-
Tarihi Arka Zemin
TARİHÎ ARKA ZEMİN
Şahısların yetişmesinde içinde neşet ettikleri ortam önemli olduğu gibi, özellikle geçiş dönemlerinde gelmiş ve tarihte iz bırakmış kişileri tanımada bu ortam, tarihî temelleri ve içinde bulunduğu mevcut durumu ile daha bir önem kazanır. Denebilir ki, orantılı biçimde şahsiyetinin üçte birini geçmişin, üçte birini halin, üçte birini ise geleceğin oluşturduğu ve hakkında yapılan bazı çalışmalarda düşünce yapısıyla neşet ettiği ortam arasındaki münasebete özellikle dikkat çekilen (Yavuz, 1999) Fethullah Gülen’i tanımada tarihî arka zemin oldukça önemli olsa gerektir. Bu bakımdan, bu konu üzerinde yeterince durmanın gerekliliğine inanıyoruz.
Fethullah Gülen, bütün paradoksal düşünce ve duyguların kaynağı olacak şekilde, bir yanda, İsmail Cem’in tabiriyle, modernizm öncesi “İleri Osmanlı Toplumu”nun esintilerinin ahlâk, maneviyat, aile düzeni ve âdâb-ı muaşeret (davranış normları) sahasında ciddi biçimde hissedildiği, diğer yanda, bir zamanlar üç kıtaya hükmeden bir devletin, bir modernleşme süreciyle birlikte enkaz halinde devrilişinin ve ardından, Osmanlı modernleşmesine paralel seyreden Cumhuriyet modernizminin temizleyemediği, hattâ bazı noktalarda ağırlaştırdığı bu enkazın acılarının yaşandığı bir dekorda neşet etti. Fethullah Gülen’in makalelerine baktığımızda, bu makalelerin pek çoğunda tarih kaynaklı bir hicran, hâl kaynaklı aktivite aşk, ızdırap ve coşkusu, bir de gelecek kaynaklı şevk ve ümit, en önemli unsurlar olarak hemen göze çarpar. Bu hususiyet, onun özellikle tarihe ve hale bakışı, bazılarında kasden veya bilmeyerek yanlış anlama ve değerlendirmelere yol açabilmektedir. Bir taraf onu, dirilmesi, her şeyden önce sosyolojik açıdan mümkün olmayan bir tarihi diriltmek, hattâ tarihe dönmeyi istemekle suçlarken, bir taraf da, onda bir ‘şanlı tarih’ avuntusu olduğu ve onun, tarihi bir sığınma koyu olarak gördüğü sonucuna varabilmektedir. Bu bakımdan, gerek onu tarihî cephesiyle değerlendirebilmek, gerek şekillen*mesinde zamanın akışının tesiri olan düşüncelerini kavrayabilmek, gerekse bir açıdan onun nazarıyla tarihe bakabilmek için, modernizm öncesi Müslüman-Türk toplumu ve onu takip eden Osmanlı ve Cumhuriyet modernizmi üzerinde genişçe durmak gerekmektedir.
MODERNİZM ÖNCESİ MÜSLÜMAN-TÜRK TOPLUMU
Tarihimiz, maalesef çoğu aydınlarımızca yanlış tanındığı gibi, yanlış da tanıtılmaktadır. İsmail Cem, bu konuda şöyle der:
Osmanlı İmparatorluğu, halâ kılıcının gücünden ötürü yükselmiş, padişahların kötülüğü, kadınlara düşkünlüğü yüzünden de gerilemiş olarak tanıtılmaktadır. Gerileyen toplumu yabancıların insafına terkeden Tanzimat ve Islahat fermanları gibi davranışlar ise çoklukla göklere çıkarılmaktadır. Tarihin yanlış ve belki de maksatlı sunuluşu birkaç nedene bağlanabilir: Cumhuriyet’in ilk döneminde geriye dönüş eğilimlerini kırmak için alınmış tedbirleri yanlış yorumlayan kimi işgüzarlar, bütün bir Osmanlı tarihini kötü göstermek çabasına düşmüştür… 1940 yıllarının faşist eğilimleri de bir çeşit dehşet havası yaratarak, tarihçiyi ve hür düşünceyi baskı altında tutmuştur. (s: 50)
Şimdi, bütünüyle lâik, Kemalist, hattâ bir kısmı itibariyle sol zihniyetli tarihçi ve araştırmacıların gözüyle, İsmail Cem’in “İleri Osmanlı Toplumu” dediği, orta ve yeni çağlardaki Müslüman-Türk toplumuna değişik açılardan bakmaya çalışacağız.
-
Cevap: Tarihî arka zemin
ANA ÖZELLİKLERİYLE EKONOMİK SİSTEM
İleri dönemlerinde Selçuklu ve Osmanlı ekonomi sistemi, Türkiye’de bilhassa devletçi ekonomi, kamu teşebbüsü ve kamu mülkiyetinden yana olan solcu aydınlar tarafından takdir edilmiştir. Gerçi bu ekonomi, özellikle günümüz liberalizmi ve Rönesans sonrasında ferdiyetçilik ve ferdî teşebbüsle kapitalizme açılan Batı ekonomi düşüncesi açısından tenkit görecek de olsa, Selçuklu ve Osmanlı hayat felsefesi, ekonomiyi ve ekonomik teşebbüsü gaye edinmekten uzak olup, dünya hayatını Âhiret’e göre tanzim ve ekonomik faaliyeti Allah’ın rızasını kazanmanın basamaklarından biri olarak kabûl etme, ferdin mutluluğunu toplum içinde arama esasına dayanıyordu. Dolayısıyla aşağıdaki satırlar, bu açıdan ele alınmalıdır.
Osmanlı devleti ve toplumu, her şeyden önce Müslümandır (E. Perroy) ve kendini, kuruluşundan çöküşüne kadar, İslâm imanının savunmasına ve yükselmesine adamıştır (B. Lewis). Sistem, ferdin cimri, muhteris ve aşırı kazanca eğilimli olmasına manidir. Mal, ömrün huzur ve asayişi içindir; ömür insana mal biriktirmek için verilmemiştir. Ahi lonca örgütlerinin de prensipleri arasında şunu görürüz: “Hırs kapısın bağlaya, kanaat ve rıza kapısın aça; tokluk ve lezzet kapısın bağlaya, riyazet kapısın aça.” Bu sistemde müsaade edilen yegane rekabet şekli, ahlâkî rekabettir. 1845’te çiftçiler arasında yapılan bir anketi değerlendiren batılı M. A. Ubicini, Türk köylüsü hakkında şu hükmü verir: “Türkiye’de çiftçi fakir de olsa zengindir; çünkü yaşamak için en gerekli şeylere ziyadesiyle maliktir. Sonra, aza kanaat etmesini de bilir. Kendisine verilenden fazlasını istemedikten ve yabancıya karşı kapısını daima açık tutabildikten sonra zengin veya fakir olmuş ne çıkar?”
Bu sistemde, insan ve dost kavramı çok önemlidir. Mevlâna, “İnsan şeklinde dostun yoksa, bari taştan yont da sahip ol!” der.
Osmanlı ekonomi sisteminin temelinde, ferdin toplum içinde ve toplumla birlikte mutluluğu düşüncesi yatar; yani bu sistemde ferdiyetçiliğe yer yoktur. Ferdin menfaatiyle toplumun menfaati birbiriyle çakışmaktadır. Bu sistemde hırsa da yer yoktur. Birinin kazanma hırsı arttıkça öteki yoksullaşacaktır. Zenginleşerek tek başına güvenliğe erişmek eğilimi sistemin mantığına terstir. Ferdin güvenliği cemaat içinde sağlanır.
Ekonomik sistemin işlemesi ve devamı için devlet belli görevlerle yükümlüdür: Cemaatin güvenliğini, eşitliği ve adaleti sağlamak maksadıyla ferdiyetçiliğin başıboş davranışlarını sınırlamak; toprak mülkiyetini belli ölçüde elinde tutarak üretim düzenini korumak ve derebeylerin filizlenmesini önlemek; imalâtı ve zenaati denetlemek, esnafı örgütlemek; iç ve dış ticareti düzenlemek; büyük şehirlerin iaşesini emniyete alarak, kıtlığa ve karaborsaya imkân tanımamak; narh sistemleri, ortak ambarlar ve piyasa denetlemeleriyle halkın aldatılmasını engellemek; güçlü bir vakıf sistemi kurarak kamu hizmetlerini, sosyal yardım ve dayanışmayı sağlamak.
Devlet, ancak kurduğu ekonomik düzenin nitelikleri sayesinde görevlerini yapabilmekte; ekonomik düzen ise devlet görevlerini yerine getirdiği sürece ayakta kalabilmektedir. Dolayısıyla, devletle ekonomik sistem arasında karşılıklı bir sebep-sonuç ilişkisi vardır. Güçlü devletin hedeflerine ulaşabilmesi için hem ekonomik düzenin İslâmî ilkelerden eşitlik ve adalete uyması, hem de toplumun ekonomik ihtiyaçlarının yüksek düzeyde karşılanması gerekmektedir. Cemaatin güvenliğini, eşitliği ve adaleti sağlamak amacıyla ferdiyetçiliğin başıboş davranışlarını sınırlamak; toprak mülkiyetini elinde tutarak üretim düzenini korumak ve derebeylerinin filizlenmesini önlemek; imalâtı ve zanaatı denetlemek; esnafı örgütlemek; iç ve dış ticareti düzenlemek, büyük şehirlerin iaşesini emniyete alarak kıtlığa ve karaborsaya imkân tanımamak; narh sistemleri, ortak ambarlar ve piyasa denetlenmeleriyle halkın aldatılmasını engellemek; güçlü bir vakıf sistemi kurarak kamu hizmetlerini, sosyal yardım ve dayanışmayı bir ölçüde sağlamak, vb. Prof. Ö. L. Barkan’ın özetleyişiyle, “iktisadî kuvvetlerin devletin kontrolden âciz kalacağı bir şiddetle boşanarak mevcut cemiyet nizamını tahrip etmesi tehlikesinden” toplumu ve ferdi korumak, devletin başlıca ekonomik görevleri arasında sayılabilir (Cem, 71, 75, 114–16, 121–23).
-
Cevap: Tarihî arka zemin
Tarım, ticaret, sanayi ve refah
Bize unutturmak için çaba harcanan tarihimize bakalım. Çok gerilere gidecek değiliz: 1071 Malazgirt zaferinden sonra, Oğuz boyundan Türklerin büyük yığınlar halinde Anadolu’ya akmasıyla, önce Selçuklular, sonra Osmanlılar olmak üzere, Anadolu’da Türk devletleri kuruldu. Gerek Selçuklu, gerek Osmanlı Devleti, çağına göre ileri bir toplum düzeyine dayanmaktaydı. O tarihlerde biz Batı’ya değil, Batı bize el açmaktaydı. Fransa Kralı François I, Osman Devletinden 2 milyon düka altın borç ile cephane, at ve savaş gemisi istemekteydi. Akdeniz adaları ve İtalya, açlıktan ölmemek için Türk buğdayına muhtaçtı. Kraliçe Elizabeth, Türklerin yün boyama tekniğini çalmak ve İngiltere’ye Türk işçileri kaçırmak amacıyla İstanbul’a ajanlar gönderiyordu. İngiltere kralı Henry VIII, Kanunî Süleyman zamanında, Türk Hukuk Sistemi’ni incelemek üzere İstanbul’a heyet yolluyordu.
Doğu Avrupa’nın hattâ Almanya’nın iyice serfleştirilmiş köylü halk kitleleri, Osmanlı’yı bir kurtarıcı olarak bekliyordu. Yavuz Sultan Selim, Süveyş Kanalı’nı açarak denizden Hindistan’ın fethini planlıyordu. Başka bir Sultan, filo ve top yollayarak, bir Endonezya prensine askerî yardım yapıyordu (Avcıoğlu 1977:11-12).
Köyler, çok büyük ve birbirine yakındı. Suları zapt u rapta almışlar, küçük ve kesif ziraat yapıyorlardı. Toprağı iyi işliyorlar ve muhtelif iklimlere mahsus çeşitli mahsullerin hepsini alabiliyorlardı. Evliya Çelebi, Anadolu’nun her tarafında 500 haneli, bağlı bahçeli köylerden bahseder. Köyler, camili, medreseli ve hamamlı idi. Hemen hepsi, küçük ölçüde birer site idiler. Her sitenin bir kervansarayı, bir arastası vardı. Bu arastalar, kervan teçhiz yeri idi. Sipahi pazarlarında biniciliğe müteallik malzeme satılırdı. Büyük kervan yollarının dışında ve uzağında kalan köyler, kasabalar bu yollara amut birer akın halinde durmadan meyve, sebze, hububat ve mamûl eşya taşırlardı. Kendilerine lâzım olandan çok fazla istihsalleri vardı. Zengin, mamur ve fazlasıyla müstahsil büyük Türk köyleri, Ege sahillerine kadar bu yollar (İpek Yolu) üzerinde kurulmuştu (Tankut, 1939:12-13, 18).
Daha Selçuklular zamanından başlayarak hanlar ve kervansaraylarla dona*tılmış geniş bir yol şebekesi, yaygın bir posta ve güvenlik sistemi Anadolu’yu kaplamaktaydı. Bu coğrafî durum ve geniş ticarî yatırımlar, Anadolu’yu “bir nakliyeci ve tüccar memleket” haline getirmişti (Tankut, 1939: 9).
Nakliyatçılık ve kervancılık, özellikle Doğu ve Orta Anadolu’da büyük yığınlar halinde yaşamakta olan göçebe unsurlara belli başlı geçim imkânlarından birini sağlamış ve bu sayede geniş ölçüde yük hayvanı yetiştirmeyi de teşvik etmişti (Avcıoğlu, 1977:19).
Anadolu’daki kervansaraylarda yolcular hayvanları ile birlikte 3 gün parasız olarak kalabiliyor ve yemek yiyebiliyorlardı. Her 18 milde (33 km) ticaret yolları üzerinde ya bir han ya da bir kervansaray yapılmıştı. Böylece, yolcuların yolculuk ettikleri her günün akşamı geceleyip, ihtiyaçlarını giderebilecekleri bir yer sağlanmış oluyordu (Tamara Talbot Rice, The Seljuks in Asia Minor, s:101, nakl. Yetkin, 1980:47).
Bu devrin en mühim ticaret merkezleri olan Konya, Aksaray, Kayseri, Sivas, Erzurum, Diyarbekir, Harput, Malatya, Kırşehir ve Ankara şehirleri, Batı ve Doğu tüccarlarının uğrak yerleriydi ve Bizans ile Doğu, Mısır ile kuzey arasındaki ticaret münasebetlerini temin eden yollar da buralardan geçiyordu (Akdağ I:435). 14’üncü asırda Ege ile birlikte bütün Yakın Doğu ve Akdeniz’in dünya ticareti bakımından en hakim elemanı Türklerdi (Akdağ I:462). Maden ve madenî eşya ihracatı yapılıyordu. Deri sanayi, Batı’dakinden çok önde idi. Konya’dan başlamak üzere bütün Batı Anadolu’da muazzam bir dokuma sanayii gelişiyordu (Akdağ I:467).
Demek ki, daha Selçuklular zamanından başlayarak, Anadolu Türk toplumu, coğrafî mevkii gereğince, milletlerarası ticarete bağlı olarak, a) zanaatın tarımdan ayrılması ve b) şehirlerarası ticaret aracılığıyla zanaat ve ticaretin birbirinden kopması gibi, ortaçağ düzeninden modern çağa geçişte önemli rol oynayan iki evrimi gerçekleştirme yolunda büyük mesafe almıştı. Ticaretin büyük önemini kavrayan Türk devletleri, çağına göre mükemmel bir ticaret örgütü kurmuşlardı. Derbent örgütü, yol ve köprülerin iyi halde bulundurulması kadar, tüccarın can ve mal güvenliğini de sağlamaktaydı. “Derbentçiler, bulundukları yerlerde hiç kimsenin canına ve malına zarar gelmeyeceğini, aksi halde zararı tazmin edeceklerini” taahhüt eyliyorlardı (Cengiz Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğu’nda Derbent Teşkilâtı, s:12, nakl. Avcıoğlu, 19). Her 30-40 kilometrede bir kervansaray, ayrıca hanlar vardı. Vergiden muaf tutulan bir çok köy, derbentçilik yapmaktaydı. Bunlar, büyük ve zengin köylerdi. Meselâ, Konya’nın Karapınar adlı derbent köyünde, cami, imaret, han, hamam ile 2 değirmen ile 39 tane dükkan vardı. Eskişehir’de Kızıl Kilise âdeta bir kasaba gibi idi (Orhonlu, nakl. Avcıoğlu, 19-20).
İslâm ve Kapitalizm’in yazarı Maxime Rodinson’a göre, Müslüman âlemi içindeki ticarî ilişkilerin yoğunluğu, “o zamana kadar görülmemiş boyutlarda bir cins dünya pazarı” teşkil etmişti. Mübadelelerin gelişmesi, gerek tarım, gerek sanayide bölgesel ihtisaslaşmaya imkân vermiş ve böylece ekonomik planda bazen çok uzak mesafeleri kapsayan bir karşılıklı bağımlılık meydana getirmişti (Avcıoğlu, 20-21).
Bu devirde, dokumacılık ve ikinci derecede dericiliğin çok ilerlemiş olduğunu görmekteyiz. Alaşehir, Denizli, Konya, Aksaray, Kayseri, Erzincan gibi, Anadolu’nun geniş bir sahasında bulunan şehir ve kasabalarda dokunan perdeler ve bezler çok mükemmeldi… Sürülerle koyun sahibi Türkmenlerin pek ustalıkla dokudukları halı, kilim gibi şeyler ile, Ankara’nın yün kumaşları dünyaca tanınmıştı (Akdağ I:30). Selçuklu tarihini inceleyenler, Türkiye’nin bu devirde büyük bir iktisadî refah ve medeniyet seviyesine erişmiş olduğunu ifade ederler. Hattâ Batı kaynakları, bu yükselmenin, İlhanlıların Anadolu’da tatbik ettikleri baskı rejimi ve buna karşı gelişen büyük karışıklıklar devrinde bile sürdüğünü belirtir (Akdağ I:39).
Selçuklular dönemindeki canlı sanayi hayatı, Osmanlılar döneminde gelişerek devam etti. Gaziantep’te ayakkabıcılığa ehemmiyet verilmişti. O zaman Antep’te herkes yemeni, çizme ve her neviden ayakkabı yapardı. Çünkü kervan onu istiyordu. Antep muhiti, büyük ve küçük baş hayvanları mebzûlen yetiştiriyordu. Maraş’ta demir sanayii himaye edilmişti. Nal, mıh, çivi, zincir, gem, silah ve kervanlar için gerekli her nevî demir avadanlığın yapılma ve işlenme merkezi orası idi. Çünkü Maraş’ın üstündeki Berit dağında zengin demir madeni vardı. Konya ve Afyon’a kadar olan sahada keçecilik yaygındı. Ankara’nın meşhur Ahî esnaf teşkilâtı, büyük kervanların deri ve demirden yapılır malzemesini hazırlıyordu. Sivas tarafında şal, cerim ve Uşak taraflarında halı, seccade dokunuyordu (Tankut, 12-13).
Öte yandan, loncalarda örgütlenmiş zanaat tipi sanayi, önemli bir gelişme göstermekteydi. Bu konuda bir fikir vermek için, 1638 sayımına dayanarak, Adnan Giz’in verdiği rakamları belirtmekle yetineceğiz. Bu rakamlara göre, yalnız özel sanayide 46.426 kişi çalışmaktaydı. Ayrıca, ordunun ve büyük devlet örgütünün ihtiyaçlarını karşılayan geniş bir devlet sektörü vardı. 2 tersane, 1 tophane, 5 barut 1 top arabası iş, üretim yeri ve yapım yeri, 1 humbarahane, 1 at meydanı mumhanesi, çok sayıda peksimet fırını, kurşunhane, dökümhane, şişehane, boyahane, doğrama hane, vb. devlet sektörüne ait kuruluşlardı. Büyükçe bir kısmı ağır sanayi kesimine giren bu kuruluşlarda 10 binlerce işçinin çalıştığı tahmin edilebilir. Özel sektöre gelince, burada da önemli sayıda işçi kullanan iş yerlerinin çokluğu dikkat çekmektedir. Meselâ, ipek hilat kumaşı dokuyan 5 işyeri vardı ve bu iş yerlerinde 105 kişi çalışmaktaydı. Ortalama işçi sayısı 21 idi. Ulema hilatı yapan 20 işyerinde 400 kişi vardı ve ortalama işçi sayısı 20 idi. Şişe imalâtında ise ortalama işçi sayısı 35, ipek dökmecilerde 12, güllaççılarda 20 idi. Peştamal kumaşı yapan bir iş yerinde ise 400 kişi çalışmaktaydı. (Avcıoğlu, 41).
-
Cevap: Tarihî arka zemin
BİLİM-TEKNİK
Teknik seviye bakımından Türkiye, 16’ncı yüzyılda Batı’nın gerisinde değil, daha ilerisindedir. Teknik Uygarlığın Kökenleri adlı bir Batı kitabı, yalnız Doğu’nun en ileri ve Batı’ya en yakın toplumu Türkiye’nin değil, bütün Doğu’nun teknik üstünlüğünü 17’nci yüzyıla kadar sürdürdüğünü yazmaktadır. Çeşitli Müslüman ülkeler ve daha başkaları, Avrupa’nın ancak sanayi ihtilâli eşiğinde eriştiğinden üstün bir teknik evrim düzeyinde bulunmaktaydılar.
Türk tarımında kuru ziraat teknikleri tanınmaktaydı. Karasaban, çeşitli uç demirleri kullanarak geliştirilmişti. Bu uç demirleri sayesinde, rutubeti sağlayabilecek biçimde toprağın hazırlanması mümkün olmaktaydı. Ayrıca, sulu ziraat teknikleri de geliştirilmiş, tarlaların sulanması için nehir kenarında su dolapları kurulmuştu. Çok çeşitli tarım ürünleri, meyve ve sebze yetiştirilmekteydi. Hububat hasadında düvenden yararlanılmak*taydı. Su ve rüzgâr enerjisi kullanılmaktaydı. Ağır toplar ve bu topları İran ve Mısır’a götürme imkânı veren taşıma tertibatı, teknik düzey hakkında kaba bir fikir verecek niteliktedir. Sinan’ın köprüleri, İstanbul su yolları ve öteki eserleri hakkında bir şey söyleyecek değiliz. İngiliz Kraliçesi Elizabeth’in Türklerin yün boyama tekniklerini çalmak için İstanbul’a ajan gönderdiği hatırlanırsa, Türk bilim ve teknik tarihinin ilgi çekici bir araştırma konusu olduğu düşünülebilir.
Fakat daha önemlisi, 15 ve 16’ncı yüzyılda Türkiye, her türlü bağnazlıktan uzak olarak, Batı bilim ve tekniğine canlı bir ilgi göstermekte, dinî ve siyasî baskı dolayısıyla Batı’da barınamayan bilim adamlarına, teknisyenlere ve uzmanlara kucağını açmakta ve onlara geniş imkânlar sağlamakta tereddüt etmemektedir. İspanya ve Portekiz’den kovulan Yahudiler, en büyük ilgiyi, onların tababetteki bilgilerinden yararlanmaya hazır Türkiye’de görmüşlerdir. Batı’nın teknik buluşları Türkiye’ye aktarılmıştır. Fatih’in ağır topları, gemilerin karadan yürütülmesi, okyanuslara çıkma teşebbüsleri, Volga ve Don nehirlerini birleştirmek, Süveyş Kanalı’nı açmak gibi projelerin ciddiyetle üzerinde durulması, Lagarî Hasan Çelebi’nin “füze”si, o zamanların ilmî ve kültürel ortamını hatırlatmak bakımından ilgi çekicidir. Batı’da ise, bilimsel ve teknik gelişmeye rağmen, devletin 17’nci yüzyıl sonuna kadar bilimsel ve teknik ilerlemeye karşı her zaman olumlu davrandığı söylenemez. Nitekim 1586 yılında Dantzig şehri, bir çok ipliği aynı zamanında dokuyan bir tezgâhın kullanılmasını yasaklıyor ve mucidini boğduruyordu. İngiltere Kralı Charles, iğne imal eden bir makinenin tahribini emrediyor, bronz halkalar dökülmesini engelliyordu (1632). Kurulu düzeni bozan değişikliklerin iyi bir şey olmadığına inanılıyor ve yeniliklerden korunmak isteniyordu. Bu tutum özellikle ekonomik durgunluk ve buhran dönemlerinde çok daha sık görülmekteydi. Gelişen kapitalizmin zorlamasıyladır ki, bu tutum, 18’inci yüzyıl içinde değişecektir. Esasen kapitalist gelişmeyi, teknik ilerlemeden çok, kapitalizmin kendisi sağlamıştır. Teknik ilerleme, ken*diliğinden olmamıştır. Kapitalizmin ihtiyaçlarıdır ki, teknik ilerlemeye yol aç*mıştır. Nitekim ilk dokuma makinesini icat eden Cartwright, bir köy papazıdır. Hayatında ne mekanikle uğraşmış, ne de bir dokuma tezgâhı görmüştü. Lancashire imalâtçılarının mekanik tezgâha müthiş ihtiyaçları olduğunu, fakat yapmasını beceremediklerini duyunca, konuyla ilgilenmişti. İngiliz sanayiinin gelişmesinde büyük rol oynadıkları söylenen Hargreaves bir dokumacı, Arkwright ise berberdi (Avcıoğlu, 43-44).
Anatomi sahasında, Amasyalı Sabuncuoğlu Şerafeddin, 1465’te, cerrahi müdahalelere ait Cerrahiye-i İlhaniye’yi yazmış ve burada operatörlük aletlerini gösteren resimler de yapmıştır. Antakyalı Davud ise, operatörlüğe ait bir başka eser yazarak, insan ve hayvan anatomisini mukayese etmiştir. 17’nci asrın başlarında Şeyhulharameyen Şemsettin, Teşrîhu’l-Ebdân’ı kaleme almıştır. Bunu yazarken, Vasabius’un De Humani Corporis Fabrica’sından faydalanmıştır ki, bu, Osmanlı ilim âleminin Batı’daki gelişmelerden habersiz olmadığını ortaya koymaktadır. 17’nci asırda, Batı’dan önce Osmanlılarda çiçek aşısı biliniyordu. Kanuni döneminde bir savaşta kafatasından bir kemiğini kaybeden bir gaziye, şehid olan bir başka askerin aynı kafatası kemiğinin nakledildiği Şerefnâme isimli eserde anlatılmaktadır. 16 ve 17’nci asırlarda Tıp sahasında daha pek çok kitaplar telif edildiği gibi, 18’inci asırdan itibaren de, Batı’da yazılan eserler tercüme edilmeye başlanmıştır. 16’ncı asırda yaşamış pek çok meşhur Türk doktorunun isimlerine kaynaklarda rastlıyoruz: İzmitli Muhyiddin Mehmet, Amasyalı Lütfullah oğlu Mehmet, Hacı Hekim, Kaysunizade Bedreddin, Sinaneddin Yusuf, Perviz Abdullah, Ahi Ahmed Çelebi gibi.
18’inci asra kadar Avrupa’da akıl hastaları şeytanla işbirliği yapan lânetliler olarak görülürken, Selçuklu ve Osmanlı hastanelerinde, bunlar için ayrı hastaneler vardı ve musiki ile tedavi usulü uygulanıyordu. Bu uygulamaya 1956 yılında Amerika’da da başlanmıştır. İngiliz doktor John Heward, 1788’de yazdığı eserinde, Türklerin akıl hastaları için yaptıkları hastane ve tatbik ettikleri tedavi usullerinden hayranlıkla bahseder.
Pastör’den asırlarca önce Ak Şemseddin, hastalıkların gözle görülmeyen canlılar tarafından meydana getirildiğini, Mâddetü’l-Hayat adlı eserinde şöyle ifade etmekteydi: “Cümle marazların suret-i nev’iyesi hasebiyle, nebat ve hayvanlarda olduğu gibi, tohumları ve asılları vardır.”
Osmanlılar, Riyaziyat veya İlm-i Riyaziye dedikleri Matematik’te de bir hayli ileri idiler. Mimari âbideler, tek başına matematik ve mühendisliğin ne ölçüde ileri olduğunu göstermeye yeter. Medreselerde yüksek matematik ve cebir okutuluyordu. Venedik, Bologna ve Floransa üniversiteleri, öğretimlerinde bu medreseleri örnek almışlardı (2. Türk Tarih Kongresi, s. 632) 1734’te Yenişehirli Mehmet Said Efendi, üçgenlerin açılarını ölçen ve arazi ölçümünde de kullanılan bir alet icat etmişti. 1730’da İstanbul’da vefat eden Hoca Mehmet Esat Efendi, artık o dönemde medrese eğitiminden kaldırılmış olan Matematiği hususi hocalardan öğrenmiş, teleskop ve mikroskoba ait yazılar yazmış ve kendisine medresede müderrislik vazifesi verilmişti. 1834’te vefat eden Hoca İshak Efendi, Doğu dillerinden başka İbranice, Yunanca, Latince ve Fransızca gibi dilleri de biliyordu ve Avrupa’daki Matematik, Fizik ve Mekaniği Türkçe’ye nakletmişti. Yine 18’inci asırda yaşamış bulunan ve büyük bir sufi olmasının yanısıra, aynı zamanda Anatomi, Tıp ve Matematik de bilen İbrahim Hakkı hazretlerinin Marifetnamesinde tarif ettiği toplama sağlama işlemi, bugünkü modern matematikçe de halâ meçhul bulunmaktadır. 18’inci asrın ortalarında açılmaya başlayan askerî okullarda Matematik, modern bir ilim dalı olarak artık çoktan okutulmaya başlanmıştı.
Osmanlılarda İlm-i Nücum, hurafelerle karışık astroloji değil, Astronomi idi. Osmanlılar, Astronomi’de Orta Çağ Arap Müslümanları kadar ileri değil idiyseler de, yine de çok geri de değillerdi. Zatü’s-Sukbeteyn adlı bir astronomi âletinin kurucusu olan Takıyyüddin Efendi, III. Murad’ın emriyle Tophane bayırında bir rasathane kurmuştu. Bu devirde kullanılan duvar ve masa saatleri tekniği Batı’dakinden çok ileri idi. Türk saatçiliği, bilhassa işçilik bakımından şayan-ı takdir bulunuyordu. Muvakkıtlar (vakit tayincileri), irtifa aleti denilen sekstan ile, namaz vakitlerini ve güneşin batışını saniyesi saniyesine tesbit ederlerdi. 16’ncı asrın ilk yarısında yaşamış bulunan Matrakçı Nasuh, güneş sistemini izah ediyordu.
Tecrübe ve pratiğe dayalı mekanik, Osmanlılarda çok ileri idi. Meselâ, havai fişek, hayret verici derecede gelişmişti. Timsah şeklinde denizaltı tecrübeleri, daha 18’inci asrın başında Lâle Devri’nde yapılmıştı. Bu denizaltı, şehzadelerin sünnet düğününde III. Ahmed’in önünde gösteri yapmış ve bir saat suyun altında kalabilmişti. 1753 kasımında bostancılar tulumbacısı Mehmet Ağa, hortumlu yangın tulumbalarını icat etti. Daha sonra Batı’nın tekniği de Türkiye’ye derhal ithal edilmiş, buharlı gemiler ve uçaklar, Avrupa’da yapılışının üzerinden çok geçmeden Türkiye’ye gelmiştir. Birinci Cihan Harbi’nde Türk ordusunun 400 uçağı vardı.
Mustafa oğlu Mehmet, 1590’da yazdığı Kitabü’l-Felâha (Çiftçilik Kitabı)’nda, 30 bölüm halinde tarımı ve 4 bölüm halinde hayvancılık konularını işlemişti. Suni civciv üretme, asırlardan beri biliniyordu. Yumurtalar, fırında veya at gübrelerinde kuluçkaya yatırılmakta idi. İlm-i Hayvanat denilen Zooloji ve İlm-i Nebatat denilen Botanik de hiç de geri seviyelerde değildi. Haritacılık çok gelişmişti. İlm-i Hikmet, Felsefe ve Ahlâk, yüksek medreselerde okutuluyordu. Fakat, bilâhare Felsefe medreselerden çıkarılmış, Kâtip Çelebi, bunu tenkit etmiştir. Ansiklopedik eserler de veriliyordu. Taşköprülüzâde Ahmed Efendi’nin (öl. 1560) 500 kadar ilmi içine alan Miftahü’s-Saadesiyle, Kâtip Çelebi’nin Keşfü’z-Zünun’u çok meşhurdur. Bu ikinci eser 7 cilt halinde Latince’ye tercüme edilmiş ve 1838 yılına kadar bile, Avrupa’da bu ölçüde mükemmel bir katalok henüz telif edilmemişti. (Öztuna 1983: 11:136-156)
Bilhassa Cumhuriyet’ten sonra, Osmanlı Devleti’nde ilme ve teknik gelişmelere hiç önem verilmediği, hattâ karşı çıkıldığı iddia edilmiştir. Bu konuda öne sürülen birkaç menfi örnek maalesef genelleştirilmiş ve bütün Türk-İslâm tarihi mahkûm edilmiştir. Oysa gerçeğin hiç de böyle olmadığı yukarıda verilen bilgilerden anlaşıldığı gibi, bu konuda çokça öne sürülen matbaanın Osmanlı ülkesine geç gelmesinin de, yine resmî iddialarla bağdaşır bir yanı yoktur.
Sözde aydınlarımız, matbaanın dînî bağnazlık yüzünden ve “gâvur icadıdır, dine manidir”diyerek engellendiğini iddia etmektedir. Niyazi Berkes’in şu ifadeleri ise, meselenin gerçek sebebini açıklar mahiyettedir:
Kitap basımının şeriata aykırı olduğu iddiasıyla basımevi açılmasına ulemanın karşı geldiği yollu yaygın bir inanç vardır... Gerçekte ise, ulemadan böyle bir direnme geldiğini gösteren hiçbir delil yoktur. Şeyhülislam Abdullah Efendi (matbaa açılması için) fetvayı hemen vermiş, ulemadan on bir kişi, ilk kitabın başına konan ‘takriz’ler yazmıştır... Şeyhülislam, İbrahim Müteferrika’ya basılmasını gerekli gördüğü iki kitabı salık vermiştir. Matbaanın tashih işlerine bakmak üzere de ulemadan üçü Kadiri, biri Mevlevi şeyhi dört kişi memur edilmiştir.” (Berkes: 188–89)
Niyazi Berkes’e göre, matbaanın geç gelmesinin sebebi, Osmanlı lonca sistemi, yani esnaf teşkilatlanması usulü idi. O dönemde, Kapitalizm öncesi Avrupa’da olduğu gibi Osmanlı Devleti’inde de, ticarî anlaşmalarla teknik uygu*lamalar, kısaca ekonomi üzerinde loncaların çok önemli belirleyici etkisi vardı. Fabrikanın el tezgâhlarını çökerteceği ve bu sebeple, matbaanın gelmesiyle bir*likte pek çok hattatın işsiz kalacağı ortada idi. Bu dönemde sadece İstanbul’da hattatlar locasının 90.000 üyesi bulunuyordu. Ekonominin bozulduğu, işsizliğin sürekli arttığı, devam eden savaşların ülkenin belini büktüğü bir zamanda bu kadar çok kişinin bizzat işsiz kalmasının getireceği kargaşa ortada idi.
-
Cevap: Tarihî arka zemin
HUKUK-ADALET VE KANUN HAKİMİYETİ
Devlet, mutlakiyetçi görünse de, bizzat padişah adalete riayet ederdi. Bunun binlerce misali vardır. Meselâ, Sultan III. Mustafa (1757-1774), Beylerbeyi Sarayı’nı genişletmek istemişti. Bunun için civardaki bir dul kadının arsasını almak lâzımdı. Kadın arsasını satmak istemeyince, Padişah kızmışsa da, arsayı zorla almaya çalışmadı (Öztuna, 10:194).
Esasen sistem, ta baştan bunun üzerine kurulmuştu ve padişahlar, kanunlara belki herkesten daha çok saygılıydılar. Onlar, şer’î hukukun ayrıntılı olarak düzenlememiş bulunduğu sahalarda kanun koyarken, bunun bu hukukun genel prensiplerine uygun düşmesine dikkat ederlerdi. Osman Gazi’ye, ilk örfî vergi olan pazar vergisi koyması teklif edildiğinde o, “Allah’ın emri değildir” diye karşı çıkmış, fakat şer’î esaslara aykırı olmadığı kendisine söylenince razı olmuştu (Aydın, 384).
Esasen, padişah kanunnamelerinin hazırlanış sebebi de, Osmanlı hukuk anlayışını göstermesi bakımından önemlidir. Diğer pek çok Müslüman devlet gibi Osmanlı Devleti de, Hanefî fıkhını uyguluyordu. Fakat, devlet büyüyüp, problemler arttıkça, şüphesiz her meseleye Hanefî fıkhından da olsa hemen verilmiş bir fetva bulunamıyordu. Bu durumda, başka mezheplere mensup müçtehidlerin içtihadlarından faydalanma gereği duyulmuştur. Kanunî’ye Kanunî unvanını kazandıran meşhur kanunnamesinin kaynağı budur. İşin daha dikkat çekici yanı, 1537 yılında “nizam-ı din ve devlet ve ahval iktiza etmeğin bazı mesailde eimme-i dinden bazı müçtehidîn kavli üzere amel eylemek” için ferman çıkarması yolunda Padişah’a başvuran kişinin Ebussuud Efendi olmasıdır (Akdağ II:67).
Yavuz Selim, adaletinin yanısıra hiddetiyle de tanınırdı. Devrin müftüsü veya şeyhulislâmı Zenbilli Ali Efendi, onun bu mizacından gelen kararlarını tadilde ne derece başarılı idi ise, Padişah da kanunlara ve âlimlere o derece saygılıydı. Bir defasında Yavuz, gazaplandığı bazı insanların, kamu selâmeti adına idamını istedi. Ali Efendi derhal müdahalede bulundu. Padişah, siyasete niye karıştığını sorunca da meşhur mütfü, “Âhiret’e taallûku cihetiyle müdahale vazifemizdir” cevabını verdi ve Padişah, kararından vaz geçti. Yine bir defasında Padişah, Ali Efendi’ye, “Bütün dünyayı fethetmek mi, yoksa milletleri İslâm’a getirmek mi daha hayırlıdır?” diye sorar. Zenbilli, Müslüman olmalarının Allah’ın rızasına daha uygun bulunduğu fetvasını verince, Yavuz, zaman zaman canını sıkan Rumeli hıristiyanlarının Müslümanlaştırılmasını ve kiliselerinin cami yapılmasını emreder. Fakat bu emir de, yine Zenbilli Ali Efendi’nin, zorla Müslümanlaştırmanın Kur’ân’a aykırı olduğunu söylemesiyle uygulamaya konmaz (Lütfi Paşa Tarihi’nden Turan, 410).
Herhangi bir vatandaş, gerektiğinde padişahı mahkemeye verebilirdi. Fatih’in bir rum mimarla İstanbul kadısı Hızır Çelebi önündeki duruşması meşhur olduğu gibi, bir defasında, I. Bayezid (Yıldırım) döneminde Bursa kadısı bulunan Molla Şemseddin Fenari, Padişah’ın bir davadaki şahidliğini kabul etmez. Gerekçe olarak da, cemaatle namazı kaçırdığını söyleyince Padişah, kesin özrü olmadıkça bir daha cemaati terketmez (Taşköprülüzâde’den Turan, 411).
Osmanlılarda ekonomik düzen gibi, devlete de şekil veren başlıca dinî prensipler adalet ve ona bağlı olarak eşitlik şeklinde özetlenebilir. Adalet, hem dinin hem devletin temel hedefidir ve eşitliği de özünde taşır. İslâm’ın, “insan*ların tıpkı bir dokumacı tarağının dişleri gibi eşit olmaları” şeklinde benim*sediği eşitlik kavramı, soylu zümrelerin kast sisteminin, sayısız ayrıcalıkların var olduğu bir dünyada çok yeni ve çok ileri bir düşünce olup, sadece İslâm’ın doğuşunda değil, sonraki dönemlerde de devrimci bir nitelik taşıyacaktır (Cem, 72–3). Bu prensipler üzerine kurulu Osmanlı adalet sisteminde kazaî teşkilat ile idarî teşkilat, yapı olarak âdeta iç içedir. Şu manâda ki, siyasî coğrafya kazâî teşkilata göre bölünmüş gibidir ve kadıların bulunduğu şehirlere kaza adı verilmektedir. İktisadî ve coğrafî şartlar bakımından elverişli mevkilerde kasaba veya şehir vasfını kazanmış olan yerler, hep birer kaza, yani adliye merkezi idi. Kadılar doğrudan padişah tarafından tayin edilir ve bulundukları yerlerde, bugünkü manâda hem vali veya kaymakamın, hem de hakimin fonksiyonu görürlerdi. Bulundukları dairede padişahın mümessili sıfatıyla adeta siyasî bir hakimiyet sembolü idiler de.
“Şer’î mahkeme” de denen mahkemeler, her türlü hukukî ve cezaî ihtilafları halletmeye yetkili idi. Ayrıca, bugün noterlerde yapılan akit muameleleri de burada yapılıyordu. Bütün bu vazifeler için, başta davaları karara bağlayan kadı bulunuyordu. Onun, yerinde hallolunması gereken işlerde yardımcılığını yapan, keşif ve tahkikatta bulunan naipleri vardı. Osmanlılardaki zabıt, kayıt ve arşiv sistemini tarihte başka hiç bir ülkede görmek mümkün değildir. Adliyede de zabıt, hüccet ve senet gibi işleri görmek üzere kâtipler, bir de normal hizmetler için hademeler, kaza müessesesinin diğer elemanlarını teşkil ediyordu. Bunlardan ayrı olarak, mahkemenin tebliğlerini taraflara duyurmak ve gerektiğinde tarafları mahkemeye celbetmek için ‘muhzır’ denilen görevlileri de anmamız gerekiyor.
Bütün mahkemeler, mutlak surette alenî, yani halkın önünde cereyan ederdi. Mahkeme oturumlarında, kadıların yanında “şühûdü’l-hâl” veya “udûlü’l-müslimîn”, ya da “şühûdü’l-udûl” gibi adlarla anılan ve kararların altına imza atan 5, 6 veya daha fazla sayıda, genellikle müderris, eşraf gibi şehrin ileri gelen güvenilir, bilgili insanlarından oluşan bilirkişi ya da jüri heyeti diyebileceğimiz bir heyet de hazır bulunurdu. Kadı, gerektiğinde bunlarla istişare de ederdi. Kadıya, hükümlerinin hukuka uygun olup olmaması bakımından yol gösteren bir diğer müşavir de müftü idi. Müftü mahkemede hazır bulunmamakla birlikte, taraflar gerekirse müftüden fetva alıp, bunu mahkemede ibraz edebilir, bazen de fetva için bizzat kadının müftüye başvurduğu olurdu (Akdağ, 400-405).
Yüksek medreselerden mezun olan danişmendlerden kadılık için müracaat edenler, önce büyük vilâyet merkezlerindeki kadıların yanına, en az beş kişi halinde stajyer olarak verilir ve bunlar 3-5 yıl bu işte kalırlardı. Daha sonra İstanbul’a gelerek bir yıl da “mülâzemet” süresini doldururlar ve sonra kadı olarak tayin edilirlerdi. Kadı, tayin edildiği yerde ancak 2 sene kalır ve yeniden İstanbul’a dönüp, bir yıl daha mülâzemette bekledikten sonra bir başka yere tayin edilirdi (Akdağ II:97–8).
Meşhur maliyeci Jean Bodin, Türkiye’deki refah ve huzurun Fransa’da da sağlanabilmesi için, Türk devletinde alınan tedbirlerin uygulanmasının zaruri olduğunu yazar. Ünlü İngiliz kralı VIII. Henry, Kanunî’nin kanunlarının Türkiye’de nasıl tatbik edildiğini öğrenip, İngiliz adalet sistemini Türk adalet sistemine göre ıslah etmek üzere Türkiye’ye bir tetkik heyeti göndermiş ve heyet, Türk İmparatorluğu’nda Siyaset adlı büyük raporunu krala takdim etmiş ve bu rapor, daha sonra bir kitap halinde yayınlanmıştır (Öztuna, 8:368).
Osmanlı Devleti, merkeziyetçi görünümünün yanısıra, aynı zamanda adem-i merkeziyetçi bir yapıya da sahipti ve merkezî otoriteyi bir tür adem-i merkeziyetçilikle de sağlıyordu (Cem, 102). Meselâ, Yavuz Sultan Selim, Güneydoğu Anadolu’yu Osmanlı topraklarına katınca, buradaki 19 Kürt aşiretine, kendi başkanlarını kendilerinin seçmesi hürriyetini tanımıştı. Aynı şekilde, ülke içinde diğer dinî cemaatler de, dinlerini yaşamakta serbest oldukları gibi, aralarındaki davaları da kendi mahkemelerinde çözebiliyorlardı. Fakat, Rum, Ermeni ve Yahudi cemaatleri gibi cemaatler, sadece devlet, hükümet ve Müslüman halk ile olan münasebetlerinde değil, kendi aralarında, cemaat örgütlerinin çözeceği meselelerde bile, büyük bir güven ve itimatla müftülere veya kadılara başvuruyorlardı (Akdağ II.57).
-
Cevap: Tarihî arka zemin
DEVLETİN HALKA BAKIŞI VE FIRSAT EŞİTLİĞİ
Osmanlı Devleti’nin halka karşı görevi, İslâm ilkelerinin ışığında “koruyucu” olmak ve “güvenliği sağlamak”tı (Cem, 75).
Reaya Tanrı emaneti olarak kabul edildiği için, devletin başlıca vazifesi onun durumunu düzenlemek ve refahını sağlamaktı: “Saltanat (idare) onlar ile onlardan tahsil olunan hazine ile ve memleketin bayındırlığı ile olur” gerçeği ilke kabul edilmişti. Kanunî Sultan Süleyman bir gün meclisinde bulunanlara “bu memleketin hakîkî efendisi kimdir?” sualini sorunca, “Zat-ı hazret-i Padişa*hîleridir” diye verilen cevabı kabul etmemiş ve “hakikî efendi reayadır” demek suretiyle asırlarca sonra herkesçe idrak edilecek bir hakikatı ifade etmişti. Reaya fukarasının tahammüllerinden ziyade mal alınmasını bir hanın temelinden toprak alıp sathına sarfetmeye teşbih eylemişler ve “temelden alınan toprak ile temele zaaf gelip, ol sutuhun ise ol ağırlığı çekmeye iktidarı kalmayıp, tamamen yıkılmasına sebep olur” demişlerdir (Cem, 76).
15’inci yüzyılın bir Avrupalı tarihçisi, Osmanlı sistemini şöyle tanıtır: “Osmanlı yönetiminin kurulmasına ait zemin hazırlığı şu idi: Osmanlı Devleti, her ferdin sadarete kadar yükselmesine imkân veren geniş bir demokrasi içinde, eski görüş yerine yeni bir görüşle kurulmaktaydı.” (Cem, 76)
Kanunî zamanında Almanya büyükelçisi olan Busbecq, Türk başarısının sırrını, şahsî meziyet ve liyakate öncelik verilmesinde görür: “Türkiye’de, hattâ Türklerin kendi aralarında bile, şahsî meziyet ve liyakatten başka hiçbir şeye kıymet verilmez. Padişahın maiyetini teşkil eden mecliste hiçbir adam yoktur ki, haiz olduğu mevki ve rütbeyi, kendi şahsî liyakat ve cesaretine borçlu olmasın… Memuriyetlerin başında, o vazifeleri görmeye liyakatli kimseler bulunur. Türkiye’de herkes, kendi mevki ve ikbalinin bânisidir. Sultanın hükmü altında en yüksek mevkie çıkmış olanlar, çok kere çobanlıktan gelmedirler… Türkler, meziyetin bir miras gibi elde edildiğine inanmazlar. Bunu, kısmen Allah’ın ihsanı, kısmen de çalışmanın ve gayretin mükâfatı olarak telakki ederler.” (Öztuna, 8:372)
İHTİSAP MÜESSESESİ
Bir de ihtisap müessesesi vardı. Bu, İslâm’da iyiliği yayıp, kötülüklerin önünü alma prensibinin ortaya çıkardığı bir müesseseydi. Muhtesiplerin vazifeleri: çarşı, pazar ve sokakları teftişle, kanuna aykırı gördükleri fiil ve hareketleri, hayvanlara tahammüllerinden fazla yük yüklemeyi, hamallara ve gemilere, yine taşıyamayacakları malları yüklemeyi men etmek ve bundan başka, yol ve sokaklarda yıkılmak üzere olan binaları tesbit edip, yıkılmalarını sağlayarak, muhtemel kazaların önünü almak; erzak, yiyecek ve içeceklere hile karıştırılmasına ve noksan tartılara mani olmak gibi işlerdi (Berki, 77).
-
Cevap: Tarihî arka zemin
BAŞLICA SOSYAL KURUMLAR:
VAKIF, HASTANE VE İMARETHANELER
Osmanlı yönetiminde ferdi korumaya yönelik devletçiliğin tabiî bir sonucu olarak sosyal güvenlik kurumları ve “vakıf” sistemi çok gelişmiş, yaygınlaşmıştı.
Devlet, öğrencilere, memurlara ve fakirlere bedava yemek dağıtan imarethaneler, hastaneler, mescidler, medreseler, muallimhaneler, hanlar, kervansaraylar yaptırmış olup, onların gelirini sağlamaktaydı. dinî fonksiyonun yanısıra bir çeşit sosyal yardımlaşma, toplanma ve dayanışma aracı olan camiler de, bu sosyal kurumların içinde önemli yer tutmaktaydı. Günümüzdeki kamu hizmetlerini andıran bu sosyal güvenlik kurumları “devlet eli ile kurulmuş olup, devlet geliriyle işleyen, fakat idarî ve malî bakımdan muhtar ve hususî bir statüye tâbi” idiler (Cem, 95).
Anadolu Selçuklularının son döneminde devlet çeşitli yardımlaşma kurumlarını işletmekte, yenilerini yapmaktadır. Örneğin, Kayseri’de, Sivas’ta, Konya’da, Çankırı’da, Divriği’de, Amasya’da, Kastamonu’da ve Tokat’ta muazzam hastaneler yaptırılmıştır.
Hastaneler, Selçuklular devrinin önemli sosyal yardım müesseseleridir. Anadolu Selçukluları 12’nci yüzyıldan itibaren hastane yapmaya başlamışlar ve bu sağlık kuruluşlarına darüşşifa, darüssıhha, bîmaristan, maristan gibi isimler vermişlerdir.
Selçuklu hastaneleri, başlangıçtan itibaren tıp öğrencilerine teori ve pratiği beraber gösteren tıp fakülteleri gibi çalışmışlardır. Meselâ, Kayseri’de Gevher Nesibe tarafından 1205’te, Sivas’ta İzzettin Keykavus tarafından 1217’de yaptırılan hastaneler, bitişiğindeki tıp medreseleri ile yekpare binalar olarak hizmet görmüşlerdir (Çetin, 1990:210).
Osmanlılar, hastane kurmakta, Selçuklu ananesini devam ettirmişlerdir. 13’üncü asırda Selçuklular, Kayseri, Sivas, Divriği, Çankırı, Kastamonu, Konya, Tokat, Erzurum, Erzincan, Mardin, Amasya gibi şehirlerde bir çok hastane kurmuşlardı. Osmanlılarda hastanelerin ekserisi, tıp medreselerinin tatbikat yerleri idi. Yani, hastane hekimleri, bağlı bulundukları tıp medresesinin müderrisleri idiler. Gene Selçuklularda olduğu gibi Osmanlı medrese-hastaneleri, çok zengin vakıflarla besleniyordu ve hiç biri devletçe yaptırılmamıştı, hepsi hayır sahiplerinin eseri idi. Bu suretle Osmanlılar, yalnız İstanbul şehrinde 70 hastane yaptırmışlardı. Diğer şehirler bununla kıyas edilebilir (Öztuna, 11:145).
II. Bayezid devri müelliflerinden Cantacacis, klasik eserinde o devir için şöyle der: “Küçüğü ve büyüğü ile Türk ileri gelenleri, cami ve hastane yaptırmaktan başka bir şey düşünmezler. Onları zengin vakıflarla teçhiz ederler. Yolcuların konaklaması için kervansaraylar inşa ettirirler. Yollar, köprüler, imaretler yaptırırlar. Türk büyükleri, bizim senyörlerimizden çok daha hayır sahibidirler, son derece misafir severler. Türk, Hıristiyan ve Yahudileri memnuniyetle misafir ederler. Onlara yiyecek, içecek ve et verirler. Bir Türk, karşısında yemek yemeyen bir adamla – adam Hıristiyan ve Yahudi bile olsa – yemeğini paylaşmamayı çok ayıp sayar (Öztuna, 10:318).
15’inci asrın ilk yıllarında Bursa’da 7 imaret vardı. Alman gezgini Schiltberger’e göre bu 7 imarette “Hıristiyan, Mûsevî veya putperest olmasına bakılmaksızın, her yoksul yiyip içebiliyordu.” Bu yazar, Yıldırım Bayezid devrinde, Osmanlı taht şehri Edirne’ye nakledilmeden hemen önceki yıllarda Bursa’nın nüfusunu 200.000 olarak vermektedir (Öztuna, 10:331).
İstanbul’da II. Bayezid’in Bayezid İmareti, günde 1.000 muhtaca iki öğün yemek dağıtıyordu. Kanuni’nin yaptırdığı Süleymaniye imaretinde ise, medresenin 600 talebesi ve hastalar dışında sayısız muhtaca yemek veriliyordu. Bu imaret, 1 büyük mutfakla 3 yemek salonundan ibaretti. Arka tarafta, yolcuların hayvanları için bir ahır vardı ve burada da yolcuların hayvanları bedava yedirilip tımar ediliyordu. Bir yolcu, bu şekilde 3 gün misafir ediliyordu. Misafir yolcuların 5 kişisi bir sofraya alınıyor ve her öğünde böyle 40 sofra kuruluyordu. Demek ki, yalnız yolcu sıfatıyla günde 200 kişi yemek yiyordu. Her yolcuya günde 50 dirhem bal, misafirin hayvanına günde bir şinik arpa veriliyordu. Fakat bu yolcu mühimce bir şahsiyetse, büyük ölçüde ikram ediliyordu. Padişahın vakıf şartı böyleydi. İmarette 6 aşçı, 4 sofracı, 3 bulaşıkçı ve pek çok hizmetkâr çalışıyordu (Öztuna, 10:328).
1500 yıllarında Fatih imarethanesinde her gün 1.650 kişiye bedava yemek verilmektedir. Bunların çoğu öğrenci, Fatih vakfının diğer bölümlerinde çalışan doktor, öğretmen gibi memurlar ve yolculardır. Ancak bu resmî rakamın dışında fakirler ve dul kadınlar da imarethaneden yemek alabilmektedir. Fatih imarethanesinden yararlanan fakirlerin sayısı belli değildir. Ancak bazı kuruluşlarda, örneğin Edirne’deki II. Bayezid imarethanesinde, her gün 1400 fakire yemek verildiği tahmin edilmektedir.
Bir külliyenin görevlileri ve talebeler ile ülkenin çeşitli yörelerinden gelen yolcular ve fakirler, öğle yemeğini hep birlikte imarette yiyorlardı. Personel ve talebelerden başka 5’er kişilik 40 sofra daha açılıyor, yani talebe ve personel dışında 200 kişiye daha yemek veriliyordu. Böylece burada bedava yemek yiyenlerin sayısı 800’ün üzerine çıkıyordu. D’Ohsson’a göre, 18’inci yüzyılda İstanbul’da her gün 30.000’den daha fazla kişi imaretlerde bedava yemek yiyorlardı (Yediyıldız, 495).
İmarethane hesapları, vakıflarda işlerin ne kadar düzenli yürütüldüğünü göstermeleri bakımından ilgi çekicidir: Gerekli maddelerin nereden, ne miktarda geleceği, bunların değeri, verilecek yemeğin niteliği, Cuma ve Bayram menüleri hep önceden planlanmış, para dikkatle harcanmış ve hesaplar tutulmuştur (Cem, 97).
Tarih boyunca, bütün İslâm ülkelerinde vakıflar önemli içtimaî müesse*seler olarak hizmet görmüşlerdir. Bilhassa Selçuklular ve Osmanlılar zamanında artan sosyal refaha ve halkın zenginleşmesine paralel olarak çok zengin vakıf tesisler kurulmuştur. Bu vakıf müesseselerinin vakfiyeleri ile günümüze kadar gelebilen binaları, geçmişte vakıfların cemiyette ne büyük hizmetler ifa ettiklerini göstermeleri bakımından çok önemlidir. 18’inci yüzyılın ikinci yarısında, İstanbul’da imaretlerden günde iki öğün yemek yiyenlerin sayısının 30.000 oluşu, vakfın Türk cemiyetindeki yerini belirtir. Bugün ülkemizde devlet tarafından yerine getirilmeye çalışılan her türlü kamu hizmeti, Osmanlılar ve Selçuklular devrinde vakıf hizmetleri olarak değerlendirilmiş ve yerine getirilmiştir. Böylece vakıflar sosyal yardım müesseseleri olarak çalışmış, ilmî, dinî ve medenî hayatın bütün tezahürleri hep vakıf tesisler yoluyla tanzim ve idare edilmiştir (Çetin, 210).
Osmanlılar, kerim devletin, halkı düşünen, koruyan devletin bir sembolü olan vakıf sistemini görülmemiş çapta büyütmüş, vakıf kurup yaşatmayı kendilerine temel görev edinmişlerdi. 1530-1540 yıllarında yapılan nüfus ve vergi tahririnde belirtildiğine göre, Kastamonu, Alaiye, Teke, Hamid ve Karahisar-ı Sahip livaları dahil, bütün Batı Anadolu sancaklarını içine alan o zamanki Anadolu eyaletinde sağlanan tüm gelirin %14’ü vakıflara ait olup, bu kanaldan kamu hizmetlerine, din ve hayır işlerine yönelmekteydi.
Bu dönemin Anadolu eyaletinde 45 imaret, 342 cami, 1.055 mescid, 110 medrese, 626 zaviye, 75 büyük han ve kervansaray vakıflarca işletilmekte, 7.000’den fazla kamu hizmeti görevlisi ve öğrenci, vakıf yoluyla maaş almaktaydı. Aynı yıllarda, öteki bölgelerin durumu da buna eşti. Devletin gelirinin önemli bölümü sözü geçen kamu hizmetlerinin görülmesi için vakıflara bırakılmıştı. Vakıf gelirlerinin %14’e ulaştığı Karaman eyaletinde bu yolla 3 imaret, 75 cami, 319 mescid, 45 medrese, 272 zaviye, 2 dârüşşifa, 14 kervansaray işletilmekteydi. Halep ve Şam eyaletlerinde gelirin %14’ü, Zülkadriye ve Rumeli’nde %5’i vakıflara ayrılmaktaydı (Cem, 96).
Bu şefkat, yalnızca insanları değil, hayvanları ve bitkileri de içine alıyordu. Zira onlar da Cenab-ı Hakk’ın mahlûku olarak, gereken şefkati görüyordu. Hiç bir millet, klasik devir Osmanlı Türkü kadar çiçeğe değer vermemiştir. Bursa’da Tahta’l-Kal’a’daki “Gurabahane-i Lâklâkan” denilen leylek hastanesi, yeryüzü tarihinde eşsiz bir müessesedir. Güvercinler için yapılan vakıflar ise, çok sayıda idi. D’Ohsson şöyle der: “Hayırseverlik akideleri, hayvanlara da şamildir. Hiç kimse, hayvanlara kötü muamele edemez. Bir atın, katırın, devenin sahibi bile, onları mutedil şekilde kullanır. Türk zabıtası, hayvanlara kötü muamele edenleri cezalandırmaya yetkilidir. Hayvanları fazla çalıştırmak da yasaktır. Her gün, Türklerin hayvanlara ne kadar iyi davrandıkları görülür. Bu da, şüphesiz bir millet için şeref teşkil eder. Kuşlara yem vermek için kurulan vakıflar bilinmektedir. Camilerin saçakları altına kuşların sığınması için hususi yuvalar ve meşhurların mezarlarındaki mermer sandukaların yanına, yağmur suyu birikip kuşların içmesi için küçük tekneler yapmak, Türk medeniyetine mahsus hususiyetlerdendir.” (Öztuna, 10:321)
Bu konuda, Münevver Ayaşlı’nın İstanbul’la ilgili olarak yazdıkları da dikkate değerdir: “… Öyle bir şehir ki, her başıboş köpek için bile olsa, kapılarında daima su ve yiyecek bulunduran, kediler için ayrıca sokaklarından ciğerci geçen, camilerinde daima güvercin besleyen güzel İstanbul…” (Pertev Beyin Üç Kızı, 57)
Hayır sahipleri neler yaptırmışlardır? Akla gelen her şey: Cami, mescid, külliye, medrese, mektep, hastane, çarşı, bedesten, arasta, han, kapalıçarşı, çeş*me, sebil, selsebil, şadırvan, fıskiye, havuz, kuyu, kaplıca, hamam, çifte hamam, ılıca, tuvalet, yol, köprü, kervansaray, imaret, kütüphane, namazgâh, musalla, gasilhâne, tekke, ribat, zaviye, hücre, dergâh, türbe, künbet, çarşı, pazar, han, bahçe, tarh, kışla, kale, hisar, hisar-beçe, planka, burç, hendek, tabya, kaldırım, sokak, park, bulvar, miskinhane, kalen*derhane, dârulkurâ, dârulhuffaz, dârulhadîs, muvakkıthane, liman, fener, deniz feneri, yunak, yağhane, mum*hane, şekerhane, demirhane, dökümhane, fırın, tezgâh, mezbaha, tophane, güllehane, şişhane, ahır, hara, dershane, tımarhane, darüşşifa, nişan*gâh, fetvahane, menzilhane, nişantaşı, sayehan, kemeriye, çardak, suyolu, sarnıç, tabhane, müftihane, mahkeme, sığınak, kabristan, köşk, konak, saray, sahil-saray, yalı, ev, meşrutahane, liman, iskele, kahvehane, bozahane, şırahane, kıraathane, eczahane, mahzen, cedvel ve daha pek çok şey… (Öztuna, 10:322).
-
Cevap: Tarihî arka zemin
ANADOLU’DA BİRLİK VE DÜZENİN SAĞLANMASI
Mükrimin Halil Yınanç, Osmanlı Devleti’ni şöyle anlatır: “Karakoyunlu ve Akkayonlu devletleri, sekenelerinin ekserisi göçebe ve yarı göçebe olduğu için, devletleri de, cemiyetleri gibi bünyece çürüktü. Şehirleşme hususunda geri kalan bu Türkmen ulusları ve devletleri, Müslümanlıktan önceki Türk devletleri ve 12’nci ve 13’üncü asırlarda kurulan Moğol imparatorlukları gibi, daha fazla fütuhat ve genişleme kabiliyetleri göstermelerine rağmen, pek az zaman içinde çökmüşlerdir. Buna karşılık, Anadolu beyliğini kuran ve 2 asırlık fetret devrine nihayet veren ve Anadolu Selçukluları devletini daha esaslı, daha büyük ve daha geniş bir ölçüde tesis eden ve hattâ bazı sahalarda, o devirdeki medeniyetten daha üstün bir medeniyet vücuda getiren ve bilhassa Türk dili ve edebiyatını canlandırmak hususunda pek büyük rol oynayarak, Türk dilini, yalnız şiir ve devlet lisanı değil, ilim lisanı bile yapmaya çalışan Osmanlılar, Moğol istilasından beri ortadan kalkmış olan içtimai nizamı, Anadolu’da yeniden tesis etmişlerdir.” (İslâm Ansiklopedisi, Akkoyunlular md.)
BİR MEDENİYET SİLÛETİ
Osmanlı İslâm medeniyetinin genel silûetini, yabancı bir seyyah şöyle çizer:
İstanbul’un büyük caddelerinin birinden geçiyoruz… Yol bizi, cami*lere, köşklere, minarelere, kubbeli çeşme*lere, altın ve arabesk yazılarla süslü padişah türbelerine götürüyor. Her taraf mimarî şaheserleri, su şırıltıları, âhenkli bir musikî gibi hisleri kucaklayan ve ruha neşe veren serinlikteki gölgelerle dolu… Buradan padişah*ların kendi adına yaptırdıkları camilere varılıyor. Bun*ların her biri, caminin muhteşem kubbesi yanında he*men hemen silikleşen medrese, hastane, kütüphane, dükkân ve hamamlardan mürekkep küçük bir şehir teşkil etmektedir… Burada artık güzellik duygusundan çok daha derin ve çok daha kudretli bir şey hissetmeye başlıyoruz. Bize başka bir düşünce ve duygu dünyasının mermerden örülmüş muhteşem bir ifadesi gibi görünen, bize yabancı ve karşı bir ırkın, bize düşman bir imanın iskeletini temsil eden ve zarif sütunlarının azametli diliyle, bizimkinden apayrı bir ALLAH’ın önünde eğilen, ecdadımızın titrediği bir halkın zaferini ilan eden bu âbideler, bu eserler, insana korku ve kuşku ile karışık bir hürmet telkin ederler. (Reclus, 149, nakl: Ünal: 73-74)
Ahmed Hamdi Tanpınar, bu kompozisyonun mimarî unsurunu şöyle ifade eder:
Koca İmparatorluğun her tarafında beyaz taş yontuluyor, büyük kazanlarda kubbeler için kurşunlar eritiliyor, yarı simyager, yarı nar çiçeklerinin, karanfillerin, badem, erik çiçeklerinin bir daha solmayacak baharları; tevhidlerin inancı, fetih âyetlerinin müjdesiyle beraber ağır ağır pişiyor; küçük, izbe dükkânlarda, yassı tunç tokmakların altında medreselerin, şifahanelerin, kervansarayların, hanların, büyük sarayların, sebil ve çeşmelerin saçakları, kitabeleri, yıldız süsleri için altın dövüle dövüle kelebek kanatları kadar ince, menevişli yapraklar haline getiriliyordu. (Tanpınar: 34)
Bu kompozisyonun mayası, yine Tanpınar’ın, “Hususi bir yaşayış şekli, bütün hayata istikamet veren ve her dokunduğunu rahmanîleştiren dînî bir kisve bu terkibin mucizesini yapıyordu. Gümrükten geçen her şey Müslümanlaşıyordu” (s: 22) sözlerindeki tesbitiyle, İslâm idi.
-
Cevap: Tarihî arka zemin
YABANCI GÖZLEMCİLERE GÖRE MÜSLÜMAN-TÜRK TOPLUMU
İslâm, Türk tarihinde, bugün Türkiye’de yaşayan hiç kimsenin hayal edemeyeceği bir toplum meydana getirmiştir. Onun ancak son ve yıkılış dönemine yetişmiş Mehmet Akif, Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar gibi yazar ve şairlerimizin bazı kesitlerini sunduğu bu toplum hakkında Batılı seyyah ve gözlemciler şunları yazıyordu:
Halkın ve toplumun karakteri
Türkler, çok dindar ve merhametlidirler. Büyük saygı besledikleri padişahlarına son derece sadık ve itaatkârdırlar. Türkler, birbirleriyle pek münakaşa etmezler. Şehirde askerler de dahil, kimse silah taşımaz. Pek az kavga ederler, düello nedir bilmezler… Gerçekten halis Türkler şarap içmezler… Çok sayıda oyunları vardır ama, parasız oynarlar… Türkler, az yerler, ne çok çeşitli, ne de çok nefis yemeklere düş*kündürler… Kötü taraflarına gelince, çok izzet-i nefis sahibidirler; kendilerini bütün milletlerin üstünde görürler. Yeryüzünün en cesur ve asil kavmi olduklarına inanırlar…
Türkler, her sahada intizamı o kadar severler ki, onu korumak için hiç bir şey yapmaktan çekinmezler… Her türlü eşya makul fiyatlara satılır. Mal satanların tartılarını kontrolle tavzif edilmiş memurlar her gün satıcıları kontrol ederler. Eğer terazisi hileli olan veya pahalı satan bir satıcıya tesadüf ederlerse, derhal değnek cezasını infaz ederler ve ayrıca tazminata da mahkûm ederler… (Monsieur de Thevenot, Relation d’un Voyage Fait Au Levant, Paris 1665, s: 111, 126; nakl: Ünal: 7, 9)
Türkler, oyun oynamayı çok istihkâr ederler. Para kazanmak için oynayan bir adam, yani kumarbaz onların nazarında hırsızdan da âdi bir mahlûktur. Türkler dansı, kendileri için insanlık şeref ve haysiyetlerini lekeleyen, insanın en bayağı ve iptidâî taraflarına hitap eden basit bir maharet telâkki ederler. (Porter, 32, nakl: Ünal: 144)
İnsan, paşadan küçük bir bakkala kadar bütün Türklerin aynı okulda yetişmiş, aynı asalet mertebesine sahip büyük senyörler olduklarını zanneder… İstanbul halkı, yeryüzünün en medenî ve en dürüst halkıdır. İstanbul’da sokak kavgalarına, maksatsız dolaşan serserilere, dedikoducu kadınlara, herhangi bir fuhuş belirtisine, yüz kızartıcı hiçbir harekete tesadüf etmek mümkün değildir. Bütün yüzler, eller ve ayaklar tertemizdir. Yırtık elbiselere nâdiren rastlanır. Ama kirli olanlarına hemen hiç rastlanmaz. Hiç bir tarafta haylaz ve dilenci güruhuna tesadüf edilmez. Her tarafta muhtelif ictimaî sınıfların birbirlerine, karşılıklı saygı duydukları müşahede edilir. (Reclus, 165, nakl: Ünal: 66-67)
Birbirlerine karşı dürüst ve müşfiktirler. Yemek yerken kaç kere yanlarından geçen bir fakiri yanlarına çağırıp doyurduklarını gördüm. Biz bunu yapmazdık. Bir menfaat elde etmek yahut göze girmek için asla dalkavuklukta bulunmazlar. Hürmetkâr, cesur, ciddi ve sadedirler. Kimseye hakaret etmek istemezler. Az ve öz konuşurlar. O kadar dürüst ve namusludurlar ki, başka türlü olunabileceğini düşünmediklerinden ve herkesi kendileri gibi sandıklarından daima aldatılırlar. Türklerde sonsuz bir iyilik, şefkat ve sadelik hazinesi, güzel olan her şeye karşı köklü bir saygı ve zayıfa karşı derin bir merhamet mevcuttur. (Garanville Murray, nakl: Ünal: 79, 84, 85)
Kadın ve aile
Sokakta bir kadına rastlayan erkek, bakmak yasak edilmiş gibi başını çevirir. Bir Türk için hiddetlenip kadına el kaldırmak kadar ayıp bir şey yoktur. (Porter, nakl: Ünal: 81)
İranlılarda görülen gösterişe Türklerde rastlanmaz. Türkler arasında çelimsiz ve hastalıklara nadiren rastlanır. Kanaatkâr ve sade bir hayat sürmek, onları böyle sıhhatli tutmaktadır. Türk, hiç bir zaman aldatmaz. Namuslu, iffetli, doğru sözlüdür. Yakınlarına çok bağlı olan Türk, elinde bulunan her şeyi onlarla paylaşır, karşılığında da hiç bir şey talep etmez. Türk, aile içinde âdil ve müşfiktir. Asya Osmanlıları arasında çok kadınla evlenme yaygınlaşmamıştır. Türk, umumiyetle aile ve izdivaç bağlarına Avrupalılardan çok daha hürmetkârdır… Evin içinde mutlak hakim olan kadın, daima müşfik ve mültefit bir muamele görmektedir… Türklerdeki fıtrî iyilik, tesir sahasını hayvanlara kadar teşmil etmekte ve meselâ bir çok bölgelerde eşeklere haftada iki gün dinlenme izni verilmektedir. (Elisee Reclus, Nouvelle Geographie Universelle, “La Terre et Les Hommes,” 1884, c:9, s: 543, nakl. Ünal: 44-46)
İdareye saygı ve ordu
Türklerde yalancılık, cinayet ve hilekârlık yoktur. Padişahlarına tahtta kaldıkları müddetçe itaat ettikleri gibi, ALLAH’a da hiç bir engizisyona ihtiyaç olmadan mü’min ve mutidirler. (Lord Byron, La Crise de O’rient, Paris 1907, nakl: Ünal: 76)
Türkler, hükümdarlarına derin bir hürmet beslemelerine ve ondan bahsederken çok nazik ifadeler kullanmalarına rağmen, çok kere onunla serbestçe konuşmakta, şikayetlerde bulunup, gerek padişahı gerekse vezirlerini haksızlık yaptıkları takdirde tenkit etmekten çekinmemekte…. ve hattâ baskı ve tahakküm ifrata vardırıldığı takdirde, isyanlara bile tevessül etmekten kaçınmamaktadırlar. (Porter, nakl: Ünal: 189)
1832’de Arnavutluk, Manastır, Makedonya, Bulgaristan, Sırbistan’ı dolaştım. Bilhassa batı ve kuzey taraflarında padişah ve sadrazamdan bahsederken, “Allah, ömrümün 10 senesini alıp onunkine eklesin” demeyen pek az köylüye rastladım. (Ünal:127)
1526’da 200.000 kişi (Mohaç’a giden ordu) ekilmiş tarlalara ayak basmadan ve bir tek ot koparmadan, yaya olarak İmparotorluğu bir baştan öbür başa katetmiştir. (J. Michelot, nakl: Ünal: 90)
Sükûn, intizam, ordugâhlarındaki temizlik, lüzumunda hapis veya idam cezaları gibi müeyyidelerle desteklenen mutlak itaat, uzun yürüyüşlere, az gıdaya razı olmak, savaşa karşı iştiyak, muharebede şevk, disiplindeki mükemmeliyet, nefsi kontrol, gayeye sadakat: bütün bunlar, Türk askerlerinin mucizevî hasletlerinden bazılarıdır. (Ünal: 175)
Türkler, bizim askerlerimize göre üç sebepten dolayı üstündürler. Komutanlarına derhal itaat ederler. Savaşırken hayatlarını hiçe sayarlar; uzun müddet arpa ve su ile iktifa ederek ekmek, su istemezler ve şarap içmekten nefret ederler. (Ünal: 176)
-
Cevap: Tarihî arka zemin
MODERNLEŞME ÇABALARI
“ZAFER SABAHLARINDAN BOZGUN AKŞAMLARINA”
Osmanlı Devleti, 16’ncı asrın sonlarında en geniş sınırlarına ulaşır; denebilir ki, artık onun tırmanabileceği daha öte bir zirve yoktur. Fakat, tarih görüşleri büyük ölçüde İbn Haldun’un görüşüyle benzerlik arz eden Danilevsky, Spengler ve Toynbee gibi tarih felsefecilerinin de parmak bastığı üzere (Meriç 1974, Spengler 1978, Toynbee 1980,), bütün zirveler, çöküşün tohumlarının da düştüğü mekânlardır. Gerçekte kaçınılmaz bir ‘kader’ olmasa da, tarihin motoru olan insan tabiatındaki gevşeme, çürüme ve kokuşma eğilimi, devletlerin ve medeniyetlerin hayatında da kendini gösterir ve “kültürün kaçınılmaz akıbeti olarak kendini kentlerde ortaya koyan medeniyet”te imanın ve aşkın yerini bilimden kaynaklanan bir dinsizlik veya ölü bir metafizik ya da kadavralaşmış dinî hayat alır; para, fuhuş, kuvvet ihtirası ve menfaat çatışmaları ön plana çıkar ve yerleşik hayatın getirdiği lüksün toplumu ve sosyal dayanışmayı çözücü tesirleri sebebiyle, yöneticiler iktidarlarını mutlaklaştırmaya çalışırlar. Hükümdar veya üst yönetim, bu maksatla yakın bir çevre edinir ve ayakta kalabilmek için baskıya başvurur; yönetimde ve toplumda israf artar; ihtişam, sefahet ve sefalet yanyana gelişir, vergiler ağırlaşır ve artık çöküş kapıda demektir.
Evet, 16’ncı asrın sonunda ve 17’nci asrın başında Osmanlı orduları bir yandan Kafkaslarda ve Afrika içlerinde fetihlere devam eder, bir yandan Haçova Meydan Savaşı’nda Avusturya-Alman İmparatorluğu’na karşı son kesin zaferini kazanırken, beri yandan ise, yönetim çarkında huzursuzluklar ve içte isyanlar sürüp gitmekte, eğer tabir ağır olmayacaksa, iç çürüme ve çöküntü, bir kanser gibi bünyeyi sarmaktadır. 17’nci asrın ortalarından itibaren Köprülülerin sert müdahaleleriyle sağlanan birlik sonucu batıda Girit ve Yanya gibi yeni fetihler bile gerçekleşmişse de, Osmanlı Devleti, 1683 yılında, 1,5 asır önce Muhteşem Süleyman’ın kapılarından geri döndüğü Viyana’ya sefer yapacak kadar dışta muhteşem, fakat içten çürümeye yüz tutmuş ve bir müddet sonra hafif bir silkelemeyle dalından düşecek bir meyve gibi, artık uzun sürecek bir çöküşün eşiğinde bulunmaktadır.
Burada hemen belirtmeliyiz ki, Osmanlı Devleti’nin zamanla Batı karşı*sında gerilemesi, sadece ilim ve teknikte ileri veya geri olmakla açıklanamaz. Uzun tetkik isteyen bu konuda burada sadece şu kadarını söyleyebiliriz ki, mesele, her şeyden önce zihniyet farklılığında yatmaktadır. Bu, Osmanlı devleti için olduğu gibi, Batı için de böyledir; daha çok bir zihniyet farklılaşması söz konusudur. Değişen Batı zihniyetinin temel unsurları, İsmail Cem’e göre, maddiyatçılık, faydacılık, kazanma hırsı, hedefe götüren her vasıtayı mübah görme eğilimi (meselâ, Voltaire, Montesqieu gibi Ansiklopedistler, ekonomik sömürüyü gerçekleştiren kölecilik sistemini ahlâka aykırı görmüyorlardı), üretip servet sahibi olmak, tüketim ve ferdiyetçilikti (Cem, 337–40). Sömürgecilik ve köle ticareti, yani çok ucuz iş gücü de, Batı kalkınmasının temel unsurlarındandı. Tabiî, sol zihniyetin büyük ölçüde kapitalizm karşıtlığı temelinde menfî faktörlerle izahına çalıştığı Batı kalkınması, elbette bütünüyle menfî faktörlerle açıklanamaz. Meselenin çok farklı boyutları da vardır. Meselâ, Fethullah Gülen’in de ifade ettiği gibi (Sızıntı, Mart 1983), Batı, kendisini yenilemekte, onun o günkü felsefî düşüncesini temsil eden Descartes, hür olmayan düşünceye düşünce nazarıyla bakmamakta, yani tefekkür ve hür düşüncenin önü açılmakta; batılı düşünür, eşya ve hadiselere nüfûzda, kâinat kitabına olan aşkından, Yaratıcı’ya giden yolları araştırmaktadır. Haçlı seferleri, İspanya ve Sicilya yoluyla İslâm medeniyetinden çok tabiî olarak belli ölçülerde faydalanmaya da dayansa, Batı, bu dönemde ilme, tekniğe ve geçirdiği zihniyet değişimiyle dünyaya açılmış, bir zihniyet ve sistem değişimi yaşamış, ilmî keşiflerle coğrafî keşifler peşpeşe gelmiş; nüfus artışı, deniz ve nehir yollarının çokluğu, denizlere açık bulunması, artan ihtiyaçlar, yoksulluk gibi faktörlerle denizaşırı seyahatlere yönelmeye başlamıştır.
Burada asıl konumuz, Batı’nın kalkınması değil, Osmanlı Devleti’nin, artık yavaş yavaş çöküşe geçmesinin ve bunun sonucunda modernizme yönelmesinin sebepleridir. Bu dönemde İslâm dünyası, zenginliğin ve ihtişamın zirvesindedir; bir bakıma tabiî sınırlarına ulaşmıştır. Bunun ötesinde, doğuda, batıda ve kuzeyde sürekli savaş halinde bulunmak mecburiyetindedir. Tarihte hiç bir ülke, Selçuklular ve Osmanlılar ölçüsünde dış saldırıya maruz kalmamıştır. Denebilir ki, cephelerde savaş olmadık bir gün geçmemektedir. Buna, zaman zaman iç ayaklanmalar da eklenince, çok geniş sınırlar içinde ve bünyesinde çok sayıda farklı dini, dili, kavmi barındıran bir ülkenin, bırakın bir ihtişamı devam ettirmeyi, ayakta kalmasının bile zorluğu kendiliğinden ortaya çıkar. Cemil Yener (“Şeyh Bedrettin”, Varidat çevirisinin girişinde, İstanbul 1970), Şeyh Bedrettin’in yaşadığı dönem içinde Osmanlı Devleti’nin 100’e yakın savaş yaptığını kaydeder (Yetkin: 106).
İslâm dünyası, bilhassa Batı ve kuzey cephelerinden gelen saldırıları hep Haçlı seferleri olarak görmüş ve âdeta buna hak verircesine, 1917’de Kudüs’e giren İngiliz orduları komutanı General Allenby “Haçlı seferleri şimdi bitti” derken, Şam’a giren Fransız komutan ise, Selâhaddin-i Eyyubî’nin türbesinde, “Selâhaddin, işte geri döndük” diye söylenmiştir (Armstrong 1992: 40).
Gerek fert, gerekse toplum ve devlet seviyesinde mağlûbiyetler, mağlûp tarafta, biri kendisine, diğeri ise galip tarafa yönelik iki tür duygu ve eğilimin doğmasına sebep olur. Zirve, yıkılışın tohumlarını da beraberinde taşımakla birlikte, devletlerde, Fethullah Gülen’in ifadesiyle, “sistem körlüğü”nü doğurur (Ünal, 2001: 201). Sistem körlüğü, yeni gelişmelere, yeni ufuklara açılamama, ileriye dönük yeni alternatifler geliştirememe, artık sürükleyici değil, sürüklenen ve yerinde ‘patinaj yapan’ olma demektir. Bu hâl veya eğilim, düşüşe geçildiğinin hissedildiği anda, buna sebep olarak sistemden sapmayı gösterirken, çare olarak da sistemin ıslahını öne sürmeye yol açar. Duraklama Dönemi denilen dönemde Osmanlı yönetiminin yaptığı bu olmuştur. Buna karşılık, mağlûp tarafta galiplere karşı ise, artık onların önünde eğilme, aşağılık kompleksine kapılma ve onları taklit duygu ve eğilimleri gelişir. İşte Osmanlı yönetici elitinde Viyana bozgununu müteakip ortaya çıkan gelişme ise budur.
17’nci asrın sonlarına kadar cephelerde mağlubiyet yüzü görmeyen Osmanlı Devleti, bu ve önceki asırlarda Avrupa’da meydana gelen muazzam değişmeleri gerektiği ölçüde kavramış değildi. Bu yüzden, daima hakir gördüğü bir dünyadan bozgunla neticelenen ilk darbeyi yediği zaman, mağlubiyetin sebeplerini tam olarak kavrayamamıştı (Turhan, 1969: 209). Fakat, uzun, devamlı ve yıpratıcı harplerden yorgun, perişan, ümitsiz ve bitkin bir halde Lâle Devri’ne giren Osmanlı Devleti adamları, artık Garbın üstünlüğünü, hiç olmazsa müphem bir şekilde mu*ayyen sahalarda kabul ediyorlardı” (Turhan 1969: 210). Osmanlı’nın Garp karşısındaki tavrı, yıllar geçtikçe hay*rete, hayranlığa, aşağılık duygusuna ve neticede taklide ve yönlendirilmeye müncer oldu.
-
Cevap: Tarihî arka zemin
Modernleşmenin genel karakteri
Kabaca II. Mahmut döneminde başladığını söyleyebileceğimiz Osmanlı ve onu takip eden Cumhuriyet modernleşmesi, büyük ölçüde birbirinin devamı ve tamamlayıcısı mahiyetindedir.
İkinci Mahmud döneminde, ‘ıslahat’ adına Yeniçeri’nin lâğvedilip Asakir-i Mansure-i Muham*mediye isimli bir ordunun kurulması, ilk Tıbbiye mektebinin, rüşdiyelerin, Mekteb-i Ulûm-ı Edebiyye, Mekteb-i Maarif-i İlmiyye ve Guraba mektep*lerinin açılması, ilk öğrenim mecburiyeti konması, Avrupa’ya çok miktarda talebe gönderilip, Tıbbi*ye’de öğretimin Fransızca olarak kabul edilmesi gibi teşebbüslere girişildi. Bütün bu yapılanların, sağlam bir teşhis sonucu başvurulan gerçekçi tedavi yöntemleri olup olmadığı veya ne ölçüde böyle olduğu bir yana, bu dönemde devlet ve saray teşkilâtında, yaşayış tarzında, kılık ve kıyafette değişiklikler meydana gelmiş, saray teşkilât, teşrifat ve tefrişatı (döşemesi) Avrupa saraylarına göre yeniden tanzim edilmiş, sarığın yerini fes, şalvarın yerini pantolon almıştır. Yine bu dönemde, Padişahın resmî yerlerde şarap içilmesine müsaade ettiğini, res*mini büyük merasimlerle resmî dairelere astırdı*ğını ve ecnebilerle sıkı temaslarda bulunduğunu da görüyoruz. Adolphus Slade isimli, Müşavir Paşa unvanıyla donanmada hizmet gören bir batılı, II. Mahmud’un ıslahat hareketleriyle ilgili olarak şu dikkat çekici yorumda bulunur. “Memleketini yeniden ihya edeceğini söyleyen ve bu hususta devlete misal teşkil etmek mecburiyetinde olan bir şefin, medeniyet hikmetlerini öğretecek yer*de, sarayında üniformalı uşaklar kullanmak gibi teferruatla meşgul olması, Türkiye’de büyük bir ihtiyaca cevap olmak üzere meydana getirilen ıslahatın mahiyeti hakkında bana daha ilk nazarda bir fikir vermek için kâfi gelmişti... Frenkler, camiye gitmeği ihmal ettiği, şarap içtiği, çizme giydiği, Hıristiyanlara ziyafet verdiği, alkışlarına karşı mültefit davrandığı ve bilhassa nakiselerini (eksikliklerini) aynen taklit ettiği için onu methetmektedirler... Hülâsa Mahmut, bırakması lâzım geldiği yerden işe başlamıştır” (Turhan 1969: 236).
Bu noktada, Cumhuriyet modernizminin, Osmanlı modernizminden farklı bir yol ve yöntem izlediğini söylemek zordur. Cumhuriyet modernizmi, millî veya yeni ifadesiyle ulus devlet ve Türkçülük temelinde, dinin ve toplumda dinî dayanışmanın yerine milliyetçiliğe, düşüncede pozitivizme, yönetimde lâikliğe, hayat anlayışında sekülerizme (dünyevîlik) dayanır. Bu genel çerçeve içinde İslâm’ın yerine, Türk tarihinin daha çok İslâm öncesi dönemlere dayanan unsurlarıyla milliyetçilik ve çok uluslu, çok dilli, çok cemaatli Osmanlı Devleti ve toplumunun yerine ise, üniter bir ulusal devlet ve üniter bir Türk toplumu oturtulmaya çalışılmış; İslâm’a dayalı Osmanlılık geçmişi, en azından ilk dönemlerde yeni sistemi oturtma adına belli ölçülerde reddedilip, yeni oluşturulmaya çalışılan kültür, dile varıncaya kadar bu geçmişten arındırılmaya çalışılırken, Türkiye sınırları içindeki bütün Müslüman veya Müslüman varsayılan unsurlar Türk; Rum, Yahudi, Ermeni gibi gayr-ı Müslim unsurlar ise azınlık cemaatleri olarak görülmüştür.
Yaşantı olarak, Cumhuriyet idaresinde modernizmi benimseyenler, onu zahirî bir Batılılaşma olarak algıladılar. Bu çerçevede seküler milliyetçilik modern ve Batılı, aynı zamanda ulus-devlet projesi içinde, buna karşılık İslâm’a ait, bilhassa düşünceye ve hayata müteallik her şey ise gerici, Doğulu ve dolayısıyla modernleşmeye karşı olarak takdim edildi ve özellikle devletin müdahil bulunduğu sosyal alan İslâm’a mümkün olduğunca kapalı tutuldu. Yeni Türkiye’nin şekillenmesinde Batı ve Batılı görünen her şey bu şekilde âdeta kutsanırken, çok ilginç bir şekilde, (Kurtuluş Savaşı, yeni Türkiye’ye bağımsız bir ülke ve ulus-devlet karakteri verme adına, ayrıca yeni yapıyı meşrulaştırma maksadıyla bol bol kullanıldı ve) bu defa Batı, emperyalizmin merkezi olarak gösterildi (Atasoy 1996). Bununla birlikte, yine ilginç bir nokta olarak, Cumhuriyet modernizmi, dış politikada bütünüyle Batı’ya yaslandı. Bu politikanın gereği olarak, meselâ 1935 yılında Kudüs’te toplanan İslâm kongresine katılma adına yapılan daveti Dış İşleri şöyle karşılıyordu: “Kudüs’te, oranın müftüsü tarafından şurada-burada kendisine iltihak eden arkadaşlar ile akdine teşebbüs edilen İslâm kongresinin mahiyeti, ilan olunan mahiyetine göre şeriatçıdır. Hariciyemiz haber alır almaz derhal alâkadar devletlerle temasta kusur etmedi. Bilhassa bir Hilâfet meselesinin hiç bir suretle mevzubahis olmayacağı ve büyük Britanya İmparatorluğu’nun bu kongreyi asla himaye ve teşvik etmediği, milliyetleri terakki yolundan alıkoymaya çalışan böyle teşebbüslerle Cumhuriyet Türkiyesinin bir alâkası olamayacağı tabiidir” (T. Rüştü Aras, “Lozanın İzlerinde”, nakl: Sebil, S: 22). Zaman zaman, Fransa’ya karşı verdiği bağımsızlık savaşında Cezayir’e, 1952’de Birleşmiş Milletler’de desteğini esirgeyecek ölçüde tek yönlülük arz eden bu politikayı en iyi ifade edenlerden biri İhsan Sabri Çağlayangil olmuştur: “Türkiye’nin Batı’ya yönelik siyaseti, tarihinin, coğrafyasının ve büyük lideri Atatürk’ün mirası olan bir siyasettir. Bunun değişmesi için çok önemli sebepler lâzım. Ben diyorum ki, Türkiye’nin gerek ihtiyarıyla, gerek rızasıyla, gerekse hissî sebeplerle Batı’dan ilişkisini kesebileceğine inanmıyorum. Yani, benden dünya yıkılır, Türkiye yerini bulur, falan gibi bir cevap beklemeyiniz. Benim öyle geniş hayalli cevaplar vermeğe ne takatim, ne de niyetim var! Türkiye, siyasetini çizmiştir” (Sebil, S: 102).
Cumhuriyet modernizmi, İslâm’ı yönetimden ve büyük ölçüde sosyal hayattan dışlama dışında, Osmanlı modernizminden farklı olmadı. Cumhuriyet eliti de modernleşmeyi, büyük ölçüde Osmanlı eliti gibi anladı. Meselâ, 1925 yılında Anadolu’yu gezen İngiliz maslahatgüzarı Edmons, İngiliz Dışişleri Bakanı Henderson’a çektiği telgrafta şöyle diyordu:
Medeniyet, Türkiye’de hem yerli halk, hem de resmî görevliler için aynı manâyı ifade ediyor. Bu kelime, her iki grup için de dekolte elbise, içki, dans, kravat, yüksek topuklu ayakkabı, zenginler için gece elbisesi, hava kurumuna üyelik, futbol, en son yazılan romanlar ve diplomatik skandallardan bahsetmek ve Avrupa mobilyalarıyla dolu salonlarda ‘alafranga’ yemek yemek anlamına geliyor... (Yol, 25 Şubat 1977).
Kenyalı profesör Ali Mazruî, Osmanlı ve Cumhuriyet modernizmi dahil, İslâm dünyasındaki modernleşme hareketlerinin, bu dünyada halâ görülen keşmekeşlikteki tayin edici etkisini 4 madde halinde çok güzel ifade eder:
1. Sanayileşme olmadan kentleşme,
2. Üretime dönük insan gücü yetiştirmeden sözlü (ezbere dayalı) eğitim,
3. Bilimselleşme olmadan sekülerleşme (bilimin yükselişi olmadan dinin çöküşü),
4. Kapitalist disiplin olmadan kapitalist tamah. (Fuller ve Lesser, 1996: 33)
Gerçekten de, 1838 Ticaret Anlaşması ve Tanzimat’la yeni bir merhaleye girip hızlanan ve sonuçta Devlet-i Âliye’nin tarihe karışmasında önemli faktörlerden birini teşkil eden Osmanlı modernleşmesi, Osmanlı toplum yapısı gibi, ekonomisini de çökertmiştir.
Batı’nın güçlü devletleri, Osmanlı ıslahat hareketlerinin Osmanlı Devleti’ndeki tesiri hususunda pek tabiî olarak kendi menfaatlerini ön planda tutmuş ve bu hareketlerin Osmanlı Devleti için diriltici bir etki yapmaması adına üzerlerine düşeni yerine getirmekten geri kalmamışlardır. Meselâ, ıslahat hareketlerinin olumsuz noktalarına yukarıda kısaca temas ettiğimiz II. Mahmut döneminde Yeniçeriliğin kaldırılmasından hemen sonra İngiliz, Fransız ve Rus filoları Navarin’de Türk donanmasını yok etmiş (1827); Balkanlardan inen Rus ordusu, Edirne’yi alıp, İstanbul’a doğru ilerlemeye başlamış (1829); Fransız ve İngilizlerin teşvikiyle, Kavalalı Mehmet Ali, devlete baş kaldırarak, Kütahya’yı ele geçirmiş ve İstanbul’u tehdit etmeye durmuş, bunun üzerine Sultan II. Mahmut, Rus ordusunun ve savaş gemilerinin yardımını istemek zorunda kalmıştır (1833).
-
Cevap: Tarihî arka zemin
Çöken ekonomik yapı ve yolsuzluklar
Osmanlı Devleti’nde serbest ticaret belli kayıtlar altında yapılır ve yerli tüccar daima korunurdu. İç ticaret Osmanlı tebasına ait olup, yabancı tüccar, içeride yerli tüccarla rekabet edemezdi. “Yed-i vahid (tekel)” denilen bu usûl, ithal mallarına da uygulanırdı. 19’uncu asırda bütün dünyayı açık pazar haline getirmeye çalışan Batı, bu yüzden, Osmanlı topraklarındaki bu ticari kayıtların kaldırılmasını istiyordu. 1838’de yapılan ticaret anlaşmasıyla, dış mallara ve yabancı sermayeye karşı korunma tedbirleri getirilmeden içerideki kayıtların kaldırılmasıyla, sanayileşememiş ve dolayısıyla üretimde Batı ile rekabet etmesi mümkün olmayan Osmanlı toprakları, Batılı sanayi*leşmiş ülkeler için bir açık pazar haline geldi. O kadar ki, artık Batılı bir tüccar, Osmanlı ülkesinde sattığı mallar için % 5 vergi öderken, bir Osmanlı tüccarı, yabancı ülkelere ihraç edeceği, hattâ yalnızca Osmanlı eyaletlerinin veya beyliklerinin birinden öbürüne taşıyacağı emtia için, % 12 vergi ödemekle yükümlü tutuluyordu. Neticede, büyük oranda el tezgâhı üretimine dayanan yerli sanayi çöktü. 1847’den önceki yıllarda Bursa günde 25.000 okka ipek işleyen 1000 tezgâha sahipken, işlenen ipek miktarı 4.000 okkaya, tezgâh sayısı 75’e düştü. İngiliz Edward Michelsen, Türk sanayiinin durumunu 1858’de şöyle anlatıyordu: “Yabancı memleketlerde büyük ünü olan Türk sanayiinin bir çok kolları şimdi tamamıyla yok olmuştur. Bunlar arasında pamuk sanayii gelir ki, Türk pamuğu bugün tamamıyla İngiliz sanayii tarafından sağlanmaktadır (Avcıoğlu 1977: 109).
Ticaret anlaşmasının ardından gelen Tanzimat reformlarından asıl maksat, yerli azınlıkları Sultan’ın en hür, en gözde uyrukları yapmaktı. Nitekim, İngiliz Büyükelçisi Canning’in perde arkasından yönettiği Tanzimat reformlarından Türkiye’de yararlananlar, paşaların yanı sıra, Batı kapitalizminin yerli komisyonculuğu rolünü yüklenen gayr-ı Müslim aracılar olmuştur (Avcıoğlu, 1977: 109).
1854’te dış borçlanma çığırı açıldı. Lütfi tarihine göre, sayesinde “ol vaktin dişlicelerinin çok şey kemirdiği” bu çığır, Düyun-u Umumiye’yi doğurdu. Neredeyse bütün yerli tarım ürünlerine devletin borçları karşısında âdeta ipotek koyan Düyun-u Umumiye idaresinde 1912 yılında, 5653’ü sürekli, 3253’ü geçici 8931 memur çalışıyordu. Bu personelin tayin ve azli, doğrudan doğruya Düyun-u Umumiye Meclisi’ne aitti; yani bunların Osmanlı Devleti ile hiç bir ilişkisi yoktu. Ama bu personel, görevlerinin ifasında, devlet memuru sayılmaktaydı ve Osmanlı memurları, bunlara yardımcı olmakla yükümlüydü. Devletin tayin ve azledemediği bu personel, devletten emekli maaşı alma hakkına da sahipti. Dış borçların toplam teminat tutarı 16.330.000 Osmanlı lirasını bulmaktaydı ki, bu miktar, devlet gelirlerinin yarısı demekti. (Avcıoğlu 1977: 109)
Benzer çığır ve çizginin, genel manzarasını batılılaşma ve modern mede*niyet adına yapılan inkılâpların, bu inkılâpların getirdiği sosyal değişimin, bir çeyrek asır süren tek parti idaresinin, daha sonra istenilen seviyede yerleş*tirilemeyen ve sık sık kesilen demokratikleşme teşebbüslerinin ve ekonomide belli ölçülerde dışa bağımlılığın oluşturduğu Cumhuriyet döneminde de belli ölçülerde devam ettiği görülecektir. Pek çoğu itibariyle gayr-ı meşru yollardan veya yolsuzlukla kazanan tüketim çılgınlığı içinde bir zengin sınıfla birlikte savaş ve arada bir ortaya çıkan kriz zenginlerinin türemesi ve bilhassa bu zengin sınıfın Batılılaşma adına israf içinde bir hayat sürmesi, Osmanlı modernleşmesinde olduğu gibi, bu modernizmin de göze çarpan bazı özellikleri olarak ortaya çıkmıştır. Meselâ, yeni başkent Ankara’ya 10 parasız gelen bazı arsa ve imar spekülasyoncuları kazandıkları yüzbinlerce lirayı dış bankalara aktarmakta; Yakup Kadri’ye göre yönetim, arsa ve imar spekü*latörlerine mani olarak, bir şehir planını tatbik edebilecek bir potansiyel ortaya koyamamakta (Avcıoğlu, 1977: 435); Falih Rıfkı Atay ise, resmî işlerini halletmek üzere Ankara’ya gelenlerin, rejimin düşmanlarına pay kaptırmama adına bizzat devlete yakın olanlar tarafından haraca kesildiğini ve o dönemde yoksul sayılabilecek bazı kimselerin birkaç yıl içinde iki özel otomobil, köşk, kotra sahibi olabildiklerini yazmaktadır (Yetkin, 1980: 480-481).
Parti üyeliğini, İkinci Dünya Savaşı yıllarında, değersiz deri ihraç ediyormuş gibi göstererek, aslında altın değerindeki yünü kaçak olarak ihraç etme, bu yoldan sağladığı dövizi yurt dışında biriktirme, bunun da ötesinde, yabancı firmalar adına “casusluk” yapma adına istismar eden önemli kişiler vardır (Avcıoğlu 1977: 475). Türk parasını devalüe eden 1943, 7 Eylül kararlarının iktidarın yakınlarına önceden bildirildiği, parti teşkilatında yer alan bazı ileri gelen zenginlerin piyasa oyunları yaptırdığı, onlara açıktan milyonlar kazandırılarak, komisyon alındığı söylentileri o dönemde ayyuka çıkmıştır (Avcıoğlu, 1977:620). Ticaret Bakanı Behçet Uz, 1942’de savaş ekonomisi uygulandığı bir zamanda, “İngiltere’nin dahi cüret edemeyeceği bir liberalizm şampiyonluğu ile” fiyatları serbest bırakmış, bunun sonucunda buğday 13,5 kuruştan 100 kuruşa, zeytinyağı 85 kuruştan 350 kuruşa fırlamıştır. 85 kuruştan stok edilen 16 bin ton zeytinyağının 350 kuruştan satışı, tabiî ki bir kısım tüccarın yararına işlemiş, ordu ihtiyacı için el konulan büyük miktarda motorlu araç lastikleri, belirli kişilere tahsis edilmiştir (Avcıoğlu, 1977: 472). Kısaca, Türkiye’de çok partili dönemde, bilhassa şu son yıllarda çok büyük boyutlarda ortaya çıkan yolsuzluklar yeni bir olgu olmayıp, kökleri hayli derinlere kadar uzanmaktadır.
-
Cevap: Tarihî arka zemin
Değişen hayat modeli
19’uncu asrın ikinci yarısında başlayan dış borçlanma, pek çok rical-i devlet başta olmak üzere, bundan istifade eden elit bir kesime borçla muhteşem yaşama kolaylığını öğretti. Bir kere, Osmanlı ülkesine sermaye akışı başlamıştı. Milletin bir kısmı, yüksek denilen sınıflardan başlayarak, hiç bir zaman temellerine inemediği ve asıl özellikleriyle kavrama zahmetine katlanmadığı Avrupa uygarlığının fikrî ve bedenî zevklerine alışıyordu. “Avrupa fikirleri, Avrupa âdetleri, Avrupa libasları, Avrupa kitapları, Avrupa kanunları, Avrupavari saraylar, kâşâneler, sahilhaneler, mobilyalar, Avrupavari tiyatrolar” ve daha neler neler, İstanbul’dan saray ve vükelâ dairelerinden her tarafa yayılıyordu. Bu, mahut devr-i Tanzimat’tı.
Belli tarım ürünleri ihracı sayesinde yapılan ithalâtın önemli bir kısmı, tarım ve sanayiinin kalkınmasına değil, büyük şehirlerdeki bu yüksek tabakaların tüketimini karşılamaya gidiyordu: Kibar mahallelerdeki mağazalarda, “yok, yok” idi. Un, pirinç, şeker bile dışarıdan sağlanırdı. Piyasada Hollanda, İsviçre, Fransa peynirleri, süt hülâsaları, her türlü meyve, sebze ve balık konserveleri satılmaktaydı. Bakkal dükkânları, Avrupa ve Amerika mallarıyla doluydu. Domates konservelerinin en iyisi İtalya’dan geliyordu.
Saray kadınları da Batılılaşmaya ayak uydurmuştu. Bilhassa Paris’ten ve Viyana’dan getirilen dekolte elbise giyen sultanlar, keza Avrupa mobilyalarıyla dolu salonlarda “alafranga” yemek yiyorlar, en son yazılan Fransızca romanlardan veya diplomatik skandallardan bahsediyorlardı. Âdet haline gelmiş olan Avrupa modasına uymak arzusu, kadınların para sarf etmek hususundaki gayretlerini büsbütün kamçılıyordu. Eski kıyafetlerini tamamen terk etmişler, şimdi İmparatoriçe Eugenie gibi parlak ayakkabılar, Paris modeli danteller, sunî çiçekler kullanıyorlardı (Avcıoğlu 1977: 19-201).
Aynı yapı, Cumhuriyet döneminde çok da farklı olmadı. Aktaracağımız iki misal, genel görüntüyü resmetmeye yeter:
Cumhuriyet burjuvazisinden Ankara’da oturanlar, Cumhuriyet kutlamalarından iki ay evvel İstanbul terzilerine taşınmaya başlardı. Gerek Kalgurisi’de, gerek Fegara’da en son Paris modelleri Ankaralı hanımlar tarafından kapışılıyordu. Beyler, fraklarını ya daralmış, ya eskimiş bularak, yeniden gece esvapları ısmarlıyorlardı. İlk yıllar, bir kuyruklu ceketle bir silindir şapkayı kâfi sananlar, şimdi klak ve makferlan peşinde koşuyorlardı. Yazık ki, bu artikellerin bir kısmını, stoklar tükenmiş olduğu için bulmak kabil olmuyor ve Beyoğlu’nun belli başlı mağazaları vasıtasıyla Avrupa’ya ısmarlamak lâzım geliyordu. Bu sırada dans iskarpinlerinin fiyatı üç dört misline fırladı. Gerçi yeni çıkan “Âdab-ı Muaşeret” kitabında maskaratsız olmak şartıyla, bağlı rugan iskarpinlere mesağ vardı. Lâkin, zerafetin en ileri şartlarını yerine getirmek, asrîliğin ihmal götürmez bir şiarı telâkki olunuyordu. (Nakl: Avcıoğlu, 1977:440–41)
Doğan Avcıoğlu, bu burjuvaziye tipik bir örnek olarak, yeni zenginler arasına giren eski millî mücadelecilerden Hakkı bey adlı birini nazara verir.
Hakkı beye de, artık bir Avrupalı gibi giyinip süslenmek, bir Avrupalı gibi dansetmek, bir Avrupalı gibi yaşayıp eğlenmek ve hele bu iddiada Avrupalılar nezdinde Avrupalılar arasında muvaffak olmak, büyük bir zafer kazanmak kadar ehemmiyetli görünüyordu.
Bu yeni Türk muhitine yeni girmiş bazı ecnebiler, Hakkı beye, “Bu Almanca’yı Berlin’de mi öğrendiniz?” veya eşi Selma hanıma, “‘Hiç şüphesiz Paris’ten giyiniyorsunuz” dedikleri vakit, sanki medeniyet yolunda bir geniş adım atılmış gibi oluyor, eşte dosta bir düğün dernektir gidiyordu. Lâkin, bu muvaffakiyetlerin bir nevî rekabet ve bir nevî kıskançlık hisleri uyandırdığı da oluyordu. O vakit, bütün aileler arasında bir giyim kuşam yarışıdır başlıyordu.
Kapısında bir Stude Baaker otomobili her dakika emrine âmade duruyor, içeride elektrikle işler en iyi cinsten bir mobilya gramofon en son dans havalarını durmaksızın çalıyordu. Çocuklar, bir İsviçreli mürebbiyenin eline bırakılmıştı. Bu İsviçreli mürebbiye, aynı zamanda Murat beyin karısıyla kız kardeşine Fransızca, dans, âdâb-ı muaşeret dersleri verirdi. (s: 440)
-
Cevap: Tarihî arka zemin
Köy ve köylünün durumu
İttihad-Terakki önderliğindeki II. Meşrutiyet yıllarında devletin çöküşü hızlanır. Her şey, eskisinden çok daha kötüdür. Bu yıllarda köylünün durumu ise, pek çok Anadolu vilâyetini gezen Tanin Gazetesi muhabiri Ahmet Şerif’in tesbitleriyle şöyledir:
Köylü mahkemeye gidiyor, fakat köylünün işini görmeye memur olan hakim efendi saatlerce sonra geliyor... Köylünün kulakları, zaten öteden beri memurların rüşvetsiz iş görmedikleri, devlet katında fakir ile zenginin eşit olmadığı hakkında işittiği sözlerle dolmuştu (s: 20).
Halk, genellikle hükümetten... adalet bekliyor… Halkın asıl şikâyetlerinden biri de mahkemelerin durumu... bugün için, onun görüşüne göre mahkeme adalet kapısı değil, zorluklar merkezidir (s: 20, 22).
Köylü, hiç olmazsa rüşvetçi, ahlâksız memurların değiştirildiğini, söz gelişi köye gelerek, beş paralarını almadan kendilerine yemek, hayvanlarına yem verdiği jandarmalara karşı korkudan titremeye artık gerek kalmadığını anlamak ve bu gibi, önemsiz sanıldığı halde, onun görüşüne göre pek önemli olan yönlerde bir değişiklik görmek istiyor... Memleket, haraplıktan, cahillikten, zulüm ve zorbalıktan, adaletsizlikten feryat ediyor; halk, birçok yerde tohumluk bulamıyor... “Bu sene... çiçek hastalığı baş gösterdi. Çocuklarımızın aşılanması için devlete, kaymakama başvurduk. Kaymakam, ‘Paramız yoktur, aşı memuru nereden gelecek, sizin çocuklarınızda çiçek varsa ben ne yapayım?’ diye bizi kovdu...” Hastalık, bir aydan beri köyde çocuk bırakmayarak 250-300 çocuğu götürdükten sonra... Köye jandarmalar, tahsildarlar gelir; köylü, zaten misafir sevdiğinden bunları doyurmayı kendisine bir görev bilir. Fakat bu adamlar bununla yetinmezler, kuzu kestirirler, hayvanlarına zorla yem alırlar, köylünün her şeyinde gözleri vardır. Yerler, içerler, beş para vermeksizin giderler... Bir de, tapu dairesine uğrayıp çıkmak... gerekti. Bütün defterler kazıntı, silinti içinde, sayfalar yırtılmış, kopmuş, perişan bir durumda... Kayıtlar değiştirilmiş. Hasan’ın bilgisi olmaksızın üzerinde kayıtlı bulunan malları Hüseyin’e ferağ edilmiş ki, bu gibi durumlar, artık basit işler sırasına girerek her zaman olabilirmiş... (s: 25, 26, 47, 58)
Birinci mevki yolcularından bir matmazel, çizilmiş bir iltifat dairesi arasında piyanonun önünde şuh ve sevinçli kalbini terennüm ederken, güvertede bir kız, o matmazelden daha güzel bir kız titriyor, öksürüyor, öksürüyordu... Yaşayışında sefalet, seyahatte, vapurda, trende, her yerde sefalet... Daima sefalet... s: 152)
Asırlarca süren bir ihtişamın yerini bıraktığı sefaletin üzerinde Mehmet Akif şöyle ağlıyordu:
Harap iller, serilmiş hanümanlar, başsız ümmetler..
Yıkılmış köprüler, çökmüş kanallar, yolcusuz yollar;
Buruşmuş çehreler, tersiz alınlar, işlemez kollar..
Bükülmüş beller, incelmiş boyunlar, kaynamaz kanlar;
Düşünmez başlar, aldırmaz yürekler, paslı vicdanlar..
Tagallüpler, esaretler, tahakkümler, mezelletler;
Riyalar, türlü iğrenç iptilâlar, türlü illetler..
Örümcek bağlamış tütmez ocaklar, yanmış ormanlar;
Ekinsiz tarlalar, ot basmış evler, küflü harmanlar..
...
Ipıssız aşiyanlar, kimsesiz köyler, çökük damlar;
Emek mahrumu günler, fikr-i ferda bilmez akşamlar...
Geçerken ağladım geçtim; dururken ağladım durdum;
Duyan yok, ses veren yok, bin perişan yurda başvurdum.
Köylünün durumu, bir takım iyileştirme çalışmaları dışında, Cumhuriyet dönemine de uzun süre fazla bir değişiklik arz etmedi. İkinci Dünya Savaşı yıllarında “Milli Koruma Kanunu”nun verdiği yetkilere dayanan hükümet, tarım ürünlerinin fiyatını çok düşük tutmakta, “Köylüden alınan yol vergisi, hele 1943’te çıkarılan Toprak Vergisi, savaş bunalımını âdeta köylünün sırtına yüklemekte, ürünün % 10-12’sini toprak vergisinden ötürü aynî olarak devlete vermek zorundaki köylü, çoğu halde varını yoğunu satmakta, el kapısına ırgat gitmektedir. Tahsildar baskısı ve dayak,” bugün bile köylerde hatırlanmaktadır” (Cem 1977: 400). “Vergiyi ödemesi için toprağın bir bölümünü ağaya satanların sayısı çoktur. Köylü, binbir güçlükle toparladığı aynî vergiyi, köyünde tartıp, kasabaya bizzat taşımakta, ne var ki bu kez, sorumlu memurların farklı muamelesiyle karşılaşmakta, vergisini tam ödemediği, belirli bir kiloya daha gerek olduğu kendisine söylenmekte ve bu durumda köylü, ya rüşvet vermek zorunda kalmakta, yahut dayağa rıza göstermektedir (Avcıoğlu, 1977:620).
-
Cevap: Tarihî arka zemin
Fethullah Gülen’in bakışıyla Osmanlı modernleşmesi
Fethullah Gülen, Diriltici Ruh yazısında, modernleşme öncesi Müslüman-Türk toplumunun ana dinamikleriyle, Osmanlı modernleşmesindeki olumsuzlukları paradoksal bir biçimde dile getirir.
Gülen, bu yazısında, eskiden idareciden sokaktaki vatandaşa kadar bütün insanımıza hakim olan civanmertliği, Alparslan’ın “Romen Diyojen’i hüngür hüngür ağlatan mürüvvet ve âlicenâplığı’nı, Antalya kalesinde haçlılarla karşı göğüs göğüse dövüştükten sonra, elde ettiği esirlerin bütününü hürriyete kavuşturan Kılıçarslan’ın asalet ve insanlığı’nı, Akşemseddinlerle temsil edilen ruh ve iman kuvvetini, Fatih’in affediciliği, müsamahası, mağlûplara sonsuz haklar bahşetme ve civanmertliğini ve Yavuz Selim’in, Mısır’ın fethinden dönerken, halkın karşılama ve alkışını görmemek için, şehre gece, gizlice ve her türlü gösterişten uzak girişini örnek verir. Ardından, insanlık ve mürüvvetin yerini sunîliğin, yiğitliğin yerini namertliğin, ruhî düşüncenin yerini kaba kuvvetin, kerim olmanın yerini hokkabazlığın, inancın yerini inkârın almış olmasına karşı çıkar. Sonra, ruhun kolsuz kanatsız ve vicdanın ledünnî zevklerden mahrum bırakılmasını, gönlün bir kısım hasis menfaatler uğruna binbir uğursuz heyecanın kaynağı haline gelmesini; nihayet, gerilerden geri bir hayat dekoru içinde tembellik, plansızlık ve cehaleti, aşksızlığı ve heyecansızlığı eleştirir. Bunun da ardından şu değerlendirmelerde bulunur:
Âh, o istismarcı yaramaz hokkabazlar! Vah, o aldatılan mazlumlardan daha mazlum yığınlar!..
Bütün bunlar oldu ve olacaktı da. Zira toplum, kendini yenileme kertesine gelmiş olmasına rağmen, ışıktan yoksun ve yol gösterici fikir adamından mahrum bulunuyordu. Garb, kendisini yenilerken, onun o günkü felsefî düşüncesini temsil eden Descartes, hür olmayan düşünceye düşünce nazarıyla bakmamasına karşılık; bizde tefekkür, çoktan sarılıp sarmalanıp bir kenara konmuştu. O devirde batılı düşünür, eşya ve hadiselere nüfûzda, kâinat kitabına olan aşkından, Yaratıcı’ya giden yolları araştırırken; bizde inkılâp diye binbir şenaatin kol gezdiği “Lâle Devri”, daha doğrusu milletçe çakırkeyf olma devri yaşanıyordu. Dünyanın bir kesiminin, “âyât-ı tekviniyye”yi düşünce menşûrundan (prizma) geçirerek kâinatları fethetmeye koyulmasına karşılık; beri tarafta bir girdap halini almış ve bütün değerlerimize meydan okuyan bir nefsanilik ve ruh sefâleti... (Sızıntı, Mart 1983)
Cumhuriyet modernizmi ve din
Hakan Yavuz, Cumhuriyet modernizmi ve onun İslâm’a bakışı konusunda özetle şu yorumda bulunur:
Reformlar, Türkiye’yi refah ve çatışma alanlarına böldü. Refah alanları devlet gücünü elinde tutan siyasi elit etrafında oluşurken, çatışma alanları halkın fakir kesimlerini kapsadı. Din, bu “siyah Türkler” tarafında kaldı. “Beyaz Türk”ün güya lâiklikte anlamını bulan kimliği, dine karşı mücadele ideolojisine dayanmış ve onun ruhu, Türkiye’nin geleneksel bünyesinden rahatsızlık duymuştur. Bunlar, İslâmî güçlerle karşılaşmalarında kendilerini lâik, akılcı ve Batıcı olarak düşünseler de, aslında Batı hakkında da ve lâikliğin ne olduğu konusunda da çok az bilgi sahibidirler. Bir cinsin ruhunun bir başkasının bedenine girmiş ve böylece cinsiyet değiştirmiş bir mahiyet arz eden modern Türkiye, sürekli bir gerilim içinde olmuş ve devlet, yeni benimsenen Türk millî kimliğini yerleştirmek ve İslâm ile Osmanlı mirasından kopmak için orduyu, okulları, medyayı ve sanatı kullanmıştır (Cleansing Islam from the Public Sphere, Journal of International Affairs, Sonbahar 2000, 22-26) .
Yukarıda da ifade edildiği gibi, milliyetçilik ve pozitivizm temellerine oturan, İslâm’ı bilhassa devletin doğrudan müdahil bulunduğu alanlardan ve sosyal hayattan tecrit etmeyi esas alan Cumhuriyet modernizmi, Hakan Yavuz’un da ifade ettiği gibi, bilhassa sosyal hayatı düzenleyen yanı itibariyle İslâm’a sıcak bakmamıştır. Hattâ, zaman zaman onun bir vicdan işi olarak kalmasına bile tahammül gösteremediği zamanlar olmuştur. Meselâ, bir dönemin Adalet bakanı Esat Mahmut Bozkurt tarafından devletin resmî dininin Hıristiyanlık olması bile teklif edilebilmiştir (Mısıroğlu: 94). Aynı bakanın, İsviçre Medeni Kanunu’ndan alınan 743 sayılı Türk Kanunu Medenisi’nin Esbab-ı Mucibe Lâyihasını 17.2.1926 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunarken, bu lâyihada İslâm hakkında kullandığı ifade, son derece manidardır: “Türk Medeni Kanunu Tasarısı, yürürlüğe konulduğu gün, ulusumuz, 13 yüzyılın kendisini çeviren hastalıklı inançlarından ve kargaşadan kurtulmuş, uygarlığın içine girmiş olacaktır.” Burada, İslâm’ı “hastalıklı inançlar ve kargaşa” olarak takdim bir yana, Türkler sanki 13 asırdır, yani İslâm’ın doğduğu günden beri Müslümanmış gibi çok büyük bir tarihî hata da işlenmektedir.
Bu dönemin yöneticisi ve aydını, büyük çoğunluğu itibariyle, edebiyatta tabiatçı veya sembolist, ahlâkta ilimci, düşünce ve felsefede pozitivist ve rasyonalist, eğitimde tamamen yine pozitivist ve rasyonalist, kâinat ve insan soyunu açıklamakta Darwinci, iktisatta teorik olarak liberal/kapi*talist, siyasî yönetimde cumhuriyetçi, devlet düzeninde dine karşı lâik ve inancında ise materyalisttir!
3 Mart 1924 tarihinde Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’nin lâğvı üzerine çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu’yla bütün din eğitim okulları kapatılmış, ancak İmam-Hatip mektepleri açılmasına müsaade edilmiştir. Kısa zamanda sayıları 29’a varan İmam-Hatip mekteplerinin sayısı, 1929 yılında 2’ye indiril*miştir (Karpat, 236). Vedat Nedim Tör imzasıyla, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) hakkında yayınlanan bir kitapla ilgili olarak Eşref Edip beye gönderilen Dahiliye Vekâleti, Matbuat Umum Müdürlüğü, 653 sayı, 17 Mayıs 1934 tarihli yazıda ise şöyle deniyordu: “Mektubunuzu aldım. Biz, her ne şekil ve sûretle olursa olsun memleket dahilinde dinî neşriyât yapılarak dinî bir atmosfer yaratılmasına ve gençlik için dinî bir zihniyet fideliği vücûda getirilmesine taraftar değiliz. Zât-ı âlilerinin herkesçe de müsellem olan ilim ve faziletinize hürmetkârız. Ancak, günün bu kabil neşriyata tahammülü olmadığını siz de takdir edersiniz.” Aynı şekilde, Başvekâlet Matbuat Umum Müdürlüğü tarafından 1945 yılında gazetelere, “Gazetelerinizin son günlerdeki neşriyatı arasında dinden bahis yazı, mütalâa, ima ve temsillere rastlanmaktadır. Bundan sonra din mevzuu üzerinde gerek tarihî, gerek temsilî ve gerek mütalâa kabilinden olan her türlü makale ve fıkra ve tefrikaların neşrinden tevakki edilmesi ve başlanmış bu gibi tefrikaların en geç 10 gün zarfında nihayetlendirilmesi” talimatı verilebilmiştir (T.C Başvekâlet; Matbuat Umum Md., İç Matbuat Dairesi, 1945).
Bu dönemde, köyde doğup büyümüş öğretmenlerle köyü kalkındırma adına kurulan Köy Enstitüleri ise, bilhassa halk nezdinde bir başka problemin kaynağı idi. Bu okullar, 26.12.1954 günü, Büyük Millet Meclisi’nin 22’nci toplantısında görüşülürken, devrin Millî Eğitim Bakanı Tevfik İleri, bu kurumlarda, “Biz hâlâ rejimi (komünizmi) kabul ettirmiyorsak, bu, o rejimin kötülüğünden değil, bizim kafalarımızın geriliğindendir. Son varılacak nokta, vatan, sınır kavgaları atılarak aile ve memleket diye bir şeyin tanınmadığı, bütün insanların kardeş olarak yaşamaya çalıştıkları bir merkezdir. Bunun için yapacağımız iş, hükümeti devirerek yerine geçmek, komünistliği ilân etmektir. Aile kudsiyeti bir saçmadan başka bir şey değildir. Bunları ortadan kaldıracak elemanlar bizleriz.” şeklinde komünizm propagandası yapıldığı ve bu şekilde öğrencilerin zehirlendiği, Komünist Manifesto’nun teksir edilerek öğrencilere dağıtıldığı; ahlâkî gelenek ve göreneklerimize aykırı her türlü hareketlerin maruz görüldüğü, hattâ teşvik edildiği ve çirkin muamelelere hedef olan ve mukavemet gösteren bazı kız öğrencilerin bıçaklanarak tecavüze uğradıkları üzerinde durmuştur.
Bu okullardan mezun olanlar, halk kesimleri tarafından genellikle sevilmemiş ve kabûl görmemiştir. Doğu Anadolu illerinde tetkiklerde bulunan Mümtaz Turhan’a, köylüle*rin çocuklarını okullara göndermeyişlerine sebep olarak verdikleri cevap şöyledir: “(Bu öğretmenlerin) işleri güçleri bir araya gelip, mütemadiyen şarkı söyleyip oynamaktır. Âdetlerimize, ahlâk kaidelerimize riayet etmiyor, bizleri hakir görüyorlar. Bunlar geleli köylerde hürmet diye bir şey kalmadı. Bunlar, tuhaf yetiştirilmiş bir acayip insanlar; bunlarla biz anlaşamıyoruz, görseniz bize hak verirdiniz.” (Turhan, 1969:147)
Gerek Osmanlı, gerekse Cumhuriyet modernleşmesinde gittikçe dine sırt çevirmeye uzanan sürecin akıntısında hareket eden “müstağrip” aydının itirafı gerçekten çok önemlidir:
Biz o zaman sanıyorduk ki, Avrupa devletlerinin bize gösterdiği düşmanlık, bizim ortaçağ biçiminde yaşayışımızdan çıkar; idaremizin bozukluğundan ve Saray ve Babıâli’nin köhne düşüncesinden doğar. Son yüzyılda Avrupa’nın emperyalist devletleri, başta İngiltere bulunmak şartıyla, Türklük aleyhinde durmadan dinlenmeden yayınlarda bulunurlardı. Ünlü Gladeston, İngiliz Parlamentosunda eline Kur’ân’ı alıp: “Türkiye bu kitapla yürüdükçe, uygarlığa zararlıdır” demişti.
Bu sözle, güya adliyemizin ve toplumsal hayatımızın uygarlıkla uyuşamayacağını anlatmıştı. Ve biz gençler yanlış görüş, yanlış inanışla ona hak vermiştik… Bu gençlere üniversitelerde Sakızlı Ohannes Efendi (Paşa) ile Mikael Efendi (Paşa), liberalizmin faziletlerini okutuyorlardı. (Avcıoğlu: 200)
-
Cevap: Tarihî arka zemin
TARİHÎ ARKA ZEMİN TEMELİNDE
AİLE VE İLK TAHSİL HÂLESİ İÇİNDE FETHULLAH GÜLEN
Belki bir portre çalışması çerçevesinde yeterinden fazla ayrıntıya girdiğimiz bu tarihî tahlil, Türkiye’de 20’nci asrın başlarından itibaren olup bitenleri, ülkedeki devlet-millet ayrışmasını, toplum katmanlarındaki bölünmeleri, önce CHP-DP olarak başlayan ve daha sonra CHP-AP, CHP-Milliyetci Cephe olarak devam siyasî uzlaşmazlıkları, bir dönem sağ-sol, daha sonra İslâmcı-lâik kutuplaşmalarını, 1960’lı ve 70’li yılları içine alan anarşi ile 1984-2000 yıllarını kapsayan korkunç terörü, Türk toplum ve siyaset yapısını anlamak kadar, Fethullah Gülen’i de tanıma ve tahlilde bir hayli önemlidir.
Fethullah Gülen, Osmanlı modernizminin bıraktığı enkaz üzerinde kurulan, fakat, en azından henüz bu enkazın kaldırılamadığı, kaldırılamamış olmasının yanısıra, modernizm öncesi “ileri Osmanlı Toplumu”nun ana dinamiklerinin büyük ölçüde reddedildiği bir dünyaya gözlerini açtı. Onun, denebilir ki, “kökü maziye bağlı bir âtî” olarak yetişmesinde en önemli tesirlerden birini icra eden ve Erzurum ilinin Hasankale (Pasinler) ilçesinin 50-60 haneli Korucuk köyünden başlayıp, Erzurum’un içine uzanan bu dekorun merkezinde, İslâm ruhunun çok canlı olduğu baba ocağı bulunuyordu. Bu ocakta, kendi değerlendirme ve ifadeleriyle, bir ciddiyet, temkin, vakar ve dinî salâbet timsali olan büyükbaba Şamil Ağa, torunuyla kimsenin farketmediği bir gönül alışverişi içinde idi. Baba Ramiz Efendi, Türkiye’nin maddî-manevî yokluk, kıtlık ve kuraklık dönemlerinde ve küçük bir köyde yetişmiş olmasına rağmen, “Enderun terbiyesi almışçasına” asil, ilim âşığı, vaktini asla boşa geçirmez, kıvrak bir zekânın göstergesi olarak nüktedan ve dinine gönülden bağlı kerim bir zattı. Babaanne Mûnise Hanım, sessiz, durgun deryalar gibi derin ve engin, inanmayı ve Allah ile irtibatı her hal ve hareketiyle ortaya koyan örnek bir hanımefendi; bir paşa ailesinden gelen anneanne Hatice Hanım ise, her yanı ile bir nezahet âbidesi, kızı ve Fethullah Gülen’in annesi Rafia Hanım da, aynı şekilde, köyün bütün kadınlarına Kur’ân öğreten bir şefkat ve deruniyet timsaliydi. Böyle bir ocakta neşet eden Fethullah Gülen, daha 4 yaşında iken annesinden Kur’ân okumayı öğrenir ve bir ay içinde Kur’ân’ı hatmeder. O yıllarda, Türkiye’de açıktan Kur’ân okutmak bir hayli zordur. Bu sebeple, anne Rafia Hanım, gece kalkar, oğlunu kaldırır ve ona öyle Kur’ân öğretirdi.
Bu ocak, civardaki bütün tanınmış ilim ve manâ insanlarının gelip konduğu, konup göçtüğü bir misafirhane gibiydi de âdeta. Âlimleri çok seven baba Ramiz Efendi, her gün evde hiç olmazsa bir misafirin bulunmasını arzuladığı için, yaşıtlarından çok büyüklerle oturup kalkmayı seven çocuk Fethullah efendi, kendisini neredeyse doğumundan itibaren bir ilim ve maneviyat halkası içinde bulmuştu. Kısaca, şuuraltını oluşturacak ilk tesirleri aldığı, dolayısıyla ruhunun tekevvününde ilk mayalanmayı yaşadığı ve merkezinde bu ocağın bulunup, en önemli özelliğini, Yahya Kemal’in
Âhiret öyle yakın seyredilen manzarada,
O kadar komşu ki dünyaya, duvar yok arada;
Geçer insan bir adım atsa birinden birine,
Kavuşur karşıda kaybettiği bir sevdiğine.
mısralarında ifadesini bulan dünya-Âhiret iç içeliğinin oluşturduğu bu dekoru, içindeki ilk tahsil ve izlenimleriyle birlikte bizzat Fethullah Gülen şöyle anlatmaktadır:
Benim ilk hocam, validemdir. (O’ndan Kur’ân okumayı öğrendim.)
Önceleri köyümüzde ilkokul yoktu; daha sonra açıldı. Okulda bir de Belma öğretmen vardı. Bana çok iltifat ederdi. “Bir gün Galata Köprüsü’nde genç bir teğmen dolaşacak ve ben onu şimdiden seyrediyorum” derdi.
Evin bütün ayak işleri bana düşerdi. Anneme de ev işlerinde yardım ettiğim gibi, ineklerimizi ve koyunlarımızı da ben güderdim. İşlerden boş vakit bulduğum zaman kitap okur veya Kur’ân ezberlerdim. Babam Alvar’da imam iken Hasankale’de Hacı Sıdkı Efendi’den tecvid okuyordum. Hasankale’de kalacak yerim olmadığından, aradaki 7-8 km.lik yolu yaya olarak gidip gelmek zorundaydım
İlk Arapça hocam babam oldu. Daha sonra, Muhammed Lütfi efendinin torunu Sadi efendiden okudum. Ailemin dışında, üzerimde Muhammed Lütfi efendinin tesiri çok büyüktür. O’nun ağzından çıkan her kelime, bana başka bir âlemden akıp gelen ilhamlar şeklinde görünürdü. O konuşurken, şimdiye kadar yere inmemiş bir takım semavî şeyler dinliyor gibi kulak kesilirdim. Onu idrak ettiğimi söyleyemem. Çünkü o, ötelere göç ettiği zaman, ben henüz 16’ncı yaşımın yamaçlarında dolaşıyordum. Buna rağmen, ilk şuur ve ilk ihsaslarıma seslenen bir ruh olması itibariyle, benim o idrake kapalı yaşım, başım ve istidatlarımdan ziyade, onu yine onun tenezzüllerinde yakalamaya çalıştığımı ve bugünkü seziş, duyuş ve hissedişlerimi o günkü ihsaslarıma borçlu olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim.
Erzurum’da ders görürken dedem ve ninemin ölüm haberi beni iyiden iyiye sarsan bir hadise oldu. Gece gündüz, “Ya Rabbi, ne olur, benim de canımı al da, dedeme ve nineme kavuşayım” diye dua ettim. Bu kadar sarsıntı geçirmem, biraz da aile fertleri olarak birbirimize çok ileri seviyede tutkun olmamızdan kaynaklanmaktaydı. Meselâ, ben Edirne’ye gittiğim günden itibaren kardeşim Mesih tek kelime konuşmamış ve bu, ben askerden izinli gelinceye dek sürmüş.
Yine çocukluğumda bir kardeşim vefat etti. Senelerce onun kabrinin başında da göz yaşı döktüm. Hayatımın en sarsıcı hadiselerinden biri de Alvarlı Muhammed Lütfi efendinin vefatı oldu. Onun ölümüyle dünya, yeri doldurulamayacak bir boşluk daha görecek ve bu ‘yaşlı ana’ bir defa daha inleyecekti.
Babam, Alvar köyünden ayrılmak zorunda kaldı. Bir ara, Artuzu köyünde vazife yaptıktan sonra Erzurum’a yerleşti.
Erzurum’da okurken bütün eşyam, kolumda taşıdığım bir sandık dolusu kadardı. Çok zor şartlar altında tahsilime devam ediyordum. Yemeğimizi, yattığımız aynı yerde kendimiz yapardık. Çok zaman soğuk kış günlerinde buz gibi su ile banyo yapmak zorunda kalırdık. Bir ara kaldığımız yerdeki oda çok dardı. Yatmak istediğimde baktım, ayağımı arkadaşlardan birine doğru uzatmam gerekiyor; saygısızlık olur düşüncesiyle uzatmadım. Diğer tarafta kitaplarımız vardı; onlara doğru da ayaklarımı uzatmam mümkün değildi. Beri taraf kıbleye denk geliyordu. Ayağımı uzatabileceğim tek yön de Korucuk köyünü gösterdiğinden, bu defa, babam köyde olabilir ve ona saygısızlık etmiş olurum endişesiyle, o tarafa da ayağımı uzatamadım. Birkaç gece bu şekilde hiç uyumadan oturdum. Hayatımda bir defa olsun babama doğru, yani onun doğduğu ve şu anda medfun bulunduğu Korucuk’a doğru ayağımı uzatıp yatmadım. Benim anne-babama karşı saygı anlayışım budur.
Dinî ilimleri alırken, başka kitaplar da okur ve tasavvufî ilimleri de ihmal etmezdim. Bende, dinî ilimlerle tasavvufun izleri hep aynı ritmi dokuyarak devam etmiştir.
Çok enerjik ve çok hareketliydim. Kültür-fizik yapmayı ihmal etmezdim. Gözüm karaydı. Buna aşırı cesaret de denebilirdi. Kurşunlu Camii’nin önündeki yüksek kavak ağacına göz açıp kapayıncaya kadar tırmanır ve etrafı oradan seyretmeyi severdim. Minare şerefesinin üzerinde yürümek ise çok hoşuma giderdi.
Giyimime çok dikkat ederdim. Tertemiz ve biraz da o güne göre lüks giyinirdim. Günlerdir aç kaldığım olurdu da, ütüsüz pantolon, boyasız ayakkabı giydiğim hiç görülmemiştir. Ütü bulamadığım zaman pantolonumu yatağın altına koyardım ve pantolon ütülenmiş gibi olurdu. (Küçük Dünyam)
İşte Fethullah Gülen, bu dekorun penceresinden geçmişe ve hâle şöyle bakar:
Bir zamanlar bizim dünyamız, kendine has renk ve ışıkları, güzellik ve derinlikleriyle müşahedesine doyum olmayan bir meşher ve başlı başına bir kültür; bir medeniyet ülkesiydi. Bu ülkede hayat o kadar sıcak ve yumuşak, o kadar cazip ve imrendirici idi ki, buraya, cihanın dört bir yanından hac kafileleri gibi kervanlar teşkil edilir ve onun yamaçlarında tenezzühe koşulurdu. Onu tanıyamamış olanlar, her bucakta ve her köşe başında ayrı bir sürprizle büyülenir gider; ona ait ihtişam ve güzellikleri tanıma fırsatını bulanlar da, bir daha bu cazibe ikliminden ayrılmak istemezlerdi.
Bu dünyada şehirler, köyler maddî ve manevî rabıtalarla sımsıkı birbirine bağlı ve bütün ülke köyü, kasabası ve şehirleriyle büyük bir kent gibiydi. Bu ideal sitedeki bütün insanlar, derin bir ahlâk saffeti, sağlam bir din şuuru ve sarsılmaz bir millî vahdete sahiptiler... Ve bu sayede de erişilmez bir huzur ve saadet içinde yüzüyorlardı. Hemen her yerde hayat, o kadar hadisesiz, o kadar nizasız ve o kadar tecavüzlere, cinayetlere kapalı sürer giderdi ki, insaflı seyyahlar burada her şeyin mucizevî cereyan ettiği zehabına kapılırdı.
Burada herkes, iyilik ve güzelliklerle dolar boşalır; herkes birbirinin hayırhahı olduğu şuuruyla hareket eder, herkes, umumun şeref, haysiyet ve namusunun muhafızı gibi davranır ve herkes toplumun mesut olması yolunda; içten gelen bir samimiyet, fevkalâde mürüvvetli ve fevkalâde duyarlı olmaya gayret gösterirdi... İmkânı olanlar imkânlarıyla devletin ve milletin emrine amade yaşar; imkânsızlar da, sağa sola yüzsuyu dökmeye mecbur edilmezlerdi. Evet, ikinciler bir şey isteme âdiliğine itilmez, birinciler de, verdiklerini duyurma bayağılığına düşmezlerdi.
Bu ülkede bütün iyilikler, güzellikler, hayırlar tamamen müesseseleşmişti.. ve ülke insanı da âdeta, Hakk’ın inayetini temsil ediyor gibi, hayatın her kesiminde düşkünü, muhtacı, kimsesizi kucaklıyor; alîle, yolda kalmışa ve perişana el uzatıyordu.
Bugün birçok kimse, o muhteşem medeniyetten arkada kalan her şeye ölmüş dağılmış bir cenazenin parçaları nazarıyla bakıyor. – Ölüp parçalanmayacaklar sevinsin! – Medeniyetler de, mezarlardaki insanlar gibi fânidirler: Bir bir gelir, bir bir varlığa erer, bir bir giderler. Bu geliş ve gidişte ne geleni engellemek, ne de gideni durdurmak mümkün değildir.
Keşke, o ihtişam dönemine ait ömürleri, ömürlerin bir mutluluk armonisi içinde göklere doğru akışını ve bir bir saadet içinde çağlayıp geçen mevsimleri, yılları; mevsimler ve yıllar içinde akıp giden rengârenk hayatı, kalbden kalbe, ruhtan ruha boşalan neşeyi, sevinci, itminanı ve bunlarla hususi bir ses, bir şive, bir terkip, bir tarz, bir üslûp haline gelen güzelliklerin kemalle kutuplaşmasını, olgunluğun mücerred güzellikler buuduna ulaşmasını günümüzün şu kadirnâşinaslarına da gösterebilseydik..!
Aslında, günümüzün takdir bilmezleri gibi bizler de muhteşem medeniyeti, üstüste zelzelelerle, enkaz yığını haline geldikten sonra idrak edebildik. Bizler ve onlar, bu harika dünyayı, onun sihirli nizamları ve baş döndüren intizamları hüküm sürerken, yani bağları henüz bozulmadan, çiçekleri solmadan, ormanları yanıp kül olmadan, toprakları erozyonla akıp akıp gitmeden, küheylanları çatlamadan, süvarileri mehlika sultana tutulmadan, gaziler sarhoş edilip mehter müzeye kaldırılmadan, gözler hakikata kapanmadan, güneşler batıp her yanı karanlıklar basmadan, akan çaylar kesilmeden, çeşmelere civa akıtılmadan, ilâhîler susmadan, ilâhîlik söndürülmeden, her yer mezar haline getirilmeden, mezarlar mezbeleliğe döndürülmeden... hasılı, her şey kıvamında iken görüp seyredemedik.
Dün milleti arkasına alıp zirvelerin zirvesinde gezdirenler, torunlarının başlarına gelecek şu üstüste felâketlerin en küçüğüne dahi ihtimal vermiyorlardı. İhtimal vermek şöyle dursun, onu rüyalarında görmeye dahi tahammülleri yoktu. Ama işte onlar ve işte acı-tatlı hatıraları..! Günü gelince herkes de gidecek! Koca dağların yerinden oynadığı bir dünyada, küçük tepelere ebedî saltanat vehmetmek aldanmışlıktır. Evet gelen herkes gidecek; ama, kimileri şanlı soyumuz gibi gönüllerimizde en tatlı hatıralar bırakıp öyle gidecek; kimileri de, milletin zihninde bir mülevves yâd olarak... (Sızıntı, Aralık 1989)
-
Cevap: Tarihî arka zemin
Öze dönme, sürekli yenilenme ve Batı’ya bakış
Açıktır ki Fethullah Gülen, geçmişe, tamamen ruhî, manevî ve ahlâkî dinamikleriyle, insanî, medenî ve kültürel dokusuyla, insan ruhunu dinlendiren tabiî ve ekolojik çehresiyle bağlıdır. Bunu, onun “Mutlu Yarınlar” (Sızıntı, Aralık 1987), “Mutlu Nesiller” (Sızıntı, Ocak 1988) gibi ilgili diğer yazılarında da rahatlıkla görebiliriz. Bu yazılarında nasıl bir gelecek düşlediğini anlatan Fethullah Gülen, bu geleceğe dönmeyi, 20’inci asırda pek çok Müslüman düşünürün kullandığı bir ifade ile, “Öze Dönme” olarak adlandırır.
Öze dönmek, şahsın kendi karakter, kendi kültür ve kendi ruh köküne dönmesi demektir. Bu da ancak, fert ve toplumun kendi düşünce ve iradesiyle varolması, kendi ayakları üzerinde yürümesi, kendi elleriyle işlemesi, kendi temel kültür malzemesiyle beslenip gelişmesi, millî şahsiyetini hırpalayacak taklitlerden sakınması; örf-âdet ve millî hususiyetler gibi asırlardan beri kaynaya kaynaya benliğimizle bütünleşmiş şeylerin, fevkalâde hassasiyetle korunup kollanmasıyla mümkün olabilecektir.
Fethullah Gülen, “öze dönme”den ne anladığını bu şekilde kısaca ortaya koyduktan sonra, onun ne olmadığı üzerinde durur. Gülen’e göre “öze dönme”, ırkî bir tavır, kan bağıyla hareket etme, ya da dış dünyaya karşı bütün bütün fermuarını çekip kendi modeli içinde sıkışıp kalma manâsında anlaşılmamalıdır. O, ne zamanın dişleri arasında aşınıp giden ve maddî-manevî hiç bir değer ifade etmeyen şeylere gönül kaptırmışlık, ne de temelde bize ait olmadığı halde sonradan içimize sokulmuş yabancı değerlere, bâtıl inançlara, ruhî ve zihnî tekâmülümüzü engelleyen eskimiş şeylere bağlılıktır. Öze dönme, dünü bugünle, bugünü de yarınla bir arada görme ve asırların birikimi kültür menşuruyla, ayıklanacakları çıkarıp atma, geride kalanlara da sımsıkı sahip çıkma demektir.
“Öze dönme”nin ne olup ne olmadığı konusundaki düşüncelerini kısaca açıklayan Fethullah Gülen, bunun ardından, Türkiye’deki acı uygulamaları esefle dile getirir. Ona göre, yıllar yılı bu ülkede, kendinden kaçan bir kısım müstağripler (Batı’yı anlayamayan ve Batı’yı da, batılılaşmayı da sadece bir heves olarak algılayanlar), hep başkalarının nefeslerini solukladı, hep suni teneffüsle yaşadı; bir kere olsun kendileri olarak tabiî teneffüste bulunamadı ve tabiîlikteki derin zevki duyamadılar. Dolayısıyla da, halkla kendileri arasında ortak idealler köprüsü kurulamadı; bu ideallere varış yolları belirlenemedi; yığınların donmuş, hareketsiz ruhlarına onları canlandıracak iman, şuur ve heyecan aşılanamadı. Böylece aydın(!) bir tarafta, halk yığınları diğer tarafta, herkes kendi anlayış ve düşüncesi veya kendi hezeyan ve isyanlarıyla çürüyüp gitti. Bunun neticesi olarak da, kalp, ruh, his ve düşünce dünyamızda kendimizi koruyup kollayamadığımız gibi, kendilerini taklit çizgisinde bulunduğumuz milletlerden de hiç mi hiç yararlanamadık.
Gülen, Batı ile temasa, ondan istifade etmeye karşı değildir. Onun karşı olduğu, Batı’ya bakış, onu değerlendirme ve onunla temastaki yanlışlıklardır. O, körü körüne Batı düşmanlığı yapmayı da eleştirir. Gülen’e göre, İslâm dünyasının maruz kaldığı felâketlerin önemli bir sebebi, Batı’yı gerektiği gibi anlayıp değerlendirememe ve onu yükselten faktörlerden faydalanamamadır. Gülen, her şeyin akıl, mantık ve muhakeme süzgecinden geçirilmesi, realitelerin kavranıp, ona göre ve Türk toplum dokusunun müsaade edeceği ölçüde hareket edilmesini savunmaktadır:
Bizde öteden beri alafranga bir zümre, herhangi bir kritiğe tâbi tutmadan her şeyiyle Batı’yı taklit ederken, diğer tarafta ayrı bir grup, hep onu suçlamayı deneyip durmuştur. Aslında her iki zümre de peşin hükümlülük içindeydi ve hata ediyordu. Batı, ne öyle taklit edilmeli, ne de böyle yerin dibine batırılmalıydı.
Bugüne kadar kayıtsız şartsız Batı’ya hayranlık duyanlar olsun, onu hakikî manâsıyla taklit edebilselerdi, kim bilir belki de belli bir seviyede batılı olabilirlerdi..! Ama, ne onlar, ne biz, ne de bağlı bulunduğumuz şu garipler dünyası, basitlerden basit bu meseleyi hiçbir zaman kavrayamadık; bundan dolayı da hasımlarımız tarafından tekrar tekrar nakavt edildik.
Fethullah Gülen, bu tesbitlerinin ardından, toplum hayatında, bir milletin kalkınmasında ilim, din, düşünce ve kültürle birlikte, bunların münasebetleri üzerinde de durur. Ona göre, kendi usûl ve prensiplerine göre öğretilip hayata mal edilmeyen ilim aydınlatıcı, yol gösterici olamayacağı gibi, aynı talihsizliğe uğramış din ve dinî kültür de, kendinden bekleneni asla veremeyecektir. Dinin fonksiyonunu tam eda edebilmesi için, düşünce ile arasındaki engellerin ortadan kaldırılmasına ve bu yöndeki tıkanıklıkların açılmasına ihtiyaç vardır. Bu yapılmadığı takdirde, zihin ruhla bütünleşemeyecek, kalp ve kafa arasında diyalog kurulamayacak, dolayısıyla da din fonksiyonunu tam olarak eda edemeyecek, bir kısım zavallılar da bunu dinin yetersizliğine verecektir.
“Öze dönme”, ülkenin kendisi olarak problemlerini çözüp kalkınabilmesi için dil meselesine de değinen Fethullah Gülen, “dil de, tarihî tekâmülü içindeki ağırlığıyla ele alınıp güçlendirilmeli ve dünya dilleri arasında iştiyakla yazılıp okunan bir lisan haline getirilmelidir” der ve şunları ekler: “Dil, insanın şahsiyetini temsil eden önemli unsurlardan biridir. Ondaki kusur ve eksiklik, kültür hayatını felce uğratır ve bir ölçüde toplumu da bedevîleştirir. Bir milletin dili, o milletin kültürüne bekçilik yapacak kadar gelişmiş ve güçlü değilse, o milletin başka kültürlerin işgaline uğraması ve zamanla da bütün özünü yitirmesi kaçınılmaz olur.”
Sağlıklı toplum yapısına sahip bir millet ve kalkınmış bir ülke olmanın en önemli şartlarını peş peşe sıralayan Fethullah Gülen, tarih şuuruna değinir ve “tarih şuuru, geçmişle geleceği bağlayan bir köprü mesabesindedir. Bu köprüyü kurup koruyamayan milletlerin, öbür sahilde gidip nereye aborde olacaklarını kestirmek oldukça zordur” der. O, daha sonra da, genel bir değerlendirme içinde kültür konusuyla birlikte, zamanı aşmadan da bahseder ve analizlerini şöyle bağlar:
Onun içindir ki topyekün millet; bir kıta sahanlığı prensibiyle milli ruh ve sahillerini, semalarını kimseye ihlal ettirmeme düşüncesiyle milli mefkûre atmosferini, aynı hassasiyetle milli kültür haremini koruyup kollamalı ve şartlar ne olursa olsun, göz ve gönüllerimiz mutlaka kendi ülkemiz üzerinde bulunmalı; bütün bunlarla beraber, bugünün nesilleri, hem “dün” hem de “yarın” olmasını bilmeli ve bu anlayışla geleceği, mazi kaneviçesine göre bir dantela zarafet ve inceliği içinde işlemelidir ki, bugüne kadar milletçe maruz kaldığımız içtimâî erozyonlara bir daha düşülmesin; kaybedilen şeyleri telâfiye çalışırken, yeni kayıplara sebebiyet verilecek fâsit dairelere girilmesin ve varolma kavgasının verildiği aynı noktada, çeşitli dejenerasyonlarla ölüme davetiye çıkarılmış olmasın...! (Sızıntı, Eylül 1985)
Esasen, “Eski hâl muhal, ya yeni hâl ya izmihlâl” anlayışındaki bir insanın, başka türlü düşünmesi de mümkün değildir. Gülen, geçmişin hatırlanarak millî benliğin restore edilmesi için bu benliği yeniden keşfetme (öze dönüş) çağrısında bulunurken, onun, içinden çağdaş benliğin çıkarılıp inşa edilmesini istediği geçmiş, sadece bir ‘geçmiş’ değil, fakat halin geçmişidir.
Fethullah Gülen, Batı’ya ve Batı’nın bütün değerlerine körü körüne karşı ve düşman da değildir; hiçbir zaman böyle de olmamıştır. Şu kadar ki, tarih boyunca kendine has dinamikleri ve ana unsurları bulunan medeniyetler ancak var olagelmiştir. Modern Batı medeniyeti de bunlardan biri olup, onu kendisi yapan aslî unsurları vardır. Bunların bir başka medeniyet veya kültür ailesi tarafından aynen alınıp uygulanması mümkün değildir. Medeniyetler, asla birbirine dönüşemez. Fakat, her medeniyetin diğerinden alacağı unsurlar vardır. Önemli olan, dünyadaki gelişmelere, başka kültür ve medeniyetlere kapalı kalmak değil, bunları bütün yönleriyle çok iyi tesbit edip, alıp özümsenebilecek yanlarını alıp özümsemektir. Bu, planı, maksadı belli; ayrı bir iklim ve coğrafyada, hususi bir estetik anlayışına dayalı bir binayı kurarken, ona ait gerekli bazı malzemeleri ithal etme gibidir. Fethullah Gülen, Batı’ya ve Batı’yla olan, olması gereken münasebetlerimize bu açıdan bakmakta ve dolayısıyla bilmeden şuursuzca Batı taklitçiliği gibi, Batı’ya düşmanca bir tavırla bütün bütün kapanmanın da müsbet bir tavır olmadığını vurgulamaktadır. Onun Türkiye’de modernleşmeye getirdiği eleştiriler de bu açılardandır.
Fethullah Gülen’in “öze dönüş” ve sürekli ayakta, canlı kalabilme hedefi adına teklif ettiği süreç ise sürekli yenilenme veya “kendini yenileme”dir. Fakat o, yenilenme fantezisi içinde dokunup, önümüze sürülen her “elbise”yi yeni diye üzerimize geçirme yanlısı bir yenilikçi değil, insanı insan, bir milleti kendisi yapan öz değerlere bağlılık içinde zamanın önünde yürüme yanlısı bir yenilikçidir.
Kendini yenilemeyi, devamlı varolabilmenin ilk şartı ve en mühim esası kabul eden Gülen’e göre, sırası geldikçe kendini yenileyemeyenler, güçlü de olsalar, er geç tükenip gitmeye mahkûmdurlar. Her şey, kendini yenileyerek canlı kalır ve varlığını sürdürür. Yenileme durunca da canı çekilmiş ceset gibi, çürümeye, heba olup dağılmaya terk edilmiş olur.
Yenileşmenin ‘tabiat’ta sürekli gözlenen bir vakıa olduğuna dikkat çeken Fethullah Gülen, bu yenileşmeyi şairane bir üslûpla şöyle tasvir eder: “Bahar mevsiminde yeryüzü, her şeyin kendini yenilediği ne muhteşem meşherdir! Otlar, ağaçlar ve tırnak kadar bir parçasında milyonlarca canlıya dâyelik yapan toprak... Çık da bir kere gez, baharın o formalarını takıp bin çığlık yenilenen ve gelişen canlıları arasında! Bak, nasıl ölü gibi camid şeyler, resm-i geçide hazırlanan ordular misillü, rengârenk nişanları ve değişik değişik silahlarıyla, bir baştan bir başa yeryüzünü şenlendirip cennetlere çeviriyorlar. Ve dünya çapında, umûmî yenilenmenin bir değil, binlerce, milyonlarca misâlini birden veriyorlar.”
Fethullah Gülen, daha sonra insanoğlunun kendini sürekli yenilemesi gerektiğine dikkat çeker. “Devletler, milletler duygu ve düşüncede, kalbî ve ruhî hayatta, kendilerini yenileyip gençleştikleri nisbette, dünya çapında mesuliyetler altına girip, cihanı fethetmeye hazırlanabilirler” diyen Gülen, bu fethi, “ilme aydınlık, tekniğe iman kazandırmak ve insanoğluna diriliş adına mesajlar sunmak suretiyle gerçekleşebilecek bir fetih” olarak tarif eder ve kendini yenileyemeyen kavim ve topluluklar, esaret içinde ezilip gitmekten kendilerini kurtaramayacaklardır” ikazında bulunur.
“Kendini yenileme”nin önem ve niteliğiyle ilgili analizlerinin ardından “kendini yenileme” ile “yenileşme fantezisi” arasındaki farka vurgu yapan Fethullah Gülen, “kendini yenileme, yenilik hayranlığı ve moda düşkünlüğü ile de karıştırılmamalıdır. Bunlardan biri her şeyiyle delik deşik olmuş yığınların yüzüne boya çalıp, yarıkları kapama ameliyesi ise, diğeri Hızır çeşmesinden getirilen “âb-ı hayât”la, topluma ölümsüzlük kazandırma aksiyonundan ibarettir” der. Ona göre gerçek yenilenme, kök ve çekirdekteki saffeti koru*yarak, verâset yoluyla geçmişten süzülüp gelen bütün gerçek kıymetlerin, hâlihazırdaki düşünce ve irfan buğularıyla sentezleri yapılarak daha yeni, daha berrak tefekkür iklimlerine ulaşmaktır. Kendini yenilemek, tamamen metafizik çizgide cereyan eden bir hâdise ve ruh planında bir diriliştir. Ayrıca o, ilimlerin gelişip inkişaf etmesini, teknolojinin yeni yeni imkânlar hazırlayıp istifademize sunmasını en iyi şekilde değerlendirerek, kendimizi, ilmî ve ruhî terakki adına nerede olduğumuzu sürekli kontrol etmek, kanaat, düşünce ve tasavvurlarımızı yeni baştan bir defa daha, ardından bir defa daha yoklayarak, her lâhza birkaç defa bütün kâinatları hallaç edip, gönlümüzdeki irfan peteğine yeni yeni nektarlar ilâve etmektir. Zaten, başka türlüsüne diriliş de denmez. Yenilik ve eskiliği, sırta geçirilen bir cepken ve ferâcede, bir frak ve briyantinli saçta görmek, düpedüz bir aldanmışlık ve öyle göstermeye kalkışmak da bir illüzyonizm ve hokkabazlıktır.
Bu açıklamalarının ardından, Fethullah Gülen, yenilemeyip yok olup gitme ve yenileşme adına fantezilerle daha bir komaya girmeye tarihten örnekler verir ve şunları zikreder:
Ömer bin Abdülaziz’in yenilenme adına teklif ettiği düşünceleri, toplumun her kesimine maledemeyen Emevîler, kuvvetli rakipleri ve şiddetli fikir akımları karşısında kendilerini ölümden kurtaramadılar. Zillet içinde ve mülevvesin bağrında eriyip gittiler. Aynı şeyleri, ruhta ve gönülde yenilenme yerine, çeşitli yenilikler ve ruhu aşındıran paradokslara açık kapı siyaseti tatbik eden Abbasîler, Endülüs Emevîleri, hattâ 17’nci asır sonrası Osmanlı Türkleri için de düşünebiliriz. Aynı kader çizgisinde eriyip giden bu çok muhteşem ve şanlı devletler, hasımlarından yedikleri darbelerle sendeledikleri bir zamanda, kendilerini ruh planında yenileyeceklerine, gidip Grek düşüncesini ve Latin felsefesini imdada çağırdılar. Bu ise, onların ölümlerini hızlandırmadan başka bir işe yaramadı. Hele, Osmanlı münevverinin, yenilenme adına kendini maskaraya çevirecek bir kısım yenilikler yapmağa kalkması, Türk toplumunu bütün bütün kendine has çizgiden kaydırarak, bir ucube haline getirdi.
Evet, ne “Nizâm-ı Cedît” düşüncesi, ne “yeniçeri kıyım” hadisesi, ne de Gülhane’deki toy karbonarilerin “Hatt-ı Hümayûn”ları Osmanlı toplumuna kendini yenileme yolunu açamadı. Böyle bir yolu açmak şöyle dursun, aksine, bu hareketler, Türk toplumunun başına inmiş balyozlar gibi, onu cankeş edip komaya soktu. Bu arada bir kısım müsbet kıpırdanış ve gayretlerin bulunduğunu da inkâr etmemek gerekir. Ancak bu gayretlerin, hemen hepsi, mevziî (yerel) ve tedâfüî (savunmacı) mahiyette olduğundan beklenen “yenilenme”yi getiremedi. Hattâ, Türk toplumunun, açık seyreden rahatsızlıkları, bu hareketlerle sinsileşerek, daha da tehlikeli bir hal aldığı da söylenebilir. Evet, toplumun çeşit çeşit rahatsızlıklarına karşı yerinde olmayan bu türlü müdahaleler, tıpkı ihtilaçlar içinde kıvranan bir hastaya, müsekkin verip sesini kesmek veya fıtık üzerine yerleştirilen kasık bağı nevinden şeylerdi ki, hastayı muvakkaten teskin etmekten başka bir şeye yaramadı. (Sızıntı, Aralık 1982)