-
Fethullah gülen ile new york sohbeti
FETHULLAH GÜLEN İLE NEW YORK SOHBETİ
Sanal Önsöz
Sabah Kitapları’nın “Türkiye’den Dizisi”nin ilk kitabı olan “Fethullah Gülen’le New York Sohbeti” kitabı 40.000’ den fazla satarak 1997’nin en çok satan kitabı oldu.
Yeni Yüzyıl gazetesinde yayınlanan röportaj da çok ilgi görerek tiraj rekorları kırmıştı.
Bu kadar çok ilgi gören kitapla ilgili kim bilir ne eleştiriler çıktı diye düşünen olursa hemen cevaplayayım; hiç. Yanlış okumadınız; ne sağda, ne solda, ne Hürriyette ne Zaman’da en ufak lehte ya da aleyhte bir eleştiri yayınlanmadı. Bu gerçekten ilginç bir durum.
Türkiye’de ilk kez bir gazeteciden çok sosyal bilimci bir yaklaşımla değerlendirilen Fethullah Gülen portresi toplum tarafından ne kadar ilgi ile karşılandıysa da ideolojik taraflar hiç iyi gözle bakmadılar. Bundan dolayı daha sonra bir çok saldırıya ve iftiraya uğradım. Bana bu denli kızılmasının nedeni ne olabilir di?
Varlık nedenleri ve konumları ayrılık, düşmanlık üzerine yapılandırılmış herkes ideolojisiz bir bakıştan rahatsız olmuştu. İslâmî bir liderin objektif portresinin önyargısız sunumu köprü kurulmasını engelleyenler için acımasız bir darbe oldu. İçlerindeki cerahati kin ve nefret olarak ellerine fırsat geçtikçe kullandılar. Tüm gazete örgütleri ve sorumluları da suskunlukları ile katkıda bulundular. Kadın olmamdan başka suç bulunamadığından medya mecrasındaki kadın erkek herkes “kadınlığıma” hakaret ederek rahatladı.
Bu konuda yürekli çıkan sadece Can Dündar, Gülay Göktürk ve Seda Kaya Güler oldu.
Bunları anlatmamın nedeni okuduklarınızın neden olduğu tektonik hareketleri az da olsa gösterebilmek için.
Aradan geçen üç yıl sonra daha iyi görüyoruz ki, Fethullah Gülen ‘in, Yesevi-Hacı Bektaş_ Mevlana ve Yunus Emre çizgisinden günümüze taşıdığı tasavvufa dayalı hoşgörü felsefesi, bütün İslam alemi için de bir “devrim” niteliğinde. Ülkemizde herşeyin bir sepete konulmasını engelleyen bu çalışma belki de bu nedenle düşmanlık çekti. Farklı birikimlerini ve kültürlerini sentezleyecek bir Türkiye 21. yüzyılın ruhunu yaratacaktır.
Buna gönülden inanıyorum.
Fethullah Gülen’in liderliği ile , bugüne kadar bilinen kültürel emperyalizm engelini aşarak tüm dünyaya yayılan “Türk Okullları” kurulmuştur. Batılıların alternatifsiz uyguladıkları bu yöntem ilk kez karşısında “Türk Okulları”nı bulmuştur. 21.yüzyılda artık iddialı bir Türk kültürü ve medeniyeti olacaktır. Üstelik kendi kültürünü küçümseyen , halkını sevmeyen azınlıklar yaratmadan yapılan bu eğitim toplumlar arası hoşgörünün köprüsüdür.
21.yüzyılda barış mimarları yeni anlayışın bağrından çıkacaktır.
Hoşgörü ve barışa gönülden inanıyorum.
Hoyrat ve acılı 20. yüzyıldan sonra yeni yüzyılda yeni bir yapılanmaya, yeni anlayışlara ihtiyacımız olduğu aşikar. İnsanı severek başlamalıyız işe. Bu ideolojinin ölümüdür.
Ben insana gönülden inanıyorum.
Sanal alemdeki okuyucularıma her türlü eleştirileri için her zaman kapım açık.
Ancak düşünen yüreklilerin eleştirileri olabilir. Biliyorum. Gönül ve akıl beraberliğinin ürünü olan Türk kültür anlayışı ve inanç sistemi daha fazla üzerinde düşünülmeyi hak ediyor.
NEVVAL SEVİNDİ
-
Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti
YAZARIN ÖNSÖZÜ
Neden durup dururken, yaz ortası taa New York’a uçup Fethullah Gülen Hocaefendi ile konuştum sorusunun cevabını herkes kendine göre bulmuş olabilir. Ben, benim nedenimi merak edenler için anlatmak isterim ki, ansızın olmadı. ‘Deve Kervanıyla İpek Yolu’ projesi kapsamında gittiğim Orta Asya’da cemaatin okullarıyla karşılaştım. Arkadaşım kervanbaşı Arif Aşçı’nın okullarla ilgili izlenimlerini dinledim. Orta Asya’nın havasını soludum. Ahmed Yesevi’ye yakın oldum, Nakşibendi’yi ziyaret ettim. Döner dönmez Fethullah Gülen Hocaefendi’ye bir mektupla duygularımı ilettim ve görüşmek istediğimi belirttim. Bundan sonraki dönem onu ve cemaati tanımakla geçti diyebilirim. Sıcak ve soluklu bir ilişki günden güne gelişti. Tanıştık.
Kültürel, siyasi ve sosyal tezlerimle büyük yakınlığının olması beni çok heyecanlandırdı. Hep yalnız başına hamamda türkü çığırdığınızı sanırsınız. Ama yalnız olmadığımız kesin. Ayrıca ülkemizde entelektüel bazda konuşarak doymanın, yaratmanın mümkün olmadığı bir sosyal kast sisteminin de işlerlikte olduğu düşünülürse, kendini yalnız sananların sayısının çok olabileceği aşikar. Bunu kırmak için uğraşan biri olarak benim gibi umudunu yitirmemiş bir kimlikle karşılaşacağımı biliyordum. Bu tanıma sürecinin olgunlaşması yine Hocaefendi ile gerçekleşti. Ona geçmiş olsun demek için New York’a telefon ettiğimde bana “Zihnen sizinle konuşmaya kendimi hazırlamıştım“ deyince ertesi gün uçak biletlerini aldım, daha onun rızasını almadan. Gitmeliydim.
New York’ta söyleşiyle geçirdiğimiz iki gün boyunca olgunlaşıp avucuma düşen fikir ve ruh dünyası zihnimi ajite etti. Gazeteci gibi düşünmeyi bile zaman zaman unuttum. Zihnim çok meşguldü. Ayrıca bu sadece bir ilk karşılaşmaydı. Ben sadece bir kepçe alabilmiştim bu deryadan. Bunu büyük bir heyecan ve çabayla herkesle paylaşmak istedim. Türkiye’nin en çekişmeli, kavgalı ve politik arenanın en kanlı olduğu bir dönemde kısırlığın zavallılığını ortaya çıkarmak için elimdeki tek silahı; kalemimi kullandım. Kimsenin kimseyi tanımaya özenmediği, kimsenin kimseyi merak etmediği bu kupkuru çölde bir damla su isterken bir vahada dinlenme şansı vermek istedim insanlara. Düşünce ve fikir dünyalarına çengel atmak ve ulaşmak dileğim. Yeni Yüzyıl gazetesinde çıkan ve bu kitabın kaynağını oluşturan söyleşilerin yayımlanması süresince ve sonrasında çılgınca bir ilginin üstümüze çağlayanlar gibi dökülmesi bir rastlantı değildi. Hele spekülatif düşünce ve buzağı arama zavallılığındaki geleneksel zafiyeti tatmin edecek bir şey bulmak imkânsızdı. Bulanların kuruluğu ise zaten kendi ölümlerine ağıttır.
Yıllardır çalıştığım, yazdığım ve düşündüğüm Türk kültürünün kökleri, bugünü ve dinamikleri konusuyla ilgili bu zihinsel karşılaşma benim için önemlidir. Orta Asya’ya dönük yüzümü aydınlatıcı yeni bilgiler, tabu olarak dokunulmayan Türk, İslam, din felsefesi; model ve kimlik arayışındaki Türkiye’ye ve bana çok önemli duygusu veriyor.
‘Bir şeyci’ olmadan düşünebilen entelektüel zihnin varlığını Türkiye kabul etmedikçe hep kuyruğuna teneke bağlanan mahalleli olarak kalacak. Oysa Türkiye dünyada yerini almak ve standardını yükseltmek zorunda. Çözüm olarak yabancı ülkelerde model aranmasına son verip kendi dinamiklerimiz üstüne düşünmemiz, antropolojik çalışmalar yapmamız gerekli. Türkiye’nin bugününü bilmemizi sağlayacak antropolojik yüzey çalışmaları yapılmamaktadır. Geçmişten ve bugünden habersiz sadece ‘akademik unvanlarla’ yaşamı sürdürmek görüldüğü üzre, mümkün olmamaktadır. Bilgiye ulaşamayan, bilgi kanalları tıkalı bir Türkiye çırpınarak zaman yitirmekte. Bazı çevreler yanlış anlayacak diye korkup yazmadığımız, konuşmadığımız ve düşünmediğimiz sürece topluma bir ideoloji üretmemiz imkânsızdır.
Sanayide yakalamaya çalıştığımız kadar bir kalite kontrolünü zihinsel dünyamızda da yakalamamız elzem. Kimseye göbek bağı olmayan entelektüel yaratıcılık, kalitesizliği aşabilecek bir atmosferi yaratabilir. Bu dizi boyunca halkın sağduyusunu çok yakından tanıdım. Etkilendim. “Onlar kitapsız okuyanlardır” dizesine sevgiyle sarıldım bir kez daha.
İslam toplumunda ilk defa filozof unvanını alan Kindi, İlk Felsefe Üzerine adlı eserinde, bazı çevrelerin yanlış yorumlamasından çekindiği için düşüncelerini serbestçe ifade edemediğinden yakınır ve hasımlarını ağır bir dille şöyle suçlar, “… gücümüz ölçüsünde, dilin yapısı ve zamanın anlayışına göre o fikirleri bu yolun yolcularına en kısa ve en kolay bir tarzda eksiklerini de tamamlayarak takdim edeceğiz. Bunu yaparken, zamanımızın düşünürü olarak tanındıkları halde gerçekten uzak bulunanların yanlış yorumlamalarından çekindiğimiz için, iltibası gerektiren karmaşık noktaları uzun uzadıya tahlil yerine kısa kesmek zorunda kaldık. Layık olmadıkları halde hakkı temsil durumunda olsalar da bunların kıt zekâları gerçeğin esprisini anlamaktan acizdir. Bilgileri ise yüksek düşünce sahiplerini takdir etme, yararı herkese ve onlara da dokunacak olan içtihat yapma düzeyinde değildir. Bunların hayvani nefislerinde yer eden haset kiri ve düşünce ufuklarını kapayan karanlık, gerçeğin nurunu görmelerini engellemiştir. Saldırgan ve zalim düşman durumunda olan bunlar, haksız yere işgal ettikleri kürsüleri korumak için elde edemedikleri ve çok uzağında bulundukları insani faziletlere sahip olanları aşağılarlar. Amaçları riyaset ve din tacirliğidir. Oysa kendileri dinden yoksundur.”1
Gündemimizi sürekli din, dinin günlük yaşamla ilişkisi tutarken dinin bir dinamik olarak kültürel ve sosyal yaşamdaki yerini anlamamakta direnmek ‘kökten tutucu’ totaliter bir zihniyettir. Siyasi İslam’ın ve karşıtlarının toz duman kavgasının altında yatan ortak zihniyet budur.
Batı kültürünün bugün tartıştığı ‘mutlak akılcılığın’ tartışılmaz kabulü kendi değerlerine yabancılaşmış bir anlayışın hezeyanıdır.
Fethullah Gülen Hocaefendi, bunu aydınlar açısından değerlendiriyor: “Asırlarca bayraklaştırıp, başımızda taşıdığımız bütün değerlerimizi bırakıp bin yamalı bohçaya sancak diye selam durmak ‘entelijansiya’mızın anlaşılması çok zor taraflarından biridir. Bütün eğrilerin doğru ve doğruların eğri gösterildiği çarpık bir cemiyette her hakikati bir hayal, bir üsture* görüyor ve kendini yüceltip millet yapan bütün değerlere, köhnemiş müesseseler nazarıyla bakıyordu. O halde, yapılacak şey, özünden bu kadar uzaklaştırılmış ve düşünce dünyasında tüketilmiş bir nesle, yeniden hayat iksiri aşılamak ve onu ruh yüceliğine ulaştırmak olacaktır.”2
Toplumun şaşkın bir ördek gibi dolaştığı ve başını nereye vuracağını bilmediği bir dönemde düşünen insan olarak Hocaefendi’nin neden ağladığını da kendi açıklayabilir: “Şimdi sizler, ey bütün tarih boyunca ağlamayı unutmuşlar! Gamsızlar, dertsizler ve ağlanacak hallerine gülenler! Gelin; şu çıkmazın başında durup asırlık gamsızlığımıza bir son vererek beraber ağlayalım. Cehaletimize ağlayalım. Kaybettiğimiz şeylerden habersizliğimize ağlayalım.” Hoyratlaşan gönüllere ağlayan Hocaefendi hoyratlığın yerleşmesine figan ederek durdurmak istemekte hoşgörüsüzlüğü, seviyesizliği. Bu nedenle o bireye inanıyor. Bir toplumun sağlıklı olması fertlerin canlılığına bağlıdır diye düşünüyor.
“Fertlerde mevcut olan her güzellik, her kıymet ve her değer katlanarak topluma akseder. Aksine, onlardaki her uygunsuzluk, her yetersizlik de bir fezia (skandal) ve bir facia olarak toplumun yolunu keser ve onu derinden derine yaralar.”3
Yaşadıklarımız bunu kanıtlamakla meşgul zaten. O, insanı yükseltmek için eğitime inanıyor. Bilim ve araştırmaya imanı tam. Aynı şekilde dini akidelerine ve Hakk eri olmaya gönül vermeye inanıyor. Kalp ile akıl birliğine sahip çıkıyor. Hiçbirinden bir diğeri lehine vazgeçmiyor. Öğrenmenin önemini sürekli vurguluyor: “Öğrenme ve öğretme inbiğinden geçmemiş fertte, insani meziyetler ve yükseltici hususiyetler gelişmediği için, içtimai bir hüviyet aramak da beyhudedir.” Bireyselleşmek nasıl eğitimden geçiyorsa, toplumsallaşmak da onun için ancak eğitimle sağlanabilecektir. Bugünün modern bilimlerinde de eğitimin, insanın zihinsel kapasiteleri ve kullanımı üstündeki önemi dikkatle vurgulanıyor ve araştırma konusudur. 21. yüzyıl, insan merkezli düşünce sistemlerinin yüzyılı olacak. Her şeyin merkezinde insan denen büyük kapasitenin olduğu anlaşıldı. İnsanı aşarak, ona rağmen, onun kültürünü küçümseyerek bir yere varılamayacağının kanıtları sağlam bir şekilde 20. yüzyıla gömülmüş bulunmakta. “İnsanı, insan olduğu için sevmek ve saygılı olmak; Yaratıcı’ya saygılı olmanın ifadesidir. Yoksa kendi gibi düşünenleri sevmek ve saymak, samimi ve insanca bir sevgi ve saygı değil, bir bencillik ve insanın kendi kendini putlaştırması demektir. Hele hele, temel düşünce ve tasavvurda, aynı çizgide olup da, tıpatıp bizim gibi düşünmeyenleri horlama ve hakir görme bir mürüvvetsizlik ve hodkâmlıktır.”4 diyen Hocaefendi, insan kavramına bir bütün olarak yaklaşmaktadır. Çünkü ona göre insan, “…her felsefi ve ilmi görüşün temel mevzuudur. Hesaba katılmadan ne bir felsefe yapmak, ne de ilimlere geçmek mümkün değildir… Kitaplar ona koşar, onunla dolar ve etrafa nur saçarlar.”5 İnsanı yücelten bu felsefe elbette insanın zihinsel becerilerinin kullanılmasıyla yakından ilgilidir.
İnsanın olağanüstü zihinsel yaratıcılığı eğitimle en çok yararlanılabilir hale dönüşecek sonsuz bir güçtür. Hocaefendi; “İlimsiz bir geçmiş olmadığı gibi, ilimsiz bir gelecek de tasavvur edilemez. Her şey netice itibariyle ilme bağlıdır ve onsuz bir dünyanın insana verebileceği bir şey yoktur.”6 derken bu olmazlığı ifade eder. İlk ‘Ufuk Turu’ söyleşisini okuduğum zaman Hocaefendi’nin çok miktarda Batılı kaynak kullanması ilgimi çekmişti. Tüm konuşmalarında ve yazılarında bu özellik var. Batılı düşünce adamlarının, sanatçıların adını çok sıklıkla örnekler vererek kullanıyor. Onun için Batı ve Doğu ayrımı yok ilimde. Doğu kültürüne vakıf olduğu kadar Batılı kaynaklara da vakıf olmak gerektiğini çevresindekilere anlatmaya çalışıyor. “Rafael ‘ideler’i tasvirinde, Eflatun’a gökler ötesini gösterterek, onun dünyasını ifade ettiği gibi, talebesine de, ayağının önünü işaret ettirerek ayrı bir dünyadan haber verir. Yüce duygulardan mahrum neslimiz hiç olmazsa ayağının ucunu görebilseydi!…” diyerek hep makrodan mikroya çözüm düşünür.
Tarihimizde her zaman ilim ve fenne karşı çıkanlar Kindi’nin sözünü ettiği yobaz dinciler olmuşlardır. Düzeni korumak isteyen, bundan çıkar sağlayan ve düzenin sürmesinde nefes alabilen zihniyet yeni düşüncelerden ürker. Düşünülmesinden, ilimden korkar. Onu yok etmek için her şeyi yapar. Ama bir gün vakti saati gelir ve tohum fışkırır. Tutulamaz olur. Burada umut her şeyin büyütücüsüdür. Hocaefendi, “Fert ümitle varlığa erer” derken topluma dirilişi ümidin vereceğini görür. Umudu destekler. Ona göre ümidini yitirmiş bir fert var sayılamaz, ümidi yok olmuş bir toplum felç olmuş demektir. Çünkü, “Ümit, insanın kendi ruhunu keşfetmesi ve ondaki iktidarı sezmesinden ibarettir”.
Bu topluma, millete “ruhunu iade etme” gerekliliğini işaret eder. Ruhu olmayan bilginin bir işe yaramadığını görmüştür. Düşünce adamı arayışıdır arayışı. “…sahnedeki boşluklardan istifade ederek, halkın karşısına çıkan sahte oyuncular gibi, insanımızın karşısına, çeşitli devirlerde pek çok oyuncu çıkmış ve onunla eğlenmiştir. Ama hiçbir zaman onun gönlüne taht kuramamıştır.”
“Geleceği kuracak ve yükseltecek fikir işçileri”nin hayalini kurar ve onu gerçekleştirmek için eğitimle “altın nesil” yetiştirme işinin önemini anlatır. “Kafdağı’ndan daha ağır bir yüktür, nadanlara* hal arz etmek…”
Hocaefendi gençliğe verdiği önemi eğitim seferberliğiyle taçlandırıyor: “…Ey ümmet-i merhume, beklediğin subh-u kıyamet** değilse ellerini boynundan çöz, Herakles’in Promete’nin imdadına koştuğu gibi, şeytanın ateşine çarpılmış gençliğin imdadına koş!…” diyor çevresindeki insanlara. Çünkü Hocaefendi’ye göre, ”İnsanda hep iyinin ve güzelin nüveleri vardır. Kötülüğün ve çirkinliğin nüveleri yoktur.” İnsanı bağımsız bir varlık haline sokan, onu “Mutlak, Hür ve Muhtar” bir mevcuda bağlayan aklı, iradesi ve iç zenginliğidir. İnsanı insan yapan akıldır ama hemen ardından en önemli özelliği olarak onun ‘hürriyeti’ni koyuyor Hocaefendi. “İnsanı makine gibi gören ve onun iradesini inkâr edenlerle” hiç bir şeyi açıklamanın mümkün olmadığını anlatıyor bize. Pozitif düşünce bir fetiş haline getirilince nasıl insan önemini yitirdiyse, tüm totaliter ideolojiler de insana rağmen bir ‘düzen’ merakında boğulmuşlardır. Medeniyet ve kültür evrenseldir, yerel olamaz diyenlere karşı Hocaefendi; “Medeniyet ve kültür ne kadar âlemşümul hüviyet kazanırsa kazansın, bağrında yetiştiği milletin ruh haletini temsil etmelidir. Bu itibarla da onu, hazır bir elbise gibi görmekten ziyade, dikilmemiş bir kumaş olarak kabul etmeliyiz. Her milletin kendi kametine göre kesip biçeceği ve fakat mutlaka kendi bünyesine uyduracağı bir kumaş.”7 diyor.
Diğer yandan da, “…bugün artık gerçekle alakası olmayan bir kısım köhne fikirlerle yaşamanın imkânsızlığı meydandadır.” diyerek ilim ve tekniğe küsmenin tehlikelerinden söz ediyor. Burada bir hata varsa bunun sorumluluğunun “gerçek ilim adamının sorumluluk yüklenmesinden kaçınması” keyfiyetinde arıyor.
Bir ülkenin kültürel örgütlenmesinin kendi düşünce ve inancı çizgisinde, kendi köklerinden su emen, günümüz ihtiyaçlarına göre yeniden yapılanması olduğu gerçeğinin altını çiziyor. Ulusun kendi ulusallığının fikri zemini ve ruhi eğilimleri çerçevesinde zamanın gereklerine göre bir düzenleme ve örgütlenmeye geçebileceği, zorlanırsa, “…sudan çıkarılmış balık gibi yavaş yavaş felç” olup öleceğini bize söylüyor. Her milletin düşünce tarzının, düşünce biçimlerinin farklılığını anlatıyor. Gelişmiş ülkelerin “fen ve tekniğine” muhtaç olduğumuza kuşku olmadığını ama bunun içinin doldurulması gerektiğini söylüyor. Kendini yenilemekten korkmamaya çağırıyor insanları. Bu yeniden dirilişi bir ‘Rönesans’ olarak düşlüyor. Bu nedenle birçok kavramı, insani erdemi yeniden tarif ediyor. O kavramın ne olduğunu açıklıyor. Mutluluk iç aydınlığıdır örneğin. Çile, çekilmesi gerekendir menzile varmak için. Vefa, dostluk, fazilet, merhamet, müsamaha, günah, sabır hepsinin içeriğini, varlığını açıklıyor. Nasıl bir dünya istediğinin ipuçları burada da vardır. Bu idealist dünyada çok realist yaklaşımlar sunuyor. Ütopyalardan koşarak gelirken günün en önemli sorununa pratik bir çare üretir bulursunuz onu. Geniş düşleriyle, idealleriyle boğulmadan karada yürüyebiliyor. Uçtuğu kadar sabit kalabiliyor, bir sentezi yakaladığı için, gerçekçilikle hoşgörü ile ördüğü idealizm çatışmadan yaşayıp gidiyor içinde. Burada can bulduğu yer belki de kendini yenilemedir. Her insan, her bilgi, her yeni olan şey onu heyecanlandırıyor. “Kendini yenileme, devamlı var olabilmenin ilk şartı ve en mühim esasıdır. Sırası geldikçe kendini yenileyemeyenler, güçlü de olsalar, er geç tükenip gitmeye mahkûmdurlar. Her şey kendini yenileyerek canlı kalır ve varlığını sürdürür.” Toplumsal hareket içindeki dinamizmini bu yenilemeye borçlu olduğunu düşünüyorum. Türkler tarikatlar aracılığıyla yüzlerce yıl günün şartlarına cevap veren değişimlerle zamanı yakalamışlardır. Tarikatlar dogmatik değildir, bir yol ve düzenleme gösterir. Çok çeşitli yollar göstererek insanın çeşitliliğine cevap verirken bir yandan da sokaktaki adamı yontarlardı. Yani az da olsa bir değişime tabi tutarlardı. Belki Hocaefendi’nin dediği “…bütün kâinatları ruh prizmasından geçirerek dimağlara ‘efor’ yaptırtmak, işte gerçek yenilenme budur.”8 Onun insan tasarımında o nedenle irade çok önemlidir. İrade şuuru insanın kendini idrak etmesi ve algılama gücü olarak ortaya çıkar. Bunun aksi ise bireyin bozulmasıdır. Kararsız ve şaşkındır. O ‘kendi olma’ yolunda biçaredir artık.
Cehalet çıkmazı kadar onu rahatsız eden bir diğer kavram; zamanın kullanımıdır. “Bizim ileri ülkelerden, ne fiziki güç ne de manevi değerlere sahip olma bakımından herhangi bir eksiğimiz olduğu söylenemez. Ne var ki, zamana sözünü geçirme, onunla içli dışlı olma ve onun her parçasını bir pırlanta gibi değerlendirmeden yana, onlardan geri, hem çok geri olduğumuz da bir gerçektir.”9 Çünkü ona göre zaman bir boşluk değil, tam tersine dünya pazarındaki en kıymetli anapara sermayedir. Geleceğe ait plan ve proje üretilmesinin zamanla ilişkisini anlatıyor. Zamanın kısalığından yakınanları gaflet ve delalet içinde değerlendiriyor. Zamanı kullanan büyük adamları örnek verir: “Mevlana’lar, zamanın coşturucu soluklarıyla kendilerinden geçmiş ve bir velvele olarak cihanın her yanını sarmış; Newton’lar, bir elmanın yere düşmesi gibi en küçük hadiseleri dahi değerlendirerek, kâinat kitabının sinesindeki ‘Çekim Kanunu’nu keşfetmiş ve zamanın her şeye yeteceğini ispatlayıp ortaya koymuşlardı. Zamanla bütünleşmiş bu üstün kametler, geçmişin mirasını en iyi şekilde değerlendirmiş, yaşadıkları devri tekrar tekrar hallaç etmiş…”10
Fethullah Gülen Hocaefendi en çok “altın nesil” konusunda eleştiriye uğramıştır. Cemaatin kendi kadrolarını yetiştirerek iktidara geleceği varsayılmıştır. Buradaki bireye saygı ve toplumsallaşma göz ardı edilmiştir. Siyasete bulaşacağı her an beklenmiş, siyasi liderlerle görüşmesi olay olmuş ve çeşitli yorumlara yol açmıştır. Her şeyin politize olduğu bir Türkiye’de siyasete uzak kalmayı bir yasak halinde kurallaştıran Hocaefendi’nin elbette yaşadığı siyasi ortama ilişkin düşünceleri vardır. Bunu çok açık olarak ifade eder: “Ah, o bin bir sefalet içinde perişan olup giden zavallı yığınlar! Olan hep onlara oldu. Hodkâm ve bencil bir kısım rehberlerin, hem de kör ve sağır olan bu rehberlerin, her gün ayrı bir vadide onlara seyir ve tenezzüh vaat etmeleri; her gün ayrı bir yalancı ışıkla onları aldatmaları, bütün bütün o zavallıların zillet ve perişaniyetlerine sebebiyet verdi. Evet, bu tuhaf rehberler onları, bir gün Batı pınarlarının başında, bir başka gün Amerika yakasında, diğer bir gün İran-Turan çayırlarında sürükleyip durdular. Yığınlar olup bitenden bir şey anlamıyor; tufeyli, kapı kapı düşünce dilenciliğinden usanmıyor, durmadan mihraptan mihraba koşuyor, durmadan kıble değiştiriyor.” Burada siyasi liderlerin eleştirisi kadar sivil toplumun da eleştirilmesi dikkat çekici bence. Bu nedenle yeni insanı tarif eder: “Yeni insan, düşünen, araştıran, inanan, ruhaniyata açık ve ruhani zevklerle dopdolu bir insandır. O kendi dünyasını kurma yolunda, azami ölçüde çağının imkânlarından yararlanmanın yanında, kendi milli ve manevi değerlerine de sahip çıkarak çok farklı bir performans ortaya koyacaktır.”11
Yeni insan çok yönlüdür, her meseleyle içli dışlıdır. Doymak bilmeyen bir ilim aşkıyla yanar. Evrensel bakar ve sevgi doludur. Yeni insan şablonculuğun karşısında “inşa ruhuna sahip” olandır. Ve hep yaşadığı devrin önünde yürür. Tam bir denge insanıdır. “Yeni insan bir fatih ve kâşiftir”. Özellikle bu yeni dünyaları keşfe teşvik eden tarif, Türkler için yeni bir açılım getirmekte. Türkler çağlar boyu hep yer değiştirerek Batı’ya gelmiş ve şu anda da dünyanın her köşesinde bulunmakta olan maceracılardır. Çünkü bunu sadece ‘ekmek’ bulmaya bağlamak yeterli gelmiyor bana. Afrika’da, Alaska’da ve Arjantin’de yerleşmiş oldukları gibi daha bir çok yerde onlarla karşılaşabilirsiniz. Bu keşfetme duygusu insanımızda teşvik görürse ufkunu genişleten bir deneyim yakalayacaktır. Belki bu nedenle Hocaefendi “Dünya bir kere daha yenilenme sath-ı mailine* girdi. Her yerde yenilik düşleniyor, yenilik tasarlanıyor, yenilik konuşuluyor ve büyülü bir yenilik adına destanlar kesiliyor.”12 diyor. Yenilenmenin zihinsel alandaki çarpıcı sonuçlarını verdiği gibi bizde aydınların yıllarca öncesinin fikirleriyle idare ettiğinin altını çiziyor: “Yıllardan beri ilim yuvaları üzerindeki hâkimiyetlerini devam ettiren bizim sair fi’l-menam, ‘uyur-gezer’ entellerimiz, yarım asır önceki bayat şeyleri sayıklaya dursunlar, dünya köklü değişmelerin ağında ve yepyeni yapılanmalara gebe.” diyor daha geçen yıl. Bergson, Boutroux, Hamlin ve birçok bilim adamının ilim ve tekniğin her şeyi halledemeyeceğini tartışırken, Batı’yı ve modern çağın tabularını sorgularken bizde herkesin uyumasının altını birçok kez çiziyor. Medrese ve dergâhın birbirinden koparılmasının ruhumuzu zedelediğini düşünüyor. “Ayrı düştükleri devirlerde biri gidip bağnazlık ve taassup gayyalarına yuvarlanmış, diğeri de mistisizmin felç edici ağına düşmüştür”.13 diyerek eleştirisini net ortaya koyar.
Fethullah Gülen Hocaefendi, hep geleceğin büyük Türkiye’sinin nasıl kurulacağını, geleceğin dünyasında nelerin gerekli olduğunu, nelerin atılıp nelerin saklanması gerektiğini düşünüyor. Bu yeni dünya hangi esaslar üzerinde kurulmalıdır? sorusuna cevabı iyice araştırılmadan acele karar verilmemelidir ona göre. Çünkü, “Aslında, insan bir bekleyişin çocuğudur.”
“Gözlerimi yummuş Türkiye’yi düşlüyorum” derken uzun bir bekleyişle dolu yaşamını hatırlatıyor belki de.
“Milletçe ne olmamız gerektiğine bir türlü karar verememiş bulunmamızı ve bir iki asırdır sürekli sağa sola yalpalanıp durduğumuzu düşündükçe de korkuyla titriyor, endişelerle sarsılıyoruz.”14
Batı’ya bakışını özetleyen görüşü: “ Batılı ortaçağ, tek buutlu bir yola girdi ve her şeyi teolojik görüş üstüne inşa etti ve bununla dünya ve varlık ötesi muammaları çözebileceği vehmine kapıldı. Heyhat, asırlar ve asırlar boyu tek kürekli bir sandalla sonsuza yelken açar gibi hep bir karanlık etrafında dolaşıp durdu ve bir çuvaldız boyu yol alamadı. Daha sonraki çağlar ise bir zaruret varmışçasına, bunun tam aksini yaptı: Her şeyi maddeci ve tabiatçı görüş üstüne bina etti. Yani sol yandan kürekli bir sandal ile varlığın keşfine koyuldu… Yollar vefa etmedi mesafelere takıldı ve kendi çevresinde daire çize çize başı döndü, bakışı bulandı, derken sendeledi ve devrildi. Arkamızda bıraktığımız asrın sonlarına doğru pozitif bilimler o kadar şımardı, o kadar küstahlaştı ki, onun bu hezeyan ve laubalilikleri karşısında, modern bilimin dili ve tercümanı sayılan Ruben Alves, Paul Feyerabend, Rene Guenon’lar onun zimamını* çekme ve onu tokatlama lüzumunu duydular. Keşke, onlar kadar olsun dengeli, rasyonel ve akl-ı selime itibar ediyor olabilseydik!”15
O Batı’yı eleştirirken yapıcı öğeleri asla göz ardı etmez. Batı’dan bize Batı’yı Batı yapan değerlerin ulaşmadığını söyler biz geçmişimizi çöpe atarken. “Batılı kendi hesabına oldukça kadirşinas ve bugünkü medeniyet ve kültürünün kaynağına karşı da bizi utandıracak kadar saygılı görünmektedir.”16
Türkiye ne yapmalı sorusuna ise tarihi dinamikler kadar toplumsal dinamikleri de dikkate alarak kendimize yol açmamız gerektiğini vurguluyor: “Milletçe kendi durumumuzu aydınlığa kavuşturmadan, dünya devletleri arasındaki yerimizi belirlemeden, kendi düşünce sistemimizi kurmadan, kendi hayat nizamımızı hayata taşımadan ve kendi üslubumuzu bulmadan oturup olacak şeylerin kendi kendine olmasını beklemek bir kuru hülya olsa gerek. Fikir hayatımızın sistemleştirilmesi henüz emekleme safhasında, dini düşünce formüller ağında… İslam’ı da Batı’yı da yanlış anlayışımızdan kaynaklanan çarpıklık, sürekli bizi belirsizliklerin gel-git’ine itiyor. Dine, ilme, akla, medeniyete, varlığa, eşyaya, ruha, tabiata ve insana verdiğimiz manâlardan hiçbiri ne İslamiyet’e ne de Batı felsefesine uyar gibi değil.
…ve sahibini gülünç duruma düşüren bir iki taklidin dışında batı kaynaklı hiçbir ciddi düşünce sanatımıza, edebiyatımıza yansımadı. Yansıyanlarda modası geçmiş şeylerdi.” 1970’li yılların metodolojisiyle düşünmeyi marifet sananlara ağır bir yüklenme var burada. Türkiye’nin önünün açılması zihni donukluğun aşılmasıyla mümkün, zihnen merak etmeyi öğrenerek. Karşımızdaki kimdir sorusuna yanıtı kendimiz vererek değil, onun kim olduğunu kendi ağzından dinleyip tespit ederek etrafımızı fark edebiliriz. Biraz merak etmeli…
Özgün kimliği, bakışı ve senteziyle yeni bir soluk olan aydın ruhu değişimin kapısını ısrarla çalıyor. Merak etmiyor musunuz?
Değişen dünyalarla bağlantılı olarak değişim sancısı çeken Türkiye, yapacağı dönüşümlerle dünyada bir yer edinebilir ancak.
“Yıkmadan önce, yıkılacak şeylerin yerinde nelerin yapılmak istendiği kararlaştırılmalı; sonra varsa, o eski, köhne, geçersiz şeyler yıkılmalıdır. Her zaman ‘yıkmak yapmak içindir’ felsefesiyle hareket edilmeli, yıkılacak şeye kazma çalmadan evvel, yapılacak ne ise, mutlaka onun maketi dikilmelidir. Yapılacak her işte, karar ve aksiyon, ilim, irfan ve tedbirle beslenmeli; azim ve gayret de, araştırma ve vukufla desteklenmelidir ki, yapmaları yıkmalar takip etmesin.”17
Fethullah Gülen Hocaefendi üzerinde konuşulması, tartışılması gereken çok büyük bir derya sunuyor. Merak edersek ne olduğunu öğreniriz.
Nevval SEVİNDİ
1 Kindi, Felsefi Risaleler, İz Yay.
* Üsture: Efsane. Y.N.
2 Çağ ve Nesil 1, T.Ö.V Yay.
3 A.g.e
4 A.g.e
5 A.g.e
6 A.g.e
* Nadan: Cahil. Y.N.
** Subh-u kıyamet: Kıyamet sabahı. Y.N.
7 A.g.e
8 Çağ ve Nesil 2
9 A.g.e
10 A.g.e
11 Çağ ve Nesil 4
* Sath-ı mail: Eğilim. Y.N.
12 Çağ ve Nesil 5
13 A.g.e
14 A.g.e
* Zimam: Yular. Y.N.
15 A.g.e
16 A.g.e
17 Çağ ve Nesil 6
-
Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti
Bölüm 1
ASYA TÜRKİYE’Yİ BEKLİYOR
“Asya insanının beyninin guddelerinde, şuuraltı olarak milletimize karşı bir güven, itimat var…. Milletin ruhundaki cevhere bir kere daha inandım, Asya steplerinden kalkıp at sırtında Tuna Nehri’ni defalarca geçen bir millet olduğumuzu bir kere daha gördüm.”
“Gelecekte Asya belki başkalarına cazibe merkezi olacak. Hususi kültür ve eğitim adına yatırımların boşa çıkmayacağını düşünerek sevdiklerimizle başladık.”
“Başörtüsü de üzerinde durulacak usul, yani imanın ve İslam’ın esaslarından, şartlarından değildir. Bunlardan dolayı, insanın dinin dışında tutulması, dinin ruhuna aykırıdır.”
Derviş Geleneğiyle 21. Yüzyıl Ütopyası
Kalbinin iki damarı tıkalı olduğu için Amerika’da Cleveland Kliniği’nde anjiyo olan Fethullah Gülen Hocaefendi, New Jersey’de kalıyor yaklaşık bir aydır.
Kendisiyle kimse görüştürülmüyor ve Türkiye’den sadece internet aracılığıyla alınan haber özetleri veriliyor. Şeker, tansiyon ve kolesterolü yüksek olduğu için kendisine özen gösteriliyor. Uzun süredir yaptığım ve Türkiye’de gerçekleşemeyen görüşme talebimi nihayet kabul ettiğini söyleyince hemen New York’a uçtum. “Kendimi zihnen buna hazırlamıştım” dediği için heyecanlanmış ve hemen gitmek istemiştim. Kendisiyle iki gün sohbet edip birlikte zaman geçirdim. Her konudan birer damla sohbette bulunmamızın nedeni, bir kesiti çeşitliliği içinde verme isteğidir.
Türkiye genelde, olguları kendi görmek istediği boyut ve çapta değerlendiren bir ülke. Ben bunun dışında bir perspektif içinde Fethullah Gülen’i anlatmak, Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullar çerçevesinde analizinin yapılmasını sağlamak isteğini duydum.
Kendisiyle New Jersey’de bir apartmanın 22. katında karşı karşıya geliyoruz. Amerika’da okuyan öğrencilerin kaldığı bu daire, karşısına New York’u almış Hudson Nehri’ne bakıyor. Bizi çevreleyen New York manzarası bir ufuk çiziyor. Köprüleri güneş ışığında parlayan, camları alev alev yanan, yeşille şenlendirilmiş kıyı boyunca sıcağın verdiği rehavet çökmüş durumda. Birlikte kahvaltı ederken doktoru Kudret Bey, öğrenciler, dostları bizimle birlikte sohbet ediyor.
Sıcak siyasi konularda yorum almamak için doktoruyla anlaşıyorum, buna mümkün olduğunca riayet ediyorum.
Onda derviş geleneğinin uzantısı olan çilekeşlik, iç dünya ve sevgi ile yaşamı anlamlandırma temel olmakla beraber, büyük bir direncin kökleri de kendini hissettiriyor. İdealle beslenmiş bu direnç, ülkesinin kabına sığmayan ruhunu taşıyor.
Bir politikacı gibi hedefler koyuyor, plan ve projeler öneriyor. Kendine güvenen yeni bir nesil yetiştirilmesi gerektiğine inanıyor. Sık kullandığı “altın nesil” kavramı yeni insan tasarımının bir parçası. Kaybolmuş değerlerin kazanılacağı erdemlerle örülü bir yeni yapılanma için yazıyor, konuşuyor. Bireye inanıyor ve insanın kendi içinde derinleşmeden, hesaplaşmadan kafa ve kalp bütünlüğünü sağlayamayacağını düşünüyor. “Gazali’nin aydın semasında Pascal unutulmasın, Mevlana ile semaha kalkarken Pastör’ü laboratuvarda selamlama eksik bırakılmasın” diyerek, Türkiye’nin iki cihanda aziz olan bir kültür sentezine gebeliğine işaret ediyor.
Nevval SEVİNDİ
-
Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti
Astronomiye olan tutkusunu bildiğim için Mars’taki gelişmelerden başlıyorum sohbete. Yıldızlara, gökyüzünün derinliğine hayran Fethullah Gülen, yıldızlar haritasını evrenin asude dinginliği olarak seviyor.
F.G.— Uzay çalışmaları konusunda dünyanın gerisindeyiz. Asırlarca geride kalmışız; bu mesafenin aşılması epeyce zor. Teknolojinin, bilginin transfer edilmesi, Türkiye’nin en önemli meseleleri arasında yer alıyor. Gündelik işlerle meşgul olmaktan, devlet olarak plan ve projeleri bile değerlendiremiyoruz.
N.S.— Para mı sorun?
F.G.— Parayı milletimiz çözebilir sanıyorum. Kendilerine öncelik tanınmaması gereken küçük meseleler, günlük siyaset milletin geleceğinin önüne geçiyor hep. Yoklukta varlık bulmuş ve Kurtuluş Savaşı’nı gerçekleştirmiş olan milletimizin, bugün de bunları yapabileceğine inanıyorum. Pratikte de bugün biraz kurcalayınca, bunun böyle olduğunu görüyoruz. Mesela, Asya’daki eğitim faaliyetleri bunun bir örneğidir. Bunu, bazıları “değirmenin suyu nereden” diyerek Amerika’ya İngiltere’ye dayandırmak istiyor, ama Allah da biliyor, Peygamber de biliyor, maşeri vicdan da (kamuoyu) biliyor ki, bu İstiklal Mücadelesi’ni gerçekleştiren ruhun işidir. O gün millet nasıl coştuysa, bugün de varını yoğunu buna yatırarak, bunu gerçekleştireceğine inanıyorum. Elverir ki, millete planlar sunulsun, ümit vaat edilsin, yapılan şeylerle bir neticeye varılacağına inandırılsın, o zaman millet her şeyi yapar.
N.S.— Orta Asya’da okullarınızı gördüm. Üstelik ben ‘Deve Kervanıyla İpek Yolu’ projesi kapsamında gitmişken tesadüfen gördüm. O insanlara bu şevki, coşkuyu nasıl aşılıyorsunuz? Bu insanlar bir hedef konduğu için mi koşabiliyorlar, yoksa başka bir his mi var işin içinde?
F.G.— Değişik faktörler var. İnsanımız çok yürekli, yalnız bunu ortaya koyabilmesi için inanması gerekli. Bizim gibi arı vızıltısıyla bile bir şeyler fısıldayan olsa, maşeri vicdan (kamuoyu) hemen harekete geçebiliyor. Demek, o kadar bile olsa bu milletin hamiyet* hislerine, civanmertliğine müracaat edilmemiş. Ben bu işin organizatörü olduğumu söyleyemem; sadece bu işin yararlı olduğuna inandım. Gerçekleşebileceğine ve sonra da kalabileceğine inandım. Asya insanının beyninin guddelerinde, şuuraltı olarak milletimize karşı bir güven, itimat var. Ana millet, baba millet olarak gören bir şey var sanki. Gezdiğim her yerde, benim işim olmadığı halde, hep aynı teşvikte bulundum. İnsanlar bu sese cevap verdiler. Gerçekten inandılar. Ben de bu işe doğrusu hayret ettim. Bu kadar az bir gayretle onların bir küheylan gibi şahlanmaları beni de hayretten hayrete sevk etti. Milletin ruhundaki cevhere bir kere daha inandım, Asya steplerinden kalkıp at sırtında Tuna Nehri’ni defalarca geçen bir millet olduğumuzu bir kere daha gördüm. Onun ruhundaki bu güç öyle bir kaynak ki, bu cevheri bilmeyenler yapılan şeylere başka kaynaklar aramaya başladı. Oysa ki bu, milletin kendi içini ortaya koyması demekti ve o, irade gücünü ortaya koydu. Başka bir mülahazamı** arz etmek isterim. 1980’lerin sonunda, bir kısım sarsıntıları fark edince ‘Oradaki insanlara sahip çıkalım. Çarlık Rusyası’nın, komünizmin altında inlediler şimdi de başka istismarlara açık olacaklar. Bu kardeşlerimizin yardımına gidelim’ mülahazası ile gidersek, kendilerine çok şey vereceğimizi düşündük.
-
Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti
Türkiye Oturmuş Bir Devlet
Türkiye oturmuş bir devlet, demokrasi yerleşmiş, en azından yerleşme yolunda. Günümüzde kendilerini bizden daha iyi Müslüman gören, ve bize tepeden bakan insanlarla, ülkelerle en azından şimdilik mümkün görülmeyen birlik hayalleri kurmak yerine, bizi kabullenecek, yıllarca, hatta asırlarca horlanıp ezilmiş, çok yönden bize daha yakın insanlara yönelmeyi yararlı bulduk. Gelecekte belki başkalarına ‘cazibe merkezi’ haline gelecek yerler olmaları dolayısıyla, hususi kültür ve eğitim adına yatırımların boşa çıkmayacağını düşünerek sevdiklerimizle bu işe başladık.
N.S.— Bunlar, politikacıların yapması gereken ve yapmadıkları şeyler. Onlar insanları heyecanlandıramıyor, onlara bir şevk veremiyor. Tersine umutsuzluk veriyorlar. Böyle politik hedefler ve yapılanların yanı sıra çok kırılgan bir iç dünyanız var. Büyük hayallerin beslendiği bir yaratıcılığı da taşıyorsunuz; bunların ikisini bir arada taşımak zor olmuyor mu?
F.G.— ‘Meşakkat mükafata esastır’ derler, yani her şeyin avantajları kadar riski de var. Bunlara katlanmak lazım. Milletin ruhundaki cevherin çıkarılması meselesinde politikacılar, hamasi destan mahiyetinde çok şeyler söylüyorlar, ama onu keşfetmeye, harekete geçirmeye matuf* ciddi, inandırıcı bir tavırları olmuyor. Öyle tutarsız şeyler oluyor ki, en büyük kredileri sayılan güveni kaybediyorlar. Politikanın dışında olmanın bir yönüyle bir yararı olabilir; bir önemli mevzuu seçersiniz, bir idealiniz vardır, onu belirlersiniz. Zaten çok zor, çetin bir olay. Bir de her şey bir kaderdenk noktasında cereyan eder. Yani dersiniz ki, burada bir ölüm de söz konusu olabilir, ancak kalım olursa, o zaman da kazanırım. Yani bu millet uyanırsa, yine kazancımız büyük olur diye düşünüyoruz. Kaderdenk noktası, yani sebepler planında insan iradesiyle alakalı bütün psikolojik, sosyal, ekonomik ve siyasi konjonktürle, kader planında İrade-i İlahi’nin çakışması, bazılarının sürpriz dediği sizin hayal ettiğiniz gerçekleri çıkarıyor. Politikacı bu mülahazalara eğilemiyor. O günü kurtarmayı düşünüyor. Bu milletin tarihini ve geleceğini gerektiği ölçüde düşünmüyor.
N.S.— Yani ideal gerekiyor…
F.G.— “Günlük meselelerle çok meşgul olursa insan, başka meselelere karşı gabileşir, yani anlayışı kıtlaşır” diyor bir düşünür. Birkaç yıl öncesine kadar Türkiye’nin bir Asya meselesi yoktu. Bazı şeylerin planı yapılıyordu ama bunu Atatürk çok önceleri söylemişti. Yani ABD Başkanı McArthur’la Türkiye’de görüşürken 1935’lerde söylemişti. Demek ki, bizim politikacılarımız o noktaya bugün vardılarsa 63 sene geriden geliyorlar demektir. Ne olursa olsun son sözü söylemek lazım, o kaderdenk noktası geldiğinde. Ben dedim ki, Asya’ya açılırsak ne kaybederiz? Azerbaycan’ı Ruslar işgal ettiğinde arkadaşlarımız orada idiler, ben de onlara “Kalın” dedim, “Ezilseniz bile kalın!”. Onların mağdur olduğu bir dönemde orada olmamız, onlara yardım elini uzatmamız bir kredidir. Devletimiz gerçi bir yönüyle bunu düşünüyor, bir diğer yönüyle de devlet olarak hareket ederse başka devletleri karşısında bulur. Oysa bizimki sivil bir girişimdir, yani bağışlayın ne deve ne kuş. Bize derler, “Devlet adına mı hareket ediyorsunuz?” Biz de, “Nasıl telakki ederseniz”. “Kendi kendinize mi hareket ediyorsunuz?” yine, “Nasıl telakki ederseniz”.
Biz Devletin Ayrılmaz Bir Parçasıyız
Ama biz devletin ayrılmaz bir parçasıyız, yaptığımız her şey devletimiz adınadır. O açıdan, bazen böyle bir belirsizlik de bizim için güç kaynağı oluyor. Bu da çok önemli bir dinamik sayılabilir. Orada yapacağımız her şeyde KGB ile, Rus sertliği ilbir [SU1] güç kazandık.
N.S.— Orta Asya, kültürümüzün ana ırmağının aktığı yer. Yesevi döneminde İslam anlayışında kadın erkek bir arada ibadet eden Türklerin, 13. yüzyıla kadar Kur’an’ı da Türkçe okuduğunu hatırlarsak bugün neden kadını erkeği ayırıyorlar, haremlik-selamlık yapmaya çalışıyorlar? Dinde ve tasavvufta kadın erkek bir değil mi?
F.G.— Ahmet Yesevi bir insan, meseleyi kendince geniş bir perspektif içinde yorumlamış olabilir. Meclislerinde zikir esnasında kadınla erkeğin birlikte olduğu tarih kitaplarında geçiyor. Allah Resulü dönemine bakılacak olursa, mescitte erkekler ve kadınlar birlikte namaz kılıyorlar. O zaman, şimdi bizim camilerimizde olduğu gibi mahfil* veya maksure şeklinde bölmeler de yok. Muteber hadis kitaplarında geçtiğine göre, Medine’de Müslümanlar genellikle fakirdi. Ayrıca iç elbiseleri yoktu. Secdeye vardıklarında hoş olmayan manzaralar göze çarpabiliyordu. Bunu önlemek için Efendimiz (SAV), kadınlara, hemen erkeklerin arkasında namaz kıldıkları için, “Erkekler secdeden başlarını kaldırmadan siz kaldırmayın” buyurmuşlardır. Bir konsantrasyon yeri olan mescitte, açık saçık manzaralara meydan vermemek için böyle buyurmuştur. Bazı meseleler gibi, zamanla bu meselede de değişik anlama ve yorumlar olmuş. Kadınlar, mesela Türkiye’de teravih namazları dışında –ki farz değil sünnettir– camiye gelmez veya alınmaz olmuş. Bunun yanısıra camilerimizdeki mahfil ve maksureler de sorgulanabilir. Yesevi hazretlerinin, Anadolu’ya gönderdiği dervişler asıl manânın, derinliğin ve ruhun temsilcisi olmuşlar. Osmanlı’nın kuruluşunda bu ruh çok önemlidir, Mevlana, Hacı Bektaş Veli gibi pirler hep bu ruhun uzantılarıdır. Anadolu bu ruh, bu manâ ile şekillenmiştir.
Antikçağda kadınlar hâkim olduğundan tanrıçalar vardı, sonra erkek egemenliğinde tanrılar çıktı. Erkek erkeğe bir sistem kuruldu. Maalesef denge kurulamadı. Karşı taraf hakkını alacağına –ki, hak almayı, adaleti ve dengeyi tesis etme manâsında kullanıyorum– tepki doğdu. Esasen, kadın–erkek arasında mutlak manâda üstünlük değil, işbölümü söz konusudur. Dinimize göre, kadın çocuğunu bile emzirmek zorunda değildir. Yesevi’ler, Mevlana’lar, Yunus’lar bu meseleyi çok güzel yorumlamışlardır. Ebu Hanife de güzel yorumlamıştır, ona göre kadın hâkimlik de yapabilir. Ayrılıkları, bir etki tepki kısır döngüsünde biz icat etmişiz.
Şekilcilik İslam’ın Ufkunu Daraltır
N.S.— Kadın tecrit edilerek örtünmesi isteniyor. Kezban Hatemi, Kur’an’da baş örtme yoktur diyor. Örtünme var mı, yok mu? Bu konudaki dayatma nedir?
F.G.— Kezban Hanım’ı ben de dinledim. Kur’an’da örtünmeden bahsedilir, ama nasıl örtünüleceği, şekli açıklanmaz. İran’daki gibi çarşaf mı giyilecek, peçe mi takılacak, bunlar net değildir. Şekil üzerinde durmak, İslam’ın geniş ufkunu daraltmak olur, zevksizlik olur. Hatta İslam dinini bir kostüm dini haline getirmek olur ki, bunlar yanlıştır. Başörtüsü de aynı şekilde üzerinde durulacak usul, yani imanın ve İslam’ın esaslarından, şartlarından değildir. Bunlardan dolayı, insanın adeta dinin dışında tutulması dinin ruhuna aykırıdır. Bu konuda dayatmalar, ısrarlar ifrattır ve zorlamadır. Hatta nefret ettirmedir. Gönülde sevgi önemlidir, sevdirme önemlidir. İşin kaynağıyla irtibat önemlidir. Herkes hoşgörü ister, ben de kendi telakkilerim, kabullerim içinde hoşgörü isterim. Benim de buna ihtiyacım vardır. Ancak böyle olursa, toplumun değişik parçaları bir araya gelebilir. Aynı ölçüde ben de herkesi bağrıma basmalı ve kabullenmeliyim. O kadar çok müşterek yanımız var ki, teferruatta bölünüp parçalanmamalı. Caminin içinde birbirimize düşeceksek, şekilden önce ruh veya muhtevayı öne alıp avluda barışacaksak, orada barışı sağlamalıyız.
-
Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti
BÖLÜM 2
YOBAZLIK DAYATMACIDIR
“Molla Kasım’lar her zaman bu yobaz tipin temsilcileri olmuşlardır.”
“Bazı yerleşmiş adetler, davranışlar uzun zamanda ancak kaldırılabilir.”
“Hiçbir şeye karşı cihat ilan edilmese de, ama mümkünse hoşgörü için cihat ilan edilmeli”.
“Günümüzün yeni bir insan tipine ihtiyacı var.
Dünü aşkın olması gerektiği gibi, bugünü de aşkın bir insan tipi.”
Sade Bir Dünyada Ruh Zenginliği
Fethullah Gülen, Cumhuriyet Dönemi’nin ilginç bir kişiliği. Her yönüyle onu tanımaya çalışmak biraz da ülkemizin insanını tanımak demek. Onun sentezi; tarihiyle, çevresiyle, bugünüyle ve geleceğiyle barışık olmak.
Erzurumlu eski bir aileden olan Fethullah Gülen, soyağacı olarak bir yandan Selahattin Eyyübi’ye, diğer yandan Hz. Ali’ye dayanıyor.
Namaz için ara verince sohbetimize, odasında istirahat ediyorum yarım saat. Çok sade döşenmiş odada siyah mobilyalar, bir yatak, televizyon ve dünya haritası var. Yerdeki Çin halısı üstünde açık seccadesi çok sade bir malzemeden üretilmiş, Türk malı. Kıbleye çevrili duruyor. Hemen önündeki sehpada Kur’an-ı Kerim ve üstünde gözlükleri. İlaçları aynanın önünde epey bir yer kaplıyor, ensülin iğneleri özellikle göze çarpıyor. İsmet İnönü’nün en büyük hizmetinin Batı ve Doğu klasikleri tercümelerini yapmış olmasını söylediğini anımsıyorum, masanın üstünde Azerbaycan asıllı, 12. yüzyıl İran edebiyatının en büyük mesnevi şairi Nizami Genceli’nin Mahzen-i Esrar kitabını görünce. Yanında Peyami Safa’nın 20. Asır Avrupa ve Biz duruyor.
“Kendini yenileme devamlı var olabilmenin ilk şartıdır” diyen Fethullah Hocaefendi, eşyanın ve zamanın dilini insanına tercüme ediyor. Onun için zaman bir boşluk değil.
Nevval SEVİNDİ
N.S.— Huntington’ın Medeniyetler Çatışması kitabında ortaya sürdüğü teze ne diyorsunuz?
F.G.— Kültürler arası çatışma olacağına inanmıyorum ben. Hatta böyle bir şeyi birileri planlıyorsa ve şimdilerde bir kısım hülyalarına dayanarak bu mevzuda bir kısım iddialarda bulunuyorlarsa, bence, madem böyle bir dalga kabardı geliyor, onun telatümünü* –Yahya Kemal’e ait bu tabir– yaşamadan evvel daha büyük bir dalgakıran koyalım bunun önüne, parçalayalım o dalgayı.
N.S.— Onun Türkiye için yorumu da; siz Avrupa’yı boş verin Doğu’da İslam dünyasının lideri olun zaten siz Avrupalı değilsiniz.
F.G.— Fakir, onu da kabul edemeyeceğim. Bizim Avrupalı da bir yanımız var, İslam dünyası ile de var. İslam dünyasına lider olmamız isteniyorsa, Avrupa ile entegrasyonumuz bunu daha da kolaylaştıracaktır. Sizin dediğiniz şekilde söyleyenler, bunu bilerek söylüyorlarsa, bu bir yanlıştır. Belli bir gaye için söylüyorlarsa, gayelerine alet olunmamalı. Bu kuru bir gündem meselesi, bir parti meselesi değil.
N.S.— İran’da İslam adına bir devlet kuruldu. Bireysel özgürlükler ve sevgi yok edildi. İnsanlar tepkilerini oylarıyla anlatmaya çalıştılar. Acaba İslam bireysel özgürlükler açısından nasıl değerlendirilebilir? İslam’la demokrasi bağdaşmaz mı?
F.G.—Bazıları tepkici davranıyor, ama günümüzde modern yorumcular İslam’ı özüyle iktisadi, siyasi ve kültürel yanlarıyla tahlil edince görülüyor ki, İslam’ın bu yönlerinin değişik doktrinlerin her biriyle kesiştiği noktalar, iç içe girdi- ği halkalar var. Hatta İslam’ı bazı açılardan sosyalizmle, sosyal demokrasiyle bile irtibatlandıran insanlar oldu. İslam sosyalizmi diye kitaplar da yazıldı. Peyami Sefa da 160 çeşit sosyalizmden bahseder, biri de İslam sosyalizmi der. Hatta bazıları umumun çıkarlarını gözetmesi nedeniyle İslam’ı komünizmle bile barıştırdı. Bunların ayrı ayrı münakaşası yapılabilir. Bir kesit alıp İslam’ı onunla ilişkilendirerek, sadece bu oymuş demek ifrattır, aşırıya gitmektir. Bediüzzaman’ın burada enfes bir yorumu vardır: “Arkadaşlarım bana çorba getirirlerdi. Tanelerini karıncalara verirdim. Bana bunun hikmetini sorduklarında bu karınca ve arı milleti cumhuriyetçidirler. Ben de bundan dolayı seviyorum onları. Ama şeklî cumhuriyetçi değil. Cumhuriyet deyip elli türlü insan hak ve özgürlüklerini baskı altında tutan cumhuriyetçi değilim.” cevabını verir. Cumhuriyet, geniş katılımlı ve herkesin memnun olacağı bir sistemdir. Modern yorumcular, “İslamiyet, idari noktada bir cumhuriyettir dememek için hiçbir sebep yok.” diyorlar. Kur’an ve Sünnet’in yoruma açık yanlarıyla alakalı zamanın yorumları en isabetli yorumlardır. İslam’ı idari noktada demokrasiye ters görmek mümkün değildir.
Osmanlı Sekülerizmi
Osmanlı döneminde dünya kadar kanunlar çıkarılmış. Bunlar dünyevi maslahatları hedef aldığından, meseleye sekülerist bir zaviyeden yaklaşılmıştır denebilir. Kimsenin dinine, ibadetine karışılmaması açısından bakılırsa bir laisizm de söz konusudur.
Anayasanın ilk maddesine bakın, kimsenin dinine karışılmaz. Kur’an da “Sizin dininiz size, benim dinim bana.” der. Dinin temel ruhu da herkesi böyle kucaklamasıdır. Osmanlılar’ın kusurları olabilir ama, o kadar çok geniş sahada o kadar çok çeşitli milletlerden dinden ve kültürden on milyonlarca insanı idare edebilmeleri de işte bu derin hoşgörüdendir. İslam demokrasiyle taban tabana zıttır demek haksızlık olur, aynen demokrasidir, sosyalizmdir kapitalizmdir demek de bir başka aşırılık olur. Aklın hikmet-i vücudu, yani yaradılış sebebi vardır. Her şeyi kendi çerçevesiyle kavramalıdır.
N.S.— Sizin söyledikleriniz bir sentez içeriyor. Yunus’un sözünü ettiği Molla Kasım’lar ne olacak?
F.G.— Buraya geldikten sonra, Türkiye’deki hadiselere bakarak bir deneme mahiyetinde ‘Yobaz’* adlı bir şiir yazmak istedim. Okuyamayacağım, çünkü henüz düzeltemedim. Belli bir dönemden sonra, bizde bazı yobazlıkların yaşandığı söylenebilir. Din adına yobazlık yapanlar olduğu gibi, dine karşı yobazlık yapanlar da olmuştur. Bunların en mümeyyiz* vasıfları dayatmadır. Molla Kasım’lar her zaman bu yobaz tipin temsilcileri olmuşlardır.
N.S.— Yaşamınızda çok çile çektiniz, başınızdan çok şey geçti. İçinizdeki coşkuyu boğmaya, sizi ezmeye dönük olaylardan nasıl çıktınız bugüne?
F.G.— Hep yararlı olmaya çalıştım. Benden önce de bu işin çilesini katmerli çekenler oldu. İçinizde bir ideal olunca bunlar yapılabiliyor. Çocukluğumdan bu yana Yesevi’lerin mirasçısı tekkelerin ışığı, havası ruhuma sinmişti. Böyle büyük bir tarihten gelen bir milletin küçüklüğünü hiçbir zaman hazmedemedim. Hep hayalimde, ütopya sayılabilecek hislerle yaşadım. Bazen çaresizlikle onları gözyaşlarımla seslendirdim. Bence gözyaşı da kelimesiz, sessiz şiirdir. Buna rağmen ense kökümüzde boza pişirenler de oldu. Vatan haini gibi takip edildiğimiz de oldu. Gönül koymadım diyemem ama unuttum onları. Şu anda kimseye düşmanlık duymuyorum. O zaman bile hislerimle değil, mantığımla meseleye yaklaştığımda bu işi bana yapanlara hakkımı helal ettim. Bu altın kuşakta bir gün benim ülkem sikkeyi kesen, tuğrayı basan olursa, bu uğurda her şeye katlanılır dedim.
Özal’ın Demokratik Centilmenliği
N.S.— Bütün sözlerinizde, yazılarınızda derin ve güçlü bir vatan sevgisi var. Pek bilinmeyen bir olay da sizin 1986’da, Suriye’den Türkiye’ye kaçak girişinizdir. Mayınların arasından geçerek gelecek kadar mı seviyordunuz Türkiye’yi?
F.G.— Hemen her hadisin, yani Efendimiz’in mübarek sözlerinin ezberlenmesinin altında, hemen her birinin orijinal ve şok edici hadiseler sebebiyle söylenmiş olması yatar. 1986’da, aranıyorum diye yakalanmıştım. Özal’ın demokratik centilmenliğiyle salıverildim. Ve o sene hacca gitmeye karar verdim. Altı yıl çok sıkıntı çekmiştim, dolayısıyla buna ister bir deşarj olma, ister konsantrasyon deyin. Cidde’ye vardığımda havaalanında derdest edileceksin diye Türkiye’den haber verdiler. Ben de yolumu değiştirdim, Halep’ten geçeyim dedim. Annemin amcası da bir dönem kadıymış orada. On bir gün kaldım. Ayakkabısız, sürünerek ve dikenlere basarak geçerken bir kere daha anladım ki, ben bu ülkeyi çok seviyorum. En sevdiğim Efendimiz’in beldesi bile beni oralarda tutamadı. Kurşun menzilinden geçiyoruz iki taraftan. Üç dört kilometrelik yeri yedi sekiz saatte geçtik. Geçince, bir kayayı göstererek, şu kayanın dibinde 24 saat uyuyabilirim dedim. Böyle bir duruma maruz kalmayınca insan milletine bu kadar âşık olduğunu ve onu sevdiğini bilmiyormuş. Bir bayram yaşadım. Hatta sonraları o bayramı özlediğim zamanlar oldu, beni yine oraya götürün o bayramı yeniden hissedeyim dediğim oldu çevremdekilere.
N.S.— Hoşgörü sizin yönteminiz olarak burada işe yaradı mı? Kültürel çatışmanın olduğu Türkiye’de nasıl barış sağlanır?
F.G.— Bazı yerleşmiş adetler, davranışlar uzun zamanda ancak kaldırılabilir. Bazı sosyologlar, psikologlar Peygamberimiz’in büyüklüğünü orada arıyorlar. Böylesine vahşi, ilkel kabileler arasında kötü ahlakları, huyları çok kısa zamanda söküp atması mucize gibi görülüyor. Hoşgörü zaten milletin ruhunda var, bunun ortaya çıkması için toplumun çeşitli kesimlerinden, sanattan ilim yuvalarına kadar herkesin ısrar etmesi gerekir. Yerleşik hale gelmesi için uğraşmalı. Kavga ortamı birden bire giderilemez. Burada medyaya çok önemli bir iş düşüyor. Dikkat gerekiyor, tahrip kolay, tamir zordur. Restorasyon birden bire olmayacaktır. Duygunun, itimadın yükselmesi, bakış açılarının değişmesi, her şeyin yerli yerine oturtulması uzun zamana bağlı. Fakir diyorum ki, toplum hoşgörüye sahip çıkmalı. Hiçbir şeye karşı cihat ilan edilmese de, ama mümkünse hoşgörü için cihat ilan edilmeli. İnsanlara karşı değil, kötü duygulara, kötü tutkulara karşı yumuşak bir mücadeleyle insanları iyiye, güzele inandırmalı. Ümitsiz değilim. Fakat çok çetin bir işe teşebbüs ettik diye korkuyorum. Bu konuda bedel ne olursa olsun, ödenmeye değer.
Günümüzün yeni bir insan tipine ihtiyacı var. Dünü aşkın olması gerektiği gibi, bugünü de aşkın bir insan tipi.
-
Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti
BÖLÜM 3
AVRUPA’YLA BÜTÜNLEŞME
“Onlar D8’in bir şey getireceğine ciddi olarak inanıyorlar mı bilmiyorum. Dünyadaki konjonktür buna uygun değil. İslam ülkeleri olarak her biri bir Batılı’nın elinde. Suudi Arabistan da böyle, İran da böyle.”
“İslam dünyası iki üç asırdan beri dinin kaynağı kendilerinde zuhur etmiş diye bize tepeden bakmıştır. Dilleri Arapça, Farsçadır. Biz dillerini bilmeyiz. Dinin yorumunu başkalarından alırız.”
“Oysa ki Asya Türkiye’yi idare edenler için çok önemli. Avrupa’yla bütünleşmemiz çok önemli, ama Asya Türk işadamlarına, girişimcilerine bir köprü olacak, dünya ile rekabetini kolaylaştıracaktır.”
D8 Tabana Ucuz Bir Mesaj
Fethullah Gülen Hocaefendi, nazik, çekingen bir kapanıklılık sergiliyor önce insana. İç dünyasının zengin sofrasından kalkıp dışarıya çıkmak, çok iyi bildiği sorulara muhatap olmak pek de hoşuna gitmiyor belli ki. İç dünyasının kıvrımlarında, sinir uçlarında dolanmaya alışkın. Zihni haritasının geniş coğrafyasında turlayan bir insan olarak zerafetle kendini korumaya çalışıyor gibi. Asla yüksek sesle konuşmuyor, kızgınlık tonu kullanmıyor ve emretmiyor.
Hayır demeyi bilmiyor ve bu nedenle ne olursa acısını kendi çekiyor sonuçları itibariyle. O ‘dövene elsiz, sövene dilsiz’ olmayı erdem kabul ediyor. Çirkin siyasetin ve siyasetçinin onun tansiyon ve şekerinde büyük payı olduğunu anlıyorum.
Hiç evlenmemiş ve hep yalnız yaşamış bir insan olarak her işini kendi yapma alışkanlığında. Evine gelen konuklara çorbasından tatlısına yemeklerini kendi elleriyle hazırlıyor. Hamur açabiliyor; hamurlu Erzurum yemekleri yapıyor. ABD’de kaldığı evin sahibi olan mastır öğrencisi Mustafa nasıl birlikte tatlı yaptıklarını anlatırken o muzip bir gülümsemeyi saklamaya çalışıyor. Hoca’nın mutfak düsturunu anlatıyorlar: “Ocağa yemeği koyunca dönüp baktığında mutfak tertemiz olmalı”. “Sizin öğüdünüzü tutmaya çalışıyorum” diyen Mustafa, yaptığı iki çeşit böreği sunuyor bize.
N.S.— Avrupa ile entegrasyonu ciddiye almayıp D8 adı altında Müslüman ülkelere yönelme ne kadar doğru sizce? Refahyol Türki Cumhuriyetler’i tümüyle göz ardı etti.
F.G.— Bunun hissi bir yanı var. Biraz, farklı bir mantalitenin ürünü. Biraz da, bir kesimin tabanına mesaj vermeye matuf gibi görünüyor. Onlar D8’in bir şey getireceğine ciddi olarak inanıyorlar mı bilmiyorum. Bir kere, dünyadaki konjonktür buna uygun değil. İslam ülkeleri olarak her biri bir Batılı’nın elindedir. Suudi Arabistan da böyledir, İran da böyledir. Dümendeki insanların izni olmadan sizle böyle bir anlaşmanın gerçekleşmesine kimse izin vermez. Bir de, İslam dünyasının size bir bakışı var. İslam dünyası iki üç asırdan beri dinin kaynağı kendilerinde zuhur etmiş diye bize tepeden bakmışlardır. Dilleri Arapça, Farsça’dır. Biz dillerini bilmeyiz. Dinin yorumunu başkalarından alırız. Hepimiz tufeylileriz,* bizim gücümüz ne ki falan gibi bu açıdan bakılır. Hatta Asya’da okullar açmaya çalışırken, aynı maksatla kendilerine başvurduğumuzda, “bunu daha sonra düşünelim” diyorlar, sözü size bırakmıyorlar, saygısız davranıyorlar. Oysa ki Asya, Türkiye’yi idare edenler için çok önemli. Avrupa’yla bütünleşmemiz çok önemli ama, Asya’ya açılmamız, Türk işadamlarına, girişimcilerine bir köprü olacaktır; dünya ile rekabetini kolaylaştıracaktır. Belki müşterek bazı şeyler yapılacak ve bunlar, Avrupa ile olan münasebetlerimiz açısından bize bir değerlendirme yapma imkânı verecektir. Tabii, Pasifik için de aynı şeyler söz konusu olabilir. Biz kimseye halatla bağlı değiliz Pasifik’i de kullanırız, Asya’yı da, Avrupa’yı da. Ayrı ayrı alternatiflerin olması bize daha geniş bir zeminde pazarlık imkânı verirdi. Politikacılarımız, yatan hariciyemiz bunu bilemediler. Bu açıdan Asya önemliydi, bir fırsat terk edildi. Geleceğin de önemli bir teminatıydı bu.
Hiç olmazsa uzun vadedeki fırsatlar kaçırılmasın diye, benim gibi düşünen arkadaşlarla, aydınlarımızı aynı çatı altında yetiştirecek ilim, irfan yuvalarını kurduk. Kaçırılmış bu fırsatı acaba 25 yıl sonra yeniden elde eder miyiz ya da şartlar daha hızlı seyrederse, on beş sene sonra bir daha idrak eder miyiz diye uğraşıyoruz. Bunlar anlamadılar, ama onların anlayacağını umuyorum. Ben, şahsen D8’i bir kısım çevrelere çok ucuz bir mesaj olarak görüyorum. Riski çok olan bir mesele bu. Üzerinde fazla durulmaya değmez.
Kültürümüzün Ağırlığı
N.S.— Politikada hep fırsatlar kaçırdığımızı söyleyebilir miyiz?
F.G.— 20. yüzyıla girerken Türkiye ciddi bir sarsıntı geçirdi. Mehlika Sultan’da anlatılan gençler tipini temsil eden, Tanzimat’ın kendi değerlerinden kopmuş nesli bu sarsıntıya sebep oldu. Bu dönemde Batı ile çevresini yukarda verdiğimiz ölçüde içli dışlı olabilseydik, çok büyük değişmeler olurdu. Cumhuriyet, demokrasi yaşanırken birtakım değerler çok ciddi ihmale uğradı. Türk toplumunda bazı gerçekler irdelene irdelene ortaya çıkıyor. Yeniden onlara sahip çıkılıyor. Manâda bir değişim yaşanıyor. Kendi kültürümüz ağırlığıyla kendisini hissettiriyor. Kendi din yorumumuz ve anlayışımız ağırlığıyla hissediliyor. Bu dinamiklerle artık 21. asra açılırken, bence hangi dinin içinde olursak olalım kimsenin bize bir şey bulaştırmaya gücü yetmeyecektir. Ne Dalay Lama’nın baş döndürücü meditasyonları, ne de Uzak Doğu’nun esrarı, ne bu mistisizmler ne maddenin illüzyonu başımızı döndüremeyecek. Toplumumuz maddi ve manevi dinamikleriyle yeniden toparlanıyor. Mutlaka bazı küçük kayıplar yaşanacak ama, cumhuriyet de, demokrasi de bu milletin istikbali için önemlidir.
N.S.— Demokrasi adına insan hak ve özgürlükleri daraltılabilir mi?
F.G.— ‘Bu Anayasa bize biraz bol geldi, daraltmak icap eder’ demenin belki tartışılır tarafları bulunur, ama insan hak ve özgürlüklerinde daraltma tasvip edilemez. Ne var ki, bazı şeyleri öteden beri dıştan alırken, bu bize uyar mı uymaz mı demeden, bizi bir kalıba koymaya çalışıyorlar. Oysa bu milletin, bu devletin, bu toplumun kendine has özellikleri vardır. Onu kendi özelliklerinde aramak lazım, eğer onu kendi özelliklerinde aramazsak başkalaştırmış oluruz. Bu da toplum çapında yeni buhranlara sebebiyet verir. Biz bu buhranları milletçe yaşıyoruz. Toplumu tamamen başka bir kalıba koyamazsınız, bu milletin atamayacağı bazı şeyler vardır. Tarihi vardır, tarihi dinamikleri vardır. Özü vardır, din gibi çok önemli bir dinamiği vardır. Bunu nasıl telakki ederseniz edin, nasıl yorumlarsanız yorumlayın, atamayacağınız şeyler var. Bunları dikkate almadan, farklı bir dünyanın kendi tarihinde, kendi ana ölçüleri çerçevesinde gelişen temel kabul ve değerlerini konfeksiyon usulü hazır elbise gibi milletin başına geçirmek problem meydana getirir. Bu nedenle, yaratıcı dimağlara, düşüncelere ihtiyaç var. Ayrı ayrı güzel şeyler söyleniyor ama, kendi özümüzü yakalama fırsatını bulamıyoruz.
Yine de iyimser beklentilerim var. Kendi cevherlerimizi meydana çıkaramadık, üzülerek ifade edeyim, böyle bir gayret yok. Kendimize güvenimiz de yok.
Kendine Güven
N.S.— Neden kendimize güvenimiz yok?
F.G.— Bir zaman bir bombardımana maruz kalmışız, Türk insanına “Etrâk-i bi idrak” (anlayışsız Türkler) denmiş Osmanlı döneminin son yıllarında bile. Bir milletin kendine itimadını sarsan böyle bir yaklaşım fevkalade yanlıştır. Bizi esir olarak kullanmak isteyenler, bizim çok dinamik olan kendimize güvenimizi yıkmışlar zannediyorum. Ben kendimize güvenin sarsıldığı, harman gibi savrulduğu dönemde yetiştim. Katiyen bir Türk iş beceremez; onun uçak yapması müspet ilimler adına bir şey ortaya koyması –o zaman NASA yoktu– öyle bir yerde çalışması, bir Edison, Einstein gibi bilim konusunda bir şeyler ortaya koyması, hele bunları dinle telif etmesi* bunlar milletimizin kabiliyetlerini aşkın şeyler, bununla uğraşmayalım denmiş. Hatta biraz da tahkirle,** bunları gâvur yapar biz de kullanırız gibi milletin düşünce serbestisine, iradesine zincir vurulmuştur. Son yıllarda, biz bunu hep kırıp atmaya çalışıyoruz ama pratikte bize bir şeyler ifade edecek durumlar olması lazımdı. Bu nedenle matematik, fen olimpiyatlarına öğrencilerin katılmaları ve başarıları bende bu duyguyu pekiştirdi. Bunun olması lazımdı.
Bu öğrenciler, dünyanın neresine giderlerse gitsinler, birinci oluyorlar; Japonya‘da oluyorlar, Avustralya’da oluyorlar... Bu da gösteriyor ki, bu milletin ilme de kabiliyeti var. Bunun hasıl ettiği özgüven, içine konduğumuz fanusu kırmamıza vesile oluyor.
Kültür emperyalizminin baskısı altında tutmak için birileri bizi kabiliyetsiz göstermeyi bu işin bir gereği olarak görmüş. Böyle bir telkin bombardımanına maruz bırakmışlar. Bizden bir şey olmaz demişiz.
N.S.— Aydınımızın da pek inancı yok diyebilir miyiz?
F.G.— Maalesef, aydınımız bile söylüyor. Hicrî 4. asrın sonu 5. asrın başında Asya’da gerçekleştirilen bir rönesans var. Atalarımız onu alıp değerlendirmişler, bilim dediğiniz şey birdenbire ot gibi bitmez yani. Fikirlerin birbirinin içine girmesi, tecrübe birikimi, istihaleler,*** çağın yorumları, bunlar bir yere getirilmeli. Aydınımızın önce bizim bir şey yapabileceğimize inanması lazım. Hep dışta arıyoruz, oysa içimizde çok cevherler var. İbrahim Hakkı’nın dediği gibi “bir hazine gibi yatıyor”, onu keşfetmek lazım.
*Hamiyet: İdealizm ufku; yardımseverlik, vatanperverlik ruhu. Y.N.
**Mülahaza: Düşünce. Y.N.
*Matuf: Eğilimli. Y.N.
*Mahfil: Eskiden büyük camilerde padişahlara ve müezzinlere ayrılan çevresi parmaklıklı yüksekçe yer. Maksure. Y.N.
*Telatüm: Çarpma; çarpışma. Y.N.
*Bu şiir kitabın ek bölümünde yer almaktadır.Y.N.
*Mümeyyiz: Ayırıcı. Y.N.
*Tufeyli: Asalak. Y.N.
*Telif etmek: Bağdaştırmak. Y.N.
**Tahkir: Hor görme. Y.N.
***İstihale: Değişim. Y.N.
-
Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti
Bölüm 4
AMERİKA DÜNYANIN DÜMENİNDE
“Amerika eski Babil gibi. Eğer burada Amerikalılar’ın anladığı, tesis ettikleri, kutsadıkları manâda bir demokrasi olmasa, zaten buradaki bu birlik korunamaz. O demokrasinin yumuşak havası herkesi barındırıyor”.
“Amerika daha uzun zaman dünyanın kaderinde çok önemli bir rol oynayacaktır.”
“Eğer Amerika’nın yerine dünya dengesinde ille de bir başka devlet düşünülüyorsa, buna hayal de diyebilirsiniz ama, bu neden Türkiye olmasın?”
Dış Politikada Dünyanın Büyükleri
Amerikan düşmanlığı sol ideolojinin en büyük sloganı olduğu kadar fundemental İslami akımlar için de hep birinci slogandır.
Amerika’nın yok olmasını “Kahrolsun Amerika” sloganıyla bayraklaştıran ideolojik kalıplar yüzünden, ilişkiyi rasyonel bir temele oturtmak üçüncü dünya ülkelerinde imkânsız hale gelmiştir.
Bugün bir cemaatin ruhani lideri olduğu kadar teorisyeni olan Hocaefendi Amerika’yı akılla değerlendiriyor, kalıplarla değil.
Amerika’yı anlamaya, dünyadaki yerini anlatmaya çalışıyor. Bu açıdan yaptığı Japonya yorumu da ilginç; “Amerikan düşmanlığı, milliyetçilik duygusu ve ezilmişlik hissinin esas alınarak gerçekleştirilen Japon hamlesi, katiyen uzun ömürlü olamaz. Çünkü, ister siyasi, ister ekonomik, isterse kültürel olsun, her türlü kalkınmanın uzun ömürlü olması, sağlam temeller üzerine kurulmasına bağlıdır. Halbuki, Japon kalkınmasında kalıcı esaslar değil, reaksiyoner çıkışlar hâkimdir.”*
Hocaefendi’nin söylediğine bir zamanların Sovyetler’i de örnek gösterilebilir. Reaksiyoner çıkışlarla bir ülkeyi yönetmek, yönlendirmek sadece yıkılışı hızlandıran etmenlerdir. Hocaefendi akılcı yöntemlere itibar ediyor, ucuz söylemlere değil. Yavan, politize yargılar insanları belki kamçılar, ama ülkeyi kamplara bölerken, zihinsel olarak da dumura uğratır. Hocaefendi, insanda daimi bir değişime inanıyor ve farklılığın yaşamın ateşleyici motoru olduğunu biliyor.
Başta Amerika olmak üzere Almanya, Fransa, İngiltere ve Japonya’nın ekonomik ve siyasi açıdan hâkimiyeti ellerinde bulundurmak için birbirleriyle olan yarışlarında, Hocaefendi Türkiye’nin de bir yeri olabilmesini arzuluyor. Çin–Amerika ilişkisini de şöyle ortaya koyuyor: “Zaten Amerika 20 yıl önce Çin’e girmiş, onlara Latin alfabesini kabul ettirmiş; derken İngilizce, okullarında ders olmuş... Amerikan kültürünü yansıtan filmler sinemalarda, televizyonlarda oynamaya başlamış, McDonalds’lar çarşı pazarda köşe başlarını tutmuşlardı.”*
Çin’in olduğundan fazla gösterilmeye çalışılmasını da Amerika’nın bir mastır planı olarak değerlendiren Hocaefendi, Amerika’nın bunu Türki Cumhuriyetlerin Rusya’dan uzaklaşmasını engellemek için yaptığını düşünüyor.
Ama Amerika’da demokrasinin yerleştiğini de kabul ediyor. Zencilerin ise ırkçı bir anlayışı İslam’la bütünleştirdiklerinin tespitini yapıyor.
Hocaefendi, dünya devletleriyle dost olarak çıkarların korunacağını düşünüyor.
Nevval SEVİNDİ
N.S.— Efendim, bir aydır Amerika’dasınız. Amerika’yı nasıl tanımlarsınız? Amerika nasıl bir ülke sizce ve bugün yeryüzünden Amerika kalksa eğer, neler olur? Kalkması iyi mi, kötü mü?
F.G.— Amerika’da demokrasi ve belli ülke ve millet gelenekleri yerleşmiş. Bunu biraz da belki toplum mozaiği zaruri kılıyor. Meksika’da, Teksas’ta, otuz kırk milyon zencinin yaşadığı yerlerde ayaklanmalar yaşanmış… Amerika eski Babil gibi. Eğer burada Amerikalılar’ın anladığı, tesis ettikleri, kutsadıkları manâda bir demokrasi olmasa, zaten buradaki bu birlik korunamaz. O demokrasinin yumuşak havası herkesi barındırıyor. Amerika, dünyada şu andaki yerinde duruyor, başkalarının çok zamandır beklediği gibi Atlantik içine kaymıyor. O açıdan, Amerika’da çok şey yapılabilir. Bizim düşünce dünyamız, bizim fikir hayatımız adına da çok şey yapılabilir. Dünyanın hali hazırdaki durumuyla, şu çerçevesiyle, Amerika da şu andaki konum ve gücüyle bütün dünyaya kumanda edebilir. Bütün dünyada yapılacak işler buradan idare edilebilir ve hatta denilebilir ki, şöyle veya böyle Amerika ile dostça geçinmeden destek almak değil, dostça geçinmeden, Amerikalılar istemezlerse, kimseye dünyanın değişik yerlerinde hiçbir iş yaptırmazlar. Şimdi bazı gönüllü kuruluşlar dünya ile entegrasyon adına gidip dünyanın değişik yerlerinde okullar açıyorlarsa, bu itibarla, mesela Amerika ile çatıştığınız sürece bu projelerin gerçekleştirilmesi mümkün olmaz. Amerika, hâlâ bu dünya gemisinin dümeninde oturan bir milletin adıdır. Her fert gibi her milletin de bir ömrü; önünde, gidip içine yuvarlanacağı bir çukur vardır. Amerika da ondan uzak olamaz, müberra kalamaz. Ama demokratik bir sistemdir, Amerika düşmeye başladığı andan itibaren yirmi beş–otuz senede, kırk senede düşer. Çünkü demokrasilerde çökme bir tüyün yerçekimine karşı gidip yere oturması gibi aheste aheste oluyor. Rusya gibi despot idarelerde dağılma, tüpün patlaması gibi patlama şeklinde bir anda yaşanır. O sistemin gereğidir. O açıdan, Amerika daha uzun zaman dünyanın kaderinde çok önemli bir rol oynayacaktır. Bu realite kabul edilmeli. Amerika göz ardı edilerek şurada burada bir iş yapılmaya kalkılmamalı. Rusya destekleyebilir bir işi, fakat Amerika ile iyi geçinmezseniz, işinizi bozarlar. Çünkü Amerika kendi işlerinin ahenk içinde gitmesini ister, Amerika düzeninin bozulmamasını ister. Amerika’daki ahengin devam ve temadisini ister. Ve ben bunu çok yadırgamam. Amerika’nın yerinde Osmanlı Devleti olsaydı, zannediyorum o da aynı şeyi yapacaktı. Yadırgamamak lazım. Bu bir.
Amerika düşmanlığı meselesinin bir diğer boyutu da şu: İnsanlara düşman olmak, ülkelere düşman olmak çok yarar getiren bir şey değildir. Bunu, bir dönemde Varşova Paktı vardı da, NATO paktına sığınma ruh haleti veya psikolojisi şeklinde yorumlamaya da gerek yok. ABD’ne bugün de dünyada ihtiyaç vardır. Değişik ihtimaller içinde dünyada Amerika’nın yerine bazı devletleri koyalım. Bugün Avrupa’da da, mesela Almanya gibi güçlü devletler vardır. Nüfusu itibarı ile güçlü, genç nüfusu itibarı ile güçlü, bir gelişme süreci yaşadıkları için güçlü. Bir de Amerika rekabeti de var. Şimdi diyelim ki, Amerika’nın yerinde onlar olsa, dünya savaşlarındaki mülahazaları içinde dünyanın kaderiyle bir defa daha oynamak isteyebilirler. Slav ırkı güçlü olsa, çarların bize yaptığından daha fazlasını yapabilirler.
Gücü Elde Eden Ülke
Japonlar II. Cihan Harbi’nde biraz imkân elde edince gelip, Amerika’nın donanmasını vurdular. Eğer mağlup olmasalardı, Amerika’yı o gün bitirselerdi, Amerika’nın Atlantik arkasında bulunma gibi bir avantajı olmasaydı, o günkü uçaklar orada ikmal yapıp gelse ve buraları duman etselerdi, Amerika’yı yok etselerdi, bugün dünyanın başında bir Japon hegemonyası vardı ve dünya şimdikinden daha rahat da olmazdı. Aynı şeyi Çin için de söyleyebiliriz. Bunları söylerken, herhangi bir ülkeyi tenkit veya karşıya alma manâsında söylemiyorum. Tarihte gücü elde eden her ülke, dünya hâkimiyeti iddiası içine girmiştir. Bu bir mücadeledir, bir rekabettir, hâkimiyet yarışıdır.
Eğer Amerika’nın yerine dünya dengesinde ille de bir başka devlet düşünülüyorsa, buna hayal de diyebilirsiniz ama, bu neden Türkiye olmasın? Böyle bir hayal elli senede de gerçekleşecek olsa, bölgede denge unsuru bir devlet haline gelmek önemli. Kaldı ki, Amerika çökse de, dünyada yine dengeler olacak. Ama şimdi, dünyanın dengesinde önemli bir unsur olarak ve demokratik felsefesiyle oturmuş bir ülke sarsılırsa, dünyada çok ciddi kargaşa yaşanır. Onun için, bakın Amerika’nın bize yarım arpa kadar sadece bizim menfaatimize desteği yoktur. Buna rağmen şurada bulunmamıza izin veriyorsa, bu bizim için bir avantajsa, bu avantajı sağlıyor demektir. Fakat insan olarak bizi çok alakadar eden dünyadaki dengeyi düşünüyorsak, o zaman Amerika’nın bu dengedeki yerine dikkat etmek zorundayız. Dümende onlar var. Diyelim ki, Çinliler bize destek olabilirler. Fakat dünya dengesini temin edecek bir yapıya, bir özelliğe sahip değillerse, dünya dengesi çatışmasında Amerika’nın önemli bir unsur olduğunu göz ardı edemeyiz. Yani Varşova Paktı olmuş, olmamış önemli değil. Bazıları o mevzuda bir yanlışın peşindeler. Aşırı komünist akımlar herhangi bir akli, mantıki dayanağa dayanmadan Amerika düşmanlığı yapıyorlar. Amerika bize düşmanlık yapabilir. Fakat birlikte yaşadığımız bir dünyanın genel ahengi düşünüldüğünde, bazen düşmanımızla bile iyi geçinmek mecburiyetinde oluruz. Bu hususta da, ehven-i şer*, eşedd-i şer** meselesi söz konusudur.
Zencilere İnsan Muamelesi Yapılmamış
N.S.— Amerika’da şiddet yaratan sorunlar da var. Örneğin siyahlarla beyazlar arasında…
F.G.— Keşke onu da önleyebilsek. Mesela zencilerin içine girsek. Zenciler, senelerden beri bir taraftan horlanmış, hakir görülmüş. Bunlar insan sayılmayarak Afrika’nın derinliklerinden çekilmiş buraya getirilmiş. Bir zamanlar, kendilerine insan muamelesi yapılmamış. Ve bunlar insan değilmiş gibi değişik telkinat altında insan olmadıklarına inandırılmış. İnandırılmış da, toplumda tek başlarına inisiyatif kullanma kabiliyetini kaybetmişler. Abraham Lincoln bunları hürriyete kavuşturduğunda, eski efendilerinin yanına dönmüşler Hürriyete hazır olmadıkları için. Bir taraftan beyazların istismarı var. Diğer taraftan, ister Hıristiyanlık adına, isterse Müslümanlık adına olsun, içlerine girmek isteyenler, bunların renklerini ön plana çıkararak, bu farkı, zencilerin önemini vurgulamışlar. Mesela Alija Muhammed, Gulam Ahmed’in tarikatının bir uzantısıdır. Müslümanlığı neşrederken “Siyah Allah’ın en önemli kuludur, Allah’ın iki kulu var, birine git şeytan ol demiş o gitmiş beyaz olmuş…” telâkkisi ile hareket etmiş. Bir zencide bu anlayış var, bu onlarda hep bir gerilim meydana getiriyor. Bazı Amerikalılar onları ilim yuvalarından, üniversitelerden elden geldiğince uzak tutuyorlar. Gizli bir kast sistemi işliyor sanki. Hâşâ ve kellâ***, Allah’ın ağzından yaratılanlar, gözünden yaratılanlar, bir de tırnağından yaratılanlar iddiası gibi. Zenciler, tırnağından yaratılanlardır gibi bir anlayış, bir telkin söz konusu. Mahalleleri ayrı, evleri ayrı… Onlara yapılan muamele ayrı. Şurada burada teselli olarak var. Washington’da bir belediye başkanı istisna edilecek olursa, zenciler burada genelde horlanmaktadır. Fakat böyle bir horlanma ve bunun hasıl edeceği gerilim bilenme getirir, dünyanın kaderine el atma kavgasını getirir. Eğer zencilerin buradaki bu durumları daha makul, dengeleyici bir anlayışla, bir felsefe ile, bir cereyanla tadil edilmezse* Amerika’da denge bozulur ve bu da dünyanın dengesinin bozulması demektir. Milletlerin dengelerinin bozulması, tıpkı fezada zincirleme reaksiyonlarla sistemlerin bozulması gibi bir şeydir. Makro âlemdeki bir şey aynen normo âlem için de geçerlidir. Onun için milletimizin veya başka Müslüman milletlerin dünyaya yapacakları iyiliklerden bir tanesi de, burada bu zencileri tadil etme ve onların istismar edilmesine fırsat vermeme olmalıdır.
N.S.— Örneğin zenci cemaat liderlerinden Faraghan Türkiye’ye de geldi, pek kabul gördü. Bunlar nasıl bir anlayışa sahip?
F.G.— Zencilere her türlü telkinler yapılıyor. Hinduizm aşılamaya çalışanlar var, Budizm aşılamaya çalışanlar var. Sanskritçe tipinde din teklif edenler var. Yahudilik, Hıristiyanlık, Müslümanlık da aynı şekilde telkin ediliyor. Fakat zencilerin ortak birleşme noktası, beyazın şeytanlığına inanmalarıdır. Amerika yeryüzünde şeytandır. Amerikalı yok edileceği ana kadar dünyada huzur bahis mevzu değildir telkini ve felsefesi ile yaşıyorlarsa, bu takdirde çok iyimser olmak zor. Dünya adına iyimser olmak da zor. Bu Afrika’da, Afrika’nın derinliklerinde de kendisini hissettirir. Ve dünya, asırlardan beri bilenmiş böyle bir güç karşısında zor mukavemet eder. Dünyada emsali çoktur. Medeniyetlerin yıkılması hep böyle topluluklar eliyle olmuştur.
N.S.— Amerika’ya büyük bir ilginiz olduğu görülüyor, burada üniversite de açmaya hazırlanıyorsunuz.
F.G.— Amerika’ya alaka duymamızın sebebi, çoğumuz Amerikan kültürüyle, Avrupa kültürüyle yetiştik. Aklın yolu birdir bence. Elimden gelse, Türk insanının yarısını Türkiye’yi tanıtma, Türk düşüncesini dünyanın her tarafına götürme, bu düşüncenin havarisi olma adına dünyaya salardım.
Çinliler’e Yunus Felsefesi Götürüyoruz
N.S.— Çin’den bir endişeniz var mı? Çin’in dünyadaki yeriyle ilgili ne düşünüyorsunuz?
F.G.— Dünyanın işgali ile alakalı endişeler olabilir. Karl Marks’ın tüm toplumlar arasında gördüğü cebri determinizma burada da eğer söz konusu olacaksa, bu kaçınılmazdır. Bir hadis-i şerifte de buna benzer bir ifade var. İşte, acaba değişik eyaletlerde ayrı düşünce akımları meydana getirerek burada da bu anlayışı delebilir miyiz, dalgakıran olabilir miyiz, dünyayı saracak böyle büyük bir tehlike karşısında şimdi toprağa atılan çekirdekler, gelecekte –eskilerin ifadesiyle– neşv-ü nema bulabilir mi düşüncesi içindeyiz? Çin’den şimdilik endişemiz yok. Çünkü, ancak Çin halkının bize karşı duyduğu endişe ile bize farklı davranmaları söz konusu olabilir. İkinci olarak, Amerikalılar çok iyi girmişler Çin’e. Amerikalılar Çin’de Türkler’e karşı bir endişe uyarırlarsa, o zaman Çinliler bize karşı bir endişe duyabilirler. Biz, her iki cepheye de endişe vermemeye çalışıyoruz, çünkü Mesihî bir ruh, diyalog, hoşgörü ruhuyla dünyada huzur ve sükûn adına hareket ediyoruz. Bir katalizör olabilir miyiz diyoruz. Meselenin bir yanı bu. Buralara kadar dünyaya açılmaya çalışmamız tamamen insanlık adına bir açılmadır. Küreselleşen bir dünyada, gelecekte komşu olacağımız insanlarla daha erken bir dönemde tanışmayı düşünüyoruz. Telekomünikasyon ve ulaşım sistemleri bizi aynı odanın içindeki insanlar haline getirecek. Birbirimizin yüzüne baktığımız zaman da daha erken tanıyalım diyoruz, sesimizi soluğumuzu duyuruyoruz.
Batı Trakya’ya Sahip Çıkmak
Bir diğer taraftan, kendimize Yunanistan’da bir yer ararken Batı Trakya’ya sahip çıkılmamalı. Çünkü orayı onlar kanayan bir yara olarak görüyor. Bu yarayı kaşımak, Yunanistan’ın hiçbir yerinde hiçbir şey yapamamaya baştan mahkûm olma demektir. Fakat Selanik veya Atina dediğimiz zaman, Yunanlılar bunu çok soğuk karşılamadılar. “Korkmayın bizden, siz gelin bizde okul açın, çocuklarınızı buraya gönderin, biz bakalım, burs verelim” dedim. Biz de size gönderelim. Korkmayın, bir şey bulaştırmayız size dedik. Buna sıcak baktılar. Bunun yerine Gümülcine, İskeçe deseydik, bizde başka niyet arar ve değişik kuşkularla bakarlardı. Tıpkı bir yabancının G.Doğu’da Kürtleri hareketlendirmesi gibi bir problem olurdu. Onun için Çin’de Doğu Türkistan’la, Sincan’la meşgul olamayız. Hiçbir ülkenin yara gördüğü noktayı kaşıyamayız. Bu takdirde, daha başta problem haline gelir ve müspet hiçbir şey yapamayız. Fakat toplumlar arasında bir katalizör, güvenilir bir denge unsuru haline gelindiği zaman, mağdurların mağduriyetini gidermede daha etkili olunabilir. “Çin, Sincan’da, Doğu Türkistan’da Türk diye bir şey yok. Belli bir dönemde Müslümanlaştırılmış Çinliler var” diyor. Ama, toplumların huzuru ve genel denge adına herkese eşit muamele yapılması gerektiğine, herkesin hür insanlar olarak yaşama hakkına sahip bulunduğuna insanlar inandırıldığı zaman, hadiseler bunu ispat ettiği zaman, mağduriyetler giderilmiş olacaktır.
Bazı arkadaşlar Çin’e gidip geliyor, okul açmak için, ticari münasebet kurmak için gidip geliyor. Şu ana kadar bir problem olmadı. Ortak okul açma projeleri var. Çince’yi, İngilizce’yi, Türkçe’yi öğrenme ve öğretme projeleri var. Dünyanın bu iki eski milletinin, Yunus felsefesiyle, tanış olmalarını arzu ediyoruz.
N.S.— Bir Çin delegesiyle ilgili anınızdan bahsetmiştiniz?
F.G.— Onu, Turgut Özal merhumdan dinlemiştim. Müsteşarken anlatmıştı. Neden anlatmıştı tam bilemeyeceğim. Demişti ki, “Ben müsteşardım. Rus murahhası, Çin murahhası ve ben bir yerde konuşuyoruz. Hatta Özbekistan’da malum pamuk var, pamuk ticaretinden bahsediyoruz. Paranın gerçek değerinin, piyasa değerinin ne olduğunun adeta bilinmediği komünizm döneminde, Rusya şimdiki Türk Cumhuriyetleri’ne karşı mal değişimi politikası uyguluyor. Rus delegesine, “Onları aldatmadığınız ne malum?” dedim. Delege, “Komünist aldatmaz” cevabını vermişti. Bu arada Ruslar Çinliler’e karşı az endişe izhar ettiler. “Başımızın derdisiniz, bu sınır meseleleri nedir?” gibi… Çinli delege elini Türkistan’a doğru uzattı, aynen şöyle dedi: “Yahu bizden ne diye endişe ediyorsunuz? Esas şunlardan endişe edin. Tarih boyu bilmem kaç defa kama gibi insanlığın kaderinin içine girmişlerdir.” Şimdi eğer Doğu Türkistan halkına öyle bakıyorlarsa, bir kamanın kınından çıkmasını istemezler.
N.S.— Müslüman Türklerin olmadığı yerlerde olan okullarınız var. Ne bekliyorsunuz onlardan?
F.G.— Türk kültürünün, bizim anlayışımızın onlarda bir yumuşama meydana getireceğini, karşılıklı canlı diyalog unsurlarının hazırlanmasını umuyoruz. Belki de bir tahmin bu, bir zar atma gibi bir şey ama, burada da bir kaderdenk noktasında bulunulduğu düşüncesindeyim. Şimdi pek çok sosyolog, böyle yapmak gerektiği konusunda imal-i fikir ediyor. Ben dilerim, bu teşebbüsler, bu niyetler dua olsun ve Allah onu ihsan etsin. Hakikaten, beklenilen dostluk belli ölçüde talebeler arasında gelişti. Şimdi Moğolistan’da talebeler arasında çok dostumuz var, Yakutistan’da çok dostumuz var. Orada teknik eleman yetiştirecek bir sanat okulu açtık. Hatta Yakutistan’ın yeraltı-yerüstü zenginlikleri çok, fakat onları işletecek elemanları adeta yok. Türkiye’nin iki-üç katı toprağa sahipler. Neyse, okulun müdürü bir kıskançlığa girdi ve okuldan arkadaşlarımızı çıkardı. Fakat arkadaşlar çok iyi intiba bırakmış olacaklar ki, tekrar haber gönderip, “Gelin burada nasıl istiyorsanız, tamamen kendi idarenizde bir teknik okulu açın” demiş. Gidilip gidilmediğini bilmiyorum. Yakutistan biraz ötede, Alaska’nın ötesinde!…
-
Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti
Bölüm 5
İRAN İSLAMI
“İran konusunda dikkat edilmesi gereken iki husus vardır: Birincisi, din ve İslam devrimi adı altında mezhep ve bağnaz bir İslam anlayışı ihracı…. İkincisi: Ali muhabbeti, kendi anlayışlarına sadece bir renk kazandırmak için bahanedir.”
“Türkiye İran gibi olamaz, bir kere din esprisi çok farklı. Kaynaklar itibariyle de çok farklı. Esas, imamet meselesi akideleridir. Dinin hükmüdür. Sünnilik’te böyle mesele yok. Din bir değildir ki, Türkiye İran olsun.”
“İran İslamı bağnazdır, Türk İslamı hoşgörülü.”
İmamlar Ümmete Karşı
İran on sekiz yıl önce gerçekleştirdiği ‘İslam’ devrimiyle yüzyılın belli bir toplumsal model dayatan son devrimi oldu.
İran’ın İslam anlayışıyla Türkler’in İslam anlayışı o denli farklıdır ki, iki ülke arasındaki en önemli ayrım dini kavrayışlarındadır diyebiliriz. Sünni inanışta imamet yoktur ve imamet iman konusu değildir. Şiilik ise imamlığı iman konusu yaparak bir ruhban sınıfı yaratır. İmamlar geçmişteki ve gelecekteki her şeyi bilen, Kur’an’ın gizli anlamlarını çözebilen tek yetkili ağızlardır. Onlara karşı gelmek Kur’an’a karşı gelmektir. Böylece ilahi bir sıfat kazanan imam, halka karşı sorumlu değildir, azledilemez. Yetkisinin kaynağı on iki İmam silsilesi yoluyla Allah’tır. İmam’a karşı gelen Allah’a karşı gelmiş olur.
Oysa Sünni siyaset doktrinine göre, İslam’da devlet başkanı hiçbir selahiyetini Allah’tan devralmamıştır, hiçbir ilahi sıfat ve yetkiye sahip değildir. O, ümmetin diğer fertlerinden biridir. Onu başkanlık makamına getiren ümmettir.
Şiilik’te ise, imama itiraz aforoz gerekçesidir. Çünkü o Allah’tan vahiy alır, yalnızca Cebrail’i görmez.
İran’da ruhban sınıfı siyasi mücadelede hep ön safta oldu. Mali özerklikleri ve geniş toprakları bu savaşımda çok etkiliydi. Devletin gücü de hep dinden yana olmuştur ta ki, din devlete ve yönetime talip olana kadar. Bu tutkuyu bilen Şahlar, ruhban sınıfı olan imamları zaman zaman tehdit etmişlerdir. Ama gücünü kırmakta başarılı olamadılar, çünkü dini iktidarlarına alet ettiler.
Şiiler günde üç kez namaz kılarlar ve namaz vakitleri radyodan verilir. On iki İmam’ın ölüm günlerinde siyah bayraklar asarak ve siyahlar giyerek yas tutarlar; doğum günlerinde kutlama yaparlar. Aşure Tasua’da büyük ve günlerce süren yas tutulur. Siyah giymeyen sokağa çıkamaz. Eskiden imamlar insanlara cennetin anahtarlarını satarlardı. Irak savaşında da askerlere dağıtılan bu cennet mekânları bugün pek talip bulmuyor.
İran’da, hep gam, tasa ve kasvet halinde sunulan dini günlere ve anlayışa karşın Türkler’in İslam anlayışı, dini neşeyle birleştirir. Ramazan Bayramı’nı Şeker Bayramı’na çevirir; Ramazan gecelerini eğlenerek geçirir. Dini günler ve olaylar sevinç nedenidir Türkler’de.
Türkler’in İslam anlayışı Hocaefendi’nin dediği gibi sevgiye dayanır. Oysa İran’ın İslam anlayışı Ömer nefreti üzerine kurulmuştur, Hz. Ali sevgisi üstüne değil. Oysa Alevilik bizde Hz. Ali sevgisiyle yoğrulmuştur. İnsan sevgisine yaslanır, insanın ‘gül cemali’nde Allah’ı bulur.
İran hiçbir döneminde laiklikle tanışmamıştır, demokrasi kültürü yoktur. Türkiye’de devletle din arasındaki ilişki Osmanlı’dan beri bir geleneğe sahiptir. Bu kendine özgü gelenek devletin egemenliğidir, dinin değil. Devletin işlerine meşruiyet kazandıran din adamları devlete bağlıdır Osmanlı’da. Ortadoğu’nun biricik laik İslam ülkesi Türkiye’dir.
N.S.— İran üzerine Türkiye’de son zamanlarda çok yoğun tartışmalar yaşandı. İran konusunda sizin görüşleriniz nelerdir?
F.G.— İran baştan beri Sünni toplumlara reaksiyoner olmayı yeğlemiştir. İran tarihi ihtilaller tarihidir. İran Şiileri bir tepki cemaatidir. O nedenle doğru düşünmesi, dengeli karar vermesi, dünya konjonktürüne göre bir yol takip etmesi mümkün değildir. Devletlerarası münasebetler açısından komşumuzdur, bu açıdan nasıl ilişki kurulacaksa kurulmalıdır.
İran konusunda dikkat edilmesi gereken iki husus vardır: Birincisi, din ve İslam devrimi adı altında mezhep ve bağnaz bir İslam anlayışı ihracı. Kendi mezhep ve yorumlarını gerçek dinin önünde tutarlar. Bir insan Şii değilse, adeta hiçbir şey değildir. İkincisi: Ali muhabbeti, kendi anlayışlarına sadece bir renk kazandırmak için bahanedir. Ali sevgisi değil, Ebubekir, Ömer düşmanlığıdır ayakta tutan onları. Yanlış itikatlarını dini bir zemine oturtmak için güya Ali sevgisini bayraklaştırmışlardır. Bugün, bölgede Fars yayılmacılığı ve İran’ın bizimle olan tarihi rekabeti, belli bir tehlike arz etmektedir denebilir. İran bölgede rahat duracağa benzemez. Irak’ta çok önemli miktarda Şii vardır, endişe ederim ben. Fransa İran’ı desteklemiştir. Humeyni’yi barındırmıştır. İrangate Amerika’nın durumunu da ortaya koydu. İran’la aramızda problem olmadığını söyleyenler de vardır. Fakat, İran’la olan münasebetlerimizin tarihi, daha çok problemler ve sürtüşmeler tarihidir.
N.S.— Mistisizmin toplum için gelecek vaat etmediğini söylediniz. İran’da ve Mısır’da mistisizm ağırlıkla vardır ve burada toplumun yüzü sanki ölüme dönüktür. Onun içinde kaybolma, ağlama olarak tezahür eder. Türklerin İslam anlayışı hayata bağlı, yaşamı seven bir anlayıştır. Toplumun yüzü hayata dönüktür. Ramazan’da eğlenen, bayramla onu şenlendiren ve bayramını ‘şeker’e dönüştüren bir yaşama sevinci görülür. İslam âleminde Türkler böyle sadece. Ramazan’da yaşanan fark bile bizim diğer İslam anlayışıyla aramıza ciddi ayrımlar mı koyuyor? Dinde eğlenme var mı?
F.G.— İnsanın değişik yanları vardır. Hukuk sistemleri de bunu böyle kabul eder. Din eğlenmeyi meşru kılmıştır. Peygamberimizin (SAV) olgunluğuna erişemediğimizi anlatan bir öykü: Zenciler camide kılıç mızrak oyunu oynamışlar, def çalmışlar. Ayşe validemiz de diyor ki: “Ben de bakmak istedim, Allah Resulü’nün omzundan baktım onlara. Mescitte seyrettim onları” diyor. Yani “Onlar oyun çıkarıyordu, ben de seyretmek istedim” diyor. Bugün herhangi bir camide bunu yapamazsınız. Fakat, Mescitin o zamanki fonksiyonları çok yönlü, sonra bu daralmış. Ben bugün yapılsın demiyorum, fakat ortada ufuk enginliği ve darlığı meselesi var. Harp oyunları oynuyorlar camide. Bir defasında da kına gecesine geliyorlar. Buna kadar yani. Nikâh önemli bir hadisedir; “mescitte yapın bunu” diyor. Herkes görsün. Nikâh gizli, kaçamak iki kişi arasında yapılan bir akit değildir; açıklık diyor.
N.S.— Kilisede olduğu gibi evlenme öneriyor yani?
F.G.— Çok daha zengin. Neden? Çünkü mescitin içinde o mesele aynı zamanda bir ruhaniyet kazanacak. Allah’a yakınlık içinde cereyan edecek, verilen sözler tutulacak. Böyle sağlam bir yerde yapmayı öneriyor. Demek ki, bazı şeyleri biz kısıtlamışız. Bu meseleler iyi tetkik edilmezse başka şekilde yanlış anlamalara yol açar. Dinin hayata bakan yanını teslim etmek ‘deve çobanları’na kalır. Allah’ın Resulü, “Bir gün deve çobanları yüksek binalarda çalım satacaklardır.” diye bugünleri mucizevi haber vermiştir.
İran’la Türkiye’nin Din Esprisi Farklı
N.S.— İran’da neden okulunuz yok? İzin vermediler mi?
F.G.— Devlet izin vermedi. Komşumuz, Türklük adına Azerbaycan’da bir okul açalım diye ısrar ettik. Bir komik teklifte bulundular: “Öyle çok paranız varsa, yardım edecekseniz, siz parayı verin biz açarız.”
N.S.— Siz İran’ı Orta Asya’dan kovdunuz hatta alfabenin Latince olmasında rol oynadınız. İran Tacikistan haricinde tutunamadı, kimse Vahabiler’i ve onları inandırıcı bulmadı.
F.G.— İran hep fitneler tarihi olmuştur. İran İslam’ı zorla kabul etmiş, mukavemeti entrikada bulmuştur. Hz. Ali’nin Nehc’ül Belâğa isimli, hutbe, mektup ve sözlerinden derlenmiş kitabı, hukuki, siyasi kültürel muhtevasının yanı sıra tam bir edebi şaheserdir; Shakespeare gibi okunur. Hz. Ali büyük bir şahsiyettir, bizim için çok önemlidir. Ama Ali’nin büyüklüğü izafi bir büyüklük değildir. Ali’nin büyüklüğünü anlatmak için başkalarını küçültmeye ihtiyaç yoktur. Bir manâ eridir. Tüm tasavvuf erleri, Baba’ları onu severler. Fakat, Şia, Fars Aleviliği, Müslümanlığa karşı kin ve nefretini Hz. Ali’ye de yansıtır, Ali’yi kendi mitolojilerindeki Zaloğlu Rüstem haline getirmişlerdir. Mübalağa zihnî bir yalandır. Doğru olandan yalan insan haline dönüşmüştür. Türkiye çok dengelidir. Selçuklular’da, Osmanlılar’da da böyledir. Biz dergâhlarda “Canım Ali” diye destanlarını dinleyerek büyüdük. Vahabiler de Ali’yi küçümser. Biz herkesi severiz. İran, tarihinde mübalağalarıyla ünlü. Hayatlarına sinmiştir. Ben Mekke’de bir kısım İranlı’nın dua ederken ağlıyor gibi göründüklerine şahit oldum, misafirhanede komşumuzdular. Akşam bunları teybe kaydetmiş olduklarına ve dinleyip eğlendiklerine şahit oldum. Samimi değillerdir. Bunlar komşumuz olması nedeniyle münasebete engel değil. Humeyni, Velayeti Fakih kitabında aynen şöyle der: “İnsanlarla olan problem ve davalarında bizden, (yani mezhebimizden) olmayan kadılara, hâkimlere başvuran, Allah’a karşı gelmiş ve Allah’ın inkâr edilmesini emrettiği tağuta* başvurmuş olur.” Fakihin devlet başkanlığı doktrini Humeyni ile Şii tarihine girmiştir. Humeyni, kıyametten önce geleceği beklenen Mehdi’nin vekili kabul ediliyordu. Şiiler 12 İmam’ı, Peygamberimiz dışındaki bütün peygamberlerden üstün görürler.
N.S.— İran Türkiye’de islamcılara eziyet edildiğini söylüyor, Cumhuriyet Dönemi’nde yapılanları örnek gösteriyorlar.
F.G.— Her şey kendi zamanı ve şartlarında değerlendirilmelidir. Kel Ali’ler, Kılıç Ali’ler ve mahkemelerinin daha mutedil** olmasını yeğlerdim. Ben Mustafa Kemal’in ve İnönü’nün, Marx gibi, insanlığın rahat ve huzuru için din adına hiçbir şey kalmamalı tarzında dinin üstüne yürüdükleri kanaatinde değilim.
Son zaman bazı hadiseler oldu. Hatırlandığında bile insanı İslâm ve insanlık adına utandıran, hiçbir ağza yakışmayacak sözler, ifadeler sarf edildi. Üslup kişinin aynasıdır. Askerin son çıkışına sebep olan bazı hadiseleri de görmezlikten gelemeyiz.
N.S.— İran’ın siyaseti hep İslam içinde görmesi ve siyasi İslam olarak yönlendirmiştir. Türkiye İran gibi olur mu? Bizim din anlayışımızla Arap ve Fars anlayışı arasındaki farklar neler?
F.G.— İran o bölgede olmanın gereğini yerine getiriyor. O bölgede din olmadan hâkimiyet olmaz. Yayılmak dinle mümkün ancak. Onların din anlayışı farklı, imamlarla idare edilen, işin içinde ruhani bir şeyler olma zorunluluğu koyan bir anlayış. Asıl mesele Kur’an değil, Ali’dir. Türkiye İran gibi olamaz, bir kere din esprisi çok farklı. Kaynaklar itibariyle de çok farklı. Esas, imamet meselesi akideleridir. Dinin hükmüdür. Sünnilik’te böyle mesele yok. Din bir değildir ki, Türkiye İran olsun. Türkiye’de birtakım anlayış farklılıklarına rağmen, dine sahip çıkmak lazım. Dışarıdan gelecek yanlış din anlayışları ve dinin yanlışlara alet edilmesi de bu şekilde önlenebilir.
Bizim arkadaşların Asya’daki faaliyetleri için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Vahabiler’i ve İranlılar’ı uzak tutmak için tasavvufun enginliğinden de yararlanarak, kendi anlayışımızı toplumunun her kademesine hâkim kılmazsanız, o tür bağnazlıkların hâkim olmamaları için hiçbir sebep yok.
N.S.— İran’ın girebildiği bir Tacikistan oldu Farsça nedeniyle, sizin okullar gibi onlar rağbet görmediler.
F.G.— Orada da yine arkadaşların beş okulu var. Zengin bir arkadaşımız her şeyini sattı orada okulları açabilmek için. Onu kalpten kaybettik. Tacikistan 3,5 milyonluk Ankara kadar yer.
N.S.— Orta Asya’da insanlar sizin okullarınızda çocukları okusun istiyorlar. Öğretmenleri örnek insanlar olarak seviyorlar. Çağdaş olandan yana taleplerini koyuyorlar. Türk İslamı’nın farklılığı bunu getiriyor mu?
F.G.— Bizim İslam anlayışımız daha derindir diyebiliriz. Bu Mevlana’lara, Yesevi’lere ışık tutan şey, ışık başka bir şeydir. Türk milletine yansıyan ışık Bişkek’te, Buhara’da prizma gibi yansıyarak ulaştı, manâ derinlikleriyle. Dini, yoruma açık yanlarıyla, çok engin yorumlamışlar. Dinin evrenselliğini Ebu Hanife’ler, Yesevi’ler kabul ettirir. Gel gör ki, başkalarının olumsuz imajları bize de gölge düşürüyor.
N.S.— Avrupa bunu değerlendirebilir mi?
F.G.— Luther döneminde yaptığı gibi Hıristiyanlık yeniden kendini restorasyona tabi tutmazsa, İslam’ın bazı dinamiklerinden yararlanmazsa gelişen şartlar içinde yaşaması zorlaşır. Türk kültürünün dünyaya katkısı kavgasının verilmesi lüzumuna inanıyorum. Bu kültür ve Türk dünyası, dünya kuvvetler muvazenesinde Allah’ın izniyle yine bir güce ulaşacaktır. Bakın, Bosna’da verilen kültür, savaşla bile onlardan geri alınamadı. Demek öyle zengin ki atamadılar, o dönemde İslam’ı benimsemişler. Bağnaz olan ölüp gidecektir. Bilinmemesi gerekenleri millet unutmuştur, millet ruhuyla Akşemsettin’i unutmaz. İşin cesedine talip olanlar, kabuğuyla uğraşanlar kendi kabukları içinde çürüyeceklerdir.
-
Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti
BÖLÜM 6
TÜRK KİMLİĞİ
“Çağın gerçekleri istikametinde Batılı düşünceyi de alan, kendi ruh ve manâ köküne ters olmayan değerlere de saygı duyan, çok farklı, daha geniş ve aynı zamanda dünya ile barışıklığı devam ettirmeye de yardımcı olabilecek bir Türk dünyası olmalı.”
“Liderlerin yetişmesi biraz da hür düşüncenin saygı görmesine bağlı. Yani, bir tohum toprağın bağrında çimlenip, büyüme kabiliyetine sahiptir. Hava müsait olursa, suya ulaşırsa, o zaman boy atar gelişir. İnsan da öyle.”
“Türkiye’nin çok çarpık bir siyaset anlayışı var. Mesela partilerin başında genel başkanlar var. Öyle fasit bir daire ki, kendilerini seçen insanları onlar seçiyor, onlar da sürekli onu seçiyor. Kabiliyetsiz, istidatsız bir ekip milletin kaderine hakim olup gidiyor. Bu arada ne cevherler kaynayıp gidiyor.”
Türkçe’yi Dünya Dili Yapmak
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin üç saçayağı üstüne oturttuğu anlayışı yaşamın ekonomik, kültürel ve ruhsal boyutunu kavrıyor. Din, ekonomi ve eğitim saçayağı yaşama bakışındaki diriliğin ana dinamikleri. Bilgi yaşama geçirilmedikçe değerli değil onun için. Para kazanmanın yolları öğrenilmedikçe ve bu ülke yararına harcanmadıkça, para hırsın kendisi. Hafıza hamallığına yarayan ezbercilik yerine metodoloji ve sistem olmadan eğitimin yararına inanmıyor. Çünkü ‘bu ülkeyi geleceğe taşıyacak olan yine bu ülkenin insanıdır’, sloganı.
Asırlardır süren temel meselelerimizin aktüel olduğunu düşünüyor ve onların takipçisi her an. Dile ilişkin yorumu ise herkese bir mesaj içermekte. Mesela bana şöyle demişti, “Arapça –ki Kur’an dilidir– ile Türkçe arasında her iki dilde de aynı ölçüde yazı yazma yeteneği verilseydi Türkçe’yi seçerdim. Türkçe’yi gelecekte dünya dili haline getirmek zorundayız”
İnsanları sorunlarını çözmeleri, plan program üretmeleri, kazanmaları, bilgilerini hayata geçirmeleri için hareketlendiriyor. Onların iç dinamiklerinin nabzını tutuyor. Türkiye adına büyük ve dünya çapında bir eğitim hamlesi için insanlara şevk, inanç veriyor. Organizasyonunda yaptığı öneriler sosyal bilimlerle uyumlu. Örneğin Tataristan’da kalan öğretmenlere “At eti dahil yiyin ve o insanlar gibi yaşayın, düşünün” diyor.
Yetiştirmek istediği iki tipoloji var: Bilim adamları ve işadamları. Bu “altın nesil” her iki kulvarda da başarılı olmak için eğitiliyorlar.
Eğitimin amacı sadece öğretim değil, aynı zamanda manevi ve her türlü değerlerine sahip sosyal varlık olarak insanın inşasını öneriyor.
Duygu ve duyarlılık içiçe bir sarmaşık gibi dolanıyor onun dokusunda. Belki o nedenle, “Gözyaşlarım kelimesiz şiirdir” diyor bana. Ruh inceliğinin şahitleri olarak görüyor ağlamayı. Ağlamayı ayıplayanları ise hiç anlamıyor. Onun ruh ve düşünce dünyası önyargılardan hoşlanmıyor.
Nevval SEVİNDİ
N.S.— 21. yüzyılda nasıl bir Türk kimliği olabilir?
F.G.— Kimliğimiz bizim bellidir. Bunu Türkiye’de yorumlayanlar, Şamanizm’in çerçevesi içinde şovenizmden yola çıkanlar oldu. Bir zamanlar Misak-ı Milli dendi, Atatürk Milliyetçiliği dendi. Bütün bunlar yorumlandı, ne oldukları sorgulandı. Bugün de herhalde zannediyorum kendi değerlerimizin, kendi tarihimizin, kendi göreneklerimizin üzerinde durup araştırmak lazım. Zannediyorum, 21. asra girerken gerçek kimliğimiz, bağlı bulunduğumuz ülkelerle beraber, Türklük dünyası ile beraber tarihin derinliklerinde, tarihin katmanlarında araştırılmalı, tarihi eserler, vicahi* kültürle birlikte yeniden bir arada ele alınmalı.
İslamiyet bu mevzuda çok önemli bir unsur. Günümüzde herkes yeniden kendi dinini, tarihteki inanç ve kimliğini arıyor. Dolayısıyla, İslam unsurunu mutlaka hesaba katılmalı. Fakat, Amerika ile kavgalı, Avrupa ile kavgalı bir Türk dünyası olarak değil, çağın gerçekleri istikametinde Batılı düşünceyi de alan, değerlendiren, kendi ruh ve manâ köküne ters olmayan değerlere de saygı duyan, çok farklı, daha geniş ve aynı zamanda dünya ile barışıklığı devam ettirmeye de yardımcı olabilecek bir Türk dünyası. Bu bir yönüyle, Batılılar’ın yaklaştığı şekilde evrensellik demek de değildir. Daralan dünyayı, büzüşen dünyayı hesaba katan, daha kucaklayıcı bir oluşum. Belki temel unsuru karşılıklı hoşgörü olan Türk kimliğini, Yesevi inancını, mantalitesini öne çıkartan, bir Mevlana aşkını şevkini, insani yönünü öne çıkaran oluşum. Ayşe Şasa’dan Anna Maria Shimmel’e kadar çok geniş bir yelpazede herkes o anlayışa, o kucaklayıcılığa hayranlığını ifade ediyor.
Türkiye Teknolojik Olarak Nakavt Olunca...
N.S.— Bu zenginliğe rağmen sizin okullarda ağırlık hep matematik ve fen bilimlerinde. Sosyal ve kültürel alanda bu kadar zengin olan Türkiye’de okullarınız neden sosyal bilimlere yeterince önem vermiyor, sosyal bilimlere teşvik etmiyor öğrencilerini? Dünyada da sosyal bilimlerin önemi anlaşıldı ve bugünkü değerlendirmenin başka yolu olmadığı anlaşıldı.
F.G.— Çok doğru. Bugün yaşadığımız, aynı zamanda Türkiye’nin kaderi gibi, Türkiye teknoloji açısından hasımları karşısında nakavt olunca, bütün üstün dimağları, yüksek beyinleri hep bu yöne imale* edelim düşüncesi doğdu. Fizik kimya tahsili yapsınlar ve yüksek teknolojiyi bir an evvel Türkiye’ye transfer edelim mülahazaları oldu. Toplum olarak genelde bu eksikliği ve bu eksikliğin hasıl ettiği durumu gördük, hep o noktaya yöneldik. Fakat, geleceği idare edecek insanlar daha ziyade sosyal yönlere ağırlık veren insanlar olacak gibi. Dolayısıyla, üç dört sene evvel buraya geldiğimde, fen bilimleri gibi, sosyal alanlara da mutlaka yer verilmesi gerektiğini haddim olmayarak üniversitelerde şöyle böyle tanıdığım arkadaşlara söyledim ve durumlarını yeniden bir kere daha gözden geçirmeleri lazım geldiğini izah etmeye çalıştım.
Türkiye’deki okullarda da bu mesele önemli. Zannediyorum o okullarda da belki bu seneden başlayarak sosyal ilimlere ağırlık verilecek. Dâhi, kâşif, mucit tiplerin biraz o yönlere eğilmesi açısından çok önemli. Bugüne kadar mühendisler falan dedik. Fakat, sadece mühendislikle, hesapla yetişenlerde bazen esneklik olmayabiliyor.
N.S.— Evet, ve insanı değerlendirmeyi beceremeyen bir düşünce hâlâ devam ediyor ama…
F.G.— Yine de zannediyorum o değişimi yaşıyoruz. Hissedilecek yer yer. Biraz daha erken davranılsaydı bu mevzuda, geç kalınmasaydı keşke…
N.S.— Dünya büyük fikir mimarları yetiştiriyor ama Türkiye neden lider yetiştiremiyor?
F.G.— Liderlerin yetişmesi biraz da hür düşüncenin saygı görmesine bağlı. Yani, bir tohum toprağın bağrında çimlenip, büyüme kabiliyetine sahiptir. Hava müsait olursa, suya ulaşırsa, o zaman boy atar gelişir. İnsan da öyle. Bir kere baskı olmaması lazım. İnsanların kendilerini ifade edebilmeleri lazım. İkinci meseleyse, eğitim sisteminde çarpıklık var, bozukluk var. İnsanlar asıl kabiliyetlerine göre, hatta dehalarına göre yönlendirilmiyor. Lise sona geldiğinde neredeyse bir uçak projesi yapabilecek kapasitede insanlar var. Ama o insanlar, böyle bir noktaya yönlendirilmiyor. Bakıyorsunuz, birisinin dimağı sosyal sahalara yatkın; esnek düşünebiliyor. Adab-ı muaşeret diyebileceğimiz, insanlarla geçinme ve anlaşma yanları çok ilerde ve maksadını da çok iyi ifade edebiliyor, düşüncelerini çok rahat ifade edebiliyor, o da matematiğe zorlanıyor. Bu sistemin bir kere değişmesi lazım. Talebe, ta lise çağında tercih edeceği şeylere açık tutulmalı, bunları seçme imkânı, hakkı kendisine tanınmalı. Bu da, hem lisede o esnekliği istiyor, hem de üniversitede o esnekliği istiyor. Maalesef biraz da bu cins kafaların ortaya çıkmaması, eğitim sistemindeki çarpıklıklar ve herkesin ezberciliğe alıştırılmış olmasından kaynaklanıyor. Bu da bir diğer meselemiz.
Bir başka mesele, Türkiye’nin çok çarpık bir siyaset anlayışı var, onunla alakalı çok çarpık kanunlar var. Mesela, partilerin başında genel başkanlar var. Bizim Alvar İmamı’nın mülahazasıyla, o aynen şöyle derdi: “Herkes yahşi men yaman, herkes buğday ben saman.” Herkes benden iyi olabilir başka, fakat Türkiye’yi idare etmek için benden iyi olmak yetmez, çok iyi olmak lazım. Şöyle böyle insanlar, futbol maçlarında arada boşluk bulup topa ayağını dokundurmak gibi, öyle bir yol bulmuşlar, bir yere gelmişler. Öyle fasit bir daire ki, kendilerini seçen insanları onlar seçiyor, tabii onlar da sürekli onu seçiyor. Kabiliyetsiz, istidatsız bir ekip milletin kaderine hâkim olup gidiyor. Kim bilir, bu arada ne cevherler kaynayıp gidiyor.
Liderleri Değiştirmenin Kolaylaştırılması Lazım
Belli bir dönemde, mesela Menderes kendine göre bir istidatla* gelmiş, bir dönemde ortaya çıkmıştır. Atatürk bir istidattır, fakat bir başkaldırma ile çıkmıştır. İkisi de istidattır, Turgut Özal bir istidattır. Bunlar, normal demokratik süreçlerde çıkmamıştır, çünkü demokratik dedikleri o süreç içinde boğulur bunlar, ezilirler, çıkma fırsatını bulamazlar. Sürpriz bir kısım karışıklıklar çıkmış, bu karışıklık içinde bir yolunu bulup ortaya çıkmışlardır. Şu andaki siyasi sistemimiz öyle büyük insanların ortaya çıkmasına ve ülkeye sahip çıkmalarına fırsat vermiyor zannediyorum. Onun için yine haddimi aşarak ifade edeyim, partiler kanunu, siyaset anlayışı mutlaka değişmesi lazım. Liderleri değiştirmenin kolaylaştırılması lazım. Çok istidatlı insanlar arada kaynayıp gidiyor, bilemiyoruz. Çünkü ona o imkân verilmeyince, istidadı var mı yok mu bilemiyoruz. Napolyon’u birtakım hadiseler ortaya çıkarmıştır. Bir kısım cinnetleri, delilikleri vardır ama; Hitler’i bir kısım hadiseler ortaya çıkarmıştır. Deli bir insandır ama, hadiseler ortaya çıkarmıştır.
Cihan harbinde bir kısım hadiseler bir kısım kahramanları ortaya çıkarmıştır. Öyle bir hadise olmasaydı Erzurumlu Nene Hatun olamazdı. Bunlar çok önemli şeylerdir. Maalesef siyasi partiler yasası, parti hegemonyası, lider hegemonyası… Türkiye’de daha bundan sonra da çok istidat ve kabiliyetlerin ölü yaşamalarına sebebiyet verecek. Mezarda olmayacak fakat, hiçbir hayat emaresi ortaya koymadan, milletine yararlı olmadan doğdukları gibi ölüp gidecekler maalesef. Bu da, top yekün Türk milletini alakadar eden bir mevzudur.
*Fasıldan Fasıla-1.
*Fasıldan Fasıla2.
*Ehven-i şer: Kötünün iyisi. Y.N.
**Eşedd-i şer: Kötünün kötüsü. Y.N.
***Hâşâ ve kellâ: Asla öyle değil. Y.N.
*Tadil etmek: Dengelemek, yumuşatmak. Y.N.
*Tağut: İsyankârlık. Y.N.
**Mutedil: Dengeli. Y.N.
*Vicahi: Yüzyüze. Vicahi kültürle sözlü kültür kastediliyor. Y.N.
*İmale etmek: Yönlendirmek. Y.N.
*İstidat: Kabiliyet. Y.N.
-
Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti
BÖLÜM 7
AVRUPALI MÜSLÜMAN TÜRKLER
“Koskocaman Türk dünyasının şöyle veya böyle biraraya gelmesi, Avrupalı’yı da biraz yumuşatır gibi geliyor bana.… Tepeden bakan bir Avrupa ile değil de, iç değerlerine ulaşmış iki dünya arasında farklı bir anlaşma olabilir.”
“Asya cumhuriyetleri aslında Türkiye’den bir şey bekliyorlardı. Belki hayallerinde değişik güçlere karşı bir pakt olmayı umuyorlardı. Zülf-ü yâre dokunmadan, yani dünyada dengeleri elinde tutanları rahatsız etmeden bir şey olmayı bekliyorlardı. Bunları veremedik ama, onlar ümitlerini yitirmediler.”
Modern Türkiye’de Kültürel İslam Sentezi
“Şimdi isli bir camdan bakıyoruz, ama sonra yüz yüze geleceğiz” demiş Anadolu topraklarında iki bin yıl önce yaşayan Pavlus. İşte yüz yüze geldik. Ulusal kültür sentezini üretemeyen, Selçuklu–Osmanlı sentezini inkâr eden aydınlar asla halka ulaşamadılar. Tabanı olmayan, şabloncu bakış onları hep savurdu. Onlar sömürge valisi zihniyetini atamadıkları için doğan ve yükselen Türk burjuvazisine ideoloji üretemediler. Bu ülkenin kendi tarihinden, koşullarından ve kültüründen sentez üretemeyen aydınlar ve bürokrasi hep dayatmacı oldu. Kendi dışında herşeyi küçümsedi.
Maddi olanın karşıtı olarak konan kültürel, ruhsal, sanatsal gibi kavramlar ihtiyaç dışı olarak algılandı. Kitleler kültürel pratiğin üretim araçlarından yoksun kaldı. Yanıltıcı bir biçimde maddi olanla kültürel olan arasında karşıtlık yaratıldı. Türkiye bu eksiklik nedeniyle hep topallayarak, geri dönerek, yerinde sayarak enerjisini harcadı.
Fethullah Gülen Hocaefendi, bir Cumhuriyet çocuğu ve onunla yaşıt sayılabilir. O totaliter zihniyetin dışında Mustafa Kemal’in düşündüğü sentezi ortaya çıkaracaklardan biri olabildi. O şabloncu değil. Elindeki malzemeden yeni bir değer üretmeyi bilmiş. Bilgiyi bir taş yığını olarak görmüyor, bir piramit ya da bina oluşturacak zihni faaliyet ve süreç olarak görüyor. O yüzden çok yalnız. Yerleşik hırslar, kavgalar ve alışkanlıklarla boğuşarak zor bir yolculuk geçiriyor. Kimse dengenin bozulmasını, kendi yerinin değişmesini ya da yeni bir şeyi istemiyor. Bu emek ister. O nedenle o, “bireysel çiçek açmak çok zor bir iş, çok güç bir iş. Çok fazla gayret istiyor. Öbür sığınma ise çok daha kolay. Ve genelde de bizde tercih edilen o” diyor bana. Cumhuriyet ideolojisinin yaratmak istediği ‘Müslüman Avrupalı Türk’ buydu. Dini bütün ve Batı formasyonlu bir yeni sentez. Osmanlı’yı aşan bir sentez yeni Türk Cumhuriyeti’ni belirleyecekti. Anadolu’nun ‘gönül gözü’ ile baktığı, muhabbet ettiği ve gönül Müslümanlığıyla sevdiği bir İslam anlayışı. Tüm dünyayı kucaklayan sevginin, Yunus’larda, Hacı Bektaş Veli’lerde ve Mevlana’larda ruh bulduğu İslam anlayışı. Bu kültürel zenginlik Osmanlı sınırları içindeki insanlara Müslümanlığı benimsetmişti: Bosna gibi. Onu yüzyılın son kanlı savaşıyla söküp alamadılar.
Bugün Türkiye, hâlâ, Osmanlı kültür coğrafyasına sahiptir. Bu sınırların genişliği bizim kültürel zenginliğimizin ifadesidir. Orta Asya geldiğimiz, Avrupa gittiğimiz yerdir. Türkiye hazinesinin üstünde uyumaktan vazgeçmeli. Çok pinti birinin evinde sakladığı paraların nemlenip çürümesi, farelerin yemesi gibi, biz kültür varlığımızın kıyısından köşesinden yenmesine izin vermemeliyiz. Ulusal kültür sentezini oluşturacak her şeyimiz var.
Türk orta sınıfı ve yükselen Anadolu burjuvazisi yetmiş yılın sonunda bir ideoloji ihtiyacını gidermek istiyor. Bunun içinde dini, kültürü, tarihi, ekonomiyi, modern ve Batılı değerleri, geleceği, politik hedefleri, hümanizmi görmek istiyor. Dünya ile bir kültür evliliğine hazırlanıyor Türkiye. Oysa herkes ‘kendi heva ve hevesine uyup’ küçük dayatmaların, hırsların kavgasını veriyor. Türkiye zihin coğrafyasını genişletmeli ve buradaki ruhu aklıyla bulmalı. Birbirimize hep isli bir camdan baktık, artık yüz yüze gelme zamanı.
Nevval SEVİNDİ
N.S.— Tanzimat Fermanı’nda da belirtilen ‘Avrupalı Müslüman’ kimliği bizi belirleyen bir kimlik mi? Türk Avrupalı Müslüman kimliği geleceğindir diyebilir miyiz?
F.G.— Bu bizim beklentilerimiz olabilir ve bununla beklediğimiz başka şeyler de olabilir. Belki bazılarının kuruntu olarak sayabileceği şu mülahazalarımızla, mülahazalarınızla sizin bizim hepimizin beklentileri olabilir. Avrupa ile makul ve kendi şartları içinde, bizim de kendi şartlarımızı ortaya koyarak bir noktaya yürümemiz geleceğimiz adına güzel şeyler vaat edebilir. Bu ölçüde Avrupa’yı kabullenme, buna bu ölçüde Avrupalılaşmanın aslında hiçbir mahzuru yok ve buna bu ölçüde Avrupalı Müslüman kimliği denebilir. Yoksa, bir dönemde olduğu gibi kendi kimliğimizi tamamen bir tarafa atıp, Avrupa kimliği arkasında koşma, sadece ret ve aşağılanma getirir.
N.S.— Bir Türk kimliği tarifi yapabilir misiniz, Türk kimliği nedir? Türk kültürünün Orta Asya ile 21. yüzyılda nasıl bir ilişkisi olacaktır?
F.G.— Bu hususu kesin hatlarla ifade etmekte zorlanırız. Çünkü zaman bir kısım hükümleri yorumluyor, zamanı gelince de o yorum ortaya çıkıyor. O büyük yorumcu; yani zaman hükmünü ortaya koyacağı ana kadar, yapacağınız yorumların havada kalma ihtimali vardır. Mesela, bir birlik bahis mevzuu ise şayet, bu pakt şeklinde olabileceği gibi, federasyon topluluğu şeklinde de olur. ABD gibi niye olmasın yani. Belki parçalara, eyaletlere bölünebilir. Fakat dünya konjonktürü bu mevzuda çok önemli. Amerika istemiyorsa, Avrupa bunu istemiyorsa, böyle bir oluşum sürecinin tamamlanmasında, onların tavırlarını da göz önüne almak zorunluluğu duyarsınız. Akıllı insanlar istiyor bu. Bir gözü dünyada, bir gözü kendi dünyasında, iki tarafı birden mütalaa ederek, yepyeni bir dünya inşa edebilecek mimarlar, çok yüksek insanlar istiyor. Değişik alternatifler var. Ama her ne şekilde olursa olsun, koskocaman Türk dünyasının şöyle veya böyle bir araya gelmesi, Avrupalı’yı da biraz yumuşatır gibi geliyor bana. Çünkü onların da böyle bir dünyada bir kısım çıkarları olacaktır. Tepeden bakan bir Avrupa ile, medeniyeti temsil ediyoruz diyen bir Avrupa ile değil de, biraz iç değerlerine ulaşmış iki dünyanın birbiriyle oturup bazı şeyleri pazarlık yapması gibi bir anlaşma olabilir. Şimdi zayıfız, çok bakımdan onlara muhtacız, onlara işçi gönderiyoruz, mark tahsil ediyor, sterlin tahsil ediyoruz. Durumumuz bu iken, bence pazarlık çok lehimize cereyan etmez.
İnkılâpçı Ruhlar Lazım
N.S.— Eşit güçler haline gelmesi mi lazım?
F.G.— Kuvvet dengesinin olması lazım. Onların bizim dünyamızda bir kısım çıkarları olmalı ve biz onu pazarlamayı, teşhir etmeyi çok iyi bilmeliyiz. Bir taraftan buna sahip olmalı, bir taraftan da tanıtıp, teşhir edebilmeliyiz onları. Üzerimize baskı yapmak üzere, elimizdekini almak üzere değil de, pazarlık yapmak üzere yanımıza gelmeliler. Hatta AB’ne girmeyi düşünürken de bu mülahaza öne çıkarılmalı. Yoksa mücerret* ona karşı olmanın doğru olmadığı gibi –çünkü realitelerle savaşmak olur bu– hemen gözü bağlı, bir an evvel girelim de ne olursa olsun demek de mazur görülürse, acemilik, hoyratlık ve gerçeklerden habersiz olma demektir.
Onların bir ferdi olmalılar. Hz. Ali’nin felsefesi içinde, insanlar içinde herhangi bir insan olmalılar. Bazılarına farklı hususiyetler atfedebilir. Bu onların hüsn-i zannından** kaynaklanan bir mülahazalarıdır, düşünceleridir. Fakat herkes kendi konumunu çok iyi belirlemeli. Bu kendini küçük görme, aşağılık duygusu içinde davranma demek değildir. Herkese değer vermek demektir. Aksi bir tutum, o buyurduğunuz hegemonyayı getirebilir. Bir kısım düşüncelerin yeşermesine fırsat verilmemiş olabilir. Çağa göre değişim ve dönüşümlerin yaşanmasında gerileme olabilir. İnkılap olmaz, inkılapçı ruh kaybolur veya inkılapçı ruhlar ortaya çıkamaz. Oysa ki, temel çizgilerin korunması ile birlikte, bilhassa zamanın çok hızlı aktığı, değişimlerin çok süratli geliştiği günümüzde öyle inkılapçı ruhlara ihtiyaç var ki, biraz da yürüyen merdivenlere kendini uydurma gibi, toplumumuz, merdivenlerden de hız alarak, kendi hızını merdivenlerin hızına katarak varacağı yere hızlı varabilsin. Evet inkılapçı ruhlar lazım. Bu da Hakk’ın hatırını âli tutmaya bağlı. Yani, insanın kendisine saygıyı veya teveccühü değil, kendi menfaatini, kendi şahsi düşüncesini değil, Hakk’ın hatırını yüksek tutmalıdır. Bu da şunu gerektirir: Muhtemel istidatlar, görünen kabiliyetler iyi tespit edilmeli ve bunların önü açılmalı. Sistem buna göre kurulmalı, kurallar ona göre konmalı, hareket tarzları ona göre belirlenmeli. Herkese yollar sonuna kadar açık olmalı.
Bu meselede bir başka nokta daha var ki, arkadaşlarıma hep nasihat mahiyetinde arz ediyorum: Önde bulunan insan, illâ beni dinleyin, benim dediğim doğrudur düşüncesine kapılmamalı. Öyle güzel şeyler ortaya koymalı, o insanlarda öylesine saygı uyandırmalı ki, onlar kendi içlerinden gele gele size saygı duymalılar. Ve bilmeliler ki, size döndükleri zaman ruh dünyaları değişiyor, yepyeni dünyalara açılıyorlar. Her yönelişlerinde yeni bir inkılaba ulaşıyorlar. Size yönelmesini istediğiniz insanların güneşleri olmalısınız. Size yöneldikleri sürece açmalılar, nevş-ü nema bulmalılar. Yoksa, istibdatla, baskıyla, mutlaka benim dinlenmem lazım, merkezi idare, merkezi sistem derseniz, bununla hem bir kısım istidatları köreltmiş olursunuz, hem de aşağıdan size karşı nefretler yükselmeye başlar. Oysa ki, yukardan aşağıya doğru sürekli şefkat inmeli sürekli, aşağıdan yukarıya da güven çıkmalı. Bu güveni kazanmalı ve 25–30 sene, 40–50 sene boyunca onların arasında rüştünüzü ispat etmelisiniz.
Bu çok kolay değil. Bu, her zaman başkaları ile beraber benim de içimde endişesini yaşadığım bir mevzudur. Ama eminim, böyle bir insanın konumunda olmadığım için, insanları düzeltme konumunda ve iddiasında olmadığım için de bazen bana ne diyorum.
N.S.— Türkiye’nin, Türk kültürünün modern Avrupalı kimliğiyle yeniden Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’ne yönelip onlarla kucaklaşması mümkün mü? Araya yüzyıllar girmişken şimdi 21. yüzyılda tekrar böyle tarihi bir yakınlaşma olabilir mi?
F.G.— Yani yakınlaşabileceğimiz, daha ilerde belki daha da yakından birbirimizi tanıyabileceğimiz mülahazasının yakınlığını yaşıyorum şu anda. Hadiseler bizi birbirimizi daha derinden keşfetmeye götürüyor gibi bir mülahazam var. Bu mülahaza ile birbirimizi daha yakın hissediyoruz. Onlar da biz de belli mağduriyet ve mahkûmiyetlerin kurbanı olmuşuz. Bu sebeple de birbirimize karşı yakınlık hissediyoruz. Bir de, zannediyorum onların nazarında biraz hülya ve rüya millet olmuşuz. Siz de işaret buyurmuşsunuz: Anadolu bir yönüyle yavru yurt gibi, bir yönüyle de yeni bir anayurt gibi olmuş. Asya’dan gelip, burada yurt kurmuşuz. Sonra da burada her şey oturmuş, bazı yanlarıyla tenkit de etsek, istikbal vaat eden istikrarlı bir devlet kurulmuş. Bu Anayurt’un bir gün bütün Asya’yı kucaklayabileceği ümidi yaşanmış onlarda.
Türkiye’den Gelen Kurtarıcı
N.S.— Orta Asya’dan akan kültür ırmağında kendimizi nasıl bulacağız? Onlar bizi nasıl görüyor, ne bekliyor?
F.G.— Çok yerde yaşanmış bir hadiseyi Kazakistan’da bulunmuş bir arkadaş anlatmıştı: “Kazakistan’da bir benzin istasyonunda arabaya benzin dolduracağız. O esnada, orada çalışan bir çocuğa, ‘acaba aptes alıp, namaz kılabileceğimiz bir yer var mı?’ diye sorduk. Çocuk bizi bırakıp fırladı gitti. ‘Geldiler, geldiler’ diyordu. Doğru eve koştu. Ben de, ‘ne oldu ki?’ diye arkadan gittim. ‘Nedir bu geldiler meselesi?’ dedim. Baba olan zat dedi ki: ‘Babam vefat ederken bana, ‘Bir gün Türkiye’den gelip, bizi bu esaretten kurtaracaklar’ demişti. Biz senelerce bekledik, işte şimdi onlar geldiler.”
Böyle bir bekleyiş vardı. Bu bekleyişin bizi iradi olmaktan öte, insiyaklarla* bir araya getirmesi söz konusu. Bu sıcaklığın gönüllü kuruluşlarımız tarafından değerlendirildiği söylenebilir. Bu sıcaklık çok önemli bir dinamiktir, biz bekledikleri bir millettik onlara göre. Belki beklediklerini veremedik ama, onlar ümitlerini yitirmediler. Belki, eğitim faaliyetleri olarak bu gönüllü kuruluşlar bekleneni bir ölçüde de olsa verdiler. Fakat devletten bir şey bekliyorlardı. Askeri çok destek bekliyorlardı. Belki hayallerinde değişik güçlere karşı bir pakt olmayı umuyorlardı. Zülf-ü yâre dokunmadan, yani dünyada dengeleri elinde tutanları rahatsız etmeden bir şey olmayı bekliyorlardı. Onları veremedik ama, onlar ümitlerini yitirmediler. Bu beklenti Kazakistan’da olduğu gibi Azerbaycan’da da vardı; Elçibey zamanında da vardı. Daha sonra Haydar Aliyev geldi, aynı beklenti devam etti. Nahçıvan’da da aynı. Gelenler hep bizi o ülkeyi, Asya’yı kurtaracak halaskârlar** olarak gördü, sevdi, bağrına bastı. Biz de onları öyle yaptık. Bir baba ile uzun zaman ayrı düşmüş askerdeki evladı gibiydik. Ya onlar bizi öyle görüyor, ya da biz onları öyle görüyorduk. Hakikaten ne yapacağımızı bilemiyorduk; gelenlerden bazıları ile görüşme imkânımız olursa, kendileriyle resim çektiriyor, hediyeleşiyorduk. “Çok şükür, buluştuk ya.” diyorduk. Bu karşılıklı yaşanan bir ruh haleti idi ve bu ruh haleti, onlar adına bir kısım inkisarlara*** rağmen hâlâ devam ediyor.
N.S.— Alfabe birliği…
F.G.— Tacikistan için söylemeye cesaretim yoktu. Özbekistan’da da, hususiyle Fergana Vadisi’nde mollaların bir ağırlığı var. Belki, Latin harflerini teklif etme meselesi onlarda rahatsızlık doğurur diye korktum, zamana vabeste* dedim. Fakat Azerbaycan’da bu hususu, sözüm geçecek herkese teklif ettim. Gelecekte şu veya bu şekilde en azından bazı hususlarda birlikte hareket etme düşünülüyorsa, birbirimizi daha yakından tanımamız gerektiği düşünülüyorsa, bir alfabe birliği çok önemlidir dedim. Bir de İran’ın, Suudiler’in menfi tesirlerinden uzak kalabilmek için bu esaslarıyla inceleselerdi. Zaman ve şartların yorumu onda değişiklikler yapmış, Afganistan’daki şeklini, İran’daki şeklini doğurmuş. Bu şekillere, Suudi Arabistan’daki şekline, Suriye’deki şekline takılıp kalmamalı.
**Hüsn-i zan: İyi niyet. Y.N.
*İnsiyak: Kapılma; manevi etkilenme. Y.N.
**Halaskâr: Kurtarıcı. Y.N.
***İnkisar: Kırılma, gücenme. Y.N.
*Vabeste: Bağlı. Y.N.
-
Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti
BÖLÜM 8
BİREYİN ÇİÇEK AÇMASI
“Türk toplumunda, hepimizde, bireyselliği geliştirebilecek bir kabiliyet ve temayül ne kadar var? Çünkü, militarist bir milletin torunlarıyız. Atalarımızdan öyle intikal etmiş.”
“İslam da, Kur’an da her ferde adeta bir nev, bir tür olarak bakar. Onu besleyen duygu ve düşünce kaynakları önemlidir. Belli bir ufka ulaşınca, toplumda, ormanı meydana getiren ağaçlar gibi yaşaması gerektiğini de idrak edecektir.”
“Batı’nın yanında Doğu tutulmalı, ama Doğu diye de şu anda çok yüceltilecek bir şey görünmüyor ortada.”
Müslüman: Kul ve Fert
Tasavvuf, her insan kadar Tanrı’ya ulaşma yolu vardır derken bireyin biricik olduğunu vurgular. Onun biricikliği kendi yolu, yordamı ve meşrebiyle Allah’a ulaşmayı doğru yol bilir.
Fethullah Gülen Hocaefendi, Kur’an’da her ferde bir çeşit, nev olarak bakılır derken, insanın birey olarak biricikliğini vurgulamakta. İnsanın genetik olarak da yeryüzünde biricik olması onun zihinsel ve ruhsal dünyasının önemini belirtir. Tasavvufta, insan sadece içeriğiyle, batini olarak değil zahiri olarak da ‘Allah’ın gül cemali’dir. Allah’ın yansıması olan insan güzelliği Hurufiler arasındaki ‘Cemal âşıkları’ yoluyla ne güzel anlatılır. Tasavvufun derinliği, bireye verdiği değer kadar onu yaşamını yönlendirmede kendi kararını verecek yetkide görmesidir.
“Anadolu’nun değişik yerlerinde ifade edildiği gibi; ‘herkes evindeki pişmişi getirir ve renkli, zengin bir sofra oluşur…’ anlayışını yeniden oluşturmaya ihtiyaç var. Tabii bunun içinde zamana ihtiyaç var. Çünkü kabuller çok önemlidir. Bu anlayışın toplumun bir buudu, bir derinliği haline gelmesi ise, tıpkı bir din gibi çok uzun bir süreç ister.”* diyor Hocaefendi.
Bireye önem verilmesi onun eğitimiyle mümkün, ancak böyle çiçek açabilir insan. Nazım Hikmet’in de bireye bakışıyla Hocaefendi’nin aynı olması bir tesadüf değil elbette, ortak kültürün sonucu. Nazım Hikmet de “Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” diye tarif eder özlemini. Hocaefendi de bireyi yetiştirmeyi ve gelişen bireyin ise toplum için yararlı olacağını söylüyor.
Onun inandığı değişim Mevlana’nın dediği, “Bugün Ahmet benim ama dünkü Ahmet değil” .
Nevval SEVİNDİ
N.S.— Siz bireysel çiçek açmayı teşvik ediyorsunuz. Hattâ, belki İslamiyet’in bazı dönemlerine göre teşvik edilmediği ölçüde bir açma. Sizinki çok yeni bir anlayış. Bireyin teşvik edilmesi. Ve o bireyde çiçek açmaya olan teşvikiniz sizin vizyonunuzu belirtiyor.
F.G.— İnsanların alışkanlıklarını değiştirmek o kadar kolay değil. İnsanlar daha çok düşünmeden bir şeylere sığınmayı istiyorlar. Çünkü bireysel çiçek açma çok zor bir iş, çok güç bir iş. Çok fazla gayret istiyor. Öbür sığınma ise çok daha kolay. Ve genelde bizde tercih edilen de o. Belki parti liderlerinin hegemonyasında da bu yatıyor. Biz çok zor olanı istiyoruz. Fakat, bir yandan da çelişki gibi görünüyor bu bana, ilk bakışta öyleymiş gibi görünüyor. Bireysel olanı teşvik etmek cemaatte ayrılık çıkarmaz mı diye düşünüyor insan. Ama Ahmet İnsel mi yazmıştı, Ali Bayramoğlu mu yazmıştı, sizin de gezip gördüğünüz okullarda veya cemaat içinde çok kültürlülüğe nasıl geçileceği ve ferdi farklılıkların nasıl teşvik görebileceği soruluyordu. Bunlar, esasen bireysel çiçeklenmeye verdiğimiz önemin hem dışarıya iyi aksettirilemediğini hem de tam olarak oturmasının galiba zor olduğunu gösteriyor… Merak ettiğim için soruyorum. Türk toplumunda, bende de başkalarında da, bizimle beraber çalışan arkadaşlarda da o istikamette bir düşünceyi çarçabuk geliştirebilecek bir kabiliyet ve temayül ne kadar var? Çünkü, militarist bir milletin torunlarıyız. Atalarımızdan öyle intikal etmiş. Hattâ yer yer bu mevzudaki endişelerimi genetikten anlayan arkadaşlara sormuşumdur. Acaba milletlere mal olan şeyler tevarüs ediyor mu, kalıtım yoluyla geçiyor mu? Merakla da sormuşumdur. Sordum ama, tatmin edici bir cevap da alamadım. Fakat böyle bir tevarüsün mevcudiyetinden her zaman bahsedilebilir. Bunun parlamentoya aksedişi başka türlü oluyor, devlet başkanlığına aksedişi ise daha bir başka. Askeriyeye tevarüsü çok daha farklı.Biraz da gücü temsil ettiklerinden, biraz da mesleklerinin gereği zaman zaman daha sert tavırlı olabiliyorlar. Milletin başka kesimleri de, müsait oldukları ölçüde aynı temayülün tesirinde kalıyorlar.
Bu husus, insanın kolay kolay kurtulamayacağı bir kalıtım meselesi değil ise, bence bunu yıkmak lazım. Yani daha serbest, daha rahat düşünme, ferdi kimlik kazanma, bunlar çok önemli. Cihan harplerini müteakip milletlerin şunun bunun macerasına, toplu ölümlere sürüldüğü evrensel kriz dönemlerinde varoluş felsefesinin temelde esas çıkış noktasını da herhalde bu husus teşkil ediyordu. Birey her şeyiyle yok olup gidiyordu, sarsılıp gidiyordu. Varoluşçuların ferdin kayboluşu karşısındaki baş kaldırışlarında mutlaka haklılık payı vardı fakat, bazı noktalarda çok ileri gidip, bir başka yanlışı besledikleri söylenebilir. Her hususta olduğu gibi, bu konuda da dengeli olmak gerekiyor. Ferdin fert olarak, aynı zamanda başka fertlerle motivasyonundan, fert olarak inkişafından çok korkmamak lazım, endişe etmemek lazım. Çünkü, İslam da, Kur’an da ferde adeta bir nev olarak bakar; her fert, başka türlere göre bir nev, yani bir türdür. Önemli olan, onu besleyen duygu ve düşünce kaynaklarıdır, onu besleyen anlayışın kaynağıdır. Yani o, belli bir düşünce, belli bir anlayış, belli bir ufka ulaşınca ormanı meydana getiren ağaçlar gibi, bir toplum içinde yaşaması gerektiğini de idrak edecektir. Bunu anlayacaktır zannediyorum. Dolayısıyla inkişaf etmiş bir insan, başkaları ile beraber olma lüzumunu da hissedecektir, tek başına olmaması gerektiğini anlayacaktır. Bir yönüyle tek başına olmaması gerektiğini anlayacak, bir yönüyle de, toplumun diğer kesimlerine zarar vermeyecek, başkalarına zararı dokunmayacak seviyede olacaktır. Ferdi hak ve hürriyetlerini başkalarına zarar vermeyecek, hattâ, başkalarını kendine tercih şuuru içinde kullanan, bu çerçevede eğitim alan bir ferde fevkalade inkişaf etme imkanı verilmelidir. Yoksa değişik platformlarda hep sürekli bir hâkimiyet ve mahkûmiyet yaşanır, bir zalimiyet ve mazlumiyet yaşanır, bir gaddariyet ve mağduriyet yaşanır. Türkiye’deki acı tablonun bir boyutu da budur.
Yeni İnsan Tipi
Yeniliğe açık, yeni insan tipini inşa etmeye açık müesseselerde eğitim gören insanların ferdi inkişafları ve kültürel açılmayı nasıl gerçekleştirebilecekleri sorusunu Ali Bayramoğlu Bey soruyordu; Ahmet İnsel’in aynı konuda benzer bir mülahazası vardı zannediyorum. Yeri gelmişken, o hususa da temas etmek istiyorum. Bir yanıyla, bu müesseselerde görev yapan öğretmenlerde de, rehberlerde de Türkiye’deki genel ahlak, genel teamül ve genel düşüncenin –belli ölçülerde– devam ettiği söylenebilir. O düşünceden, o anlayıştan, o yerleşmiş mentaliteden birdenbire sıyrılmak, takdir edersiniz ki, kolay olmayacaktır.
İkinci bir nokta, orta dereceli okullarda, talebelerin his ve heveslerinin çok akıl mantık dinlemediği bir dönemde eğitimi, saygıyı ve ahlakı öne çıkarmak suretiyle vermenin daha yararlı olacağına inanıyorum. Bazı hususlar, belli prensipler ve ölçüler, hayatın üzerine oturacağı bir ideal, milli duygular, istiklal, bayrak, toprak, ülke ve insanlık sevgisi gibi temel hususlar bu yaşlarda telkin edilmelidir düşüncesindeyim. Ama bunlar baskıyla olmamalı, iradeye, ferdi tercihe ipotek konmamalı. Yoksa, arzu ettiğiniz hedefe ulaşamayacağınız gibi tersi bir neticeyle de karşılaşabilirsiniz. Bu, her şeyden önce bizzat örnek olmak, insan fıtratındaki güzellikleri tespit edip inkişaf ettirmek, müfredat programlarını ona göre düzenlemek, bizzat uygulamak, rehberlik programları ile sürekli takviye yapmak ve bu hususta çağın gerekleri, hatta rehber olma, takip eden değil, yol açan olma azim ve kararlılığı içinde sürekli ileriye dönük bir anlayış çerçevesinde davranmak ve bütün bunların gerektirdiği esnekliği müesseselere ve eğitimcilere kazandırmak suretiyle gerçekleştirilebilir.
N.S.— Dünyanın yeniliğe açık olduğunu söylediğiniz bu dönemde siz de bireyin çiçek açmasına çok önem verdiğinizi belirtiyorsunuz. Ama cemaat sonuç olarak kapalı bir sistemdir. Bu kapalılık içinde açılma ve genişleme mümkün mü? Fikir, düşünce üretimi açısından bu nasıl yansıyor cemaatinize?
F.G.— Burada da iki nokta var. Birincisi, günümüzde cemaat biraz farklı algılanıyor. Bana göre, ona cemaat denecekse –bu kelimeden de rahatsızlık duyuyorum– cemaatin oluşumu bir toplumun tabii oluşumu gibi bir şey. Yani aynı duygu, aynı düşünceyi paylaşan, aynı şeylere inanan veya ortak yanları olanların beğendikleri bazı şeylerin etrafında bir araya gelmeleri gibi bir şey. Bu her zaman Türkiye’de herkesle aynı zamanda beraber de olabilir. Devletin yanında da olabilir, milletin yanında da olabilir. Böyle bir cemaat telakkisinde mahzur olmasa gerek.
Kini, Nefreti Dirilmemek Üzere Gömmek
N.S.— Çok büyük müştereklerden doğan bir cemaat ruhu oluşuyor. Cemaat ruhu ortak bir şey mi? Yoksa bireyin oluşmasına izin verir mi?
F.G.— Şimdi bazı şeyler insanları bir araya getiriyor. Diyelim ki, hani siz diyorsunuz, insanların iyiye güzele doğruya inanmaları lazım, insanları sevmeleri lazım, her gönlün bir Mevlana gönlü olması lazım. Kini, nefreti bir daha dirilmemek, hortlamamak üzere gömmek lazım. Kin ve nefretten insanlık tarih boyu çekti. Onların bir kere daha Frankeştayn’ın hortlakları gibi ortalığı almalarına fırsat vermemek lazım. Eğitime önem vermek lazım. Netice itibari ile her şey ilime bağlı. İlimsiz bir dünya kavga dünyası olur. Şimdi sizinle bu duyguları paylaşanlar tamam diyorlar ve değişik yerlerde bu hisse tercüman oluyorlar, eğitim meselesinde de yardımcı oluyorlar. Bu duygu, bu düşünce etrafında bir araya gelmeye eğer cemaat denecekse şayet, böyle bir cemaat. Bu cemaat bir yönüyle kimseyi endişelendiren bir cemaat değildir. Çünkü, böyle iyilik, güzellik ve hep hayır düşünüldüğünden dolayı, hemen herkesi sevdiğinden, sevgiye açık olduğundan dolayı, elini de kullanacak, dilini de kullanacak, dolayısıyla hemen her zaman herkesle birleşebilecek.
İkinci bir husus, böyle bir cemaat olunca, hani bir de cemaatin açık kapalı, sarih zımni bir hegemonyası olur. Bu cemaate ait belli düşünceler, statik düşünce tarzı olur, istidatlar inkişaf etme imkânı bulamayabilir. Dediğiniz şey çok doğrudur. Hakikaten endişe edildiği şekilde bir araya gelenler bir şeyler yapalım mülahazası ile olursa, yani baştan bir araya geliş… Olursa, öyle olabilir. Cemaatte önde gelen, yani hayat turnikesine önce girmiş, bu önce girmeyi çok pahalıya satan insanlar var. İnsanın hizmet ederken türlü adlara unvanlara talip olması hizmete de saygısızlıktır, millete de saygısızlıktır. Kendisine itimat edenlere de saygısızlıktır. Kardeş olmak varken, herhalde bunun parçalarından herhangi bir parça olmak varken…
N.S.— Hep dışta arıyoruz, oysa içimizde çok cevherler var. İbrahim Hakkı’nın dediği gibi “Bir hazine gibi yatıyor”. Sizin “altın nesil” diye kast ettiğiniz ve yetiştirdiğiniz çocuklar bu hazinenin keşfi midir?
F.G.— Bir muhalif rüzgâr esmez ve bu harmanı yanlışlıkla savurmazsa, ki daima bu tür tehlikeler mevcuttur. Son günlerde de bir kriz yaşandı. Kriz tam atlatılmış sayılmaz ama, yine de demokrasi yani, hiç olmazsa demokrasi. Bir rüzgâr savurmazsa, fikir mimarları, geleceğin fikir işçileri bu okullardan, devletin okullarından çıkacaktır. Birbirlerinden etkilenecektir. Batı ile şu veya bu şekilde bir birleşme çok önemlidir. Batı ile entegrasyonun ayrı kazançları olacak. Amerika’yı yakın hissedeceğimiz yanlarıyla, yakın takibe alma ve değerlendirme, önemli şeyler bunlar. Bunlarla bu “altın nesil”i yetiştirebiliriz. Dünyada ilmi, teknolojiyi temsil eden bir genç nesil… Psikososyolojik açıdan da inanıyorum buna.
N.S.— Diğer İslam ülkeleri arasında Türkiye’nin farklı bir yeri var. Demokrasiye inanan bir İslam ülkesi olarak Türkiye, İslam’la demokrasiyi bağdaştıran tek sentez olacak mı bölgede?
F.G.— Demokrasi de tam değil Türkiye’de tabii. Mesela, ben öyle bir demokrasi arzularım ki; dünyadaki belli düşünce şekil ve değişimlerini kucaklamanın, korumanın yanı başında benim kabir sonrası hayatımla ilgili problemlerimi de çözsün isterim. Onları da müsamaha ile kucaklasın. Demokrasi bir gelişme süreci yaşıyor. Demokrasi geriye dönülemez bir süreçtir. Demokrasinin gelişimi, olgunlaşması; Darwin’in evrim teorisi ne kadar doğru bilemeyeceğim ama ruhta, insanların düşüncelerinde evrim yaşandığına şüphe yok. Bir gün çok yüksek seviyeli bir demokrasiye erişilecektir. Önce zamanın yorumunu beklemek lazım. Zamana saygılı olmak lazım. Hazımsız insanların hazımsızlığını da tahrik etmemek lazım. Türkiye’de her iki kesimde de hazımsızlar var. Türkiye rüştünü ispat etme konusunda da bir süreç yaşıyor. Her doğruyu söylemek her zaman doğru değildir. Doğrular topluma mal edilmeli ama henüz mevsimi değilse o doğruları öldürmeyelim derim. Doğrulara saygının ifadesi olarak o gerdanlığı öyle boyunlara takalım ki, bir kıymet ifade etsin.
N.S.— İnsanlar farklılıklardan hoşlanmıyor, farklılığa karşı önyargılı. Diğerlerinin de kendisi gibi olması isteği çok dayatmacı bir talep. Bizde tüm cepheler bunu istiyor.
F.G.— Çok doğru buyurdunuz. Bizim hoşgörü esprisiyle aşmaya çalıştığımız da belki budur. Çok farklı konumların, anlayışların kabulü demektir bu. Onu kabullendiğiniz takdirde çok kimsenin düşüncesinden, fikrinden istifade etme şansınız olacak. Batılı düşüncenin öyle yararlı yanları vardır ki; mesela, sistemli düşünme bir mümin sıfatıdır. Bence her mümin her sıfatıyla mümin olması gerekirken, pratikte bazen böyle olmayabilir. Bu mümince bir sıfatsa, böyle bir sıfatı olmayan mümin, kafir sıfatı taşıyor demektir benim anlayışımda. Böyle bir sıfatı taşıyan ise Hıristiyan olsun, Mecusi olsun, Budist olsun, o ise mümin sıfatı taşıyor demektir. Burada çok ince bir husus vardır, Allah en azından dünyada insanlara muamelesini onların sıfatlarına göre yapar. Yani sizin sıfatlarınız, davranışlarınız önemli. Mesela burada bir şeye hayran kaldım, burada mükemmel ve işleyen bir sistem var. Hastanede tüm doktorlar herkesin işini aynı anda yürütüyor, sizi incitmiyor. Hastanede en az yirmi doktor, otuz hemşire gördüm, biri hariç, bizdeki kimi doktorların abus çehresine hiç benzemiyor onlarınki. Sıcak ve inandırıcı, güler yüzlü davranıyorlar; şimdi bu mümince bir sıfattır. Beriki mümin camiden çıkmıyor ama, mümin sıfatlarından mahrumsa işin esprisinden mahrumdur, bütün hayatı boyunca mahrum yaşar. Bu bana çok önemli geliyor.
N.S.— Genellikle zarafet gibi, incelik gibi şeyleri günlük yaşamımızda artık kullanmıyoruz. Kimse kimseyle bir araya gelmiyor, paylaşmıyor. Eskiden tekkeler belki de bu inceltme işlemini yapıyorlardı. Yetişkin eğitimi yerine geçen bir şey. Türkiye hoşgörüyü dış işlerinde kullanarak bir yere varabilir mi? Avrupa Topluluğu’na girmeli miyiz?
F.G.— Hoşgörü olunca herkese, her düşünceye açıksınız demektir. Eğer arada uçurumlar meydana getirilirse entegrasyonun avantajlarından mahrum kalırsınız demektir. Biz Batı’nın bizim için avantaj sayılacak çok yanlarından mahrum kalmışızdır. Amerika’nın bize kazandıracağı avantajlarından mahrum kalıyoruz. Soyut, kuru bir Doğu’dan söz ediyoruz, doğrudur. Batı’nın yanında Doğu tutulmalı ama Doğu diye de şu anda çok yüceltilecek bir şey görünmüyor ortada. Hoşgörü, insanlar ve medeniyetler arasında müspet bir alışveriş sağlayacak öyle bir köprü ki, onun yanında her şey cılız kalıyor. Çok açık ve net olarak söyleyebilirim, Avrupa ile entegrasyonu gerekli görüyorum ben. Gelecekte daha ciddi beraberlik olacaksa, bunun içine planlı programlı girilirse şayet, bizim için olumlu olur. Bizi mecburi istikametler zorlarsa işin içine plansız itilmiş oluruz, içinde bulunduğumuz dünya bu dünyaya göre teşekkül eder ve biz çok mağdur oluruz. İkincisi, böyle bir entegrasyonun Allah nezdinde bir kıymeti varsa; ameller niyetlere göredir. Baştan işe kendi irademizle, isteğimizle girmeli ve irademizi kullanmalıyız. İçine gireceğimiz dünyada bizim de diyeceklerimiz vardır, pazarlıklarımız vardır. Biz entegrasyona evet diyoruz ama bizim de şartlarımız vardır. Vakum bizi yutarsa eğer, Allah korusun yaşadığımız tarihi tekerrürleri 21. asra girerken bir defa daha yaşamış oluruz.
-
Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti
BÖLÜM 9
İSLAM’DA REFORM VE TÜRK RÖNESANSI
“Terörizm kadar Müslümanlığa ters başka bir şey olamaz.”
“Belki hoşgörü ve diyalog Türkiye’de değişik kesimler arasında hayati bazı şeyler vaat etmektedir, fakat Aleviler’le aramızdaki suni aysberglerin eritilmesi adına çok daha yararlı olacak gibi.”
“İslam dünyasının kaybettiği üslubunu yeniden kazanması lazım. Halihazırdaki üslubu gözden geçirmesi ve onu sorgulaması lazım.”
“Çok evlenme Müslümanlığa leke oluyorsa, bir müslümanın buna yol açmaya hakkı olamaz.”
İslam Kavga Dini Değildir
Fethullah Gülen Hocaefendi, binlerce yıllık Anadolu Türk İslam geleneğini bugünün koşullarıyla besleyip büyütüyor. Aynı zamanda din bilgisi ve derinliğini bugün için kullanıyor. İslam’ın ihtiyacı olan reformu ancak Türk–İslam anlayışı gerçekleştirecektir diye inanıyorum. Hocaefendi ‘Türk rönesansı’na iman etmiş bir kişilik. Bugün bile geç değil ama zaman işliyor telaşında haklı olarak. İnsanlar küçük kafeslerinden çıkıp gönül enginliğinin yanında zihinsel bir ufka da taşınabilseler. Kutuplaşmış bir toplumda herkesin kendi hücresinde oturup kendi fikrinden başkasına düşman olduğu bu zemin yeşerse, biz hak ettiğimiz yeri alsak dünyada.
Hiçbir fikri üretimi olmayan dünyaların kapalı kapılarını açabilsek de onlar da korkulacak olanın kendileri olduğunu anlasalar. Köprüler kurabilsek birbirimize, konuşarak, tartışarak anlaşabilsek.
Hocaefendi’nin dediği gibi “…geleceğe karşı gözü kapalı kalmak körlük ise, geçmişe karşı alakasızlık da bir talihsizliktir”. Kültür yerelden evrensele taşınan bir özgün kumaş, özgün biçimdir ki onda hoyratlığa yer yoktur. O kahramanlığı, yiğitliği yeniden tanımlarken kötülüğe, yalana, unutulan değerlere, değerbilmezliğe, nadanlığa, hoyratlığa isyan ediyor.
Vefa ve dostluğu yüceltiyor. İnsanlar arasında dayanışmayı, ülkesine yararlı olmayı teşvik ediyor. Milletini hamasi nutukla yüceltmiyor gerekenin yapılması için hareket ettiriyor çevresini. Yani “Ainesi iştir kişinin” lafına inanıyor. Bir felsefeci gibi yorumlarken yaşamı, bir aktivist olarak hamlelerini yapıyor. Nehrin akmasını engelleyen barajları söküp atmaya uğraşıyor. O ne yapıyor da insanları harekete geçiriyor sorusunu kendisine sorması gereken çok insan var. Onun kavradığı sosyal dinamikler nelerdir ki hiçbir politikacı kavramamıştır.
Onun dizelerinde belki yanıtı: “Işık dalgaları içinde yüzerken varlık, karanlığa türkü söylemek bir kuru sevda...”
Nevval SEVİNDİ
N.S.— Türkçe’nin dünya dili olmasını mı isterdiniz?
F.G.— Onu da istemezler. Sizin bir ölçüde yaklaşmanızı, birlikte hareket etmenizi istemezler, onlar da rahatsızlık hasıl edebilir. Bence bu açılımlar yapılırken, onun da hesap edilmesi lazım. Ben şahsen öyle bir yerde onları rahatsız etmemek için Türkçe konuşmam.
N.S.— İran’a gittim, orda Afganistan’ı soruyorum, İran diyor ki: Afganistan İslam değildir, doğru Müslümanlık benim ki. Onlar olmadığından o kadar bağnazlar. Türkiye’de soruyorum Türkler diyor ki: Afganistan İslam değil, İran hiç İslam değil, doğru İslam bizimkidir. Herkes kendine doğru diyor. Ama Batı’dan bakıldığında sanki hiçbir farkı yok, onlar yekpare bir İslam görüyor. Acaba bunun için ne düşünüyorsunuz. Bir de acaba Batı’nın bakışı değişirse de bu değişim ne kazandırır?
F.G.— Batı’nın bu mevzudaki mülahazası çok eskilere dayanır. Zannediyorum ilk defa İslam’la karşılaştıkları zaman, ordular değil, orduların başındaki komutanlar değil de, o dünyayı düşüncesi ile idare eden insanlar İslam gerçeğini alıp tahlil edeceklerine, İslam’a karşı peşin fikirli davrandılar. Onunla İslam’a savaş ilan ettiler. Esas İslam’ı temel dinamikleri, temel esaslarıyla inceleselerdi. Zaman ve şartların yorumu onda değişiklikler yapmış, Afganistan’daki şeklini, İran’daki şeklini doğurmuş. Bu şekillere, Suudi Arabistan’daki şekline, Suriye’deki şekline takılıp kalmamalı. Meselenin bir diğer yönü, biraz kilisenin bağnazlığından kaynaklanan yanlış anlamalar da var. Gerçi, kilisenin bu asrın başında belli ölçüde yumuşadığını görüyoruz; bu yumuşamanın gelecek adına da önemli şeyler vaat ettiğini söyleyebiliriz. Batılı mütefekkirler, araştırmacılar, oryantalistler meseleyi ele alırken, Hıristiyanlık–Müslümanlık, biz ve onlar şeklinde yaklaşınca, kusur bulma da hazır oluyor, karalama hazır oluyor. Bu mülahaza, Batı’nın doğruyu ve Doğu’yu görmesine mani oldu.
Bunun için ne yapmak lazım? O ayrı bir mesele. Meselenin bir de Müslümanlar’ı ilgilendiren tarafı var. Müslümanlar, bulundukları şartlara göre, biraz kendi hissiyatlarına göre, biraz kendi çıkarlarına göre –ki, Türkiye’de son dönemlerde yaşanan şeylerde bu husus görülebilir– İslam’ı yorumlamışlar. Yani heva-heves İlahiyat’ın yerini almış gibi, doğru düşüncenin, doğru mülahazanın yerini almış gibi. İnsanlar kendi hissiyatlarını mantık zannediyorlar, muhakeme zannediyorlar ve ona din diyorlar. Bu hissiyat din etrafında ise, ona din diyorlar. Dolayısıyla saldırıyı bile dinin bir gereği sayıyorlar, düşmanlığı dinin bir gereği sayıyorlar.
Ben burada şunu arz etmek istiyorum. Bu hoşgörü mülahazalarının bahis mevzuu edildiği bir yerde eskiden beri şöyle veya böyle beraberliğimiz olan bir dostumuz, bir yakınımız –bize birtakım iyilikleri de olmuş olabilir– dedi ki, “Havayı çok yumuşatıyorsunuz, insanların içindeki elbuğzu fillah, Allah için nefret etme hissini içimizde yıkıyorsunuz” dedi. Ortada ne duvar kalıyor, ne uçurum kalıyor. Oysa ki, bu bir yanlış anlamadır. Kâfir dediğimiz insanlara karşı tavır esasen küfür sıfatına karşıdır. Put düşüncesine karşıdır, müşrikliğe karşıdır, onunla birlikte gelen gayr-i ahlakiliğe karşıdır. Küfür sıfatına karşı olmak başkadır, şahıslara karşı olmak başkadır… Bu ikisi birbirine karıştırılıyor.
Kalpte Hakiki Sevgi Olursa Düşmanlık Mecazi Olur
İkincisi, karşı olma, tutma gibi hususlar, belagat ilminin prensipleri ile ifade edecek olursak, hakikat de olabilir, mecaz da olabilir. Mesela, insanın bir kötü tavrına karşı olursunuz. Bu karşı olma işin mecazi yanıdır. Hakiki yanı ise, onu o kötü tavrından kurtarmayı gerektirir. Sevgi de böyledir. Kalpte hakiki sevgi olursa, düşmanlık mecazi olur. Sevgi, sevdiğinizdeki beğenmediğiniz yönlerin izalesini gerektirir. Bu meselenin esprisi bilinemediğinden dolayı zannediliyor ki, Müslümanlar bir taraf olup, ötekilere karşı sürekli içlerinde kin duyacak, nefret duyacak, kıskançlık hisleri ile oturup kalkacak. Bunu dini bir vazife olarak yapacaklar. Bunu bizzat rencide olacağım bir üslupla ifade etti orda. Belki buna benzer şeyleri orda da arz ettim. Niye böyle düşünülüyor diye, daha başkaları da rahatsız oldu orada.
Bunun gibi, zannediyorum İslam dünyasında da değişik yerlerde his ve heves kısmen fikir suretine girmiş. Dini de his ve heves olarak ele alıyorlar. Yani, ilahi çerçeve içerisinde değil, mantıkla ölçerek, tartarak değil. Günümüzde Kur’an’ın iyi bir yorumcusu diyor ki: “Kur’an insanlığa sunduğu kanunlarını, prensiplerini kurallarını akla tescil ettirmiştir. Onun akılla çelişen herhangi bir kaidesi yoktur.” Şimdi siz meseleyi hisle hevesle ele alınca, tabi hidayet kaynayıp gidiyor aradan. Herkes kendi hevasına ve hevesine uyuyor, onun kavgasını veriyor.
Bir taraftan Batılılar’ın öyle bir bakışı var, bir diğer taraftan da dinin böyle şahısların heva ve heveslerine göre yorumlanması var. Mutlaka burada dinin bazı kuralları da yaşanıyor, bizim Türkiye’de yaşanıyor, Suudi Arabistan’da yaşanıyor, İran’da da yaşanıyor… Yaşanıyor ama, heves öncelikli, his öncelikli yaşanıyor. Allah’ın emirlerinin marziyat, yani Allah’ın hoşnutluğu ambalajıyla ele alınması lazım. İnsan meşruları yaparken bile, acaba Rabbinin bu mevzuda mülahazası, bakışı nedir diye bakması lazım. Çünkü niyet, seyyiatı hesenata, hasenatı da seyyiata, yani kötülükleri iyiliğe, iyilikleri kötülüğe çevirir. Yani, iyi diye bir şeyi yaparsınız, yeri değilse, mevsimi değilse, o anda onu yapmak gerekmiyorsa, bunda Allah’ın rızası yok demektir. Bu şekilde iyilik yapma kuşağında kötülük yapmış olursunuz. Nazik hususlar bunlar.
Batılı’lar bir kere İslam’a peşin fikirli yaklaştılar. Onları fikirleri ve kanaatlerinde, bu düşüncelerinde teyit edecek hadiseler de sürekli cereyan ediyor.
N.S.— Neyi beklerseniz onu bulursunuz kabilinden…
F.G.— Biraz öyle bakıyorlar, öyle görmek istiyorlar. Ama biri çıkıp Cezayir’de doğru budur diyor, bir şey yapıyor... Suriye’de bir başkası aynı şeyi yapıyor. Filipinler’de Moro Cephesi’nde daha başkası kendine göre bir şey yapıyor, Bangledeş’te, Keşmir’de de bunun gibi şeyler oluyor... Batılılar, “Gördünüz mü, biz demiyor muyduk?” diyor. Kilise, “Gördünüz mü?” diyor. Hatta Budistler, “Gördünüz mü?” diyor. Bizim arkadaşlarımız ilk Budist rahiplerle karşılaştıklarında, rahiplerin tepkisi, “Şu harp eden din mi?” diyorlar, öyle bakıyorlar. Harbi zaruretler gerektirebilir. Dolayısıyla, o mevzuda kanun–kural olmalıdır. Şartlar savaşı zaruri hale getirirse? Fakat, savaş kanunsuz kuralsız olmamalı. Haçlılar, İncil’de savaşla alakalı böyle bir kural olmadığından dolayı kanunsuz kuralsız zulümler yaptılar. Filistin’e giderken yetmiş bin insanı ormanlarda astılar. Herkesin bildiği, tarihçe sabit bir vakıadır bu.
Meseleye sadece bu açıdan bakıp karar vermek, yani İslam’ı müspet veya menfi manâda savaşla, kavgayla özdeşleştirmek yanlış olur. Ama gel gör ki, dünyada cereyan eden hadiseler onu böyle görüp, böyle değerlendirmek isteyen insanların kanaatlerini teyit ediyor gibi oluyor. Bir kısım dikkatsizler ne zaman kime nasıl davranacaklarını bilmiyorlar… Yani bir üslup yanlışlığından ötürü yanlış şeyler yapılıyor ve işin doğrusu İslam çok kötü gösteriliyor.
Terörle, Dünyada Felakete Ahirette Cehenneme Varılır
N.S.— İran, Cezayir özellikle son dönemde terörist İslam diye örnek gösterilen yerler. Orada yaşananlar İslam’a bir imaj biçiyor.
F.G.— Örnek gösteriliyor da, Cezayir’de durum biraz farklı. Cezayir’de bizde olduğu gibi önce biraz demokrasiye yol açıldı. Demokratik yollarla gelenler gelsin dediler. Sonra onun önünü kestiler. Ben derim ki, baştan o imkânı vermeselerdi; inanan insanların, muhafazakârların, din diyenlerin iktidar olmasına fırsat vermeselerdi. Verdikten sonra yaptıkları demokrasi adına, demokrasi havarileri için ciddi bir ayıptır. Bu şekilde davranınca ne olur? Hisler tahrik edilir; tahrik olanlar bazı şeyler yapabilirler, bazılarını da entelijans servisleri yapar, onlara mal ederler. Cezayir’deki terörün farklı boyutları var. Orada bir-iki tane hissiyatı feveran etmiş insan bir yanlışlık yapıyorsa ki, Müslümanlık’ta, hatta Müslümanlık hesabına insan öldürmek diye bir şeyden bahsetmek mümkün değildir. Terörizm kadar Müslümanlığa ters başka bir şey olamaz. Kur’an-ı Kerim kasten, haksız yere bir insanın öldürülmesini bütün insanların öldürülmesine denk tutmuştur. Ve Kur’an’ın İbni Abbas’la başlayan pek çok yorumcusu, insan öldürenin ebedi cehennemde kalacağı şeklinde hüküm çıkarmışlardır. Siz Müslümanlık adına bir şey yapacaksınız, sonra kendi felaketinizi hazırlayacaksınız. Ebedi Cehennem’i hak edecek bir şey yapacaksınız. Bunu Kur’an’ın ruhu ile, dinin ruhu ile telif etmek mümkün değildir.
Demek ki, bir kısım hissiyatı feverana hazır insanlar tahrik ediliyor. Bir de, büyük ölçüde zannediyorum Türkiye’de olduğu gibi, çok defa çok masum bir İslami topluluk içinden birkaç tanesi sıyrılıyor, toplumu tahrik ediyor, sonra büyük bir hadise cereyan ediyor. Cezayir’deki hadiselerin bir başka boyutu da budur. Keşke bütün bunlara fırsat verilmeseydi! Şimdi aklı başında insanlar her şeyi sadırlarına sinelerine çekmeli, sil baştan deyip, yeniden bir demokrasi mülahazasıyla inanan insana da düşündüğünü yaşama hürriyeti, kazanma hürriyeti tanınmalı, şimdiye kadar yapılan yanlışlar yeniden bir kere daha gözden geçirilmeli. Terörle hiçbir yere varılamaz. Bir şeyin üzerine parmak basalım: Müslümanlık esasen terörle hiçbir yere varamaz. Terörle varılsa varılsa dünyada felakete varılır, ahirette cehenneme varılır.
N.S.— Cezayir’de kadın yazarlara ölüm fetvası çıkartıldı, çoğu aydın öldürüldü.
F.G.— İslami bir ülkede dahilde vuruşma ve sürtüşme olmaz. Bir yerde cezaya müstahak bir insan bile olsa, ona karşı ceza verme mahiyetinde bir şeyler yapıp, üzerine topla tüfekle gittiğiniz zaman çok masumlar zarar görür. Milli serveti tahrip edersiniz, masum bir aileyi öldürürsünüz, çoluk çocuğa tecavüz etmiş olursunuz. Sadece cani cinayetiyle cezalandırılmış olmaz. Masumlar zarar görmüş olur; bu, İslam’la telif edilemez bir durumdur. Böyle bir durumda herkes, kendi inancının, ideolojisinin, etnik farklılığının katılığına sığınır.
N.S.— Batı da bu terör hareketlerine sığınarak İslam’ı değerlendiriyor. Daha önce de haçlı seferlerinde karşı bir din olmasına sığınılmıştı, asrımızda da sığınır mı sığınırsa kaybı ne olur?
F.G.— Şu anda değişik sığınmalar içinde olduğu söylenebilir. Fakat Batı ile temas belli bir dönemde mürşitler yoluyla, yani Müslümanlar’ın abdallarıyla, delileriyle, pirleriyle yaptıkları türde olursa, zannediyorum hüsn-ü kabul görebilir. Ama ordularla giderseniz, Batı’nın karşısına güçle giderseniz, tahrik ederek giderseniz, biz buraya geldik, bir mahalle tesis ediyoruz, burada bir cami yapıyoruz, yanında bir Kur’an kursu yapıyoruz derseniz, onlarda size karşı bir gerilim hasıl edersiniz. Ama duygu ve düşünce dünyanızı arka plana çekerek, İslam’ın çok önem verdiği insanlığımızla bazı şeyleri onlara gösterirseniz zannediyorum, Batılılar da nihayet insandırlar, kapılarını belli ölçülerde aralayacaktır ve eskiden gösterdikleri huşuneti,* sertliği göstermeyeceklerdir zannediyorum.
Masum Bir Entegrasyon
O bakımdan ben, AB’ne girmeyi de biraz öyle gönülden arzu etmiştim. Çünkü daha masum bir bir araya geliş, daha masum bir entegrasyon, onları endişelendirmeyecek şekilde bir birlik beraberlik. Bu birlik ve beraberlik içinde kendimizi anlatma fırsatını bulabilirsek, hiç olmazsa kendisini anlatmak isteyen insanlar kendilerini anlatma fırsatını bulabilirlerse, tarihi hatalar kendi tarihsellikleri içinde kalır. Belki yeni bir bakış zaviyesi ile yorumlanabiliriz. Bunlar bir beklentidir, ümittir. Ama biz sertlikle gidersek, onları tahrik edersek, burada yer yer gördüğüm gibi, camiler çok masum yerler olduğu halde, onlar bile toplumun içinde, eski ifadesiyle birer tahrik unsuru halinde arz-ı endam ederse, rahatsızlık unsuru olabilirler. Yani, onların rahatsızlık duyabileceği şeylerden biraz geri durmalı. Daha sonra demokratik kurallar içinde dini haklar talep edilebilir… Bu iş için bir cami gerekli ise, dinimizi öğrenme yeri gerekli ise, o da istenebilir. Tatlı yaklaşımlar içinde olunmalı.
Kısaca, İslam dünyasının kaybettiği üslubunu yeniden kazanması lazım. Halihazırdaki üslubu gözden geçirmesi ve onu sorgulaması lazım. Yoksa bir dönemde dinlerine sığınanlar, bu gün kuvvete sığınabilirler. Medeniyetlerine sığınabilirler, yüksek teknolojilerine, sanayilerine, geniş imkânlarına sığınabilirler ve o zaman da İslam dünyasını ezerler. Ve yine, biz ve ötekiler olarak kalır gideriz. Batı’da hâlâ vahşet yanlısı insanlar vardır. Ama büyük ölçüde Batı’da bir medenileşme süreci yaşanıyor. Medenileşme gayretleri var. Onun için de bu medenilere bir şey anlatmak düşünülüyorsa, ilim yolunun, akıl yolunun, mantık yolunun seçilmesi gerekiyor. Dayatma yolunun değil. Benim dediğim haktır, senin dediğin batıldır, gel bu batıldan vazgeç, benim dediğim hakka teslim ol şeklinde yaklaşmak bence yanlıştır.
N.S.— Sizinle konuşmak istediğim bir konu daha var: çok kadınla evlilik meselesi. Benim ilgimi şu çekti. İslamcı denilen kesim çok kadınla evliliğin Kur’an’ın keyfiyetinde olduğunu, o yüzden de kabul edilmemesinin söz konusu olamayacağını öne sürüyor. Tabii ki bunun ahlaki bir şey olduğunu söylediler. Ya da savunma durumunda da şöyle savundular. “Canım işte siz ötekiler, yani laik kesimdekiler de birden çok kadınla ilişki kuruyor” dediler. Yani burada çok garibime giden şey, adam İslamiyet adına, laik kesimde eleştirdiği aynı kriteri kendisi için kullanıyor. Ortak ahlaki değerlerimiz mi yok?
F.G.— Siz de yer yer ifade buyurdunuz. Bize ait bazı hususlar şimdiye kadar çokları tarafından ele alındı ve tartışma konusu yapıldı. Allah, insanı kerim olarak yaratmıştır. İnsan daima iyi ve güzel olanı araştırır. Ama her zaman iyi ve güzeli bulamayabilir. Bazen Hakk’ı ararken batılla karşılaşabilir. Doğruyu ararken, bazen doğru olmayan, güzel olmayan bir şey eline geçebilir, başına gelebilir. Bence arama, ararken yanlışlara düşme biraz ilmin de yoludur. Gerçeğin de yoludur. Bunu yadırgamamak lazım. Belki durgunluğu yadırgamak lazım, duyarsızlığı yadırgamak lazım, aramamayı yadırgamak lazım, araştırmamayı yadırgamak lazım. Tehlikeli olan, insanı ve insani kabiliyetlerin inkişafını öldüren durgunluktur, duyarsızlıktır.
İnsanoğlu son asırlarda belli değerlerden uzaklaştı ve günümüzde doğruyu arıyor. Bunu yaparken, ne yazık ki, taraf oluyor, cepheleşmeler meydana çıkıyor. Keşke bu olmasa, biz ve onlar denmese; doğru hep bizde, yanlış hep onlarda anlayışına girilmese. Toplumun yapısındaki parçalanmayı kendi içimizde kapasak, iz bile bırakmasak. Bazı şeyleri ifadede, eskilerin ifadesiyle ben de ‘diyk-i elfaz’, yani ‘kelime bulamama’ zorluğu çekiyorum. Her iki taraf da zannediyorum, uzun zaman değerler kaybını giderme gayreti içinde. Herkes bir yere varmak istiyor. Bu bir yerde kendini bulacağına inanıyor. Tabii farklı noktalardan hareket edildiğinden dolayı farklı noktalara varılıyor. Bu da hâlâ bir kısım kutuplaşmaların devamına sebep oluyor, onu netice olarak veriyor.
N.S.— Yani ahlaki kriterler açısından bir bölünmüşlük var. Bu da biraz garip değil mi?
F.G.— Ortak ahlaki ve düşünce esasları tam kavranamadığından veya herkes için bunlar farklı olduğundan bölünmüşlük oluyor. Müştereklerimiz şu anda henüz tam kavranmış değil. Herkes meseleye bir yanından bakıyor, kendi doğruları ile bakıyor, öbür taraf da kendi doğruları ile bakıyor. Mutlaka her iki tarafta da doğrular var. Belli bir dönemde, bazıları herhalde kendilerini savunmak için dört kadınla evlenmenin cevazı üzerinde ısrarla durdular.
Ben burada bir espriyi arz etmek istiyorum: Bir defa, imam nikâhı kıyılarak, birden fazla kadınla evlenmenin Sünnet olduğuna dair Kur’an-ı Kerim’de ve hadislerde herhangi bir kayıt yoktur. Nisa Suresi’nde, hususi şartlar altında ancak cevazdan, ruhsattan bahsedilir ve bir kadınla evlilik adeta zaruret derecesinde teşvik edilir. Dolayısıyla kimse, dört kadınla evlenmeyi bir Sünnet’i yerine getirme şeklinde düşünemez; adeta dini bir emri yerine getirme iddiasında bulunamaz. Allah Resulü’nün evlilikleri bir çiledir ve ona hastır. Allah Resulü’nün birden fazla evliliği 55 yaşından sonra başlıyor. Çok yıpranmış bir insanın bu dönemden sonra öyle bir arzusunun bulunduğunu söylemek tarihi gerçeklere terstir. Bir şefkat abidesidir o, Allah ona hususi bir ruhsat vermiştir, bir şefkattir onunki. Hz. Ömer’in kızının kocası ölmüş. Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir’e “Kızımı al, ortada kalmasın” teklifinde bulunmuş. Hz. Ebu Bekir özür beyan etmiş. Aynı şeyi Hz. Osman da yapmış. Efendimiz (SAV) ise, onu hane-i saadetlerine kabulle, burada izahı mümkün olmayan, yeri de olmayan pek çok maslahatı* yerine getirmiş. Bu evlilikler, Efendimiz (SAV)’in sırtında kambur gibi bir şeydir. Onca insanı incitmeden, üzmeden, adaletle, tam bir istikametle idare etmek, diyorum ki, peygamberliğine delil olarak yeterdi. Ama diğerlerine gelince; bir tane kadınla evlenmek esastır, zaruretler birden fazla evliliği gerektiriyorsa, kadınlar arasında adalet esastır. Kur’an, “Aralarında adaletle muamele yapamamaktan korkarsanız, bir tane yeter. Adalet için bu daha uygundur.” diyor. Dolayısıyla, birden fazla evlilik Sünnet değildir, ibadet hiç değildir. Kimse zaaflarına dini bir kisve giydirip, sonra bunu bir sevap gibi sunmamalıdır. Bu dinin istismarıdır. Meselenin bir yanı bu.
Başkalarının Avukatı, Kendimizin Savcısı Olmak
Meselenin diğer yanı şudur: Dinde ruhsatlar vardır, azimetler** vardır. Azimetler işin ağır yanını tercih etmelidir. Buna kimse zorlanamasa da, mesela biri kalkar içten bir coşma ile Rabbine karşı gönlündeki bir alaka ile, secdede bir kere daha O’nunla secdede bulunmayı isteyebilir ve bunu bir yönüyle yapabilir. Allah’ın o esnada ihsan edeceği şeyler açısından da bunu arzulayabilir. Ama, bir başkasının bir damla ibadetini, bir kelime-i tevhidini bir geceki yüz rekâtlık namazına tercih de eder. Esas şudur: Başkalarının avukatı olmak, kendimizin savcısı olmak. İnsanın kendisini sorgulaması. İşte, azimetle amel etmek demek, böyle bir sorgulama, işin ağırını yaşama, ferden zoru seçme, zora talip olma demektir.
Ruhsatlara gelince: Onlar, genişlik adına, rahatlık adına, Allah’ın tanıdığı kolaylıklardır. Bu mevzuda ayetler vardır, hadisler vardır. Sofilikte, tasavvufta, İslam’ın ruhi hayatını tercih edenlerde azimetle amel etmek esastır. Dinde poligamiyi tecviz edenler bunu bir ruhsat olarak görmüşler. Gerçekten bir zaruret hali olur. Savaş halleri olur. Pek çok kadın ortada kalır. Bunların hissiyatı vardır; meşru dairedeki zevklerin meşru çizgide tatmini için harama giden yolları tıkamak gerekir. Ayrıca, bilhassa kadınların dul ve bakıma muhtaç kaldığı dönemleri de nazara almak lâzım. Din, sadece bu asra değil, bütün asırlara hitap eder. Her asır, ondan kendine layık olanı ve gerekeni alır. Allah’a yaklaşma ve iyi Müslüman olma iddiasındaki bir insan ruhsatlardan çok azimetleri tercih eder. Bunu tasavvuf mektebinin önde gelen simalarından Şarani, “Dervişler azimetle amel etmeliler.” diyor. Bir taraftan tasavvuf denecek, fikir denecek, öbür taraftan da gerçekten gerekli mi, ruhsatı kullanma şartları var mı, neyin tercih edileceği samimi olarak ve Allah rızası istikametinde etüt edildi mi, bütün bunlar nazara alınmadan, ruhsatlar son noktasına kadar kullanılacak ve bir de bunlar İslam’a ve kişinin Müslümanlığına ölçü olacak. Bu, olsa olsa, kabahate, kusura, beşeri zaaflara dini urba giydirmektir.
Kaldı ki, bazı meselelerde zamanın hükmü vardır. İnanmış bir insan, hayat arkadaşına farklı bir nazarla bakıyorsa, rica ederim, böyle birinin Müslümanlık için böyle bir şey yapıyorum demeye hakkı olamaz. İhtiyaçların giderilmesi bir ‘def-i hacet’ mesabesindedir.*
Hayatın gayesi değildir. Müslüman saffet**, samimiyet ve idealin temsilcisidir, Allah rızasından başka bir şey düşünmez. Bu bakımdan, kadınla erkek arasındaki münasebette ana dayanak şefkattir, hayat arkadaşlığıdır, yalnız dünya ile değil, ebedi ahiret hayatını da nazara alan bir yol arkadaşlığıdır. İnsanlığın neslinin devamıdır. Diğeri, buna dünyada verilmiş sadece bir ücrettir. Evlilik, fiziğe değil, öncelikle akla ve ruha dayanır. Sonra, zaman bazı şeyleri öne çıkarır, bazılarını geriye atar. Önem kazanan bazı emirler gereği, bazı emirler terk edilir. Savaşta oruç tutulmaz, seferde namaz kısaltılır.
Çok evlenme Müslümanlığa bir leke oluyorsa ve İslam’dan uzaklaştırmaya sebep oluyorsa, bir Müslüman’ın buna yol açmaya hakkı olamaz.
Caminin Yanına Cem Evi Yapalım
N.S.— Sizin Orta Asya’da Latin alfabesinin kabulünde çok önemli bir rolünüz oldu.
F.G.— Gelecekte şu veya bu şekilde en azından bazı hususlarda birlikte hareket etme düşünülüyorsa, birbirimizi daha yakından tanımamız gerektiği düşünülüyorsa, bir alfabe birliği çok önemlidir dedim. Bir de İran’ın, Suudiler’in menfi tesirlerinden uzak kalabilmek için bu ülkelerin birbirleriyle aynı şeyi yazıp, aynı şeyi okumalarının, hatta imkânı varsa belli bir kesimin aynı ağzı, aynı aksanı kullanmasının çok önemli olduğunu söyledim. Onlar da buna sıcak baktılar. Fakat, alfabe değişimi gibi aceleye getirilmemesi gereken bir meselede acele davrandılar. Bazı sesleri ifade edecek harf bulamadılar, yakışıksız harfler yerleştirdiler. Oysa ki, kendi ağızlarına göre bizdeki alfabe alınabilir, bazı sesler için ise yeni harfler ilave edilebilirdi. Alfabe meselesi, hemen çabucak halledilecek bir mesele değildi. Belki ilerde bu konuda yeni reform veya düzeltmelere gidilebilir.
N.S.— Rusça’da yayımlanmış çok zengin Türk araştırmaları da var. Biz bu kaynaklara çok uzağız henüz. Etimolojiden, Anna Ahmatov’un oğlu ünlü arkeoloğun çalışmalarına kadar çok zengin bir birikim belki bize böylece ulaşır.
F.G.— Bir açıdan, o da bir zenginlik sayılabilir. Slavlığın, Çarlık Rusyası’nın, komünizmin, menfi tesirlerinin yanı sıra, kendilerine bir kısım katkıları da olmuş olabilir. Bunların menfi tesirlerine karşı koymak için yaptıkları bazı şeyler vardır, bu şekilde sağladıkları birikimleri vardır. Bizim ise, ayrı bir dünyada, Batı’ya açık bir dünyada farklı bir değişim karakter ve sürecimiz vardır. Büyük devlet olmanın şiarlarından bir tanesi de zengin kültürlü olmaktır. Türkiye tek başına bu zenginliği karşılamayabilirdi. Fakat Asya’daki kültür birikimi, Türkiye’deki farklılık, bunların karışımı, meczi zannediyorum ayrı bir zenginlik, ayrı bir derinlik olacak bizim için. Bu da kendi kendine mi olacak, insiyaklarla mı o noktaya gideceğiz, bilemiyorum ve kestiremiyorum da, fakat istikbal öyle görünüyor. İmkân olsa da, Türkmenistan ve Özbekistan gibi ülkelerde de aynı durum olsa; dış baskılardan kurtulmanın yolu biraz da bundan geçiyor. Bu, Kur’an harflerinin, Kur’an alfabesinin öğrenilmemesi demek değildir. Ama bir milletin millet olarak, ilmi ve teknolojik bakımdan zengin bir dünyada Kiril alfabeleri ile ayakta kalıp, büyümesi çok mümkün görünmüyor.
N.S.— Orta Asya edebiyatını, kültürünü hiç tanımıyoruz. Oradan kendimize ait öğrenecek çok şey var.
F.G.— Çok az şey biliyoruz, çok az. Mesela, onlarda bizdeki Yunus Emre’ye benzer bir Mahdum Kulu var. Bu zat hakkında hemen hiçbir şey bilmiyordum. Edebiyattan anlamasam da, okuma merakım var. Ancak 1990’dan sonra bu zatın divanını elde edebildim. Baktım Yunus Emre gibi düşünüyor. Bu zat abideleştirilmiş. Daha nicelerini de bilmiyoruz. Manas Destanı’nı bile yeni yeni duyup öğreniyoruz.
N.S.— Bizde bunu en yakın temsil eden Alevi kültürü, onlar da bunu kentlerde kaybettiler.
F.G.— Belki bizim de bütün toplum olarak bazı yanlarımız itibariyle rötuşlanmamız lazım. Tasavvufun yaptığı budur. Bizim yontulup, şekillendirilmesi gereken yanlarımız olduğu gibi onların da (Aleviler’in) bazı yanlarının yontulması, şekillendirilmesi lazım. Alevilik üzerinde hususi araştırma yapan tanıdığımız insanlar var. Onların mütalaalarına bakılınca, hakikaten Alevilik ayrı bir zenginlik kaynağı oluşturuyor. Bence o kültür Sünnilik mülahazasıyla kaldırılıp bir kenara atılmamalı, değerlendirilmeli. Belki Aleviler, Alevilik mülahazası ile değişik düşüncelere sığındılar. Bu sığınmanın bedeli de çok pahalı oldu onlar için. Şimdi bütün bunlardan sarf-ı nazar* ederek, biz ve onlar aramızda yeniden bir millet olmanın gerektirdiği birliği, kardeşliği tesis edersek, zannediyorum o kültür akışı, intikali kendi kendine gerçekleşecektir. Yani birbirimizi zenginleştirme imkânı doğacaktır. Birbirimizi bu şekilde tanıma da ayrı bir marifettir.
Birbirimizin iç dünyalarına ve ruhi derinliklerine inmek, yine karşılıklı istifade adına meselenin ayrı bir boyutu. Bu birliktelik ve zenginlik için, onlar da Sünniler’e açılmalı. Halihazırda bu mesele bazı kesimler itibariyle hâlâ istismara açık gibi. Yani, niçin bazı aşırı sol akımları önemli ölçüde onlardan bazı kimseler temsil ediyor? Bizim milletimize ne olmuş ki! Bu millet ve bu ülkenin devletinin bazı eksiği gediği varsa, bu hepimiz için bir derttir. Halk için de bir derttir. El ele verip bu yanlışı düzeltelim. Bu Türkiye’yi kendi kendimize yeterli hale getirelim, akıllıca paylaşalım ve beraberce yaşayalım, istifade edelim. Böyle daha makul, hem milletin kalıcılığına hem de bizim kalıcılığımıza yardımcı olabilecek bir yol varken, böyle çok küçük mülahazalara saplanarak onlarla bir yere varılacağını vehmetmek, eğer birileri tarafından bir şeyler vaat edilerek bir iğfal değilse şayet, bir kandırma değilse, en azından büyük bir saflıktır diyeceğim. Bu millet köklü bir millet, sürekli medeniyetler kurmuş bir millet, her zaman engin kültürü olan bir millet. Batı’nın istifade ettiği kaynak olmuş bir millet
Bu mevzuda da yine başa döneceğim. Belki hoşgörü ve diyalog Türkiye’de değişik kesimler arasında hayati bazı şeyler vaat etmektedir, fakat Aleviler’le aramızdaki suni aysberglerin eritilmesi adına çok daha yararlı olacak gibi.
N.S.— Aleviler’in sözlü kültür geleneğinin temsilcisi olduğunu söylersek?
F.G.— Bir de fakirin o mevzuda bir teklifi olmuştu. Alevilik vicahi kültüre dayanıyor. Bunun kitabileşmesi, ilmi bir sıfat ve kimlik kazanması için cem evlerine Alevi kaynaklarını koyalım demiştim. Çünkü atadan evlada intikal eden şeyler aynen intikal etmeyebilir. Bunun için, lokalleriniz olsun, eğitim merkezleriniz olsun, okuma salonlarınız olsun… Buralara Hacı Bektaş Veli’nin Makalât’ını koyalım, Mevlana’nın, Yunus Emre’nin Niyazi Mısri’nin eserlerini koyalım. Yani siz kimleri, hangi şahısları seviyorsanız, onların kitaplarını koyalım ve Alevi kültürü; vicahi, yani ağızdan ağza aktarılan bu kültürü kitabi kültüre çevirelim ki kalıcı olsun. Oturup konuştuğumuz zaman anlaşabileceğimiz bazı koordinatlar olsun. Yoksa öbür türlü zemin çok kaygan olur, kaymalar olur, anlama zorluğu yaşanır.
Benim düşünce ve teklifim bu oldu. Hattâ cem evlerine destek olunmasını, mesela Tunceli’deki tanıdıklarıma tavsiye ettim, yardımcı olun dedim. Ortak okul projesi İzmir Narlıdere’de düşünüldü. Orada eskiden senatörlük de yapmış Dedeler’den birisi ile çok sevişiriz. Onunla, cem evi yapalım, yanına da cami yapalım diye görüştük… Osmanlı hoşgörüsü; kilisenin yanında cami, caminin yanında havra… Bunların hepsi yaşanmıştır ve bunlar çok sevindirici olmuştur. Selim akla, mantığa dayanmayan sertlikleri, huşunetleri kırmada bunlar çok önemlidir.
-
Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti
BÖLÜM 10
YENİ YETİŞEN İNSAN
“Hz. Mevlana’nın ifadesiyle, bir pergel gibi, bir ayağıyla olması gereken yerde, Tevhit’te, merkezde; diğer ayağıyla ise, 72 milletin içinde.”
“Allah’a kimin daha yakın olduğunu da ancak Allah bilir. Bu, unvan, kıyafet meselesi değildir. Siz veya bir başkası Allah’a çok daha yakın olabilir.”
“Zaman zaman asker olmayı arzuladığım durumlar da olmadı değil.”
“Picasso’nun resimlerine hayranlık duyarım.”
Orta Asya’da Ufuk Açan Eğitim Misyonerleri
Fethullah Gülen Hocaefendi ile yaptığım sohbetin sonuna geldik. Gördüğüm büyük ve sıcak ilgiye teşekkür ediyorum. Hocaefendi’yle, ciddi sağlık sorunları olduğu için kendisini yormadan, sıkıştırmadan hoş bir sohbet yaptım.
Bu bölümde onun, Orta Asya Türki Cumhuriyetler’den başlayarak yaptığı büyük eğitim atağından söz etmek istiyorum. Balkanlar’da ve tüm dünyada açılan okullarla süren bu misyon, işadamları tarafından gerçekleştirmekte. Dünya’da 200 okul açan cemaat şimdilerde Amerika’da üniversite açmaya hazırlanıyor. Azerbaycan, Arnavutluk, Kazakistan, Özbekistan, Romanya, Bulgaristan, Moldova, Makedonya, Ukrayna, Kırım, Rusya Federasyonu, Yakutistan, Buryat, Tuva, Hakasya, Afganistan, Bangladeş, Tayland, Endonezya, Pakistan, Çin’de açılan okullara şu anda yenileri de eklenmekte.
Kırgızistan’da öğretmenlerin, devlet yardımı olarak verilen patatesi yiyerek altı ay yaşadığını biliyor musunuz? Daha ilginci sadece patates pişiren ahçının kendi yemeğini evinden getirdiğini! Türk öğretmenlerin hepsi Boğaziçi ya da ODTÜ gibi iyi okullardan, en başarılı öğrencilerden seçilmiş ekipler. Parasızlık nedeniyle üç aile bir evde kalanlardan tutun, düğünü yapıp karı koca gerdeğe girmeden okuluna koşan genç öğretmenlere kadar bir gün öyküsü yazılacak idealist, genç insanların yaşamları. Onları bağrına basan Orta Asya’ya tüm sevgilerini ve bilgilerini veren öğretmenler. Demek ki, “Misyon olmadan insan, insan olmadan misyon olmaz” lafını haklı çıkarıyor hayat. Bir ülkenin can damarı öğretmenleri ve kültür elçileridir.
Türkçe öğrenen, Latin alfabesini kabul etmeye hazırlanan Orta Asya ile Türkiye’nin kültürel ufku da açılıyor. Milyonlarca kitap basılabilir, özlemle kitap bekleyenlere ulaşılabilir. Bizim için büyük bir kültürel pazar ve etkileşim alanı. Aynı zamanda bizim bilmediğimiz köklerimize ait önemli kaynaklara bu çocukların tercümeleriyle ulaşacağız. Rus dilindeki yayımlanmış Türk kültürü, arkeoloji, etimolojisi ile ilgili çok önemli kaynaklara ulaşma şansımız var artık. Böylece bizde yapılmayan sosyal bilimler, tarih çalışmalarına başka kaynaklardan kendimize ulaşmanın yollarını bulacağız.
Artık Türki Cumhuriyetler’den gençler TCS (Türki Cumhuriyetler Öğrenci Sınavı) ve YÖS (Yabancı Öğrenciler Sınavı) ile Türk üniversitelerine akıyorlar. Hepsi özel yetiştirilmiş, sınavla alınmış ve çeşitli dallarda birincilikleri olan çocuklar bunlar. En çok çekinilen Tacikistan’da, İran ve İsmailiye mezhebi yanlıları bir sonuç alamadılar. Halkın tercihi Türk eğitiminden yana oldu. Geçen sene Tacikistan’dan 23 talebe Türkiye’ye gelirken bu sene 99 kişi sınavları kazanıp geldi. 7 tanesinin Boğaziçi, 18 tanesinin ODTÜ’yü kazansının yanı sıra, geçen seneki öğrencilerden biri bu sene Boğaziçi Elektronik–Elektrik bölümünde birinci oldu. Tacik öğrenci derece alıp çıtayı yükseltirken genelde öğrenci kalitesinde de farklılık olacaktır umarım.
Türkiye Cumhuriyet tarihinin en büyük eğitim atağını gerçekleştiren Fethullah Gülen Hocaefendi, incelenmesi gereken sosyal bir fenomendir. Yurtiçindeki yüz okulu da eğitim seferberliğinde önemli bir çabadır. Onları görmemezlikten gelemeyiz. Meselelerden kaçarak bir yere varamadığımız ortada, kendimizle ve herkesle yüzleşerek yalancı olanı ortaya çıkarabiliriz. Zor olandan korkmak sonucu değiştirmez. Zoru başarabiliriz. Yeter ki isteyelim.
Fethullah Gülen Hocaefendi’ye, zor koşullara rağmen, bana gösterdiği nezaket ve incelik için teşekkür ediyorum. Bana verdiği röportajdan dolayı kendisine sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
Nevval SEVİNDİ
N.S.— Her yönüyle inkişaf eden ve gelişen insan tipini yani bireyi teşvik ediyorsunuz? Peki insanlar maddi ve manevi dünyalar arasındaki ilişkiyi nasıl dengeleyebilir? Örneğin siz çok içekapanık, durgun görünüyorsunuz, oysa büyük bir coşkuyu içinizde taşıyor ve bunu eyleme döküyorsunuz plan ve projelerle.
F.G.— Bu ayrı bir mesele ama, bazı meseleler var ki, bunlarda insan dualizimden kurtulamaz. Yani her insanın kendine dair kendine bakan yanları vardır. Hem de bazı kimseler, bir hayli deruni olabilirler. Bazen benimki gibi değil, o sahanın insanlarının durgunlukları bir murakabedir, sükûtları tefekkürdür, ayrı bir değerdir, iç değerdir… Sessizlikleri, görüntülerindeki pejmürdelikler bizi aldatmamalıdır. Nedim’in meyhaneye bir bakışı vardır: “—Meyhane mukassi görünür taşradan amma, —Bir başka halâvet, başka letafet var içinde” der. İşte böyle bir mukassi* görünme halleri vardır. Bu, onların kendilerine bakan derinliklerine mütealliktir. Vicdanla baş başa kalışın ifadesidir. Böyle bir insan, aynı zamanda bir kısım sorumlulukları da sırtına yüklenerek, kâinatla münasebete davet edildiğinde toplumun içinde sosyal bir varlık olarak görünür, sosyal bir varlık olarak tanınır, sosyal bir varlık olarak diğerlerinden geri kalmamaya çalışır. Bir yanda aşkı şevki, hattâ daha ötede cezbi incizabı, daha da ötede hayretleri ile hem bir Pascal, bir Bergson, bir Muhiddin ibni Arabi ve Mevlana gibi derinliğine ulaşamayacağımız bir girdap, diğer bir yanda ise, insanlara açıldığı zaman bir ceht**, bir gayret insanı. Hz. Mevlana’nın ifadesiyle, bir pergel gibi, bir ayağıyla olması gereken yerde, Tevhit’te, merkezde; diğer ayağıyla ise, 72 milletin içinde. Bir ikilem, dualizm gibi görünen bu hali Allah’a inanmış bir insan yakalayabilirse, bu arzu edilir bir durumdur. İç dünyası itibariyle o kadar derin, o kadar aşkın… O kadar Allah’la münasebettar; ama aynı zamanda, toplum içinde aktif bir hizmet eri.
N.S.— Hem ağlayan, hem gülen, hem yürüyen hem duran olma… Peki hiç öfkelenmez misiniz?
F.G.— Benim öfkelenmem, nefsi müdafaa gibi olur. Çok sabırlı olduğumu söyleyebilirim. Dünya kadar stres, asabi haller, Eyüp sabrı gerektiren durumlar, bunların doğurduğu psikosomatik rahatsızlıklar. Nihayet sabır taşının çatladığı anlar gelir. Boşalmayı bazen hekimler de tavsiye ederler. Ara sıra boşalmanın yararı vardır. Fakat benim sabır ve tahammülüm boşalmamın çok daha ötesindedir.
N.S.— Yirmi yıldır birlikte olanlara sorun diyorsunuz… Peki rüya görür müsünüz?
F.G.— Çok rüya görürüm de, net olarak rüyalarımı uyku sonrasına taşıyabildiğim o kadar çok mudur? Belki sadece gerekli olanları taşırım. Öyle Allah’la münasebeti çok kuvvetli bir insan değilim, fakat Allah’ın kullarına olan merhamet ve şefkati nihayetsizdir. İşte, çok sıkıldığım, bunaldığım anlarda teselli adına gördüğüm rüyalar çoktur. Allah’la münasebetim zayıf olabilir, Allah’a kimin daha yakın olduğunu da ancak Allah bilir. Bu, unvan, kıyafet meselesi değildir. Siz veya bir başkası Allah’a çok daha yakın olabilir. Fakat Allah’a hamt ederim, Allah Resulü ile alakalı bir mülahazam vardır. O’na sevgimin ifadesi olarak, içimde duya duya “Keşke üzerine bindiğin atın olsaydım, hayır, atının bir kemiği olsaydım; keşke sandığından çekip attığın bir okun olsaydım” demişimdir. Allah’ın üzerimdeki en büyük ihsanı, O’nu tanımamdır.
N.S.— Çok sık seyahat etmiyorsunuz galiba?
F.G.— Ara sıra. Geçen sene Amerika’ya yine gelmiştim, bu sene, sağlık durumum tekrar gelmeyi mecbur etti. Biraz da buradaki arkadaşları görme arzusu, bazı hafakanlarımı teskin etme isteği bu gelişimde etkili oldu.
N.S.— Efendim, sizin ilgi alanınız çok geniş. Fizik en sevdiğiniz bilim dalı örneğin. Bediüzzaman’dan, Einstein’dan, Pastör’den sevgiyle söz ediyorsunuz. Bir çok bilim adamına, düşün adamına hayranlığınız var. Hangisini en çok seviyorsunuz? Bir de merak ediyorum, ne olmak isterdiniz? Bilim adamı mı, sanatçı mı nasıl bir tercihiniz olurdu?
F.G.— Hepsini çok sevdiğimden, tercihte zorlandığım anlar çok olur. Sonra, tercih de şart değildir. Ağrıları sızıları dindiren, tedavi eden, kesip atarken bile, heykel yontar gibi insan inşa eden bu insanlar, Allah yolunda, rampaya oturmuş peyklerin birden yükselmesi gibi, dikey olarak veli olurlar mülahazasını taşırım. Türkiye’de insan veli olabilir, fakat veli olma yolu bir değildir. Toplumu aydınlatma bir veli olma yoludur, Allah’a dost olabilir bir insan. Benim, toplumun ihtiyaçlarına göre, şu olsaydım, şöyle olsaydım dediğim anlar çok olmuştur. Güreşçilerimizin mağlup olduğunu görür, keşke iyi bir güreşçi olsaydım derim. Bir başka sahada müsabaka yapan sporcularımızın mağlubiyetini görür, keşke o sahada iyi bir sporcu olsaydım derim. Zaman zaman asker olmayı arzuladığım durumlar da olmadı değil. Belki bütün bunlar hiçbir şey olamamaktan, hiçbir şeye kabiliyetimin olmamasından ileri geliyor da olabilir. İlimler sahasında meselenin temel esprisini ise Bediüzzaman’ın mülahazasında buluruz. Şöyle der o: “Allah’ın iki kitabı vardır: Biri kâinat kitabı, diğeri Kur’an-ı Kerim.” Konuya bu zaviyeden yaklaşılırsa, Kur’an, Allah’ın Kelam sıfatının tecellisi olarak yerinde bir mesaj, yerinde bir kitaptır. Mütalaa edilmelidir. Bütün ilimler hep ondan fışkırmıştır. Kur’an kâinata tercümandır. Kur’an’la kâinat arasındaki münasebeti kuramayan, Kur’an’ı da anlamaz, kâinatı da anlamaz. Bazıları sadece kâinatı anlıyor, bazıları da Kur’an’ı anlıyor gibi görünür. Einstein’ın dediği gibi, bunların kimisi kör, kimisi de topaldır. Körlükten de topallıktan da kurtulmanın yolu, kâinat kitabının sırları; sessiz ama derinden konuşan bir kitap, Allah’ın kudret ve iradesini ortaya koyan, insanın antropolojisi olan bir kitap olan kâinat kitabıyla onun insanların anlayacağı şekilde tefsir edip anlatan, onu seslendiren ilahi beste mahiyetindeki Kur’an’ı iyi ‘okumak’tan geçer.
N.S.—Efendim şiir yazdığınızı biliyoruz. Biraz edebiyattan söz etsek? Sevdiğiniz beğendiğiniz edebiyatçı, şairler olarak kimleri sayabilirsiniz?
F.G.— Mutlaka tercih ettiğim insanlar vardır. Bu biraz düşünce ufuklarındaki ağırlıklardan… Genelde bütün ehl-i marifetin marifetini severim, bütün sanatçıların sanatını. Bir başkasının filmine hayranlık duyduğum gibi, Picasso’nun resimlerine hayranlık duyarım. Edebiyatta, şiirde, Doğu’da da Batı’da da beni hayran bırakanlar vardır. Batı’da Shakespeare, Dostoyevski, Puşkin, Türkiye’de de değişik çizgilerde sevip takdir ettiğim insanlar vardır: Orhan Veli’nin çok sevdiğim, hayranlık duyduğum şiirleri vardır. Nazım Hikmet’i genelde –bunlar beni aşan hususlar da olsa– düşünceleriyle tasvip edemem… Ama güzel deyişlerinin olduğu inkâr edilemez. Bu arada, sözün şiirde ma’kes* bulması, çok iyi telâffuz edilmesi açısından, Yahya Kemal’e çok hayranlığım vardır… Çok. Arkadaşlara geçende, onun Kendi Gök Kubbemiz’i birkaç defa okuyun dedim. Ben belki elli defa çevirmişimdir. Necip Fazıl’ın şiirinin yanında, ayrı bir derinliği vardır. Nükteleri vardır, düşündürücüdür… Eskiler arasında da, Namık Kemal’den Şinasi’ye kadar hayranlık duyduğum insanlar var.
Mehmet Akif’i ve Tevfik Fikret’i Severim
Günümüzde, Sezai Bey’in (Karakoç) de, biraz fazla sembolik de görünse, ayrı bir derinliği vardır. Sezai Bey bir ufuktur. Hususi ile Türk şiirine ayrı bir derinlik kazandırmıştır. Ve yine bu nesilden mesela fikir yazılarında Rasim Özdenören, şiirde Mehmet Akif Ersoy ve Erdem Beyazıt beyler ve daha başkaları vardır. Ben bunları genelde okuyorum ama, Yahya Kemal’le, Necip Fazıl’a ve bu arada Mehmet Akif’e karşı bakışım daha başkadır. Mehmet Akif bir hakikat kahramanıdır. Çok rahat anlaşılır… Şiirinde Arapça Farsça kelimelerin çok olması, şiirinin ağır olmasını gerektirmez. Çok rahat, zorlamasız bir söyleyişi vardır. Tevfik Fikret’te de zorlama görmeyiz. Ayrı kutup olmalarına rağmen, o da tekellüfsüz (zorlaması olmayan) bir insandır. Bir Fransız şairin adaptasyoncusu olarak da bakarlar kendisine ama, çok başarılı şiirlerinin olduğu da bir vakıadır.
Batı’da Balzac’ı da severim. Realist kabul edilmesine rağmen, Vadideki Zambak, ondaki romantizmi ortaya koyar. İran şiiri ve Fransız edebiyatı arasında paralellikler olabilir. Askerde basiretli bir komutanım vardı. Bana, Batı klasiklerini okuma şevkini daha çok o aşılamıştı doğrudan. Sadi’yi daha önceden okumuştum. İran edebiyatının meşhurlarını da –Hafız, Nizami, Enveri gibi– tanıdığımı söyleyebilirim.
Bu konuda kesin bir kabul veya oturmuş bir anlayışım olmasa da, Türk şiirinde Akif, Necip Fazıl, Yahya Kemal bir saç ayağını teşkil ederler. Bunu düşünce dünyamı da belirlemiş olabilir.
N.S.— Doğu’yu da Batı’yı da aynı önemde öğrenmemiz gerektiğine inanıyorum. Türkiye için önemli olduğunu düşünüyorum ben. Türkiye’de yaşayan belki Osmanlı aydınının buna yakın olduğu söylenebilir. Mutlaka bir Batı dili biliyor olması… Önemli bir rolü vardır herhalde. Çocuklara da sadece bir yabancı Batı dili veriliyor. Niye Doğu’dan da bir dil verilmiyor. Doğu’yu anlayacakları Doğu’nun herhangi bir yerine ulaşacakları bir dil olmuyor ?
F.G.— Aslında Farsça’yı teşvik ediyorum, Arapça okuyor, teşvik de ediyorum. En azından, dinimizi kaynağından öğrenmemiz için Arapça, reddedemeyeceğimiz kültürümüzün köklerini tanımamız için de Farsça’ya aşina olmak gerekiyor. Fakat Türkçe’ye, mesela Arap edebiyatından, Arap şiirinden hemen hemen kimse kazandırılmamıştır. Halbuki, Arap şiirinin çok üstün yanları vardır. Bunları kendi kaynaklarından takip etmek için klasik dilin çok iyi ve zevkle okunacak şekilde bilinmesi lazım. Bu gayret var ama, henüz mikro planda, yirmi otuz insanda görülüyor. Hususi bazı arkadaşlara Farsça dersleri verdiriyorum. İlahiyatçı arkadaşlar Farsça da öğreniyor. Batı dilleri de öğretiliyor. Hatta, Almanca’ya da, Fransızca’ya da önem verilse… Fransızca önemli bir dil, Tanzimat’la da tanıdığımız bir dil. Bir kolejimiz Almanca öğretimi esas aldı ama, bunların sayılarını çoğaltmak lazım… Fatih Üniversitesi’nde Çince, Japonca, hattâ İspanyolca da okutulması kararlaştırılmış. Gürcüce’nin de okutulmasını teklif ettim. Çünkü Gürcistan’la komşuyuz. Orada, Türk okulları var, üniversite var. Aynı zamanda, diğer komşularımız gibi, onların da bize karşı yumuşamasına ihtiyaç var. Bir yanıyla centilmenlik… Bir diğer yanıyla da dil… Hatta dil için, bir insan bildiği dil sayısınca insan sayılır derler…
N.S.— Tam bir sosyal bilimci gibi çalışan sizsiniz doğrusu.
F.G.— Teşvik ediyorsunuz, böyle aklı başında insanlar teşvik edince isabet varmış diyorum. Devam eder inşallah.
N.S.— Orta Asya’da önerdiğiniz şeyleri söylüyorlardı da onların yaptıklarını yapın, saygı gösterin, yediklerini yiyin… Ben de dedim ki: Hocaefendi tam bir sosyal bilimci, yatkınlığınız var. Onu saymadınız, gerçi sevdiğiniz şeyler arasında. Söylemek istediğiniz başka şeyler varsa…
F.G.— Buraya kadar zahmet edip geldiniz. Belki dünya kadar çam devirdim. Konuşurken de susarken de, hedefimde toplum içinde uyum, uzlaşma ve istikrarın sağlanmasını hedef aldığımı söyleyebilirim. Fakat, bir şeyler yapmaya çalışırken, maksadımın aksine hareket ettiğim de olabilir. Birilerinin elini tutup sıkarken kardeşlik arıyorsam, dostluk, hoşgörü arıyorsam ve bunu kendim için bir gaye edinmişsem, söylenmesi ve yapılması gereken şeyleri iyi tespit edip, yerli yerince yapmamız gerekiyor. Buna uyamayınca maksadın aksiyle tokat yediğimiz oluyor. Bunca zamandır hep ayrı gayrı olmanın gadrini yaşadık, zulmüne uğradık. Aziz bir milletken zelil, üstün bir milletken mahkûm olduk. Üstünlüğün yolu birlikten beraberlikten geçer. Allah’ın ister ferde, ister topluma en büyük inayeti birlik halinde gelir. Eğer insanlar bir araya gelmiş, birleşmiş, bütünleşmişlerse, Allah’ın o insanlara ekstradan, fevkaladeden ihsanları olacağını umuyorum. Milletimizin de böyle bir birliğe ihtiyacı vardır. Şu anda milletimiz, çok önemli fırsatlar yakalamıştır. Bir rampa üzerindedir, büyüklüğe, devletler arası muvazeneye dikey olarak sıçrayabilir. Fakat bunu bilenler, çelme takmaya yeltenebilirler. Bu açıdan da Shakespear’in yaklaşımıyla, milletimiz olma–ölme kertesinde bulunuyor. Ölmeyi akla bile getirmeden, bu millet nasıl oldurulacaksa o yapılmalıdır.
N.S.— Yani gelecekteki bizim yeni bir insan tipine ve yeni yapılanmaya ihtiyacımız var.
F.G.— Evet, yeni insan tipinin en önemli yanı, hakikat âşığı olması, ilim âşığı olması, insan âşığı olmasıdır. Tek yanlı bir bağlantı içinde olmaması, bunlardan sadece birine bağlı olup kalmamasıdır.
N.S.— Yani aşk esas unsur hayatta. O aşk Allah’ın hayattaki en temel prensibi galiba. Allah sevmeseydi, kâinatı yaratmazdı.
F.G.— Hoşgörünün temelinde o sevgi ve aşkın yeşermesiyle olur. Sevgisiz insandan hoşgörü beklemek çok zor. Buraya kadar zahmet edip geldiniz, zahmet çektiniz.
N.S.— Estağfurullah, ben sizin zamanınızı aldım. Rahatsız olduğunuz halde konuştunuz. Çok teşekkür ederim.
* Ufuk Turu, Eyüp Can; Milliyet Yay.)
*Huşunet: Kabalık, sertlik. Y.N.
*Maslahat: Amaç. Y.N.
**Azimet: Allah’ın emirlerini eksiksiz olarak yerine getirme. Y.N.
*Mesabe: Derece. Y.N.
**Saffet: Saflık, temiz kalplilik. Y.N.
*Sarf-ı nazar: Vazgeçme. Y.N.
*Mukassi: Kasvetli. Y.N.
**Ceht: Azim. Y.N.
*Ma’kes: Yansıma. Y.N.
-
Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti
SONSÖZ
Türkiye İslam ve toplum ilişkileri üstüne ciddi bir tartışma başlatamıyor. Siyasi platform üstünde daha çok sürüklenen konu toplumsal gerçeklerden hareket etmek yerine çeşitli kesimlerin kafalarındaki önyargılardan hareket eden bir seyir izliyor. Bu nedenle sansasyonel, kavgacı, politize bir üslubu aşıp bilimsel ve entellektüel düşünce biçimine geçilemiyor.
Türk aydınlarının şablonist ve tarafgir düşünme alışkanlığı insanları gerçeklerden koparıyor. Benim yazılarımın ‘övücü’ olduğu eleştirisi de burada açıklanmaya muhtaç duruma düşüyor. Yaptığım çalışmanın sonuçlarının olumlu olması ya da övücü niteliklere hak kazanması bu çalışmanın övmek fiiliyle olan ilişkisinden kaynaklanmamakta. Bu çalışmada Fethullah Gülen Hocaefendi kendi sözleri, yazıları ve ideolojisiyle değerlendirilmiştir. Tüm referanslar kendisine aittir, olması gereken de budur. Bir sosyal fenomen olarak değerlendirilmiştir. Cemaat ve hareketin değerlendirilmesi ise daha uzun bir çalışmaya ihtiyaç göstermektedir. Bu şu ana kadar bilimsel olarak yapılmamış bir çalışmadır.
Bir olaya iyi ya da kötü kavramları dışında bakma alışkanlığı edinememiş toplumumuza objektif bir okuma alışkanlığı edindirmeye çalışıyorum denebilir çalışmalarımda. Kafamızdaki şablonlara oturmayan her şeyi reddederek ondan kurtulma kolaycılığı artık bitmeli. Ya da aydınların yaptığı gibi, kafasındaki şablona oturmayanı kesip biçerek illa o forma sokma ya da şablonun içine sıkıştırma telaşı bizi hep yanlış yönlendirmiştir. Bir fikir ya da olgu şablona sığmıyorsa deforme etmek ya da kaldırıp çöpe atmak, bizim toplumsal sağlığımızı bugünkü dengesizliğine sürüklemiş bulunuyor.
İslam ve dini kurumlar ve geçmiş yokmuş gibi davranan Türk aydını, sosyal bilimlere aykırı olarak, bunu gerçeklikmiş gibi sunmuştur. İslam’ı bir bilgi olarak değerlendirmeyi, bir entellektüel olarak bilgi objesi haline getirmeyi bilememiştir. Bu nedenle kültürün en önemli ayağı olmadan toplumu anlamaya, çözümlemeye kalkışmış ve hep toplumun uzağına düşmüştür. Aynı zamanda zihni platformda tam bir kısırlık yaşanmaktadır. Kanaat ve önyargılar bilgi yerine geçince, toplumda bugün yaşanan kamplaşma oluşmuştur. Bunu besleyen kaynak da politize ve şablonist kafalardır.
Teslimiyetçi aydın ideolojisi, Türk aydınının temel yanlışıdır. Siyasi gücü ele geçiren ideolojiye yol açıp, ona teslim olmayı benimsiyorlar. İran’da da aydınlar mollalara böyle bir teslimiyet göstererek karşı ideolojiyi üretememişlerdi.
Bilinmeyenden korkulan bir ortam, uçurumu derinleştirerek toplumdaki kampları keskinleştirmiş, bilgi akış kanallarını tıkamıştır. Bilgi üretmeyen ve bunu yaymayan aydınlar ve tüm kurumlar tam bir kültürel çöküşe neden olmuşlardır.
Solcu aydınların bir geleneği olarak devlet düşmanlığı tüm toplumsal gelişmeleri engellemiştir. Türkiye ile devleti eşdeğerde gören bu zihniyet ülkesini göz ardı eden bir anlayışı doğurmuş ve Türkiye’yi sürekli diğer evrensel ülkelerden sonra sıralamaya koymuştur. Türk kültürü, İslam, Müslüman, millet gibi kavramları konuşmak, yazmak bile ayıplanan bir olguya dönüşmüştür. Popülist kavramlar haline getirilerek ve yabancı bir ülkeyi inceler gibi yapılan kimi çalışmalar da topluma yabancılaşmanın baş yapıtları halindedir.
Devlet ve siyasi mekanizmalar rollerini oynamak zorunda olan aktörlerdir. Devlet herkesin devleti olarak yerini belirlerken, çözüm yeri değil politikalar üretme yeridir zaten.
Kendi ülkesinde sömürge valisi İngiliz gibi davranan bir zihniyetin herhangi bir ‘tespit’ çalışması bile yapması imkânsızdır. Oysa ilk önce antropolojik bir cennet olan Türkiye’de ciddi ‘tespit’ çalışmaları yapılmalıdır. Antropolojinin yardımıyla ülkemiz ve insanlarımız hakkında ciddi bilgiler edinebiliriz. Çıkan sonuçların olumlu, olumsuz olmasından rahatsız olmamayı öğrenmeliyiz. Bizim kafamızdaki şablona uyan kısmını bilgi diye verip, ya da ayıklayarak sunup gerçeği katledemeyiz. Ben ne gördüysem, ne duyduysam bunun tespitini olduğu gibi size ulaştırdım. Bunun yanında yazdığım imzalı yorumlarım kendi tezlerimdir. Bu tezler bana aittir. Bunların doğruluğu yanlışlığı tartışılabilir. Zaten bir diğer önemli sorunumuz; tartışmamak. Onun yerine karalama, kavga gibi ilkel davranış biçimlerine sığınmak. Bu elbette zihin açıcı bir ortam olmaz.
İnsanları ‘bizden olanlar’ ya da ‘olmayanlar’ diye ayırarak zihni üretim yapılamaz. İktidarın isteğine göre teori üretmek, sırtını devlete yaslamış aydın geleneğinde uyulan bir prosedür olmuştur. Bu yüksek politizasyon gerçeği görmeyen bilim adamları/kadınları yaratıyor. Hep devletin toplumun düşmanı olduğu noktasından hareket eden şablon, Türkiye’ye zarar vermekte.
Bugün Türkiye’de yaşadığımız problemlerin çözümsüzlüğünün ardında ideoloji üretemeyen, zihinsel kabızlık çeken bir dünya yattığı aşikar.
Bu dünya kimseyi merak etmeyen bir yer. Bu uzay üssüne girecek vizeniz yoksa ağzınızla kuş tutsanız sizin tarafınıza dönüp bakmayacaklardır. Çünkü fikirle, yeni olanla, orjinalle ilgilenen meraklı gerçek entellektüel yok. İlgilenen ama kimseye söylemeden susup zamanını bekleyenler de kendini garantiye alanlar.
Oysa toplum modern bir İslam anlayışını talep etmektedir. Türkler modern yaşamı isteyen ve kültürel uyumluluğu olan bir ulustur. Türkler yüksek adaptasyon yetenekleri, açık kültürleri sayesinde bulundukları her coğrafyada tutunmuşlardır. Yerleşmişlerdir. İnanıldığı gibi göçebe karakteri değil, yerleşik kültür karakteri gösterirler. Çin’e yakınlaşınca Budist olmuşlar, Anadolu’da Bizans’la sarmaş dolaş yaşamışlar zamanlarında hep yükselen değerleri benimsemişlerdir. Böylece modernleşerek ve varlıklarını geliştirerek korumuşlardır. Selçuklu’dan daha ileri bir Osmanlı’yı yaratma nedenleri budur. O nedenle de Şamanist, Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman Türkler tüm Avrasya coğrafyasına yayılmışlardır. Modernizme çok yakın olan Türkler her çağın modernizmini benimseyerek yenilik ruhunu diri tutmuşlardır. Yesevi anlayışı tam buraya oturan bir tasavvuf geleneğidir. Tarikatlar da buradan su içer. Türklere tarihte yer değiştirten savaşçı yetenekleridir.
İlhan Selçuk’un köşesinde belirttiği gibi “Ak-pak saygıdeğer müminle, üçkâğıtçı kara yobazı eşdeğerli mi tutacağız?”* Bizim dediğimizi o da onaylıyor “2000 yılının eşiğinde Türkiye, yalnız Batı değil, Doğu uygarlığını da çok yakından tanımak zorundadır. Birini anlamadan ötekini öğrenmek zaten olanaksız!…. Her dinde olduğu gibi İslam’da da hoşgörülüsü var bağnazı var.” diyerek bugün Türkiye’de yaşananları Müslümanlar’la mürteciler arasında bir çatışma olarak değerlendiriyor: “Mürteciler diyorlar ki, laikçilerle müslümanlar çatışıyor… Yok canım?… Ülkemizde bugün ‘Müslümanlar’ ile ‘mürteciler’ arasında bir çatışma yaşanıyor; daha doğrusu kara yobazların saldırısını Müslüman çoğunluk göğüslemeye çalışıyor.”**
Biz Türkiye’nin, toplumun güçlenmesini nasıl sağlayacağız? Nasıl topluma yön veren, ufuk açan bilgi üreteceğiz? gibi soruların karşılığını tartışmak yerine herkes kendi kapalı cemaatinde birbirinin dediğini onaylayarak haklı olacaksa 21. yüzyıla asla giremeyiz.
Atilla İlhan’la yaptığım bir söyleşide Türk İslam anlayışını ve Fethullah Gülen Hocaefendi’yi değerlendirirken şunları söylemişti: “Osmanlı’nın ordusu Yeniçeri Ocağı, Bektaşi’dir; ayrıca Mevleviler’in büyük nüfusu vardır. Bunlar Melami, yani gönül Müslümanı, kural Müslümanı değil. Bu manâda Anadolu halkı, başından beri Müslümanlığa başka türlü bakıyor, bir gönül işi olarak; o kadar ki Yavuz’dan itibaren halife olmalarına rağmen, Osmanlı padişahları 2. Abdülhamid’e kadar bu sıfatlarını siyasette kullanmamışlardır. Abdülhamid’e kullandıran da, İngiliz ve Fransızlar’ı zor duruma sokmak isteyen Almanlar’dır.
İşin siyasi analizini ise şöyle yapıyor: “Fethullah Hoca yükselen ve alafrangalığı benimsemiş olan yeni Türk liberal burjuvazisinin temayüllerini aksettiriyor, yani nasıl Katoliklik Batılı burjuvazisinin güçlenmesi üzerine içinden daha liberal eğilimli Protestanlığı çıkarmışsa, ortodoks Müslümanlık da Fethullah Hoca’nın Nurculuğunu çıkarmış oluyor…”
Bununla çok yakından ilişkili olan ulusal kültür sentezinin yapılamamış olması ve bunun nedenlerini de açıklıyor: “Batı’daki bütün ulusal kültür sentezleri, başlangıçta reddettikleri feodal/ümmet sentezlerine dayanır, onun içinden çıkarılmıştır; başka bir ülkeden kopya edilmemiştir.
Biz de demokratik bir ülke olacaksak, soruna böyle bakmak zorundayız. Ulusal kültür sentezini, feodal ümmet (Selçuklu/Osmanlı) sentezini inkâr ederek değil, günümüzün koşulları içinde o sentezi değerlendirip, kendimize taban edinerek oluşturacağız. Metodumuz rasyonalist olacak, mesele burada.”
“Cumhuriyet’in milliyetçiliği yurt milliyetçiliğidir, asla ırk milliyetçiliği değildir” diyen Atilla İlhan, yurtsever olmayı milliyetçi olmakla eşdeğerde tutup yeren aydın anlayışının sakatlığını anlatır. Türk kimliğinin tartışılması konusunda dedikleri aydının durumunu açıkca ortaya koyan bir tespittir: “Bugün Türk kimliğinin tartışılması, aydınların iyice saçmalaması sonucu. Halkın bir kısmı, Osmanlı sentezini kendisine aydınların önerdiği kişiliksiz, Mason alafrangalığından daha yakın bularak o tarafa meyletmiştir. Yani Türk aydını dediğimiz yaratık, sentez üretemiyor.”*
Ulusal kültür sentezi üretilmedikçe, yurtsever olmak ırkçılıkta ayrılmadıkça, kavramlar literatürdeki yerlerine oturtulmadıkça ve dahası, bunu yapacak kadrolara nefes alma imkânı verilmedikçe böyle debelenerek çok zamanda bir arpa boyu yol alamaya devam edeceğiz.
Tartışılması gereken önemli konular şu tespitlerin ışığında çıkmıştır:
1. Türkiye kendi İslam anlayışının yapısını, kurumlarını ve geçmişini öğrenip tartışmalıdır. Bu İslam’a evrensel bir hoşgörü imajı verecek yeni bir zemin de oluşturur. 21. yüzyıl ‘Türk rönesansı’nın yolu budur.
2. Tesettür konusunun ana kaynağında da bile bugün dayatılan katılıkta olmadığı anlaşılıyor. Bu, kadının Türk Müslümanlığı’ndaki yerinin iade edilmesi ihtiyacını göstermekte, ayrıca gönül Müslümanlığı’nın kılık kıyafete bağlı olmadan yaşanmasına cevaz vermekte.
3. Cami mekânının form ve içerik olarak tartışılmasının zihinsel yararları kadar sosyal yaşama etkileri de olacaktır. Cami, kadınlara ve nikâh, sanatsal etkinlik ve konferans gibi sosyal etkinliklere açılmalıdır.
Bu söyleşide insanların aklını kurcalayan bazı sorulara, kendi aralarında sorduklarına da değinmek isterim. Söyleşinin bu denli ilgi görmesinin bir nedeni de ‘insan’ olarak Fethullah Gülen’in öne çıkarılmasıydı sanırım. Hoca’nın din adamı kimliğinden çok entelektüel tarafını öne çıkaran bir söyleşi yaptım. O da benim merak ettiğimi, tartıştığımı, onunla bir fikir tartışması yaptığımı görünce benimle o boyutta konuştu ve farklı şeyler söyledi. Hocaefendi hem teorisyen, hem aktivist bir portre olarak konularına hâkim.
Onun takiyye yaptığını öne süren ya da düşünen insanlar da var. Bu nedenle Aksiyon dergisinden Osman İridağ* bana şu soruyu yöneltmişti: “Halen takiyye yaptığını, asıl amacının başka olduğunu düşünen insanlar var. İki günü birlikte geçirdiniz, saatlerce konuştunuz. Sizce takiyye yapıyor mu? Ya da yapması için bir neden var mı?”
Ona yanıtım şöyle olmuştu: “Ne gibi bir nedeni olabilir ki? Eğer Cumhurbaşkanlığına oynasa, parti kursa takiyye yapması için bir nedeni olabilir. Ama o, herkese politikadan uzak durun diyor. Hatta cemaatinden biri çok ısrarla politikaya girmek isteyince, Hocaefendi elbette seçmek senin hakkın ya biz ya politika seçebilirsin demiş. Bence Hocaefendi takiyye yapamayacak kadar akıllı.
Ben hayatta çıkmanın değil, inmenin zor olduğuna inanırım. Olduğunuz seviyeden aşağıya inip küçük hesaplar yapmak çok zor gelir insana.
— O zaman neden insanlar şüphe ediyor?
— Alışkanlık. Kendin takiyye yapıyorsan, başkalarının da takiyye yaptığına yemin edebilirsin. Yapılabilir gelir insana. Mutlaka bunun altında bir buzağı vardır da biz göremiyoruz diye düşünme alışkanlığı kemiriyor bizi.”
Türkiye çeşitlilikten, çok kültürlülükten ürküyor. Giysiler, gruplar çeşitli gibi görünmesine karşın zihinsel olarak totaliter anlayış ortaklığı tüm çeşitliliğin zahiri olduğunu anlatıyor. Zihinsel olarak dayatmacı olma alışkanlığı özel ve genel yaşamımızı belirliyor. Bu dizinin tartışılmaması da aydınların kapalı bir cemaat olduğunu ve ölmeye mahkûm bir yaşamı sırtladıklarını gösteriyor.
Amerika’ya ilişkin söylediklerine ise İslami cepheden gelen tepkiler olmuş. Bana sorulan ilginçti: ‘Acaba Hocaefendi Amerika’dan korktuğu için mi bunları söyledi, yoksa bir çaresizlik mi var’ gibilerinden.
Bence iyi bir siyasetçilik var. Akılla hareket ediyor ve Kant’ın sözünün tam karşılığını veriyor: “Cesaret et, aklını kullan”. Duygularına hiç kapılmıyor bu değerlendirmelerde. Üç beş kişiyi sevindirmek, ucuz mesajlar vermek yerine çok uzun vadeli düşünüyor, bunun stratejisini yapıyor. O küçük kaygılarla meşgul değil. Global, büyük hedeflere dönük yüzü. Dünya konjoktürü açısından doğru bir değerlendirme yapıyor, çaresizlikten değil. Onun devletçi olup olmadığı da büyük merak konusu; aynı söyleşide bana soruldu:
“— Sizi şaşırttı mı ondaki devletçilik anlayışı?
— Şaşırtmadı, çünkü o bir Cumhuriyet çocuğu. Fransızlar ne kadar devletçiyse, Amerikalılar ne kadar devletçiyse Hocaefendi de o kadar devletçi. O Türkiye adına bir şey yapıyor.
— Devlet sevgisi mi vatan sevgisi mi ağır?
— Vatan sevgisi daha ağır. Ben de yaptığım işlerin Türkiye yararına olduğuna inandığım zaman mutlu oluyorum. Türkiye bundan yararlanacak diye düşünüyorum. O zaman önce vatan geliyor. Vatanın da bir devleti olur. Bunun tartışılır yanı, iyi kötü yanları vardır, ama her şeye rağmen yine de devlet vardır. Gerekli bilgilerin üretilmesi, bu bilgiyi algılayıp değerlendirebilecek nitelikte insan gücünün yetiştirilmesi, denetim ve yargı aktivitelerinin yürütülebilmesi, eğitim faaliyetinin etkinliğinin sağlanması devletin rolünü belirlerken önemini tartışılmaz olarak önümüze koyuyor. Dünya devletin varlığından şüphe etmiyor.”
-
Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti
NEO–NURCULUK NEDİR?
Ağustos ayında Milliyet gazetesinin Entelektüel Bakış sayfasında Dr. Hakan Yavuz imzalı ve ‘Fethullah Gülen Hoca ile Söyleşi’ adıyla anons edilen üç günlük yazı dizisi, üçüncü gün dip notta belirtildiği gibi bir söyleşi değil faksla gönderilmiş soruların cevaplarından oluşturulmuştu. Söyleşi adı altında yayımlanan eski soru–cevap metni bir tezi aktarmakta: “Fethullah Gülen, Cumhuriyet’in yetiştirdiği ‘aydın ulema’ tipinin somut bir örneği olarak, geniş bir bilgiye, derin bir analiz gücüne sahip”. Bu şekilde nitelediği Hocaefendi’nin cemaatini de ‘Neo–Nurcu’ olarak değerlendiriyor. “Neo–Nurcu hareketi incelerken, Gülen ile hareketin iç ve dış çemberlerini oluşturan ‘abiler’ arasında büyük bir uçurum olduğunu vurgulamak gerekir” diyen yazarın, ‘abiler’ tanımlamasının bilimsel tanımını bilmemekle birlikte, kullandığı diğer ‘girintili çıkıntılı düşünme’ kavramının da kendi ‘bilimsel dili’ olduğunu sanıyorum.
Burada Fethullah Gülen’e bakarak Neo–Nurcular’ı tanımlamak yanlıştır diyor. Hareketle liderini ayırarak ilginç bir analiz yöntemi uyguluyor doğrusu. Bir teorisyen ve aktivist olarak hareketi oluşturan, büyüten, örgütleyen lider, harekete hiç damgasını vuramamış köşesinde oturan bir ‘ruhani’ bilge olarak gösteriliyor. Böyle olsaydı bunca stratejik yönlenme ve çalışma nasıl olabilirdi? ‘Abiler’le mi, merak ettim.
Türkiye’de ideolojik takıntı üzerine tez yazma alışkanlığı yaygındır. Siyasal kamplaşmalardan teori üretmek tipik Türk aydın/akademisyen tavrıdır. Gerçeği araştırmak onların işi değildir; kendi şablonlarına durumu uyarlamak önemlidir. Oysa entelektüelin tanımı gereği görevi, gerçeği aramaktır.
Burada söyleşi olmadığı halde metinden “Gülen’in bu mülakat içinde ve dışında söylediklerine bakınca Neo–Nurcu hareketin hem fikir hem eylem alanında diğer Nurcu cemaatlerden ayrıldığını görüyoruz.” diyor.
Söylediklerine keşke referans verseydi de biz de anlasaydık bunların neler olduğunu. Burada tezini kurduğu temeli açıklıyor, ona göre Neo–Nurcu hareketin başlıca özelliği, Said Nursi’nin İslami kaynaklar çerçevesinde işlediği bireyci ve sivil öğretisini, devletçi ve milliyetçi bir potada eritmesi. Saidi Nursi’ye rağmen tanımlanan bir Nur hareketi söz konusu. Şimdi, bir fıkra vardır; Hegel ölürken “beni bir tek Marx anladı o da yanlış anladı” der. Hocaefendi için bu fıkrayı şöyle uyarlayabiliriz: “Bediüzzaman’ı bir tek Fethullah Gülen anladı ve o da doğru anladı. Fakat onu değerlendirenler için bunu söylemek çok zor. Neden devletçi diyor? Çünkü Türk aydınının kafasında devletle Türkiye eşdeğerdedir. Türkiye’yi seviyorsanız devletçi sayılıyorsunuz vatansever değil. Vatansever (patriot) kavramı artık kullanılmıyor bu literatürde. O nedenle de hemen ardından ‘milliyetçi’ yaftasını yapıştırıyor. Toplumsal bir hareket olduğunu bu kadar incelediği halde neden göremiyor yazar? Bunca insanın nasıl örgütlendiği, hareketlendirildiği gibi ‘küçük’ bir sorun neden dikkatini çekmemiş? Çünkü bu ideolojik şablonda toplumun bir önemi yoktur. Karar verilen teze uymayan her şey gibi toplum da atılabilir. Eğitimde Türkiye tarihinin en büyük sivil hareketini örgütleyen lidere haksızlık yapılıyor.
Fethullah Gülen’in bunca okulun böyle kapsamlı bir organizasyonla bütün dünyada nasıl oluştuğuna ilişkin sözlerini bile değerlendirmiyor. Yazar yalnızca kafasındaki şablona uyan bilgileri yerleştirip diğerlerini değerlendirmeye tabi tutmuyor. Devlet, devletçilik, milliyetçilik meselelerine takan bu zihniyet bilimsellik adı altında teori üretiyor. Türk aydınlarının devlet takıntısı 1970’li yıllarda ideolojik olarak biçimlenip orada kalmış bir formasyon. Devlete kötü bir şey olarak bakan anlayışın sonucu, Fethullah Gülen’in sivil eğitim hareketi bile, devlete karşı cephe almadığı için ‘sivil’ sayılmıyor. Devletten yardım alarak bir yerlere gelmiş gibi illa devletçi statüsüne indirgenmeye çalışılıyor. Peki, hareketi oluşturan cemaatin ekonomik ve sosyal boyutu nedir ki, bu yargıyı desteklesin? Buna dair bir bilgi yok. Fethullah Gülen’e bakarak hareket değerlendirilemez diyor, ama yazar da sadece onun fikirlerini bize bilgi olarak iletiyor. Bize bildiklerimizi tekrarlarken bunun yapılmaması gerektiğini belirtmesi ilginç bir yöntem doğrusu.
Çünkü burada yatan zihniyet sivil toplum/toplumcu hareketi tam devlet karşıtı olarak konumlamakta. Türkiye’yi güçlendiren hareketler sivil toplum hareketleri olamaz mı? Sivil toplumcu hareket kendi devletini, toprağını, milletini sevemez mi?
Bu soruların cevabı yok elbette, daha ilginci çelişkilerin çokluğu. Örneğin hareket için “sivil özellikler taşımasına rağmen ‘sivil’ olduğunu söylemek güç” gibi. Hareketin sivil özellikler taşıması yeterli görülmüyor yazar tarafından kendi neo şablonuna uyması için redediliyor. Sadece ‘bu özellikleri de vardır’ gibi ilginç bir duyuru kalıyor elimizde.
Hocaefendi devlete ‘itaat’ eden ‘arı kovanını’ üretti tezi ise devlete karşı olmayan bir cemaate liderlik etmesi, bu cemaate devlete karşı olma ruhu işlemek yerine devlet–vatan–millet kavramlarını yerli yerine koymasından kaynaklanıyor. Buna yazar çok kızıyor ve: “Dahası, belki de en istenmeyen sonucu, devlet ve milletin birlikteliği vurgulanmaya çalışılırken, kutsallığın devlete devredilerek devletin kutsanması” gibi olağanüstü anlaşılmaz, kıymeti kendinden menkul bir yorumu akademik (gibi) dilin ardına sığınarak anlaşılmaz bir hale getiriyor. Neden istenmeyen sonuç? Neden devlet millet birlikteliği vurgusu istenmeyen bir şey? Kim hangi kutsallığı, hangi şekil ve durumda devrediyor?
“Neo–Nurcu hareket İslamcı değil, muhafazakâr” bu ilginç yargı, tüm Hıristiyan Demokrat partileri de ilgilendirir sanırım! İslam’la muhafazakârlık birbirine zıt kavramlar olarak sunulunca biz de yeni bir literatür edinmiş oluyoruz! Neresinden tutalım halinde yargı ve yorumlar peşpeşe yağıyor: “Bu devletçiliğin kutsanma mekanizmalarından biri, İslam’ın hem Diyanet İşleri hem de Neo–Nurcular tarafından millileştirilerek bir Türk dinine, ‘Türkiye Müslümanlığı’na indirgenmesi.”
Nedenleri bilinmeyen, bilimsel sırları açıklanmayan devletçi olduğu ısrarı ve develtçiliğin kutsanma mekanizmaları diye yine ne olduğu belirsiz, (demek bir dizi mekanizma var) bizim bilmemiz gerekmeyen sadece yazarın uygun bulduğu yargılarla yetinmemiz istenen bu metinde, İslam’ın blok olarak kabul edildiğini görüyoruz. Devlet ve millet beraberliğini reddeddiği için İslam boşlukta duran bir ‘vaka’ oluveriyor! Hiçbir ülkenin kültürü kabul görmüyor yazar tarafından, hepsinde uygulanması gereken bir İslam anlayışı var ki bunu da bize söylemiyor; bu nedenle “Türk dinine indirgenmiş” bir İslam gibi yeni bir tarif çıkıyor ortaya. Bir kere Türk dini diye bir şey olamaz olsa olsa İslam’ın Türk yorumu olur, ikincisi buna indirgenme denmez bilimsel koşullarda, kültürün içinde sosyal biçimlenmedir. Uluslar kendi özyaşam biçimlerini geliştirirken kültürü biçimlendiren en önemli proseslerden biri de dindir. Bu nedenle İslam’ın her kültürdeki yorumu farklı farklıdır, hiçbiri indirgeme olarak görülemez. Bunu ancak Arap yayılmacılığını, kültürünü savunan bir tez söyleyebilir.
Başka bir inci tanesi: “Kurumsal olarak ise, yazılı kültürden tekrar sözlü kültüre, radyo–televizyona ve Hocaefendiye mutlak dönüş”.
Yazar hangi yazılı kültürden sözlü kültüre geçişi kast ediyor anlamıyoruz ama yazarın sözlü kültürden ‘söz söyleme’ yi anladığını anlıyoruz. Hocaefendi televizyonda veya radyoda konuşunca şıp diye buna sözlü kültür deniyor! Bunu bilimsel olarak çok yazmış biri olarak hayretle yazlı kültüre müracaat edilmesini öğütlüyorum.
Son paragrafdayız dayanın: “Neo–Nurculuk kutsallığı millete ve devlete yüklüyor. Bu tutum İslam’ın da devletleştirilmesini ve Kemalistleştirilmesini sağlıyor”. Yani bunu tercüme edersek, insanın Türk olması, Türk kültürü içinde İslam’ı yorumlayarak yaşayan biri olması, vatanını, devletini sevmesi, devlet–millet beraberliği istemesi İslam’ı Kemalist (Atatürkçü) hale getirmektedir. Atatürk ile devlet özdeş kavramlar olduğundan yazarın gözünde İslam’ı bunlara bulaştırınca Araplaşmadığımız için çok üzülmemiz gerekiyor.
Hocaefendi’nin verdiği cevapları asla ciddiye alıp değerlendirmeyen, kendi şablonunu sadece tarif eden bu bilimsel anlayış karşısında insan titriyor. Hocaefendi, Bediüzzaman’ın pozitivist ve materyalist anlayışa dayalı bir eğitimden yana olduğunu söylüyor. Aklın aydınlanmasına önem veren bunun yanısıra ruhi manevi tekamülü de izleyen bir içeriği olduğunu anlatıyor. Burada kendine feyz aldığı içeriği anlatırken, “Kısacası, dertlerimizin çaresi, Batı’da olduğu gibi, sadece zihni ve akli değil…. Şark’ta olduğu gibi, sadece kalbi–ruhi de değil…. Hem akli–zihni, hem de ruhi–kalbi aydınlanmaya dayalı eğitimde, işbölümüne dayalı çalışmada ve ayrılıklar yerine birliktedir.” diyor. Hocaefendi, hareketin içerik ve yöntemini de burada belirtiyor böylece. ‘Arı kovanı’ devlete hizmet etmiyor toplumsal bir hareket olarak Türkiye’yi yüceltmek, toplumun kalitesini arttırmak istiyor. Tümüyle sivil bir toplumsal hareketin kendi olanaklarıyla örgütlenmesine sadece devlete karşı olmadığı için ‘devletçi’ diye nitelemek gerçekten zihni çaba ister!
Eğitimle daha kaliteli bir gençlik yetiştirmek, standartları yükseltmek hedefi olan bu sivil eğitim atağı, Türkiye’nin güçlenmesini istemekle mi devlete kutsallık yüklemiş oluyor? Sivil toplum reform yapan oluyor da Fethullah Gülen hareketi neden devletçi sayılıyor? O cemaat sivil toplumun neresinde? Devletten kredi, teşvik, maaş falan mı alıyorlar hepsi? Milliyetçilik sadece dar anlamıyla kullanılabilir bir kavram?
Devlet zayıflayacak toplum güçlenecek teorisine her şeyi uydurmaya çalışan bu ideolojik takıntı uymayanı uyduruyor. Teknik devlet, garson devlet, küçümen devlet gibi teoriler burada askıda kalakalıyor.
Türkiye’de toplum devletten beslenen bir ekonomik yapıya sahip, içiçe yaşıyor. Bilimsellik adına sürekli burada teori üretenler analizden uzak, 1970’li yıllara takılmış metinler yazıyorlar ki, bunlar teori niteliğinde değildir. Herkesin kendi siyasi pozisyonuna göre biçimlendirdiği gerçek dışı teoriler, Türkiye’ye hiç bir şey vermediği gibi toplumla aydının arsını da kapanması zor bir şekilde açmış bulunuyor. Toplum kendini dönüştürecek, yönlendirecek odaktan böylece yoksun kaldı. Devletten başka yere bakamaz oldu. Toplumu bağımsız bir entelektüel yönden koparan ve ele geçirdiği iktidar odaklarında kendi gibi düşünmeyenleri boğan ‘aydın’ totaliterizmi devletçilik, milliyetçilik kavramlarına daha yakın cemaat ilişkileri göstermektedir. Doğan Avcıoğlu dışında geniş bir tahlil getiren de olmadı. Unvanlarla yetinen aydınlar kavramları tersine çevirerek dünyaya bakarlar ve bu nedenle Don Kişot, sadece Türkiye’de, bir övgüdür. Sanırım kimse Don Kişot’u ciddiye alıp okumamış.
Hocaefendi’nin “Lezzeti başkalarının lezzetinde bulma manâsında diğerkâmlık” sözü, bizim entellektüel yaşamımızda bir davranış biçimi bile değil.
Türkiye “Türk rönesansı”nı gerçekleştirebilmek için gerekli alt yapıyı oluşturabilir. Artık irtica nedir, mürteci nedir tartışmasının kısırlığından sıyrılıp yeni kavramlar ve sentezler üstünde tartışma zamanıdır. Politizasyona uğramış bir aydın çevresinin dışına çıkıp zihinsel üretimi olan, bilimsel tezleri olan insanlarla toplumsal kalitemizi arttırmanın yolları üstünde düşünmemiz gerekmektedir. Toplumun zihni üretimi olmadan maddi üretimi olamayacağı göz önüne alınırsa, toplam kalitemizi ve bilgimizi arttırmadan global dünyada bir yer edinmemiz de çok zor görünüyor. Bugünü değerlendirmek reformlarla mümkün ve Türkiye yeni, çağdaş ve bolluk içinde bir yaşam talebinde. Bu toplum bunu arzu ediyor, sivil toplumun hareketlenmesi için gerekli zihni üretim yapılır ve toplumla paylaşılırsa gelecek için umutluyum.
Toplumsal kalitenin artması siyasi kaliteyi de yükseltecektir. Böylece tıkanmış bir damar olan siyaset, çözüm üretici bir yere dönüşebilir. Aynı şekilde akademik yaşam da bilgi kanallarının kapandığı bir nokta. Toplumla bilgi buluşturulmalı ve bu kaynaktan her yaşta insan yararlanabilir hale gelmelidir. Türkiye edindiği demokrasi kültürünü korkular üstünde değil, umutlar üstünde yükseltebilir. Toplumun bu konudaki beklentisi bize gelen mektuplarda açıkça ifade ediliyor.
* 5.8.1997, Cumhuriyet.
**6.8.1997, Cumhuriyet
* 27.9.1995, Yeni Yüzyıl.
* 9-15 Ağustos, Aksiyon.
-
Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti
OKUR TEPKİLERİ
“…İnsanlara yeni ufuklar yeni çizgiler sergilemeye çalışan Hocaefendi’yi anlayabildiğim kadariyle topluma mal olmuş bir sahsiyet olarak değerlendirdim hattâ Hocaefendi bir din alimliğinin yanında çok iyi bir ilim adamı, psikolog, doktor, belki de çok iyi bir lider diyebilirim. Gerçekten içinde bulunduğumuz ortamı çok iyi anlayabilen ve bu ortama çözüm ve teklif sunabilir bir şahsiyet diyebiliriz…”
Celil ÇATALLAR
“…Ben kendimi Türkiye’nin sosyal ve siyasal bulanıklığında çağdaş ve demokrat olarak niteleyen bir cumhuriyet vatandaşıyım. Bu yönüyle baktığımda sizin gibi aydın bir şahsiyetin kaleminden bir din adamının değişik yönlerini ve bakış açısını öğrenmek ve tanımak beni Türkiye’nin geleceği acısından bazı kaygılardan kurtardı. Yoğun bir irtica tehlikesi yaşadığımız bir ortamda bizim asırlar boyu sahip olduğmuz din mefhumunu ve çağdaş boyuta uyarlanmasını bu sayede daha iyi algılayabildim. Böylelikle yaşadığımız tehlikenin kaynağının da din mefhumunun değil bazı riyakâr insanlar olduğunu bize çok güzel lanse ettiniz.
Sizin gibi aydın bir kalemden Türkiye’nin çokça ihtiyaç duyduğu ‘aydın boyut’ta dinin de iyi bir şekilde temsil edilebileceğini görmek bir çıkmaz sokağı anayola bağladı…”
Mustafa YILMAZ (Mühendis)
“…sizin gibi değerli bir yazarımızın tüm tabuları yıkarak gerçekleştirmiş olduğu gazetecilik olayını tüm kalbimle tebrik ederim. Bana korktuğum, çekindiğim bir insanı en geüzel şekillde tanıttığınız için size ayrıca teşekkür ederim…”
A. Mithat SEVECEN (Avukat)
“…Arkasından milyonların gittiği bu şahsın görüşleri, emelleri ve Türkiye ve dünya hakkındaki geleceğine ait planlarını bu röportaj sayesinde öğrenmiş oluyoruz. İslam dininin nasıl yaşanması gerektiğini ve Türk İslamı’nın İran İslamı’ndan ne kadar farklı ve hoşgörülü olduğunu belirten Fethullah Gülen hakkındaki fikirlerimiz müsbet yönde değişme göstermiştir…”
Umut BOLAT
“…Emin olun ki bu sohbet bazı soru işaretlerini yok etti ve İslam camiasının o bilinen öcü kalıbını yıkmayı başardı…”
Tuğan AVCIOĞLU (Üniversite Öğrencisi)
“…Manâ itibariyle din bir değişim geçirmiştir. Bazıları bu değişimi anlayamamış ve de kendilerini toplumdan soyutlamıştır. Toplumla iç içe kalan ve de bize dinin toplumla uzlaşabileceğini ayrıca sandığımız kalıpların dışında çok yönlü bir bakış açısı yakalayan sayın Fethullah Gülen’le yaptığınız röportajı tebrik ediyorum…”
Yasin ZEYDAN (Üniversite Öğrencisi)
“Yazı dizinizi büyük bir ilgi ile okudum. Sorduğunuz sorular gerçekten orjinal sorulardı. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin verdiği cevaplar çok mantıklı, çok değişik bir çerçeveden ve kişilerin (özellikle benim) aklına yatkın cevaplardı…”
Selman YAVUZ (Üniversite Öğrencisi)
“…dinimizi tam bilemediğimizden Müslümanlığa ve Müslünmanlar’a yabancı gibi değişik bir gözle bakıyorduk. Bu röportajı okuyunca çok duygulandım. Dindar insanllara bakış açım değişti…”
Kasım KARATAŞ
“…Bu kısacık ama önemli, dini bencilce ve bağnazca düşüncelerden arındırıp dinin özünü yansıtan, Türk ve İslam dünyası adına ileriye yönelik sentezler sunan bu tür çalışmalarınızı sağın veya solun tesirinde kalmadan devam ettirmeniz dileğiyle.”
Üniversite Öğrencisi
Tamer DURAK,
Hamit KARABIYIK,
Yasin BİLEN,
M.Sedat ÖÇAL
“…Objektif değerlendirmeler ve itina ile kaleme alınan röportaj, bugün en çok ihtiyaç duyduğumuz GERÇEK MÜSLÜMANLAR’ın; sahteleri ile karıştırılmaması veya ‘hepsi aynı’ kolaycı anlayış toptancılığına gidilmemesi gerektiğini bir kez daha ve büyük bir açıklıkla ortaya çıkarmıştır….
Her bir bölümünü zevkle okuduğum röportaj; bu güzel ve zaruri vasıfların hepsinin, M. Fethullah Gülen Hocaefendi’de mevcut olduğunu gösterdi. Bunca sahte liderler namına, millet olarak, onun fikirlerine, tavsiyelerine ve gayretlerine ne kadar muhtaç olduğmuzu bir kez daha anladım…”
Necdet SEVGİ (Mühendis)
“…Örtünme konusundaki kara çarşaflara bürünme mecburiyetinden tutun da, dört kadınla evlilik konusundaki şartlara kadar, İslam diye bize meğer örf ve ananeleri dayatmışlar. Bugün belki de insanlık çektiği ıstırabı, ıstıraplarına merhem olacak bu enfes dinin gerçek mesajına ulaşamama nedeninde anmalı diye düşünmeye başladım….
Fetullah Hocaefendi gibi aydın alimlerle dinimizin çağımızın insanının anlıyacağı bir tarzda sunularak kabul göreceğine, kimsenin böyle bir yaklaşıma itirazı olmayacağına inanıyorum…”
Kemal BAYRAKTAR
“… ‘Bana yumrukları sıkılı gelirseniz, beni de yumrukları sıkılı bulursunuz. Bana dostça gelirseniz anlaştığımız konuların anlaşamadığımız konulardan daha çok olduğunu kolaylıkla görebiliriz’ diyor Woodrow Wilson.
Ama Fethullah Gülen Hocaefendi, dinlediğimiz ve okuduğumuz kadarıyla Woodrow Wilson’dan daha dostça bir yaklaşım sergiliyor. Çünkü o, “Döviz elsiz, sövene dilsiz olmayı” bir erdem kabul ediyor. Ve bu şekilde gönülleri fethediyor. Sonra da huzurun ve barışın kapısını aralıyor.
Toplumlararası ve bireylerarası hoşgörü ve diyalog için tanınması ve bilinmesi gereken bu insanı söyleşinizle bizlere tanıtarak diyalog sürecinin hızlanmasına katkıda bulunduğunuz için sizlere teşekkürü bir borç bilirim.
Cihangir ARSLAN
“…Bu yazıyla bazı kısımların Müslümanlık olgusunun sadece kendi ipotekleri altında olmadığını görmelerini diliyor ve sizleri de özellikle Hocaefendi’yi de sevgiyel kucaklıyorum.”
Hasan KILIÇ
Yönetici
“Bazen insan önüne gelen kapıyı açmaz. Endişesinden. Ama içerde hoşuna gidecek şeylerin bulunduğunun farkında değildir. Farkında olsaydı zaten o kapıyı açardı.
Siz de benim bir türlü açamadığım kapıyı açtınız. O nadide şahsiyeti (Fethullah Gülen Hocaefendi’yi) bana tanıttınız. Hocaefendi’nin düşüncelerinden, görüşlerinden kabiliyetim ölçüsünde istifade ettim. Artık meselelere, dini bakış açım İslam zannettiğim fakat İslam’dan uzak düşüncelerimden kurtularak asıl İslam perspektifinden bakmaya başladım…”
Fatih... (Üniversite Öğrencisi)
“…Gerçekten de böyle insaların bu şekilde düşünüp bu kadar çok eğitim kurumları hem de, örnek eğitim kurumları açıp, Türkiye’nin sesini en yüksek şekilde dünyanın değişik yerlerinde duyurmalarından sizin sayenizde gurur duydum.
Sizin bu yazı dizisini takip etmeseydim, bu insanların hakkındaki düşüncem çok farklı ve değişikti. İtiraf etmeliyim. Şahsen bana yeni ufuklar açtınız. Objektif gazetecilik örneği gösterdiniz.
Türkiye’de böyle insanların olması, düşünen insanların olması, modern İslam anlayışına sahip insanların olması, beni ve benim gibi düşünen insanları sanıyorum çok umutlandırmıştır…”
Enis BATAN
“…Şahsen üniversite son sınıf öğrencisi olmama rağmen İslamiyet hakkında ne derece az ve yanlış bilgilere sahip olduğumu bu yazınızdan sonra anladım. İslam’ın tam bir hoşgörü dini olduğunu ve gerçekten de bütün insanlığa hitap ettiğini, Türkiye’nin içinde bulunduğu durumun asıl sebeplerini ve bunlar gibi birçok realiteyi bu röportajınız sayesinde kavramış bulunuyorum. Tüm bunlardan dolayı sayın Fethullah Gülen’e sonsuz minnettarlıklarımı sunarım…”
Ercan YAZICI
Mühendis
“…Sayenizde daha yakından tanıdığım Fethullah Gülen’in fikirlerinin, çağdaş kimliğimizin oluşmasında büyük etken olacağına inanıyorum. Eğer kendi öz kültürümüzü, dinimizi çağın gerektiği şekilde yorumlayamaz ve çağdaş bir senteze ulaşamazsak, bir kısmımız kendi öz benliğinden kopmuş köksüz bir ağaç gibi, kimimizse çok gerilere takılıp kalmış, çağdışı insanlar olacaktır. En kötüsü ise bu bizi birbirimizden uzaklaştırıp aramızdaki uçurumu büyütecektir.
Türkiye’nin sorunlarına hepimizin ortak teşhisi eğitimdir. Ekonomik geriliğin, bilimsel geriliğin, trafik terörünün, insan haklarında geriliğin demokraside geriliğin vb. çözümü eğitimdir. Çözüm eğitilmiş, bilinçli insandır. Sayın Gülen’in ve arkadaşlarının ideali ve pratikleri bu bağlamda hedefi tam on ikiden vuran bir yaklaşımdır.
Ülkemiz gündeminin böylesine kitlendiği günlerde, bizlere bir entelektüel ve aksiyon insanını tanıttığınız için tekrar teşekkür eder, çalışmalarınızda başarılar dilerim…”
Ö. Faruk TURGUT
“Ben Marmara Üniversitesi’nde okuyan Türkmenistanlı bir öğrenciyim. Orta Asyalı olduğumdan sayın Fethullah Gülen Hocaefendi’nin çok büyük bir insan olduğunu biliyorum. Çünkü Orta Asya’nın imdadına koşan tek ve ilk ülke olan Türkiye’yi en güzel ve mükemmel bir şekilde temsil eden sayın Fethullah Gülen Hocaefendi’nin camiasıdır. Orta Asya’da binlerce okullar, kolejler, liseler, üniversiteler açarak bizim genç nüfusumuza sahip çıkmaktadırlar.
Böyle bir şahsı Türk kamuoyuna tanıttığınız için sizi tebrik ederim.”
Bolotbek ŞAMŞİEV
“…Sayın Gülen ve cemaatinin, İran’la ve İslami direniş örgütleri ile bağlantılı ve takiyye yapan bir grup olduğuna inanıyordum. Bu inancım değişti. Bir cemaat liderinin realiteleri bu denli iyi kavraması ve yorumlaması çok şaşırtıcı…”
Yalçın CAN
Üniversite Öğrencisi
“Her ferdi kendi konumunda kabul edip, ortak bir dil bularak fikir alışverişinde bulunmak ve birbirinizin düşüncelerinden istifade ederek Ülkemiz için bir şeyler yapabilmek en güzeli…”
Sadık SONVERDİ
“…Huzur ve sükûna her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde, İslam’ın hiçbir kişi ve grubun tekelinde olmadığı, hatta topluma lanse edilmeye çalışılan, biraz da itici bulunan İslam yorumundan farklı yorumlar yapan, daha samimi, akla ve mantığa daha uygun bir çizgi takip eden, ayrıca devletine ve topluma cephe almak yerine, onlarla uyum içinde yaşamasını bilen böylesine saygı değer ve kıymetli şahısların var olduğu gibi hususları, isabetli bir zaman diliminde kamuoyuna aktarmanız gerçekten takdire şayan bir hizmet olmuştur…”
Zekeriya TÜTÜNCÜ
“…Yapmış olduğunuz röportajı çok seviyeli ve objektif buldum. Birçok kimsenin kafasında soru oluşturan konulara ışık tuttuğunu gördüm.
Ve bazı şeyleri, bilmeden kulaktan dolma bilgilerle konuştuğumuzu gördüm. Hocaefendi ve yaptıkları şeyler hususunda daha önyargısız olmamız gerektiğini ve bu insanların devletimiz ve milletimiz adına hırçın dünyada ve özellikle Orta Asya’da çok şeyler yaptığını anladım. Görevim itibariyle devamlı Orta Asya ülkelerine seyahat etmekteyim. Oralarda bu insanların çalışmalarını görmüş ancak tam anlamı ile idrak edememiştim. Sizin bu yazınızdan sonra olaylara daha geniş açıdan bakmak gerektiğini anladım…”
Sadettin DAĞLI
Yönetici
“…Muhterem Hanımefendi bizlere öyle bir 10 gün yaşattınız ki, tüm bu olumsuz düşüncelerimin aslında o kadar da aşılamayacak sorunları taşımadığını anlamış bulunuyorum. Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’yi meğerse hiç tanıyamamışız. Neden? Çünkü tanıma zahmetinde bile bulunmamışız ki tanıyalım. Kendi kendimize bir çerçeve çizip dışındakilere hiç hayat hakkı vermemişiz. Böyle bir halde iken sizin yazı diziniz sayesinde inanın yeniden gelecek adına ümitlendim diyebilirim….
Şimdi bizlere, daha doğrusu sizlere (aydın, gazeteci…) düşen vazife, yetişmesi gerçekten zor olan Hocaefendi ve onun arkadaşları gibi insanlara sahip çıkıp toplum ve memleket adına bu insanlardan en iyi nasıl istifade edebiliriz (tabirimin bağışlanması dileğiyle) diye düşünmektir.
M. Erhan GÜLCAN
Memur
-
Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti
OKUR TEPKİLERİNİN DEĞERLENDİRMESİ
Dizi yayınlanırken gazeteye gelen beş yüzden fazla faksın yanısıra bir telefon sağanağı yüzünden arkadaşlarım çalışamaz oldu. Evime ulaşan okurlarım ise yüzlerce telefonla tele sekreterimi kilitlediler. Benimle konuşmak için tekrar tekrar telefon ettiler ve çok hoş şeyler söylediler. Bunların arasında şaşkınlıklarını belirtenler, ilk kez Hocaefendi ile karşılaşanlar hatırı sayılır bir yer tutuyordu. Örneğin, İzmir–Menderes’in Görece Köyü’nden bir genç kızın dedikleri: “Biz din adamlarını farklı tanıyorduk, siz farklı bir şey anlattınız. Doğru mu söylüyorsunuz?” Benimle uzun uzun doğruluk derecesi konusunda sohbet etti. Aydın’dan İşadamları Derneği’nden arayan bir beyefendi (adını maalesef unuttum) daha ilginç ama genel bir duyguyu dile getirdi: “Biz şok olduk, devrim yaptınız. Zihni tembelliğimizi yendiniz birden. Günlerdir konuşuyoruz, tartışıyoruz. Bir enerji kazandık.”
İşadamının formüle ettiği duygular birçok insan tarafından farklı şekillerde söylendi. Toplumun her kesimi büyük bir ilgi gösterdi. Bu nedenle elimdeki faksları sayısal değilse de, bir değerlendirmeye tabi tutmaya karar verdim. Orada önemli ipuçları vardı.
Faksların büyük bir çoğunluğu esnaf, işadamı ve üniversite öğrencileri tarafından gönderildi. Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri hatırı sayılır bir yer tutuyor külliyatta. Mastır öğrencileri de kabarık. Hacettepe, Marmara, Malatya İnönü, İstanbul Teknik, Yıldız, İstanbul Üniversitesi çeşitli fakülteleriyle diğer sıraları aldılar. Bulunan diğer meslek grupları: Avukat; mimar; diş hekimi; doktor; gazeteci (bir tane); veteriner; emekli öğretmen; bilgisayar, tapu kadastro, inşaat, harita, makina, çevre mühendisleri ve önemli ölçüde tekstilci. Pak Pide salonundan giyim sanayine, kaportacıdan mobilyacıya; tekstil pazarlamadan, dericilere; gıda pazarlamadan, muhasebeciye; oto sanayi sitesi esnaflarından, yeminli müşavir bürosuna kadar geniş bir toplum kesimi, genellikle bilgisayarda yazılmış fakslarıyla bana ulaştılar. Yarısı el yazısı, yarısı bilgisayar çıkışlı metinler hep nazik bir dille yazılmıştı. El yazısı kötü olanlar bile en içten duygularını aktarmakta zorlanmamışlardı. Hepsi içten ve duygulu sözcükler kullanmışlardı.
En çok İzmir ve İstanbul’dan faks ve telefon geldi. Faksların geldiği diğer iller şöyle: Malatya, Erzurum, Çorum, Afyon, Kastamonu, Ankara, Zonguldak, Balıkesir, Adana, Çankırı, Malkara, Ödemiş, Denizli, Kastamonu, Edirne, Eskişehir, Samsun, Trabzon, Kırıkkale, Sincan, Bafra, Bursa, Adıyaman, Diyarbakır, Bitlis, Elazığ, Erzincan, Manisa, Salihli, Tekirdağ, Çorlu, Çanakkale, Giresun, Bingöl, Ergani ve hattâ Muttalip Köyü’nden halkımız ulaştı bize.
Halkın sağduyusu denilen şeyin ne olduğunu burada öğrendim diyebilirim. Onlar doğru, samimi ve içten olanı anlıyorlar. Yandaş olsunlar olmasınlar fikirlerinizi saygıyla okuyorlar, merak ediyorlar. Onlar gerçek aydın olarak Türkiye’nin geleceğinde düşünen insanlar olacaklar. Özlemini hep duyduğum ‘merak’ duygusunu onlarla paylaşmak, konuşmak benim için önemli bir deneyim oldu. Faksların çoğunda ‘ailem’ adına imzası olması toplumun aile içinde toplumsal, siyasi sorunları tartıştığını, kadın erkek birlikte istişare ettiğini göstermesi açısından ilginçti. Gelen telefonlarda da arayan hanımlar, “eşim de sizi arayacak” diyorlardı. “Eşim de ben de çok beğendik” diye söz ediyorlardı. Bulunduğumuz toplumsal ortamı genellikle stresli, gergin, karanlık, kavgalı, sürekli gerginlik, toplumsal kamplaşma ve hoşgörüsüzlük diye tarif eden okurlar toplumsal birlik ve beraberlik, hoşgörü diliyorlardı. Biri “gittikçe daralan yüreğimize ferahlatıcı bir çıkış” diyerek birey olarak bu ortamdaki duygularını anlatmış bize.
Büyük bir özlem ve susuzlukla yeni fikirler bekledikleri aşikar olan toplum tartışmak üzere, önünü açan, zihnini açan bir dizi düşünceye sarıldı. Telefonla ulaşan bir çok okuruma tartışıp tartışmadıklarını sordum. Mahallede, işyerinde en az on–on beş kişi biraraya gelip tartıştıklarını söylediler.
En çok kullanılan cümle, “Gazeteyi bulamıyoruz” idi. Diğer çok kullanılan cümleler şöyle sıralanabilir:
— Üzücü hadiselerin yaşandığı böyle bir dönemde…
— Tarafsız ve objektif gazetecilik.
— Araştırmacı gazetecilik.
— Gazetecilik ve kültür olayı.
— Farklı bir bakış açısı.
— Çok aydınlatıcı.
— Hoşgörü adına önemli bir adım.
— Tüm tabuları yıkarak…
— Önyargısız ve içtenlikle…
— Güzel sorular…
— Yararlı bir röportaj.
— Farklı üslup.
— Yeni ufuklar açan…
— Gazeteciye yaraşır yorum ve içerik.
Burada dikkat edeceğiniz gibi bir gazeteci tarifi yapılmakta genel olarak, nasıl bir gazete ve gazeteci beklediklerini anlatmaya çalışmışlar. Zihnindeki şablona neyin uyup uymadığını kontrol ederek, ona uymayanları ayıklayan bir gazetecilik ve yorumlama yerine bir inceleme ve tespit istedikleri aşikâr. Yani bir gazetecinin gerçek görevi olan, fikri ve duygusu ne olursa olsun bilgiyi ya da nesneyi olduğu gibi aktarma ve tanıtma fonksiyonunu talep etmekteler. Bilgiye ulaşabilmek için tıkalı olan bu sistemin açılmasını istemekteler. Medyanın bilgi iletme, tarafsızlık ilkesine önem vermekteler.
İnsanlar içinde bulundukları durumu genellikle karamsar sözcüklerle ifade etmişler ve bunun karşılığında bu diziyle içlerine umut doğduğunu belirtmişler. “Büyük bir ümitle yarınlara bakmak…”, “Yeniden bizlere nefes aldırdığınız ve bizi gelecekten ümitvar kıldığınız için…” cümleleri, kullanılan diğer duygu yüklü kavramlardı. İlgilerini, “olağanüstü, müthiş, harika, anlatılamaz…” sözcükleriyle ifade etmişlerdi. En ilginç cümle belki de şuydu: “Mülakatı hararetle takip ediyorum, doyumsuz bir sohbet.” En büyük dilek, söyleşinin kitap olmasıydı. Onların ilgisiyle bunu gerçekleştirdik.
Çok kullanılan bir diğer kavram ‘cesaret’ oldu. Gazetenin söyleşiyi yayımlamasını, göstermiş olduğu cesarete bağlayıp, benim cesur röportajımı bir okurun deyişiyle “hocanın fikirlerini dobra dobra anlatan” yazılar olarak iltifat gördü. Biri de, “Bu bilgileri Türk halkına sunduğunuz için…” diye başlıyordu. Toplum, medeni davranış biçimi, tartışma ortamı ve uzlaşma, kardeşlik isteğini çok net olarak ifade etmişti. Toplumsal birlik ve beraberliği özledikleri, her satırlarında insana ulaşan bir nefes meltem rüzgârıydı. İzmir’den evime yağan telefonlar insanca yaşanacak bir dünyaya olan özlemi ulaştırmaya çalışıyordu. Herkes kendi dilince, bildiğince duygularını iletmek istiyordu. Gerçek Müslümanlar’ın sahtelerle karıştırılmamasını isterken toplum uzun vadeli projelere, eğitime olan derin beklentisinin altını çiziyordu.
Bilgi, objektif, tarafsız, seviyeli, medeni cesaret gibi kavramları kullanmalarının ardında yatan beklenti, demokrasinin tam bir uzlaşma içinde uygulanabileceği kavgasız bir toplumdu.
İlk kez Fethullah Gülen Hocaefendi’yi tanıyanların ilgisi, toplumdaki zihinsel eksikliğin, açlığın ifadesiydi sanki.
Toplum, Türkiye’nin ve kendisinin dünyada hak ettiği yeri almak ve çağdaş uygarlık seviyesinde kendi olarak ayakta durmak istiyor. Dizi bitince bir okuyucunun “hüzünlendik” sözcüğü benim için de geçerli oldu. Birbirimize çok alışmıştık.
Hiç olumsuz tepki gelmedi mi diye sorulabilir; bir tek telefon geldi. Bana, “Siz o öğretmenlerin Cumhuriyet düşmanı olduğunu bilmiyor musunuz?” diye sordu. Bence değiller dedim. Gördüğünüzü mü yazıyorsunuz, duyduğunuzu mu diye sorunca gördüğümü cevabıyla konuşmamız kapandı. Başka hiçbir olumsuz duygu bana iletilmedi. Şablonist düşünen kafaların halkın kafası olmadığı aşikâr!
Nevval SEVİNDİ
-
Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti
FETHULLAH GÜLEN KİMDİR?
Onu, Anadolu tasavvuf kültürünün yeni bir yol bulmaya çalıştığı bir dönemin temsilcisi olarak değerlendirmek mümkün. Bediüzzaman’ın müriti olarak, yaşamını nefs terbiyesinden geçiren Hocaefendi, 1938 yılında Erzurum’un Pasinler ilçesi Korucuk Köyü’nde doğmuş. Eğitimini mürşitlerden almış. Çok sayıda kitabı var; yeni bir araç olarak televizyonu kullanıyor. Halkı irşat etmek* işini yerine getiriyor. Tasavvuf kültüründeki hem şifahi, hem yazılı temel unsurları kullanıyor. Hiç malı mülkü yok. Cemaatine malı mülkü paylaşmayı, ülkesi için harcamayı öğütlüyor. Cemaatin nefs terbiyesi, kendi gördüğü geleneksel sıkılıktaki terbiye değil elbette. Ama yine de cemaatindeki insanlar için şişmanlığı onaylamıyor. Kilosu normalin üstünde olanlar her fazlalıkları için okullara bağışta bulunuyorlar. Böylece epey gelir elde ediliyor. Prensip göbekli olmamak, fazla yemek yememek. Menkıbeler, dini sohbetler yoluyla fikirlerini yayarken günlük politikaya doğrudan karışmamaya özen gösteriyor. Ama her konuda fikrini belirtiyor. Hakikat yolunun yolcusu insanlarla kaynaşıp, onları irşat etmekle yükümlü olduğunu söylüyor. Yine de kalabalık içinde yalnız hissediyor kendini. Kendi ağzından anlattığı yaşamı, geleneksel kültürün onda nasıl ruh bulduğunun öyküsüdür. Henüz küçük bir çocukken, üzerinde en büyük etkiyi bırakan büyükannesini olmuş. Onu sevgiyle anıyor:
“… Ben babamdan annemden önce büyükannemi idrak ettim, onu tanıdım. O’nun öyle sessiz, durgun deryalar gibi derinliği benim üzerimde büyük bir tesir bıraktı. İnanmayı ve Allah’la irtibatı onda gördüm. Belki eskiden gülmüştür, mütebessim bir kadındı, ama ben, öyle kahkaha attığını hiç görmedim. Çok onurluydu.
İkinci olarak babamın tesiri de az değildi. Babam dikkatli yaşardı. Namazlarına çok dikkat ederdi. Onun da gözü yaşlıydı. Vaktini hiç zayi etmezdi. Tarladan eve geldiğinde, ayağının çarığıyla, yemek hazırlanıncaya kadar, hemen bir kitap açar ve okurdu…. Babam, her dakikasını mutlaka hayırlı ve bereketli bir işle dolduran ve düşünceye ehemmiyet veren bir insandı. Boş yaşamaya kapalıydı.…
Gayretliydi. Okuma–yazmayı kendi şahsi gayretleriyle öğrenmişti.… O dönemler, hususiyle bazı yerlerde Türk toplumunun askıya alındığı, boşluğa salındığı dönemlerdir. O dönemde hemen hemen mükemmel yetişen hiç kimse yok gibidir.… Babam bu iki sene zarfında Arapça ve Farsça okudu ve ilmini ilerletti. İlme karşı çok şiddetli merakı vardı. Babamın bu durumunun benim üzerimde de tesiri büyük oldu. Onun o yaşta ilim adına katlandıkları adeta beni de olgunlaştırdı.”1
Annesinin, üzerindeki tesiri ise şöyle anlatır:
“Benim ilk Kur’an hocam validemdir. Kendi anlattığına göre, bana dört yaşımda Kur’an okumayı öğretmiş. Bir ay içinde de hatmettiğimi söyler. Ben, hatmettiğimi hatırlamıyorum…. O devirde Kur’an okutmak yasak olduğu için annem beni gece yarısı uykudan kaldırır ve bana Kur’an öğretirmiş. Zaten bütün köyün kadın ve kızlarına Kur’an’ı validem öğretmişti.…
Yaşım dokuz veya ondu. Bir taraftan hıfzımı* tamamlıyor, diğer taraftan da anneme yardım ediyordum. Hamur yoğurur, yemek yapar, bulaşık ve çamaşır yıkamada yardımcı olurdum. Tabii ki, yine de anneme düşen çok iş kalırdı. Bu arada koyun ve ineklerin sağımını da o yapıyordu. Velhasıl anamın hayatı bütünüyle çileydi. İşte bütün bunlara rağmen bizlerin yetişmesi için de amansız mücadele vermişti.…
Bu arada ailenin dışında Alvar İmamı’nın da tesiri çok büyüktür.… O, akıl gözünü doğru düşünce ile birleştirmeye muvaffak olmuş ve kalb kafa izdivacı gibi çok az talihlinin ulaşabildiği bir noktada Kutup bir insandı.”2
Köyünde ilkokul olmayan Hocaefendi, ilkokulu Erzurum’da dışardan sınavla bitirir. Bu arada çok sevdiği dedesi ve ninesini kaybeder.
“Dünya başıma yıkılmıştı. Çok sarsıldım. Dersi okuduktan sonra yola çıktım. Tabii ki cenazelerine yetişememiştim… Günlerce ağladım. Gece gündüz ‘Ya Rabbi! Ne olur beni de öldür, dedeme nineme kavuşayım’ diye dua ettim. Onların vefatını bir türlü kabullenemedim.…
Bu kadar sarsıntı geçirmem biraz da bizim aile fertlerinin birbirlerine çok aşırı tutkun olmasından kaynaklanmaktaydı. Kardeşler arasında da bu tutkunluk vardı. Mesela, ben Edirne’ye gittiğim günden itibaren Mesih tek kelime konuşmamış. Ve bu durum, ben askerden izinli olarak gelinceye dek sürmüş. Halbuki ben Erzurum’a döndüğümde aradan tam dört sene geçmişti.”1
Daha sonra eğitimini tasavvuf ve tarikat geleneğine göre sürdürür:
“Sadi Efendi, Erzurum Kurşunlu Camii medreselerinde okutuyordu. Bu medrese, tavanı ahşap, küçük bir medresedir. Aşağı yukarı iki kilim boyu kadar bir yerde beş-altı insan kalırdı. Babam beni ilk defa oraya vermişti. Kolumda bir sandık vardı, ve bütün eşyam da sandıktan ibaretti.
Bir gaz ocağımız vardı. Yemeğimizi yattığımız aynı yerde kendimiz yapar yerdik. İmkânı olanlar, gerektiğinde, Kırk Çeşme Hamamları’na gider yıkanırlardı. Bazı fakir talebelere de fiş verirlerdi; onlar da bu fişleri kullanırlardı. Bunların parasını bazı zenginler karşılıyorlardı.
Olmadığı zaman bir hayli sıkıntı çekilirdi. Ben de o sıkıntıyı çekenlerden biriyim. O soğuk kış günlerinde helalarda çok yıkanmışımdır.…
Giyimime de çok dikkat ederdim. Tertemiz ve biraz da o güne göre lüks giyinirdim. Günlerce aç kaldığım olurdu da ütüsüz pantolon, boyasız ayakkabı giydiğim hiç görülmemiştir. Ütü bulamadığım zaman, pantolonumu yatağın altına koyar ve pantolon bu ağırlık altında ütülü gibi olurdu.
Bazan arkadaşlarım benim bu hallerimi yadırgarlardı. Tekke ile bu kadar alakalı olmama rağmen, bu kadar cevval, hareketli dışadönük ve giyimime bu kadar titiz davranmamı bir türlü birbiriyle bağdaştıramazlardı.
Hatta ütülü pantolon giydiğime kızan bir tekke arkadaşım birgün bana unutamayacağım şu sözü söylemişti: ‘Arkadaş sen biraz takva olsana!’* Ben takva olmakla ütülü pantolon giymenin alakasını hâlâ anlayabilmiş değilimdir.…
Babam mutlaka Erzurum’dan dışarı çıkmamı istiyordu. Buna her defasında annem karşı çıktı. Fakat sonunda babamın dediği oldu. Annemin de muvafakatını alarak Edirne’ye gitmeme karar verildi. Edirne’de Hüseyin Top Hoca vardı. Bizim akrabamızdı.… Edirne’ye giderken, yol güzergâhında bazı yerlere uğrayarak gittim. Önce Ankara’da kaldım.… Ankara da kaldığım müddet içinde bir işim de Diyanet’in açacağı vaizlik imtihanı gününü araştırmak oldu.”2
Gülen, iki ay kadar Edirne’de vaizlik ve imamlık yaptıktan sonra Ankara’ya dönüp Diyanet İşleri Müdürlüğü’nün açtığı müftülük sınavına girer. Sınavı birincilikle kazanır ve Edirne’deki Üç Şerefeli Cami’sine ikinci imam olarak tayin edilir.
Askerlik, Hocaefendi’nin yaşamında önemli bir dönüm noktası olmuştur: “Mamak bir garip yerdir. 1. Tabur, 1. Muharebe Bölüğü… Benden iki yaş büyük amcam da burada askerlik yapmış.
Bir gün talim yapıyoruz. Bölük komutanı beni çağırarak ‘Hoca sen misin?’ dedi. ‘Evet’ dedim. İlave etti: ‘Benim hanımım hasta. Getireyim de ona bir oku!’ dedi. Ben, ‘Ben öyle okuma filan bilmem. Eğer siz okumanın tesirli olacağına inanıyorsanız sizin okumanız muvafık olur’ dedim. Meğer beni deniyormuş ve ben de itikadımın mükafatını gördüm. Bölük komutanı beni belli ölçüde korudu. Rahat edeyim diye de beni telsizci yaptılar.”1
Komutanı ona, tasavvufun yanı sıra Batı klasiklerini de okuması gerektiğini söyler ve onun zoruyla Emile Zola, Rousseau gibi Batılı yazarları okur. Bu onun fikri hayatında önemli bir dönemdir.
Daha sonra İzmir yılları geliyor. Bir süre vaizlik görevini sürdürür. 1971 muhtırasında kovuşturma geçirdiyse de çıkan af kanunundan yararlanarak davası düşer.
12 Eylül 1980 tarihine kadar vaizlik görevine devam eden Hocaefendi, hakkında çıkan tutuklama emri dolayısıyla, ihtilal dönemi ve sonrasında yaklaşık 6 yıl vazifesine ara verdi. 1986 yılında Devlet Güvenlik Mahkemesi’nce verilen takipsizlik kararı neticesinde serbest hayata geri döndü. Halktan gelen yoğun istek ve ilgi üzerine 1989 yılında İstanbul ve İzmir’de fahri olarak vaazlara yeniden başladı ve 1992 yılına kadar bu vaazlarını sürdürdü. Arapça ve Farsça bilen Hocaefendi hiç evlenmemiştir.
Çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlanan çok sayıdaki makalesi kitap olarak da yayımlanmıştır: Çağ ve Nesil, Buhranlar Anaforunda İnsan, Yitirilmiş Cennete Doğru, Zamanın Altın Dilimi, Günler Baharı Soluklarken, Yeşeren Düşünceler, Ölçü veya Yoldaki Işıklar (4 cilt), Fatiha Üzerine Mülahazalar, Sonsuz Nur (3 cilt), İnancın Gölgesinde (2 cilt), Asrın Getirdiği Tereddütler (4 cilt), İ’lâ-yı Kelimetullah veya Cihad, Prizma, Ölüm Ötesi Hayat, Duâ Mecmuası, Renkler Kuşağı (2 cilt), Hüzmeler ve İktibaslar, Fasıldan Fasıla (3 cilt), Kitap ve Sünnet Perspektifinde Kader, Dil öğretimini esas alan Arapça Tekellüm (5 cilt) ve Kalbin Zümrüt Tepeleri adlı eserlerinin yanı sıra Kırık Mızrap adlı bir de şiir kitabı vardır.
Ayrıca değişik yerlerde yapmış olduğu vaaz ve konferansların yanında dini, ilmi, felsefi, edebi, aktüel birçok konuda sorulan sorulara verdiği irticali cevapların kaydedildiği teyp ve video kasetleri bulunmaktadır.
*İrşad etmek: Doğru yolu göstermek. Y.N.
1 Lâtif Erdoğan, Fethullah Gülen Hocaefendi, “Küçük Dünyam”, s. 21–23, AD Yayıncılık, 1995.
*Hıfz: Kur’an’ı ezberlemek. Y.N.
2 A.g.e., s. 26-29.
1 A.g.e., s. 35-39
*Takva olmak: Dinin yasaklarına uymak veya haram olduğundan şüphe edilen şeylerden uzak durmak. Y.N.
2 A.g.e., s. 37-48
1 A.g.e., s. 69.
-
Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti
EK
YOBAZ
Masum duygularımızın korkulu rüyası,
Her baskınında zulmü bir başka kan kırmızı.
Kaba kuvvetin mazlum vicdanlara cezası;
Hür düşünme ile savaşmada bütün hızı.
Her zaman aynı “yâ leyl” tekmil mırıltıları,
Rûhu da ufkuna benzeyen sisle örtülü
Ve arenalardakine denk gürültüleri.
O âlemde her yer bir mezar, her rûh da ölü.
Zincirler içinde her zaman duygular, düşler,
Kurulmuş her köşe başında bir kanlı pusu.
Mazlum tabiatlarda sürekli ürperişler
Ve herkesin ense kökünde korkunun korkusu…
Zulmün en sağlam bir sütunu gibidir yobaz,
Ona göre “yaşam” bir başka yıldızda hayat.
Onun ikliminde esen hummalı bir poyraz.
Ve ona benzemiyorsa bir kafa, kaldır at!
Ya ona her işinde çengilik yapan zümre!
Düşünceleri ve doğruları tek mevsimlik.
Bitirdiler milli ruhu kemire kemire;
Ufukları karanlık, fikirleri gündelik.
Ey zalim hiç durma mahmuzla atını ve sür!
Kim bilir ezip geçeceğin daha kimler var?
Senin ettiklerin küfürden öte küfür,
Sende kinler, nefretler, cinnetler, hafakanlar…
-
Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti
GURBET
Beynim tıpkı bir sorular harmanı,
Hislerim ölgün, cevaplarım sisli;
Gezer dururum yorgun ve avare.
Sarmış bir buğulu hüzün dört bir yanı,
Kalbim annemin kalbi gibi hisli;
Her hâlim garibliğime emâre…
Kulaklarımda hep bir gurbet şiiri,
Her nağmemde bir poyraz serinliği…
Düşüncem “veda” diyor bu yerlere,
Ülkemden ayrıldığım günden beri,
Gömdüm sineme sevinci, neş’eyi;
Hasretim şimdi o mavi günlere…
Gurbet yağıyor ufkuma muttasıl,
Bu semada hiçbir şimşek çakmıyor;
Aysbergler gibi sopsoğuk sokaklara.
İnsan, eşya ve varlık fasıl fasıl,
Irmaklar bize doğru akmıyor.
İhtilâç içinde kalabalıklar.
Bu yerde kalbe ilhamlar inmiyor,
Kapalı kapıları gökler–yerler.
Ve madde katılığında her biri…
Burda rûha güzellikler sinmiyor,
Tüter gözümde o bizim bahçeler;
Nerde o yemyeşil bahar günleri?
Doğ ey ışık doğ gönlümün içinden!
Tasayla dolaştığım bu ellerde;
Bana rûhumun sırlarını duyur!
Bir ses sun o eski bestelerinden,
Şu hüzünlü şafakta perde perde.
Açlıkla kıvranan rûhumu doyur!
-
Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti
Global Hoşgörü 11 Eylül Sonrası
Dünya 11 Eylül saldırısından sonra yeni bir döneme girdi. Bu dönem ABD'nin teröre karşı dünya çapında savaş ilan ettiği yeni bir çağın başlangıcı. Halen bu sürecin içinde ve başındayız. Bu Yeni Dünya'nın nasıl kurulacağı ise henüz tam belli değil. Ancak belli olan bazı olgular var. Radikal İslam ABD'nin terörle savaşında başlıca hedeflerden birisi. Batı dünyası, İslam dünyası ile ilişkilerini hem geliştirmek ve iyileştirmek istiyor, hem de İslam dünyasına karşı belli bir çekince ve önyargı ile yaklaşıyor. Ortadoğu'da İsrail-Filistin çatışması giderek daha şiddetli ve kanlı bir görüntüye bürünürken Ortadoğu'daki Arap ve İslam ülkelerinde Batı'ya ve ABD'ye karşı tepkiler de şiddetleniyor. ABD Başkanı George Bush'un şer ülkesi ilan ettiği 3 ülkeden ikisi, Irak ve İran hem Türkiye'nin komşusu hem de İslamiyet Adına dünya sahnesine çıkan ülkeler. Bu nedenle önümüzdeki Dönem, 11 Eylül sonrası başlayan İslam tartışmalarının daha da hızlanacağı söylenebilir.
Fethullah Gülen 11 Eylül terör saldırıları ve daha sonra başlayan terörle savaş sırasında ABD'deydi. Kendisiyle 3 yıl önce yaptığım New York Sohbeti o sırada Yeni Yüzyıl Gazetesinde yayımlanırken çok ses getirmişti. Çünkü Fethullah Gülen bu söyleşide şiddet ve korkuya dayalı Arap İslam anlayışı ile sevgiye dayalı Türk İslam anlayışının altını çizmiş, siyasal İslam'ı şiddetle eleştirmişti. Şiddete dayalı Arap kültürü İslam'ın üstüne terör gölgesini düşürürken, Fethullah Gülen'in 3 yıl önce sözünü ettiği "Anadolu Müslümanlığı" anlayışı Türk modelini Batı'nın gözünde önemli bir yere taşıdı. Medeniyetleri buluşturan yer İstanbul oldu bu nedenle.
Bu anlamda Fethullah Gülen'in şimdi bir "klasik" değeri taşıyan New York Sohbeti, adeta 11 Eylül'den önce 11 Eylül'ün panzehirinin nerede olduğunu ilan ediyordu.
New York Sohbetini yeniden yayınlarken, bununla yetinmek istemedim ve Fethullah Gülen'den 11 Eylül dönemi, terörle mücadele, globalleşme ve kurulan yeni Dünya Düzeni hakkındaki görüşlerini de rica ettim. Kendisi çok nazik bir insan olarak beni kırmayarak, ciddi sağlık problemlerine rağmen bu güncel konularda çok değerli görüşlerini bana iletti. Böylece ortaya Fethullah Gülen'in "11 Eylül, terörizm, globalleşme, İslam ülkelerinin durumu, ABD'nin yeni misyonu ve zorlukları" gibi güncel konularda önemli saptamalarını ve ilginç değerlendirmelerini içeren yepyeni bir metin çıktı. Hepsini ilk kez burada okuyacaksınız. New York Sohbeti'ndeki bakışı ve o sırada "Anadolu Müslümanlığı" diye tanımlanan kavramı 3 yıl sonra 11 Eylül sonrası perspektifle daha da açan bu yeni metne Fethullah Gülen'in özgün bir deyiminden esinlenerek "Global Hoşgörü" adını verdim.
Böylece Fethullah Gülen ile New York Sohbeti ve Global Hoşgörü birbirini tamamlayan iki söyleşi haline geldi. Fethullah Gülen'in yoksul İslam ülkelerinin bugünkü durumundan özünde Batı ülkelerini sorumlu tutan bakışı ve globalleşmenin yoksullukla elele gitmesi halinde ortaya çıkacak tehlikelere dikkat çekişi, en az globalizm-karşıtlarının söylemleri kadar cesur saptamaları içeriyor. Yeni dönemde ABD dahil, Batı ülkelerinin yalnızca kuvvete güvenerek bir düzen kurma arayışının yaratacağı tehlikelere ise Fethullah Gülen adeta bir Anadolu bilgesinin olgun deneyimi ile daha şimdiden dikkat çekiyor ve uyarıyor. "Kör kuvvet kaos ve zulüm doğurur" diyen Fethullah Hoca, herkesi hak, adalet ve hukukun üstünlüğüne çağırıyor.
New York Sohbetinin ana fikirlerinden birisi olan "Müslüman terörist olamaz ve adam öldüremez" sözü Fethullah Gülen'in 11 Eylül sonrası değerlendirmelerinde de ağırlık noktası olarak ortaya çıkıyor. Batı dünyasının İslam anlayışını yakın mercek altına aldığı ve öğrenmeye Çalıştığı bir dönemde Fethullah Gülen'in görüş Ve düşünceleri Anadolu'nun bin yıllık tasavvuf geleneğinden Süzülüp gelen, herşeyin odak noktasına "İnsan"ı koyan ve Tüm çözümleri "İnsan"da arayan derin İslam anlayışının özgün ve çarpıcı bir örneği. Fethullah Gülen'in 11 Eylül sonrası kurulmakta olan Yeni Dünya'ya ilişkin değerlendirmelerinin yalnızca Türkiye için değil, tüm dünya için ilginç ve önemli saptamalar içerdiği kanısındayız. Bu görüşleri Türkiye kamuoyuna aktarmama yardımcı olduğu için Fethullah Gülen'e teşekkürlerimi sunarım.
Nevval Sevindi
-
Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti
YENİ BİR DÜNYA KURULURKEN
-Sayın Fethullah Gülen Türkiye'nin bir yıldır içinde bulunduğu ekonomik kriz toplumda genel bir umutsuzluk havası yarattı. 11 Eylül sonrası terörle savaş ve Türkiye'nin yakın bölgesinde Irak operasyonuna dönük senaryolarla birlikte iyimser beklentiler azaldı. Sizin bu konudaki görüşleriniz nedir?
Ümit, hayata onu verenin penceresinden bakıp, ona göre yaşayanlar için hiç pörsümez bir aksiyon dinamiği; kendisini değil, daima başkalarını düşünenler, gerçek saadeti başkalarının saadetinde görüp, yaşamayı yaşatmakta bulanlar için en tükenmez bir azık; zaman, mekân, madde, nefis ve menfaat mahbeslerini aşmışlık içinde, kalb ve ruhun derece-i hayatında ömür sürüp, kutlu bir mefkûreye dilbeste olmuşlar için eksilmez bir güç kaynağıdır. O bakımdan, başkalarının "artık her şey bitti" zannına kapıldığı, bir milletin kaddinin bütün bütün büküldüğü; zelzeleye, fırtınaya, sele kapılmış azim ve iradelerin sönüp gittiği; makama, mansıba, servete sâmâna, havl ve kuvvetin gerçek sahibinden başka güç ve kuvvetlere bel bağlamış, gerçeği bulamamaktan dolayı ufukta batıp giden yıldız, ay ve güneşlere gönül vermiş olanların hüsrana maruz kaldığı bir zamanda, sözü edilen keyfiyet ve kıvamdaki kimselerin ümidi öyle dâsitânî bir hâl alır ki, onlar, her halükârda kâinata meydan okuyabilir; ellibin defa çarkları, düzenleri bozulsa da sarsılmadan yollarına devam eder ve yoklukta varlık cilvesi gösterip, ölü ruhlara can, bükülmüş dizlere fer olurlar. Bir batılı, "Başkalarının müdafaadan ümidini kestiği bir zamanda, Türk Milleti'nin taarruzu başlar" der. Moğol istilası ve Anadolu'nun parça parça oluşundan sonraki yeni ve taptaze sürgün, Çubuk ovasındaki mağlûbiyetin arkasından gelen derlenip toparlanış ve daha bir şahlanış, tükenme noktasında yazılan ve tarihin görüp göreceği emsalsiz destanlardan Çanakkale ve nihayet Kurtuluş Savaşı, insana, milletimizin tarihteki asıl fonksiyonunun, sanki ümit ve iman temelinde sürekli diriliş destanları yazma olduğu intibaını verir. Dolayısıyla, şahsen bugün, bir yandan çok ciddî rahatsızlıklarıma şükür içinde sabretmeye çalışıyor; canımdan çok sevdiğim ve suyuna, havasına, taşına, toprağına, semasına ve gül yüzlü insanlarına hasret kaldığım ülkemden uzak bulunmanın dipsiz bir boşluk halinde ruhuma yansıyan gurbetini yaşıyor; çoklarının nazarında artık yaşanmaz görülen memleketimde olup bitenleri, sathî ve kısmen de olsa, endişeyle, fakat ümitle izliyor ve A.B.D.'nin, yaşlı dünyamızın altına bir manivela gibi giren son teşebbüslerinin takip edeceği istikamete ciddî atf-ı nazar ederken, beri yandan, dünyanın ve insanlığın yarını adına ümidimi, hiç solmayan yapraklar gibi taze tutuyor ve yarınlara yine tebessümle bakıyorum.
-
Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti
Ümidin asıl kaynağı:
İnsanlık vazifesi
Bir mü'min için ümitli olmaya ve hayata da, geleceğe de tebessümle bakmaya mani hiçbir şey yoktur. Yoktur, çünkü mü'min, dünya ve şahsı adına beklentileri olan bir insan değildir. Mü'min, Allah'la pazarlık içinde olamaz; O'nunla, "Ben bunu yaparsam, Sen de şunu yapar mısın?" gibi bir pazarlık içine giremez ve O'nu tecrübe edemez. Tam tersine Allah, kulunu tecrübe eder ve ona, "Şöyle yaparsan dünyadaki karşılığın şu, Âhiret'teki karşılığın da budur" der. Bu anlayıştır ki, mü'minde, "Ben, bana düşen vazifeyi yapmakla mükellefim; bunun karşılığında Cenab-ı Allah'ın nasıl muamelede bulunacağına ben karışamam." inancını yerleştirir. Dolayısıyla o, her şartta ve dönemde kendi vazifesini yapmaya bakar.
Her zaman için bize düşen, insan olarak vazifemizi yapmaktır. Bu vazife, insan olmanın gerektirdiği bir vazifedir. Varlık ağacı, insanı meyve vermek için yaratılmış, yeryüzü insan için döşenmiş ve gök, ona bir kubbe, güneş bu kubbede, onun dünyasını aydınlatan bir lamba kılınmıştır. İnsanın dışındaki bütün varlıklar, vazifelerini hakkıyla ve kusursuz yerine getirmektedir, dolayısıyla da insan elinin uzanmadığı alanlarda mutlak bir sükûn, huzur ve saadet hükümrandır. Göklerde sayısız denebilecek kadar küçük-büyük onca ecrâm-ı semâviyeye rağmen, o müthiş hareketlilik içinde bir sükûn ve sükûnet söz konusudur ve orada hiçbir karışıklık ve düzensizlikten söz etmek mümkün değildir. Yerde, cemâdât âleminden nebâtât âlemine, oradan hayvanât âlemine kadar bütün varlıklar, mevcûdiyet yörüngelerinde üzerlerine düşeni yerine getirmekte ve yeryüzünde bir barış, sükûnet ve saadet korosu teşkil etmektedirler. Buna karşılık insan, diğer varlıklarda bulunmayan his, şuur ve irade gibi önemli latifelerle donanımına rağmen bu koroyu bozabilecek mahiyettedir. Fakat onun bu koroyu bozması, her varlıktan önce kendi aleyhine olmaktadır. Bu itibarla ona düşen, bu koroya iradesiyle katılmak, iradesini oradaki sükûn, barış ve saadeti bozmama istikametinde kullanmak ve söz konusu sükûn, barış ve saadetin temelini, sebebini keşfedip, ona göre davranmaktır.
Evet biz, insan olmanın gerektirdiği vazifeyi yapmakla mükellefiz. Bu vazifeyi hakkıyla yerine getirdiğimiz zaman, ötesi bizi çok da alâkadar etmez. Dolayısıyla, eğer biz, bize düşen vazifeyi gerektiği ölçüde yerine getiriyorsak ve bu yolda istikametimizin doğruluğundan eminsek, o zaman herhangi bir endişeye de mahal yok demektir. Zaten, Allah'a iman ve kulluk, insanlığa hizmet vazifesi de dünya üzerindeki çatışmalardan, siyasî çekişmelerden müteessir olmayacaktır ve olmaması gereken bir vazifedir; çünkü bu hizmetin hedefinde dünya, makam-mansıp, siyaset gibi şeyler, hiçbir zaman söz konusu değildir ve olamaz da. Aslında, bu vazife ve onu gerektiği ölçüde yerine getirme anlayışı, bizleri değişik cereyanlara kapılıp gitmekten korumaktadır. Çizgi, yol ve bu yolda takip edilmesi gereken istikamet belli olduğu gibi, hedef de bellidir. Dolayısıyla, "gökler ölüm yağdırsa, yer ölüm püskürtse", denizler kandan, irinden çukurlara dönse, hakîkî müminsek biz, yine ümidimizden bir şey kaybetmeden yolumuza devam eder dururuz. Olup biten her hadiseye ezelî ve ebedî hikmetin bir şuaı olarak bakar; ondaki gerçek sebepleri araştırır ve her hadiseden bir ders çıkarmaya çalışır; her hadisede Yüce Yaratıcı'nın beyanının doğruluğunu görür ve O'nu bir defa daha bulmuş ve duymuş olmanın şükrüyle iki büklüm olur, iyi birer kul olmaya yöneliriz.
Allah'ın her bir âlemdeki icraatının unvanları olarak fiziğin, kimyanın, astronominin, astrofiziğin, biyolojinin kanunları bulunduğu gibi, tarihin de kanunları vardır. Bu kanunlar, tarihî materyalizmin ve Batı'daki bir takım tarih felsefelerinin iddialarının aksine, insana bakan yanları açısından, adı geçen ilimlerin kanunları gibi mutlak değil ise de, Meşîet-i İlâhiye'ye bakan yönleri açısından mutlaktır; yani ne yaparsak yapalım, ne ile karşılaşacağımız büyük ölçüde bellidir ve Allah, bunları, gönderdiği peygamberler ve indirdiği kitaplar ile bildirmiştir. Dolayısıyla, eğer biz mü'minler olarak, takip ettiğimiz yolda bir takım tersliklere, istenmeyen hadiselere, tökezlemelere maruz kalıyorsak, bunları, katiyen birer ümitsizlik sâiki görmemeli, aksine Allah'ın bizimle muamelesi saymalı ve şevk u târap içinde yolumuza devam etmeliyiz. Kısaca, zahiren müsbet de görünse menfi de görünse, her hadise bize O'ndan bir mesaj, yolumuzda bir ışık, ümidlerimize fer ve gönüllerimizde de heyecan vesilesidir.
-
Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti
-Peki ancak, ümit ve inancın ötesinde ülkemizde ve dünyada köklü sorunların çözümü için yeterli birikim ve donanım var mı?
Günümüzde belki çokları, ferdî ve bütün yönleriyle içtimaî problemlerin temelinde kanunların yetersizliğini, kaynakların kıtlığını, personel azlığını, ilmî ve teknik kifayetsizliği.. gibi faktörleri sebep olarak ileri sürebilirler. Şüphesiz, bütün bunların söz konusu problemlerde ve onların çözüme kavuşturulamamasında kendilerine ait birer yeri vardır. Ancak şurası da bir gerçektir ki, ferd insandan ibaret olduğu gibi, cemiyet de insanlardan teşekkül etmektedir; dolayısıyla da denebilir ki, bütün problemler insanda başlayıp, insanda bitmektedir. Problemleri çıkaran nasıl bizzat insanın kendisi ise, onları giderebilecek olan da yine odur. Unutmamak lâzımdır ki, kanunları yapan da uygulayan da; kaynakları üreten de, kullanan da, personelin kendisi de, ilmi yapan, herşeyi teknolojiye bağlayan ve bunları herhangi bir şekilde, yanlış veya doğru, yeterli veya yetersiz kullanan da yine insandır. Bu itibarla da, bütün meselelerin başında insanı tanımak ve onun eğitimi gelmektedir desek mübalağa etmiş sayılmayız.
Mehmet Âkif, insan için:
Senin mâhiyetin hattâ meleklerden de ulvîdir;
Avâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir. der. Evet o, görünüşte ve fiziğiyle küçük bir 'cirim' ise de, mahiyeti meleklerden daha yücedir. Çünkü onda, Allah'ın kâinata varlık veren bütün isimleri tecelli etmektedir; bundan dolayı onda bütün âlemler, yaratılmış bütün varlık bir öz halinde mevcuttur denebilir. Nasıl meyve, ağacın hayatını, bütün unsurlarını kendinde bir şekilde barındıran özü, hülâsası ve neticesidir; aynı şekilde insan da, yaratılış ağacının meyvesi olarak, yaratılışın gayesidir, neticesidir ve varlığın bütün şubelerini kendinde barındıran bir hülâsadır. Zaten her felsefî ve ilmî görüşün temel mevzuu ve kalkış noktası da öncelikle insan olmuştur. Bu kâinatta, fiziğiyle, metafiziğiyle hemen bütün ilimler insan temeli üzerine oturur ve insanın dışındaki her şeyin, onunla münasebeti nisbetinde bir ağırlığı ve kıymeti vardır.
-
Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti
Bütün meselelerin kaynağı ve çözüm sahası insandır
İnsan, her şeyi ile anlaşılması güç bir varlıktır. Çünkü onda bütün âlemler, başta bütün yaratılmış varlıklar özleriyle ve bir manada mahiyetleriyle mevcut bulunduğu için, bir zâviyeden varlığı anlamak insanı tanımaktan; diğer bir açıdan da, insanı tanımak varlığı anlamaktan geçer. Aslında insanı anlamak, bizzat insanın birinci vazifesidir; çünkü insan, aynı zamanda Yaratıcı'yı tanımaya açılan penceredir. Bu sebeple, her insanın ilk ve en birinci vazifesi, kendini keşfedip tanıması, sonra da aydınlanan mahiyet adesesiyle dönüp Rabb'ine yönelmesidir. Ne acıdır ki, çoğumuz itibariyle, en fazla ihmal ettiğimiz husus da budur. Evet, sık sık kendini kritiğe tabi tutan kaç insan gösterilebilir? Kaç insan gösterilebilir ki, zaafları-kabiliyetleri, boşlukları-güç kaynakları, kaybettikleri ve kazandıklarıyla her gün bir kaç kez yeniden kendini keşfediyor ve kendi derinliklerinde dolaşıyor? Geçici bir hayret, geçici bir tecessüsle değil, hattâ fenalıklarını deşeleyip kendini aşağılamak suretiyle de değil; belki, benliğini araştırma ve tanıma ihtiyacıyla, nefsini karşısındaki bir kanepeye oturtup, sonra da insaflı, hâzık ve rasyonel bir hekimin hastasını muayene etmesi gibi, onu gerçekçi bir anlayışla ele alıp teşhise çalışan kaç insan gösterilebilir? Aslında işte bu yapılamadığı içindir ki, beşer, şu "yitirilmiş cennet"te aradığı saadeti, daha doğrusu, yitirilmiş cennetini bir türlü bulamamaktadır.
Kendini keşfedemeyen insan tutarsızdır
Kendinden habersiz yaşayan ve kendini keşfedememiş bu dar ufukların, başkalarını ve başka şeyleri bilmeleri imkânsız ve onlar hakkındaki hükümleri de sathî ve tutarsızdır. İnsanın ne olduğu, daha yaratılırken her şey olmaya müsait ve a'lâ-yı illiyyînden (insanın ulaşabileceği en yüksek zirve) esfel-i sâfilîne (onun düşebileceği en derin çukur) kadar hem nâmütenâhî yükselmelere, hem de en korkunç alçalmalara yuvarlanmaya müsait bulunması ve mahiyetine hem ruhanîlik, hem de nefsanîlik nüvelerinin (çekirdek) yerleştirilmesinde; tabiatının ezeliyet hedefli ve peygamber yörüngeli bir gayeye yönlendirilebilmesinde ya da yönlendirilemeyişinde; ruhundaki insanî cevherlerin idrak edilişinde veya edilemeyişinde; özündeki potansiyel gücün sezilip değerlendirilmesinde veya değerlendirilemeyişinde; ledünnî derinlikleri araştırılırken kalbin katmanlarına inilişinde veya inilemeyişinde; iradesinin hakkını verişinde veya veremeyişinde; şuurunun perde arkası esrarını sezişinde veya sezemeyişinde, hissin mâverâiliğe (madde ötesi) yönelişinde veya yönelemeyişinde; vicdan mekanizmasının işleyiş keyfiyetinin bilinişinde veya bilinemeyişinde aranmalıdır.
İnsanın insanlığı, fâni olan hayvanî cesedinde değil, ebediyete meftun ve müştak olan ruhunda yatar. Bu itibarladır ki o, ruhuyla ihmale uğrayıp, sadece bedeniyle ele alındığı zamanlarda katiyen doyma noktasına ulaşamamış ve tatmin edilememiştir. İnsanı bedeniyle ele alan ve ona cismaniyet buudlarıyla yaklaşan düşünce, protoplazmanın yaratılışından bu güne kadar bütün tekâmül vakalarını sadece ve sadece biyolojik bir gelişme olarak görmüş, transformizm vadilerinde dolaşmış, evolüsyonla zifaf olmuş ve dolayısıyla da insanoğlunu hep hayvan seviyesine indirmiş, onu hayvanlar arasında aramış ve tabii antropolojiyi de bir tavla nizamnâmesi haline getirmiştir. Durum böyle olunca, kendini hayvanlardan bir hayvan sayan insanın gaye-i hayali ve kıymet idealleri de; fayda, keyif, eğlence, şahsî çıkar olmuştur, daha doğrusu o hayvanî bir mutluluğu aşamamıştır. Bu itibarla da, ona fayda sağlayan faaliyet türü, bu keyfiyet ve bu neşeyi temin eden teknoloji ve bu cismanî refaha hizmet eden imkânlar ona ait değerler listesinin başına geçmiş ve hemen her şeyin önünde, her şeye fâik kıymetlere bağlanmıştır.
-
Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti
İnsanın hürriyeti onu Ahlakla yüzyüze getirir
İnsanda ilk göze çarpan husus, daha onun dünyaya gelişiyle kendini belli eder. Onun dışında her canlı dünyaya ayak basarken, başka bir âlemde yetiştirilmiş gibi, hayat kanunlarına âşina ve en mükemmel insiyaklarla gelir. Dünyaya gelir gelmez de veya en geç birkaç saat içinde ayağa kalkar; birkaç gün ve en fazla bir hafta içinde de bütün hayat şerâitini öğrenir. İnsan ise, en muhteşem ve mübeccel bir varlık olmasına rağmen, bütün bu insiyaklardan ve hayat için gerekli fonksiyonlardan mahrum olarak anne kucağında kendini bulur; ortalama bir yıl içinde yürümeye başlar ve temyiz yaşına bilmem kaç sene sonra ulaşır; onun terbiye ve talimi (eğitim ve öğretim) ise ölünceye kadar devam eder. Evet, onun hayvanî mevcudiyetinin mekanik nizamını aşan her şey; akıl, zihin, irade, hürriyet, his ve iç müşahede sayesinde burada teşekkül eder. Sözün özü o, iç ve dış bütünlüğüne bu suretle kavuşur; benliğinin esrarına da ancak bu yolla erer.
Bundan başka insanda, kanun ve prensiplerden hareket ederek, umumî olandan hususî halleri çıkaran bir kabiliyet diyeceğimiz akıl, kendi hareketlerini kendisinin tayin etmesi, faal bir akıl yoluyla 'otonomi'ye malik olması, bu sayede canlı-cansız bütün tabiatın üstüne çıkması, hareketlerini kontrol etme ve hesabını verme kabiliyetini kazanma.. gibi hususların kaynağı hürriyet, ondaki diğer önemli vasıflardandır. Evet, insan iradesinden kaynaklanan hürriyet, yani cebrî bir determinizmin hakim olduğu 'tabiat' içinde, onu aşan ve determinizm bukağısından âzade bulunan insandaki bu muhtar yön, tabiattaki kanunların dışında kalan bu hususiyet, insanı bir dizi ahlâk prensipleriyle karşı karşıya getirir; derken insanı 'yüce bir âlem'e muhatap kılar ve onu böyle bir muhatap olmanın yol açtığı sorumlulukları yerine getirme ve dış telkin, iç müşahede ile iyiyi kötüyü birbirinden ayırma mevkiine yükseltir.
İnsan için en önemli hususiyetlerinden biri de düşüncedir. İnsan, bizzat kendi düşünce dünyasına göre şekillenen bir varlıktır. O, nasıl düşünüyorsa, istidadı ölçüsünde öyle olmaya namzettir. Evet, insan, belli bir düşünceye göre eşya ve hadiselere bakışı devam ettiği sürece, karakter ve ruh yapısı itibariyle, yavaş yavaş giderek o düşünce çizgisinde bir hüviyet kazanır. Toprağa atılmış bir tohum için toprak, hava, yağmur ve güneş ne ifade ediyorsa, düşünce ile birlikte niyet ve içten arzu, aşkın bir talep, yani iştiyak da, insanda çekirdekler halinde bulunan istidatlar için aynı şeyi ifade eder. Düşünce ve niyet, insanda güzel ahlâk ve karakterin gelişmesinde de aynı derecede müessirdir; otlar, ağaçlar tohumlardan, kuşlar, kuşçuklar da yumurtalardan çıktıkları gibi, yüksek ruh ve kusursuz karakterler de, güzel düşünce ve temiz niyetlerden meydana gelirler.
Düşünce bir tohum, davranışlarımız onun tomurcukları, sevinç ve kederlerimiz de meyveleridir. "Güzel gören güzel düşünür;" güzel düşünen, ruhunda iyi şeylerin tohumlarını inkişaf ettirir ve sinesinde kurduğu cennetlerde yaşar gider. Herkesten ve her şeyden şikâyet eden, etrafına ruhunda kurduğu karanlık dünyaların menfezlerinden bakan karanlık ruhlar ise, hiçbir zaman iyiyi göremez, güzel düşünemez ve hayatlarından lezzet alamazlar.
-
Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti
BİREY: MUTLAK, HÜR VE MUHTAR
Evet, insanı hayvanî mevcudiyetin üstüne çıkaran, onu genel manâda sebep-sonuç kanunlarına göre cereyan eden tabiat karşısında otonom yapan, sonra da onu, "Mutlak, Hür ve Muhtar" olan bir mevcuda bağlayan ayırıcı özellik, onun aklî bir varlık olmasında, irade ve iç müşahedeye malik bulunmasında aranmalıdır.
İnsanı hayvanlardan ayıran bir diğer ve çok önemli fark da şudur: İnsanın dışındaki her varlık, kendi faydası, kendi çıkarı ve kâinattakı denge arkasında koşturulur; insandır ki, hem kendini, hem de bütün varlığı, hatta cihanları aşan bir manâ ve ruhu takip eder. Hayvanlarda din duygusu, ahlâk endişesi, fazilet mücadelesi, sanat gayreti yoktur. Kapıları sadece insan kalbine, insan duygularına açılan bu zümrütten sarayların biricik konuğu insandır. Evet o, din ile ikiz olarak doğmuş, ahlâkla sarılıp sarmalanmış, ömrünü fazilet takibine vakfetmiş ve kendini sanatla anlatabilmiş tek canlıdır. Ayrıca o, yüksek duygularla mücehhez, fazilete istidatlı, ebediyete tutkun bir varlıktır. En sefil görünen bir insan ruhunda dahi ebediyet düşüncesi, güzellik aşkı ve fazilet hissinden meydana gelen gökkuşağı gibi bir iklim mevcuttur. En iptidaî vasıtalarla yapıp ortaya koyduğu basit eserlerden, ifade ettikleri manâ ve değerlerle gidip ta sonsuzluğa ulaşan sanat harikalarına kadar her ses ve soluk, her renk ve çizgi, her şekil ve motif, onun fıtrat menşûrundan dökülen ve yine onun derinliklerinden kopup gelen ona mahsus tayflardır.
İnsanın yaratılış gayesi, gerçek insanlığı ve eğitim
İnsan, Yaratıcı'nın halifesi olarak bütün varlığa hükmetme ve her şeyin efendisi olma mevkiinde yaratılmıştır. Yani o, yeryüzünde çevresini tanıyacak, kâinatı okuyacak ve böylece kurduğu ilimlerle, şahsî arzu ve menfaatlerini tatmin ve başkalarına üstün olmanın çok ötesinde Allah'ın izni çerçevesinde, imar adına 'tabiat'a müdahalede bulunacak, yeryüzünde mamureler meydana getirecek ve insanlar arasında adaleti gerçekleştirecektir. O, bütün bir ömür boyu, imanıyla duygu ve düşüncelerini planlayacak, ferdî ve içtimaî hayatını düzene sokacak, genel muameleleriyle aile ve toplum münasebetlerini dengeleyecek; arzın derinliklerinden semanın enginliklerine kadar her yerde türünün bayrağını dalgalandırıp, iradesinin hakkını eda etmeye çalışacak; çalışacak ve yeryüzünü imar ederek, varlıkla kendi arasındaki âhengi koruyacak, arz ve semanın zenginliklerini arkasına alarak, Yaradan'ın emri ve izni dairesinde hayatın rengini, şeklini, şivesini sürekli daha bir insanî seviyeye yükseltmeye gayret edecektir.
Allah, böylesine önemli bir vazife ile dünyaya gönderdiği insanın yaratılış hamuruna veya toprağına, bu yüksek payenin gerektirdiği bütün vasıfları birer nüve halinde yerleştirmiştir. Onu Kendi gözdesi, varlığının en parlak aynası, topyekün kâinatların özü, üsaresi olarak bu âleme gönderen Zat, o, varlığa müdahale ederken ve hilâfet vazifesini yerine getirirken aşamayacağı herhangi bir engelle karşılaşmasın, eşya ile münasebetlerinde çelişkiler yaşamasın, hadiselerin koridorlarında rahat dolaşabilsin, mahiyetine dercedilmiş bulunan istidatları inkişaf ettirmede zorlanmasın, ebedlere kadar uzayıp giden arzularını, emellerini gerçekleştirmede beklenmedik manialara takılmasın diye ona, kâinatların ruhundaki esrarı keşfetme, dünyanın bağrındaki gizli kuvvet, kudret ve potansiyel imkânları ortaya çıkarma; her şeyi yerli yerinde kullanarak Kendisi'nin İlim, İrade, Kudret vb. sıfatlarına şuurlu bir temsilci olma hak, salâhiyet ve kabiliyetini de vermiştir.
Bu nüvelerin neşv ü nema bulup, meyveli, tertemiz birer ağaç haline gelmesi ve böylece insanın yüksek bir karakter kazanarak ikinci bir varlığa ermesi, sistemli düşünmesine, sürekli çalışmasına ve ara vermeden, kalbî ve ruhî hayatında derinleşmesine bağlanmıştır. Bu ise, ancak iyi ve sağlıklı bir eğitimle mümkün olabilecek çetin bir iştir. Bu çetin iş başarılamazsa, bu nüveler çürür, kokuşur ve insanın kalbini de, zihnini de birer yılan-çıyan yuvası veya mezbelelik haline getirir.
--Yine de siz insandan umut kesmeyen, onun bir fazilet savaşçısı olduğuna inanan birisiniz. Oysa televizyonlar, savaşlar bizi umutsuz kılıyor, kızdırıyor... Kendimize bile dönüp ; "bu millet adam olmaz" diyoruz.
Evet, insan, yüksek duygularla mücehhez, fazilete istidatlı, ebediyete tutkun bir varlıktır. En sefil görünen bir insan ruhunda dahi ebediyet düşüncesi, güzellik aşkı ve fazilet hissinden meydana gelen gökkuşağı gibi bir iklim mevcuttur ki, onun yükselip ölümsüzlüğe ermesi de işte mahiyetindeki bu istidatların geliştirilip ortaya çıkarılmasına bağlıdır/bağlanmıştır.
Onda, geleceğin büyük bir şahsiyeti olma nüvelerinden ibaret olan bu istidatlar, ancak talim ve terbiye ile inkişaf ettirilebilir. İç müşahede ve murakabe ile buudlaştırılır. Aksine, onu insiyaklarına terk etmek ise, en mükemmel şey olmaya açık bu nüveyi veya nüveler topluluğunu, en pespâye, en sefil ve en acınacak halde bırakmak demektir.
Aslan, kendisi için çok gerekli olan pençesiyle, sığır boynuzuyla, köpek de dişiyle dünyaya geldikleri halde, insan, bütün müdafaa ve taarruz vasıtalarını kendi hazırlama durumunda buraya gönderilir. Hayatı için gerekli olan her şeyi celb etmede, zararlı her şeyi de defetmede, basiret ve zekâsıyla, irade ve aklıyla hazırladığı ve icat ettiği şeyleri kullanacak, bunlarla ferdî ve insanî dünyasını; huzur dolu insanî dünyasını kuracaktır. Sonra da ortaya koyduğu eserleri, gönül ve fikir dünyasında kurduğu, yaşattığı değerleri gelecek nesillerin istifadesine sunmayı planlayacaktır. Böyle yapacaktır; zira o, yine hayvanların tersine, sadece içinde bulunduğu ânı yaşamamaktadır. Geçmiş ve gelecek zamanlar, onun nazarında diri ve mevcudiyetinden birer parçadırlar.
Bilinmelidir ki, insan, ruhunun enginliği, kalbinin derinliği ve vicdanının duruluğu ile insandır. Onu sadece aklıyla, şuuruyla, şuuraltıyla, hayvanî ihsaslarıyla veya içtimaî temayülleriyle ele alanlar, onun özüyle alâkalı hiçbir şey söyleyememiş ve onun hakkında ciddi hiçbir şey ortaya koyamamışlardır. Bir şey söyleyip, bir şey ortaya koymak şöyle dursun, onu iyice müphemleştirmiş, muğlaklaştırmış ve âdeta bir ucûbe haline getirmişlerdir. Oysa ki insanın mahiyetinde, onun aklını, şuurunu, şuuraltını, içtimâî temayüllerini de aşan ve bütün bunları yönlendirecek biz öz vardır ki, eğer kendisi ister, kader de yoluna su serperse, bununla o, hem kendini, hem de bütün cihanları aşabilecek bir iç dinamizme ve sırlı bir güce ulaşır. Şayet o, özünde bulunan bu sırlı, sihirli güç ve imkânları, bütün o güçlerin, o kuvvetlerin, o imkânların gerçek kaynağına yönlendirebilirse, işte o zaman kendini de aşar, fâniliği de aşar ve varlığın kokan, çürüyen, dağılan bütün değersiz parçalarına, değerler üstü manâ ve mahiyet kazandırarak, onları ebediyete namzet hale getirebilir.
-
Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti
EĞİTİM EĞİTİM EĞİTİM
Bu itibarla, insana verilmesi gereken eğitim veya terbiye, onun, hayvanî temayüllerinin tesiri altında kalıp gayesinden, insanlığından ayrılmasını önlemeye ma'tuf bir eğitim olmalıdır. Bu eğitim, onun hareket ve faaliyetlerinin hududunu tayin ederek, başıboş bırakılmamasını ve yozlaşmamasını sağlayacaktır ve yine bu eğitim, insanın beraber dünyaya getirdiği kabiliyetleri de inkişaf ettirip insan ruhunda meknî ve saklı potansiyelin ortaya çıkmasına yardım edecektir. Aslında, insanda hep iyinin ve güzelin nüveleri vardır. Şehvet, öfke ve intikam gibi şeyler bile bir bakıma, dolaylı güzellikler için onun mâhiyetine yerleştirilmiş fidanlıklar mahiyetindedir.. Şurası da unutulmamalıdır ki, müsbet-menfî her şeyde görülen güzellik, bir terbiye mahsûlü olduğu gibi, bizzat insanın insan olması da yine eğitime dayanmaktadır; akıl, irade ve iç müşahedeye bütün fonksiyonlarını eda ettirecek bir eğitime.
Âdi sebepler planında varlığın tâbi olduğu cebrî kanunlarla, insanın iradî genel davranışları arasındaki uyumu, ancak ve ancak kâinatları bir meşher, bir kitap gibi hazırlayıp insanoğlunun istifadesine sunan Zat bilir. Böyle bir bilgi kaynağından gelen mesajlar çerçevesinde dinî emirlere uyum, tekvinî (ilmî) esasların esrarına vâkıf olmanın ve onlarla hem-âhenk bulunmanın da biricik yoludur. Evet insan, ancak bu sayede, bütün varlığın bağlı bulunduğu kanunlarla çatışmadan ve boşluklar yaşamadan kurtulur ve kendi evinde, kendi sarayında bulunmanın huzurunu duyar. Aksine, bir insanın Yaratıcısından kopması ve O'ndan uzaklaşması, onu üst üste kopma-uzaklaşma, varlık ve hadiselerle çatışma fâsit dairesi (kısır döngü) içine çekecektir ki, neticede böyle birinin iflâh olması mümkün değildir
-İnsana ait temel problemler önemli ve çözülmesi gereken bir konu. Ancak bir de günümüz problemleri denilen sorunlar var. Bu konuda Ne düşünüyorsunuz?
Evet, artık günümüzün problemleri derken, bir ülkenin problemlerini değil, ferdin veya insanın problemlerini müzakere etmek mevkiindeyiz. Ve bugün bu problemler, her şeyden önce, insanın tanınmamasından kaynaklanan bir değerler problemidir ve bunun dışındaki diğer bütün meseleler de bu ana problemden kaynaklanmaktadır.
İnsanoğlu, bilhassa Rönesans'tan bu yana bir çok ilmî ve teknolojik gelişmeye imza atmış, özellikle günümüzde haberleşme ve seyahat vasıtalarının başdöndürücü bir hız kazanmasıyla dünya, tam bir sürat, bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz'in haber verdiği üzere, dünyanın küçülmesi, zamanın alabildiğine büzülmesi manasına "tekârüb-ü zaman ve mekan" çağına girmiştir. Evet, bu asrın bir sürat asrı olduğunda şüphe yoktur. Böyle sürat yörüngeli bir dünyanın, hemen her yanıyla çok değişik şeyler getirdiği veya vadettiği de bir gerçektir. Bir zümre için refah, mutluluk, rahat ve rehâvet.. herkes için tasarı ve aksiyon arasındaki sürenin daralması, mesafelerin büzülmesi, hızla hedefe ulaşılabilmesi veya beklenmedik şekilde bunun engellenmesi.. birdenbire harplerin zuhuru ya da süratle uzlaşmaların gerçekleşmesi.. evet, böyle bir gelişme çerçevesinde kim bilir, belki de ileride hadiselerin ışık hızıyla cereyan ettiği bir dünya ile tanışacağız; tasavvur ve tahayyüllerimizi aşan böyle bir dünyanın vâridâtı ve tehditleri şimdilik kurgu bilimlerin mevzuu olsa da biz, hakka ve adalete teslim olmamış böyle bir hızdan ürpermeliyiz.!
Küçük azınlığın patenti dünya refahına hizmet ediyor mu?
Bilimin araştırmalarını, medeniyetin harikalarını, teknolojinin ürünlerini takdir etmemek mümkün değildir. Fakat, bunca gayretin ve zihnî emeğin mahsulü olan bu bilim, teknoloji ve onların getirdiği sürat ve globalleşme, bunlardan daha önemli gayelerin emrine verilebilmiş midir? Her gün daha da sıkıştırılarak bir köy haline getirilen mekân, büzüştürülüp sıfırlaştırılmaya çalışılan zaman, kendilerinin üstünde bir gayeye hizmet etmekte midir; yoksa bunlar, bizatihî birer gaye haline mi gelmiştir; veya, çok büyük çoğunluğun rağmına, bunların "patent" hakkını elinde tutan çok küçük bir azınlığın dünya hayatı adına refahına mı hizmet etmektedir? Kâinâtın en ücra köşelerine ulaşma, bütün eşya ve varlığı hallaç etme, dünyayı köyümüz ve mahallemiz gibi tanıma, en gizli şeylerden dahi haberdar olma, eğer gerçek insanî değerlerimiz, insanî ihtiyaçlarımız ve insanî arzularımızın önünde ise, insanî mahremiyetleri ve değerleri önüne katıp götürüyorsa, bunların olduğu bir dünyada mı, yoksa, bunların bulunmadığı, fakat insanın çok daha mesut, ferdî ve içtimaî hayat ve münasebetlerin insanî değerler üzerine oturduğu önceki dönemlerin dünyasında mı yaşamak daha tercihe şayandır; doğrusu düşünmeye değer...
Bilim, teknoloji ve sürat, hiçbir zaman insanoğlunun en birinci ihtiyacı olmadı ve değildir de. Fakat, 'idealist'çe düşüncelerle bilim ve tekniğe karşı çıkma da katiyen doğru değildir; böyle bir karşı çıkış, olsa olsa ütopik bir tavır olabilir. Makinaya küfür savurmanın, fabrikaya lânet yağdırmanın insanlığa kazandıracağı bir şey olamaz. Bunlara lânet yağdırılsa da makina hep işleyecek, fabrika da tütüp duracaktır. Bu sebeple denebilir ki, şu-bu değil, önemli olan, bilim ve tekniğin hangi ellerde olduğu, neye ve hangi maksada hizmet ettiği keyfiyetidir. Bilim ve teknik, sorumsuz bir azınlığın elinde dünyayı cehenneme çevirmesine mukabil meleğin elindeki silahtan kimse zarar görmemiştir ve görmez de.
İnsanlık, ne çekmişse, hakkı kuvvette görenlerden, doyma bilmeyen hırslardan çekmiştir. İnsanı, insanî hedeflere yönlendirdiği, bu hedefleri gerçekleştirmeye gayret ettiği, beraberinde huzur ve mutluluk getirdiği, hasretleri dindirip hicranları sona erdirdiği, vakit fevt-etmeden her arızanın üzerine yürüyüp dünyadaki umûmî âhenge ve devletlerarası muvâzeneye hizmet ettiği, dünyevî-uhrevî problemlerin çözümüne katkıda bulunduğu, ilmî araştırma ve ilmî tesbitleri hızlandırdığı ölçüde bilim de, teknoloji de, bunların getirdiği sürat de mübeccel ve mukaddestir. Bunlardan tecrid edilerek, bizatihî bir değer haline geldiği veya çok küçük bir azınlığın refahına hizmet ettiği zaman ise onun olmaması olmasından daha iyidir.
Sermaye ve kaba kuvvetin hakimiyeti felakete götürür
--Yeni dünya düzeni kurulurken teknolojiye sahip olanlar , bilimde önde olanlar "kral" mı olacak? İyiliğe, insana, daha mutlu olmamıza hizmet etsin etmesin, teknik ve bilim yetecek mi?
Bence, bilim de, teknoloji de işte bu zâviyeden değerlendirilmelidir. Acaba bugün, bilim ve teknoloji neye hizmet etmektedir? Ferdler arasındaki, ferdle toplum, ya da toplumla devlet arasındaki münasebetlere mi; karşılıklı sevgi, saygı ve her türlü iyilikte yardımlaşma, yani; hoşgörü, herkesi kendi konumunda kabûl, doğruluk, vefâ, hakka hürmete mi; yoksa hile, aldatma, suizan, iftira ve başkalarının günahlarını, hatalarını araştırma, mahremiyetlerini ihlâl ve hususi hayatlarına müdahaleye mi?.. herkesin inanç, hayat, şahsî mülkiyet, çoğalma, hem akıl, hem beden sağlığı gibi korunması gereken esaslara içten saygı duyma, iyi niyet, karşılıklı anlayış; devletler ve milletler arasındaki münasebetler de hak, adalet, paylaşma, sömürüden kaçınma, temel insan hak ve hürriyetlerine saygıya mı?.. yoksa sermaye ve kaba kuvvetin hakimiyetine mi?!. Eğer, bilim ve teknoloji birinci şıktaki hususların arkasında ve menfîlikler üzerinde duracaksa o, geleceğin kâbusu demektir. Evet eğer, günümüzde beynelmilel geçerliliği bulunan ve globalleşmenin üzerine oturduğu hakim değerler, zikrettiğimiz birinci şıkta yer alanlar ise, o zaman, şu anda, dünya üzerinde yaşayan insanların yarısının günde 2 dolarla, bir milyarının ise daha alt seviyede bir gelirle idare etmek mecburiyetinde bulunması, dörtte birinin sağlıklı içme suyundan mahrum olması, AIDS gibi en korkunç hastalıkların süratle yayılma gösterip insanlığı tehdit etmesi; insan için en önemli bir ihtiyaç olan sağlığın çok pahalı bir sanayi kolu haline gelmesi, global çevre kirliliği ve ısınma problemi, azımsanmayacak bir nüfusun her türlü demokratik haklardan mahrum yaşaması, dünyanın pek çok yerinde âdeta bir idare ve hayat tarzı manzarası arz eden insan hakları ihlâlleri ve önlenemeyen mahallî ve beynelmilel terör hadiseleri bütün insanlık için birer korkulu rüya olmaya devam edecektir.
-
Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti
Müslüman terörist olamaz
-11 Eylül sonrası İslam ve terör arasındaki ilişki bütün dünyada çok tartışıldı. Bu konuda ne diyorsunuz?
Burada sırası gelmişken terör vakıasına temasta da fayda mülâhaza etmekteyim. Önce hemen şu noktayı belirtmeliyim ki, Allah'ın gönderdiği din, bunun adı ister Yahudilik, ister Hıristiyanlık, isterse İslâm olsun, terörü, bırakın emretmeyi, ona müsaade etmesi bile düşünülemez. Bir defa, Allah nazarında hayat çok önemlidir. Bütün varlık, hayatı netice vermek üzere programlanmıştır. Hayat, bir şeyi her şeye mâlik kılan ilâhî bir sırrın adıdır. Hayatsız bir cisim, dağ da olsa yetimdir ve çevresiyle münasebeti, oturduğu saha ile sınırlıdır. Buna karşılık, hayatdar bir cisim, bir bal arısı bile olsa, bütün yeryüzüne "benim bahçem" diyebilir, bütün çiçeklere dostları nazarıyla bakabilir. Hatta onun, güneşten havaya, ondan da insana kadar daha pek çok varlıkla alışverişi ve münasebeti vardır. Dolayısıyla hayat, Cenab-ı Allah'ın bütün isimlerinin temerküz noktası ve hepsinin bir arada tecelli mihrakıdır. Hayata böylesine önem veren Allah, gönderdiği din ile, onu korumayı, korunması gereken beş aslî değerden biri saymıştır.
Öyle ki, İslâm, her bir insan ferdini, başka varlıklara göre bir tür olarak gördüğü için, tek bir insanı öldürmeyi bütün insanları öldürme, tek bir insanın hayatını kurtarmayı da bütün insanların hayatını kurtarma olarak kabul etmiştir. Ayrıca, hak konusunda, "hakkın küçüğü büyüğü olmaz" diyerek, ferdin hakkı ile toplumun hakkını eşit görmüş, bunlardan birini diğerine feda etmemiş, o kadar ki, "bir gemide dokuz cani, bir masum bulunsa, o masum orada oldukça, dokuz caniyi cezalandırmak için o geminin batırılamayacağı" hükmünü getirmiştir.
Terör İslami gayede vasıta olamaz
İkinci olarak, İslâm, müslüman fertlerin hareket ve faaliyetlerinde hedefin meşru olmasını şart koştuğu gibi, bu hedefe giden yolun da meşru olması gerektiğini hassasiyetle vurgular ve meşru bir hedefe gayr-ı meşru yolla gidenlerin maksatlarının aksiyle tokatlanacaklarını hatırlatır. Bu açıdan diyebiliriz ki, terör, herhangi bir İslâmî gayeyi gerçekleştirmede asla vasıta olmaz. Kaldı ki İslâm, bir insanlık realitesi ve beşer tarihinin en göze çarpan bir vakıası olmasına rağmen, savaşı da hoş görmemiş, onu, evveliyetle müdafaa maksadına bağlamış, sonra da, bizzat Kur'an'da geçen "fitne katilden beterdir" prensibi çerçevesinde, savaşları ve temelde savaşa yol açan kargaşaları, düzensizlikleri, zulmü, bozgunculuğu önlemek için meşru saymış; saymış ve onun için insanlık tarihinde ilk defa çok önemli sınırlamalar ve prensipler getirmiştir.
"Allah korkusunu sakın kalbinizden çıkarmayın. Unutmayın ki, Allah'ın tevfîki olmadan hiçbir şey yapamazsınız. İslâm'ın huzur ve sevgi dini olduğunu daima hatırlayın.
Rasûlullah'ın (s.a.s.) cesaret, yiğitlik ve takvası sizin için daima model olmalı. Ekili tarlaları ve meyve bahçelerini çiğnemeyin. Mabetlerde yaşayan rahiplere, keşişlere, kendilerini Allah'a vermişlere saygı gösterin ve onları incitmeyin. Sivilleri öldürmeyin, kadınlara karşı münasebetsiz davranmayın ve mağlûpların duygularını yaralamayın. Yerli halktan hediye kabûl etmeyin. Askerlerinizi, yerlilerin evlerinde barındırmaya kalkmayın. Beş vakit namazınızı sakın ola ki geçirmeyin. Allah'tan korkun ve unutmayın ki, ölüm, herhangi bir zamanda, savaş cephesinden binlerce mil uzakta bir yerde de gelip sizi bulabilir. O halde, daima ölüme karşı hazır olun." gibi emirler, tarihte hemen bütün İslâm devlet başkanlarının cepheye gönderdikleri komutanlara hatırlattıkları prensipler olarak tarihe geçmiş ve aynen tatbik edilmiştir. Mecbur kaldığında, ancak bir devletin, belli prensipler çerçevesinde uygulayabileceği savaşı, fertler veya örgütler başlatamayacağı gibi, kuralsız, insanlığın korunması gereken değerlerine yönelik ve tamamen emniyeti yok edici terör hadisesinin de İslâm'da yeri olmayacağı açıktır. Bu bakımdan, terörist hakîki bir Müslüman olamayacağı gibi, Müslüman da terörist olamaz. Müslüman terörist olamaz; çünkü İslâm, dünyada en ağır cezayı, insan hayatına ve insanların emniyetine kasdetmeye; Âhiret'te en ağır cezayı da Allah'ı inkâr ve O'na şirk koşmakla birlikte, yine insanı öldürmeye vermiş, kasden cana kıyanların Cehennem'de ebedî kalacakları tehdidinde bulunmuştur. Karşılığında böyle bir cezanın konduğu bir fiili, bir insan Müslüman iken ve üzerinde iman-İslâm sıfatları varken katiyen işleyemez. Dolayısıyla, ne teröristin hakîki Müslüman, ne de Müslüman'ın terörist olması mümkün değildir.
-
Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti
İslam dünyasının sorunları
Bununla birlikte, gerek İslâm dünyasında, gerekse başka yerlerde eğer terör hadiseleri var ise ve devam ediyorsa, önce bunun sağlıklı bir teşhisi yapılmalı, sonra da bu teşhise göre tedavi cihetine gidilmelidir. Bu noktada, İslâm dünyasında bazı ferdlerin teröre bulaşması ya da bulaştırılmasının ve dünyada terörün ciddî bir problem olmasının başlıca sebepleri olarak şunlar söylenebilir:
a) İslâm dünyası, 20'nci yüzyıla mazlumlar, mağdurlar ve sömürgeler diyarı olarak girmiş ve bu asrın ilk yarısı, 19'uncu asırdan da devam etmek üzere, İslâm dünyasının hemen her tarafında kurtuluş ve istiklâl savaşlarına sahne olmuştur. Bu savaşlarda İslâm, daima halkı birleştiren ve harekete geçiren önemli bir faktör vazifesi görmüş, bu savaşlar, istilâcı güçlere karşı verildiği için, İslâm ile millî istiklâliyet ve kurtuluş aynîleşmiştir. Daha sonra bu dünyada millî devletler teşekkül edince, bu devletler pek çok yerde halkı ile uyuşamamış, iyi bir eğitimle halka İslâm'ı asıl hüviyet ve mahiyetiyle öğretmek gerekirken, halktan kopuk ve onun değerlerine, geleneklerine ters hareket etmiş ve bu, İslâm'ı, idarelere karşı halkın elinde bir dayanak, bir sığınak haline getirmiştir. Dolayısıyla da İslâm, çok defa bir ideoloji olarak algılanmaya başlamıştır.
b) İslâm dünyasının pek çok yerinde halktan kopuk, halkı aşağılayan ve oligarşi hakimiyeti manzarası arz eden idareler, ülkelerinin refahı için çalışmaktan ve halk-devlet kaynaşmasını sağlamaktan çok, kendilerinin ve mensubu bulundukları ailelerin, hanedanların ayakta kalması için çalışmış, bunun için de halk nazarında zalim ve menfur bir konuma düşmüşler; fakir ve eğitimsiz halk kitleleri de kendi idarelerine karşı düşman hale gelmişlerdir.
c) İslâm dünyasında da, başka milletlerde de terörün temelinde hep fakirlik, cehalet ve eğitimsizlik olmuştur. Pek çok yerde kabile ve aşiret düzeni aşılamamış ve bu tür yerlerde halkın büyük çoğunluğu, bir zaman ülkelerini istilâ etmiş bulunan Batılı gelişmiş ülkeleri, kendi başlarındaki idarecilerin hâmileri ve destekçileri olarak görmüş, dolayısıyla ülkelerinde maruz bulundukları mağduriyet ve mazlumiyetten birinci derecede bu ülkeleri sorumlu tutmuşlardır.
d) Bugün, dünyada umumi kabûl gören demokrasi, temel insan hakları, bilgi ve eğitimin yaygınlaştırılması, ekonomik refah; üretim, tüketim ve gelir dağılımında sınıflar oluşmasına meydan vermeyecek şekilde eşitlik, hakkâniyet, adalet gibi değerler, ne Müslüman ülkelerde, ne de Üçüncü Dünya denilen diğer bölgelerde hiçbir zaman tam gerçekleşmemiştir. Şüphesiz bir bir durumdan birinci derecede sorumlu olanlar, yine o ülkelerin idarecileri ve onların destekçisi, hattâ idareye vaziyet etmelerinde en önemli yardımcıları olarak görülen gelişmiş Batılı ülkelerdir. Dolayısıyla, her ne kadar bu ülkeler bu kabil değerlerin şampiyonluğunu yapsalar da, Üçüncü Dünya ülkelerinin halkları nezdinde samimi bulunmamakta ve bu değerlerin istismarcısı olarak değerlendirilmektedirler.
e) Bugün, daha önce kısmen ve kısaca temas edildiği üzere, bilhassa haberleşme ve seyahat vasıtalarının olabildiğince gelişmesi sonucu büyük bir köy ölçüsünde küçülen dünyada artık, herkes herkesin ve her ülke diğerinin komşusu durumundadır. Bu münasebetler arasında, çok küçük azınlığı teşkil eden bazı komşuların refah içinde yüzmesi, buna karşılık büyük ekseriyetin fakir, hattâ çok fakir olması, bu fakirliğin en önemli sebeplerinden biri olarak, daha hassas yollarla ve örtülü şekilde devam ettiğine inanılan beynelmilel koloniyalizm veya sömürgeciliğin görülmesi; bunlardan ayrı olarak, aynı büyük çoğunluğun pek çok temel ihtiyaçlarını karşılamaktan aciz bulunması, şüphesiz bu çoğunlukta kin, iğbirar ve düşmanlık duygularının gelişmesine yol açmıştır.
f) Ayrıca günümüzde, en azından kanun kadar kanunsuzluğun da âdeta bir kanun haline geldiği bir vakıadır. Hemen her ülkede olduğu gibi, yolsuzluklar, aldatma, kolaydan kazanma arzusu, bencillik, ferdiyetçilik, beynelmilel kumar, başta esrar ve silah olmak üzere, beynelmilel kaçakçılık ve bütün bunların vücut verdiği mafya teşkilatlanmaları, bunlar gibi, birbirleriyle öldüresiye rekabet içinde bulunan büyük holdingler, tröstler ve karteller, bütün bunların besledikleri kanlı katil ve kaba kuvvet temsilcisi fedaî grupları, terörizmin beynelmilel bir hâl almasında, asla göz ardı edilmemesi gereken bir diğer önemli faktör olsa gerek.
g) Belki bütün bu saydıklarımdan daha önemli olarak, bütün dünyada dinin, dinî değerlerin, maneviyatın ve dine dayalı ahlâkın ciddî ölçülerde aşınmış/aşındırılmış olması, terörizmin de, insanlığı tehdit eden daha başka büyük içtimaî rahatsızlıkların da en önemli kaynağını oluşturmaktadır. Dünya, manevî bir buhran geçirmektedir; insanlığın bütün aslî dayanakları bir bir yıkılmış ve çökertilmiştir. Bunalım felsefeleri, satanizm, her gün bir yenisi türeyen, temelde materyalist, natüralist, görünüşte sahte manevî akımlar ve bunların vücut verdiği sözüm ona tarikatlar, intiharlar.. evet bunlar yıllardır dünyamızı sıtmaya tutulmuş gibi sarsan birer büyük sârî hastalık durumundadır. Ümidini yitiren, geçmişi büyük bir mezar, geleceği dipsiz bir boşluk olarak gören ve yaşamayı manâsız bulan insanlar hakkında, neden intihar ediyorlar, neden insan öldürüyorlar, neden uyuşturucu kullanıyorlar gibi sorular sormak "tecâhül u ârifâne"den değilse kör bir cehalettendir.
h) Bu mevzuda söylenebilecek son söz şu olsa gerek: Bugüne kadar terörizmin bütün milletler tarafından, hattâ Birleşmiş Milletler'ce dahi kabûl edilmiş ortak bir tarif ve tavsifinin yapılmamış olması ciddi bir eksikliktir. Hangi hareketler terörizme dahildir, hangileri değildir; kim teröristtir, kim terörist değildir? Bu soruların cevabını herkes kendisine göre vermektedir. Bazısı için terörist olan, bir başkası için hürriyet savaşçısı, kimisi için idealist savaşçı olan, daha başkası için terörist kabul edilebilmektedir. Eğer beynelmilel sahada terörizme karşı bir mücadele verilecekse -ki, bu mevzuda mutlaka samimi bir mücadele verilmelidir- önce, en azından BM'ce kabul edilmiş bir terörizm tarifinin yapılması elzem görülmektedir. Bu yapılabildiği takdirde, herkesin kabul edebileceği ve kimsenin kimseyi suçlamayacağı bir terör mücadelesi beynelmilel meşruiyet kazanacak ve belki de bu, terörizmin önlenmesinde önemli bir ilk adım teşkil edecektir.
Dünyamızdaki asıl mühim problemler veya bunların sebepleri olarak zikrettiğimiz bu hususlardan sonra, herhalde onların çözümleri üzerinde durmak gereksizdir. Çünkü problemlerin teşhisi, bizzat onların çözümünü de ihtiva etmektedir.
-
Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti
İçtimaî hayatın ana dokusu
İçtimai hayatın ana dokusu din, kanun, hikmet ve kuvvet üzerine oturur. Dinsiz bir insan ve toplum uzun süre ayakta kalamayacağı gibi, başkalarına faydalı da olamaz. Aslında, biz kabul etsek de etmesek de din, bizim dışımızda tesbit edilip, hayatımıza katılmış en esaslı bir unsurdur. Biz, iradeyle serfirâz en mükemmel varlıklar da olsak, hayatımızı çevreleyen ve mahkûmu bulunduğumuz çok önemli unsurlar vardır. Meselâ, dünyaya gelip gelmememiz, ne zaman geleceğimiz ve dünyadan ne zaman ve nereden alınacağımız, bütün bunlar bizim dışımızda tayin ve tesbit edilir. Aynı şekilde, annemiz ve babamız başta olmak üzere aile ferdlerimiz, neş'et ettiğimiz yer, ırk, renk ve fizikî yapımızın tayin ve tesbitinde de bizim hiçbir dahlimiz yoktur. Dahası vücudumuz dahi tamamen irademiz dışında çalışır; acıkmamıza, susamamıza, uyumamıza mani olamayız.
Temel ihtiyaçlarımızla birlikte, onları tatmin etme yol ve vasıtaları gibi hususlar da tarafımızdan tesbit edilmiş değildir. Yeme ve içme gibi en basit günlük faaliyetlerimizde bile bizim hissemiz, yiyecek ve içeceklerimizi temin için çalışma ve yiyip-içme azminden ibarettir; yani, bu konuda da müdahalemiz ancak 100'de 1 nisbetindedir. Demek oluyor ki biz, istesek de istemesek de bir takım cebrî şartlarla muhat bulunuyoruz. Din de, aynen bu cebrî şartlar gibidir. Biz kabul etsek de etmesek de din, bizim için maddî ihtiyaçlardan daha öte bir manâ ve ehemmiyet arz eden manevî ihtiyaçlarımızı, yalnızca kendi adına değil, maddî hayatımızla birlikte, ferdî, ailevî ve içtimaî hayatımızı tanzimde çok önemli bir yeri bulunması hasebiyle yerine başka hiçbir şeyin konamayacağı en aslî bir unsurdur.
Din, hayatımızı bazı yönleriyle tanzim etme prensipleri olan kanunları tesbit ve tatbikte de son derece önemli bir yere sahiptir. Çünkü, kanunlar ve onları tatbik, bizatihî hedef değildir; onlar, insana ve cemiyete hizmet ettiği ölçüde değerlidirler. Dolayısıyla, kanunları yaparken, her şeyden önce bütün hususiyetleriyle insanı çok iyi tanımak, onun aslî fıtratını nazara almak; ayrıca, parçaları şuur ve irade sahibi insanlar olan cemiyeti, onun bütün ihtiyaçlarını ve bu ihtiyaçları giderme yollarının vasıtalarını, hem bu bütünün atomları mesabesindeki insanların ferd ferd kendi aralarındaki münasebetleri yanında cemiyetin şahs-ı manevîsi ile olan rabıtalarını da çok iyi bilmek gerekir. İşte, insanı ve insanlardan meydana gelen cemiyeti tanımada din, farklı bir önemi hâizdir. Çünkü, insanı yaratan da, dini vaz' eden de Allah'tır; bu açıdan, insanı ve cemiyeti tanımada dinin faydası, hiçbir zaman göz ardı edilemeyecek derecede yüksektir.
Dinin toplum düzenindeki önemi
İkinci olarak, kanunları uygulamada kuvvetin inkârı mümkün olmayan bir önemi var ise de, kuvvetten daha öte dinin önemi de inkar edilemeyecek seviyededir. Çünkü din, insana, kendisini sürekli gören, kontrol eden, sadece her yaptığından değil, düşündüğü her şeyden ve bütün niyet ve maksatlarından haberdar olan, Kendisinden hiçbir şeyin gizlenemeyeceği bir Zât'ın varlığına iman temeli üzerine oturur. Ve bu iman, insanda çok fıtrîdir ve her zaman kendini hissettirecek şekilde onun vicdanında meknîdir.
Ayrıca din, insana, dünyada kanundan, hükümetten, kuvvetten kaçmak mümkün olsa da, Allah'ın görmesi ve işitmesinin dışına çıkmanın mümkün olmayacağı esasından hareketle her ferde, dünyada bütün yaptıklarından sorumlu olup, bunlardan dolayı bir başka dünyada sorguya çekileceğini ve bu sorguda kazanıp kaybetmesine göre ebedî saadet veya cezayı hak edeceğini de öğretir. Doğrusu, insanı eğitmede ve onu kötülükler değil, iyilikler ve faziletler manzumesi haline getirmede, bu inancın yerini beşerî hiçbir şeyin doldurması düşünülemez.
Üçüncü olarak, din ve onun bilhassa ahlâk kaideleri, insanı eğitmede, yine yerini beşerî hiçbir şeyin dolduramayacağı bir ehemmiyeti hâizdir. Bu ahlâk kaideleri, tarih boyu bütün insanlarca kabûl edilen, kimsenin karşı çıkamayacağı, zamana da mekâna da meydan okuyan kaidelerdir. Bunların insanda gerekli tesiri yapması, yine dinî inanca ve onun yaşanmasına bağlıdır. Kanunları gerektiği gibi uygulamada ve onlardan arzu edilen neticeyi almada, bu ahlâk kaidelerinin yeri ve insanı eğitmedeki önemi asla inkâr edilemez.
-Günümüz Batı dünyasında ve toplumlarında din sizin vurguladığınız kadar önem taşıyor mu?
Burada, Amerika ve Batı Avrupa ülkeleri gibi gelişmiş ülkelerde dinin içtimaî hayatta yeri olmadığı gibi bir itirazda bulunulabilir. Önce hemen belirtelim ki, bu itiraz doğru değildir ve bu ülkeler, dinlerine bağlı ve sahiptirler. Daha önce arz ettiğimiz gibi, son iki asırdır bütün dünyada dinî değerlerde bir aşınma söz konusu olsa da, günümüzde insanlık, yeniden dini aramakta, dine yönelmektedir. Batı Avrupa'da halk, dine karşı belli ölçüde lâkayt olsa da, idareciler çoğunlukla dindardırlar. Hattâ içlerinde, her zaman en üst seviyede mutaassıp dindarlar bulunmuştur ve bulunmaktadır. Ayrıca, bu ülkelerin hemen hepsinde lâiklik hakim olmakla birlikte, hiçbir zaman içtimaî, hattâ siyasi hayatta dinden faydalanmama gibi bir anlayış söz konusu olmamıştır.
Hıristiyanlığın, Avrupa'da modern içtimaî yapının teşekkülünde en mühim unsur olduğunu bizzat Batılı tarihçiler ifade etmektedirler. Onlara göre, bugüne kadar Hıristiyanlık, mukaddesâtı tezyif yasaları, dinî tatiller ve toplu dualar gibi, siyasî ve içtimaî sahanın içine giren ve bilhassâ bazı hususlarda hep tayin edici rolünü oynayagelmiştir. Ayrıca, ABD ve Kanada gibi ülkelerde, her şeye rağmen halk çoğunluğu dinine bağlıdır ve dindarlık gerek halk arasında, gerekse devlet kademelerinde ciddî saygı görmektedir. Kısaca din, Batılı ülkelerde, gerek iç ve gerekse dış politikada hâlâ belli bir ağırlığa sahiptir. Bu ülkelerde yürürlükte olan kanunlara baktığımızda da, dinin tesirini görmek mümkündür. Meselâ, ABD'de bir insanın ölümüne sebep olma gibi suçlarda verilen tazminat cezaları, İslâm'ın bu suçlar karşılığı tesbit buyurduğu tazminat miktarını çok zaman aşabilmektedir.
İkinci olarak, her milletin, kendi karakterinden, tarihinden, kültüründen gelen farklı hususiyetleri vardır. Türk insanı, asırlardır Müslüman'dır ve onu İslâm'dan koparmak mümkün değildir. Onun İslâm'dan uzaklaşması ise, Türkiye için hiçbir zaman huzura, gelişmeye değil, aksine tereddîye sebep olagelmiştir. Çünkü İslâmiyet, başka dinler gibi değildir. Bir Yahudi'nin Hz. İsa'ya, dolayısıyla İncil'e ve Hz. Muhammed'le birlikte Kur'an'a inanması gerekmez. Yani bir Yahudi, bunlara inanmasa da dindar sayılabilir. Bir Hıristiyan da, yine Hz. Muhammed'e (s.a.s.) ve Kur'an'a inanmasa da dindar kabul edilebilir. Çünkü bu dinler, kendilerinden sonraki İlâhî sistemleri, kitapları şümullerine almazlar. Bu sebeple, Yahudilik ve Hıristiyanlık'tan çıkan geniş İlâhî din yelpazesinde kendine bir yer bulabilir; bu yelpazede sığınacağı bir kitap, bir peygamber her zaman vardır ve dolayısıyla o bütün bütün tefessüh etmez; bir mütefekkirin benzetmesiyle, bozulmuş süt gibi olur ve bir ölçüde işe yarar. Bir başka benzetme ile, çok odalı bir sarayın herhangi bir odasına sığınabilir ve oradaki ışıkla aydınlanabilir. Buna karşılık, İslâm, bütün dinleri içine alır. Son olarak ve temelde Kur'an'a ve Peygamberimiz Hz. Muhammed'e (s.a.s.) olmak üzere, bütün önceki peygamberlere ve kitaplara inanmak, İslâm'ın esasıdır. Yani İslâm, câmîdir. Saray misaline göre, sarayın tamamını aydınlatan elektrik tesisatı veya onun ana şalteri gibidir. Ondan çıkan, bütün sarayı, bütün dünyayı ve hayatı karartır; artık daha fazla aydınlanacak ışık bulamaz; bozulmuş tereyağı gibi bir hal alır, dolayısıyla anarşist olur ve derken nizam tanımaz hale gelir. Müslümanların mahkûmiyet asırları olan son 3 asırda, hattâ, İslâm'ın yüzünün, kendilerini ona nisbet eden bazıları tarafından karartıldığı, düşmanlarınca kara gösterildiği tarihin şu son diliminde bile, başka dinlerden İslâm'a katılmalar küçümsenmeyecek derecede devam ettiği halde, İslâmiyet'i bırakıp da başka dinlere girenlerin halâ çok az olması, bu konuda bir fikir vermeye yeterlidir sanırım. Dolayısıyla hem Türkiye'nin hem de dünyanın düzenini, nizamını isteyenler, İslâm'a sahip çıkmalı ve onu, yanlış anlayıp, uygulayanların insafına terketmemelidirler.
Sağlıklı bir cemiyetin dokusunda kanunlar, hikmete de râm olmalı, yani insanın aslî fıtratına, tabiatın yapısına, kısaca yaratılış kanunlarına ters düşmemeli; milletin karakterini, millî-dinî değerlerini nazara almalı; akl-ı selimin ve sağ duyunun itirazlarından sakınmalı ve ekseriyetin kabulüne açık bulundurulmalıdırlar. Din, tarih, gelenekler ve millî değerler gibi, sosyolojinin, antropolojinin, hattâ fiziğin, kimyanın ana prensipleri ve kaideleri de kanunların tesbit ve vaz'ında çok önemlidir. Hukuk tek başına bir ilim değil, dini, tarihi, felsefeyi, sosyolojiyi, tarih sosyolojisini, psikolojiyi, antropolojiyi, fiziği, kimyayı vb. da içine alan bir ilimdir ve öyle kabul edilmelidir. Aksi takdirde yapılan düzenlemeler, milletin üzerinde iğreti duran, sık sık genişletme veya kısaltma gerektiren, bazen rengi bazen deseni bazen büyüklüğü uygun düşmeyen, çok defa yırtılıp sökülüp yama ve dikiş isteyen bir elbise gibi olur ki, toplum bünyesine fayda yerine zarar verir.
-
Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti
Kuvvet tek başına hedef ve değer olamaz
Cemiyetin dokusunda çok önemli bir diğer unsur da kuvvettir. Şüphesiz kuvvetin de bir hikmet-i vücudu vardır; kuvvet olmadan kanunları uygulamak mümkün bulunmadığı gibi, ülke güvenliğini, bilhassa da dışa karşı korumak mümkün değildir. Ayrıca, ülke içinde düzeni, intizamı sağlamada da kuvvetin kendine has bir yeri vardır ve ona saygı duyulmalıdır. Ne var ki kuvvet, bizatihî bir değer ve hedef değildir; hedef olamaz ve olmamalı da. Kuvvet, kanunun, hakkın ve adaletin emrinde olduğu sürece mübecceldir; hırslarına ve bencilliklerine mağlûp bir azınlığın elinde çılgınlaşmış kuvvet, ne hak tanır ne adalet; ne kanun bilir ne de hikmet. Hakkın kuvvete feda edilmesi, menfaat mülâhazasının bütün değerlerin önüne çıkması, katı ırkçılık düşüncesinin evrensel değerlerin yerini alması, millî ve milletlerarası problemlerin kaba kuvvetle çözülmeye çalışılması, her zaman insanlık için bir problem olmuştur. Problemlerin, sadece kuvvete dayanarak çözülmeye çalışıldığı yerde akıldan, muhakemeden, hak, adalet ve kanundan söz etmek mümkün değildir. Aksine bunların yerinde kanunsuzluk, haksızlık ve zulüm vardır. Kuvvet, hakkın elinde, mantık ve muhakeme rehberliğinde bir kısım problemleri çözebilecek potansiyel bir güç sayılsa da, his yörüngeli kaba düşüncenin elinde her zaman bir tahrip aleti olagelmiştir. İskender'in başını döndürüp bakışlarını bulandıran, Napolyon'un dehasını delik-deşik eden, Hitler'i çağın deli tekesi haline getiren, her şeyi yapabilirim zannı içinde hareket eden ve hak, adalet, kanun, akıl ve muhakemeye değer vermeyen kuvvetin çılgınlığıdır. Günümüzde yaşanan kaoslar zincirinin ve her biri birer anafor halindeki hadiselerin arkasında bu azgınlaşmış kuvvetin olduğunu söylemek mübâlağa olmasa gerek. Kuvveti temsil edenlerin hakka teslim olacakları, onları takip eden yığınların da gündelik endişelerin anaforlarından sıyrılarak, yaşadıkları dünyayı hak ölçüleriyle değerlendirecekleri güne kadar da mevcut kaoslar devam edeceğe benzer.
-Dünyanın bugünkü dengesinde ABD'nin teröre karşı giderek yayılma eğilimi taşıyan bir savaşı sözkonusu. Bu konuda görüşünüz ne?
Esasen, buraya kadar temel prensipler ve umumî kaideler halinde arz etmeye çalıştığımız hususlar, bir başka şekilde hadiselere inip, ferdî yorumlara ihtiyaç hissettirmeyecek açıklıktadır. Bununla beraber, son hadiselerle ilgili olarak illâ da müşahhas bazı şeyler söylemek gerekirse, şunlar söylenebilir:
Defalarca tekrarladığım, fakat bazılarınca farklı yorumlara çekilen sosyolojik bir gerçeği yeniden ifade edecek olursak, dünya üzerinde denge vazifesi gören bir güç her zaman bulunmuştur ve bulunacaktır. Bu güç, bir zaman Roma idi; sonra İslâm, önce Araplar elinde, sonra Müslüman Türkler vesilesiyle böyle bir güç olma fonksiyonu gördü. 19'uncu asırdan itibaren Anglo-Saxon dünya, yeryüzü muvazenesini ele geçirdi ve bunu önce Britanya İmparatorluğu eliyle İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra da Amerika gücüyle yürütmeye başladı.
Cenab-ı Allah (c.c.), Kur'an-ı Kerim'de, mülkü dilediğine verip, dilediğinden aldığını, dilediğini aziz, dilediği zelil kıldığını belirttiği gibi, galibiyetleri, mağlûbiyetleri, hakimiyet ve mahkûmiyetleri de toplumlar, milletler arasında döndürüp durduğunu ifade buyurmaktadır. Yani zaman, düz bir hat değil şeklinde değil, dairevî bir yörünge takip ederek ilerlemektedir; aynen dünyanın güneş etrafında dönerek mesafe alması veya güneş sisteminin yine döne döne bir hedefe doğru yürümesi gibi, zaman veya tarih de, böyle dairevî hatlar çizerek izâfî bir sona doğru ilerlemektedir. Bu, Cenab-ı Allah'ın bir takdiri olmakla beraber, elbette bunda, insan iradesinin ve insanın bu irade ile ortaya koyduğu performans ve davranışların da bir tesiri vardır.
Biz, kâinatta olup bitenlere bakarak, varlığı yaratan ve idare edenin icraatını keşfediyor ve bunlara 'kanun' adını veriyoruz. Cenab-ı Allah'ın din olarak tecelli eden kanunları olduğu gibi, kâinât ve insan hayatındaki icraatının unvanları olarak da kanunları vardır. Yine, nasıl dine, onun kanunları diyebileceğimiz hükümlerine itaat edip etmemenin insan için büyük ölçüde Âhiret'e, kısmen de dünyaya bakan neticeleri, mükâfat veya cezası söz konusudur; öyle de, fizik, kimya, biyoloji ve astronomi gibi ilimlerin mevzuu olan bu kanunlara itaat edip etmemenin de, büyük ölçüde bu dünyaya, kısmen de Âhiret'e bakan neticeleri, mükâfat veya cezası vardır. Meselâ, hayata ait kanunlardan olarak, sabrın neticesi ekseriya maksada ulaşma, sabırsızlığın sonucu takılıp yollarda kalma; sa'y ü gayretin neticesi servet, tembelliğin neticesi fakirlik; sistemli ve metotlu çalışmanın neticesi muvaffakiyet, sistemsiz ve metotsuz çalışmanın neticesi ise ekseriya başarısızlıktır. Cenab-ı Allah, dünyada büyük ölçüde, kişilere, toplumlara, milletlere ve devletlere bu nev'i kanunlara itaat edip etmemeye göre muamelede bulunur; devletler ve milletler de ona göre dünya muvazenesinde bir yere sahip olurlar.
ABD hakimiyetini hak ve adalete dayandırmalı
Günümüzde devletler muvazenesindeki hakim konum Amerika'ya aittir. Ne var ki, bu hakimiyetin devamı, onun hakkaniyet ve adalet temelleri üzerinde sürdürülmesine bağlıdır. Amerika'da sistemin çarkı şu anda iyi dönüyor görünmektedir. Ancak, her gündüzün bir gecesi, her bahar ve yazın da bir kışı olduğu gibi; eğer bu sistem, bir sistem körlüğüne yol açar; Amerika, dünyada şampiyonluğunu yaptığı demokrasi, insan hakları ve hürriyetleri gibi değerlere bağlı kalma hususunda yanlış davranışlara girer; kaderin şu anda eline verdiği hakimiyeti adalet ve hakkaniyet kaideleri üzerinde devam ettirmezse, onun da gündüzünün geceye, yazının da gidip bir kışa dayanması kaçınılmaz olacaktır. Yukarıda da arz edildiği üzere, hiçbir sistem kuvvete dayalı olarak uzun süre ayakta kalamaz. Hak ve adalete dayanmayan kuvvet, er-geç zulme sapar ve bu da, onun sonunu hazırlar.
Bugün dünya, yine yukarıda kısmen temas edildiği üzere, büyük problemlerle sarsılmaktadır. Bunlara ek olarak, çok eski medeniyetlere ve şu anda büyük nüfus kesafetine sahip Çin ve Hindistan gibi ülkeler bir uyanışın içindedir. Asya'da bunların yanısıra Rusya yine önemli bir güçtür. Avrupa, ne ölçüde başarabileceği ve ne kadar uzun ömürlü olacağı belli olmamakla beraber, birleşik bir devlet olma yolundadır.
Ayrıca, Asya ve Afrika'nın kendilerini asırların mağduru gören ülkeleri de, her zaman hesaba katılması gereken bir potansiyele sahiptirler. Böyle bir dünyada kuvvete dayalı bir hakimiyet tesis etmek de, onu devam ettirmek de kolay değildir. Dilerim Amerika, yapmaması gereken bir hatayı yaparak, dünyadaki dengeleri alt üst edip dünyayı kan seylaplarına çevirecek bir gelişmeye kapı açmasın...
Gittikçe küçülen dünyada baskı rejimlerine yer yok
Dünyanın gittikçe küçülüp, bir köy halini alması, bilhassa çok hızlı gelişen haberleşme teknolojisi, kuvvete dayalı hakimiyet gibi, baskı rejimlerine de daha fazla şans tanımayacak bir keyfiyet arz etmektedir. İnsan, soylu bir varlıktır; ne esir, ne de ecir olmaya uzun süre tahammül edebilir. Bütün devletlerin, idareyi ve kuvveti elinde bulunduranların, halka hizmet eden, "bir halkın efendisi, ona hizmet edendir" düsturuna göre hareket eden bir idare tesis etmeleri ve böyle bir idare edinmeleri kendileri açısından da elzemdir. Her insan ferdi, insan nev'i ölçüsünde şeref, onur ve haysiyete sahiptir. Ona Yaratıcı'nın verdiği bu şeref, onur ve haysiyet tanınmadıkça, herhangi bir ülkede de, dünyada da barışın, huzurun sağlanması mümkün olmayacaktır. İnsanların inanmaları, inandıkları gibi yaşamaları, kendileri gibi düşünmeleri, düşündüklerini ifade edebilmeleri, haberleşmeleri, seyahat edebilmeleri onların temel haklarıdır. Hayat, emniyet, sağlık, çalışıp kazanma ve aile kurup çoğalma gibi en temel haklarını elde edemeyen ve bunları garanti altına alamayan; ayrıca, üretim, tüketim ve paylaşım kadar, hak, adalet, denge gibi cemiyeti ayakta tutan aslî değerlerin korunmadığı bir toplumda ve toplumlarda sevgi, saygı, yardımlaşma gibi faziletler geliştirilemez. Bu ölçüde fakir bir dünyada hakimiyetin uzun süre ayakta kalmasına da imkânı yoktur. Aslında, bütün bunlardan mahrum bir idare ve hakimiyet, kendisini sürekli güvensiz hissedecek ve en büyük huzursuzluğu da kendisi çekecektir.
Dünya, her ne kadar gittikçe bir köyü andırsa da, bu köyde farklı inançlar, renkler, ırklar, âdetler, gelenekler yaşamaya devam edecektir. Her insan ferdi, kendi başına bir âlemdir; dolayısıyla bütün insanları, bir kalıptan çıkmış eşyâ gibi birbirine benzetmek, muhali talep demektir. Bu sebeple, bu (global) köyün huzuru, bütün bu farklılıkların tanınmasında, tabiî kabul edilmesinde ve bunlardan dolayı kimsenin birbirine farklı gözle bakmamasında, yani global bir hoşgörü ve diyalogda yatmaktadır. Aksi halde dünyanın, çatışmaların, didişmelerin, vuruşmaların ve en kanlı savaşların ağında kendini yiyip bitirmesi ve kendi sonunu hazırlaması kaçınılmaz olacaktır.
Bu merhalede Türkiye için de söylenecek birkaç söz olmakla birlikte, ülkemizde yar de ağyar da pek alıngan olduğundan ve bir de hakkımda açılmış bulunan bir davadan ötürü şimdilik sükut durmayı tercih edeceğim.
Nevval Sevindi
DTCF Antropoloji mezunu olan yazar, geçmişle bugünü bağlama tutkusunu arkeoloji ve Grekçe mastır çalışmalarında sürdürdü. Dört yıl İran’da kaldıktan sonra Türkiye’ye dönerek İmar İskân Bakanlığı’nda ve Dünya Bankası projesi olan Çukurova Bölge Kalkınma Projesi’nde çalıştı. 1989’dan beri serbest gazetecilik yapmaktadır. Yeni Yüzyıl gazetesinde çalışan yazar aynı zamanda televizyon programcılığı ve Pimapen Kültürevi’nin yöneticiliğini de sürdürmektedir. Daha önce yayımlanan kitapları: Aşkın Ölümcül Etkileri, İki Ülke İki Devrim: Türkiye–İran, Kent ve Kültür.