-
Kırık Mızrap 1 - 2
KIRIK MIZRAP 1 – 2
M. Fethullah Gülen
KIRIK MIZRAP
Diriltici nefesin sonsuzluk bestesi.. Onda zaman geçip gitmez, mânâ pörsümez ve “bütün” yekpare sevgiyi bir iffet gibi muhafaza eder. O, her türlü mukayese ve nispetlerin eridiği, aşk ve sevginin yıldızlı bir uykuya daldığı, sarahatlerin serbest oyunlarını denediği ve ışığın gölgeler mahbesinde ölümsüzleştiği bir vuzuhtur. Düşünce onda tecridin imbiğinden geçerken kristalleşir ve renkle, ışıkla dolu bir âvize haline gelir. İdrak üstü bir incelikle zekâya ve onunla uzvîleşen his ve duyguya ürperti veren bu sese Cibril kendi nefesinin rengini ve kanat çırpıp duran ilhâmın soluklarını katar ve artık o ledün âleminin şeffaf bir dalı, bir uzantısı olur. Zaten vuzuh da budur. “Neden?”, “Niçin?” ve “Nasıl?”, iç ve dış âhenk bütünlüğü içinde ve “Hikmet”i kucaklayan bir üslûpla onda cevap bulur. O kıvılcımlar ma’rekidir. Ancak dizginler iradenin elindedir.
Dâvâ şuuru, metafizik bir netlikle rüyâlaşır ve insan onda asil bir sükûnla hedefe yaklaşan zirvedeki ruhların ayak seslerini duyar. Hülyaların özünü bahar kokusu sarar ve ümit denen eller fecrin altın saçlarını okşar. Müjdenin lacivert bakışlarındaki huzur veren renk cümbüşü “Kırık Mızrap”ta efsaneleşerek erir ve bir sızıntı ve reşha haline gelir. Hiçlik ve yokluğu itirafta mayalanan varlık şefkat ve tefekkür hatveleriyle zirveleşir ve bu zümrütten tepede insanın önüne bir şehrah açılır. Bir yol ki parke taşı yıldızlardır. Sonunda ise Mutlak Sevgili’ye kavuşmak vardır.
Cennet yolculuğuna çıkmış deha, zaman asimetrisindeki realiteleri kavrayarak bizi elimizden tutar, ışıktan kollarıyla kucaklar ve kapalı fânustaki sırlar menşûruna getirir. Orada mâzi hazân görmüş yaprak kadar ürkek, istikbal ise yüzüne zift püskürtülmüş bir kara deliktir. Bir kaşık çalsan irfanının dibi görünecek olanların yapacağı hiçbir şey yoktur. Şafaklar tüllenirken birden her şey değişir. Ateşten sîneler güneşe fer verir. Bahar, geçmeyen bir iklim haline gelir. İstikbalin yüzünde tebessüm goncası açar. Işık süvarileri şahlanır, coşar. Ama hayat zıtların bayramıdır. Günler Rahmân elinde çevrilip durmaktadır. Deha, sabrın altın bağında huzur sunmaktadır. Bu sırlar menşûrunda o, Hızır’la kol koladır.
Sonsuzluk mesajı.. sancılı tecrübeler.. fânide bekâ arama cehdinin amansız kavgası.. hakikatların çıplak dünyası.. ızdırabın tebessüm eden çehresi.. şişeyi taşa çaldıran hayret kuşağı.. görülmeyene göz kırpma ve nağmeyi terennüm edilmeden dinleme.. gizli bir el tarafından göze çekilen sürme veya nâtıkaya vurulan düğümü çözme.. beynin her zerresine bir güneş yerleştirme ve tefekkürün mahrem odasında meleklerle halvete girme.. tebliğ ve telkini aksiyonla şekillendirme ve ölü gönüllere hayat üfleme... İşte şiir ve şiirde gâye!.
Kırık Mızrap bir sistem ve bir ekoldür. Müntesipleri, onun şiir dünyasında, daha nice tekevvünler müşâhede edecektir. Ancak bu tekevvün, zaman aşımına uğramayan her şiirin ortak yönüdür. Çünkü hakikî şiir her an ebed kadar yeni kalabilen şiirdir. Her devrin insanı ona, “zengin bir madene döner gibi” dönecektir.
NİL YAYINLARI
-
Cevap: Kırık mızrap 1 – 2
DAR BİR AÇIDAN ŞİİR*
Şiir; gönül, his ve duyguların diliyle, insan gerçeği ve özünün; onun aşk, heyecan, tasa, keder ve sevinçlerinin; varlık ve ötesini duyuş, seziş ve değerlendirmelerinin açık-kapalı, doğrudan doğruya veya dolaylı yollarla sesi, sözü ve ifadesidir. Değişik bir zâviyeden ona, gönlün, eşya ve hadiseleri kendince duyması; hissin, kendince yorumlaması; insan ve kâinatın, perde önü, perde arkası itibariyle vicdanda husûsî değerlendirilmesi; şuur ve idrakin de, kendi gerçek fonksiyonlarına rağmen, bu duyuş, seziş ve değerlendirmeleri, bazen şöyle-böyle vâkı’a uygunluk içinde, bazen de hayal ve tasavvurların yedeğinde yorumlayıp seslendirmesi de diyebiliriz. Herkesin vicdan ufku, gönül enginliği, his zenginliği farklı farklı olduğundan, duygu, düşünce derinliği, varlık ve hadiselere bakış zâviyesi, duyup hissettiklerini yorumlaması, üslûbu, sözü ve nağmelerinin de farklı farklı olacağı tabiîdir.
Evet, eğer bazı kimseler varlığın perde arkasından habersiz, bazıları vicdanın dilini anlamıyor, bazıları akılları gözlerine inmiş de maddeden başka bir şey göremiyor, bazıları da kendi iç âlemlerinin cahili ise, anlamlı–anlamsız pek çok sesin ve sözün olacağı açıktır. Zira, bu gruplardan herhangi birine dâhil olan bir fert, kendi iç âlemindeki ihsaslarını söyleyecek.. vicdanında oluşup tasavvur ve tahayyüllerine yayılan, sonra husûsî şekilde gelip onun duygularına vuran –bu hususta değişik inanç, kanaat ve kültürlerin tesiri büyüktür– iç resim ve tasarılarını dile getirecektir ki, bu da, tek bir nesne, tek bir mânâ, tek bir mazmunun pek çok şekillerde resimlendirilmesi demektir.
Evet, eğer bir şâir, bile bile kendi inanç, kanaat, düşünce ve bakış zâviyesine ters fanteziler peşinde koşmuyorsa o, bir şey yazmak, bir şey söylemek için her ağzını açtığında kendi iç dünyasını ortaya koyar ve kendi duygularını, kendi düşüncelerini, kendi inançlarını, kendi kanaatlerini söyler. Aslında, diğer bütün san’at dalları adına da aynı şeyleri söylemek mümkündür. Bu itibarla da diyebiliriz ki, şiirin esası ‘kelâm-ı nefsî’ye dayanır ve kendi sesiyle terennüm edildiği yerde o, tamamen insanın gönlü ve duygularıdır; bundan dolayı, onun dışarıya vuruşu da farklı farklıdır. Bu dışarıya vuruş bazen dizi dizi sözler, bazen birkaç damla hikmet, bazen köpüren bir sevinç veya simsiyah bir keder, bazen bir demet aşk u şevk, bazen doludizgin bir hamâset, bazen buruksu bir gurbet, bazen pür neşe bir vuslat, bazen de bunların birkaçını birden aksettiren çok renkli beyanlarla olabilir. Ne olursa olsun şiirde esas; mazmun, mânâ ve mefhumların önce insanın iç derinliklerinde buğu buğu buharlaşıp ‘çiy’ noktasına ulaşması, sonra da dupduru yağmur damlacıkları gibi sözcükler halinde sayfaların bağrına dökülmesidir. Aksine, insanın gönlünde doğup bulutlar gibi yükselerek semavîleşmeyen mazmun ve mefhumlardan meydana getirilmiş nazımlar şiir değil, yapmacık sözlerdir ve her biri birer iç ‘çelişki’ ifadesidir. Evet, vicdanın sesi olarak insanın ruhunda şekillenmeyen sesler, sözler, çok süslü ve san’atlı da olsalar, hatta zâhirî derinlikleriyle başları da döndürseler, yine kof sayılırlar.
Mükemmel bir şiirin mükemmeliyeti, dile-dudağa hatta dimağa bağlı yanlarıyla değil; gönlün sesi, vicdanın nağmeleri ve şâirin inanç, kanaat, düşünce ufku ve yorumlarının akisleri olması itibariyledir. İyi bir şâir, sözlerini dil ufku itibariyle değil, iç duyuş, seziş, aşk, heyecan ve yorumlamalar olarak ortaya koyar.. evet o, açık-kapalı kendi iç derinliklerine tercüman olabildiği ölçüde samimî, duygu ve düşüncelerini ifadede de tenâkuzdan (çelişki) uzak ve riyâsızdır. Her tasavvur ve tahayyülünü vicdânî tecessüs ve tefahhuslarına bağlayan böyle biri, duygu, düşünce ve sezilerini seslendirmede –bazen kısmî farklılaşmalar söz konusu olsa da– üslûbunda her zaman bir temâdî içindedir.. tizinde de pesinde de hemen her zaman aynı makamın kurallarına göre hareket eder ve bir mânâda hep aynı notaya bağımlı kalır.
Aslında şiir, vicdanın takdir, tesvid ve tebyizlerinden çıkan bir sözdür, dil değil; ama o, dil için önemli bir neşv ü nemâ zemini teşkil eder. Bazen ifade açısından müphem, muğlâk bir hal aldığı da olabilir; ne var ki o söz olarak, hemen her zaman açıklardan açıktır ve muhteva zenginliğiyle de zaman üstüdür.
Şiir; insan, kâinat ve Yaratıcı’dan bir kelâm, bir tasavvuf, bir felsefe gibi bahsetmez; o, tıpkı rüyalarda olduğu gibi, mânâları, mazmunları berzahî levhalar ve motifler şeklinde resimlendirir. Tâbirini de değişik takdirlerin yorumlamalarındaki genişliğe bırakır. Bir şâirin herhangi bir nesne hakkındaki tasavvur, tahayyül ve yorumları, başkalarının aynı varlık hakkındaki mütalâalarına uysun–uymasın, referans çerçevesi onun kendi ihsaslarıdır ve o, duygularını hep böyle bir ‘algılama’ya bağlı olarak diline ve kalemine fısıldar. Bir şâir için söz konusu olan bu iç ihsas, değerlendirme ve ifade, şiirin tahlilcisi ve yorumcusu için de bahis mevzûudur. Sözlerin enginlik ve esnekliği yorumcunun düşünce, kanaat, kültür farklılığına bağlı esneticiliğiyle farklı bir sese ve söze dönüşebilir; dönüşmüştür de. Pek çok insan ve düşüncenin, birbirine zıt belli çevrelerce, farklı yorumlarla birer kudsî me’haz gibi değerlendirilmesi bunun açık örneklerindendir. Bu itibarla da diyebiliriz ki, yazdığı bir şiirde şâir kendini, kendi iç dünyasını ifade ettiği gibi, bir mânâda, yorumcu ve tahlilcinin de önemli bir referansı, yine kendi düşüncesi, kendi kanaatleri ve kendi kültürüdür. Bu, herkes için her zaman böyle olmasa da, çoğunlukla böyle olduğunda şüphe yoktur.
Aslında bunun böyle olmasının da yadırganmaması lâzım gelir; yadırganması bir yana, eğer sözün iffeti, ismeti, şerefi, gönlün sesi soluğu olmasıyla mebsûten mütenasib (doğru orantılı) ise –ki öyledir– böyle olması makbul ve yararlı bile görülebilir. Zira şiir; gönül, his ve duyguların diliyle insanın kendini, varlığı, varlık ötesini ve ihsaslarını anlatmasının bir diğer ünvanıdır.. ve bu, hakikî şiirin önemli bir yanını ifade eder. Onun en az bunun kadar ehemmiyetli diğer yanına gelince, o da; gönül ve duygulardan kopup gelen bu seslerin, insanı, aşk ve güzellik konularında nefsânî ve cismânî gayyalara çekmemesi; hakikatleri ifade adına bâtılı tasvir ederek zihinleri kirletmemesi; fantezilere girerek ya da hep garip şeyleri takip ederek ve ele aldığı konuları abartarak, okuyucu, dinleyici avlamaya kalkışmaması; düşündürücü görünme mülâhazasıyla her mevzûda sun’î iğlâk ve iphamlarla konuları anlaşılmaz hale getirmemesi.. gibi hususlardır. İyi bir şiirde söz, güzellikte tecrid endamlı; aşk da bütün güzelliklerin temel kaynağına duyulan iştiyak esintili olmalı; ayrıca, varlığın yorumlanmasında da, her nesneyi harika bir san’at eseri olarak görüp, gerçek sahibine bağlayıcı bir üslûp takip edilmelidir ki; bunları, şiirin iffet, ismet ve husûsiyetinin ana unsurları kabul edebiliriz.
Dille münasebeti yalan, mübâlâğa, bâtılı tasvir; hayalle alâkası, fısk, müstehcenlik tasviri ve şehevî hisleri şahlandıran resimler; şuur ve idrakle irtibatı da çarpık ideolojilere zangoçluk yapmak olan bir şiir, şiir değildir. Şiir adına böyle kirli bir üslûpla ortaya konan söz dizileri, ister hakikatin sırf deneme ve gözleme yoluyla elde edilebileceğine inanan felsefî akımla (pozitivizm) şöyle–böyle irtibatlandırılsın; ister, her şeyin akılla izah edilip kavranabileceğini düşünen felsefî sisteme (rasyonalizm) bağlansın; ister, her şeyi hayal ve hassasiyette gören san’at telâkkîsine (romantizm) dayandırılsın; ister, bütün mülâhazaları koyu bir tabiatperestlik anlayışı (naturalizm) üzerine temellendirsin; ister, aklın zâhirî nazarında eksik-gedik her şeyi olduğu gibi tasvir etmeyi esas alan cereyan (realizm) üzerine oturtulsun; ister, gerçeküstücülük (sürrealizm) gibi telâkkîlerle merak-âver bir yol izlensin; ister, fikir dışında objektif hiçbir şey olmadığını ileri süren san’at akımının (idealizm) sesi-soluğu olma yolu takip edilsin; ister, tabiat şekillerini olduğu gibi tasvir yerine, her şeyde hendesî yaklaşımı esas alan düşünce (kübizm) eksenine bağlı kalınsın ve isterse daha başka cereyanlar çizgisinde veya onların yakınındaki farklı mülâhazaların güdümünde kalınsın.. gerçek şiir, insan duygularının ihsası; gönüllerin kendilerine mahsus sesi; insan-kâinat-Allah arasındaki münasebetin –açık, kapalı– güftesi, bestesi, mûsikîsi; serâdan süreyyâya ihata edebildiğimiz hakikatlerin, onları ayrı ayrı işaretleyen birer gölgesi; eşyanın duygularımıza, düşüncelerimize akseden izdüşümünün sözcük çerçeveli bir fotoğrafı; aşklarımızın, heyecanlarımızın değişik tellerden kalbî birer nağmesi; iman, ümit, azim, güzellik, aşk, vuslat ve iştiyaklarımızın da bir güldestesidir.
Bu mülâhazalar, referansları sağlam olan şiire ait husûsiyetlerdir ve herhangi bir abartı da söz konusu değildir. Kur’an, gerçek kaynağını bulup ona bağlanamamış bir şâiri, dolayısıyla da böyle bir şâirin şiirini, "Şairlere gelince, onların arkasına sadece sapkınlar ve çapkınlar takılırlar. Görmez misin, onların değişik vadilerde –hakikî şiirin esasları üzerine temellendirilememiş; yukarıda işaret edip geçtiğimiz farklı cereyanların zâhirine takılıp kalma kastedilmiş olabilir. O dönemde bu cereyanların henüz ortaya çıkmamış olması çok da önemli değildir– şaşkın şaşkın dolaşıp durduklarını ve yapmadıkları şeyleri söyleyegeldiklerini.." diyerek yerer ve kendi referans çerçevesine oturmamış bu kabil kopuk şiirde nefsânî duyguların, hevâ ve heveslerin şahlandırıldığını, şahlandırılabileceğini vurgular ve ardından da; "Ancak iman edip iyi amel işleyenler ve her vesileyi değerlendirip Allah’ı çokça anan (şairleri)" müstesna tutarak, kendi referans çerçevesinde söz söyleyen şiir üstadlarını âdeta takdir ve tebcil eder.
Evet, işte bu mânâda şiir, söz cevherlerinden tanzim edilmiş öyle bir beyan atlası ve kalbin en hassas telleriyle seslendirilmiş öyle sihirli bir bestedir ki; o beyana sahip olan biri kendini herkese dinletebilir ve o beste ile de herkesi teshîr edebilir. Bu ölçüdeki bir şiir, tonunu tam bulup da yankılandığı zaman, en muhteşem beyanlar ona el-pençe divan durur ve saygı murâkabesine girerler.
Aşk lügatında en birinci makam şiire aittir. Şiirin kanatlarıyla, herkes tarafından duyulma ufkuna yükselen sözler, bütün hudutları aşarak her bucakta uçabilir; her milletle konuşabilir ve her gönüle bir zeytin dalı uzatabilirler. Bugüne kadar nice parlak dimağlardan fışkırıp taşan beyan çağlayanları olmuştur ki, zamanla renk atmış, matlaşmış birer silik tabloya ya da sığlaşan birer akıntıya dönüşerek, seyircisi ve tâlibi olmayan ülfet mağdurları haline gelmişlerdir. Kendi öz ve esasları üzerine oturmuş sağlam bir şiire gelince o; her zaman tazeliğini, canlılığını korumuş ve söz sultanlığını hep sürdürmüştür. Hele bir de bu şiir, ruh ve mânâ âlemlerine açıksa, o, sözler üstü bir seviyeye yükselerek gidip, ruhânîlerin vird-i zebânı olmuştur.
Bazen, en iyi şiirler bile kendiliklerinden güzelliklerini tam gösteremeyebilirler; bu, o beyan âbideleri için bir talihsizlik demektir. Ama uzun zaman böyle bir talihsizliğin sürüp gitmesi de kat’iyen sözkonusu değildir; zira bugün olmasa da yarın bir kısım söz sarrafları onları mutlaka duyacak, tanıyacak ve ortaya çıkaracaktır. Evet, günümüzde olduğu gibi şiirin bazen, kitlelerin alâka göstermediği değersiz bir metâ durumuna düştüğü çok olmuştur; ne var ki, bu alâkasızlık hiçbir zaman uzun sürmemiş; cevâhir kadrini bilen söz üstadlarınca hemen kendi özüyle yeniden taçlandırılıp beyan saltanatının tahtına oturtularak, biat izhariyle bir tâzim kazası yapılmıştır.
Aslında şiir, hemen her zaman, toplumların duygu, düşünce, millî kimlik ve kültürleri adına sürekli başvurageldikleri arşivleri olmuş ve tarihî değişik dönemleri birbirine bağlamada bir "hayt-ı vuslat" vazifesi görmüştür. Geçmişinden kopanlar, onda yeniden kendilerini bulmuş, kendilerini duymuş, kendilerini yaşamış ve onunla tarihlerini bir bütünlük içinde görebilmişlerdir.
Şiir, bazen en beliğ hutbelerden daha beliğ bir beyan halini alır ve en keskin kılıçlardan daha keskin bir silah gibi ürpertici olur ki; tam nağmesini bulup gönlün heyecanlarına tercüman olabilmiş böyle bir şiir ne zaman sesini yükseltse, söz kıyafetindeki bütün perişan ve savruk kelime yığınları saklanacak kuytu yer aramaya başlar, hicap sessizliğine gömülür; ve şiir kılıcı ne zaman kınından sıyrılsa, otağlarını boşluğa kurmuş bütün sahte söz sultanları halvete çekilir ve inkisâr murâkabesi yaşarlar.
Muhtevalı, mânâlı ve güçlü şiiri, Söz Sultanı ve İnsanlığın İftihar Tablosu da her zaman başvurulacak bir hikmet kaynağı olarak görür ve gösterir; görür ve gösterir de, içinde mâlâyâni söz ve lakırdıya cevaz verilmeyen "Cennetü’l-Firdevs"in izdüşümü diyebileceğimiz mescidinde, şiir irâd etmesi için Hassan b. Sâbit’e kürsü kurdurur ve "Allahım, onu Mukaddes Ruh’la teyid eyle!" der, ona duada bulunur. İsterseniz buna, kaba ilhad düşüncesine karşı şiirin elmas kılıcıyla mücadelenin tesirini vurgulama da diyebilirsiniz.
Şiir, kendi rengini koruduğu sürece, ondan daha taze, daha canlı ve hiç ihtiyarlamayan bir güzel göstermek mümkün değildir. Gerçi, şiirin özel bir rengi yoktur ama; onun her renkten bazı çizgiler taşıdığı da bir gerçektir. Harfler, kelimeler şiir mektebinde birer talebe, şiir kışlasında birer asker halini alınca, sözün ulaşamadığı irfan ufku ve beyan leşkerinin fethetmediği hiçbir kale kalmaz.
Varlık bir baştan bir başa tekvînî emirler çerçevesinde âdeta iç içe bir şiir gibi nazmedilmiştir. Kendi dinamikleriyle sağlam bir ses ve söz haline gelmiş şiire gelince o da, bu manzûmenin kelâm cihetiyle pek çok telden seslendirilmesi demektir. Bu itibarla da şâirleri, varlık, varlık ötesi mânâ ve muhtevanın bülbülleri sayabiliriz. Peygamber (s.a.s.), "Şiir O’na yaraşmaz" fermanı gereğince, hissin, duyguların, ihsasların değil, saf ilâhî hakikatlerin aksettiricisi ve tercümanıdır. Evet, O şair olmadığı gibi, Kur’ân da şiir değildir; ancak o Beyan Sultanı, bütün söz erlerinin en güçlü üstadı; Kur’ân da, "mülhemûn"dan olan şâirlerin en rengin, en zengin kaynaklarındandır. Nebîler, insan kâinat-Allah’la alâkalı münasebetlerin özünü herkesin anlayabileceği bir dille ifade eder ve Cenab-ı Hakk’a kullukta insanlara rehberlik yaparlar; dünya ve âhiret saadeti adına bir rehberlik. Şâirler ise, kendi şuur, kendi idrak, kendi ufuk, kendi mizaç ve meşreplerine göre, gönül, his ve duyguların diliyle bu gerçekleri ya da onlara bağlı diğer tâlî hususları yeni bir üslûpla açar, yorumlar ve seslendirirler.
Hakikî şiir, ilham ağaçlarının dallarında Cennet çiçekleri gibi gelişen öyle bir meyvedir ki; meyveyi derenin niyet ve düşüncelerine göre, derilenlerin yerlerinde benzerleri oluşur. Derken, hep bir farklılaşma ve temâdî içinde bu büyü sürer gider. Öyle ki, şiir ağacına uzanan eller her defasında ondan bir şeyler koparır; koparır ama, koparılanlar hep misliyet çerçevesinde kalır.. evet, ne duyulup hissedilenlerde, ne de yeni tomurcuklarda ayniyet kat’iyen söz konusu değildir. Zira ona, gerçek rengini, tadını, şivesini duygular, düşünceler, niyetler, bakış zâviyeleri ve kültürler kazandırır. Evet şiir, şuur ve idrak potalarında kaynatılan bir düşünce ve dil enstrümanlarıyla seslendirilen bir nağmedir ama, ona gerçek derinliğini kazandıran ve hakikî rengini veren, şâirin inanç, kanaat, kültür ve düşünce ufkudur. Potasında kaynaya kaynaya tam kıvama gelmiş bir söz; inanç, kanaat ve kültürle de kanatlanmışsa, artık o aşkınlaşmış ve ruhânîlerin muhaverelerindeki derinliğe ulaşarak bir hikmet çağlayanı haline gelmiştir ki, uğradığı her yerde bir büyü tesiri icra eder.. ifade edeceği nükteyi yakalayıp da sesini yükselttiğinde, sözden anlayanların ruhlarında sur sesi gibi yankılanır.
Gayesiz, ruhsuz, nesepsiz silik sözlerin bir zift gibi ufkumuzu kararttığı günümüzde, hakikî şiire ne kadar susadığımız açıktır; ama ben, o susuzluğu bile resmetmekten âciz olduğumu itiraf etmeliyim. Zaten böyle bir makaleciğin istiâb haddi de o kadarını kaldırmaz.
-
Cevap: Kırık mızrap 1 – 2
ŞİİR
Şiir, kâinatın rûhunda saklı bulunan güzellik ve tenâsübün, varlığın çehresindeki tebessüm ve dil-rübâ keyfiyetin şiire açık rûhlarda bir nağme haline gelmesidir. Bu yüksek rûhlar arasında öyleleri vardır ki, onların kalbleri âdeta birer hokka, Rûh-ul Kudüs’ün solukları da onun mürekkebidir.
Şiir, öteleri kurcalama yolunda duyulan “hay-huy” veya bu uğurdaki cehdin iniltilerin ondaki ses ve sözler ise, yaşanılan rûh hâleti ve iç derinliğin, şairin düşünce ve istidadı ölçüsünde bir resmidir. Bu itibârla da, şiire ait her ses ve söz, ancak dile geldiği andaki rûh hâletiyle tam kavranabilir.
Şiir, şâirin bakış ve duyuşuna tesir edecek inanç, kültür ve düşünce tarzlarına göre doğar ve şekillenir. Ne var ki, onu derinleştirip idrak üstü seviyeye ulaştıran en güçlü kaynak da yalnız ilhamdır. İlhamla coşan bir gönülde zerre güneş, damla da derya olur.
Şiirde, akıl ve düşüncenin rolü ne kadar büyük olursa olsun, insan gönlünün o konudaki tesiri her şeyin önündedir. Bir de akıl, mantık derken, gönülde yeşeren bu düşünceler, hayalle kanatlanınca, gider Sonsuz’un kapılarını zorlar ve uhrevî birer nağme haline gelir.
Şiir, hâl-i hazırı aydınlatan bir şule, ilerilere ışıklar salan bir projektör ve öteler kaynaklı bir aşk ve heyecan bestesidir. Gerçek şiirin ikliminde gözler aydınlığa erer, uzaklar yakın olur, rûhlar da sönmeyen bir azm ve şevke ulaşır.
Şiir de, tıpkı yakarışlar gibi, insanın iç dünyasındaki iniş-çıkışları, şevk-hüzün hallerini dile getirir ve ferdin yüce hakîkatle konsantre olması ölçüsünde de, âdeta lahutileşir. Aslında her münâcat bir şiir, her şiir de bir münâcatdır. Elverir ki o şiir sonsuza açık olabilsin.
Sonsuzluk düşüncesinde yeşerip, kalbin kanatları ve rûhun gücüyle her zaman saf düşüncenin semâlarını kollayan bir şiir, ilimler gibi pozitif düşünceye fazla itibar etmez. O, müşahhasla, sadece bir vasıta olarak meşgul olur. Onun bütün hedefi mücerredi bulup onun vesayetinde bitmeyen bir yolculuk gerçekleştirmektir.
Şiirde, her duyulup düşünülen şey tasavvur edilebiliyor, tasavvurlar firesiz olarak muhâkemeden geçirilebiliyor; sonra da, şâirin iç dünyasında birer esinti hâlinde beliren bu gizli unsurlar, kelime ve cümlelerle soluklanacakları âna kadar mevcûdiyet ve canlılıklarını koruyabiliyorlarsa, o şiir taze ve canlı kalmaya namzet sayılır. Aksine, şiir diye ortaya koyduğumuz şeylerin zebercet taşlı birer bakır yüzük veya kömür kakmalı birer elmas gerdanlıktan farksızdır.
Şiir, “O Bilinmez Mevcûd”u aramayı hedef seçtiği için, düşüncede buğu buğu esrar, geçilen yollarda alaca karanlık ve çok yönleriyle kapalı bir iklime ait zor anlaşılır çok buudlu bir sestir. Bu itibarladır ki, gerçek şiirin her kelime ve cümlesinde, esrarengiz bir şatoda, her ses ve görüntüyle irkilen fevkalâde hassas bir seyyahın müşâhede ve duyuşları sezilir.
Şiir, bir yürek hoplaması, bir rûh heyecanı ve bir gözyaşıdır. Aslında gözyaşları da kelimelere baş kaldırmış saf birer şiir demektir.
Şiiri, şâirlere ait bir kısım solmayan çiçekler ve bu çiçeklerin çevreye saldıkları kokular şeklinde yorumlamak da mümkündür. Toprağı temiz, suyu duru, tohumu da belli olduktan sonra bu çiçeklerin renk ve kokusuna doyulmaz..!
Anlamadan söyleyen, söylemeyip de anlayan şâirlerin sayısı hiç de az değildir. Birincilerin lâf u güzâfına bedel, ikincilerin şâirâne bakış ve düşünüşleri, kelime ve cümlelere ihtiyaç duyulmadan dahi insana çok şey fısıldar.
Şiiri, sadece mevzûn söz şeklinde anlamak yanlıştır. Rûhu cezbeden, mazmûnu ve ifâdesi gönüllerde hayret ve hayranlık uyaran nice mensûr sözler vardır ki, her biri başlı başına âdeta birer şiir âbidesidir.
Her san’at dalı gibi şiir de netice itibarıyla nâmütenâhiyle sarmaş dolaş değilse kısır ve sönüktür. Sonsuz güzelliklere meftûn insan rûhu, sonsuza tutkun insan gönlü, ebedden ve ebedîlikten başka hiçbir şeyle tatmin olmayan insan vicdanı san’atkâra, hep öteleri kurcalamayı fısıldamaktadır. Kalb, rûh ve vicdanından yükselen bu inilti ve iştiyakları hissetmeyen san’atkâr, bütün bir hayat boyu eşyanın dış yüzünü taklitle uğraşır durur da, bir kerecik olsun bu tenteneli perdenin ötesini görmeye muvaffak olamaz.
Bir nazımda; şekil mânâya, mânâ da şekle fedâ edilmediği, aksine her iki cephe de rûh ve ceset münasebeti içinde ele alınabildiği takdirde, her vicdânın sevip tabiî bulacağı bir âhenge ulaşır o şiir. Ve artık böyle bir şiir hakkında hayalin teklif edeceği herhangi bir yeni motif de söz konusu değildir.
Şiirin bir dış yüzü vardır ki, orada daha ziyâde kelimeler, cümleler, ölçü, edâ gibi hususlar hâkimdir. İç yüzüne gelince; orada rûh, iç âleminde mayaladığı düşünceleri ifade için, yerinde çiçeklerin çehresi ve kelebeklerin kanatları gibi en süslü ve zarif cümleleri, yerinde kıvılcımlar gibi düştüğü yerde yangın çıkaran kelimeleri ve yerinde de neyin feryatlarına denk iniltiler meydana getirecek sözcükleri arar, bulur ve yerli yerine yerleştirir ki buna şiirin mûsikîleşmesi de diyebiliriz.
Sırlar ve işaretler şiirin ana kaynaklarından birisi olması itibarıyla, sırra ve işarete açık bir şiirde, olduğundan daha fazla bir genişlik ve ihata hissedilir. Ama bu ihata yine de şiirin harîmi içinde ve onun surları ile çevrilidir. Şiir tedâilerin kollarında buudlaşıp rengârenk mânâ iklimlerine doğru yayılıp genişlerken dahi, yine kendidir.
Şiire, esas itibarıyla düşünce ve duyuşun birbiriyle kaynaşıp bütünleşmesinden meydana gelen bir ton hâkimdir. Ancak, insan bünyesindeki hipofiz bezi gibi, düşünce ve duygunun arkasında da onlara hükmeden ve her noktada kendilerini hissettiren niyet ve nazar gibi iki mühim unsur vardır ki, bunlar bütün beyit ve mısralara birer renk olarak akseder; fikrin ayağının kaydığı yerlerde onun elinden tutar ve hissin önünde bir sihirli lâmba gibi hep onun geçeceği yollara ışıklar saçarlar.
Şiir, kinleri, nefretleri, heyecan ve ızdırapları, ümit ve inkisarlarıyla içinde çimlenip geliştiği toplumun solukları; şâir de, yerinde bu toplumun nefes borusu ve akciğeri; yerinde de dili dudağıdır. Her şiir, kendine malzeme teşkil edecek olan,içinde yeşerip geliştiği cemiyetin hususiyetleriyle mütalâa edildiğinde bir şeyler söylese de, ona dâyelik yapan toplumu nazar-ı itibara almadan, ondan bir şeyler anlamak oldukça zordur.
-
Cevap: Kırık mızrap 1 – 2
IŞIK ORDUSU
Işık ordusu, aydın nâsiyelerinde nûr,
Sînelerinde kor çehrelerinde mutluluk.
Götürürler her tarafa kucak kucak huzûr;
Buğulanır gözlerinin içinde sonsuzluk..
Işık ordusu aydın nâsiyelerinde nûr.
Buhurdanlık gibi koku salarlar her yana,
Buhur buhurdur dolaşıp durdukları yerler;
Sunarlar öteye ait sırları cihana,
Ve düşüncelerinde renk atmayan değerler,
Buhurdanlık gibi koku salarlar her yana.
İrem ülkesine benzeyen bahçelerinde,
Somaki musluklarından hep kevserler akar.
Hiç hazan bilmeyen yemyeşil çevrelerinde,
Her gün nevbahar olur, her gün çiçekler açar,
İrem ülkesine benzeyen bahçelerinde.
Uçuşur ufuklarında her zaman melekler,
İç içe yaşarlar rûhânilerle gün boyu,
Kucak açar gökler, temennâ durur felekler,
Gönül dünyaları tıpkı birer cennet koyu,
Uçuşur ufuklarında her zaman melekler.
-
Cevap: Kırık mızrap 1 – 2
ATEŞTEN SÎNELER
Ateşten sîneleriz alev dokunmaz bize;
Kor kesilip gitmiştir gelenler semtimize...
Sararmıştı benizler yüzümüzü görmeden,
Dize gelmişti düşman murâdına ermeden.
Rûhlarına azâbız, onlar bilirler bizi,
Şimşeklerle yarıştık, tanırlar hepimizi.
Azgınların başında sindirici cezâyız;
Dostlara dost isek de, düşmanlara ezâyız!
Kulaklarda çağıltı mâzi gibi ırmaktan,
Dize geldi bayraklar ay-yıldızlı bayraktan.
Hasımlara tûfandık, nûr ettik çevremizi,
Hele bir sorunuz o şanlı mâzîye bizi...
Şimdi dinmiş olsa da rûhlarda heyecanlar,
Mutlaka tutuşacak, o eskiki akkorlar...
-
Cevap: Kırık mızrap 1 – 2
ŞEVK UFKU
Zevk, şevk, neş’e dünyamızda her şey gülkırmızı
Öyle mestleriz ki, bilmeyiz baharı, yazı...
İnancın sihirli şarkısı dillerimizde;
Mecnûnunkine denk aşk var gönüllerimizde.
Elmasa dönüp gider uğrayan bezmimize,
Nûrlar yağıyor nûrlar, her zaman semtimize!
“Biz” dedikse, Sonsuz’dan bütün bu armağanlar,
Hep Sonsuz’un bağındandır canlar ve cânânlar...
Çiçekler çevrilir gibi O’na bakan yüzler;
Bahara dönüşür O’na yönelince güzler.
Gül renkli, gümüş tenli olmalarında ne var!
Üstlerinde Sonsuz’un ezelî rengi pâr pâr..!
-
Cevap: Kırık mızrap 1 – 2
GENÇ ADAM
Genç adam! Düşün bir yığın dertti ki asırlık..
Sarmış cemiyeti onulmaz pek çok hastalık.
Toplumun her yanı ayrı bir illetle ma’lûl;
Beyinler sarsık, kalbler baygın, devâsı meçhûl..
Meydanlar inliyor; gâyesiz kalabalıklar..
Ve insanlar tıpkı “akvaryumdaki balıklar”:
Şaşkınlıkla gidip “kâh sağa tos, kâh sola tos”
Böylesi yığınlar içinde idrâka paydos!
Bunca fezâyîle cemiyet yaşar mı? Heyhât!
Göz görmez, kulak sağır, “kapkaranlık hissiyât”..
Şehirler tekmil çirkef, sokaklar zift kanalı;
Gençler serâzât, her şey hürriyet payandalı...
Hayâ yırtılıp gitmiş, iffet ayak altında,
Yalan som altın, aldatma sultanlık tahtında...
Kurt gövdenin içinde, yapraklar bir bir solmuş,
Millî rûh derbeder, milletse tekmil yorulmuş.
Genç adam; bu bâdirenin bahadırı sensin!
Yıllardır, hayallerde, düşlerde beklenensin...
Doğrul! Kendine gel! Bak tan yeri ağarıyor
Her yanda nûr karanlık ordusunu boğuyor.
Hiç durma koş tulumban elinde dört bir yana!
Göğüsle alevleri bu bir vazife sana!
Yırtılsın bütün zulmetler, belli olsun akyol...
Gel, “İslâm emânetin dönmez davacısı ol!”
Sensin asırlardan beri beklenen kahraman,
Gel ki, artık kalmadı dizlerimizde derman..!
-
Cevap: Kırık mızrap 1 – 2
KALK YİĞİDİM
Kalk ey yiğit uykudan!
Kalk ki bağrımda nâlân...
Sensiz geçen günlerde,
Dolaştım ben dünlerde..
Hep mahzûn ve kederli,
Sen bizi terk edeli.
Yiğidim görün artık!
Görün ki çok bunaldık.
Canlarımız gırtlakta,
Son kelime dudakta:
Gülümse milletine!
Susadık himmetine...
Kalmadı hiç gücümüz;
Bizler bir sürü öksüz
Hep itilip kakıldık;
Eşya gibi satıldık;
Hicran üstüne hicran,
Dahasına yok derman...
Her gece hayaldesin,
Sözlerde, dillerdesin,
Bir ömür boyu böyle..
Bir defa da sen söyle!
Ne olur acı bize!
Yıkılıp geldik dize...
-
Cevap: Kırık mızrap 1 – 2
ŞANLI SÜVARİ
Dopdolu bir şevkle çıkıp yollara düşeli,
Geçtin mâniaları küheylân gibi bir bir...
Encâma ereceğin heyecanından belli;
Şahlan ki şanlı süvarim devran sana esir!
Bir ulu mefkûre uğruna neleri aştın,
Hayalinde tüllenen ötelerden renklerle..
Rûhların el salladığı zirveye ulaştın,
Yâd ediliyor ismin göklerde meleklerle...
Erdiğin her merhalede ayrı bir aydınlık,
Cedlerle atbaşı koşuyorsun dolu-dizgin
Artık hırıltıya düştü her yanda karanlık,
Yepyeni bir destan yazılıyor ki pek engin...
Yıllarca görüp duyduğumuz bu tatlı rüyâ,
Altın tahtlara kurulmuş kutlu erleriyle..
Dünü ışıktan deryâ, yarını farklı ziyâ,
Bir sır peşindeler mübârek seferleriyle.
Sonsuzluk aşkıyla yürüyorlar hep ileri,
Dillerinde ölümsüzlük türküsü öteden;
Açılıyor bir bir sır âlemin perdeleri,
Görüyorlar Cenneti bulundukları yerden.
Yürüyen yürüyor arkada koca dalgalar,
Şimdi tam visal kuşağında geçmiş-gelecek...
Bambaşka şeyler gösteriyor artık aynalar:
Bugün olmasa da bir gün mâzi dirilecek!
-
Cevap: Kırık mızrap 1 – 2
IŞIĞA GÖNÜL VERENLER
–“Mehlika Sultan” şâirine ithâf olunur–
Işığa gönül vermiş bu yiğitler,
Bir gece sonsuza yelken açtılar.
Işığa gönül vermiş bu yiğitler,
Geçerken her yere nûrlar saçtılar.
Rûhlarını sardığı günden beri,
Solmayan güzelliklerden akisler;
Her gece rüyâlarında bir peri,
Onlara öteden türküler söyler...
Yâr yâr deyip yandıkları her zaman,
Menendi olmayan bir eşsiz dilber,
İltifat eder diye bir gün cânan,
Gözetirler dört bir yanı beraber.
Aşk u şevkten kanatlarla günlerce,
Koştular hep ümitlerle dopdolu.
Ne visâl hülyâlarıyla her gece.!
Sevinseler de gözleri buğulu.
Dağlı, dereli bir uzun yolculuk,
Onlar harıl harıl; yollar öğünsün..
Allah kapısında ebedi kulluk;
Bilmeyen bahtsız âh edip dövünsün...
Dâvâmızın kara sevdâlıları,
Varacaklar dünyanın ötesine;
Bir “yâd-ı cemîl” olacak adları
Girecekler millî rûh bestesine...
Her biri bin gönülde yaşayacak,
Sîmâlarında ebediyet rengi..
Hâtıraları asla solmayacak,
Öte tarafdaki güllerin dengi...
Işığa gönül vermiş bu yiğitler,
Seyrettikçe çevreyi mest ü mahmûr,
Dirilip bir daha ölmek dilerler,
Ellerinde kevserler dolu fağfûr...
-
Cevap: Kırık mızrap 1 – 2
AKYOL
Gördüm nûrlu geleceği rüyâmda bir gece,
Işıklar yağıyordu her tarafa sessizce...
Âhenkle işleyen bir saat gibiydi işler;
Bir bir silinip gitmişti asırlık teşvişler...
İnsanlar birbirine yürekten bakıyordu;
Somaki musluklardan kevserler akıyordu.
Tertemiz çehreleriyle geçerken kudsîler,
Ümitlerimize birer fer salıp geçtiler.
Yeni bir dünya kuruyorlardı; harıl harıl...
Her taraf gökle yarışır gibi; pırıl pırıl!
Geçtikçe tekmil bu şimşek bakışlı yiğitler,
Anladık, muştusu verilen zamanmış meğer.
Civanlar gördüm yüzlerinde gariplik rengi,
Hükmettim ki bunlar, o ilk kudsîlerin dengi.
Dolaştım her tarafı usanmadan, bezmeden;
Ziyâ içenlere erdim bir ulu çeşmeden...
Şükranla gerilip gezenler vardı kolkola..
Sonra teker teker ulaştı herkes AKYOL’a...
-
Cevap: Kırık mızrap 1 – 2
ALTIN TENLER
Taptâze altın tenlere benzer bu yiğitler;
İnmekte çevrelerine ışıktan demetler...
Sonsuzdan gelen ilhamla doldukça dolmuşlar,
Hızır’la arkadaş olup sırlara dalmışlar...
Bir büyülü kevserle meğer hepsi de mest imiş,
Belli gözlerinden; her biri bir sırra ermiş.
Tûfanlar gibi heyecanları var hiç dinmez;
Polat gibi yürek taşırlar korkmaz ve sinmez...
Bilir cihân bunları, belli beldesi-köyü,
Çehrelerinde fethedici gizli bir büyü..!
İşte dehâlara denk bu parlak ferâsetler,
Horozu çoktan ötmüş bir kutlu şafak bekler...
-
Cevap: Kırık mızrap 1 – 2
DÂVÂ ADAMI
Kıvrım kıvrım Hakk’a uzanan ışıktan yolda,
Benlik adına her şeyini aşan kahraman...
Hilkata âit sırların anahtarı onda,
Büklüm büklüm bir yumak onun elinde zaman.
Durmuş gök yolculuğuna rampalar kuruyor,
Ermiş Hızır’la bir halvete önceden önce;
Gelip-geçene şafak mesajları sunuyor,
Bağrında tek ışığın çakmadığı bir gece...
Elinde meş’ale, saçıyor nûr üstüne nûr,
Kandiller sıra sıra geçtiği her bucakta;
Atlas ikliminde her dem üfül üfül huzûr,
Tütüyor amber kokusu, tüten her ocakta.
Yeşeriyor geçip gittiği yerler ardından,
Nâra atıyor ovalar, obalar, yamaçlar...
Rüzgâr bahar kokusuyla esiyor her yandan,
Artık doğruluyor devrilen bütün ağaçlar.
Sonsuzla iç içe onun düşünce dünyası,
Dilinde bir yanık türkü, gönlünde heyecân;
Gözlerinde rengârenk âhiret haritası,
Benliğinde nokta nokta ötelere iman...
-
Cevap: Kırık mızrap 1 – 2
İDEAL RÛHLAR
İnsan yüksek ideallerle yaşar;
Çocukluk ufkunda tatlı rüyâlar,
Gençlikte ağaran zengin hülyâlar,
Sonra da belirir sırlı verâlar..
İnsan yüksek ideâllerle yaşar!
Bahar çağlar gözlerinin içinde,
Düşüncede dirildiği demlerde..
Hep âhû peşinde, ıssız çöllerde,
Ölüp ölüp dirildiği günlerde,
Bahar çağlar gözlerinin içinde...
Ufku engin dertlilerle iç içe,
Gözleri hüzünlü, sînesi gamlı,
Havâriler gibi ahd ü peymânlı,
Nâm u nişan bilmez, va’de vefalı;
Ufku engin dertlilerle iç içe...
İnandıran eda var çehresinde,
Ayrı bir beyân, ayrı bir ifâde..
Öteyle sermest ve elinde bâde,
Hep gönüller arar temiz ve sâde,
İnandıran bir mânâ çehresinde.
Kafdağından ağır yükleri çekmek,
Acı olsa da mukaddes bir azap;
Lâubâlîlerce bunlar bir serâp..
İdeal rûhlar için şevk ü târâp,
Kafdağından ağır yükleri çekmek.
-
Cevap: Kırık mızrap 1 – 2
AKINCI TÜRKÜSÜ
Atlastan cepkenli yiğit akıncı!
Dönmedin geriye bunca yıl oldu.
Gözlerim yollarda rûhumda sancı,
Elimde güllerim buruşup soldu.
Gezdiğim yerlerde hep seni sordum;
Şimdi gelir diye hayaller kurdum.
Günler geçti ben hep yerimde durdum,
Bin hafakan sînem boşalıp doldu...
Ger dizgini artık, şahlansın atın!
Ger ki, vadedilen günler pek yakın!
Ufukta bahar var, unutma sakın!
Zulmet silindi her taraf nûr oldu.
-
Cevap: Kırık mızrap 1 – 2
DERTLİ SÎNELER
Sîneler dertli, rûhlar sıkılmışsa kederden,
Gözler buğulu, gamla inliyorsa geceler,
Bir de “diriliş”e emir gelmişse kaderden,
Her taraf canlanır, her şey “bahar”ı heceler.
Bak artık şahlanıyor bir bir dünkü garibân,
Yüreklerindeki kor ocaklardakine denk;
Ölesiye koşuyorlar bu yolda her zamân,
Koşacaklar hep ışığa ulaşıncaya dek...
Ufukta apaçık nûr, karanlıklarda hummâ,
Uçuşuyor yarasalar şaşkın ve elemli;
Gözsüzleri ürperten yepyeni bir muammâ,
Hicranlı rûhların şafağı olduğu belli.
Yılları gam üstüne gam geçenlere bayram!
Sarsılıyor eski meyhane tâ temelinden...
Geleceğe ta’zim gelenlere binler selâm!
Dönüyor şanlı akıncı artık seferinden...
-
Cevap: Kırık mızrap 1 – 2
MİLLET RÛHU
Bir yiğit vardı gömdüler şu karşı bayıra...
Arkadan kefenini, gömleğini soydular.
“Aman kalkar!” deyip üstüne taşlar koydular,
Bir yiğit vardı; gömdüler şu karşı bayıra.
Yiğidim, hele anlatıver olup biteni!
Sen dertli, vatan dertli, oturup ağlayalım...
Ağlayıp da sînelerimizi dağlayalım,
Yiğidim, hele anlatıver olup biteni.
Ses ver yiğidim, yoksa beni duymuyor musun!
Yıllar var ki hep hayalinle oynaşıyorum,
Kalkıp geleceğin ümidiyle yaşıyorum...
Ses ver yiğidim, yoksa beni duymuyor musun?!
Sırtımda ardan bir gömlek, yılların vebâli,
Ümitle ışıldayan gönlüm, seni bekliyor;
Kâh göklerde uçup, kâh yerlerde emekliyor.
Sırtımda ardan bir gömlek, yılların vebâli.
Her tarafta harâb eller, baykuşlara bayram,
Köprüler bir bir yıkılmış ve yollar yolcusuz,
Gelip uğrayanı kalmamış çeşmeler, susuz..
Her tarafta harâb eller, baykuşlara bayram.
İrâdelerde çatırtı, rûhlarda müthiş şok,
Târihi yağmaladı bir düzine tâlihsiz;
Değerler altüst oldu, mukaddesât sâhipsiz,
İrâdelerde çatırdı, rûhlarda müthiş şok.
Tıpkı rüyâlarda olduğu gibi diril, gel!
Beyaz atının üzerinde bir sabah erken;
Gözlerim kapalı rûhumda seni süzerken
Tıpkı rüyâlarda olduğu gibi diril, gel!
-
Cevap: Kırık mızrap 1 – 2
EBEDİYETE UYANANLAR
Yeni bir mevsim kızarıyor, günler şivekâr;
Rüyâlardaki o güneş çehreli nevhayâl,
Otağını kuracak bir âsûde yer arar..
İşveyle çağırıyor onu koylarda bahar,
Rûha hayat üfleyen tatlı mûsıkîsiyle,
İsrâfil’in sesi, seslerin en nefisiyle;
Ne hazan endişesi, ne de hüzünlü melâl...
Ümit iklimi her yanda sırça şadırvanlar,
Nûr akıyor musluklarından, içenler mahmûr..
Bu yerde bir bir ebediyete uyananlar,
Her lâhza ayrı bir vuslat hazzını duyanlar,
Artık sevdâya kanat açmışlardır şen-şakrak;
Ufuklarında ağaran pırıl pırıl şafak,
İçmekteler hayat suyu ellerinde fağfûr...
Bilmezler ne gurûb ânını, ne son baharı,
Kol gezer kehkeşanlar, gezdikleri her yerde..
Dört mevsim yaşarlar o güneş yüzlü çağları,
Cennetlerdekine denk tatlı hâtıraları;
Rûhları büyülenerek bir bilinmez hazla,
İki büklüm olup inlerken binbir niyazla;
Tüllenir solmayan güzellikler perde perde...
Ya o ömür boyu melalle yutkunan rûhlar,
Yıllarca yaşasalar da yine ömür kısa!
Stresler, hafakanlar ve bitmeyen “eyvâhlar,”
Yaşarken çeker, giderken inler ve ağlarlar..
Önlerinde dağ, dağın arkasında yine dağ,
Sel almış ovaları, her taraf bir viran bağ,
Gönüllerde ümitsizlik, dimağlarda tasa...
-
Cevap: Kırık mızrap 1 – 2
IŞIK ADAM
Belirdi bir kır atlı;
Başı gözü polatlı;
Gözler buğulu, nemli,
Üveyk gibi kanatlı...
Geliyor dolu dizgin,
Yüreği dertle ezgin..
Izdırap çekmiş belli,
Duyguları pek engin.
Ululardan bir ulu,
Heyecanla dopdolu;
Dokunsan ağlayacak,
Allah’ın sâdık kulu.
Bir gariplik sesinde,
Yalan yok çehresinde..
Bakanlar anlayacak,
Işık var çevresinde.
Sür atını durmadan,
Kalmadı bende derman;
Ey metâı nûr adam!
Yok fevt edecek zaman.
Sakın geç kalma zinhâr!
İçim hasretle yanar;
Kalmadı başka sevdam,
Ağar ufkumda ağar..!
Artık bende’nim bende’n,
Ayrılmam asla senden!
Tutkunum irfanına,
Vazgeçtim cân u tenden...
Sorma kim olduğumu!
Düşüp-doğrulduğumu;
Eriştim ummanına,
Duydum boğulduğumu..
-
Cevap: Kırık mızrap 1 – 2
BÜYÜK ÇİLEKEŞ
Kan-ter içinde yaşadın kan-terdi pazarın;
Yoktu hiç vefâdârın...
Sînelere çarpıp geçiyordu âh u zârın..
O ateşten efkârın...
Mağmalar gibiydin yalnız kaldığın günlerde..
Âlâmın perde perde..
Hasretle geçip gitti hicrân dolu her anın;
Gâyet netti kararın:
Nûrlar yağıp karanlıkları boğuncaya dek,
Bu kavga hep sürecek..!
Aşk rehberin olmuştu, mefkûren de dildârın;
İçtendi ah u zârın.
İnleyip dolaştın çöllerde.. çöldü her yöre:
Ova, oba, dağ, dere..
Bahar müjdelemiştin, tüllenmeden baharın,
Masmavi gülizarın.
Göçüp gittin bir gece tan yeri ağarırken..
Ak horozlar öterken...
Hep anıp durmuştun, erdin vuslatına Yâr'ın..
... Ve gönüller mezarın...
-
Cevap: Kırık mızrap 1 – 2
KUDSÎLER
Gölgesine pervaneler koşar kudsîlerin,
Sîneleri güneşin taç tabakasına denk..
İnim inim ve güvercin kalbi gibi ürkek,
Cennetler kadar şirin, sonsuzluk kadar derin;
Gölgesine pervaneler koşar kudsîlerin.
Bir ayna gibi parıldayan çehrelerinde,
Öteden esip gelen nûr hüzmeleri çağlar.
Bin râyihayla eser iklimlerinde rüzgâr;
Sonsuz sükûna erer insan çevrelerinde..
Bir ayna gibi parıldayan çehrelerinde.
Hayat üfler geçerler geçtikleri her yere,
Avuçları içinde toprak altın kesilir..
Şeker-şerbete döner dudaklarında zehir.
Bir bir kapıları aralanmış sînelere,
Hayat üfler geçerler geçtikleri her yere.
Sözleri Sonsuz'un çerağları gibi pâr pâr,
Ufuklarında bulut, bulutlar da yüklüdür..
Sînelerinde mağma, mağmalar köpüklüdür,
Söyler, söz cevherinden çeşmeler akıtırlar,
Sözleri Sonsuz’un çerağları gibi pâr pâr.
Büyülü soluklarından gebe kalan zaman,
Bir kutlu doğum sancısıyla hep kıvrım kıvrım..
Bu kutlu vilâdet benim beklenen baharım!
Işığını, rengini öbür âlemden alan..
O büyülü soluklarla gebe kalan zaman.
-
Cevap: Kırık mızrap 1 – 2
MAVİ RÜYÂ
Renk renktir gurûp olduğundan beri,
Gök Kuşağına inat bütün semâ.
Tül tül büyüsüyle karanlık amâ,(1)
Rüyâdaki Cennetlerin benzeri...
Varlık sessiz mesaj o Bilinmez’den,
Ötesi hep masal üstüne masal..
Sînede azap başkasıyla visâl,
Koş vuslatına koşacaksan, tezden!
İnsan sayılır mı gafletle yatan!
Burası, yolculara bir ilk durak..
Eşyâ O’nun mührü ağaç, taş, toprak,
O’nu tanımazsan kendinden utan!
Uğradığın gibi çık git buradan,
Bak seni bekliyor ötede gözler..
Ayın ondördü gibi gökçek yüzler,
Hele yolunu gözlerse Yaradan...
(1) Amâ: Varlığın eter ötesi safhası veya semâların bir bulutsu görünümünde olduğu ilk an... Tasavvufta vâhidiyyet tecellisi.
-
Cevap: Kırık mızrap 1 – 2
KARANLIK BOĞULURKEN
Şafak çoktan söktü, ufukta ışık cümbüşü,
Zulmetler hırıltıda, soluk soluğa nûrlar.
Çözülüyor bir bir ufkumdaki sis ve duman,
Her yanda zümrüt saçlarıyla bir yeni bahar...
Yollarda bir nesil var, sanki fetih ordusu,
İki büklüm olmuş rükûa varıyor surlar.
Tâlihime tebessüm ediyor arz u semâ,
Ve bir zafer tâkına doğru gidiyor yollar..
Namı-nişanıyla destanları aşan o gün,
Dostlar şahlanır, düşmanların yüreği hoplar.
-
Cevap: Kırık mızrap 1 – 2
CANLI İRADELER
Meltemler gibi üfül üfüldür bazen kader;
Zaman zaman da bir poyraz gibi zorlu eser...
Koca dağlar önünde toz-duman olur gider,
Ayakları baş, başları da yerle bir eder.
Zaman olur dertli sîneleri okşar geçer;
Bir bakarsın mutlu çehrelere gamlar serper...
Bir sırlı program ki, asla aklımız ermez,
Sırlara açık olanlarsa hiç dize gelmez.
İnan ve şaşkınlığa düşüp sakın yıkılma!
Güzellere göz kapayıp çirkine takılma..!
Dağların güneşe baktığı gibi O’na bak!
Hep nûrunu kolla, zulmeti bir yana bırak!
Ârifler gibi dön-dur hâdiseler içinde!
İyi yanlarını gör zevkin de, kederin de..!
Gamı-tasayı bırak, iraden canlı ise!
Ümit kaynağı ol, olabilirsen herkese!
Bir âsûde bucak arayan hep sana koşsun..
Girenler iklimine şevk u târâbla coşsun...
-
Cevap: Kırık mızrap 1 – 2
ŞEVK YOLU
Arkadaşlar, arkadaşlar,
Şevk mezhebi yoldur bize!
İmana doymuş yoldaşlar,
Dikenler hep güldür bize!
Şükür, gördük Hak yüzünü,
Bulduk özlerin özünü,
Minhâc ettik her sözünü,
Beyânı burhandır bize.
Kuvvet O’nun biz güçlüyüz;
O’nun nâmıyla ünlüyüz..
Zirveler aşar yürürüz;
Zorluklar âsândır bize.
Malımız yok pek ganîyiz;
O’nun elinde bir neyiz.
Tefekkürdür mesleğimiz;
Yaş-kuru irfandır bize.
Ova-oba, bütün çöller,
Her yanda zikreden diller,
Rengârenk açılmış güller,
Her biri beyandır bize!
Şevkle hizmet şiârımız,
O’nu düşünmek kârımız,
Evvel-âhir kararımız,
Kitabı imamdır bize!
O’nu bilip O’nu bulduk,
Hüzn ü yeisten kurtulduk;
Affıyla yıkandık yunduk,
Rahmeti ummandır bize.
-
Cevap: Kırık mızrap 1 – 2
BU YİĞİTLER
Gurûbu seyretmek de bir tulû kadar tatlı,
Mânâya açık gönüller her mevsim kanatlı..
Her gurûp, bir tulûa emâre bu âlemde,
Karanlığı takip eder ışıktan bir perde.
Her gece gökler o pırıl pırıl çehresiyle,
Hep bir türkü söyler o müthiş hendesesiyle.
Sessiz, durgun ve dupduru iklimiyle semâ,
Bize göz kırpar.. arkasında ayrı bir dünyâ...
Hazan kış güftesiyle gelir, bestesi bahar,
Karın-buzun bağrında mayalanır çemenzar!
Gurûpta sırlı renklerle tüllenir yamaçlar,
Öteden gölgeler gibi salınır ağaçlar..
Bir başka âlemden gelip sarkmış gibi dal dal,
Her bir dalda ebediyeti seyreder hayâl...
Bir gizli pancur açılmış gibi ötelerden,
İnsan sıyrılabildiği sürece kendinden;
Uhrevî besteler duyar gönlünün sesinden;
Cennet nağmeleri dinler kendi nefesinden.
Coşar ve şahlanır her rûh vuslat hayaliyle,
Yârin ışıklarla süzülen yâl ü bâliyle...
Rûh bu rüyâ âleminden uyanmak istemez;
Bu âleme eren de asla geriye dönmez!
Gözleri süzgün, O’nu görür, O’nu sezerler,
Ellerinde aşk kâsesi hep mahmur gezerler.
Sonsuzluk şarabıyla sermest ebedî rindler,
Her zaman ışık türküsü söyler bu yiğitler...
-
Cevap: Kırık mızrap 1 – 2
HAZ ZEMZEMESİ
İmanla bakınca başka görünür ufuklar,
Yollara ışık yağar yolculuk bir zevk olur;
Üst üste birbirini takip eder şafaklar
İnsan kendini bir haz zemzemesinde bulur.
Yaşar en acı firkatte vuslat hülyâları,
Bu sihirli düşten asla uyanmak istemez.
Yâr ile hemdem olmaktır bütün rüyâları,
“Cennete gir” denilse, ihtimal ki dilemez.!
-
Cevap: Kırık mızrap 1 – 2
SOLUKLAR
O’NUN YOLUNDA
Bulanlar Hakk’ı buldu, buldular can içinde.
Kalanlar yolda kaldı, kaldılar zan içinde.
Arayan bulur mutlak, miskine bulmak ırak,
Kuluna O son durak, gönülden han içinde...
O’nu dost bilmeyen rûh, yokluğa ermeyen rûh,
Uğrunda ölmeyen rûh, kaldı hüsran içinde.
Haydin dostlar varalım, Yâr eline erelim!
Gül cemâlin görelim, nûrlu bir an içinde.
Dünya gaddar ve yaman, etraf sisli ve duman,
Böylece kalmak ziyan, en az zaman içinde.
Bizler yolcu O gâye, O’na ermek ne pâye!
İman buna sermâye, tam bir “emân” içinde...
-
Cevap: Kırık mızrap 1 – 2
IZDIRAP
Izdırap, gece yarısında vuran gong gibi,
Tın tın öter yüreğimi hoplatır âniden.
Eski hülyâlarım ki, yok hiçbirinin dibi,
Bağı kopmuş inciler gibi dökülür birden...
Izdırap, yalnız kaldığım anlardaki dostum,
Rûhumu saran hafakan, kafamda yanan kor.
İnleyeyim derim; inleyemez yutkunurum;
Yanıp da dışa sızdırmamak doğrusu çok zor...
Izdırap, hep gecede kendini hissettirir;
Söyler ayrı bir telden söylediği her şeyi...
Her ızdırap bir kısım ilhamlar da getirir,
Hatırlatır bizlere insanlığı, sevgiyi.
Her gece bir sürü ilham, bir sürü de azap,
Ve, düşünce kuşağında bir doğum sancısı..
Azapsız dimağların görecekleri serap,
Ve sancı değil, sancı çekmemek en acısı...
Ey ızdırap; anladım ki her şey senin ile!
Sen Hakk’a giden yollarda vuslata vesile...
.............................. .............................. .....
.............................. .............................. .....
-
Cevap: Kırık mızrap 1 – 2
ÖBÜR ÂLEM
Gelenler bu dünyaya gidiyor birer birer;
Her gün rûhlara çarpan kederli birkaç haber...
Öteye inanmayan sînelerde burkuntu;
Onlar için çılgınlık saklanacak tek kuytu.
Perişan dünyalarında her şey mâlihulyâ;
Rûhlarında “ebediyet” bir karanlık rüyâ..
Enselerinde hep sopsoğuk yokluğun eli,
Hayat-ölüm iç içe çehrelerinden belli...
Bilginler, “Gitmek tabiîdir!” tesellisinde,
Lâkayt olanlar, nefsin karanlık kafesinde:
Bir şey duymamak için “çakırkeyf” olmak gerek;
Zavallı! Bu hezeyanla eriyip gidecek...
Zaman bir sel gibi akıyor ve durmuyor çark,
Ne zaman sürpriz yapar belli değil son durak..!
İlmin o iddialı huzur tesellileri,
Avutamaz tımarhanedeki delileri...
Bize göre birdir ilk varoluş, son diriliş;
Bu kutlu yolculukta gâye, Sonsuz’a eriş.
Her şey bir başka, inancın pembe dünyasında,
Beklenen mutluluk bu dünyanın arkasında...
-
Cevap: Kırık mızrap 1 – 2
UHREVÎ ESİNTİLER
Hissediyorum yavaş yavaş ihtiyarlığı,
Çatladı artık hayat rüyâsının billûru;
Kirpiklerimin ucunda ötelerin nûru;
Bir başka aydınlık görüyorum yaşlılığı...
Gençlik tutkularından uzak, hep ötelerde,
Tülleniyor gözlerimde Sonsuz’un serhaddi;
Zaten bir zaman rûhumu saran hayalimdi,
Şimdi gönlümde ağaran şeyler perde perde...
Artık ne şafak arzusu, ne akşam tasası;
Yok düşüncemde hiçbirinin o eski yeri;
Aynı şey bence dünyanın lezzeti-kederi,
Meltemi-sabâsı, kasırgası-fırtınası.
Ne eski köşkler, ne de şimdiki gökdelenler,
Ne kırların lâlesi, zambağı, papatyası;
Ne yokluğun acısı, ne varlığın safâsı;
Ne de İrem Bağları gibi o mâmûreler..
Hiçbiri bana bir şey anlatmıyor kendince.
Felek devirdi hepsinin kâsesini bir bir..
Şimdi artık dalga dalga derûnumda tekbir:
“Allah bes bâki heves!” işte hayat bu, bence.
Geceler gündüzlerle içiçe ve aydınlık,
Yıllarca kaderden beklediğim buymuş meğer;
Uğrunda bin ömür fedâ edilmeye değer,
Bir dünya ki, yok hiçbir köşesinde karanlık...
Elvedâ gece gazelhanlığına, elvedâ..!
Ve yarasalar yarasalarla kalsın artık.
Işık dalgaları içinde yüzerken varlık,
Karanlığa türkü söylemek bir kuru sevdâ...
-
Cevap: Kırık mızrap 1 – 2
RÛHUN RÂBITALARI
Taptaze bir bahar tütüyor az ötelerde,
Şimdiden duyguları tentene gibi sarmış.
Güneşi hiç batmayan o sırlı tepelerde,
Meğer bir başka gündüzün şafağı ağarmış!
Ürperten manzarasıyla hassas sînelerde,
Birer doldurulmaz derinlik oyan geceler;
Aydınlığa açık gönüllerde, perde perde,
Gündüz gibi ağarır, hep Cenneti heceler...
Akşam olunca tüllenmeye başlar emeller,
Arzular tatlı rüyâlara dönüşür çağlar.
Rûh bu hülyâ içinde düşer, kalkar ve bekler;
Hep Sonsuz için inler, hep Sonsuz’a dil bağlar.
Ufuklar kararsa da onun ziyâsı sönmez.
Bir renk ve ışık dünyasına doğru şahlanır..
Erilmezlere yelken açar, geriye dönmez;
Hep rûhlarla uçuşur, ışıkla kanatlanır...
Burada, yer göğe, dünya ukbâya dönüşür;
Ve bu hisle varlık bitevî baygın görünür.
Rüzgâr kahkahalarla eser, renkler gülüşür,
Bu duyguyla insan ebedîliğe bürünür...
Artık ne hicranlı akşam, ne ağlayan hazan..
Rûhun râbıtalarıyla her yan masmavidir.
Her seste bir ölümsüzlük nağmesi nümâyân..
Bu iklimde her fâni âdeta semâvîdir...
Aşk ve vuslat ihtiyacıyla var olan insan,
Ömür boyu hep bu hislerle yoğrulur durur.
Gönlünde buğu buğu billûrlaşan mânâdan,
Öteleri duyar ki, bence murat da budur.
-
Cevap: Kırık mızrap 1 – 2
YAKÎN GELİNCEYE DEK
Rûha açılan kapı,
Ötede sırlı yapı;
Çileli yolun sonu,
Yolların en uzunu..
Her yanda mavilikler,
Her köşede şenlikler,
Üstüste göğe doğru,
Yolda ışık ve buğu.
Şimşekler oynar yer yer,
Rüzgâr öfkeyle eser.
Nûrlar yağar ardından,
Nûrlandırır Yaradan.
Bulutlanır semâlar,
Zikzaklaşır düz yollar.
Kararında kalmaz hiç,
Ne keder ne de sevinç:
Elemler, zevklere denk,
Yakîn gelinceye dek.
Bedenin yüzü yerde,
Rûhun ki tâ göklerde..
O büyük gün ilerde,
Doğmakta perde perde...
-
Cevap: Kırık mızrap 1 – 2
İNANCIN ATLAS İKLİMİ
İnançsızlık yolunda bir gece garipliği,
Sarar bütün ufukları zulmet perde perde,
Bir zifirî karanlık ki rûh müptezelliği,
Kesmiştir yolu kara delikler az ilerde..
İmana hasret gidilen her yerde.
Hülyâ, âdeta karanlıkta dönen bir dolap,
Ne gelenden bir haber ne gidenden bir iz var...
Yeis bir derince kuyu ve ötesi serap,
Sam gibi eser o iklimde esince rüzgâr..
Bütün varlık kaos, eşya sitemkâr...
* *
İnananların ufku gökyüzü gibi parlak,
Hep bir sırlı derinleşmekte “ân”lar, saatler..
Yeryüzü güzellikler meşheri yaprak yaprak;
O iklimde her yol Cennete doğru ilerler.
Yollarda şahlanmış, gökçek yüzlüler...
Tül tül bulutlar altında bitmeyen bir bahar,
Salar kendini rûh uyanılmaz bir uykuya;
Gönül yaydan boşalan ok, şikârını arar;
Gittikçe tüllenir karşı ufukta bir ziyâ..
Daha ileride sırdan bir deryâ...
Sonsuza yelken açılır bu derin hülyâda,
Ne düşler yeşerir bin bir hâtıra zevkiyle;
Sonra vuslata ererler bu tatlı rüyâda,
Sînelerinde duyulan sonsuzluk şevkiyle..
Gâye O, diğer her şey bir vesile...
-
Cevap: Kırık mızrap 1 – 2
HÜLYÂLARDAKİ GERÇEK
Oturdum hayalimle o eski bahçelerde,
Bir devri şen-şakrak yaşadığımız yerlerde..
Ne tatlı rüyâlara açıldım perde perde,
Saadetlerle coştuğum kutlu tepelerde..
Hayalimle oturdum o eski bahçelerde...
Derken gözümde bütün eşyâ bir bir silindi,
Bin hâtıra zevkiyle gökten baharlar indi.
Cennet yamaçları gibi renkli ve derindi;
Sanki şafağın ağaran dağları gerindi,
Derken gözümde bütün eşyâ bir bir silindi..
Yollar parıldıyordu az ötede gümüşten,
Yolda ışık vardı geçmişteki tatlı düşten..
Düşler, mesajlar sunuyordu öze dönüşten;
Tam sînelerdeki med vakti bu köpürüşten,
Bir yol parıldıyordu az ötede gümüşten.
Saldım kendimi bir âleme ki, yok serhaddi,
Silinip gitti hayalimden ne varsa maddî..
Hummâlı gözlerimde yaz rüyâları şimdi,
Çocukluğumdan beri kurduğum emelimdi.
Saldım kendimi bir âleme ki, yok serhaddi...
-
Cevap: Kırık mızrap 1 – 2
GÜNEŞ DOĞACAK
Ey mâyesi nûrla yoğrulmuş millet!
Hele dişini sık az daha sabret!
Aman, sönmesin sînendeki himmet!
Son durağın “devlet-i ebed müddet”...
Hiç durma yürü ki, yollarda gözler!
Durmuş şehit baban yolunu gözler
Geril, koş! Seni bekliyor pürüzler
Yürü ki sevinsin kederli yüzler..!
Belli, dâvâ büyük yollar da uzun;
Ne gam! Yolcusu olmuşsun Sonsuz’un.
Kutlu Rehber bu yolda kılavuzun..
Lafı mı olur artık, karın-buzun..!
Nasıl olsa bir gün güneş doğacak;
Çevreye yeniden nûrlar yağacak;
Dağ-dere, ova-oba bucak bucak,
Işık gelip karanlığı boğacak...
-
Cevap: Kırık mızrap 1 – 2
O’NUN DÜNYASINDA
EZELÎ NÛR
Nûrdan çehrendeki bu nikâp da ne?
Güneşlere taç giydiren ışıkken,
Hep hicranla bunca yıl bunca sene
Geçmiş gidiyor.. baharlar beklerken...
Doğ rûhlara arştan gelen burhanla!
İnlet dört bir yanı altın sadânla!
Hayat üfle sihirli râyihanla!
Hak adına üfül üfül eserken.
Konuş ki hatipler haddini bilsin!
İlâhi nefhanla rûhlar dirilsin..
Erilecek zirvelere erilsin
Başlamış gökler de bunu dilerken..
Ey mukaddes Kitap, ey ezelî nûr,
Ey iklimi ziyâ, etrafı huzûr;
Son demde bir kere daha ne olur,
Ağar, ışık karanlığı boğarken.!
Bahar olmasa da sonbahar olsun,
Cihanlar tekmil âvâzınla dolsun;
Yeniden nâmın her yanda duyulsun!
Şu fâni ömürlerimiz biterken...
-
Cevap: Kırık mızrap 1 – 2
GÖNÜLLER TAHTIN
Rahmet olarak doğdun zahmetlerle büyüdün,
İnâyet oldun bize, inâyettin Ezelden..
Bir uğraktı bu dünya, gelip O’na yürüdün,
Işık verdin âleme, ışık aldılar Senden.
Karanlıktı cihanlar vilâdetinden evvel,
Çehrenden akan nûrdan aydınlandı dört bucak..
Rûhlara saldığın irfan dünyalara bedel,
Uyandık sayende, insanlık da uyanacak!.
Bir kurtuluş sabahında kurtuldu insanlık tekmil,
Takılıp yolda kalanlara yazıklar oldu..
Bir hamlede ettin zulmeti ışığa tebdil,
Silindi kasvetler her taraf nûrlarla doldu.
Otağın bütün cihan gönüllerimiz tahtın,
Bir sultanlık kurdun ki Süleyman’dan ileri;
Gıptalarla anılır gökte zümrütten bahtın,
Tebessümler yağıyor doğduğun günden beri.
Sayende cennete dönen bu düşkünler bağı,
Şimdi dağınık zülüflerin gibi târumâr;
Toprak nemrut bitiriyor, çağ firavun çağı,
Küfür ve ilhatla esiyor esince rüzgâr.
Teşrifinle şevke gelmişti bütün felekler,
Bugün simsiyah çehresiyle her zaman zâr zâr..
Yollar garip, yolcular düşüp kalkar, emekler,
Dudaklarının suyuna susamış yaz, bahar...
Bak kıyamet ışığı var aynalarda bugün;
İblis keyfinde; cehenneme körük çekiyor
Bu üstüste kasvetten göz nemli, gönül üzgün..
Kalk bunlara bir “dur” de, de ki zaman geçiyor.
Tanyeri ağaralı bir hayli zaman oldu,
Yolunu bekleyenlerin canları dudakta;
Bilmem yolda mısın, ışığın rûhlara doldu!
Ümitle çarpıyor sîneler, gözler ufukta...
-
Cevap: Kırık mızrap 1 – 2
BENİ YALNIZ BIRAKMA
Gönlüm gözüm Senin ile açılır,
Geçilmezler Senin ile geçilir,
Adın anılınca nûrlar saçılır;
Doğ rûhuma beni hasretle yakma!
Hak aşkına kulun yalnız bırakma!
Ben bir kapıkulu, Sen de Sultansın,
Yolda kalmışlara Hak’tan emansın,
Ben bir ceset isem, Sen onda cansın;
Doğ rûhuma beni hasretle yakma!
Dost aşkına kulun yalnız bırakma!
Âşıklar ararlar Seni her yerde,
Dudağın şerbeti dermandır derde..
Ben bir dertli isem dermanım nerde?
Doğ rûhuma beni hasretle yakma!
Hak aşkına kulun yalnız bırakma!
Bir yüzü karayım pek çok vebâlim,
Düşe-kalka, kalmadı hiç mecâlim..
Bilmem ki ötede ne olur hâlim..?
Doğ rûhuma beni hasretle yakma!
Hak aşkına kulun yalnız bırakma!
Bir zaman mevsimler bütün bahardı,
Korkarım o günler bir bir karardı..
Merhamet! Yollarım bir sarpa sardı..
Doğ rûhuma beni hasretle yakma!
Dost aşkına kulun yalnız bırakma!
-
Cevap: Kırık mızrap 1 – 2
GÖNLÜMÜN GÜLÜ
Seni seven her rûh uludur Yâ Resûlallâh!
Gözü-gönlü her an doludur Yâ Resûlallâh!
Cemâlin pertevinden zerre şevk alan billâh,
Kapının ayrılmaz kuludur Yâ Resûlallâh!
Bekler mi başka iltifat bezmine erenler,
Semtinde gözler buğuludur Yâ Resûlallâh!
Çevrende uçup şem’ine pervâne dönenler,
Rûhların onlar bir koludur Yâ Resûlallâh!
Uçuşur ikliminde altın kanatlı kuşlar,
İklimin kuşların yoludur Yâ Resûlallâh!
Huzûrunda senin her zaman buruktur başlar,
Rûhları sana kuruludur Yâ Resûlallâh!
Seni görmek mü’minlerin büyülü rüyâsı,
Gören gönül hep huzurludur Yâ Resûlallâh!
Dîdârın bu garip kıtmirin tatlı hülyâsı,
O hülyâ gönlümün gülüdür Yâ Resûlallâh!