Ebu Cehil ve Ebu Leheb'in taht-i hükmünde olarak, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in hane-i saadetini bastilar. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in yaninda Hazret-i Ali vardi. Ona dedi: "Sen bu gece benim yatagimda yat." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm beklemis, tâ Kureys gelmis, bütün hanenin etrafini tutmuslar. O vakit çikti, bir parça toprak baslarina atti. Hiç birisi onu görmedi, içlerinden çikti gitti. Gâr-i Hira'da iki güvercin ve bir örümcek, bütün Kureys'e karsi ona nöbetdar olup, muhafaza ettiler.
Ikinci Hâdise: Vakiat-i kat'iyedendir ki, magaradan çikip Medine tarafina gittikleri vakit, Kureys rüesasi mühim bir mal mukabilinde, Süraka isminde gayet cesur bir adami gönderdiler; tâ takib edip, onlari öldürmeye çalissin. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ebu Bekir-i Siddîk ile beraber gârdan çikip giderken gördüler ki, Süraka geliyor. Ebu Bekir-i Siddik telas etti. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm magarada dedigi gibi لاَ َتحْزَنْ اِنَّ اللّهَ مَعَنَا dedi. Süraka'ya bir bakti, Süraka'nin atinin ayaklari yere saplandi kaldi. Tekrar kurtuldu, yine takib etti. Tekrar atinin ayaklarinin saplandigi yerden duman gibi birsey çikiyordu. O vakit anladi ki: Ne onun elinden ve ne de kimsenin elinden gelmez ki, ona ilissin. "El-Aman!" dedi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm aman verdi. Fakat dedi: "Git öyle yap ki, baskasi gelmesin!"
Su hâdise münasebetiyle bunu da beyan ederiz ki: Sahih bir surette haber veriyorlar: Bir çoban, onlari gördükten sonra Kureys'e haber vermek için Mekke'ye gitmis. Mekke'ye dâhil oldugu vakit, ne için geldigini unutmus. Ne kadar çalismis ise, hatirina getirememis. Mecbur olmus dönmüs. Sonra anlamis ki, ona unutturulmus.
Üçüncü Hâdise: Gazve-i Gatafan ve Enmar'da müteaddid tarîklerle
sh: » (M: 170)
eimme-i hadîs haber veriyorlar ki: Gavres isminde cesur bir kabile reisi, kimse görmeden tam Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in basi üzerine gelerek, yalin kilinç elinde oldugu halde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a dedi: "Kim seni benden kurtaracak?" Demis: "Allah!" Sonra böyle dua etti: اَللّهُمَّ اكْفِنِيهِ بِمَا شِئْتَ Birden o Gavres, iki omuzu ortasina gaibden bir darbe yer; o kilinç elinden düser, yere yuvarlanir. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm kilinci eline alir, "Simdi seni kim kurtaracak?" der, sonra afveder. O adam gider taifesine. O pek cür'etkâr, cesur adama herkes hayrette kalir. "Ne oldu sana, ne için bir sey yapamadin?" dediler. O dedi: "Hâdise böyle oldu. Ben simdi, insanlarin en iyisinin yanindan geliyorum."
-
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 19. MEKTUP
Hem su hâdise gibi, Gazve-i Bedir'de bir münafik, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'i bir gaflet vaktinde kimse görmeden, tam arkasindan kilinç kaldirip vururken, birden Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bakmis. O titreyip, kilinç elinden yere düsmüs.
Dördüncü Hâdise: Manevî tevatüre yakin bir söhretle ve ekser ehl-i tefsirin
اِنَّا جَعَلْنَا فِى اَعْنَاقِهِمْ اَغْلاَلاً فَهِىَ اِلَى اْلاَذْقَانِ فَهُمْ مُقْمَحُونَ * {
وَجَعَلْنَا مِنْ بَيْنِ اَيْدِيهِمْ سَدّاً وَمِنْ خَلْفِهِمْ سَدّاً فَاَغْشَيْنَاهُمْ فَهُمْ لاَ يُبْصِرُونَ
âyetinin sebeb-i nüzulü ve ehl-i tefsir allâmeleri ve ehl-i hadîs imamlari haber veriyorlar ki: Ebu Cehil yemin etmis ki: "Ben secdede Muhammed'i görsem, bu tasla onu vuracagim." Büyük bir tas alip gitmis. Secdede gördügü vakit kaldirip vurmakta iken, elleri yukarida kalmis. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm namazi bitirdikten sonra kalkmis, Ebu Cehil'in eli çözülmüs. O ise; ya Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in müsaadesiyle veyahut ihtiyaç kalmadigindan çözülmüs.
Hem yine Ebu Cehil kabilesinden -bir tarîkte- Velid Ibn-i Mugire, yine Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'i vurmak için, büyük bir tasi alip secdede iken vurmaya gitmis; gözü kapanmis. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'i Mescid-i
sh: » (M: 171)
Haram'da görmedi, geldi. Onu gönderenleri de görmüyordu, yalniz seslerini isitiyordu. Tâ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm namazdan çikti, ihtiyaç kalmadigindan onun gözü de açildi.
Hem nakl-i sahih ile Ebu Bekir-i Siddîk'tan haber veriyorlar ki: Sure-i تَبَّتْ يَدَا اَبِى لَهَبٍ nâzil olduktan sonra, Ebu Leheb'in karisi Ümm-ü Cemil denilen "Hammalet-el Hatab" bir tas alip, Mescid-i Haram'a gelmis. Ebu Bekir ile Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm orada oturuyorlarmis. Gözü Ebu Bekir-i Siddîk'i görüyor, soruyor: "Yâ Ebâ Bekir! Senin arkadasin nerede? Ben isitmisim ki, beni hicvetmis. Ben görsem, bu tasi agzina vuracagim." Yaninda iken Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'i görmemis. Elbette hifz-i Ilâhîde olan bir Sultan-i Levlâk'i, böyle bir Cehennem oduncusu, onun huzuruna girip göremez. Agzina mi düsmüs!..
Besinci Hâdise: Haber-i sahih ile haber veriliyor ki: Âmir Ibn-i Tufeyl ve Erbed Ibn-i Kays ikisi ittifak ederek Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in yanina gitmisler. Âmir demis: "Ben onu mesgul edecegim, sen onu vuracaksin!" Sonra bakiyor ki, birsey yapmiyor. Gittikten sonra arkadasina dedi: "Neden vurmadin?" Dedi: "Nasil vuracagim, ne kadar niyet ettim, bakiyorum ki, ikimizin ortasina sen geçiyorsun. Seni nasil vuracagim?"
Altinci Hâdise: Nakl-i sahih ile haber veriliyor ki: Gazve-i Uhud'da veya Huneyn'de Seybe Ibn-i Osman-el Hacebî -ki, Hazret-i Hamza, onun hem amucasini, hem pederini öldürmüstü- intikamini almak için gizli geldi. Tâ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in arkasindan yalin kilinç kaldirdi. Birden kilinç elinden düstü. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona bakti, elini gögsüne koydu. Seybe der ki: "O dakikada dünyada ondan daha sevgili adam bana olmazdi." Imana geldi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti: "Haydi git, harbet!" Seybe dedi: "Ben gittim, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm önünde harbettim. Eger o vakit pederim de rastgelseydi, vuracaktim."
Hem Feth-i Mekke gününde Fedale naminda birisi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in yanina vurmak niyetiyle geldi.
sh: » (M: 172)
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona bakip tebessüm etti, "Nefsinle ne konustun?" dedi ve Fedale için taleb-i magfiret etti. Fedale îmana geldi ve dedi ki: "O vakit ondan daha ziyade dünyada sevgilim olmazdi."
Yedinci Hâdise: -Nakl-i sahih ile- Yahudiler sû'-i kasd niyetiyle, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in oturdugu yere üstünden büyük bir tas atmak âninda, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm o dakikada hifz-i Ilahî ile kalkmis; o sû'-i kasd de akîm kalmis.
Bu yedi misâl gibi çok hâdiseler vardir. Basta Imam-i Buharî ve Imam-i Müslim ve eimme-i hadîs, Hazret-i Âise'den naklediyorlar ki: وَاللّهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ âyeti nâzil olduktan sonra, arasira Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'i muhafaza eden zâtlara ferman etti: يَا اَيُّهَا النَّاسُ انْصَرِفُوا فَقَدْ عَصَمَنِى رَبِّى عَزَّ وَجَلَّ Yani: "Nöbetdarliga lüzum yok, benim Rabbim beni hifzediyor."
Iste su risale de, bastan buraya kadar gösteriyor ki: Su kâinatin her nev'i, her âlemi; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'i tanir, alâkadardir. Herbir nev'-i kâinatta, onun mu'cizati görünüyor. Demek o Zât-i Ahmediye (A.S.M.) Cenab-i Hakk'in -fakat kâinatin Hâliki itibariyle ve bütün mahlukatin Rabbi ünvaniyla- memurudur ve resulüdür. Evet nasilki bir padisahin büyük ve müfettis bir memurunu herbir daire bilir ve tanir; hangi daireye girse, onunla münasebetdar olur. Çünki umumun padisahi namina bir memuriyeti var. Eger meselâ yalniz adliye müfettisi olsa, o vakit adliye dairesiyle münasebetdar olur. Baska daireler onu pek tanimaz. Ve askeriye müfettisi olsa, mülkiye dairesi onu bilmez. Öyle de, anlasiliyor ki; bütün devair-i saltanat-i Ilâhiyede, melekten tut tâ sinege ve örümcege kadar herbir taife onu tanir ve bilir veya bildirilir. Demek Hâtem-ül Enbiya ve Resul-i Rabb-il Âlemîn'dir. Ve umum enbiyanin fevkinde risaletinin sümulü var.
ONALTINCI ISARET: Irhasat denilen; bi'set-i nübüvvetten evvel fakat nübüvvetle alâkadar olarak vücuda gelen hârikalar dahi, delâil-i nübüvvettir. Su da üç kisimdir:
sh: » (M: 173)
BIRINCI KISIM: Nass-i Kur'anla; Tevrat, Incil, Zebur ve Suhuf-u Enbiyanin, nübüvvet-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm'a dair verdikleri haberdir. Evet mâdem o kitablar semavîdirler ve mâdem o kitab sahibleri enbiyadirlar; elbette ve herhalde onlarin dinlerini nesheden ve kâinatin seklini degistiren ve yerin yarisini getirdigi bir nur ile isiklandiran bir zâttan bahsetmeleri, zarurî ve kat'îdir. Evet küçük hâdiseleri haber veren o kitablar, nev'-i beserin en büyük hâdisesi olan hâdise-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm'i haber vermemek kabil midir? Iste mâdem bilbedahe haber verecekler, herhalde ya tekzib edecekler, tâ ki dinlerini tahribden ve kitablarini neshden kurtarsinlar.. veya tasdik edecekler, tâ ki o hakikatli zât ile, dinleri hurafattan ve tahrifattan kurtulsun. Halbuki dost ve düsmanin ittifakiyla, tekzib emaresi hiç bir kitabda yoktur. Öyle ise, tasdik vardir. Mâdem mutlak bir surette tasdik vardir ve mâdem su tasdikin vücudunu iktiza eden kat'î bir illet ve esasli bir sebeb vardir; biz dahi, o tasdikin vücuduna delalet eden üç hüccet-i katia ile isbat edecegiz:
Birinci Hüccet: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Kur'anin lisaniyla onlara der ki: "Kitablarinizda, benim tasdîkim ve evsâfim vardir. Benim beyan ettigim seylerde, kitablariniz beni tasdik ediyor."
قُلْ فَاْتُوا بِالتَّوْرَيةِ فَاتْلُوهَا اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ { قُلْ تَعَالَوْا نَدْعُ اَبْنَاءَنَا وَاَبْنَاءَكُمْ وَنِسَاءَنَا وَنِسَاءَكُمْ وَاَنْفُسَنَا وَاَنْفُسَكُمْ ثُمَّ نَبْتَهِلْ فَنَجْعَلْ لَعْنَتَ اللّهِ عَلَى الْكَاذِبِينَ
gibi âyetlerle, onlara meydan okuyor. "Tevratinizi getiriniz, okuyunuz ve geliniz; biz çoluk ve çocugumuzu alip Cenâb-i Hakk'in dergâhina el açip, yalancilar aleyhinde lânetle duâ edecegiz!" diye mütemadiyen onlarin basina vurdugu halde, hiç Yahudi bir âlim veya Nasranî bir kissîs, onun bir yanlisini gösteremedi. Eger gösterseydi, pek çok kesrette bulunan ve pek çok inadli ve hasedli olan kâfirler ve münâfik Yahudiler ve bütün âlem-i küfür, her tarafta ilân edeceklerdi. Hem demis: "Ya yanlisimi bulunuz veyahut sizinle mahvoluncaya kadar cihad edecegim!" Halbuki bunlar, harbi ve perisaniyeti ve hicreti ihtiyar ettiler. Demek yanlisini bulamadilar. Bir yanlis bulunsaydi, onlar kurtulurlardi...
sh: » (M: 174)
Ikinci Hüccet: Tevrat, Incil ve Zebur'un ibareleri; Kur'an gibi i'cazlari olmadigindan, hem mütemadiyen tercüme tercüme üstüne oldugundan, pek çok yabanî kelimeler içlerine karisti. Hem müfessirlerin sözleri ve yanlis tevilleri, onlarin âyetleriyle iltibas edildi; hem bazi nâdanlarin ve bazi ehl-i garazin tahrifati da ilâve edildi. Su surette o kitablarda tahrifat, tagyirat çogaldi. Hattâ Seyh Rahmetullah-i Hindî (allâme-i meshur) kütüb-ü sâbikanin binler yerde tahrifatini, kesislerine ve Yahudi ve Nasara ûlemasina isbat ederek, iskât etmis. Iste bu kadar tahrifatla beraber, su zamanda dahi meshur Hüseyin-i Cisrî (Rahmetullahi Aleyh) o kitablardan yüz ondört delil nübüvvet-i Ahmediyeye dair çikarmistir. "Risale-i Hamîdiye"de yazmis. O risaleyi de, Manastirli Merhum Ismail Hakki tercüme etmis. Kim arzu ederse, ona müracaat eder, görür.
Hem pek çok Yahudi ulemasi ve Nasara ulemasi, ikrar ve itiraf etmisler ki: "Kitablarimizda Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'in evsafi yazilidir." Evet gayr-i müslim olarak basta meshur Rum Meliklerinden Hirakl itiraf etmis, demis ki: "Evet
Îsâ Aleyhisselâm, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dan haber veriyor."
Hem Rum Meliki Mukavkis naminda Misir hâkimi ve ulema-i Yehud'un en meshurlarindan Ibn-i Suriya ve Ibn-i Ahtab ve onun kardesi Kâ'b Bin Esed ve Zübeyr Bin Bâtiya gibi meshur ulema ve reisler, gayr-i müslim kaldiklari halde ikrar etmisler ki: "Evet kitablarimizda onun evsafi vardir, ondan bahsediyorlar."
Hem Yehud'un meshur ulemasindan ve Nasara'nin meshur kissîslerinden, kütüb-ü sâbikada evsaf-i Muhammediyeyi (A.S.M.) gördükten sonra inadi terkedip îmana gelenler, evsafini Tevrat ve Incil'de göstermisler ve sair Yahudi ve Nasranî ulemasini onunla ilzam etmisler. Ezcümle, meshur Abdullah Ibn-i Selâm ve Veheb Ibn-i Münebbih ve Ebî Yâsir ve Sâmul (ki bu zât, Melik-i Yemen Tübba' zamaninda idi. Tübba' nasil giyaben ve bi'setten evvel iman getirmis, Sâmul de öyle.) ve Sa'ye'nin iki oglu olan Esid ve Sa'lebe ki; Ibn-i Heyban denilen bir ârif-i billah bi'setten evvel Benî Nadîr Kabilesine misafir olmus. قَرِيبٌ ظُهُورُ نَبِىٍّ هذَا دَارُ هِجْرَتِهِ demis, orada vefat etmis. Sonra o kabile Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile harbettikleri
sh: » (M: 175)
zaman Esid ve Sa'lebe meydana çiktilar, o kabileye bagirdilar: وَاللّهِ هُوَ الَّذِى عَهَدَ اِلَيْكُمْ فِيهِ ابْنُ هَيْبَان Yani: "Ibn-i Heyban'in haber verdigi zât budur; onunla harbetmeyiniz!" Fakat onlar onlari dinlemediler, belâlarini buldular.
Hem ulema-i Yehud'dan Ibn-i Bünyamin ve Muhayrik ve Kâ'b-ül Ahbar gibi çok ulema-i Yehud, evsaf-i Nebeviyeyi kitablarinda gördüklerinden, îmana gelmisler; sair îmana gelmeyenleri de ilzam etmisler.
Hem ulema-i Nasara'dan, bahsi geçen meshur Buheyra-i Rahib ki; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Sam tarafina amucasiyla gittigi vakit oniki yasinda idi. Buheyra-i Rahib, onun hatiri için Kureysîleri davet etmis. Bakti ki, kafileye gölge eden bir parça bulut, daha kafile yerinde gölge ediyor. "Demek aradigim adam orada kalmis!" Sonra adam göndermis, onu da getirtmis. Ebu Tâlib'e demis: "Sen dön Mekke'ye git! Yahudiler hasûddurlar; bunun evsafi Tevrat'ta mezkûrdur; hiyanet ederler."
Hem Nastur-ul Habese ve Habes Reisi olan Necasî, evsaf-i Muhammediyeyi (A.S.M.) kitablarinda gördükleri için, beraber îman etmisler.
Hem Dagatir isminde meshur bir Nasranî âlimi; evsafini görmüs, îman etmis; Rumlar içinde ilân etmis, sehid edilmis.
Hem Nasranî rüesasindan Hâris Ibn-i Ebî Sümer-il Gasanî ve Sam'in büyük dinî reisleri ve melikleri, yani Sahib-i Ilya ve Hirakl ve Ibn-i Natur ve Cârud gibi meshur zâtlar, kitablarinda evsafini görmüsler ve îman etmisler. Yalniz Hirakl, dünya saltanati için îmanini izhar etmemis.
Hem bunlar gibi Selman-ül Farisî, o da evvel nasranî idi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in evsafini gördükten sonra, onu ariyordu.
Hem Temim naminda mühim bir âlim, hem meshur Habes Reisi Necasî, hem Habes nasarasi, hem Necran papazlari; bütün müttefikan haber veriyorlar ki: "Biz, evsaf-i Nebeviyeyi kitablarimizda gördük, onun için îmana geldik."
Üçüncü Hüccet: Iste bir nümune olarak Tevrat, Incil, Zebur'un
sh: » (M: 176)
-
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 19. MEKTUP
sh: » (M: 176)
Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'a ait âyetlerinin birkaç nümunesini gösterecegiz:
Birincisi: Zebur'da söyle bir âyet var:
اَللّهُمَّ ابْعَثْ لَنَا مُقِيمَ السُّنَّةِ بَعْدَ الْفَتْرَةِ "Mukîm-üs Sünne" ise, ism-i Ahmedîdir.
Incil'in âyeti:
قَالَ الْمَسِيحُ اِنِّى ذَاهِبٌ اِلَى اَبِى وَ اَبِيكُمْ لِيَبْعَثَ لَكُمُ الْفَارَقْلِيطًا Yani: "Ben gidiyorum, tâ size Faraklit gelsin!" Yani, Ahmed gelsin.
Incil'in ikinci bir âyeti: اِنِّى اَطْلُبُ مِنْ رَبِّى فَارَقْلِيطًا يَكُونُ مَعَكُمْ اِلَى اْلاَبَدِ Yani: "Ben Rabbimden; hakki bâtildan farkeden bir peygamberi istiyorum ki, ebede kadar beraberinizde bulunsun." Faraklit, اَلْفَارِقُ بَيْنَ الْحَقِّ وَ الْبَاطِلِ manasinda Peygamber'in o kitablarda ismidir.
Tevrat'in âyeti:
اِنَّ اللّهَ قَالَ ِلاِبْرَاهِيمَ اِنَّ هَاجَرَ تَلِدُ وَيَكُونُ مِنْ وَلَدِهَا مَنْ يَدُهُ فَوْقَ الْجَمِيعِ وَيَدُ الْجَمِيعِ مَبْسُوطَةٌ اِلَيْهِ بِالْخُشُوعِ
Yani: "Hazret-i Ismail'in validesi olan Hacer, evlâd sahibesi olacak ve onun evlâdindan öyle birisi çikacak ki, o veledin eli, umumun fevkinde olacak ve umumun eli husu' ve itaatle ona açilacak."
Tevrat'in ikinci bir âyeti:
وَقَالَ يَا مُوسَى اِنِّى مُقِيمٌ لَهُمْ نَبِيّاً مِنْ بَنِى اِخْوَتِهِمْ مِثْلَكَ وَاُجْرِى قَوْلِى فِى فَمِهِ وَالرَّجُلُ الَّذِى لاَيَقْبَلُ قَوْلَ النَّبِىِّ الَّذِى يَتَكَلَّمُ بِاِسْمِى فَاَنَا اَنْتَقِمُ مِنْهُ
Yani: "Benî Israil'in kardesleri olan Benî Ismail'den senin gibi birini gönderecegim. Ben sözümü onun agzina koyacagim, benim vahyimle konusacak. Onu kabul etmeyene azab verecegim."
sh: » (M: 177)
Tevrat'in üçüncü bir âyeti:
قَالَ مُوسَى رَبِّ اِنِّى اَجِدُ فِى التَّوْرَاةِ اُمَّةً هُمْ خَيْرُ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ يَاْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُؤْمِنُونَ بِاللّهِ فَاجْعَلْهُمْ اُمَّتِى قَالَ تِلْكَ اُمَّةُ مُحَمَّدٍ
Ihtar: Muhammed ismi, o kitablarda "Müseffah" ve "El-Münhamenna" ve "Himyata" gibi Süryanî isimler suretinde, "Muhammed" manasindaki Ibranî isimleriyle gelmis. Yoksa sarih Muhammed ismi az vardi. Sarih miktarini dahi, hasûd Yahudiler tahrif etmisler.
Zebur'un âyeti:
يَا دَاوُدُ يَاْتِى بَعْدَكَ نَبِيّ ٌيُسَمّىَ اَحْمَدَ وَمُحَمَّدًا صَادِقًا سَيِّدًا اُمَّتُهُ مَرْحُومَةٌ
Hem Abadile-i Seb'adan ve kütüb-ü sâbikada çok tedkikat yapan Abdullah Ibn-i Amr Ibn-il Âs ve meshur ulema-i Yehud'dan en evvel Islâm'a gelen Abdullah Ibn-i Selâm ve meshur Kâ'b-ül Ahbar denilen Benî Israil'in allâmelerinden; o zamanda daha çok tahrifata ugramayan Tevrat'ta aynen su gelecek âyeti ilân ederek göstermisler. Âyetin bir parçasi sudur ki: Hz. Mûsâ ile hitabdan sonra, gelecek peygambere hitaben söyle diyor:
يَا اَيُّهَا النَّبِىُّ اِنَّا اَرْسَلْنَاكَ شَاهِدًا وَمُبَشِّرًا وَنَذِيرًا وَحِرْزًا ِلْلاُمِّيِّينَ اَنْتَ عَبْدِى سَمَّيْتُكَ الْمُتَوَكِّلَ لَيْسَ بِفَظٍّ وَلاَ غَلِيظٍ وَلاَ صَخَّابٍ فِى اْلاَسْوَاقِ وَلاَ يَدْفَعُ بالسَّيِّئَةِ السَّيِّئَةَ بَلْ يَعْفُو وَيَغْفِرُ وَلَنْ يَقْبِضَهُ اللّهُ حَتّىَ يُقِيمَ بِهِ الْمِلَّةَ الْعَوْجَاءَ بِاَنْ يَقُولُوا لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ
Tevrat'in bir âyeti daha:
مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّهِ مَوْلِدُهُ بِمَكَّةَ وَهِجْرَتُهُ بِطَيْبَةَ وَمُلْكُهُ بِالشَّامِ وَاُمَّتُهُ الْحَمَّادُونَ
sh: » (M: 178)
Iste su âyette "Muhammed" lafzi, Muhammed manasinda Süryanî bir isimle gelmistir.
Tevrat'in diger bir âyeti daha:
اَنْتَ عَبْدِى وَرَسُولِى سَمَّيْتُكَ الْمُتَوَكِّلَIste su âyette, Benî Ishak'in kardesleri olan Benî Ismail'den ve Hazret-i Mûsâ'dan sonra gelen peygambere hitab ediyor.
Tevrat'in diger bir âyeti daha: عَبْدِىَ الْمُخْتَارُ لَيْسَ بِفَظٍّ وَلاَ غَلِيظٍ Iste "Muhtar"in manasi; "Mustafa"dir, hem ism-i Nebevîdir.
Incil'de, Isa'dan sonra gelen ve Incil'in birkaç âyetinde "Âlem Reisi" ünvaniyla müjde verdigi Nebinin tarifine dair: مَعَهُ قَضِيبٌ مِنْ حَدِيدٍ يُقَاتِلُ بِهِ وَاُمَّتُهُ كَذلِكَ Iste su âyet gösteriyor ki: "Sahib-üs seyf ve cihada memur bir peygamber gelecektir." Kadîb-i Hadîd, kilinç demektir. Hem ümmeti de onun gibi sahib-üs seyf, yani cihada memur olacagini, Sure-i Feth'in âhirinde وَ مَثَلُهُمْ فِى اْلاِْنجِيلِ كَزَرْعٍ اَخْرَجَ شَطْاَهُ فَآزَرَهُ فَاسْتَغْلَظَ فَاسْتَوَى عَلَى سُوقِهِ يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ لِيَغِيظَ بِهِمُ الْكُفَّارَ âyeti, Incil'in su âyeti gibi, baska âyetlerine isaret edip, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm sahib-üs seyf ve cihada memur oldugunu Incil ile beraber ilân ediyor.
Tevrat'in Besinci Kitabinin Otuzüçüncü Babinda su âyet var: "Hak Teâlâ, Tur-i Sina'dan ikbal edip bize Sâîr'den tulû' etti ve Fâran Daglarinda zâhir oldu."
Iste su âyet nasilki "Tur-i Sina'da ikbal-i Hak" fikrasiyla nübüvvet-i Mûseviyeyi ve Sam Daglari'ndan ibaret olan "Sâîr'den tulû-u Hak" fikrasiyla, nübüvvet-i Îseviyeyi ihbar eder. Öyle de bil'ittifak Hicaz Daglari'ndan ibaret olan Fâran Daglari'ndan zuhur-u Hak fikrasiyla, bizzarure Risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) haber veriyor. Hem Sure-i Feth'in âhirinde
sh: » (M: 179)
ذلِكَ مَثَلُهُمْ فِى التَّوْرَيةِ hükmünü tasdikan, Tevrat'ta Fâran Daglari'ndan zuhur eden peygamberin sahâbeleri hakkinda su âyet var: "Kudsîlerin bayraklari beraberindedir ve onun sagindadir." "Kudsîler" namiyla tavsif eder. Yani: "Onun sahâbeleri kudsî, sâlih evliyalardir."
Es'iya Paygamber'in kitabinda, Kirkikinci Babinda su âyet vardir: "Hak Sübhanehu âhir zamanda, kendinin istifagerde ve bergüzidesi kulunu ba's edecek ve ona Ruh-ul Emîn Hazret-i Cibril'i yollayip, din-i Ilâhîsini ona talim ettirecek. Ve o dahi, Ruh-ül Emîn'in talimi veçhile nâsa talim eyliyecek ve beyn-en nâs hak ile hükmedecektir. O bir nurdur, halki zulümattan çikaracaktir. Rabbin bana kablelvuku' bildirdigi seyi, ben de size bildiriyorum."
Iste su âyet gayet sarih bir surette, Âhirzaman Peygamberi olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'in evsafini beyan ediyor.
Misail namiyla müsemma Mihail Peygamber'in kitabinin Dördüncü Babinda su âyet var: "Âhirzamanda bir ümmet-i merhume kaim olup, orada Hakk'a ibadet etmek üzere, mübarek dagi ihtiyar ederler. Ve her iklimden orada birçok halk toplanip, Rabb-i Vâhid'e ibadet ederler. Ona sirk etmezler."
Iste su âyet, zâhir bir surette dünyanin en mübarek dagi olan Cebel-i Arafat ve orada her iklimden gelen hacilarin tekbir ve ibadetlerini ve ümmet-i merhume namiyla söhretsiar olan ümmet-i Muhammediyeyi tarif ediyor.
Zebur'da Yetmisikinci Babinda su âyet var:
"Bahirden bahire mâlik ve nehirlerden, Arz'in makta' ve müntehasina kadar mâlik ola.. ve kendisine Yemen ve Cezayir Mülûkü hediyeler götüreler.. ve padisahlar ona secde ve inkiyad edeler.. ve her vakit ona salât ve her gün kendisine bereketle dua oluna.. ve envari Medine'den münevvir ola.. ve zikri ebed-ül âbâd devam ede.. onun ismi, semsin vücudundan evvel mevcuddur. Onun adi, günes durdukça müntesir ola..."
Iste su âyet, pek asikâr bir tarzda Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm'i tavsif eder. Acaba Hazret-i Davud Aleyhisselâm'dan
sh: » (M: 180)
sonra Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'dan baska hangi nebi gelmis ki; sarktan garba kadar dinini nesretmis ve mülûkü cizyeye baglamis ve padisahlari kendine secde eder gibi bir inkiyad altina almis ve her gün nev'-i beserin humsunun salavat ve dualarini kendine kazanmis ve envari Medine'den parlamis kim var? Kim gösterilebilir?
Hem Türkçe Yuhanna Incili'nin Ondördüncü Bab ve otuzuncu âyeti sudur: "Artik sizinle çok söylesmem, zira bu âlemin reisi geliyor. Ve bende, onun nesnesi aslâ yoktur!" Iste "Âlemin Reisi" tabiri, "Fahr-i Âlem" demektir. Fahr-i Âlem ünvani ise, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'in en meshur ünvanidir.
Yine Incil-i Yuhanna, Onaltinci Bab ve yedinci âyeti sudur: "Amma ben, size hakki söylüyorum. Benim gittigim, size faidelidir. Zira ben gitmeyince, tesellici size gelmez." Iste bakiniz! Reis-i Âlem ve insanlara hakikî teselli veren, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'dan baska kimdir? Evet Fahr-i Âlem odur ve fâni insanlari idam-i ebedîden kurtarip teselli veren odur.
Hem Incil-i Yuhanna, Onaltinci Bab, sekizinci âyeti: "O dahi geldikte; dünyayi günaha dair, salaha dair ve hükme dair ilzam edecektir." Iste dünyanin fesadini salaha çeviren ve günahlardan ve sirkten kurtaran ve siyaset ve hâkimiyet-i dünyayi tebdil eden Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'dan baska kim gelmis?
Hem Incil-i Yuhanna, Onaltinci Bab, onbirinci âyet: "Zira bu âlemin reisinin gelmesinin hükmü gelmistir." Iste "Âlemin Reisi" (Hâsiye) elbette Seyyid-ül Beser olan Ahmed-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dir.
(Hâsiye): Evet, o Zât, öyle bir reis ve sultandir ki; binüçyüz elli senede ve ekser asirlardan herbir asirda, lâakal üçyüz elli milyon tebaasi ve raiyeti var. Kemal-i teslim ve inkiyadla, evamirine itaat ederler, her gün ona selâm etmekle tecdid-i biat ederler.
Hem Incil-i Yuhanna, Onikinci Bab ve onüçüncü âyet: "Amma o Hak ruhu geldigi zaman, sizi bilcümle hakikata irsad edecektir. Zira kendisinden söylemiyor. Bilcümle isittigini söyleyerek, gelecek nesnelerden size haber verecek." Iste bu âyet sarihtir. Acaba umum insanlari birden hakikata davet eden ve her haberini vahiyden veren ve Cebrail'den isittigini söyleyen ve kiyamet ve
sh: » (M: 181)
âhiretten tafsilen haber veren, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'dan baska kimdir ve kim olabilir?
Hem Kütüb-ü Enbiya'da, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in Muhammed, Ahmed, Muhtar mânasinda Süryanî ve Ibranî isimleri var. Iste Hazret-i Suayb'in suhufunda ismi, Muhammed mânasinda "Müseffah"tir.
Hem Tevrat'ta yine Muhammed mânasinda "Münhamenna", hem Nebiyy-ül Haram mânasinda "Himyata". Zebur'da "El-Muhtar" ismiyle müsemmadir. Yine Tevrat'ta "El-Hâtem-ül Hâtem". Hem Tevrat'ta ve Zebur'da "Mukîm-üs Sünne". Hem Suhuf-u Ibrahim ve Tevrat'ta "Mazmaz"dir. Hem Tevrat'ta "Ahyed"dir.
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm demis:
اِسْمِى فِى الْقُرْآنِ مُحَمَّدٌ وَفِى اْلاِنْجِيلِ اَحْمَدُ وَفِى التَّوْراةِ اَحْيَدُ buyurmustur. Hem Incil'de, Esmâ-i Nebevîden "Sahib-ül Kadîbi ve-l Hirave" yani "seyf ve asâ sahibi." Evet sahib-üs seyf enbiyalar içinde en büyügü; ümmetiyle cihada memur, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'dir. Yine Incil'de "Sahib-üt Tâc"dir. Evet "Sahib-üt Tâc" ünvani, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a mahsustur. Tâc, amâme yani sarik demektir. Eski zamanda milletler içinde, milletçe umumiyet itibariyle sarik ve agel saran, Kavm-i Arabdir. Incil'de "Sahib-üt Tâc", kat'î olarak "Resul-i Ekrem" (Aleyhissalâtü Vesselâm) demektir.
Hem Incil'de "El-Baraklit" veyahut "El-Faraklit" ki Incil tefsirlerinde, "Hak ve bâtili birbirinden tefrik eden hakperest" mânasi verilmis ki; sonra gelecek insanlari, hakka sevkedecek zâtin ismidir.
Incil'in bir yerinde, Îsâ Aleyhisselâm demis: "Ben gidecegim; tâ
sh: » (M: 182)
dünyanin reisi gelsin." Acaba Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm'dan sonra dünyanin reisi olacak ve hak ve bâtili fark ve temyiz edip Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm'in yerinde insanlari irsad edecek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'dan baska kim gelmistir? Demek Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm ümmetine daima müjde ediyor ve haber veriyor ki: Birisi gelecek, bana ihtiyaç kalmayacak. Ben, onun bir mukaddimesiyim ve müjdecisiyim. Nasilki su âyet-i kerime:
َواِذْ قَالَ عِيسَى ابْنُ مَرْيَمَ يَا بَنِى اِسْرَائِيلَ اِنِّى رَسُولُ اللّهِ اِلَيْكُمْ مُصَدِّقًا ِلمَا بَيْنَ يَدَىَّ مِنَ التَّوْرَيةِ وَمُبَشِّرًا بِرَسُولٍ يَاْتِى مِنْ بَعْدِى اسْمُهُ اَحْمَدُ
(Hâsiye) Evet Incil'de Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm, çok defalar ümmetine müjde veriyor. Insanlarin en mühim bir reisi gelecegini ve o zâti da bazi isimler ile yâdediyor. O isimler, elbette Süryanî ve Ibranîdirler. Ehl-i tahkik görmüsler. O isimler, "Ahmed, Muhammed, Fârik-un Beyn-el Hakk-i Ve-l Bâtil" manâsindadirlar. Demek Îsâ Aleyhisselâm, çok defa Ahmed Aleyhissalâtü Vesselâm'dan besaret veriyor.
(Hâsiye): اُمَّتُهُ الْحَمَّادُونَ Seyyah-i meshur Evliya Çelebi; Hazret-i Sem'un-u Safa'nin türbesinde, ceylân derisinde yazili Incil-i Serîf'te, bu gelen âyeti okumustur. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hakkinda nâzil olan âyet: ايتون Bir oglan, ازربيون yani: Ibrahim neslinden ola, روفتون Peygamber ola, لوغسلين yalanci olmaya, بنت O'nun افزولات mevlidi Mekke ola, كه كالوشير sâlihlikle gelmis ola, تونومنين onun mübarek adi مواميت (Bu "Mevamit" kelimesi "Memed"den ve "Memed" dahi "Muhammed"den tahrif edilmis.) Ahmed Muhammed ola. اسفدوس Ona uyanlar, تاكرديس bu cihan issi olalar. بيست بيث dahi, ol cihan issi ola.
sh: » (M: 183)
Suâl: Eger desen: "Neden Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm, her nebiden ziyade müjde veriyor; baskalar yalniz haber veriyorlar, müjde sureti azdir."
Elcevap: Çünki Ahmed Aleyhissalâtü Vesselâm, Îsâ Aleyhisselâm'i Yahudilerin müdhis tekzibinden ve müdhis iftiralarindan ve dinini müdhis tahrifattan kurtarmakla beraber.. Îsâ Aleyhisselâm'i tanimayan Benî Israil'in suubetli seriatina mukabil, sühuletli ve câmi' ve ahkâmca Seriat-i Îseviye'nin noksanini ikmal edecek bir seriat-i âliyeye sahibdir. Iste onun için çok defa, "Âlemin Reisi geliyor!" diye müjde veriyor.
Iste Tevrat, Incil, Zebur'da ve sair suhuf-u enbiyada çok ehemmiyetle, âhirde gelecek bir peygamberden bahisler var, çok âyetler var. Nasil bir kisim nümunelerini gösterdik. Hem çok namlar ile o kitablarda mezkûrdur. Acaba bütün bu Kütüb-ü Enbiyada bu kadar ehemmiyetle, mükerrer âyetlerde bahsettikleri, Âhirzaman Peygamberi Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dan baska kim olabilir?..
IKINCI KISIM: Irhâsâttan ve delâil-i nübüvvetten maksad sudur ki: Bi'set-i Ahmediyeden evvel, zaman-i fetrette kâhinler, hem o zamanin bir derece evliya ve ârif-i billah olan bir kisim insanlari; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in gelecegini haber vermisler ve ihbarlarini da nesretmisler, siirleriyle gelecek asirlara birakmislar. Onlar çoktur; biz, ehl-i siyer ve tarihin nakil ve kabul ettikleri meshur ve müntesir olan bir kismini zikredecegiz. Ezcümle:
Yemen padisahlarindan Tübba' isminde bir melik, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in evsafini eski kitablarda görmüs, îman etmis. Söyle bir siirini ilân etmis:
شَهِدْتُ عَلَى اَحْمَدَ اَنَّهُ رَسُولٌ مِنَ اللّهِ بَارِى النَّسَمِ
فَلَوْ مُدَّ عُمْرِى اِلَى عُمْرِهِ لَكُنْتُ وَزِيرًا لَهُ وَابْنَ عَمٍّ
Yani: "Ben Ahmed'in (A.S.M.) Risâletini tasdik ediyorum. Ben onun zamanina yetisseydim, ona vezir ve ammizade olurdum." (Yani, Ali gibi ona fedai bir hâdim olurdum.)
Ikincisi: Meshur Kuss Ibn-i Sâide ki, kavm-i Arabin en meshur
sh: » (M: 184)
ve mühim hatibi ve muvahhid bir zât-i rusenzamirdir. Iste su zât da, bi'set-i Nebevîden evvel Risâlet-i Ahmediyeyi su siirle ilân ediyor:
اَرْسَلَ فِينَا اَحْمَدَ خَيْرَ نَبِىٍّ قَدْ بُعِثَ { صَلّىَ عَلَيْهِ اللّهُ مَا عَجَّلَهُ رَكْبٌ وَ حُثَّ
Üçüncüsü: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in ecdadindan olan Kâ'b Ibn-i Lüeyy, Nübüvvet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) ilham eseri olarak söyle ilân etmis:
عَلَى غَفْلَةٍ يَاْتِى النَّبِىُّ مُحَمَّدٌ فَيُخْبِرُ اَخْبَارًا صَدُوقًا خَبِيرُهَا
Yani: "Füc'eten, Muhammed-ün Nebi gelecek, dogru haberleri verecek."
Dördüncüsü: Yemen padisahlarindan Seyf Ibn-i Zîyezen, kütüb-ü sâbikada Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in evsafini görmüs; îman etmis, müstak olmus idi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in ceddi Abdülmuttalib Yemen'e kafile-i Kureys ile gittigi zaman, Seyf Ibn-i Zîyezen onlari çagirmis. Onlara demis ki:
اِذَا وُلِدَ بِتِهَامَةَ وَلَدٌ بَيْنَ كَتْفَيْهِ شَامَةٌ كَانَتْ لَهُ اْلاِمَامَةُ وَاِنَّكَ يَا عَبْدَ الْمُطَّلِبِ لَجَدُّهُ
-
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 19. MEKTUP
Yani: "Hicaz'da bir çocuk dünyaya gelir. Onun iki omuzu arasinda hâtem gibi bir nisan var. Iste o çocuk umum insanlara imam olacak!" Sonra gizli Abdülmuttalib'i çagirmis, "O çocugun ceddi de sensin" diye kerâmetkârane, bi'setten evvel haber vermis.
Besincisi: Varaka Ibn-i Nevfel (Hatice-i Kübra'nin ammizadelerinden) bidayet-i vahiyde Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm telas etmis. Hatice-i Kübra o hâdiseyi, meshur Varaka Ibn-i Nevfel'e hikâye etmis. Varaka demis: "Onu bana gönder." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Varaka'nin yanina gitmis, mebde'-i vahiydeki vaziyeti hikâye etmis. Varaka demis:
بَشِّرْ يَا مُحَمَّدُ اِنِّى اَشْهَدُ اَنَّكَ اَنْتَ النَّبِىُّ الْمُنْتَظَرُ وَبَشَّرَ بِكَ عِيسَى
Yani: "Telas etme, o halet vahiydir. Sana müjde! Intizar edilen Nebi sensin! Îsâ, seninle müjde vermis.."
sh: » (M: 185)
Altincisi: Askelân-ul Himyerî nam ârif-i billah, bi'setten evvel Kureysîleri gördügü vakit, "Içinizde dâvâ-yi nübüvvet eden var mi?" "Yok" derlerdi. Sonra bi'set vaktinde yine sormus; "Evet" demisler, "Biri dâvâ-yi nübüvvet ediyor." Demis: "Iste âlem onu bekliyor."
Yedincisi: Nasara ulema-yi benamindan Ibn-ül Alâ, bi'setten ve Peygamber'i görmeden evvel haber vermis. Sonra gelmis. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'i görmüs demis:
وَالَّذِى بَعَثَكَ بِالْحَقِّ لَقَدْ وَجَدْتُ صِفَتَكَ فِى اْلاِنْجِيلِ وَبَشَّرَ بِكَ ابْنُ الْبَتُولِ
Yani: "Ben senin sifatini Incil'de gördüm, îman ettim. Ibn-i Meryem, Incil'de senin gelecegini müjde etmis."
Sekizincisi: Bahsi geçen Habes padisahi Necasî demis:
لَيْتَ لِى خِدْمَتَهُ بَدَلاً عَنْ هذِهِ السَّلْطَنَةِ Yani: "Keski su saltanata bedel Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'in hizmetkâri olsaydim. O hizmetkârlik, saltanatin pek fevkindedir."
Simdi ilham-i Rabbanî ile gaibden haber veren bu âriflerden sonra; gaibden ruh ve cinn vasitasiyla haber veren kâhinler, pek sarih bir surette Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in gelecegini ve nübüvvetini haber vermisler. Onlar çoktur; biz, onlardan meshurlari ve manevî tevatür hükmüne geçmis ve ekser tarih ve siyerde nakledilmis birkaçini zikredecegiz. Onlarin uzun kissalarini ve sözlerini siyer kitablarina havale edip, yalniz icmalen bahsedecegiz.
Birincisi: Sikk isminde meshur bir kâhindir ki; bir gözü, bir eli, bir ayagi varmis. Âdeta yarim insan... Iste o kâhin, manevî tevatür derecesinde kat'î bir surette tarihlere geçmis ki; Risâlet-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm'i haber verip, mükerreren söylemistir.
Ikincisi: Meshur Sam kâhini Satih'tir ki; kemiksiz, âdeta âzâsiz bir vücud, yüzü gögsü içinde bir acûbe-i hilkat ve çok da yasamis bir kâhindir. Gaibden verdigi dogru haberler, o zaman insanlarda söhret bulmus. Hattâ Kisra (yani Fars padisahi) gördügü acîb
sh: » (M: 186)
rü'yayi ve velâdet-i Ahmediye (A.S.M.) zamaninda sarayin ondört serefesinin düsmesinin sirrini Satih'ten sormak için, Muyzan denilen âlim bir elçisini göndermis. Satih demis: "Ondört zât sizlerde hâkimiyet edecek, sonra saltanatiniz mahvolacak. Hem birisi gelecek, bir din izhar edecek. Iste o sizin din ve devletinizi kaldiracak!" mealinde Kisra'ya haber göndermis. Iste o Satih, sarih bir surette, âhirzaman peygamberinin gelmesini haber vermis.
Hem kâhinlerden Sevad Ibn-i Karib-id Devsî ve Hunâfir ve Ef'asiye Necran ve Cizl Ibn-i Cizl-il Kindî ve Ibn-i Halasat-ed Devsî ve Fatima Bint-i Nu'man-i Neccariye gibi meshur kâhinler, siyer ve tarih kitablarinda tafsilen beyan ettikleri vecih üzere; âhirzaman peygamberinin gelecegini, o peygamber de, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm oldugunu haber vermisler.
Hem Hazret-i Osman'in akrabasindan Sa'd Ibn-i Bint-i Küreyz kâhinlik vasitasiyla, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in nübüvvetini gaibden haber almis. Bidayet-i Islâmiyette Hazret-i Osman-i Zinnureyn'e demis ki: "Sen git iman et." Osman bidayette gelmis, îman etmis. Iste o Sa'd o vakiayi böyle bir siir ile söylüyor:
هَدَى اللّهُ عُثْمَانًا بِقَوْلِى اِلَى الَّتِى بِهَا رُشْدُهُ وَ اللّهُ يَهْدِى اِلَى الْحَقِّ
Hem kâhinler gibi; "hâtif" denilen, sahsi görünmeyen ve sesi isitilen cinnîler, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in gelecegini mükerreren haber vermisler. Ezcümle:
Zeyyab Ibn-ül Haris'e hâtif-i cinnî böyle bagirmis, onun ve baskasinin sebeb-i Islâmi olmus:
يَا ذَيَابُ يَا ذَيَابُ يَا ذَيَابُ اِسْمَعِ الْعَجَبَ الْعُجَابَ
بُعِثَ مُحَمَّدٌ بِالْكِتَابِ يَدْعُو بِمَكَّةَ فَلاَ يُجَابُ
Yine bir hâtif-i cinnî, Sâmia Ibn-i Karret-il Gatafanî'ye böyle bagirmis, bazilarini îmana getirmistir: جَاءَ الْحَقُّ فَسَطَعَ وَ دُمِّرَ بَاطِلٌ فَانْقَمَعَ
Bu hâtiflerin besaretleri
sh: » (M: 187)
ve haber vermeleri pek meshurdur ve çoktur.
Hem nasil kâhinler, hâtifler haber vermisler; öyle de sanemler dahi ve sanemlere kesilen kurbanlar dahi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in Risâletini haber vermisler. Ezcümle:
Kissa-i meshuredendir ki: Mâzen Kabilesinin sanemi bagirip demis:
هذَا النَّبِىُّ الْمُرْسَلُ جَاءَ بِالْحَقِّ الْمُنْزَلِ diyerek, Risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) haber vermis. Hem Abbas Ibn-i Mirdas'in sebeb-i Islâmiyeti olan meshur vakia sudur ki: Dimar naminda bir sanemi varmis; o sanem, bir gün böyle bir ses vermis:
اَوْدَى ضَمَارُ وَكَانَ يُعْبَدُ مُدَّةً قَبْلَ الْبَيَانِ مِنَ النَّبِىِّ مُحَمَّدٍ
Yani: "Muhammed gelmeden evvel bana ibadet ediliyordu, simdi Muhammed'in beyani gelmis; daha o dalalet olamaz."
Hazret-i Ömer, Islâmiyetten evvel saneme kesilen bir kurbandan böyle isitmis:
يَا آلَ الذَّبِيحِ اَمْرٌ نَجِيحٌ رَجُلٌ فَصِيحٌ يَقُولُ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ
Iste bu nümuneler gibi çok vakialar var, mevsuk kitablar kabul edip nakletmisler.
Nasilki kâhinler, ârif-i billahlar, hâtifler, hattâ sanemler ve kurbanlar, Risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) haber vermisler; herbir hâdise dahi, bir kisim insanlarin îmanina sebeb olmus. Öyle de, bazi taslar üstünde ve kabirlerde ve kabirlerin mezar taslarinda hatt-i kadim ile مُحَمَّدٌ مُصْلِحٌ اَمِينٌ gibi ibareler bulunmus; onunla bir kisim insanlar îmana gelmisler. Evet hatt-i kadim ile bazi taslarda bulunan مُحَمَّدٌ مُصْلِحٌ اَمِينٌ , Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'dan ibarettir. Çünki ondan evvel, zamanina pek yakin, yalniz yedi Muhammed ismi var, baska yoktur. O yedi adamin hiçbir cihetle "Muslih-i Emîn" tabirine liyakatlari yoktur.
-
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 19. MEKTUP
ÜÇÜNCÜ KISIM: Irhâsâttan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Ves-
sh: » (M: 188)
selâm'in veladeti hengâminda vücuda gelen hârikalardir ve hâdiselerdir. O hâdiseler, onun veladetiyle alâkadar bir surette vücuda gelmis.
Hem bi'setten evvel bazi hâdiseler var ki, dogrudan dogruya birer mu'cizesidir. Bunlar çoktur. Nümune olarak, meshur olmus ve eimme-i hadîs kabul etmis ve sihhatleri tahakkuk etmis birkaç nümuneyi zikredecegiz:
Birincisi: Veladet-i Nebevî gecesinde hem annesi, hem annesinin yaninda bulunan Osman Ibn-il Âs'in annesi, hem Abdurrahman Ibn-i Avf'in annesinin gördükleri azîm bir nurdur ki; üçü de demisler: "Veladeti âninda biz öyle bir nur gördük ki; o nur, masrik ve magribi bize aydinlattirdi."
Ikincisi: O gece Kâ'be'deki sanemlerin çogu basi asagi düsmüs.
Üçüncüsü: Meshur Kisra'nin eyvâni (yani saray-i meshûresi) o gece sallanip insikak etmesi ve ondört serefesinin düsmesidir.
Dördüncüsü: Sava'nin takdis edilen küçük denizinin o gecede yere batmasi ve Istahr-Âbad'da bin senedir daima is'al edilen, yanan ve sönmeyen, Mecusîlerin Mâbud ittihaz ettikleri atesin, veladet gecesinde sönmesi. Iste su üç-dört hâdise isarettir ki: O yeni dünyaya gelen zât; atesperestligi kaldiracak, Fars saltanatinin sarayini parçalayacak, izn-i Ilâhî ile olmayan seylerin takdisini men'edecektir.
Besincisi: Çendan veladet gecesinde degil, fakat veladete pek yakin oldugu cihetle, o hâdiseler de irhasat-i Ahmediyedir ki (A.S.M.), Sure-i اَلَمْ تَرَ كَيْفَ de nass-i kat'î ile beyan edilen "Vak'a-i Fil"dir ki; Kâ'be'yi tahrib etmek için, Ebrehe naminda Habes Meliki gelip, Fil-i Mahmudî naminda cesîm bir fili öne sürüp gelmis. Mekke'ye yakin oldugu vakit fil yürümemis. Çare bulamamis, dönmüsler. Ebabil kuslari onlari maglub etmis ve perisan etmis, kaçmislar. Bu kissa-i acîbe, tarih kitablarinda tafsilen meshurdur. Iste su hâdise, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in delâil-i nübüvvetindendir. Çünki veladete pek yakin bir zamanda, kiblesi ve mevlidi ve sevgili vatani olan Kâ'be-i Mükerreme, gaybî ve hârika bir surette Ebrehe'nin tahribinden kurtulmustur.
sh: » (M: 189)
Altincisi: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm küçüklügünde Halime-i Sa'diye'nin yaninda iken, Halime ve Halime'nin zevcinin sehadetleriyle; günesten rahatsiz olmamak için, çok defa üstünde bir bulut parçasinin ona gölge ettigini görmüsler ve halka söylemisler ve o vakia sihhatle söhret bulmus.
Hem Sam tarafina oniki yasinda iken gittigi vakit, Buheyra-yi Râhib'in sehadetiyle, bir parça bulut, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in basina gölge ettigini görmüs ve göstermis.
Hem yine bi'setten evvel Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, bir defa Hatice-i Kübra'nin Meysere ismindeki hizmetkâriyla ticaretten geldigi zaman, Hatice-i Kübra, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in basinda iki melegin bulut tarzinda gölge ettiklerini görmüs. Kendi hizmetkâri olan Meysere'ye demis. Meysere dahi Hatice-i Kübra'ya demis: "Bütün seferimizde ben öyle görüyordum."
Yedincisi: Nakl-i sahih ile sabittir ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, bi'setten evvel bir agacin altinda oturdu; o yer kuru idi, birden yesillendi. Agacin dallari, onun basi üzerine egilip kivrilarak gölge yapmistir.
Sekizincisi: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ufak iken, Ebu Tâlib'in evinde kaliyordu. Ebu Tâlib, çoluk ve çocugu ile onunla beraber yerlerse, karinlari doyardi. Ne vakit o zât yemekte bulunmazsa, tok olmuyorlardi. Su hâdise hem meshurdur, hem kat'îdir.
Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in küçüklügünde ona bakan ve hizmet eden Ümm-ü Eymen demis: "Hiçbir vakit Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm açlik ve susuzluktan sikayet etmedi, ne küçüklügünde ve ne de büyüklügünde."
Dokuzuncusu: Murdiasi olan Halîme-i Sa'diye'nin malinda ve keçilerinin sütünde, kabilesinin hilafina olarak çok bereketi ve ziyade olmasidir. Bu vakia hem meshurdur, hem kat'îdir.
Hem sinek onu taciz etmezdi, onun cesed-i mübarekine ve libasina konmazdi. Nasilki evlâdindan olan Seyyid Abdülkadir-i Geylanî (K.S.) dahi, ceddinden o hali irsiyet almisti; sinek ona da konmazdi.
sh: » (M: 190)
Onuncusu: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dünyaya geldikten sonra, bahusus veladet gecesinde, yildizlarin düsmesinin çogalmasidir ki; su hâdise Onbesinci Söz'de kat'iyen bürhanlariyla isbat ettigimiz üzere; su yildizlarin sukutu, seyatîn ve cinlerin gaybî haberlerden kesilmesine alâmet ve isarettir. Iste mâdem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm vahiy ile dünyaya çikti; elbette yarim yamalak ve yalanlar ile karisik, kâhinlerin ve gaibden haber verenlerin ve cinlerin ihbaratina sed çekmek lâzimdir ki, vahye bir süphe îras etmesinler ve vahye benzemesin. Evet bi'setten evvel kâhinlik çoktu. Kur'an nâzil olduktan sonra onlara hâtime çekti. Hattâ çok kâhinler îmana geldiler. Çünki daha cinler taifesinden olan muhbirlerini bulamadilar. Demek Kur'an hâtime çekmisti. Iste eski zaman kâhinleri gibi, simdi de medyumlar suretinde yine bir nevi kâhinlik Avrupa'da ispirtizmacilarin içlerinde bas göstermis. Her ne ise...
Elhâsil: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in nübüvvetinden evvel nübüvvetini tasdik ettiren ve tasdik eden pek çok vakialar, pek çok zâtlar zâhir olmuslar. Evet dünyaya manen reis olacak (Hâsiye) ve dünyanin manevî seklini degistirecek ve dünyayi âhirete mezraa yapacak ve dünyanin mahlukatinin kiymetlerini ilân edecek ve cin ve inse saadet-i ebediyeye yol gösterecek ve fâni cin ve insi idam-i ebedîden kurtaracak ve dünyanin hikmet-i hilkatini ve tilsim-i muglakini ve muammasini açacak ve Hâlik-i Kâinat'in makasidini bilecek ve bildirecek ve o Hâlik'i taniyip umuma tanittiracak bir Zât; elbette o daha gelmeden hersey, her nev', her taife onun gelecegini sevecek ve bekleyecek ve hüsn-ü istikbal edecek ve alkislayacak ve Hâliki tarafindan bildirilirse, o da bildirecek. Nasilki sâbik isaretlerde ve misâllerde gördük ki; her bir nev-i mahlukat, onu hüsn-ü istikbal ediyor gibi mu'cizatini gösteriyorlar, mu'cize lisaniyla nübüvvetini tasdik ediyorlar.
ONYEDINCI ISARET: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in Kur'andan sonra en büyük mu'cizesi, kendi zâtidir. Yani onda içtima' etmis ahlâk-i âliyedir ki; herbir haslette en yüksek tabaka-
______________________________ __
(Hâsiye): Evet Sultan-i LEVLÂKE LEVLÂK, öyle bir reistir ki: Bin üçyüz elli senedir saltanati devam ediyor. Birinci asirdan sonra herbir asirda lâakal üçyüz elli milyon tebaasi ve raiyeti vardir. Küre-i Arz'in yarisini bayragi altina almis ve tebaasi, kemal-i teslimiyetle ona hergün salât ü selâm ile tecdid-i biat ederek emirlerine itaat ederler.
sh: » (M: 191)
da olduguna, dost ve düsman ittifak ediyorlar. Hattâ secaat kahramani Hazret-i Ali, mükerreren diyordu: "Harbin dehsetlendigi vakit, biz Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in arkasina iltica edip tahassun ediyorduk." Ve hâkeza... Bütün ahlâk-i hamîdede en yüksek ve yetisilmeyecek bir dereceye mâlik idi. Su mu'cize-i ekberi, Allâme-i Magrib Kadi Iyaz'in Sifa-i Serif'ine havale ediyoruz. Elhak o zât, o mu'cize-i ahlâk-i hamîdeyi pek güzel beyan edip isbat etmistir. Hem pek büyük ve dost ve düsmanla musaddak bir mu'cize-i Ahmediye (A.S.M) seriat-i kübrasidir ki, ne misli gelmis ve ne de gelecek. Su mu'cize-i âzamin bir derece beyanini, bütün yazdigimiz otuzüç Söz ve otuzüç Mektub'a ve otuzbir Lem'aya ve onüç Sua'ya havale ediyoruz.
Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in mütevatir ve kat'î bir mu'cize-i kübrasi, sakk-i Kamer'dir. Evet su insikak-i Kamer; çok tarîklerle mütevatir bir surette, Ibn-i Mes'ud, Ibn-i Abbas, Ibn-i Ömer, Imam-i Ali, Enes, Huzeyfe gibi pek çok Eâzim-i Sahâbeden müteaddid tarîklerle haber verilmekle beraber, nass-i Kur'anla: اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ âyeti, o mu'cize-i kübrayi âleme ilân etmistir. O zamanin inadci Kureys müsrikleri, su âyetin verdigi habere karsi inkâr ile mukabele etmemisler, belki yalniz "sihirdir" demisler. Demek kâfirlerce dahi Kamer'in insikaki kat'îdir. Su mu'cize-i kübrayi, sakk-i Kamer'e dair yazdigimiz Otuzbirinci Söz'e zeyl olan Sakk-i Kamer Risalesi'ne havale ederiz.
Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nasilki Arz ahalisine insikak-i Kamer mu'cizesini göstermis; öyle de Semavat ahalisine Mi'rac mu'cize-i ekberini göstermistir. Iste Mi'rac denilen su mu'cize-i azami, Otuzbirinci Söz olan Mi'rac Risalesi'ne havale ederiz. Çünki o risale, o mu'cize-i kübrayi, ne kadar nuranî ve âlî ve dogru oldugunu kat'î bürhanlarla, hattâ mülhidlere karsi da isbat etmistir. Yalniz mu'cize-i Mi'racin mukaddimesi olan Beyt-ül Makdis seyahati ve sabahleyin Kureys kavmi, ondan Beyt-ül Makdis'in tarifatini istemesi üzerine hasil olan bir mu'cizeyi bahsedecegiz. Söyle ki:
Mi'rac gecesinin sabahinda, Mi'racini Kureys'e haber verdi. Kureys tekzib etti. Dediler: "Eger Beyt-ül Makdis'e gitmis isen, Beyt-ül Makdis'in kapilarini ve duvarlarini ve ahvalini bize târif
sh: » (M: 192)
et!" Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman ediyor ki:
فَكَرَبْتُ كَرْبًا لَمْ اَكْرُبْ مِثْلَهُ قَطُّ فَجَلّىَ اللّهُ لِى بَيْتَ الْمَقْدِسِ وَكَشَفَ الْحُجُبَ بَيْنِى وَبَيْنَهُ حَتّىَ رَاَيْتُهُ فَنَعَتُّهُ وَ اَنَا اَنْظُرُ اِلَيْهِ
Yani: "Onlarin tekziblerinden ve suâllerinden pek çok sikildim. Hattâ öyle bir sikinti hiç çekmemistim. Birden Cenab-i Hak, Beyt-ül Makdis'i bana gösterdi; ben de Beyt-ül Makdis'e bakiyorum, birer birer hersey'i tarif ediyordum." Iste o vakit Kureys baktilar ki, Beyt-ül Makdis'ten dogru ve tam haber veriyor.
Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Kureys'e demis ki: "Yolda giderken sizin bir kafilenizi gördüm, kafileniz yarin filân vakitte gelecek. Sonra o vakit, kafileye muntazir kaldilar. Kafile bir saat teehhür etmis. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in ihbari dogru çikmak için, ehl-i tahkikin tasdikiyle, Günes bir saat tevakkuf etmis. Yani Arz, onun sözünü dogru çikarmak için vazifesini, seyahatini bir saat ta'til etmistir ve o ta'tili, Günes'in sükûnetiyle göstermistir. Iste Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'in birtek sözünün tasdiki için koca Arz vazifesini terkeder, koca Günes sahid olur. Böyle bir zâti tasdik etmeyen ve emrini tutmayan, ne derece bedbaht oldugunu ve onu tasdik edip emrine سَمِعْنَا وَ اَطَعْنَا diyenlerin ne kadar bahtiyar olduklarini anla, "Elhamdülillahi ale-l îman ve-l Islâm" de.
ONSEKIZINCI ISARET: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in en büyük ve ebedî ve yüzer delâil-i nübüvveti câmi' ve kirk vecihle i'cazi isbat edilmis bir mu'cizesi dahi, Kur'an-i Hakîm'dir. Iste su mu'cize-i ekberin beyanina dair Yirmibesinci Söz takriben yüzelli sahifede, kirk vech-i i'cazini icmalen beyan ve isbat etmistir. Öyle ise, su mahzen-i mu'cizat olan mu'cize-i azami o Söz'e havale ederek, yalniz iki-üç nükteyi beyan edecegiz:
BIRINCI NÜKTE: Eger denilse: I'caz-i Kur'an belâgattadir. Halbuki umum tabakatin haklari var ki, i'cazinda hisseleri bulunsun. Halbuki belâgattaki i'cazi, binde ancak bir muhakkik âlim anlayabilir?
sh: » (M: 193)
-
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 19. MEKTUP
sh: » (M: 193)
Elcevap: Kur'an-i Hakîm'in her tabakaya karsi bir nevi i'cazi vardir. Ve bir tarzda, i'cazinin vücudunu ihsas eder. Meselâ: Ehl-i belâgat ve fesahat tabakasina karsi, hârikulâde belâgattaki i'cazini gösterir. Ve ehl-i siir ve hitabet tabakasina karsi; garib, güzel, yüksek üslûb-u bediin i'cazini gösterir. O üslûb herkesin hosuna gittigi halde, kimse taklid edemiyor. Mürur-u zaman o üslûbu ihtiyarlatmiyor, daima genç ve tazedir. Öyle muntazam bir nesir ve mensur bir nazimdir ki; hem âlî, hem tatlidir. Hem kâhinler ve gaibden haber verenler tabakasina karsi, hârikulâde ihbarat-i gaybiyedeki i'cazini gösterir. Ve ehl-i tarih ve hâdisat-i âlem ulemasi tabakasina karsi, Kur'andaki ihbarat ve hâdisat-i ümem-i sâlife ve ahval ve vakiat-i istikbaliye ve berzahiye ve uhreviyedeki i'cazini gösterir. Ve içtimaiyat-i beseriye ulemasi ve ehl-i siyaset tabakasina karsi, Kur'anin desatir-i kudsiyesindeki i'cazini gösterir. Evet o Kur'andan çikan Serîat-i Kübrâ, o sirr-i i'cazi gösterir. Hem maarif-i Ilâhiye ve hakaik-i kevniyede tevaggul eden tabakaya karsi, Kur'andaki hakaik-i kudsiye-i Ilâhiyedeki i'cazi gösterir veya i'cazin vücudunu ihsas eder. Ve ehl-i tarîkat ve velayete karsi, Kur'an bir deniz gibi daima temevvücde olan âyâtinin esrarindaki i'cazini gösterir ve hâkeza... Kirk tabakadan her tabakaya karsi bir pencere açar, i'cazini gösterir. Hattâ yalniz kulagi bulunan ve bir derece mâna fehmeden avam tabakasina karsi, Kur'anin okunmasiyla baska kitablara benzemedigini, kulak sahibi tasdik eder. Ve o âmi der ki: "Ya bu Kur'an bütün dinledigimiz kitablarin asagisindadir. Bu ise, hiçbir düsman dahi diyemez ve hem yüz derece muhaldir. Öyle ise, bütün isitilen kitablarin fevkindedir. Öyle ise, mu'cizedir." Iste bu kulakli âminin fehmettigi i'cazi, ona yardim için bir derece îzah edecegiz. Söyle ki:
Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyan meydana çiktigi vakit bütün âleme meydan okudu ve insanlarda iki siddetli his uyandirdi:
Birisi: Dostlarinda hiss-i taklidi; yani sevgili Kur'anin üslûbuna karsi benzemeklik arzusu ve onun gibi konusmak hissi...
Ikincisi: Düsmanlarda bir hiss-i tenkid ve muaraza; yani Kur'an üslûbuna mukabele etmekle dava-yi i'cazi kirmak hissi...
Iste bu iki hiss-i sedid ile milyonlar Arabî kitablar yazilmislar, meydandadir. Simdi bütün bu kitablarin en belîgleri, en fasihleri
sh: » (M: 194)
Kur'anla beraber okundugu vakit, her kim dinlese, kat'iyen diyecek ki; Kur'an bunlarin hiç birisine benzemiyor. Demek Kur'an, umum bu kitablarin derecesinde degildir. Öyle ise herhalde, ya Kur'an umumunun altinda olacak; o ise yüz derece muhal olmakla beraber, hiç kimse, hattâ seytan bile olsa diyemez. (Hâsiye)
Öyle ise Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyan, yazilan umum kitablarin fevkindedir. Hattâ mânayi da fehmetmeyen cahil âmi tabakaya karsi da Kur'an-i Hakîm, usandirmamak suretiyle i'cazini gösterir. Evet o âmi, cahil adam der ki: "En güzel, en meshur bir beyti iki-üç defa isitsem, bana usanç veriyor. Su Kur'an ise hiç usandirmiyor, gittikçe daha ziyade dinlemesi hosuma gidiyor. Öyle ise bu insan sözü degildir."
Hem hifza çalisan çocuklarin tabakasina karsi dahi, Kur'an-i Hakîm o nazik, zaîf, basit ve bir sahife kitabi hifzinda tutamayan o çocuklarin küçük kafalarinda, o büyük Kur'an ve çok yerlerinde iltibas ve müsevvesiyete sebebiyet veren birbirine benzeyen âyetlerin ve cümlelerin tesabühüyle beraber; kemal-i sühuletle, kolaylikla o çocuklarin hâfizalarinda yerlesmesi suretinde, i'cazini onlara dahi gösterir.
Hattâ az sözden ve gürültüden müteessir olan hastalara ve sekeratta olanlara karsi Kur'anin zemzemesi ve sadasi; zemzem suyu gibi onlara hos ve tatli geldigi cihetle, bir nevi i'cazini onlara da ihsas eder.
Elhasil: Kirk muhtelif tabakata ve ayri ayri insanlara, kirk vecihle Kur'an-i Hakîm i'cazini gösterir veya i'cazinin vücudunu ihsas eder. Kimseyi mahrum birakmaz. Hattâ yalniz gözü bulunan (Hâsiye-1) kulaksiz, kalbsiz, ilimsiz tabakasina karsi da, Kur'anin bir nevi alâmet-i i'cazi vardir. Söyle ki:
______________________
(Hâsiye): Yirmialtinci Mektub'un ehemmiyetli Birinci Mebhasi, su cümlenin Hâsiyesi ve izahidir.
(Hâsiye-1): Yalniz gözü bulunan; kulaksiz, kalbsiz tabakasina karsi vech-i i'cazi, burada gayet mücmel ve muhtasar ve nâkis kalmistir. Fakat bu vech-i i'cazi Yirmidokuzuncu ve Otuzuncu Mektublarda (Hâsiyecik) gayet parlak ve nuranî ve zâhir ve bâhir gösterilmistir, hattâ körler de görebilir. O vech-i i'câzi gösterecek bir Kur'an yazdirdik. INSÂALLAH tab' edilecek, herkes de o güzel vechi görecektir.
(Hâsiyecik): Otuzuncu Mektub pek parlak tasavvur ve niyet edilmisti; fakat yerini baskasina, Isârat-ül-i'câza verdi. Kendisi meydana çikmadi.
sh: » (M: 195)
Hâfiz Osman hattiyla ve basmasiyla olan Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyan'in yazilan kelimeleri birbirine bakiyor. Meselâ: Sure-i Kehf'de وَثَامِنُهُمْ كَلْبُهُمْ kelimesi altinda yapraklar delinse; Sure-i Fâtir'daki قِطْمِيرٍ kelimesi, az bir inhirafla görünecek ve o kelbin ismi de anlasilacak. Ve Sure-i Yâsin'de iki defa مُحْضَرُونَ birbiri üstüne; Vessâffat'taki مُحْضَرِينَ ve مُحْضَرُونَ hem birbirine, hem onlara bakiyor; biri delinse, ötekiler az bir inhirafla görünecek. Meselâ: Sure-i Sebe'in âhirinde, Sure-i Fâtir'in evvelindeki iki مَثْنَى birbirine bakar. Bütün Kur'anda yalniz üç مَثْنَى dan ikisi birbirine bakmalari tesadüfî olamaz. Ve bunlarin emsâli pek çoktur. Hattâ bir kelime, bes-alti yerde yapraklar arkasinda, az bir inhirafla birbirine bakiyorlar. Ve Kur'anin birbirine bakan iki sahifesinde, birbirine bakan cümleleri kirmizi kalemle yazilan bir Kur'ani ben gördüm. "Su vaziyet dahi, bir nevi mu'cizenin emaresidir", o vakit dedim. Daha sonra baktim ki: Kur'anin, müteaddid yapraklar arkasinda birbirine bakar çok cümleleri var ki, manidar bir surette birbirine bakar. Iste tertib-i Kur'an irsad-i Nebevî ile, müntesir ve matbu' Kur'anlar da ilham-i Ilahî ile oldugundan; Kur'an-i Hakîm'in naksinda ve o hattinda, bir nevi alâmet-i i'caz isareti var. Çünki o vaziyet, ne tesadüfün isi ve ne de fikr-i beserin düsünüsüdür. Fakat bazi inhiraf var ki, o da tab'in noksanidir ki; tam muntazam olsaydi, kelimeler tam birbiri üzerine düsecekti.
Hem Kur'anin Medine'de nâzil olan mutavassit ve uzun surelerinin herbir sahifesinde "Lafzullah" pek bedi' bir tarzda tekrar edilmis. Agleben ya bes, ya alti, ya yedi, ya sekiz, ya dokuz, ya onbir aded tekrar ile beraber bir yapragin iki yüzünde ve karsi karsiya gelen sahifede güzel ve manidar bir münasebet-i adediye gösterir. (Hâsiye: 1, 2, 3, 4)
_________________________
(Hâsiye-1): Hem ehl-i zikir ve münacata karsi, Kur'anin zînetli ve kafiyeli lâfzi ve fesâhatli, san'atli üslûbu ve nazari kendine çevirecek belâgatin mezâyâsi çok olmakla beraber; ulvî ciddiyeti ve Ilâhî huzuru ve cem'iyet-i hatiri veriyor, ihlâl etmiyor. Halbuki o çesit mezâyâ-yi fesâhat ve san'at-i lâfziye ve nazm ve kafiye; ciddiyeti ihlâl eder, zarafeti ismam ediyor, huzuru
sh: » (M: 196)
IKINCI NÜKTE: Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm'in zamaninda sihrin revaci oldugundan, mühim mu'cizati ona benzer bir tarzda geldigi; ve Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm'in zamaninda ilm-i tib revaçta oldugundan, mu'cizatinin galibi o cinsten geldigi gibi, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in dahi zamaninda Cezîret-ül Arab'da en ziyade revaçda dört sey idi:
______________________________ ____
bozar, nazari dagitir. Hattâ münacatin en latifi ve en ciddîsi ve en ulvî nazimli ve Misir'in kaht u galasinin sebeb-i ref'i olan Imam-i Safiî'nin meshur bir münacatini çok defa okuyordum; gördüm ki: Nazimli, kafiyeli oldugu için münacatin ulvî ciddiyetini ihlâl eder. Sekiz-dokuz senedir virdimdir. Hakikî ciddiyeti, ondaki kafiye ve nazimla birlestiremedim. Ondan anladim ki: Kur'anin has, fitrî, mümtaz olan kafiyelerinde nazm ve mezayasinda bir nevi i'cazi var ki; hakikî ciddiyeti ve tam huzuru muhafaza eder, ihlâl etmez. Iste ehl-i münacat ve zikr, bu nevi i'cazi aklen fehmetmezse de kalben hisseder.
(Hâsiye-2): Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyan'in manevî bir sirr-i i'cazi sudur ki: Kur'an, Ism-i A'zam'a mazhar olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in pek büyük ve pek parlak derece-i îmanini ifade ediyor.
Hem mukaddes bir harita gibi âlem-i âhiretin ve âlem-i rububiyetin yüksek hakikatlarini beyan eden, gayet büyük ve genis ve âlî olan hak dinin mertebe-i ulviyesini fitrî bir tarzda ifade ediyor, ders veriyor.
Hem Hâlik-i Kâinat'in umum mevcudatin Rabbi cihetinde, hadsiz izzet ve hasmetiyle hitabini ifade ediyor. Elbette bu suretteki ifade-i Furkan'a ve bu tarzdaki beyan-i Kur'ana karsi, قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَاْلجِنُّ عَلَى اَنْ يَاْتُوا ِبمِثْلِ هذَا اْلقُرْآنِ لاَ يَاْتُونَ ِبمِثْلِهِ sirriyla bütün ukûl-ü beseriye ittihad etse, bir tek akil olsa dahi karsisina çikamaz, muaraza edemez. اَيْنَ الثَّرَا مِنَ الثُّرَيَّا Çünki su üç esas nokta-i nazarinda, kat'iyen kabil-i taklid degildir ve tanzir edilmez!..
(Hâsiye-3): Kur'an-i Hakîm'in umum sahifeleri âhirinde âyet tamam oluyor. Güzel bir kafiye ile nihayeti hitam buluyor. Bunun sirri sudur ki: En büyük âyet olan Müdayene âyeti sahifeler için, Sure-i Ihlas ve Kevser satirlar için bir vâhid-i kiyasî ittihaz edildiginden, Kur'an-i Hakîm'in bu güzel meziyeti ve i'caz alâmeti görülüyor.
(Hâsiye-4): Bu makamin bu mebhasinda gayet ehemmiyetli ve hasmetli ve büyük ve Risale-i Nur'un muvaffakiyeti noktasinda gayet zînetli ve sevimli ve müsevvik kerâmetin, pek az ve cüz'î vaziyet ve kisacik nümunelerine ve küçücük emarelerine, acelelik belasiyla iktifa edilmis. Halbuki o büyük hakikat ve o sevimli kerâmet ise, tevafuk namiyla bes-alti nevileri ile Risale-i Nur'un bir silsile-i kerâmetini ve Kur'anin göze görünen bir nevi i'cazinin lemaatini ve rumuzat-i gaybiyenin bir menba-i isaratini teskil ediyor. Sonradan, Kur'anda "Lafzullah"in tevafukundan çikan bir lem'a-i i'cazi gösteren yaldiz ile bir Kur'an yazdirildi. Hem Rumuzât-i Semâniye namindaki sekiz küçük risaleler, hurufat-i Kur'aniyenin tevafukatindan çikan münasebet-i latife ve isarat-i gaybiyelerinin beyaninda te'lif edildi. Hem Risale-i Nur'u tevafuk sirriyla tasdik ve takdir ve tahsin eden Keramet-i Gavsiye ve üç Keramet-i Aleviye ve Isarat-i Kur'aniye namindaki bes adet risaleler yazildi. Demek Mu'cizat-i Ahmediye'nin te'lifinde o büyük hakikat icmalen hissedilmis; fakat maatteessüf müellif yalniz bir tirnagini görüp göstermis, daha arkasina bakmayarak kosup gitmis.
sh: » (M: 197)
Birincisi: Belâgat ve fesâhat.
Ikincisi: Siir ve hitabet.
Üçüncüsü: Kâhinlik ve gaibden haber vermek.
Dördüncüsü: Hâdisat-i maziyeyi ve vakiat-i kevniyeyi bilmek idi.
Iste Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyan geldigi zaman, bu dört nevi malûmat sahiblerine karsi meydan okudu:
Basta ehl-i belâgata birden diz çöktürdü. Hayretle Kur'ani dinlediler.
Ikincisi ehl-i siir ve hitabet, yani muntazam nutuk okuyan ve güzel siir söyleyenlere karsi öyle bir hayret verdi ki, parmaklarini isirtti. Altun ile yazilan en güzel siirlerini ve Kâ'be duvarlarina medar-i iftihar için asilan meshur "Muallakat-i Seb'a"larini indirtti, kiymetten düsürdü.
Hem gaibden haber veren kâhinleri ve sâhirleri susturdu. Onlarin gaybî haberlerini onlara unutturdu. Cinnîlerini tardettirdi. Kâhinlige hâtime çektirdi.
Hem ümem-i salifenin vekayiine ve hâdisat-i âlemin ahvaline vâkif olanlari hurafattan ve yalandan kurtarip, hakikî hâdisat-i maziyeyi ve nurlu olan vekayi-i âlemi onlara ders verdi.
Iste bu dört tabaka, Kur'ana karsi kemal-i hayret ve hürmetle onun önüne diz çökerek sakird oldular. Hiçbirisi, hiçbir vakit birtek sureyle muarazaya kalkisamadilar.
Eger denilse: Nasil biliyoruz ki, kimse muaraza edemedi ve muaraza kabil degil?
Elcevap: Eger muaraza mümkün olsaydi, herhalde tesebbüs edilecekti. Çünki muarazaya ihtiyaç sedid idi. Zira dinleri, mallari,
sh: » (M: 198)
canlari, iyalleri tehlikeye düsüyor. Muaraza edilseydi kurtulurlardi. Eger muaraza mümkün olsaydi, herhalde muaraza edecektiler. Eger muaraza edilseydi, muaraza taraftarlari kâfirler, münafiklar çok, hem pek çok oldugundan herhalde muarazaya taraftar çikip iltizam ederek, herkese nesredeceklerdi. -Nasil ki Islâmiyetin aleyhinde hersey'i nesretmisler.- Eger nesretseydiler ve muaraza olsaydi; her halde tarihlere, kitablara sasaali bir surette geçecekti. Iste meydanda bütün tarihler, kitablar; hiçbirisinde Müseylime-i Kezzab'in birkaç fikrasindan baska yoktur. Halbuki Kur'an-i Hakîm, yirmiüç sene mütemadiyen damarlara dokunduracak ve inadi tahrik edecek bir tarzda meydan okudu. Ve der idi ki:
"Su Kur'anin, Muhammed-ül Emin gibi bir ümmîden nazîrini yapiniz ve gösteriniz. Haydi bunu yapamiyorsunuz; o zât ümmi olmasin, gayet âlim ve kâtib olsun. Haydi bunu da getiremiyorsunuz; birtek zât olmasin, bütün âlimleriniz, belîgleriniz toplansin, birbirine yardim etsin.. hattâ güvendiginiz âliheleriniz size yardim etsin. Haydi bununla da yapamayacaksiniz; eskiden yazilmis belîg eserlerden de istifade edip, hattâ gelecekleri de yardima çagirip, Kur'anin nazîrini gösteriniz, yapiniz. Haydi bunu da yapamiyorsunuz; Kur'anin mecmuuna olmasin da, yalniz on suresinin nazîrini getiriniz. Haydi on suresine mukabil hakikî dogru olarak bir nazîre getiremiyorsunuz; haydi hikâyelerden, asilsiz kissalardan terkib ediniz. Yalniz nazmina ve belâgatina nazîre olsun getiriniz. Haydi bunu da yapamiyorsunuz; birtek suresinin nazîrini getiriniz. Haydi sure uzun olmasin, kisa bir sure olsun nazîrini getiriniz. Yoksa din, can, mal, iyalleriniz; dünyada da âhirette de tehlikeye düsecektir!"
Iste sekiz tabakada, ilzam suretinde, Kur'an-i Hakîm yirmiüç senede degil, belki bin üçyüz senede bütün ins ü cinne karsi bu meydani okumus ve okuyor. Halbuki evvelki zamanda o kâfirler can, mal ve iyalini tehlikeye atip en dehsetli yol olan harb yolunu ihtiyar ederek, en kolay ve en kisa olan muaraza yolunu terkettiler. Demek muaraza yolu mümkün degildi.
Iste hiçbir akil, hususan o zamanda Ceziret-ül Arabdaki adamlar, hususan Kureysîler gibi zeki adamlar; birtek edibleri, Kur'anin birtek suresine nazîre yapip Kur'anin hücumundan kurtulmasini temin ederek, kisa ve kolay yolu terkedip can, mal,
sh: » (M: 199)
iyalini tehlikeye atip en müskilâtli yola sülûk eder mi?
Elhasil: Meshur Câhiz'in dedigi gibi: "Muaraza-i bilhuruf mümkün olmadi, muharebe-i bissüyufa mecbur oldular..."
Eger denilse: Bazi muhakkik ulema demisler ki: "Kur'anin bir suresine degil; birtek âyetine, hattâ birtek cümlesine, hattâ birtek kelimesine muaraza edilmez ve edilmemis." Bu sözler mübalaga görünüyor ve akil kabul etmiyor. Çünki beserin sözlerinde Kur'an cümlelerine benzeyen çok cümleler var. Bu sözün sirr-i hikmeti nedir?
Elcevap: I'caz-i Kur'anda iki mezheb var. Mezheb-i ekser ve racih odur ki, Kur'andaki letaif-i belâgat ve mezaya-yi maânî, kudret-i beserin fevkindedir.
Ikinci mercuh mezheb odur ki: Kur'anin bir suresine muaraza, kudret-i beser dâhilindedir. Fakat Cenâb-i Hak, mu'cize-i Ahmediye (A.S.M.) olarak men'etmis. Nasilki bir adam ayaga kalkabilir, fakat eser-i mu'cize olarak bir Nebi dese ki: "Sen kalkamayacaksin!" O da kalkamazsa, mu'cize olur. Su mezheb-i mercuha, Sarfe Mezhebi denilir. Yani Cenâb-i Hak cinn ü insi men'etmis ki, Kur'anin bir suresine mukabele edemesinler. Eger men'etmeseydi, cinn ü ins bir suresine mukabele ederdi. Iste su mezhebe göre, "Bir kelimesine de muaraza edilmez" diyen ulemanin sözleri hakikattir. Çünki mâdem Cenâb-i Hak, i'caz için onlari men'etmis; muarazaya agizlarini açamazlar. Agizlarini açsalar da; izn-i Ilâhî olmazsa, kelimeyi çikaramazlar. Amma mezheb-i racih ve ekser olan mezheb-i evvele göre dahi, o ulemanin beyan ettigi fikrin söyle bir ince vechi vardir ki: Kur'an-i Hakîm'in cümleleri, kelimeleri birbirine bakar. Bazi olur bir kelime, on yere bakar; onda, on nükte-i belâgat, on münasebet bulunuyor. Nasilki Isarat-ül I'caz namindaki tefsirde, Fatiha'nin bazi cümleleri içinde ve الم { ذلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ cümleleri içinde, su nüktelerden bazi nümuneleri göstermisiz. Meselâ: Nasilki münakkas bir sarayda, müteaddid, muhtelif nakislarin dügümü hükmünde bir tasi, bütün nakislara bakacak bir yerde yerlestirmek; bütün o duvari nukusuyla bilmeye mütevakkiftir. Hem nasilki insanin basindaki gözbebegini yerinde yerlestirmek, bütün cesedin münasebatini ve vezaif-i acibesini ve gözün
sh: » (M: 200)
o vezaife karsi vaziyetini bilmekle oluyor. Öyle de: Ehl-i hakikatin çok ileri giden bir kismi, Kur'anin kelimatinda pek çok münasebati ve sair âyetlerdeki cümlelere bakan vücuhlari, alâkalari göstermisler. Hususan ulema-i ilm-i huruf daha ileri gidip, bir harf-i Kur'anda, bir sahife kadar esrari, ehline beyan ederek isbat etmisler. Hem mâdem Hâlik-i Külli Sey'in kelâmidir; herbir kelimesi, kalb ve çekirdek hükmüne geçebilir. (Etrafinda, esrardan mütesekkil bir cesed-i manevîye kalb ve bir secere-i maneviyeye çekirdek hükmüne geçebilir.) Iste insanin sözlerinde, Kur'anin kelimeleri gibi kelimeler, belki cümleler, âyetler bulunabilir. Fakat Kur'anda, çok münasebat gözetilerek bir tarz ile yerlestirildigi yerde; bir ilm-i muhit lâzim ki, öyle yerli yerine yerlessin.
ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyan'in hülâsat-ül hülâsa bir icmal-i mahiyeti için bir vakit Arabî ibare ile bir tefekkür-ü hakikîyi, Cenâb-i Hak benim kalbime ihsan etmisti. Simdi aynen o tefekkürü, Arabî olarak yazacagiz, sonra manasini beyan edecegiz. Iste:
سُبْحَانَ مَنْ شَهِدَ عَلَى وَحْدَانِيَّتِهِ وَصَرَّحَ بِاَوْصَافِ جَمَالِهِ وَجَلاَلِهِ وَكَمَالِهِ اَلْقُرْانُ الْحَكِيمُ الْمُنَوَّرُ جِهَاتُهُ السِّتُّ اَلْحَاوِى لِسِرِّ اِجْمَاعِ كُلِّ كُتُبِ اْلاَنْبِيَاءِ وَاْلاَوْلِيَاءِ وَالْمُوَحِّدِينَ الْمُخْتَلِفِينَ فِى اْلاَعْصَارِ وَالْمَشَارِبِ وَالْمَسَالِكِ الْمُتَّفِقِينَ بِقُلُوبِهِمْ وَعُقُولِهِمْ عَلَى تَصْدِيقِ اَسَاسَاتِ الْقُرْانِ وَكُلِّيَّاتِ اَحْكَامِهِ عَلَى وَجْهِ اْلاِجْمَالِ وَهُوَ مَحْضُ الْوَحْىِ بِاِجْمَاعِ الْمُنْزِلِ وَالْمُنْزَلِ وَالْمُنْزَلِ عَلَيْهِ وَعَيْنُ الْهِدَايَةِ بِالْبَدَاهَةِ وَمَعْدَنُ اَنْوَارِ اْلاِيمَانِ بِالضَّرُورَةِ وَمَجْمَعُ الْحَقَائِقِ بِالْيَقِينِ وَمُوصِلٌ اِلَى السَّعَادَةِ بِالْعَيَانِ وَذُو اْلاَثْمَارِ الْكَامِلِينَ بِالْمُشَاهَدَةِ وَمَقْبُولُ الْمَلَكِ وَاْلاِنْسِ وَالْجَانِّ بِالْحَدْسِ الصَّادِقِ مِنْ تَفَارِيقِ اْلاَمَارَاتِ
sh: » (M: 201)
وَالْمُؤَيَّدُ بِالدَّلاَئِلِ الْعَقْلِيَّةِ بِاِتِّفَاقِ الْعُقَلاَءِ الْكَامِلِينَ وَالْمُصَدَّقُ مِنْ جِهَةِ الْفِطْرَةِ السَّلِيمَةِ بِشَهَادَةِ اِطْمِئْنَانِ الْوِجْدَانِ وَالْمُعْجِزَةُ اْلاَبَدِيَّةُ الْبَاقِى وَجْهُ اِعْجَازِهِ عَلَى مَرِّ الزَّمَانِ بِالْمُشَاهَدَةِ وَالْمُنْبَسِطُ دَائِرَةُ اِرْشَادِهِ مِنَ اْلَمَلاِ اْلاَعْلَى اِلَى مَكْتَبِ الصِّبْيَانِ يَسْتَفِيدُ مِنْ عَيْنِ دَرْسٍ اَلْمَلئِكَةُ مَعَ الصَّبِيِّنَ وَ كَذَا هُوَ ذُو الْبَصَرِ الْمُطْلَقِ يَرَى اْلاَشْيَاءَ بِكَمَالِ الْوُضُوحِ وَالظُّهُورِ وَيُحِيطُ بِهَا وَيُقَلِّبُ الْعَالَمَ فِى يَدِهِ وَيُعَرِّفُهُ لَنَا كَمَا يُقَلِّبُ صَانِعُ السَّاعَةِ السَّاعَةَ فِى كَفِّهِ وَيُعَرِّفُهَا لِلنَّاسِ فَهذَا الْقُرْآنُ الْعَظِيمُ الشَّانِ هُوَ الَّذِى يَقُولُ مُكَرَّرًا اَللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ: فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ
Iste su tefekkür-ü Arabînin tercümesi ve meali sudur ki, yani: Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyan'in alti ciheti parlaktir ve nurludur. Evham ve sübehat içine giremez. Çünki arkasi Ars'a dayaniyor; o cihette nur-u vahiy var. Önünde ve hedefinde saadet-i dâreyn var. Ebede, âhirete el atmis; Cennet ve saadet nuru var. Üstünde sikke-i i'caz parliyor. Altinda bürhan ve delil direkleri var. Içi hâlis hidayet. Sagi اَفَلاَ يَعْقِلُونَ ler ile ukûlü istintakla "Sadakte" dedirtiyor. Solunda; kalblere ezvak-i ruhanî vermekle, vicdanlari istishad ederek "Bârekâllah" dediren Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyan'a hangi köseden, hangi cihetten evham ve sübehatin hirsizlari girebilir?
Evet Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyan asirlari, mesrebleri, meslekleri muhtelif olan enbiyanin, evliyanin, muvahhidînin kitablarinin sirr-i icma'ini câmi'dir. Yani bütün o ehl-i kalb ve akil, Kur'an-i Hakîm'in mücmel ahkâmini ve esasatini tasdik eder bir surette, o esasati kitablarinda zikredip kabul etmisler. Demek onlar, Kur'an
sh: » (M: 202)
secere-i semavîsinin kökleri hükmündedirler. Hem Kur'an-i Hakîm, vahye istinad ediyor ve vahiydir. Çünki Kur'ani nâzil eden Zât-i Zülcelal, mu'cizat-i Ahmediye (A.S.M.) ile, Kur'an vahiy oldugunu gösterir, isbat eder. Ve nâzil olan Kur'an dahi, üstündeki i'caz ile gösterir ki, Ars'tan geliyor. Ve münzel-i aleyh olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in bidayet-i vahiydeki telasi ve nüzul-i vahiy vaktindeki vaziyet-i bîhusu ve herkesten ziyade Kur'ana karsi ihlas ve hürmeti gösteriyor ki: Vahiy olup ezelden geliyor, ona misafir oluyor.
Hem o Kur'an bilbedahe mahz-i hidayettir. Çünki onun muhalifi, bilmüsahede küfrün dalaletidir. Hem bizzarure Kur'an envar-i imaniyenin madenidir. Elbette envar-i imaniyenin aksi, zulümattir. Çok Sözlerde bunu kat'î olarak isbat etmisiz.
Hem Kur'an bilyakîn hakaikin mecma'idir. Hayalât ve hurafat, içine giremez. Teskil ettigi hakikatli âlem-i Islâmiyet, izhar ettigi esasli seriat ve gösterdigi âlî kemalâtin sehadetiyle, âlem-i gayba ait olan bahislerinde dahi, âlem-i sehadetteki bahisleri gibi, ayn-i hakaik oldugunu ve içinde hilaf bulunmadigini isbat eder.
Hem Kur'an bil'ayan ve süphesiz, saadet-i dâreyne îsal eder, beseri ona sevkeder. Kimin süphesi varsa, bir defa Kur'ani okusun ve dinlesin ne diyor? Hem Kur'anin verdigi meyveler; hem mükemmeldir, hem hayatdardir. Öyle ise, Kur'an agacinin kökü hakikattadir, hayatdardir. Çünki meyvenin hayati, agacin hayatina delalet eder. Iste bak; her asirda ne kadar asfiya ve evliya gibi mükemmel ve kâmil zîhayat ve zînur meyveler vermis.
Hem hadsiz müteferrik emarelerden nes'et eden bir hads ve kanaatla, Kur'an hem ins, hem cinn, hem melegin makbulü ve mergubudur ki; okundugu vakit onlar istiyakla pervane gibi etrafina toplaniyorlar.
Hem Kur'an vahiy olmakla beraber, delail-i akliye ile teyid ve tahkim edilmis. Evet kâmil ukalânin ittifaki buna sahiddir. Basta ulema-i ilm-i Kelâmin allâmeleri ve Ibn-i Sina, Ibn-i Rüsd gibi felsefenin dâhîleri müttefikan esasat-i Kur'aniyeyi usûlleriyle, delilleriyle isbat etmisler. Hem Kur'an, fitrat-i selime cihetiyle musaddaktir. Eger bir âriza ve bir maraz olmazsa; herbir fitrat-i selime onu tasdik eder. Çünki itminan-i vicdan ve istirahat-i kalb, onun envariyla olur. Demek fitrat-i selime, vicdanin itminani sehadetiyle, onu tasdik ediyor. Evet fitrat, lisan-i
sh: » (M: 203)
haliyle Kur'ana der: "Fitratimizin kemali sensiz olamaz!" Su hakikati çok yerlerde isbat etmisiz.
Hem Kur'an bilmüsahede ve bilbedahe, ebedî ve daimî bir mu'cizedir. Her vakit i'cazini gösterir. Sair mu'cizat gibi sönmez, vakti bitmez, ebedîdir.
Hem Kur'anin mertebe-i irsadinda öyle bir genislik var ki; birtek dersinde, Hazret-i Cibril (A.S.), bir tifl-i nevresîde ile omuz omuza o dersi dinler, hisselerini alirlar. Ve Ibn-i Sina gibi en dâhî feylesof, en âmi bir ehl-i kiraatla diz dize ayni dersi okurlar, derslerini alirlar. Hattâ bazan olur ki; o âmi adam, kuvvet ve safvet-i iman cihetiyle, Ibn-i Sina'dan daha ziyade istifade eder.
Hem Kur'anin içinde öyle bir göz var ki; bütün kâinati görür, ihata eder ve bir kitabin sahifeleri gibi kâinati göz önünde tutar, tabakatini ve âlemlerini beyan eder. Bir saatin sanatkâri nasil saatini çevirir, açar, gösterir, tarif eder; Kur'an dahi, elinde kâinati tutmus öyle yapiyor. Iste söyle bir Kur'an-i Azîmüssan'dir ki فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ der, vahdaniyeti ilân eder.
اَللّهُمَّ اجْعَلِ الْقُرْآنَ لَنَا فِى الدُّنْيَا قَرِينَا وَ فِى الْقَبْرِ مُونِسًا وَ فِى الْقِيَامَةِ شَفِيعًا وَ عَلَى الصِّرَاطِ نُورًا وَ مِنَ النَّارِ سِتْرًا وَ حِجَابًا وَ فِى الْجَنَّةِ رَفِيقًا وَ اِلَى الْخَيْرَاتِ كُلِّهَا دَلِيلاً وَ اِمَامًا
اَللّهُمَّ نَوِّرْ قُلُوبَنَا وَ قُبُورَنَا بِنُورِ اْلاِيمَانِ وَ الْقُرْآنِ وَ نَوِّرْ بُرْهَانَ الْقُرْآنِ بِحَقِّ وَ بِحُرْمَةِ مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْقُرْآنُ عَلَيْهِ وَ عَلَى آلِهِ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ مِنَ الرَّحْمنِ الْحَنَّانِ آمِينَ
-
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 19. MEKTUP
ONDOKUZUNCU NÜKTELI ISARET: Sâbik isaretlerde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Cenab-i Hakk'in resulü oldugu gayet kat'î ve sübhesiz bir surette isbat edildi. Iste risaleti binler delail-i kat'iye ile sabit olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, vahdaniyet-i Ilâhiyenin ve saadet-i ebediyenin en parlak bir delili ve en kat'î bir bürhanidir. Biz su isarette; o müsrik, parlak delile ve nâtik-i sadik bürhana, hülâsat-ül hülâsa bir icmal ile küçük bir tarif yapacagiz. Çünki mâdem o delildir ve
sh: » (M: 204)
neticesi marifet-i Ilâhiyedir; elbette delili tanimak ve vech-i delaletini bilmek lâzimdir. Öyle ise, biz de gayet muhtasar bir hülâsa ile, vech-i delaletini ve sihhatini beyan edecegiz. Söyle ki:
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, su kâinatin mevcudati gibi, Hâlik-i Kâinat'in vücuduna ve vahdetine kendi zâti delalet ettigi gibi; o kendi delalet-i zâtiyesini, bütün mevcudatin delaletiyle beraber, lisaniyla ilân etmistir. Mâdem delildir; biz o delilin hüccet ve istikametine ve sidk ve hakkaniyetine, onbes esasta isaret ederiz:
Birinci Esas: Hem zâtiyla, hem lisaniyla, hem delalet-i haliyle, hem kaliyle kâinatin Sâniine delalet eden su delil; hem hakikat-i kâinatça musaddak, hem sadiktir. Çünki bütün mevcudatin vahdaniyete delaletleri, elbette vahdaniyeti söyleyen zâti tasdik hükmündedir. Demek söyledigi dava da, umum kâinatça musaddaktir. Hem beyan ettigi kemal-i mutlak olan vahdaniyet-i Ilâhiye ve hayr-i mutlak olan saadet-i ebediye, bütün hakaik-i âlemin hüsün ve kemaline muvafik ve mutabik oldugundan; o, davasinda elbette sâdiktir. Demek Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vahdaniyet-i Ilâhiyeye ve saadet-i ebediyeye bir bürhan-i nâtik-i sâdik ve musaddaktir.
Ikinci Esas: Hem o delil-i sâdik ve musaddak, mâdem umum enbiyanin fevkinde binler mu'cizat ve neshedilmeyen bir seriat ve umum cin ve inse samil bir davet sahibi oldugundan, elbette umum enbiyanin reisidir. Öyle ise, umum enbiyanin mu'cizatlarinin sirrini ve ittifaklarini câmi'dir. Demek bütün enbiyanin kuvvet-i icma'i ve mu'cizatlarinin sehadeti, onun sidk u hakkaniyetine bir nokta-i istinad teskil eder. Hem onun terbiyesi ve irsadi ve nur-u seriatiyla kemal bulan bütün evliya ve asfiyanin sultani ve üstadidir. Öyle ise, onlarin sirr-i kerametlerini ve icma'kârane tasdiklerini ve tahkiklerinin kuvvetini câmi'dir. Çünki onlar üstadlarinin açtigi ve kapiyi açik biraktigi yolda gitmisler, hakikati bulmuslar. Öyle ise, onlarin bütün kerametleri ve tahkikatlari ve icma'lari, o mukaddes üstadlarinin sidk u hakkaniyeti için bir nokta-i istinad temin eder. Hem o bürhan-i vahdaniyet, sâbik isaretlerde görüldügü gibi; o kadar kat'î, yakînî ve bâhir mu'cizeleri ve hârika irhasatlari ve süphesiz delail-i nübüvveti var ve o zâti öyle bir tasdik ediyor ki, kâinat toplansa onlarin tasdikini ibtal edemez!
Üçüncü Esas: Hem o mu'cizat-i bâhire sahibi olan
sh: » (M: 205)
vahdaniyet dellâli ve saadet-i ebediye müjdecisi, kendi zât-i mübarekinde öyle ahlâk-i âliye ve vazife-i risâletinde öyle secaya-yi samiye ve teblig ettigi seriat ve dininde öyle hasail-i galiye vardir ki; en sedid düsman dahi onu tasdik ediyor, inkâra mecal bulamiyor. Mâdem zâtinda ve vazifesinde ve dininde, en yüksek ve güzel ahlâklari ve en ulvî ve mükemmel seciyeleri ve en kiymetdar ve makbul hasletleri bulunuyor; elbette o zât, mevcudattaki kemalâtin ve ahlâk-i âliyenin misâli ve mümessili ve timsâli ve üstadidir. Öyle ise, zâtinda ve vazifesinde ve dininde su kemalât ise; hakkaniyetine ve sidkina o kadar kuvvetli bir nokta-i istinaddir ki, hiçbir cihette sarsilmaz.
Dördüncü Esas: Hem maden-i kemalât ve muallim-i ahlâk-i âliye olan o dellâl-i vahdaniyet ve saadet, kendi kendine söylemiyor; belki söylettiriliyor. Evet Hâlik-i Kâinat tarafindan söylettiriliyor. Üstad-i Ezelîsinden ders alir, sonra ders verir. Çünki sâbik isaretlerde kismen beyan edilen binler delail-i nübüvvetle; Hâlik-i Kâinat bütün o mu'cizati onun elinde halketmekle gösterdi ki; o, onun hesabina konusuyor, onun kelâmini teblig ediyor. Hem ona gelen Kur'an ise içinde, disinda kirk vech-i i'caz ile gösterir ki, o Cenâb-i Hakk'in tercümanidir. Hem o kendi zâtinda bütün ihlâsiyla ve takvasiyla ve ciddiyetiyle ve emanetiyle ve sair bütün ahval ve etvariyla gösterir ki; o kendi namina, kendi fikriyle demiyor.. belki Hâliki namina konusuyor. Hem onu dinleyen bütün ehl-i hakikat, kesif ve tahkik ile tasdik etmisler ve ilmelyakîn iman etmisler ki; o kendi kendine konusmuyor, belki Hâlik-i Kâinat onu konusturuyor, ders veriyor, onunla ders verdiriyor. Öyle ise onun sidk u hakkaniyeti, bu dört gayet kuvvetli esaslarin icmaina istinad eder.
-
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 19. MEKTUP
Besinci Esas: Hem o Tercüman-i Kelâm-i Ezelî ervahlari görüyor, melaikelerle sohbet ediyor, cin ve insi de irsad ediyor. Degil ins ve cin âlemi, belki âlem-i ervah ve âlem-i melaike fevkinde ders aliyor. Ve mâverasinda münasebeti var ve ittilai vardir. Sâbik mu'cizati ve tevatürle kat'î macera-yi hayati su hakikati isbat etmistir. Öyle ise kâhinler ve sair gaibden haber verenler gibi, onun haberlerine degil cin, degil ervah, degil melâike, belki Cibril'den baska Melâike-i Mukarrebîn dahi karisamiyor. Hattâ ekser evkatta onun arkadasi olan Hazret-i Cebrail'i dahi bazi geri birakiyor.
sh: » (M: 206)
Altinci Esas: Hem O (melek, cin ve beserin seyyidi olan) zât, su kâinat agacinin en münevver ve mükemmel meyvesi ve rahmet-i Ilâhiyenin timsâli ve muhabbet-i Rabbaniyenin misâli ve Hakk'in en münevver bürhani ve hakikatin en parlak siraci ve tilsim-i kâinatin miftahi ve muamma-yi hilkatin kessafi ve hikmet-i âlemin sârihi ve saltanat-i Ilâhiyenin dellâli ve mehasin-i san'at-i Rabbaniyenin vassafi ve câmiiyet-i istidad cihetiyle o zât, mevcudattaki kemalâtin en mükemmel enmuzecidir. Öyle ise o zâtin su evsafi ve sahsiyet-i maneviyesi isaret eder, belki gösterir ki; o zât, kâinatin illet-i gaiyesidir. Yani o zâta su kâinatin Hâliki bakmis, kâinati halketmistir. Eger onu icad etmeseydi, kâinati dahi icad etmezdi denilebilir. Evet cin ve inse getirdigi hakaik-i Kur'aniye ve envar-i îmaniye ve zâtinda görünen ahlâk-i âliye ve kemalât-i samiye, su hakikata sahid-i kati'dir.
Yedinci Esas: Hem o bürhan-i Hak ve sirac-i hakikat, öyle bir din ve seriat göstermistir ki; iki cihanin saadetini temin edecek desatiri câmi'dir. Ve câmi' olmakla beraber, kâinatin hakaikini ve vezaifini ve Hâlik-i Kâinat'in esmâsini ve sifâtini, kemal-i hakkaniyetle beyan etmistir. Iste o Islâmiyet ve seriat, öyle bir tarzda muhit ve mükemmeldir ve öyle bir surette kâinati kendiyle beraber tarif eder ki, onun mahiyetine dikkat eden elbette anlar ki; o din, bu güzel kâinati yapan zâtin, o kâinati kendiyle beraber tarif edecek bir beyannamesidir ve bir tarifesidir. Nasilki bir sarayin ustasi, o saraya münasib bir tarife yapar. Kendini vasiflariyla göstermek için, bir tarife kaleme alir; öyle de: Din ve seriat-i Muhammediye'de (A.S.M.) öyle bir ihata, bir ulviyet, bir hakkaniyet görünüyor ki; kâinati halk ve tedbir edenin kaleminden çiktigini gösterir. Ve o kâinati güzelce tanzim eden kim ise, su dini güzelce tanzim eden yine odur. Evet o nizam-i ekmel, elbette bu nazm-i ecmeli ister.
Sekizinci Esas: Iste mezkûr sifatlarla muttasif ve her cihet ile sarsilmaz kuvvetli istinad noktalarina dayanan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, âlem-i sehadete müteveccih olarak, âlem-i gayb namina, cin ve insin baslari üzerine ilân ederek; istikbalde gelecek asirlar arkasinda duran akvama ve milletlere hitab edip öyle bir nida eder ki; umum cin ve inse, umum yerlere, umum asirlara isittiriyor. Evet, isitiyoruz!..
Dokuzuncu Esas: Hem öyle yüksek, kuvvetli hitab ediyor ki; bütün asirlar onu dinler. Evet aks-i sadâsini herbir asir isitiyor...
sh: » (M: 207)
Onuncu Esas: Hem o zâtin gidisatinda görünüyor ki; görüyor, öyle haber veriyor. Çünki en tehlikeli vakitlerde, kemal-i metanetle tereddüdsüz, telassiz söylüyor. Bazi olur tek basiyla dünyaya meydan okuyor...
Onbirinci Esas: Hem bütün kuvvetiyle öyle kuvvetli davet edip çagirir ki: Yari yeri ve nev'-i beserin beste birini sesine karsi "Lebbeyk" dedirtti, سَمِعْنَا وَ اَطَعْنَا söylettirdi.
Onikinci Esas: Hem öyle bir ciddiyetle davet ve öyle esasli bir surette terbiye eder ki; düsturlarini asirlarin cephesinde ve aktarin taslarinda naksediyor ve dehirlerin yüzlerinde pâyidar ediyor...
Onüçüncü Esas: Hem teblig ettigi ahkâmin saglamligina öyle bir vüsuk ve güvenmekle söylüyor ve davet ediyor ki; dünya toplansa, onu bir hükmünden geri çevirip pisman edemez. Buna sahid, bütün tarih-i hayati ve siyer-i seniyesidir.
Ondördüncü Esas: Hem öyle bir itminan ile, bir itimad ile davet eder, teblig eder ki; kimseden minnet almaz, hiçbir müskilâta karsi telas etmez, tereddüdsüz, kemal-i samimiyetle ve safvetle ve herkesten evvel kendisi amel edip kabul ederek, getirdigi ahkâmi ilân eder. Buna sahid ise; herkesçe, dost ve düsmanca malûm olan meshur zühdü ve istignasi ve dünyanin fâni müzeyyenatina adem-i tenezzülüdür.
Onbesinci Esas: Hem getirdigi dine herkesten ziyade itaati ve Hâlikina karsi herkesten ziyade ubudiyeti ve menhiyata karsi herkesten ziyade takvasi, kat'iyen gösterir ki: O, Sultan-i Ezel ve Ebed'in mübelligidir, elçisidir ve O, Mabud-u Bilhakk'in en hâlis abdidir ve Kelâm-i Ezelî'nin tercümanidir.
Su onbes aded esaslarin neticesi sudur ki: Mezkûr evsaf ile muttasif su zât; bütün kuvvetiyle, bütün hayatinda mükerreren ve mütemadiyen فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ der, vahdaniyeti ilân eder.
اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَيْهِ وَ عَلَى آلِهِ عَدَدَ حَسَنَاتِ اُمَّتِهِ
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
sh: » (M: 208)
Bir Ikram-i Ilâhî ve Bir Eser-i Inayet-i Rabbaniye
وَ اَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ mazmununa mâsadak olmak emeliyle deriz: Su risalenin te'lifinde, Cenab-i Hakk'in bir eser-i inayetini ve rahmetini zikredecegim. Tâ, su risaleyi okuyanlar, ehemmiyetle baksinlar.
Iste su risalenin te'lifi hiç kalbimde yoktu. Çünki Risalet-i Ahmediyeye (A.S.M.) dair Otuzbirinci ve Ondokuzuncu Sözler yazilmisti. Birdenbire, su risaleyi yazmak için mücbir bir hatira kalbe geldi. Hem kuvve-i hâfizam, musibetler neticesi olarak sönmüstü. Hem mesrebimde, yazdigim eserlerde, nakil suretiyle ("Kale-Kiyle" suretiyle) gitmemistim. Hem yanimda kütüb-ü hadîsiye ve siyer kitablari yoktur. Bununla beraber, "Tevekkeltü Alallah" diyerek basladim. Öyle bir muvaffakiyet oldu ki, Eski Said'in kuvve-i hâfizasindan ziyade hâfizam yardim etti. Her iki-üç saatte, sür'atle otuz-kirk sahife yazildi. Birtek saatte, onbes sahife yaziliyordu. Ekser Buharî, Müslim, Beyhakî, Tirmizî, Sifa-i Serif, Ebu Nuaym, Taberî gibi kitablardan naklediliyor. Halbuki bu nakilde hata olsa -hadîs oldugu için- günah olmasi lâzim geldiginden, kalbim titriyordu. Fakat anlasildi ki inayet var ve su risaleye ihtiyaç var. Insâallah sahih bir surette yazilmistir. Sayet bazi elfaz-i hadîsiyede veya râvilerin isminde bir yanlis bulunsa, tashih edilerek müsamaha ile bakmalarini ihvanlarimdan rica ediyorum.
-
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 19. MEKTUP
Evet biz müsveddeyi yaziyorduk, Üstadimiz da söylüyordu. Yaninda hiç kitab yoktu; hiç müracaat da etmiyordu. Birdenbire gayet sür'atli söylüyordu, biz de yaziyorduk. Iki-üç saatte, otuz-kirk, daha fazla sahife yaziyorduk. Bizim de kanaatimiz geldi ki: Bu muvaffakiyet, mu'cizat-i Nebeviyenin bir kerametidir.
Daimî hizmetkâri: Abdullah Çavus
Hizmetkâri ve müsvedde kâtibi: Süleyman Sâmi
Müsvedde kâtibi ve âhiret kardesi: Hâfiz Hâlid
Müsvedde ve tebyiz kâtibi: Hâfiz Tevfik
sh: » (M: 209)
Mu'cizat-i Ahmediye'nin Birinci Zeyli
(Ondokuzuncu Söz, Risâlet-i Ahmediyyeye (A.S.M.) ve zeyli Sakk-i Kamer Mu'cizesine dair oldugundan; makam münâsebetiyle buraya alinmistir.)
بسم اللّه الرَّحمن الرَّحيم
"Ondört Resehat"i tazammun eden Ondördüncü Lem'anin:
BIRINCI RESHASI: Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var.
Birisi: Su kitab-i kâinattir ki, bir nebze sehadetini onüç lem'a ile arabî Nur Risalesinden Onüçüncü dersten isittik.
Birisi: Su kitab-i kebirin âyet-i kübrasi olan Hâtem-ül Enbiya Aleyhissalâtü Vesselâm'dir.
Birisi de: Kur'an-i Azîmüssan'dir.
Simdi su ikinci bürhan-i nâtikî olan Hâtem-ül Enbiya Aleyhissalâtü Vesselâm'i tanimaliyiz, dinlemeliyiz.
Evet, o bürhanin sahs-i manevîsine bak: Sath-i Arz bir mescid, Mekke bir mihrab; Medine bir minber; O bürhan-i bâhir olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatib, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkeb bir halka-i zikrin serzâkiri.. Bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya taravettar semereleri bir secere-i nuraniyedir ki; herbir davasini, mu'cizatlarina istinad eden bütün enbiya ve kerametlerine itimad eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar. Zira O
لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ der, dava eder. Bütün sag ve sol, yani mazi ve müstakbel taraflarinda saf tutan o
sh: » (M: 210)
nuranî zâkirler, ayni kelimeyi tekrar ederek, icma' ile manen "Sadakte ve bil-hakki natakte" derler. Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesabsiz imzalarla te'yid edilen bir müddeaya parmak karistirsin.
IKINCI RESHA: O nurani bürhan-i tevhid, nasilki iki cenahin icma' ve tevatürüyle teyid ediliyor. Öyle de, Tevrat ve Incil gibi Kütüb-ü Semaviyenin (Hâsiye) yüzler isarati ve irhasatin binler rumuzati ve hatiflerin meshur besarati ve kâhinlerin mütevatir sehadati ve sakk-i Kamer gibi binler mu'cizatinin delalati ve seriatin hakkaniyeti ile te'yid ve tasdik ettikleri gibi, zâtinda gayet kemaldeki ahlâk-i hamîdesini ve vazifesinde nihayet hüsnündeki secaya-yi galiyesini ve kemal-i emniyetini ve kuvvet-i imanini ve gayet itminanini ve nihayet vüsukunu gösteren fevkalâde takvasi, fevkalâde ubudiyeti, fevkalâde ciddiyeti, fevkalâde metaneti; davasinda nihayet derecede sadik oldugunu günes gibi asikâre gösteriyor.
ÜÇÜNCÜ RESHA: Eger istersen gel Asr-i Saadet'e, Ceziret-ül Arab'a gideriz. Hayalen olsun onu vazife basinda görüp ziyaret ederiz. Iste bak: Hüsn-ü sîret ve cemal-i suret ile mümtaz bir zâti görüyoruz ki; elinde mu'ciznüma bir kitab, lisaninda hakaik-asina bir hitab, bütün benî-Âdeme, belki cin ve inse ve melege, belki bütün mevcudata karsi bir hutbe-i ezeliyeyi teblig ediyor. Sirr-i hilkat-i âlem olan muamma-i acîbanesini hal ve serh edip ve sirr-i kâinat olan tilsim-i muglakini fetih ve kesfederek, bütün mevcudattan sorulan, bütün ukûlü hayret içinde mesgul eden üç müskil ve müdhis sual-i azîm olan "Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?" suallerine mukni, makbul cevab verir.
DÖRDÜNCÜ RESHA: Bak! Öyle bir ziya-yi hakikat nesreder ki: Eger onun o nurani daire-i hakikat-i irsadindan hariç bir surette kâinata baksan; elbette kâinatin seklini bir matemhane-i umumî hükmünde ve mevcudati birbirine ecnebi, belki düsman ve camidati dehsetli cenazeler ve bütün zevil-hayati zeval ve firakin sillesiyle aglayan yetimler hükmünde görürsün. Simdi bak: Onun nesrettigi nur ile o matemhane-i umumî, sevk u cezbe içinde bir zikirhaneye inkilab etti. O ecnebi, düsman mevcudat, birer dost ve
__________________________
(Hâsiye): Hüseyin-i Cisrî, Risale-i Hamîdiyesinde, yüz ondört isârâti, o kitablardan çikarmistir. Tahriften sonra bu kadar bulunsa, elbette daha evvel çok tasrihat varmis.
sh: » (M: 211)
kardes sekline girdi. O camidat-i meyyite-i samite; birer munis memur, birer müsahhar hizmetkâr vaziyetini aldi ve o aglayici ve sekva edici kimsesiz yetimler, birer tesbih içinde zâkir veya vazife paydosundan sâkir suretine girdi.
BESINCI RESHA: Hem o nur ile; kâinattaki harekât, tenevvüat, tebeddülat, tegayyürat manasizliktan ve abesiyetten ve tesadüf oyuncakligindan çikip birer mektubat-i Rabbaniye, birer sahife-i âyât-i tekviniye, birer meraya-yi esma-i Ilahiye ve âlem dahi bir kitab-i hikmet-i Samedaniye mertebesine çiktilar. Hem insani bütün hayvanatin madûnuna düsüren hadsiz za'f ve aczi, fakr ve ihtiyacati ve bütün hayvanlardan daha bedbaht eden, vasita-i nakl-i hüzün ve elem ve gam olan akli, o nur ile nurlandigi vakit, insan bütün hayvanat, bütün mahlukat üstüne çikar. O nurlanmis acz, fakr, akil ile niyaz ile nazenin bir sultan ve fizar ile nazdar bir halife-i zemin olur. Demek o nur olmazsa kâinat da, insan da, hattâ hersey dahi hiçe iner. Evet elbette böyle bedi' bir kâinatta, böyle bir zât lâzimdir. Yoksa kâinat ve eflâk olmamalidir.
ALTINCI RESHA: Iste o zât, bir saadet-i ebediyenin muhbiri, müjdecisi, bir rahmet-i bînihayenin kâsifi ve ilâncisi ve saltanat-i rububiyetin mehâsininin dellâli, seyircisi ve künuz-u esma-i Ilahiyenin kessafi, göstericisi oldugundan; böyle baksan -yani ubudiyeti cihetiyle- onu bir misâl-i muhabbet, bir timsâl-i rahmet, bir seref-i insaniyet, en nurani bir semere-i secere-i hilkat göreceksin. Söyle baksan, -yani risaleti cihetiyle- bir bürhan-i Hak, bir sirac-i hakikat, bir sems-i hidayet, bir vesile-i saadet görürsün. Iste bak nasil berk-i hâtif gibi onun nuru, sarktan garbi tuttu ve nisf-i arz ve hums-u beser, onun hediye-i hidayetini kabul edip hirz-i can etti. Bizim nefis ve seytanimiza ne oluyor ki; böyle bir zâtin bütün davalarinin esasi olan "Lâ ilahe illallah"i, bütün meratibiyle beraber kabul etmesin?
YEDINCI RESHA: Iste bak: Su cezire-i vasiada vahsi ve âdetlerine mutaassib ve inadçi muhtelif akvami, ne çabuk âdât ve ahlâk-i seyyie-i vahsiyanelerini def'aten kal' ve ref' ederek bütün ahlâk-i hasene ile techiz edip bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstad eyledi. Bak; Degil zâhirî bir tasallut, belki akillari, ruhlari, kalbleri, nefisleri fetih ve teshir ediyor. Mahbub-u kulûb,
sh: » (M: 212)
muallim-i ukûl, mürebbi-i nüfus, sultan-i ervah oldu.
SEKIZINCI RESHA: Bilirsin ki, sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde büyük bir hâkim, büyük bir himmetle ancak daimî kaldirabilir. Halbuki bak bu zât, büyük ve çok âdetleri; hem inadçi, mutaassib büyük kavimlerden, zâhirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref'edip yerlerine öyle secaya-yi âliyeyi ki, dem ve damarlarina karismis derecede sabit olarak vaz' ve tesbit eyliyor. Bunun gibi daha pek çok hârika icraati yapiyor. Iste su Asr-i Saadeti görmeyenlere, Ceziret-ül Arab'i gözlerine sokuyoruz. Haydi yüzer feylesofu alsinlar, oraya gitsinler. Yüz sene çalissinlar. O zâtin, o zamana nisbeten bir senede yaptiginin yüzden birisini acaba yapabilirler mi?
DOKUZUNCU RESHA: Hem bilirsin: Küçük bir adam, küçük bir haysiyetle, küçük bir cemaatte, küçük bir mes'elede, münazarali bir davada hicabsiz, pervasiz; küçük, fakat hacaletâver bir yalani, düsmanlari yaninda hilesini hissettirmeyecek derecede teessür ve telas göstermeden söyleyemez. Simdi bak bu zâta; pek büyük bir vazifede, pek büyük bir vazifedar, pek büyük bir haysiyetle, pek büyük emniyete muhtaç bir halde, pek büyük bir cemaatte, pek büyük husumet karsisinda, pek büyük mes'elelerde, pek büyük davada, pek büyük bir serbestiyetle, bilâ-perva, bilâ-tereddüd, bilâ-hicab, telassiz, samimî bir safvetle, büyük bir ciddiyetle, hasimlarinin damarlarina dokunduracak sedid, ulvî bir surette söyledigi sözlerinde hiç hilaf bulunabilir mi? Hiç hile karismasi mümkün müdür? Kellâ! اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحَى Evet, hak aldatmaz, hakikatbîn aldanmaz. Hak olan meslegi hileden müstagnidir; hakikatbînin gözüne hayalin ne haddi var ki, hakikat görünsün aldatsin?
-
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 19. MEKTUP
ONUNCU RESHA: Iste bak: Ne kadar merak-âver, ne kadar cazibedar, ne kadar lüzumlu, ne kadar dehsetli hakaiki gösterir ve mesaili isbat eder.
Bilirsin ki: En ziyade insani tahrik eden meraktir. Hattâ eger sana denilse: "Yari ömrünü, yari malini versen; Kamer'den ve Müsteri'den biri gelir, Kamer'de ve Müsteri'de ne var ne yok, ahvalini sana haber verecek. Hem dogru olarak senin istikbalini ve basina ne gelecegini dogru olarak haber verecek." Merakin varsa vereceksin. Halbuki:
sh: » (M: 213)
Su zât, öyle bir Sultan'in ahbarini söylüyor ki: Memleketinde Kamer bir sinek gibi bir pervane etrafinda döner. O Arz olan o pervane ise, bir lâmba etrafinda pervaz eder ve o Günes olan lâmba ise, o Sultan'in binler menzillerinden bir misafirhanesinde binler misbahlar içinde bir lâmbasidir. Hem öyle acaib bir âlemden hakikî olarak bahsediyor ve öyle bir inkilabdan haber veriyor ki: Binler Küre-i Arz bomba olsa patlasalar, o kadar acib olmaz. Bak! Onun lisaninda اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ * اِذَا السَّمَاءُ انْفَطَرَتْ * اَلْقَارِعَةُ gibi sureleri isit... Hem öyle bir istikbalden dogru olarak haber veriyor ki: Su dünyevî istikbal, ona nisbeten bir katre serab hükmündedir. Hem öyle bir saadetten pek ciddî olarak haber veriyor ki; bütün saadet-i dünyeviye ona nisbeten bir berk-i zâilin, bir sems-i sermede nisbeti gibidir.
ONBIRINCI RESHA: Böyle acib ve muamma-âlûd su kâinatin perde-i zâhiriyesi altinda elbette ve elbette böyle acaib bizi bekliyor. Böyle acaibi haber verecek, böyle hârika ve fevkalâde mu'ciznüma bir Zât lâzimdir. Hem bu Zâtin gidisatindan görünüyor ki; o görmüs ve görüyor ve gördügünü söylüyor. Hem bizi nimetleriyle perverde eden su Semavat ve Arzin Ilahi bizden ne istiyor? Marziyati nedir? Pek saglam olarak bize ders veriyor. Hem bunlar gibi daha pekçok merak-âver, lüzumlu hakaiki ders veren bu Zâta karsi herseyi birakip ona kosmak, onu dinlemek lâzim gelirken; ekser insanlara ne olmus ki sagir olup, kör olmuslar.. belki divane olmuslar ki, bu hakki görmüyorlar, bu hakikati isitmiyorlar, anlamiyorlar?
ONIKINCI RESHA: Iste su Zât, su mevcudat Hâlikinin vahdaniyetinin hakkaniyeti derecesinde hak bir bürhan-i nâtik, bir delil-i sadik oldugu gibi; hasrin ve saadet-i ebediyenin dahi bir bürhan-i katii, bir delil-i satiidir. Belki nasilki o Zât; hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vusulüdür. Öyle de; duâsiyla, niyaziyla o saadetin sebeb-i vücudu ve vesile-i icadidir. Hasir mes'elesinde geçen su sirri, makam münasebetiyle tekrar ederiz:
Iste bak: O zât öyle bir salât-i kübrada dua ediyor ki: Güya su cezire, belki Arz, onun azametli namaziyla namaz kilar, niyaz eder. Bak, hem öyle bir cemaat-i uzmada niyaz ediyor ki: Güya benî-
sh: » (M: 214)
Âdemin zaman-i Âdem'den asrimiza, kiyamete kadar bütün nuranî kâmil insanlar, ona ittiba ile iktida edip duasina âmîn diyorlar. Hem bak, öyle bir hacet-i âmme için dua ediyor ki: Degil ehl-i arz, belki ehl-i semavat, belki bütün mevcudat, niyazina "Evet yâ Rabbena ver, biz dahi istiyoruz" deyip istirak ediyorlar. Hem öyle fakirane, öyle hazînane, öyle mahbubane, öyle müstakane, öyle tazarrukârane niyaz ediyor ki; bütün kâinati aglattiriyor, duasina istirak ettiriyor. Bak: Hem öyle bir maksad, öyle bir gaye için duâ ediyor ki: Insani ve âlemi, belki bütün mahlukati esfel-i sâfilînden, sukuttan, kiymetsizlikten, faydasizliktan a'lâ-yi illiyyîne, yani kiymete, bekaya, ulvî vazifeye çikariyor. Bak: Hem öyle yüksek bir fizar-i istimdadkârane ve öyle tatli bir niyaz-i istirhamkârane ile istiyor, yalvariyor ki: Güya bütün mevcudata ve semavata ve arsa isittirip, vecde getirip duasina "Âmîn Allahümme âmîn" dedirtiyor. Bak! Hem öyle Semi', Kerim bir Kadîr'den, öyle Basîr, Rahîm bir Alîm'den hacetini istiyor ki: Bilmüsahede en hafî bir zîhayatin en hafî bir hacetini, bir niyazini görür, isitir, kabul eder, merhamet eder. Çünki istedigini, -velev lisan-i hal ile olsun- verir ve öyle bir suret-i hakîmane, basîrane, rahîmanede verir ki, sübhe birakmaz bu terbiye ve tedbir öyle bir Semi' ve Basîr ve öyle bir Kerim ve Rahîm'e hastir.
ONÜÇÜNCÜ RESHA: Acaba bütün efâzil-i beni-Âdemi arkasina alip, Arz üstünde durup, Ars-i Azama müteveccihen el kaldirip duâ eden su seref-i nev-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman ve bihakkin fahr-i kâinat ne istiyor? Bak dinle: Saadet-i Ebediye istiyor, beka istiyor, lika istiyor, Cennet istiyor. Hem meraya-yi mevcudatta ahkâmini ve cemallerini gösteren bütün esma-i kudsiye-i Ilahiye ile beraber istiyor. Hattâ eger rahmet, inayet, hikmet, adalet gibi hesabsiz o matlubun esbab-i mûcibesi olmasaydi; su Zâtin tek duasi, baharimizin icadi kadar kudretine hafif gelen su Cennet'in binasina sebebiyet verecekti. Evet nasilki onun risaleti su dâr-i imtihanin açilmasina sebebiyet verdi. Öyle de, onun ubudiyeti dahi öteki dârin açilmasina sebebdir. Acaba ehl-i akil ve tahkika لَيْسَ فِى اْلاِمْكَانِ اَبْدَعُ مِمَّا كَانَ dediren su meshud intizam-i faik, su rahmet içinde kusursuz hüsn-ü san'at ve misilsiz cemal-i rububiyet; hiç böyle bir çirkinligi, böyle bir merhametsizligi, böyle bir intizamsizligi kabul eder mi ki: En cüz'î, en
sh: » (M: 215)
ehemmiyetsiz arzulari, sesleri ehemmiyetle isitip îfa etsin; en ehemmiyetli, en lüzumlu arzulari ehemmiyetsiz görüp isitmesin, anlamasin, yapmasin? Hâsâ ve kellâ!. Yüzbin defa hâsâ! Böyle bir cemal, böyle bir çirkinligi kabul etmez, çirkin olmaz.
Yahu ey hayalî arkadasim! Simdilik kâfidir, geri gitmeliyiz. Yoksa yüz sene su zamanda, su cezirede kalsak, yine o Zâtin garaib-i icraatini ve acaib-i vezaifini, yüzden birisine tamamen ihata edip temasasinda doyamayiz.
Simdi gel, üstünde dönecegimiz her asra birer birer bakacagiz. Bak nasil her asir, o Sems-i Hidayet'ten aldiklari feyz ile çiçek açmislar! Ebu Hanife, Safiî, Bayezid-i Bistamî, Sah-i Geylanî, Sah-i Naksibend, Imam-i Gazalî, Imam-i Rabbanî gibi milyonlar münevver meyveler veriyor.
Meshudatimizin tafsilâtini baska vakte ta'lik edip, o mu'ciznüma ve hidayet-eda'ya bir kisim kat'î mu'cizatina isaret eden bir salavat getirmeliyiz:
عَلَى مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْفُرْقَانُ الْحَكِيمُ مِنَ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ * مِنَ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَ اَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ بِعَدَدِ حَسَنَاتِ اُمَّتِهِ عَلَى مَنْ بَشَّرَ بِرِسَالَتِهِ التَّوْرَيةُ وَ اْلاِنْجِيلُ وَ الزَّبُورُ * وَ بَشَّرَ بِنُبُوَّتِهِ اْلاِرْهَاصَاتُ وَ هَوَاتِفُ الْجِنِّ وَ اَوْلِيَاءُ اْلاِنْسِ وَ كَوَاهِنُ الْبَشَرِ * وَ انْشَقَّ بِاِشَارَتِهِ الْقَمَرُ * سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَ سَلاَمٍ بِعَدَدِ اَنْفَاسِ اُمَّتِهِ * عَلَى مَنْ جَائَتْ لِدَعْوَتِهِ الشَّجَرُ وَ نَزَلَ سُرْعَةً بِدُعَائِهِ الْمَطَرُ وَ اَظَلَّتْهُ الْغمَامَةُ مِنَ الْحَرِّ * وَ شَبَعَ مِنْ صَاعٍ مِنْ طَعَامِهِ مِاءَةٌ مِنَ الْبَشَرِ وَ نَبَعَ الْمَاءُ مِنْ بَيْنِ اَصَابِعِهِ ثَلاَثَ مَرَّاتٍ كَالْكَوْثَرِ وَ اَنْطَقَ اللّهُ لَهُ الضَّبَّ وَ الظَّبْىَ وَ الْجِذْعَ وَ الذِّرَاعَ وَ الْجَمَلَ وَ الْجَبَلَ وَ الْحَجَرَ وَ الْمَدَرَ صَاحِبِ الْمِعْرَاجِ وَ مَازَاغَ الْبَصَرُ *
-
Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 19. MEKTUP
sh: » (M: 216)
سَيِّدِنَا وَ شَفِيعِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَ سَلاَمٍ بِعَدَدِ كُلِّ الْحُرُوفِ الْمُتَشَكِلَةِ فِى الْكَلِمَاتِ الْمُتَمَثِّلَةِ بِاِذْنِ الرَّحْمنِ فِى مَرَايَا تَمَوُّجَاتِ الْهَوَاءِ عِنْدَ قِرَائَةِ كُلِّ كَلِمَةٍ مِنَ الْقُرْآنِ مِنْ كُلِّ قَارِءٍ مِنْ اَوَّلِ النُّزُولِ اِلَى آخِرِ الزَّمَانِ وَاغْفِرْلَنَا وَارْحَمْنَا يَا اِلَهَنَا بِكُلِّ صَلاَةٍ مِنْهَا آمِينَ
[Suaat-i Marifet-ün Nebi namindaki Türkçe bir risalede ve Ondokuzuncu Mektub'da ve su sözde icmalen isaret ettigimiz delail-i nübüvvet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) beyan etmisim. Hem onda Kur'an-i Hakîm'in vücuh-u i'cazi icmalen zikredilmis. Yine "Lemaat" naminda Türkçe bir risalede ve Yirmibesinci Söz'de Kur'anin kirk vecihle mu'cize oldugunu icmalen beyan ve kirk vücuh-u i'cazina isaret etmisim. O kirk vecihte, yalniz nazimda olan belâgati, "Isarat-ül I'caz" namindaki bir tefsir-i arabîde kirk sahife içinde yazmisim. Eger ihtiyacin varsa su üç kitaba müracaat edebilirsin.]
ONDÖRDÜNCÜ RESHA: Mahzen-i mu'cizat ve mu'cize-i kübra olan Kur'an-i Hakîm; nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) ile vahdaniyet-i Ilahiyeyi, o derece kat'î isbat ediyor ki, baska bürhana hacet birakmiyor. Biz de onun tarifine ve medar-i tenkid olmus bir-iki lem'a-i i'cazina isaret ederiz.
Iste Rabbimizi bize tarif eden Kur'an-i Hakîm; su kitab-i kebir-i kâinatin bir tercüme-i ezeliyesi.. su sahaif-i Arz ve Semada müstetir künuz-u esma-i Ilahiyenin kessafi.. su sutur-u hâdisatin altinda muzmer hakaikin miftahi.. su âlem-i sehadet perdesi arkasindaki âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatat-i Rahmaniye ve hitabat-i ezeliyenin hazinesi.. su âlem-i maneviye-i Islâmiyenin günesi, temeli, hendesesi.. âlem-i uhreviyenin haritasi.. zât ve sifât ve suun-u Ilahiyenin kavl-i sârihi, tefsir-i vâzihi, bürhan-i nâtiki, tercüman-i sâtii.. su âlem-i insaniyetin mürebbisi, hikmet-i hakikîsi, mürsid ve hâdîsi.. hem
sh: » (M: 217)
bir kitab-i hikmet ve seriat, hem bir kitab-i dua ve ubudiyet, hem bir kitab-i emir ve davet, hem bir kitab-i zikir ve marifet gibi; bütün hacat-i maneviyesine karsi birer kitab ve bütün muhtelif ehl-i mesalik ve mesarib olan evliya ve siddikînin, asfiya ve muhakkikînin her birinin mesreblerine lâyik birer risale ibraz eden bir kütübhâne-i mukaddesedir.»
Sebeb-i kusur tevehhüm edilen tekraratindaki lem'a-i i'caza bak ki: Kur'an hem bir kitab-i zikir, hem bir kitab-i dua, hem bir kitab-i davet oldugundan içinde tekrar müstahsendir, belki elzemdir ve eblagdir. Ehl-i kusurun zanni gibi degil... Zira zikrin se'ni; tekrar ile tenvirdir. Duanin se'ni; terdad ile takrirdir. Emir ve davetin se'ni; tekrar ile te'kiddir. Hem herkes her vakit bütün Kur'ani okumaga muktedir olamaz. Fakat bir sureye galiben muktedir olur. Onun için en mühim makasid-i Kur'aniye ekser uzun surelerde derc edilerek her bir sure bir küçük Kur'an hükmüne geçmis. Demek, hiç kimseyi mahrum etmemek için Tevhid ve Hasir ve Kissa-i Musa gibi bazi maksadlar tekrar edilmis. Hem cismanî ihtiyaç gibi, manevî hacat dahi muhteliftir. Bazisina insan her nefes muhtaç olur; cisme hava, ruha hû gibi. Bazisina her saatبِسْمِ اللَّه gibi ve hâkeza... Demek tekrar-i âyet, tekerrür-ü ihtiyaçtan ileri gelmis ve o ihtiyaca isaret ederek uyandirip tesvik etmek, hem istiyaki ve istihayi tahrik etmek için tekrar eder. Hem Kur'an müessistir. Bir Din-i Mübin'in esasidir ve su âlem-i Islâmiyet'in temelleridir ve hayat-i içtimaiye-i beseriyeyi degistirip, muhtelif tabakata, mükerrer suallerine cevabdir. Müessise, tesbit etmek için tekrar lâzimdir. Te'kid için terdad lâzimdir. Teyid için takrir, tahkik, tekrir lâzimdir. Hem, öyle mesail-i azîme ve hakaik-i dakikadan bahsediyor ki: Umumun kalblerinde yerlestirmek için çok defa muhtelif suretlerde tekrar lâzimdir. Bununla beraber sureten tekrardir, fakat manen herbir âyetin çok manalari, çok faideleri, çok vücuh ve tabakati vardir. Herbir makamda ayri bir mana ve faide ve maksadlar için zikrediliyor. Hem Kur'anin, mesail-i kevniyenin bazisinda ibham ve icmali ise; irsadî bir lem'a-i i'cazdir. Ehl-i ilhadin tevehhüm ettikleri gibi medar-i tenkid olamaz ve sebeb-i kusur degildir.
Eger desen: "Acaba neden Kur'an-i Hakîm felsefenin mevcudattan bahsettigi gibi etmiyor? Bazi mesaili mücmel birakir,
sh: » (M: 218)
Bazisini nazar-i umumîyi oksayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avami taciz edip yormayacak bir suret-i basitane-i zâhiranede söylüyor?
Cevaben deriz ki: Felsefe, hakikatin yolunu sasirmis onun için... Hem, geçmis derslerden ve Sözlerden elbette anlamissin ki: Kur'an-i Hakîm, su kâinattan bahsediyor; tâ, zât ve sifât ve esma-i Ilâhiyeyi bildirsin. Yani bu kitab-i kâinatin maânîsini anlattirip, tâ Hâlikini tanittirsin. Demek mevcudata kendileri için degil, belki mûcidleri için bakiyor. Hem umuma hitab ediyor. Ilm-i hikmet ise, mevcudata mevcudat için bakiyor. Hem hususan ehl-i fenne hitab ediyor. Öyle ise mâdemki Kur'an-i Hakîm, mevcudati delil yapiyor, bürhan yapiyor. Delil zâhirî olmak, nazar-i umuma çabuk anlasilmak gerektir. Hem mâdemki Kur'an-i Mürsid, bütün tabakat-i besere hitab eder. Kesretli tabaka ise, tabaka-i avamdir. Elbette irsad ister ki; lüzumsuz seyleri ibham ile icmal etsin ve dakik seyleri temsil ile takrib etsin ve mugalatalara düsürmemek için zâhirî nazarlarinda bedihî olan seyleri, lüzumsuz belki zararli bir surette tagyir etmemektir.
Meselâ Günese der: "Döner bir siracdir, bir lâmbadir." Zira Günesten, Günes için, mahiyeti için bahsetmiyor. Belki bir nevi intizamin zenberegi ve nizamin merkezi oldugundan, intizam ve nizam ise Sâniin âyine-i marifeti oldugundan bahsediyor. Evet der: وَاَلشَّمْسُ َتجْرِى "Günes döner." Bu döner tabiriyle; kis yaz, gece gündüzün deveranindaki muntazam tasarrufat-i kudreti ihtar ile azamet-i Sânii ifham eder.
Iste bu dönmek hakikati ne olursa olsun, maksud olan ve hem mensuc, hem meshud olan intizama tesir etmez.
Hem der: وَجَعَلْنَا الشَّمْسَ سِرَاجًا Su sirac tabiriyle; âlemi bir kasir suretinde, içinde olan esya ise, insana ve zîhayata ihzar edilmis müzeyyenat ve mat'umat ve levazimat oldugunu ve Günes dahi müsahhar bir mumdar oldugunu ihtar ile rahmet ve ihsan-i Hâliki ifham eder.
Simdi bak su sersem ve geveze felsefe ne der? Bak diyor ki: "Günes, bir kitle-i azîme-i mayia-yi nariyedir. Ondan firlamis olan seyyarati etrafinda döndürüp, cesameti bu kadar, mahiyeti
sh: » (M: 219)
böyledir söyledir." Muvahhis bir dehsetten, müdhis bir hayretten baska, ruha bir kemal-i ilmî vermiyor. Bahs-i Kur'an gibi etmiyor. Buna kiyasen bâtinen kof, zâhiren mutantan felsefî mes'elelerin ne kiymette oldugunu anlarsin. Onun sasaa-i suriyesine aldanip, Kur'anin gayet mu'ciznüma beyanina karsi hürmetsizlik etme!..
IHTAR: Arabî Risale-i Nur'da Ondördüncü Resha'nin Alti Katresi, bahusus Dördüncü Katre'nin Alti Nüktesi; Kur'an-i Hakîm'in kirk kadar enva'-i i'cazindan onbesini beyan eder. Ona iktifaen burada ihtisar ettik. Istersen ona müracaat et, bir hazine-i mu'cizat bulursun.
اَللّهُمَّ اجْعَلِ الْقُرْآنَ شِفَاءً لَنَا مِنْ كُلِّ دَاءٍ وَ مُونِسًا لَنَا فِى حَيَاتِنَا وَ بَعْدَ مَوْتِنَا وَ فِى الدُّنْيَا قَرِينَا وَ فِى الْقَبْرِ مُونِسًا وَ فِى االْقِيَامَةِ شَفِيعًا وَ عَلَى الصِّرَاطِنُورًا وَ مِنَ النَّارِ سِتْرًا وَ حِجَابًا وَ فِى الْجَنَّةِ رَفِيقًا وَ اِلَى الْخَيْرَاتِ كُلِّهَا دَلِيلاً وَ اِمَامًا وَ بِفَضْلِكَ وَ جُودِكَ وَ كَرَمِكَ وَ رَحْمَتِكَ يَا اَكْرَمَ اْلاَكْرَمِينَ وَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ آمِينَاَللَّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْفُرْقَانُ الْحَكِيمُ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ آمِينَ *
اَلْبَاقِى هُوَ الْباَقِى
Said Nursi
sh: » (M: 220)
SAKK-I KAMER
MU'CIZESINE DAIRDIR
(Ondokuzuncu ve Otuzbirinci Sözlerin Zeyli)
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ وَاِنْ يَرَوْ آيَةً يُعْرِضُوا وَ يَقُولُوا سِحْرٌ مُسْتَمِرٌّ
Kamer gibi parlak bir Mu'cize-i Ahmediye (A.S.M.) olan insikak-i Kamer'i, evham-i faside ile inhisafa ugratmak isteyen feylesoflar ve onlarin muhakemesiz mukallidleri diyorlar ki: "Eger insikak-i Kamer vuku bulsa idi umum âleme malûm olurdu. Bütün tarih-i beserin nakletmesi lâzim gelirdi?"
Elcevap: Insikak-i Kamer dava-yi nübüvvete delil olmak için o davayi isiten ve inkâr eden hazir bir cemaate, gecede, vakt-i gaflette âni olarak gösterildiginden; hem ihtilaf-i metali' ve sis ve bulutlar gibi rü'yete mani esbabin vücudu ile beraber, o zamanda medeniyet taammüm etmediginden ve hususî kaldigindan ve tarassudat-i semaviye pek az oldugundan; bütün etraf-i âlemde görülmek, umum tarihlere geçmek, elbette lâzim degildir. Sakk-i Kamer yüzünden bu evham bulutlarini dagitacak çok noktalardan simdilik "Bes Nokta"yi dinle...
BIRINCI NOKTA: O zaman, o zemindeki küffarin gayet sedid derecede inadlari, tarihen malûm ve meshur oldugu halde; Kur'an-i Hakîm'in وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ demesiyle su vak'ayi umum âleme ihbar ettigi halde; Kur'ani inkâr eden o küffardan hiçbir kimse, su âyetin tekzibine, yani ihbar ettigi su vakianin inkârina agiz açmamislar. Eger o zamanda o hâdise, o küffarca kat'î ve vaki bir hâdise olmasa idi; su sözü serriste ederek, gayet dehsetli bir tekzibe ve Peygamberin ibtal-i davasina hücum göstereceklerdi. Halbuki su vak'aya dair siyer ve tarih, o vak'a ile münasebetdar küffarin adem-i vukuuna dair hiçbir seyini nakletmemislerdir.
sh: » (M: 221)
Yalniz وَ يَقُولُوا سِحْرٌ مُسْتَمِرّ ٌ âyetinin beyan ettigi gibi, tarihçe menkul olan sudur ki: O hâdiseyi gören küffar, "sihirdir" demisler ve "Bize sihir gösterdi. Eger sair taraflardaki kervan ve kafileler görmüslerse hakikattir. Yoksa bize sihir etmis." demisler. Sonra sabahleyin Yemen ve baska taraflardan gelen kafileler ihbar ettiler ki: "Böyle bir hâdiseyi gördük." Sonra küffar, Fahr-i Âlem (A.S.M.) hakkinda (Hâsâ) "Yetim-i Ebu Talib'in sihri semâya da tesir etti" dediler.
IKINCI NOKTA: Sa'd-i Taftazanî gibi eâzim-i muhakkikînin ekseri demisler ki: «Insikak-i Kamer; parmaklarindan su akmasi umum bir orduya su içirmesi, câmide hutbe okurken dayandigi kuru diregin müfarakat-i Ahmediye'den (A.S.M.) aglamasi umum cemaatin isitmesi gibi mütevatirdir. Yani öyle tabakadan tabakaya bir cemaat-i kesîre nakletmistir ki, kizbe ittifaklari muhaldir. Hâle gibi meshur bir kuyruklu yildizin bin sene evvel çikmasi gibi mütevatirdir. Görmedigimiz Serendib Adasi'nin vücudu gibi tevatürle vücudu kat'îdir.» demisler. Iste böyle gayet kat'î ve suhudî mesailde teskikat-i vehmiye yapmak, akilsizliktir. Yalniz muhal olmamak kâfidir. Halbuki sakk-i Kamer, bir volkanla insikak eden bir dag gibi mümkündür.
ÜÇÜNCÜ NOKTA: Mu'cize; dava-yi nübüvvetin isbati için, münkirleri ikna' etmek içindir, icbar için degildir. Öyle ise dava-yi nübüvveti isitenler için, ikna' edecek bir derecede mu'cize göstermek lâzimdir. Sair taraflara göstermek veyahut icbar derecesinde bir bedahetle izhar etmek, Hakîm-i Zülcelal'in hikmetine münafî oldugu gibi, sirr-i teklife dahi muhaliftir. Çünki "Akla kapi açmak, ihtiyari elinden almamak" sirr-i teklif iktiza ediyor. Eger Fâtir-i Hakîm insikak-i Kamer'i, feylesoflarin hevesatina göre bütün âleme göstermek için bir-iki saat öyle biraksa idi ve beserin umum tarihlerine geçse idi, o vakit sair hâdisat-i semaviye gibi; ya dava-yi nübüvvete delil olmazdi, risalet-i Ahmediyeye (A.S.M.) hususiyeti kalmazdi veyahut bedahet derecesinde öyle bir mu'cize olacakti ki; akli icbar edecek, aklin ihtiyarini elinden alacak, ister istemez nübüvveti tasdik edecek. Ebucehil gibi kömür ruhlu, Ebubekir-i Siddik gibi elmas ruhlu adamlar bir seviyede kalip, sirr-i teklif zayi' olacakti. Iste bu sir içindir ki; hem âni, hem gece, hem vakt-i gaflet, hem ihtilaf-i metali', sis ve bulut gibi sair mevanii perde ederek umum âleme gösterilmedi
sh: » (M: 222)
veyahut tarihlere geçirilmedi.
DÖRDÜNCÜ NOKTA: Su hâdise, gece vakti herkes gaflette iken âni bir surette vuku buldugundan etraf-i âlemde elbette görülmeyecek. Bazi efrada görünse de, gözüne inanmayacak. Inandirsa da, elbette böyle mühim bir hâdise, haber-i vâhid ile tarihlere bâki bir sermaye olmayacak.
Bazi kitablarda: "Kamer, iki parça olduktan sonra yere inmis" ilâvesi ise; ehl-i tahkik reddetmisler. "Su mu'cize-i bâhireyi kiymetten düsürmek niyetiyle, belki bir münafik ilhak etmis" demisler.
Hem meselâ o vakit, cehalet sisiyle muhat Ingiltere, Ispanya'da yeni gurub; Amerika'da gündüz; Çin'de, Japonya'da sabah oldugu gibi, baska yerlerde baska esbab-i maniaya binaen elbette görülmeyecek. Simdi bu akilsiz muterize bak, diyor ki: "Ingiltere, Çin, Japon, Amerika gibi akvamin tarihleri bundan bahsetmiyor. Öyle ise vuku bulmamis." Bin nefrin onun gibi Avrupa kâselislerinin basina!.
BESINCI NOKTA: Insikak-i Kamer, kendi kendine bazi esbaba binaen vuku bulmus, tesadüfî, tabiî bir hâdise degil ki; âdi ve tabiî kanunlarina tatbik edilsin. Belki Sems ve Kamer'in Hâlik-i Hakîm'i, Resulünün risaletini tasdik ve davasini tenvir için hârikulâde olarak o hâdiseyi îka etmistir. Sirr-i irsad ve sirr-i teklif ve hikmet-i risaletin iktizasiyla, hikmet-i rububiyetin istedigi insanlara ilzam-i hüccet için gösterilmistir. O sirr-i hikmetin iktiza etmedikleri, istemedikleri ve dava-yi nübüvveti henüz isitmedikleri aktar-i zemindeki insanlara göstermemek için, sis ve bulut ve ihtilaf-i metali' haysiyetiyle; bazi memleketin kameri daha çikmamasi ve bazilarin günesleri çikmasi ve bir kisminin sabahi olmasi ve bir kisminin günesi yeni gurub etmesi gibi, o hâdiseyi görmeye mani pekçok esbaba binaen gösterilmemis. Eger umum onlara dahi gösterilse idi, o halde ya isaret-i Ahmediye'nin (A.S.M.) neticesi ve mu'cize-i nübüvvet olarak gösterilecekti; o vakit risaleti, bedahet derecesine çikacakti. Herkes tasdike mecbur olurdu, aklin ihtiyari kalmazdi. Iman ise, aklin ihtiyariyladir. Sirr-i teklif zayi' olurdu. Eger sirf bir hâdise-i semaviye olarak gösterilse idi; risalet-i Ahmediye (A.S.M.) ile münasebeti kesilirdi ve onunla hususiyeti kalmazdi.
sh: » (M: 223)
Elhasil: Sakk-i Kamer'in imkâninda sübhe kalmadi. Kat'î isbat edildi. Simdi, vukuuna delalet eden çok bürhanlarindan altisina (Hâsiye) isaret ederiz. Söyle ki:
Ehl-i adalet olan sahabelerin, vukuuna icmai.. ve ehl-i tahkik umum müfessirlerin,
وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ tefsirinde onun vukuuna ittifaki.. ve ehl-i rivayet-i sadika bütün muhaddisînin, pek çok senedlerle ve muhtelif tarîklerle vukuunu nakletmesi.. ve ehl-i kesif ve ilham bütün evliya ve siddikînin sehadeti.. ve ilm-i Kelâm'in meslekçe birbirinden çok uzak olan imamlarin ve mütebahhir ülemanin tasdiki.. ve nass-i kat'î ile dalalet üzerine icma'lari vaki' olmayan ümmet-i Muhammediyenin (A.S.M.) o vak'ayi telakki-i bilkabul etmesi; günes gibi insikak-i Kamer'i isbat eder.
Elhasil: Buraya kadar tahkik namina ve hasmi ilzam hesabina idi. Bundan sonraki cümleler, hakikat namina ve iman hesabinadir. Evet, tahkik öyle dedi. Hakikat ise diyor ki:
Semâ-yi Risâletin kamer-i müniri olan Hâtem-i Divan-i Nübüvvet, nasilki mahbubiyet derecesine çikan ubudiyetindeki velayetin keramet-i uzmasi ve mu'cize-i kübrasi olan Mi'rac ile, yani bir cism-i Arzi semavatta gezdirmekle semavatin sekenesine ve âlem-i ulvî ehline rüchaniyeti ve mahbubiyeti gösterildi ve velayetini isbat etti. Öyle de: Arz'a bagli, semaya asili olan Kamer'i, bir Arzlinin isaretiyle iki parça ederek Arz'in sekenesine, o Arzlinin risaletine öyle bir mu'cize gösterildi ki: Zât-i Ahmediye (A.S.M.) Kamer'in açilmis iki nurani kanadi gibi; Risâlet ve velayet gibi iki nurani kanadiyla, iki ziyadar cenah ile, evc-i kemalâta uçmus; tâ Kab-i Kavseyn'e çikmis, hem ehl-i Semavat, hem ehl-i Arz'a medar-i fahr olmustur...
عَلَيْهِ وَ عَلَى آلِهِ اَلصَّلوةُ وَ التَّسْلِيمَاتُ ِمْلأَ اْلاَرضِ وَ السَّموَاتِ
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
______________________________ __
(Hâsiye): Yani, alti defa icma' suretinde, vukuuna dair alti hüccet vardir. Bu makam çok izaha lâyik iken, maatteessüf kisa kalmistir.
sh: » (M: 224)
Mu'cizat-i Ahmediyye (A.S.M.) Zeylinin Bir Parçasidir
(Risâlet-i Ahmediyye (A.S.M.) delâili hakkinda olup, Mi'rac Risâlesinin Üçüncü Esasinin nihayetindeki üç mühim müskilden birinci müskile ait suâle, muhtasar bir fihriste sûretinde verilen cevaptir.)
Suâl: Su Mi'rac-i azîm, niçin Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'a mahsustur?
Elcevab: Su birinci müskiliniz, Otuzüç Adet Sözler'de tafsilen halledilmistir. Yalniz surada Zât-i Ahmediye'nin (A.S.M.) kemalâtina ve delail-i nübüvvetine ve o mi'rac-i azama en elyak o olduguna icmalî isaretler nev'inde, bir muhtasar fihriste gösteriyoruz. Söyle ki:
Evvelâ: Tevrat, Incil, Zebur gibi Kütüb-ü Mukaddeseden, pek çok tahrifata maruz olduklari halde, su zamanda dahi, Hüseyin-i Cisrî gibi bir muhakkik, nübüvvet-i Ahmediyeye (A.S.M.) dair yüzondört isarî besaretleri çikarip "Risale-i Hamîdiye"de göstermistir.
Sâniyen: Tarihçe sabit, Sik ve Satih gibi meshur iki kâhinin, nübüvvet-i Ahmediyeden (A.S.M.) biraz evvel, nübüvvetine ve âhirzaman peygamberi o olduguna beyanatlari gibi çok besaretler, sahih bir surette tarihen nakledilmistir.
Sâlisen: Velâdet-i Ahmediye (A.S.M.) gecesinde Kâ'be'deki sanemlerin sukutuyla, Kisra-yi Faris'in saray-i meshuresi olan Eyvan'i insikak etmesi gibi, irhasat denilen yüzer hârika, tarihçe meshurdur.
Râbian: Bir orduya parmagindan gelen suyu içirmesi ve camide bir cemaat-i azîme huzurunda, kuru diregin, minberin naklinden dolayi müfarakat-i Ahmediyeden (A.S.M.) deve gibi enîn ederek aglamasi; وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ nassi ile, Sakk-i Kamer gibi, muhakkiklerin tahkikatiyla bine balig mu'cizatla serfiraz oldugunu tarih ve siyer gösteriyor.
sh: » (M: 225)
Hâmisen: Dost ve düsmanin ittifakiyla ahlâk-i hasenenin sahsinda en yüksek derecede ve bütün muamelâtinin sehadetiyle secaya-yi sâmiye, vazifesinde ve tebligatinda en âlî bir derecede ve Din-i Islâmdaki mehasin-i ahlâkin sehadetiyle, seriatinda en âlî hisal-i hamîde, en mükemmel derecede bulunduguna ehl-i insaf ve dikkat tereddüd etmez.
Sâdisen: Onuncu Söz'ün Ikinci Isaretinde isaret edildigi gibi: Uluhiyet, mukteza-yi hikmet olarak tezahür istemesine mukabil, en azamî bir derecede Zât-i Ahmediye (A.S.M.) dinindeki azamî ubudiyetiyle en parlak bir derecede göstermistir. Hem Hâlik-i Âlem'in nihayet kemaldeki cemalini bir vasita ile göstermek, mukteza-yi hikmet ve hakikat olarak istemesine mukabil; en güzel bir surette gösterici ve tarif edici, bilbedahe o Zâttir.
Hem Sâni'-i Âlem'in nihayet cemalde olan kemal-i san'ati üzerine enzar-i dikkati celb etmek, teshir etmek istemesine mukabil; en yüksek bir sada ile dellâllik eden, yine bilmüsahede o Zâttir.
Hem bütün âlemlerin Rabbi, kesret tabakatinda vahdaniyetini ilân etmek istemesine mukabil, -tevhidin en azam î bir derecede- bütün meratib-i tevhidi ilân eden yine bizzarure o Zâttir.
Hem Sahib-i Âlem'in nihayet derecede âsârindaki cemalin isaretiyle, nihayetsiz hüsn-ü zâtîsini ve cemalinin mehasinini ve hüsnünün letaifini âyinelerde mukteza-yi hakikat ve hikmet olarak görmek ve göstermek istemesine mukabil; en sasaali bir surette âyinedarlik eden ve gösteren ve sevip ve baskasina sevdiren yine bilbedahe o Zâttir.
Hem su saray-i âlemin Sâni'i, gayet hârika mu'cizeleri ile ve gayet kiymetdar cevahirler ile dolu hazine-i gaybiyelerini izhar ve teshir istemesi ve onlarla kemalâtini tarif etmek ve bildirmek istemesine mukabil, en azamî bir surette teshir edici ve tavsif edici ve tarif edici yine bilbedahe o Zâttir.
Hem su kâinatin Sâni'i, su kâinati enva'-i acaib ve zînetlerle süslendirmek suretinde yapmasi ve zîsuur mahlukatina seyr ü tenezzüh ve ibret ü tefekkür için ona idhal etmesi ve mukteza-yi hikmet olarak onlara o âsâr ve sanayiinin manalarini,
sh: » (M: 226)
kiymetlerini, ehl-i temasa ve tefekküre bildirmek istemesine mukabil; en azamî bir surette cin ve inse, belki ruhanîlere ve melaikelere de Kur'an-i Hakîm vasitasiyla rehberlik eden, yine bilbedahe o Zâttir.
Hem su kâinatin Hâkim-i Hakîm'i, su kâinatin tahavvülâtindaki maksad ve gayeyi tazammun eden tilsim-i muglakini ve mevcudatin "Nereden? Nereye? Ve ne olduklari?" olan su üç sual-i müskilin muammasini bir elçi vasitasiyla umum zîsuurlara açtirmak istemesine mukabil, en vâzih bir surette ve en azamî bir derecede hakaik-i Kur'aniye vasitasiyla o tilsimi açan ve o muammayi halleden, yine bilbedahe o Zâttir.
Hem su âlemin Sâni'-i Zülcelal'i, bütün güzel masnuatiyla kendini zîsuur olanlara tanittirmak ve kiymetli nimetlerle kendini onlara sevdirmesi, bizzarure onun mukabilinde zîsuur olanlara marziyati ve arzu-yu Ilahiyelerini bir elçi vasitasiyla bildirmesini istemesine mukabil, en a'lâ ve ekmel bir surette, Kur'an vasitasiyla o marziyat ve arzulari beyan eden ve getiren, yine bilbedahe o Zâttir.
Hem Rabb-ül Âlemîn, meyve-i âlem olan insana, âlemi içine alacak bir vüs'at-i istidad verdiginden ve bir ubudiyet-i külliyeye müheyya ettiginden ve hissiyatça kesrete ve dünyaya mübtela oldugundan, bir rehber vasitasiyla, yüzlerini kesretten vahdete, fâniden bâkiye çevirmek istemesine mukabil; en azamî bir derecede, en eblag bir surette, Kur'an vasitasiyla en ahsen bir tarzda rehberlik eden ve risaletin vazifesini en ekmel bir tarzda îfa eden, yine bilbedahe o Zâttir.
Iste mevcudatin en esrefi olan zîhayat ve zîhayat içinde en esref olan zîsuur ve zîsuur içinde en esref olan hakikî insan ve hakikî insan içinde geçmis vezaifi en azamî derecede, en ekmel bir surette îfa eden Zât; elbette o mi'rac-i azîm ile Kab-i Kavseyn'e çikacak, saadet-i ebediye kapisini çalacak, hazine-i rahmetini açacak, imanin hakaik-i gaybiyesini görecek, yine o olacaktir.
Sâbian: Bilmüsahede su masnuatta gayet güzel tahsinat, nihayet derecede süslü tezyinat vardir. Ve bilbedahe söyle tahsinat ve tezyinat, onlarin Sâniinde gayet siddetli bir irade-i tahsin ve kasd-i tezyin var oldugunu gösterir. Ve irade-i tahsin ve tezyin ise, bizzarure o Sâni'de san'atina karsi kuvvetli bir ragbet ve
sh: » (M: 227)
kudsî bir muhabbet oldugunu gösterir. Ve masnuat içinde en câmi' ve letaif-i san'ati birden kendinde gösteren ve bilen ve bildiren ve kendini sevdiren ve baska masnuattaki güzellikleri "Mâsâallah" deyip istihsan eden, bilbedahe o san'atperver ve san'atini çok seven Sâniin nazarinda en ziyade mahbub, o olacaktir.
Iste masnuati yaldizlayan mezaya ve mehasine ve mevcudati isiklandiran letaif ve kemalâta karsi: "Sübhanallah, Mâsâallah, Allahü Ekber" diyerek semavati çinlattiran ve Kur'anin nagamatiyla kâinati velveleye verdiren, istihsan ve takdir ile, tefekkür ve teshir ile, zikir ve tevhid ile, berr ve bahri cezbeye getiren yine bilmüsahede o Zâttir.
Iste böyle bir zât ki: اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sirrinca bütün ümmetin isledigi hasenatin bir misli, onun kefe-i mizaninda bulunan ve umum ümmetinin salavati, onun manevî kemalâtina imdad veren ve Risaletinde gördügü vezaifin netaicini ve manevî ücretleriyle beraber rahmet ve muhabbet-i Ilahiyenin nihayetsiz feyzine mazhar olan bir Zât, elbette Mi'rac merdiveniyle Cennet'e, Sidret-ül Münteha'ya, Ars'a ve Kab-i Kavseyn'e kadar gitmek, ayn-i hak, nefs-i hakikat ve mahz-i hikmettir. (Hâsiye)
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Said Nursi
_______________________
(Hâsiye): En mühim bir ceride-i Islâmiyede, umum âlem-i Islâma taalluk eden ve gayet ehemmiyetli siyasîlerden ve hayat-i içtimaiye ile çok alâkadar olan umum hukukçulardan 1927 senesinde Avrupa'da toplanan bir kongrede mühim ecnebi feylesoflar, seriat-i Muhammediyeye (A.S.M.) dair bu asagida yazilan Arabî fikranin aynini kendi lisanlariyla söylemisler. O Arabî ceridenin naklettigi Arabî ifadeyi aynen yaziyoruz ve tercümesini de Arabî ifadenin altina ilâve ediyoruz. Nur Çesmesi'nin âhirinde yazilan ecnebi feylesoflardan kirküç tanesinin beyanati, bu iki kahraman feylesofun beyanatiyla kirkbes tane sahid-i sadik oluyor. اَلْفَضْلُ مَا شَهِدَتْ بِهِ اْلاَعْدَاءُ "Fazilet odur ki; düsmanlar dahi onu tasdik etsin."
Arabî ceridenin beyanati:
sh: » (M: 228)
وَقَدْ اِعْتَرَفَ حَتَّى عُلَمَاءُ الْغَرْبِ بِسُمُوِّ مَبَادِى اْلاِسْلاَمِ وَصَلاَحِهَا لِلْعَالَمِ... قَالَ
عَمِيدُ كُلِّيَّةِ الْحُقُوقِ بِجَامِعَةِ قَيِيَنَا َاْلاُسْتَاذُ شَبُولْ فِى مُؤْتَمَرِ الْحُقُوقِيِّينَ الْمُنْعَقَدِ فِى سَنَةِ 1927أ
[اِنَّ الْبَشَرِيَّةَ لَتَفْتَخِرُ بِاِنْتِسَابِ رَجُلٍ كَمُحَمَّدٍ (ع ص م) اِلَيْهَا اِذْ اِنَّهُ رَغْمَ اُمِّيَّتِهِ اِسْتَطَاعَ قَبْلَ بِضْعَةِ عَشَرَ قَرْنًا اَنْ يَاْتِى بِتَشْرِيعٍ سَنَكُونُ نَحْنُ اْلاَوْرُوبَائِيِّينَ اَسْعَدَ مَا نَكُونُ لَوْ وَصَلْنَا اِلَى قِيْمَتِهِ بَعْدَ اَلْفَىْ عَامٍ]
وَ قَالَ بَرْنَارْد شَوْ :[لَقَدْ كَانَ دِينُ مُحَمَّدٍ (ع ص م) مَوْضِعَ التَّقْدِيرِ السَّامِى دَائِمًا لِمَا يَنْطَوِى عَلَيْهِ مِنْ حَيَوِيَّةٍ مُدْهِشَةٍ ِلاَنَّهُ عَلَى مَا يَلُوحُ لِى هُوَ الدِّينُ الْوَحِيدُ الَّذِى لَهُ مَلَكَةُ الْهَضْمِ ِلاَطْوَارِ الْحَيَاةِ الْمُخْتَلِفَةِ وَالَّذِى يَسْتَطِيعُ لِذلِكَ اَنْ يَجْذِبَ اِلَيْهِ كُلَّ جَيْلٍ مِنَ النَّاسِ وَ اَرَى وَاجِبًا اَنْ يُدْعَى مُحَمَّدٌ (ع ص م) مُنْقِذَ اْلاِنْسَانِيَّةِ وَ اَعْتَقِدُ اَنَّ رَجُلاً مِثْلَهُ اِذَا تَوَلَّى زَعَامَةَ الْعَالَمِ الْحَدِيثِ نَجَحَ فِى حَلِّ مُشْكِلاَتِهِ وَاَحَلَّ فِى الْعَالَمِ السَّلاَمَةَ وَالسَّعَادَةَ (يَعْنِى الْمُسَالَمَةَ وَالصُّلْحَ الْعُمُومِىَّ) وَمَا اَشَدَّ حَاجَةَ الْعَالَمِ اَلْيَوْمَ اِلَيْهَا...
Tercümesinin bir hülâsasi:
Evet garb ulemasi ve feylesoflari itiraf ve ikrar etmisler ki: "Islâmiyetin kanunlari, yüksek bir tarzda âlemin islahina kâfidir."
Hem Külliyet-ül Hukuk Kongresinin cem'iyetinde, bütün hukukiyyunun toplandigi o kongrede 1927 senesinde onun reisi feylesof üstad Shebol demis ki: "Muhammed'in (A.S.M.) beseriyete intisabiyla bütün beseriyet muhakkak iftihar eder. Çünki o zât ümmî olmasiyla beraber, onüç asir evvel öyle bir seriat getirmis ki; biz Avrupalilar iki bin sene sonra onun kiymetine ve hakikatine yetissek, en mes'ud, en saadetli oluruz."
Ikincisi veyahut Nur Çesmesi'nin âhirine ilâve edilenlerle kirkbesincisi olan
sh: » (M: 229)
Bernard ShaW demis:
"Dîn-i Muhammedî'nin (A.S.M.) en yüksek makam-i takdire çikmasinin sebebi: Gayet acib ve saglam bir hayati temin etmesidir. Bana açilan budur ki: O din tek, yekta, emsalsiz bir din-i ferîd olup, bütün muhtelif ayri ayri hayatin etvarlarini ve çesitlerini hazmettiriyor. Yani, islah ve istihale tarzinda tasfiye ve terakki ettiriyor. Hem Muhammed'in (A.S.M.) dini öyle bir dindir ki, insanin ayri ayri bütün milletlerini kendine celbedebilir. Ben görüyorum ve itikad ediyorum ki: Besere vâcibdir ki desin: "Muhammed (A.S.M.) insaniyetin halaskâridir. Ve halaskârlik nami, ona verilmek lâzimdir."
Hem diyor: "Ben itikad ediyorum ki: Muhammed'in misli, yani sîretinde, tarzinda bir adam simdiki yeni âleme reis olsa, hükmetse; bu yeni âlemin müskilâtini halledip, bu yeni karmakarisik âlemde müsalemet-i umumiyeye ve saadet-i hayatin husulüne sebeb olacak. Evet, bu yeni âlemin müsalemet ve saadet-i hayatiyeye ne kadar sedid ihtiyaci var oldugunu herkes anlar!"
sh: » (M: 230)
AYET-ÜL KÜBRA RISALESININ
RISALET-I AHMEDIYEDEN BAHSEDEN
ONALTINCI MERTEBESI
(Makam Münasebetiyle Buraya Ilhak Edilmistir.)
Sonra o dünya seyyahi, kendi aklina dedi ki: Mâdem bu kâinatin mevcudatiyla mâlikimi ve hâlikimi ariyorum. Elbette her seyden evvel bu mevcudatin en meshuru ve a'dasinin tasdikiyle dahi en mükemmeli ve en büyük kumandani ve en namdar hâkimi ve sözce en yüksegi ve akilca en parlagi ve ondört asri faziletiyle ve Kur'aniyla isiklandiran Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'i ziyaret etmek ve aradigimi ondan sormak için Asr-i Saadete beraber gitmeliyiz diyerek, akliyla beraber o asra girdi. Gördü ki: O asir, hakikaten o Zât ile, bir saadet-i beseriye asri olmus. Çünki en bedevî ve en ümmî bir kavmi, getirdigi nur vasitasiyla, kisa bir zamanda dünyaya üstad ve hâkim eylemis.
Hem kendi aklina dedi: Biz, en evvel bu fevkalâde Zâtin (A.S.M.) bir derece kiymetini ve sözlerinin hakkaniyetini ve ihbaratinin dogrulugunu bilmeliyiz, sonra hâlikimizi ondan sormaliyiz diyerek taharriye basladi. Buldugu hadsiz kat'î delillerden, burada, yalniz dokuz külliyetine birer kisa isaret edilecek!
Birincisi: Bu Zâtta (A.S.M.) -hattâ düsmanlarinin tasdikiyle dahi- bütün güzel huylarin ve hasletlerin bulunmasi ve وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ * وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلكِنَّ اللّهَ رَمَى âyetlerinin sarahatiyla, bir parmaginin isaretiyle Kamer iki parça olmasi ve bir avucu ile, a'dasinin ordusuna attigi az bir toprak, umum o ordunun gözlerine girmesiyle kaçmalari ve susuz kalmis kendi ordusuna, bes parmagindan kevser gibi akan suyu kifayet derecesinde içirmesi gibi; nakl-i kat'î ile ve bir kismi tevatür ile, yüzer mu'cizatin onun elinde zâhir olmasidir. Bu mu'cizattan üçyüzden ziyade bir kismi, Ondokuzuncu Mektub olan Mu'cizat-i Ahmediye (A.S.M.) namindaki hârika ve kerametli bir risalede kat'î delilleriyle beraber beyan edildiginden onlari ona havale ederek dedi ki:
sh: » (M: 231)
Bu kadar ahlâk-i hasene ve kemalâtla beraber, bu kadar mu'cizat-i bahiresi bulunan bir Zât (A.S.M.) elbette en dogru sözlüdür. Ahlâksizlarin isi olan hileye, yalana, yanlisa tenezzül etmesi kabil degil.
Ikincisi: Elinde bu kâinat sahibinin bir fermani bulundugu ve o fermani her asirda üçyüz milyondan ziyade insanlarin kabul ve tasdik ettikleri ve o ferman olan Kur'an-i Azîmüssan'in yedi vecihle hârika olmasidir. Ve bu Kur'anin kirk vecihle mu'cize oldugu ve kâinat hâlikinin sözü bulundugu kuvvetli delilleriyle beraber, "Yirmibesinci Söz - Mu'cizat-i Kur'aniye" namlarindaki ve Risale-i Nur'un bir günesi olan meshur bir risalede tafsilen beyan edilmesinden; onu, ona havale ederek dedi: Böyle ayn-i hak ve hakikat bir fermanin tercümani ve teblig edicisi bir Zâtta (A.S.M.) fermana cinayet ve ferman sahibine hiyanet hükmünde olan yalan olamaz ve bulunamaz!..
Üçüncüsü: O Zât (A.S.M.), öyle bir seriat ve bir Islâmiyet ve bir ubudiyet ve bir dua ve bir davet ve bir iman ile meydana çikmis ki, onlarin ne misli var ve ne de olur. Ve onlardan daha mükemmel ne bulunmus ve ne de bulunur. Çünki ümmî bir zâtta (A.S.M.) zuhur eden o seriat; ondört asri ve nev'-i beserin humsunu, âdilane, hakkaniyet üzere, müdakkikane, hadsiz kanunlariyla idare etmesi emsal kabul etmez.
Hem ümmî bir Zâtin (A.S.M.) ef'al ve akval ve ahvalinden çikan Islâmiyet; her asirda üçyüz milyon insanin rehberi ve mercii ve akillarinin muallimi ve mürsidi ve kalblerinin münevviri ve musaffisi ve nefislerinin mürebbisi ve müzekkisi ve ruhlarinin medar-i inkisafati ve maden-i terakkiyati olmasi cihetiyle misli olamaz ve olamamis.
Hem dininde bulunan bütün ibadatin bütün enva'inda en ileri olmasi ve herkesten ziyade takvada bulunmasi ve Allah'tan korkmasi ve fevkalâde daimî mücahedat ve dagdagalar içinde, tam tamina ubudiyetin en ince esrarina kadar müraat etmesi ve hiç kimseyi taklid etmeyerek ve tam manasiyla ve mübtediyane fakat en mükemmel olarak, hem ibtida ve intihayi birlestirerek yapmasi; elbette misli görülmez ve görülmemis.
Hem binler dua ve münacatlarindan Cevsen-ül Kebir ile, öyle bir marifet-i Rabbaniye ile, öyle bir derecede Rabbini tavsif ediyor ki; o zamandan beri gelen ehl-i marifet ve ehl-i velayet, telahuk-u efkâr ile beraber, ne o mertebe-i marifete ve ne de o derece-i tavsife yetisememeleri gösteriyor ki, duada dahi onun misli
sh: » (M: 232)
yoktur. Risale-i Münacat'in basinda, Cevsen-ül Kebir'in doksandokuz fikrasindan bir fikrasinin kisacik bir mealinin beyan edildigi yere bakan adam, Cevsen'in dahi misli yoktur diyecek.
Hem teblig-i risalette ve nâsi hakka davette o derece metanet ve sebat ve cesaret göstermis ki; büyük devletler ve büyük dinler, hattâ kavim ve kabilesi ve amucasi ona siddetli adâvet ettikleri halde, zerre mikdar bir eser-i tereddüd, bir telas, bir korkaklik göstermemesi ve tek basiyla bütün dünyaya meydan okumasi ve basa da çikarmasi ve Islâmiyeti dünyanin basina geçirmesi isbat eder ki; teblig ve davette dahi misli olmamis ve olamaz.
Hem imanda, öyle fevkalâde bir kuvvet ve hârika bir yakîn ve mu'cizane bir inkisaf ve cihani isiklandiran bir ulvî itikad tasimis ki; o zamanin hükümrani olan bütün efkâri ve akideleri ve hükemanin hikmetleri ve ruhanî reislerin ilimleri ona muariz ve muhalif ve münkir olduklari halde; onun ne yakînine, ne itikadina, ne itimadina, ne itminanina hiçbir sübhe, hiçbir tereddüd, hiçbir za'f, hiçbir vesvese vermemesi ve maneviyatta ve meratib-i imaniyede terakki eden basta Sahabeler ve bütün ehl-i velayet, onun her vakit mertebe-i imanindan feyz almalari ve onu en yüksek derecede bulmalari, bilbedahe gösterir ki; imani dahi emsalsizdir.
Iste böyle emsalsiz bir seriat ve misilsiz bir Islâmiyet ve hârika bir ubudiyet ve fevkalâde bir dua ve cihanpesendane bir davet ve mu'cizane bir iman sahibinde, elbette hiçbir cihetle yalan olamaz ve aldatmaz diye anladi ve akli dahi tasdik etti.
Dördüncüsü: Enbiyalarin icma'i, nasilki vücud ve vahdaniyet-i Ilahiyeye gayet kuvvetli bir delildir; öyle de, bu Zâtin dogruluguna ve risaletine gayet saglam bir sehadettir. Çünki Enbiya Aleyhimüsselâm'in dogruluklarina ve peygamber olmalarina medar olan ne kadar kudsî sifatlar ve mu'cizeler ve vazifeler varsa; o Zâtta (A.S.M.) en ileride oldugu tarihçe musaddaktir. Demek onlar, nasilki lisan-i kal ile; Tevrat, Incil ve Zebur ve suhuflarinda bu Zâtin (A.S.M.) gelecegini haber verip insanlara besaret vermisler ki, kütüb-ü mukaddesenin o besaretli isaratindan yirmiden fazla ve pek zâhir bir kismi, Ondokuzuncu Mektub'da güzelce beyan ve isbat edilmis. Öyle de, lisan-i halleriyle, yani nübüvvetleriyle ve mu'cizeleriyle; kendi mesleklerinde ve vazifelerinde en ileri ve en mükemmel olan bu zâti tasdik edip, davasini imza ediyorlar. Ve lisan-i kal ve icma' ile vahdaniyete
sh: » (M: 233)
delalet ettikleri gibi, lisan-i hal ile ve ittifakla bu zâtin sadikiyetine sehadet ediyorlar diye anladi.
Besincisi: Bu Zâtin düsturlariyla ve terbiyesi ve tebaiyetiyle ve arkasindan gitmeleriyle hakka, hakikata, kemalâta, keramata, kesfiyata, müsahedata yetisen binlerce evliya vahdaniyete delalet ettikleri gibi; üstadlari olan bu zâtin sadikiyetine ve risaletine, icma' ve ittifakla sehadet ediyorlar. Ve âlem-i gaybdan verdigi haberlerin bir kismini nur-u velayetle müsahede etmeleri ve umumunu nur-u imanla ya ilmelyakîn veya aynelyakîn veya hakkalyakîn suretinde itikad ve tasdik etmeleri; üstadlari olan bu Zâtin derece-i hakkaniyet ve sadikiyetini günes gibi gösterdigini gördü.
Altincisi: Bu zâtin ümmiligiyle beraber getirdigi hakaik-i kudsiye ve ihtira ettigi ulûm-u âliye ve kesfettigi marifet-i Ilahiyenin dersiyle ve talimiyle, mertebe-i ilmiyede en yüksek makama yetisen milyonlar asfiya-i müdakkikîn ve siddikîn-i muhakkikîn ve dâhî-i hükema-i mü'minîn, bu Zâtin üss-ül esas davasi olan vahdaniyeti, kuvvetli bürhanlariyla bil'ittifak isbat ve tasdik ettikleri gibi; bu muallim-i ekberin ve bu üstad-i azamin hakkaniyetine ve sözlerinin hakikat olduguna ittifakla sehadetleri, gündüz gibi bir hüccet-i risaleti ve sadikiyetidir. Meselâ: Risale-i Nur, yüz parçasiyla, bu Zâtin sadakatinin bir tek bürhanidir.
Yedincisi: Âl ve ashab naminda ve nev'-i beserin enbiyadan sonra feraset ve dirayet ve kemalâtla en meshuru ve en muhterem ve en namdari ve en dindar ve en keskin nazarli taife-i azîmesi; kemal-i merak ile ve gayet dikkat ve nihayet ciddiyetle, bu Zâtin bütün gizli ve asikâr hallerini ve fikirlerini ve vaziyetlerini taharri ve teftis ve tedkik etmeleri neticesinde; bu zâtin dünyada en sadik ve en yüksek ve en hakli ve hakikatli olduguna ittifak ile ve icma' ile ve sarsilmaz tasdikleri ve kuvvetli imanlari, günesin ziyasina delalet eden gündüz gibi bir delildir, diye anladi.
Sekizincisi: Bu kâinat, nasilki kendini icad ve idare ve tertib eden ve tasvir ve takdir ve tedbir ile bir saray gibi, bir kitab gibi, bir sergi gibi, bir temasagâh gibi tasarruf eden sâniine ve kâtibine ve nakkasina delalet eder. Öyle de; kâinatin hilkatindeki makasid-i Ilahiyeyi bilecek ve bildirecek ve tahavvülâtindaki Rabbanî hikmetlerini talim edecek ve vazifedarane harekâtindaki neticeleri ders verecek ve mahiyetindeki kiymetini ve içindeki
sh: » (M: 234)
mevcudatin kemalâtini ilân edecek ve o kitab-i kebirin manalarini ifade edecek bir yüksek dellâl, bir dogru kessaf, bir muhakkik üstad, bir sadik muallim istedigi ve iktiza ettigi ve herhalde bulunmasina delalet ettigi cihetiyle, elbette bu vazifeleri herkesten ziyade yapan bu Zâtin hakkaniyetine ve bu kâinat Hâlikinin en yüksek ve sadik bir memuru olduguna sehadet ettigini bildi.
Dokuzuncusu: Mâdem bu san'atli ve hikmetli masnuatiyla kendi hünerlerini ve san'atkârliginin kemalâtini teshir etmek ve bu süslü, zînetli nihayetsiz mahlukatiyla kendini tanittirmak ve sevdirmek ve bu lezzetli ve kiymetli hesabsiz nimetleriyle kendine tesekkür ve hamd ettirmek ve bu sefkatli ve himayetli umumî terbiye ve iase ile, hattâ agizlarin en ince zevklerini ve istihalarin her nev'ini tatmin edecek bir surette ihzar edilen Rabbanî it'amlar ve ziyafetlerle, kendi rububiyetine karsi minnetdarane, mütesekkirane ve perestiskârane ibadet ettirmek ve mevsimlerin tebdili ve gece ve gündüzün tahvili ve ihtilafi gibi, azametli ve hasmetli tasarrufat ve icraat ve dehsetli ve hikmetli faaliyet ve hallakiyet ile, kendi uluhiyetini izhar ederek, o uluhiyetine karsi iman ve teslim ve inkiyad ve itaat ettirmek ve her vakit iyiligi ve iyileri himaye, fenaligi ve fenalari izale ve semavî tokatlar ile zalimleri ve yalancilari imha etmek cihetiyle, hakkaniyet ve adaletini göstermek isteyen perde arkasinda birisi var. Elbette ve herhalde, o gaybî zâtin yaninda en sevgili mahluku ve en dogru abdi ve onun mezkûr maksadlarina tam hizmet ederek, hilkat-i kâinatin tilsimini ve muammasini hall ve kesfeden ve daima o Hâlikinin namina hareket eden ve ondan istimdad eden ve muvaffakiyet isteyen ve onun tarafindan imdada ve tevfike mazhar olan ve Muhammed-i Kureysî (A.S.M.) denilen bu Zât olacak!..
Hem aklina dedi: Mâdem bu mezkûr dokuz hakikatlar bu zâtin sidkina sehadet ederler; elbette bu âdem, benî-âdem'in medar-i serefi ve bu âlemin medar-i iftiharidir. Ve ona "Fahr-i Âlem" ve "Seref-i Benî-Âdem" denilmesi pek lâyiktir ve onun elinde bulunan ferman-i Rahman olan Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyan'in hasmet-i saltanat-i maneviyesinin nisf-i arzi istilasi ve sahsî kemalâti ve yüksek hasletleri gösteriyor ki; bu âlemde en mühim zât budur, Hâlikimiz hakkinda en mühim söz onundur.
Iste gel bak! Bu hârika zâtin yüzer zâhir ve bâhir kat'î
sh: » (M: 235)
mu'cizelerinin kuvvetine.. ve dinindeki binler âlî ve esasli hakikatlarina istinaden, bütün davalarinin esasi ve bütün hayatinin gayesi, Vâcib-ül Vücud'un vücuduna ve vahdetine ve sifâtina ve esmasina delalet ve sehadet ve o Vâcib-ül Vücud'u isbat ve ilân ve i'lam etmektir.
Demek bu kâinatin manevî günesi ve Hâlikimizin en parlak bir bürhani bu Habibullah denilen zâttir ki; onun sehadetini teyid ve tasdik ve imza eden aldanmaz ve aldatmaz üç büyük icma' var:
Birincisi: "Eger perde-i gayb açilsa yakînim ziyadelesmeyecek" diyen Imam-i Ali (Radiyallahü Anh) ve yerde iken ars-i azami ve Israfil'in azamet-i heykelini temasa eden Gavs-i Azam (K.S.) gibi keskin nazar ve gaybbîn gözleri bulunan binler aktab ve evliya-i azîmeyi câmi' ve Âl-i Muhammed namiyla söhretsiar-i âlem olan cemaat-i nuraniyenin icma' ile tasdikleridir.
Ikincisi: Bedevî bir kavim ve ümmî bir muhitte, hayat-i içtimaiyeden ve efkâr-i siyasiyeden hâlî ve kitabsiz ve fetret asrinin karanliklarinda bulunan ve pek az bir zamanda en medenî ve malûmatli ve hayat-i içtimaiyede ve siyasiyede en ileri olan milletlere ve hükûmetlere üstad ve rehber ve diplomat ve hâkim-i âdil olarak, sarktan garba kadar cihanpesendane idare eden ve "Sahabe" namiyla dünyada namdar olan cemaat-i meshurenin ittifakla can ve mallarini, peder ve asiretlerini feda ettiren bir kuvvetli imanla tasdikleridir.
Üçüncüsü: Her asirda binlerle efradi bulunan ve her fende dâhiyane ileri giden ve muhtelif mesleklerde çalisan, ümmetinde yetisen hadsiz muhakkik ve mütebahhir ülemasinin cemaat-i uzmasinin tevafukla ve ilmelyakîn derecesinde tasdikleridir.
Demek bu Zâtin vahdaniyete sehadeti sahsî ve cüz'î degil, belki umumî ve küllî ve sarsilmaz ve bütün seytanlar toplansa karsisina hiçbir cihetle çikamaz bir sehadettir diye hükmetti. Iste Asr-i Saadette akliyla beraber seyahat eden dünya misafiri ve hayat yolcusunun, o medrese-i nuraniyeden aldigi derse bir kisa isaret olarak, Birinci Makam'in onaltinci mertebesinde böyle:
لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودهِ فِى وَحْدَتِهِ فَخْرُ الْعَالَمِ وَ شَرَفُ نَوْعِ بَنِى آدَمَ بِعَظَمَةِ سَلْطَنَةِ قُرْآنِهِ
sh: » (M: 236)
وَ حِشْمَةِ وُسْعَةِ دِينِهِ وَ كَثْرَةِ كَمَالاَتِهِ وَ عُلْوِيَّةِ اَخْلاَقِهِ حَتَّى بِتَصْدِيقِ اَعْدَائِهِ وَ كَذَا شَهِدَ وَ بَرْهَنَ بِقُوَّةِ مِأَتِ مُعْجِزَاتِهِ الظَّاهِرَةِ الْبَاهِرَةِ الْمُصَدِّقَةِ الْمُصَدَّقَةِ وَ بِقُوَّةِ آلاَفِ حَقَائِقِ دِينِهِ السَّاطِعَةِ الْقَاطِعَةِ بِاِجْمَاعِ آلِهِ ذَوِى اْلاَنْوَارِ وَ بِاِتِّفَاقِ اَصْحَابِهِ ذَوِى اْلاَبْصَارِ وَ بِتَوَافُقِ مُحَقِّقِى اُمَّتِهِ ذَوِى الْبَرَاهِينِ وَ الْبَصَائِرِ النَّوَّارَةِ
denilmistir.
اَلْبَاقِى هُوَ الْباَقِى
Said Nursi