-
Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
http://www.kevserdenizi.net/forum/be...r-baslari.html TIKLAYIN
Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
TAKDİM
Fethullah Gülen hocaefendi’yi, İzmir’de vaz’ vermeye başladığı günlerden itibaren, bu vaz’ları ve daha sonra yazıları ve faaliyetleriyle birlikte uzaktan ve kısmen tanıma imkânım olmuşsa da, kendileriyle tanışma 19 Mayıs 1989’da gerçekleşti. Daha sonra zaman zaman sohbetlerine katılma imkânı oldu. Bu sohbetler, Fıkıh’tan Tefsir’e, Tefsir’den Hadis’e, Hadis’ten Tasavvuf’a, Tasavvuf’tan tarihe, tarihten edebiyata, edebiyattan felsefeye ve güzel sanatlara, oradan temel prensipleriyle tabiî veya pozitif ilimlere kadar hemen her sahayı kapsayan bir özelliğe sahiptir.
Fethullah Gülen hocaefendi, 21 Mart 1999 günü, gerek medyaya yansıdığı üzere, gerekse kısmen bildiğim kadarıyla, Türkiye’de Hocaefendi’nin sağlığıyla ilgilenen bir hastanenin ABD’deki Mayo Kliniği’nden Ocak ayında aldığı bir randevu sebebiyle ABD’ye geldi. Özellikle sağlık problemlerinden dolayı orada kalmaya devam ediyor. Kaldığı binanın dışına bile çıkmadığını söylemek, yalan olmadığı gibi, mübalâğa da olmayacaktır. Burada, âdeta bir inziva hayatı yaşıyor o. Evet, ilk 2000, diğeri 2001 içinde iki defa 15’er gün için tuttuğum bu notları alırken yanlarında kaldığım sürece, diyebilirim ki, hiç binadan dışarı çıkmadılar. Kaldıkları şehrin dışına çıkma ise, sadece muayene ve kontrol maksatlı olarak vuku bulmuş.
Elinizdeki notları, arz edildiği üzere, kendilerini iki defalık ziyaretlerimde aldım. Hocaefendi, engin tevazusuyla, söylediklerine herhangi bir değer atfetmediği için, onların kaydedilmesini arzu etmiyor. Fakat, çok istifade ettiğim o sohbetlerin, oradaki birkaç kişiyle sınırlı kalmaması için, Hocaefendi’ye fark ettirmemeye çalışarak önce onları kısa notlar halinde, fakat daha sonra tamamlanabilecek şekilde kaydettim; bilâhare de, sohbetlerden sonra tamamladım. Her iki ziyaretimde de 15’er günden biraz fazla kalmış olmakla birlikte, bazı notlar 4-5 günü kapsadığı halde, Hocaefendi’nin rahatsızlıkları yüzünden, bir günlük sohbet kadar tuttuğundan, bir günlük not gibi değerlendirdim. Fakat, sadece sohbet notlarıyla sınırlı kalmayıp, Hocaefendi’nin ABD’deki günlük hayatını da yansıtmaya çalıştım.
Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay ismiyle yayına arz edilen bu kitap, inşa-Allah bir boşluğu kapatır ve duyulan bir ihtiyacı kısmen de olsa giderebilir reca ve ümidindeyim.
İsmail Ünal
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
İLK 15 GÜN
1. BÖLÜM
İLK 15 GÜN
Fethullah Gülen hocaefendi’nin uzun süredir bir tanıdığı olarak, buraya ilk Şikago’dan geldim. Şu anda bir-kaç gündür buradayım. Burada kaldığım sürece günlük tutmaya ve burada yapılan sohbetleri kâğıda dökmeye çalışacağım. Burada 6-7 kişiyiz. Hocaefendi’nin doktoru, yıllardır özel hizmetlerini gören bir kişi, Hocaefendi’nin bir talebesi ve burada ikamet eden yakından bir-iki insan. Sohbetleri arada bir kendileri açıyor; çok defa ise sorulan sorulara cevap veriyorlar.
Hocaefendi, şüphesiz konuşma sevdalısı bir insan değil. Fakat, hayatının bir anını bile boş geçirmemiş, sorumluluk sahibi ve vazife şuurunda bir insan olarak, okuma, yazma, anlatma, dinleme, kısaca, sorumluluğunu hissettiği her konuda üzerine düşeni yapma mecburiyeti duyuyor. Onun “Mes’uliyet Şuuru” isimli vaazı, hatırladığım kadarıyla 1975 tarihini taşıyordu. Sorumluluğu adına bir şeyler yapma imkânı bulduğu zaman kısmen rahatlıyor; rahatsızlıkları ve daha başka faktörler sebebiyle bir şey yapamadığını hissettiği anlarda ise, rahatsızlığı daha da artıyor.
Kitlelerin içinde büyümüş, çok geniş bir çevresi bulunan bir insan olarak ABD’de adeta yapayalnız kalmak, şüphesiz onun için kolay bir iş değil. Ama kalmak zorunda. Bir defa, sağlık problemleri bunu mecbur bırakıyor. Müteheyyic ve olabildiğince duyarlı yapısı, yıllardır maruz bulunduğu müzmin rahatsızlıklarına, ancak belki böyle bir inziva hayatıyla katlanabiliyor. “Bir şeyi siz hayırlı görürsünüz, olur ki hakkınızda şerdir; şerli görürsünüz, olur ki hakkınızda hayırlıdır. Allah bilir, siz bilmezsiniz” âyetinin bir tecellisi yaşanıyor gibi. Kader, hiçbir dönemde “garip”leri zayi etmedi. Önemli olan, “insanların bozduğunu düzelten”, yani ıslah edici gariplerden olabilmek. “Ne mutlu gariplere!” müjdesi herhalde buna bakıyor.
Hadiselerin te’vilini, en büyük yorumcu olan zamana bırakarak, burada kalacağımız kısa süre içinde notlarımızı tutmak en iyisi gibi görünüyor. Hocaefendi ile ilk karşılaştığım 19 Mayıs 1989 Cuma gününün üzerinden tam 11 yıl geçti. Ve, tam 11 yıl sonra bu notlar başlıyor. Günlerden yine 19 Mayıs ve Cuma…
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
1. GÜN
Saat 9.15’te kahvaltıya oturuldu.
Kahvaltının hemen akabinde, Zaman ABD’yi incelediler. Ve, ardından bir soru soruldu:
HZ. HIZIR’IN GÖREV SAHASI
– Hz. Musa ile olan kıssasından hareketle, Hz. Hızır (a.s.)’a, Kader dairesinde görevli olarak bakılabilir mi?
Kader dairesi değil de, melekût dairesi demek daha uygun. Bu, varlığın iç buudunu teşkil eden bir daire. Kader dairesi de bunun içinde mütalâa edilebilir ama, Hz. Hızır’ın vazifeli bulunduğu daire melekût dairesidir.
Kur’an-ı Kerim’in kıssayı takdiminden çıkan sonuç şudur: Bu seyahat, Hz. Musa (a.s.) için Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm’ın miracına benzer bir seyahattir. Hz. Musa’nın yanında balığın dirildiği noktaya kadar, fetâsı Hz. Yuşa da vardır. Balığın dirilmesi, Hz. Hızır’ın sahasına girildiğinin işaretidir. Orada her şey diridir. Seyahati anlatırken Kur’an-ı Kerim hep tesniye (ikil) zamiri kullanır. Bu da göstermektedir ki, artık bundan sonraki seyahatte Hz. Yuşa yoktur. Bu seyahat, maddî âlemde bir seyahat olmayıp, anlaşıldığı kadarıyla, misal veya melekût âleminde bir seyahattir. İhtimal, Hz. Musa Hz. Yuşa ile oturup, yemeklerini yer, yol ahvalinden konuşurken bu esnada seyahat başlamıştır. Bunu şöyle açabiliriz:
Meselâ, bu yemekhanede hepimiz otururuz; ancak içimizden bazıları aynı anda başka âlemlerde, başka buudlarda seyahat ediyor olabilir. Başkaları bunun farkında olmayabilir. Zaten, bütün âlemler, içinde yaşadığımız şehâdet âleminin ötesinde veya üzerinde, hattâ onunla iç içe birer farklı buuddan ibarettir. Âhiret’te gideceğimiz Cennet de yine bu âlemin, Âhiret’e göre alacağı şeklin bir buudu, bir başka ifadeyle, semâlar kadar genişleyecek olan yeryüzünün Âhiret’e göre alacağı şekilden ibaret olacaktır. Ama, bu âlemin mikyaslarıyla Âhiret âlemlerinin tartılmayacağı da bir gerçek.
Hz. Hızır’la olan bir başka buud veya melekût âlemindeki seyahatinde Hz. Musa’nın bedeninin de olmadığı söylenemez. Arz ettiğim gibi, bu seyahat, Efendimiz’in miracına benzetilebilir. Dolayısıyla, bu seyahatte Hz. Hızır’ın yaptıkları, melekût âleminin hükümlerine göredir. Hz. Hızır, bu dünyadaki işlerin iç yüzünü göstermiştir. Burada bizim yanlış veya hakkımızda şer gördüğümüz pek çok şeyin, aslında doğru ve bizim için hayırlı olabileceği vurgulanmıştır. Ne var ki, bu âlemdeki davranış kriterlerimiz bellidir ve biz, bu kriterlere göre davranır ve hükmederiz. İşin melekût yönünü bilemeyiz. Dolayısıyla, Hz. Musa’nın karşı çıkışları, bu âlemin ahkâmına göre yanlış değildir.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
İSLÂM’IN İSTİKBALİYLE İLGİLİ MÜJDEDE
UMÛMÎ EMNİYETİN ÖN PLANDA OLMASI
– Efendimiz aleyhissalâtü vesselâmın Mekke’de İslâm’ın geleceğiyle ilgili verdiği beşârette, emniyet ön planda görünüyor. “Hire’den çıkan bir kadın Hadramevt’e kadar devesinin üzerinde tek başına seyahat edecek ve Allah’tan, bir de vahşi hayvanlardan başka hiçbir şeyden korkusu olmayacak” buyuruyorlar. Bunu nasıl yorumlamalıyız?
O dönemde en önemli husus emniyetti. Mekkeliler senede iki defa ticaret kervanları düzenler, seyahate çıkar, fuarlara katılır, ticaret yapar, mal alır satar ve geriye dönerlerdi. Bazen de yolda bir eşkıya grubu yollarını keser ve bütün mallarını ellerinden alırdı. Bu beşâret, bugünün Türkiye’sine göre, “yolsuzluklar olmayacak, kimse kendisini devletin yerine koymayacak, enflasyon düşecek, işsizlik önlenecek” demek gibi bir şeydi. Efendimiz (s.a.s.), Hendek Savaşı’nda da Kisra ülkesinin, yani İran’ın fethedileceği müjdesini vermişlerdir ki, bu, Müslümanların sıkışıp, canlarının boğazlarına geldiği, Medine’nin her tarafından kuşatıldığı ve ölüm-kalım mücadelesi verildiği bir zamanda, şevki artırıp, moralleri yükseltecek bir müjde idi.
Bugünkü hedef
Bugün, bizim Allah’ın rızasını kazanmak ve O’nun Adı’nın her yerde, her sînede şehbal açıp, dalgalanmasını dilemekten başka hiçbir hedefimiz yok; olamaz da. Şu anda yağmur yağıyor. Yağmur yağarken, Allah huzurunda bulunduğumuzun daha bir şuurunda olarak, daha bir temkinle dua etmek, dileklerimizi hiç olmazsa içten seslendirmek lâzımdır. Bizim dileğimiz, duamız, “Allah’ım! Allah kelimesini dünyanın her tarafında yücelt ve bizi de sadece bu işte istihdam et…” Namazda, bilhassa Hanefiler’e göre me’surattan olmayan, (yani Kur’an’da geçmeyen ve bizzat Efendimiz’den sağlam kanallarla rivayet edilmeyen) duaların okunması, namazı bozabilir. Buna rağmen ben, secdelerimde bu duayı hep içimden geçiriyor, bazen dudaklarımın da kımıldadığını farkediyorum. Evet, O’nu sevme ve O’nun tarafından sevilmeden başka hülyam, başka rüyam yok. Bizi yanlış anlıyorlar ve yanlış anladılar: Siz, ziyaretinize gelen birkaç memura, adliyede, mülkiyede çalışan birkaç kişiye, karşılaştıkları zorlukları anlattıklarında onlara sabır tavsiye ediyor, “üstlerinizle iyi geçininiz” diyorsunuz; devleti ele geçirmeye çalışan, en azından onun imkanlarını istedikleri gibi kullanmaya çalışanlar ise, herkesi kendileri gibi görüp, her şeye kendi dünyalarının pencerelerinden baktıkları için, sizi de “devleti ele geçirme içinde olmak gibi”, aslında suç olmayan, her Türk vatandaşının hakkı olan bir şeyle suçlayabiliyorlar. Oysa ki, meclise girmek, başbakan olmak, cumhurbaşkanı olmak gibi duygular, düşünceler, hayaller, hiçbir zaman aklımın köşesinden bile geçmemiştir. Benim, Allah’ın Adı’nın dünyanın dört bir yanında dalgalanıp, insanların imanlarının ve âhiretlerinin kurtarılması ve bir de, ülkemin dirlik ve düzeninden başka bir hayalim ve gayem olmadı. Ben her zaman, ülkemin gerçek dirlik ve düzeninin, ahlâklı, maneviyat sahibi, yolsuzluktan, soygundan, suiistimalden olabildiğince kaçınan vazifeperver insanlarla mümkün olacağına inandım.
***
Saat 10.30 civarında sohbetten kalkıldı. Halsiz ve yorgundu. Öğleye kadar geçen arada Kalbin Zümrüt Tepeleri kitabının 1. cildinin yeniden yapılacak baskısı için tashihlerini bitirdikleri anlaşıldı.
13.25’te Cuma namazına başlandı. Hutbede, Sızıntı’nın Haziran sayısının Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde yayınlanacak yazı okundu. 14.15’te yemeğe oturuldu.
Yemeği müteakip, Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde yapılan tashihleri son bir defa gözden geçirdiler. Bu kitabın 2. cildi çıkacak zannediyorum. Daha sonra bir arkadaşa, “Sen, derviş olabilir misin?” diye sordular ve ilâve ettiler:
DERVİŞ OLMAK
Özel manâda derviş olmak, bizim için çok önemlidir. Bu, tarikata girmek değil; kendi rûhuyla, manâsıyla derviş olmaktır. Ki o da, İslâm’ın rûhî hayatı demektir. İnsan, potansiyel insan olarak doğar ve terbiye ile hakîkî insan olur. İnsan eğer birini seviyorsa, onu inancından, insanlığından dolayı sevmeli; şayet bir beklentiden dolayı seviyorsa, o insan, sevgisinde samîmi değildir.
Ardından, arada mutadları olduğu üzere sohbeti açma mahiyetinde, “Tokadîzâde Şekip gibi, Rıza Tevfik de tasavvufî konularda çok rahat söylüyor” dediler ve Tokadîzâde Şekip’in melâmîmeşrep göründüğünü, Rıza Tevfik’in de Bektaşî olduğunu söylediler.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
SELÇUKLULARIN İLK DÖNEMİNDE
DÜŞÜNCE HAYATI VE BAZI TARİKATLAR
– Bilhassa Selçuklular’ın ilk döneminde düşünce hayatının çok karışık ve özellikle sapık tarikatlarda büyük bir yayılma olduğu görülüyor?
İslâm dininin ilk yayıldığı bölge, ilk çağlardan beri her türlü inanç ve düşünceye zemin teşkil etmiş bir bölgedir. Bir yanda Yahudilik ve Hıristiyanlık bölgede yaygın; öte yanda, Zerdüştlük gibi, Manihaizm, Mitraizm gibi eski dinler var. Harran, bir zaman Sabiîliğin merkezi; daha sonra Neo-Platonizm ve Gnostisizm gibi batınî akımlara da kucak açmış. Mısır’da Neo-Platonizm’den başka Hermetizm var. Bütün bunların yanı sıra, İslâm’ı içten ve dıştan çökertmek için, hem bölgede hakim siyasî güçler, hem de rakip dinler, inanç sistemleri baştan beri hiç boş durmamış. Abdullah bin Sebe’ –böyle bir şahıs yaşamış mıdır yaşamamış mıdır ayrı konu ama– bir gerçek var ki, İbn Sebe’ tipi şahıslar hiçbir zaman eksik olmamışlardır. Haricîler’i öyle iddia edildiği gibi, Necidli bedevîlere münhasır görmek yanlış olur. Hz. Ali döneminde Sıffin’de birden ortaya çıkmaları ve hemen bir grup teşkil etmeleri de gösteriyor ki, böyle bir fırkayı oluşturacak bir hareket baştan beri varmış. Ehl-i Sünnet ulemâsının gayretleri her zaman şâyân-ı şükrandır. Onlar bütün bu gâile ve tehlikeli inanç akımlarının içinde İslâm’ı hakkıyla müdafaa etmiş ve onun ana düsturlarını çok güzel ortaya koymuşlardır.
Selçuklular dönemi itibariyle Nizamü’l-Mülk’ün de bu husustaki çalışma ve gayretleri takdire şâyândır. O, Nizamiye’yi kurmuş. O dönemde Nizamiye’de hoca olmak çok zordu. Bunun için çok iyi bir fıkıh metodolojisi, tefsir, hadis, kelâm, felsefe, mantık bilmek gerekiyordu. Nizamü’l-Mülk bu işin başına önce Gazalî’nin hocası Ebu’l-Maâlî’yi, daha sonra da Gazalî’yi getirmiş. Bu dönemde en büyük problem Hasan Sabbah problemidir. Hasan Sabbah’ın çok karizmatik bir şahsiyeti olduğu, felsefeyi, hermetik ve gnostik düşünceleri çok iyi bildiği anlaşılıyor. O, müridlerini bir şekilde efsunluyor, onlara haşhaş (afyon) veriyor, yalancı bir cennet gösteriyor; sonra da müridleri ne savaşa girip ölmekten, ne de bağırlarına bir hançer saplayıp, kendilerini öldürmekten çekiniyorlardı. Zamanla, Hasan Sabbah’ın düşünceleri, Mısır’da Fatımîler adıyla devlet oluyor, oradan da Kuzey Afrika’ya yayılıyordu. Bugün ise o cereyanın uzantıları, Nusayrîlik’le ve bilhassa İsmailîlik’le devam ediyor.
Bu iş, bundan sonra da devam edecektir ve siz, şimdiki dönemi arayacaksınız. Bu itibarla da bize, hiçbir beklentiye girmeden hizmet etmek düşüyor. Burada ise burada, daha başka bir yerde ise orada; dünyevî hiçbir beklentiye girmeden hizmet etmek... Ders okuyan arkadaşlara her zaman, “Dünyaya dağılın. Burs, maaş beklemeyin. Taş kırın, temizlikçi, bulaşıkçı olun, geçiminizi çıkarın ve dininize, milletinize hizmet edin” diyorum. Kabiliyetiniz varsa yazı yazın, kitap telif edin; hatta çöpçülük yapın, fakat yaptıklarınız karşılığında hiçbir maddî beklentiye girmeyin. Yoksa ileride bugünleri arayacaksınız. Zira ileride çok farklı cereyanlar zuhur edecek. Bu cereyanlara karşı, evet dünkü, bugünkü ve gelecekte doğacak bu cereyanlar karşısında İslâm’ın prensiplerini yeniden tesbit edip, yeniden ifadelendirmek icab edecek. Hem Zahirîliğe, hem de katı akılcılığa karşı İslâm’ın rûhî hayatını ortaya koymak ve anlatmak gerekecek. Ben inanıyorum ki, ileride rûhî sahada eskinin A. Geylânîleri, Şâh-ı Nakşibendleri, Muhyiddin-i Arabîleri yeniden yetişecek ve geçmişte olduğu gibi, bu sahada yanlışlara, dalâlet yollarına düşmemek için, İslâm’ın rûhî hayatının da her yönüyle anlatılmasına ihtiyaç duyulacak ve yine inanıyorum ki, bugünkü nesiller tam anlamasa da, çeyrek asır sonra gelecek nesiller Kalbin Zümrüt Tepeleri’ni çok daha iyi anlayacak ve yaşayacaklardır.
Bütün bu değişik sahalardaki yazdıklarımızda esas aldığımız ve Kur’an düsturlarının bir defa daha tesbit ve takdimi adına yazılan ‘sözler’ ve ‘mektuplar’ çok önemli hizmet göreceklerdir. Bu konuda kaynağımız ve istinat noktamız bunlardır. Allah bana ömür verse ve 60 sene daha yazsam, yine beslendiğim ve ölçü kabul ettiğim kurallar, Kitap ve Sünnet menşe’li bu kaynaklar olacaktır. Çünkü orada verilmesi gerekli her şey, bazen icmalî bazen tafsilî olarak komprimeler halinde verilmiştir. Ömer Nesefî’nin Akaidine şerh yazmış bir Hayalî vardır. Bu zat için,
Hayalî’nin hayaline hayal bulmaz muhayyiller
Riyazeti bin yıl olsa, hayal eyler hayâliler
beyti söylenmiştir. Bunun gibi, hayallerimiz ne kadar geniş ve derin olursa olsun, Kur’an’ın envarı, hepsini dolduracak kapasitededir. Önemli olan, onları çok iyi bilmek ve özümsemektir.
Arada birkaç soruyla kesilen ve açılan bu sohbet, 15.30’a kadar devam etti.
***
17.00 civarında kaldıkları evin bir-kaç odasında şöyle bir dolaştılar. Ardından, 17.30’da ikindi namazı kılındı.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
DIŞ MÜNASEBETLERİMİZ,
KASETLİ LİNÇ OPERASYONU VE BAZI TAVIRLAR
20.25’te akşam namazına duruldu ve 20.45’te yemeğe oturuldu. Yemekten sonra, dış münasebetlerde Türk hükümetlerinin ciddî ve belli bir hedefe yönelik, büyük devlet ve ülke olmaya yönelik bir plan ve çalışmalarının olması temennisi üzerinde duruldu. Bu arada Orta Asya Türk Cumhuriyetlerindeki itibarımızın büyük yara aldığından bahsedildi. Geçen haziran ayındaki malûm kaset olayının, çok önemli bir temyiz vazifesi gördüğü ve büyük bir ayrışmanın yaşandığı ifade edildi. Hattâ, bazı grupların, içten içe sevinç bile duydukları, buna karşılık bazılarının ise ciddî müdafaada bulunduğu belirtildi. İnsan olarak bizim şer telakki ettiğimiz çok şeyin hakımızda hayırlı, hayır gördüğümüz pek çok şeyin ise hakkımızda şer olabileceği gerçeğinin Kur’an’da hatırlatıldığından bahsedildi.
Sohbet, bir süre bu minvalde devam etti. Ardından bir soru geldi:
HİDAYET VE İMAN AYNI ŞEY MİDİR?
– Hidayet ile iman aynı şey midir? Yoksa ikisi arasında bir öncelik, sonralık var mıdır?
Bir bakıma hidayet iman, iman da hidayet demektir. Fakat, hidayetin de, iman gibi dereceleri vardır. İnanmayan bir insan için hidayet, imana ilk adımı atma demekken; avam bir mü’min için imanda nisbî bir derinleşme; seyr ila’llah çizgisindeki bir mü’min için seyr fi’llâh, seyr fi’llâhtaki için seyr maa’llah manâsına gelir. Yakîn noktasında ilme’l-yakîn’den ayne’l-yakîn’e, ondan da eğer dünyada mümkün ise, hakka’l-yakîn’e geçme de hidayetin mertebelerindendir. İmam-ı Rabbânî, dünyada hakka’l-yakîn’e ulaşılamayacağı görüşündedir. Ancak, bu yakîn mertebelerinin de kendi içinde dereceleri vardır. İlme’l-yakîn’in hakka’l-yakîn’i, ayne’l-yakîn’in de kendi içinde hakka’l-yakîn derecesi vardır. İşte bunlara ulaşılabilir.
Hidayette insanın rolü nedir, Meşiet-i İlâhî’nin fonksiyonu nedir; bu konu, kader mevzuuyla doğrudan alâkalıdır. İman, Seyyid Şerif Cürcanî’nin tarifiyle, “Kulun iradesini kullanması karşılığında Allah’ın kalbde yaktığı bir ışıktır.” Maturidîler olarak, kulun iradesinin iman ve hidayetteki rolünü inkâr edemeyiz. Fakat bu rol ne kadardır? Kur’an-ı Kerim, Allah dilemedikçe bir şey dileyemeyeceğimizi ve O’nun dilemediği hiçbir şeyin de olmayacağını açıkça belirtir. Kalbleri evirip çeviren de Allah’tır. Öyle ise insana düşen, Allah’ın Meşietine sığınmak ve ister meyelan, isterse meyelanda tasarruf olsun, iradesini iman ve hidayet istikametinde kullanmaktır.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
ALLAH’IN DİLEDİĞİNİ HİDAYET EDİP,
DİLEDİĞİNİ DALÂLETE SEVKETMESİ
– Meşietin ilim nev’inden sayılması açısından, “Allah dilediğini hidayet eder, dilediğini dalâlete sevkeder” âyetini, Allah, ezelî ilmiyle kimin hidayeti talep edeceğini bildiğinden, onun için hidayeti yazmış, kimin dalâleti tercih edeceğini de bildiğinden, onun için de dalâleti yazmıştır” şeklinde anlayabilir miyiz?
Bir manâda böyledir. Meşîet ilim nev’indendir. Fakat burada çok önemli bir noktanın da gözden kaçmaması lâzım gelir: İnsanın, yeme-içme gibi iradî ve tamamen kendine ait fiillerinde bile rolü son derece az ve sınırlıdır. İnsan, sadece eliyle yemeği ağzına götürür ve çiğneyip yutar. Onun dışında, yemekle ilgili bütün faaliyetler, insanın iradesi dışında bedene aittir. O bedeni çalıştırma bize bırakılmış olsaydı, onu âhenk içinde bir-iki günlüğüne bile devam ettiremezdik. Yeme-içme gibi, tamamen bize ait görünen en basit işlerde bile, şayet irademize düşen (binde bir) denecek kadar az ise, iman ve hidayet gibi, son derece önemli ve kalbî bir meselede irademizin ne ölçüde pay sahibi olabileceği düşünülmelidir. Kur’an-ı Kerim, “Sizi ve yaptıklarınızı yaratan Allah’tır” buyuruyor. Evet hidayeti de yaratan Allah’tır, dalâleti de. Kalb, O’nun elindedir ve O, kalbi dilediği gibi evirir-çevirir. Bundandır ki, Efendimiz (s.a.s.) günde pek çok defa, “Ey kalbleri evirip çeviren Allah’ım, kalbimi dinin üzerinde sâbit kıl!” diye dua buyururlardı. Bunu o kadar çok tekrar ederlerdi ki, bir defasında Ümm-ü Seleme vâlidemiz, “Yâ Rasûlellah, bunu ne kadar çok söylüyorsunuz!” diye hayretlerini ifade etmişlerdi. O da “Kalb, Allah’ın iki parmağı arasındadır. Dilediği şekilde evirip çevirir” cevabını vermişlerdi.
Hidayette daha pek çok önemli faktörler vardır. Her şeyden önce, bakış zâviyesinin çok iyi ayarlanması lâzımdır. Bakış zâviyesi yanlış olursa, insanı hidayete götürmesi gereken pek çok delil, işaret, onun dalâletine sebep olur. Meselâ Firavun, veziri Hâmân’a, “Bir kule yap da, Musa’nın iddia ettiği Allah nerede bakayım!” der. Onun asırlarca önceki bu sözüyle, bu asırda, Rus astronotu Gagarin’in “Ben gökte baktım, Allah’ı göremedim” sözü arasında hiçbir fark yoktur. İkisi de, aynı yanlış bakış zâviyesinden hareket etmektedir. Gagarin’in bu sözüne merhum Necip Fazıl, kendine has üslûbu ve konuşma şekliyle şöyle cevap verirdi: “A ahmak! Allah’ın gökte bir balon olduğunu sana kim söyledi?”
Bakış zâviyesinin yanlışlığı gibi, zulüm ve kibir de küfrün sebepleri arasındadır ve bunlar, hidayete manidir.
Hidayeti yaratan Allah olduğu içindir ki, günlük namazlarımızın her rekatında, Fatiha sûresinde, “Bizi Sırat-ı Müstakîm’e hidayet et” diye Allah’a dua ediyoruz. Esved ibn Yezid en-Nehâî gibi zatlar, bast-ı zamanda yaşadıkları için ihtimal bu duayı günde bin defa yapabiliyorlardı. Bu da, bize meselenin ne kadar ehemmiyetli olduğunu göstermektedir.
***
22.30 civarında sohbetten kalkıldı ve 22.50’de yatsı namazına duruldu.
23.15’de, mutadı üzere, salona çıktılar. Yatmadan önceki bu son sohbet, genellikle hâtıra, dertleşme, şiir okuma gibi yönleriyle daha mahrem his teatilerine sahne oluyor. Bu gece de öyle oldu. Önce, yemek sonrası sohbetin devamı mahiyetinde şunları söylediler:
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
SIRAT-I MÜSTAKÎM ÜZERE KALABİLME
Sırat-ı Müstakîm üzere kalabilmek için devamlı Allah’a sığınmak ve hep dua etmek lâzım. Kalbler, O’nun elindedir. Kalbe kalb denmesinin bir sebebi de, onun sürekli dönüp durması, bir halden başka bir hale kalbolmasıdır. Hiç birimiz, garantide değiliz. Bugün burada oturan bir arkadaş, başına gelenleri, ailesinin, çocuklarının durumunu anlattı. Allah, ağır imtihan ediyor. Bizi, öyle imtihanlardan muhafaza buyursun.
Geçmiş hayatımıza dönüp baktığımızda, Allah’ın bizi çok tehlikelerden koruduğunu görürüz. Çok mehâlike yaklaşıp da tam düşeceğimiz anda Allah tutmuş ve kurtarmıştır. Bu itibarla, Allah’a çok sığınmak ve çok güvenmek lâzımdır.
ANNE-BABA
Annemin vefatında yanında bulunamadım. İstanbul’a gitmiştim. Annemin vefatına dayanamam der ve ondan önce ölmeyi arzulardım. Fakat sonra aklıma gelirdi ki, bu kadın benim vefatıma dayanamaz, çıldırır. Ne zaman ziyaretine varsam, o hasta haliyle yanıma yaklaşır, ayaklarıma dokunur, çorapları yoklar ve “Ayakların üşürdür” derdi. Çok basiretliydi. Bazen bazı arkadaşlarla alâkalı soru sorar, hizmetle ilgilenir, sorudan hoşlanmadığımı sezerse hemen konuyu değiştirir, çevresindekilere, “Ne duruyorsunuz? Şu Hacı’ya bir çay yapın getirin” derdi. Şimdi bir türlü onun boşluğunu dolduramıyorum.
Ardından, sorulan sorulara cevaplar verdiler:
ASKERLİKTEN SONRA EDİRNE’YE DÖNÜŞ
– Askerden sonra Edirne’ye 1964’te mi dönmüştünüz?
1963 idi. O sıralarda beni çok evlendirmek istediler. Erzurum’a geldiğimde ağır baskı yaptılar. Annemle Enver amcamın olduğu bir mecliste şunları söyledim: “Benim başım gaye-i hayalime bağlı. Bir de siz ayaklarımı bağlayacak olursanız, ben de artık hareket edemem ve yıkılır kalırım.” İstemeyerek biraz sertçe konuşmuştum. Bunun üzerine amcam, hiç unutamayacağım kerametvarî şu karşılığı vermiştir: “Bak oğlum. Sana bir teklif de 30’una geldiğinde yapılır. O zaman da kabûl etmezsen, artık bir daha da bu iş hiç olmaz” demişti. Hakikaten 30 yaşımda iken, çok sevdiğim, çok hürmet ettiğim birisi, benim için münasip gördüğü birisini bulmuş. Hattâ, beni razı edeceği ümidiyle aileye de söz vermiş; fakat, şiddetle karşı çıktım, “Hocam, evvel ve âhir böyle bir düşüncem yok” dedim. Bunun üzerine boynuma sarılıp ağladı. Bu hatıramı herhalde hiç anlatmamıştım.
HAYATINDAKİ BELLİ ZAMAN DİLİMLERİ
– Hayatınızdaki belli zaman dilimlerini açar mısınız?
1958-59’da Edirne’ye geldim. 22 yaşımda iken 27 Mayıs ihtilâli oldu. 1971’de 12 Mart ihtilâlinde, malûm, 6 ay içeride kaldım. 1982 yılında iken çok sıkıntı çektim ve herhalde “öleceğim” diye düşündüm. Daha sonra, 55 yaşında ölümümü beklemeye durdum. Ama bu beklentim ölüm olarak değil de, va’zları bırakmam şeklinde tecelli etti.
Bugün 19 Mayıs mı? Bende hatıralara karşı derin bir bağlılık var. Meselâ, yolda giderken bir ağacın altında dinlenmiş olsak, bir daha aynı yerden aynı arkadaşlarla geçtiğimizde, o arkadaşlar, “Şu ağacın altında dinlenmiştik” diye hatırlayıp, aynı teklifi tekrarlamasalar, “Bunlar ne kadar duygusuz!” derim. Aslında aynı ruh hâletini paylaşmayan bunu anlamaz.
Daha sonra, Erzurum’da geçen bazı va’z hatıralarını anlattılar ve 00.30’da odasına çekildiler.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
2. GÜN
Saat 04.05’te sabah namazına duruldu. 4.35’te odasına çekildiler.
9.15’te kahvaltıya başlandı. Kahvaltının bitimine yakın şunları söylediler:
BEKLENTİLER, OLUŞUMLAR
Türkiye, zor bir dönemden geçiyor; içte-dışta milletimize kötülük yapmak isteyenler var. Ülkede farklı güçler iktidar savaşı veriyorlar. Ama Allah çok halim, çok sabrediyor, mühlet veriyor. Hz. Ebu Bekir, bazı olup-bitenler karşısında, “Mâ ahlameke – Ya Rab, ne kadar çok halîmsin!” derdi.
Abdülhamid idaresine karşı çıkan bazı aydınlar için, mühim bir zat, “Bazı münevverler bir istibdadı hissetmişler ama, oklarını yanlış yere tevcih etmişler” buyuruyor. O dönemde, bir grup aydının Türk dünyasına; İslâmcı denilen aydınların ise, daha çok İslâm dünyasına yöneldiği görülüyor. Bilmem ki kim isabet etmiş.?
Bazı Müslümanlar, hattâ bazı hakikatâşina kimseler, gelecek hakkında verilen bazı beşâretleri, çok defa, sanki kendiliğinden ve birden oluverecekmiş gibi bir beklenti içine girerler. Halbuki, her tekevvün ve her hadisenin bir kısım sebepleri vardır. Meselelere hem iman ve tevekkül zâviyesinden, hem de sosyolojinin kanunları açısından bakmak lâzım. Biri eksik olursa, yanlışa düşülür. Hadiseler belli şartlara ve konjonktüre göre cereyan eder. Meselâ, bir-kaç asırdır Türk toplumunun bir arayışın içinde olduğu görülüyor. Sosyologlar, bir yandan dünyada hâkim olmaya başlayan akımlara bakıyor, bir yandan Türk toplumundaki değişimlere, baş gösteren ihtiyaçlara bakıyor ve gelecekle alâkalı bir takım tahminlerde bulunuyorlar. Burada önemli bir husus daha var; o da bilhassa böyle kader-denk noktalarında, hadiselerin her yöne kayabileceği ve değişimin yönünün çok mecralara çekilebileceği bir zamanda, her şeyin bıçak sırtında olduğu gerçeğidir.. evet bu durumlarda bir rüzgâr, önemsiz gibi görünen bir hadise, her şeyi değiştirebilir. Bazen de sosyologlar, olacakları değil de, olmasını arzu ettikleri şeyleri söyleyip âdeta fitnelere start veriyorlar.
TÜRK DÜNYASI VE İSLÂM DÜNYASI
– Bediüzzaman, ilk döneminde Türkistan diyor, Hindistan diyor, San’an tepesine yöneliyor; sanki yönü daha çok Doğu’ya doğru gibi. Sonraki döneminde ise, sanki güneye, İslâm dünyasına daha çok atf-ı nazar ediyor…
Bazı haberlerinde tashihte bulunmuş. Meselâ, “Ben bir nur bekliyor ve bunu geniş bir sahada, siyaset sahasında ümid ediyordum. Fakat hadiseler beni bil-fiil tekzip etti ve beklediğim nur, iman dairesinde çıktı” diyor. Bir de, meselâ tohumu görür, ağacı haber verirsiniz. Eğer bunu anlamaz ve tohumu ağaç olarak tasvir ederseniz yanılır ve yanıltırsınız. İşte bazı haberlere böyle bakmak lâzım...
İstanbul’a ilk gelişinde Şeyh Bahit’e “Osmanlı Avrupa’ya, Avrupa da Osmanlı’ya, yani İslâm’a hamile. Her ikisi de, vakti geldiğinde hamlini vaz’ edecek (yani, hamile olduğu şeyi doğuracak)” diyor. Bu, çok önemli bir söz. Bu haberin birinci şıkkı büyük ölçüde gerçekleşmiş. Bu gerçekleşme için gerekli şartlar teşekkül etmiş ve Osmanlı neye hamile ise, onu doğurmuş. Haberin ikinci şıkkı için de gerekli şartlar teşekkül edecek ki, gerçekleşebilsin. İleride Batı büyük bir bunalıma girebilir. Hadiseleri tahlilde, çözüm yolları aramada ve bu türlü düşünce ve değerlendirmelerde Batı aydını Doğu aydınından daha önde. İşte böyle bir bunalım döneminde Batı aydınları arayışa geçebilir. İslâm, faziletli insanlarla temsil edilebilse ona yönelebilirler. Ama, karşılarında daha başka dinleri, inanç sistemlerini görürlerse, bu defa da ona yönelirler. İslâm’ın şimdiki temsiliyle İslâm’a yönelme çok zor görünüyor.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
İSLÂM’IN TEMSİLİ VE İSLÂM DÜNYASINDAKİ
YÖNETİMLER
– Buyurduğunuz gibi, ziyaretinize gelen bir gazeteci, “Hocam, İslâm’dan bahsediliyor ama, karşımızda Saddam var, Esad var. Bunlar insanları İslâm’dan ürkütüyor” demişti.
Bazı güçler, bu tipleri kasden tutuyor ve onları İslâm’ın temsilcisi gibi gösteriyorlar. Bu itibarla da insanlar, bütün güzellikleriyle temsil edilen bir İslâm görmezlerse, ona yönelme olmaz. Bazılarının ekstradan beklentileri oluyor. Bu da, hiçbir zaman mümkün olmayacaktır. Tarihte de hiçbir zaman olmamıştır. Sonra, insanların rûhen değişmesi uzun zamana vâbestedir.. evet ruhta, düşüncede değişiklik çok zordur. Dünyada böyle bir değişiklik olmadan, mevcut tablodan olumlu bir şey çıkması çok zor.
BASİRET ÜZERE DAVET
– Kur’an-ı Kerim’de Efendimiz’in, “Ben ve bana tâbî olanlar, bir basîret üzere davette bulunuyoruz” dediği buyuruluyor?
“Bu, benim yolumdur. Ben ve bana tâbî olanlar, bir basiret üzere davette bulunuyoruz” diyor. Bu âyetin bir diğer manâsı da, “Ben, bana tâbî olanları bir basiret üzere davet ediyorum” şeklindedir. Bu âyetin geçtiği Yusuf sûresinin mihveri ilimdir. “Her bilenin üzerinde bir bilen vardır” âyetinde de hem bir hakikatın ifadesi, hem de bir tembih ve ikaz söz konusudur. Davetin basiret üzere olması gerektiği gibi, davette ilmin önemi de, üzerinde durulmaya değer bir konu. Ayrıca, kimse, ilmine güvenmemeli; ve kendinin üstünde bir bilen olduğunu kabullenmeli. Rivayetlerde, Hz. Musa gibi ülü’l-azm bir peygamberin, Hz. Hızır’la seyahatine sebep olarak, içinden, acaba kendinden daha âlim birinin var olup olmadığının geçtiği belirtilir. Allah da (c.c.), onu Hz. Hızır’a gönderir ve bulunduğu âlemin ya da buudun dışında, daha başka âlemlerin, buudların, dolayısıyla da ilmî derinliklerin var olduğunu gösterir. İhtimal, Hz. Musa’nın (a.s.) misyonu gereği, böyle bir seyahatten de geçmesi gerekiyordu. Bir kitapçıkta (Kur’an’dan İdrake Yansıyanlar) yer aldığı üzere, Hz. Musa tamamen maddeci bir kavme gönderilmişti. Firavun’un sarayı gibi yine maddeci bir ortamda yetişen bu yüce Nebi, kavminin ruh terbiyesinden geçmesi için, kendisinin de melekûta açılması gerekiyordu. Her peygamber, gönderildiği kavmin bir prototipi gibidir; onun husûsiyetlerini taşır. Kavmine vermesi gerekenleri önce kendinde duyacak, kendinde yaşayıp tecrübe edecek ki, sonra onları kavmine samimiyet ve tam bir itmi’nanla aktarabilsin.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
MÜELLİFİNİN MESNEVÎ’DE TEMESSÜL EDEN
RUHÎ SEYAHATİ
– Buna benzer bir seyahati Mesnevî’de görüyor muyuz?
Fırtınalı bir seyahat. Bu seyahati, belki hayatının başından beri yapmış. Kendisinin de, kendi potansiyelinin de farkında. Bu potansiyelin harekete geçmesi için fırtınalı bir seyahat gerek. O, kelebek olma yolunda sürekli metamorfoz geçiren bir yusufçuk gibi, kademe kademe kendi metamorfozunu yaşamakta. Ve, bu vetirede, misyonu gereği gelmiş-gelecek bütün muhataplarına ne vermesi gerekiyorsa, hepsini kendinde hissediyor, tecrübe ediyor, sonra da kaleme alıyor. Yazdıklarından o kadar emindir ki, sürekli notlar düşüyor, sözlerinin, yazdıklarının siyak ve sibakına (öncesine ve sonrasına) göre, yeni yeni pınarlar açıyor. Çok emin konuşuyor; çok üstün bir gayret içinde bulunuyor ve yakaladığı her gerçeği hakka’l-yakin seviyesinde yakalamışçasına çevresine güvenle sunuyor.
KUR’AN’DA VE MESNEVÎ TÜRÜ ESERLERDEKİ TEKRARLAR
– Kur’an’da olduğu gibi, bu zâtın yazdıklarında da tekrarlar var diye tenkidde bulunanlar, acaba bu noktayı kavrayamadıkları için mi bu tenkidi yapıyorlar?
Anlayamıyorlar. Tekrar diye serrişte edilen hususlar tam tekrar değildir. Hakikatlerin, yere, zamana, mevzuya ve muhataba göre bir yanının, bir buudunun takdimidir. Sonra, mesele çok mühimdir. Üzerinde tekrar tekrar durulması gerekir. Tekrar gibi görünen yerleri bile her gün dönüp dönüp okusanız, hiç usanç vermez. Her defasında kalbinizde, zihninizde yeni bir ufuk, yeni bir kapı açar. Çok büyük bir mimar, çok büyük bir beyin yapıcı. Buna rağmen ben, sadece onları okuyun iddiasında hiç bulunmadım. İmam-ı Gazâlî de okunmalı, başkaları da okunmalı. Bir zaman, gözü sadece İmam-ı Gazâli’yi görürken, daha sonra tavsiyem üzerine Nurları okuyunca, “Artık İhya’yı elime almak gelmiyor” diyen biri gibi davranmadım hiç. Belki içinde bulunduğu şartlar gereği cebr-i mutavassıt içinde görünen İmam-ı Gazalî’yi yer yer kalbimden tenkid ettiğim, “Ey koca İmam, böyle denir mi?” dediğim olmuştur. Mevlânâ’nın çok sözlerini hazmedemediğim olmuştur. Benim gibi akideye çok önem veren birinin, Muhyiddin-i Arabî’yi hazmetmesi de zordur. Fakat, burada, Efendimiz’i bütün peygamberlerin önüne koyarken, nasıl Hz. Musa’yı, Hz. İsa’yı görmezlikten gelme hata ise, aynı şekilde, İmam-ı Gazâlî’yi de, Mevlânâ’yı da, Muhyiddin-i Arabî ve emsallerini de görmezlikten gelmek de öyle bir hatadır. O zat, İmam-ı Rabbanî için “üstadım” diyor; Mevlânâ’yı husûsî üstadlarından sayıyor; Sahâbe’ye denk olabilecek insanlar aradığında, Muhyiddin-i Arabî’yi zikrediyor ve “Neden, Muhyiddin-i Arabî gibi insanlar, Sahabe seviyesine çıkamıyor? diye kendime sordum” diyor. Bir trafik memuru gibi bizi yönlendiriyor. Fakat onu anlamak ve ondan istifade etmek için, ona çok güvenmek, çok itimad etmek lâzım. Bu takdirde sizi kabûllenir, kucaklar ve vereceğini verir.
10.30 civarında sohbet sona erdi.
***
Hava birkaç gündür olduğu gibi, bugün de çok kapalı ve yağışlı. Kış havası derecesinde de soğuk. Sohbetten sonra, burada bulunan bir-kaç kişi günlük rutin hayatına dönüyor. Hocaefendi de rahatsız olduğu için sık sık dinleniyor. Hastalığının müsaadesi ölçüsünde odasında kendi çalışmalarıyla meşgul oluyor. Bu sıralarda, Kırık Mızrap adlı şiir kitabının 2. cildi olarak yayınlanacak kitabın son tashihlerini yapıyor. Arada çıkıp, odalara geliyor ve şeker rahatsızlığından dolayı mutadı üzere, saat 12.00’de çok küçük ikinci bir kahvaltı alıyorlar.
Saat 13.25’te öğle namazına duruldu ve 13.45’te yemeğe oturuldu. Yemekten sonra oturmadılar ve odasına çekildiler. Biz, yarım saat kadar burada bulunan bir-iki arkadaş Yağmur dergisinin son sayısındaki şiirleri okuduk ve şiir üzerine sohbet ettik.
Saat 17.50’de ikindi namazına duruldu. 18.05’de Hocaefendi namazdan kalktı ve hem sohbet salonu, hem de mescid görevi yapan geniş odada, kaldıkları odanın kapısına yakın yerde duran koltuğa oturdular. Kahve içme esnasında bir soru üzerine, İbn-i Beşiş’e* ait çok anlamlı ve çok derin salât ü selâmdaki “ve’c‘alillâhümme’l-hıcâbe’l-a’zama…” ile başlayan ifadelerin manâsını verdiler: “Allah’ım, Sen’in o en büyük perdedârını (s.a.v.) rûhumun hayatı kıl. O’nun rûhunu hakikatımın sırrı eyle ve O’nun hakikatını benim âlemlerimin toplayıcısı, bütün dünyamın kapsayıcısı kıl!.” Bu ifadelerin ve bu salât ü selâmın sırlarla dolu olduğunu ve üzerinde çok yorum yapıldığını buyurdular.
***
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
FİRAVUN’UN HZ. MUSA’YA “KÂFİR” SÖZÜNÜN MANÂSI
20.25’te akşam namazına duruldu ve 20.45’te akşam yemeğine oturuldu. Yemekten sonra soru-cevap şeklinde gerçekleşen sohbet şu hususlar üzerinde yoğunlaştı:
– Kur’an-ı Kerim’de, Firavun’un Hz. Musa’ya, “Yaptığın o işi yaptığın zaman kâfirlerdendin veya yaptığını yaptın, sen kâfirin birisin”dediği, buna karşılık Hz. Musa’nın, “O zaman dalâlette idim” cevabını verdiği anlatılıyor. Buradaki kâfirden kasıt nedir?
Kâfirin bir manâsı da nankör demektir. Aslında kelime manâsı örtmek anlamına gelen küfür, bir diğer yaklaşımla kalbin inanma kabiliyetini kaybetmesi veya insandaki inanma istidadının baskı altına alınması demektir. Bahis mevzuu âyette Firavun’un kullandığı kâfir kelimesi “nankör” manâsınadır.
Malûm, Hz. Musa Firavun’un sarayında büyümüş, güçlenip, belli bir yaşa gelince de, bir gün şehirde İsrail Oğulları’ndan biriyle kavga eden bir kıptîye vurduğu yumrukla, kıptî ölüvermişti. İşte Firavun, bunu hatırlatıyor ve “Sen nankörsün, nankörlük yaptın” diyor. Hz. Musa ise, yaptığının nankörlük olmadığını, o zaman, kendisine henüz risalet verilmediği için, risalet verildiği andaki durumuna nisbeten, henüz çizgisini bulmamış olduğunu, kendi zaviyesinden bir değerlendirmeyle ifade buyuruyor...
Efendimiz için “Duhâ” sûresinde, “Rabbin seni dalâlette bulup da hidayet etmedi mi?” denir. Buradaki dalâlet de aynı manâdadır. Yani, “sen peygamber değildin, kitab nedir bilmezdin; henüz şu andaki çizgini bulmamıştın. Böyle iken Rabbin seni seçti ve sana risalet verdi” demektir.
SALİH AMEL
– Salih amel denilince, mutlaka dînî kaidelere uygun amelleri mi anlamak lâzım, yoksa tekvînî şeriata uygun ameller de salih amel kapsamına girer mi?
Salih kelimesinin kendinden türediği fiil, hem “sa-lü-ha/yas-lü-hu” şeklinde telâffuz edildiği gibi, “sa-la-ha/yas-lü-hu” şeklinde de telâffuz edilir; yani o, sülâsîlerin (üç harfli fiiller) hem birinci, hem üçüncü bâbından gelir. Fesadın, yani bozgunculuğun zıddıdır. Yapılan her işin sağlam, yerinde ve ıslah gayesiyle yapılması demektir. Bu da, hem dînin kaidelerine, hem de Şeriat-ı tekvîniyeye, yani Allah’ın kâinat ve hayat için koymuş olduğu kanunlara uygun davranmakla mümkün olur.
HELÂKE MANİ ISLAH EDİCİLİK
– Allah’ın, ıslah edici bir kavmi helâk etmeyeceğine dair ayetteki ıslah edici olmayı da aynı çerçevede mi değerlendirmek lâzım?
Helâk olmamak veya dünyada da azaptan kurtulmak için, dar manâda Din’e ittibaın yeterli olabileceğini ümid ederiz; Cenab-ı Hak’tan recâmız bu çerçevededir. Ancak, Şeriat-ı tekvîniyenin de emirlerine uymamanın cezası, ekseriyetle dünyada veriliyorsa, ıslah edici olmanın şümûlüne, bu emirlere uymak da girecektir. Yani hayat kanunları neyi gerektiriyorsa, muhtemel ve mümkün musibetler için nasıl tedbir almak gerekiyor, önceden nasıl davranmak, neyi nasıl yapmak gerekiyorsa, öyle davranmak ve öyle yapmak, ıslahçı olmanın gereğidir.
***
Saat 22.30 civarında sohbetten kalkıldı. 22.50’de yatsı namazına duruldu. Namazdan sonra, mûtadı üzere 23.15 sıralarında tekrar salona çıktılar. Sohbete 23.30’da katıldım.
......
Sağ omuzlarında ciddî ağrı olduğu için, doktor bey omuzuna masaj aletiyle masaj yaptı. 24.00’e birkaç dakika kala odalarına çekildiler.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
3. GÜN
Sabah saat 4.05’te sabah namazına duruldu.
Saat 9.15’te kahvaltı başladı. Sohbet, kahvaltıdan sonra soru-cevap faslı halinde gelişti.
YARATILIŞ VE NEFİSLERİN YARATILIŞINA
ŞAHİD OLMAMA
– “Göklerin ve yerin yaratılışına ve nefislerinin de yaratılışına onları şâhit tutmadık” âyetinde, “nefislerin” de zikredilmesi, acaba hayatın bir sır oluşuna mı bakıyor?
Yaratılış mevzuu, insanın kesin hüküm verebilme sahasının dışında kalıyor. “Şâhit tutmadık” demek, bu konu çıplak gözle görülecek ve laboratuvarda incelenebilecek bir mevzu değildir manâsına gelir. Yapılan çalışmalar ve elde edilen mu’talar (veriler) bir şey ifade etse bile, bu konuda kesin söz söyleyebilmek, insan için çok zor. Küre-i arzın ve kâinatın hangi merhalelerden, hangi safhalardan geçtiğini bilemiyoruz. Bu konuda ortaya pek çok nazariyeler atılsa da, bunların hiç biri hakkında kesin-doğru hükmü verilemez; zaten kimse de bu konuda kesin konuşamıyor.
– “Nefislerinin yaratılışına da” deniyor. Bugün, ceninin anne karnında geçirdiği safhalar biliniyor.
Âyetler, sadece bugünün insanına hitap etmez. Ceninin anne karnında geçirdiği safhalar, bugün bilinse bile, 14 asır boyu bilinmiyordu. Sonra, bu safhalar Kur’an’da da açıkça zikrediliyor. Demek ki, “nefislerinin yaratılışına da” ifadesinde başka manâlar var. Yaratılışta, can vermede, ruh üfleme söz konusu. Ruhun mâhiyetini bilemiyoruz. O, şuurlu bir kanun-u emrî; ama, mahiyeti nedir, nasıldır, nasıl üfleniyor, onun bedenle münasebeti konusunda bir şey denebilir mi? Bunların hemen hepsi bilgi alanımızın dışında. Meselâ, rahmetin mahiyetini de bilmiyoruz. Yağmura rahmet deriz; bu, yağmurun rahmete vesile olmasından, yani faydalarından dolayıdır. Şefkat ve merhamet de rahmetin bir buududur. Efendimiz (s.a.s.), Allah’ın, rahmetini 100 parçaya ayırdığını ve bunun 99’unu Âhiret’e bırakıp, ancak 1’ini yeryüzüne indirdiğini buyurur. “Hayvanın, yavrusu rahat emsin diye bacaklarını açması da, işte bu 100’de 1’lik rahmetinin tezahürüdür” der. Vahidî tecellî içinde geniş dairede bir rahmet tecellisi var. Bunun dışında, ehadî tecelli içinde de rahmetin tezahürü var; merhamet ve şefkat şeklinde tezahürü var. Meselâ çocuğa şefkat verilmiş. Çocuk, hayvanlar gibi, Şeriat-ı garra ile mükellef değilse de, Şeriat-ı tekviniyenin kanunları karşısında min vechin (bir zaviyeden) mükelleftir.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
TENASÜH VE FARKLI ÂLEMLER
– Daha önce bir sohbetinizde, insanın bu âlemdeki hayatının başka âlemlerde de yansıdığını, hattâ, dünyaya gelmeden önce bu hayatını keyfiyetini bilmediğimiz şekilde ruhlar âleminde veya daha başka bir âlemde yaşamış olabileceğini; burada bazen bir şeyi önceden yapmış, yeni gördüğümüz bir şeyi önceden görmüş gibi olmamızın, bir hatırlamadan ibaret bulunduğunu ifade etmiştiniz. Tenasühü bizzat tecrübe ettiklerini iddia eden bazıları, acaba bu noktada mı yanılıyorlar?
Tenasüh, nesh kökünden geliyor. Batılılar’ın reenkarnasyon dediği ise, nesh’ten ziyade mesh’tir. Yani, insanın ceza olarak bir alt varlık seviyesine inmesi, hayvan veya bitki olmasıdır. İki kelime arasında böyle bir fark olsa da, biz kavram olarak ikisini aynı manâda kullanıyoruz.
Buradaki hayatımız, âlem-i misâldeki levhalara kaydediliyor. Uhrevî âlemlerdeki yerimizi, makamımızı teşkil edecek şekilde, bir başka yaratılışa menşe’ oluyor. Ayrıca, aynen diğer âlemlere de aksediyor. Dört duvarı camdan bir odada nasıl sûretler nâmütenâhî denecek şekilde iç içe akseder, aynen onun gibi, buradaki hayatımız, şeffaf olan diğer âlemlere, her bir âlemin keyfiyetine göre aksetmektedir. İnkişaf etmiş, nûrâniyet kazanmış bazı ruhlar, bu aksedişin farkında olabilirler. Meselâ, böyle bir ruh, Kurban bayramında burada iken, aynı anda hacda da olabilir. Fakat bu, onun iradesi ile olur mu; insan, kendi iradesi ile dublesini başka yerlere gönderebilir mi, –buna bir şey diyemeyeceğim– ama, bu da bir aksediştir.
Meselenin bir diğer yanı daha var. Zayıf da olsa bazı hadis-i şeriflerde, “Sizin Âdeminiz gibi Âdemler, Nûhunuz gibi Nuhlar var” buyurulur. Bununla, biraz önce arz edilen aksediş kastedilmiş olabileceği gibi, daha başka rivayetlerde ifade edilen, Hz. Âdem’den önce daha pek çok Âdemlerin bulunduğu rivayetleriyle ele alındığında, bizden önce de insan nesillerinin yaşadığı neticesine varılabilir. Yunus, neye dayanarak demiştir bilmiyorum; “Dünya bununla yedi kez doldu / Âhiri bizden de kalan dünyasın” der.. evet bizden önce de başka insan nesilleri yaşamış olabilir. Ancak, bütün bunlar, şu anda ispatlanmış olmadığı gibi, ilmin kriterleri açısından da ispatı zor görünen şeyler. Ama, herşeye rağmen iddia edildiği şekilde bir re-enkarnasyonun ve nev’lerin birbirlerinden türemesi manâsında evolüsyonun olmadığı açık; bu söylediklerimin de re-enkarnasyonla bir alâkası yok. Ama her zaman karıştırmalar, iltibaslar olmaktadır ve bu iltibaslar, insanları yanıltabilmektedir.
İLMÎ VE MANEVÎ TERAKKİNİN NETİCESİ HAYRET MİDİR?
– Malûm-u âlîleriniz, Tasavvuf’ta en son makam olarak “hayret” makamı gösteriliyor. İlim için de aynı şey söylenebilir mi? İlim adamları da, araştırmalarının, keşiflerinin en son noktasında, “Bu işin künhüne eremeyecek, bu varlığı tam olarak tanıyamayacağız” itirafında mı bulunacaklar?
Hayret olduğu gibi dehşet, heyman, kalak da var; ama bunların hepsi hayrete irca edilebilir. İlim, gerçek zeminine oturacağı, gerçek ilim ve ahlâk aşkı yerleşeceği âna kadar, ilimden manâ adına bir şey beklemek oldukça zor. Bazı ilim adamları çok bencil; her biri bir Firavun gibi. İlimlerde terakkî ile Cenab-ı Hakk’ın muhît ilmini kavradıkça hayret yaşanabilir ama, ilim adamlarının şimdilik bu husustaki mülâhaza daireleri kapalı. Batı’da ilim adamları din deyince Hıristiyanlığı anlıyor ve yaratılış gerçeklerine Tekvin kitabı zaviyesinden bakıyorlar. Bu da, din adına onları tatmin etmiyor. Halbuki, bunların ellerinde Kur’an olsaydı, zannediyorum pek çok meseleler çözülecekti. İslâm dünyasında ise zikre değer bir ilim adamı yok. Bir Abdüsselâm’la da iş bitmiyor. Kur’an, ileride çok daha iyi anlaşılacak. Pek çok gerçekleri 20-30 sene sonra ortaya çıktıkça, o zamanki insanlar, 20 sene, 30 sene önce insanlar acaba bunlardan ne anlıyorlardı; bunların muhatabı bizmişiz diyecekler. Şu anda tamamen anlaşıldığı sanılan anne karnında ceninin geçirdiği safhalarla ilgili bile, ileride daha ne gerçekler ve ne sırlar ortaya çıkacak! Fakat unutulmaması gereken bir nokta var: O da, Kur’an’ın temelde dört ana esas –bütün şubeleriyle Tevhid, Nübüvvet, Âhiret, İbadet-Adalet– üzerinde döndüğüdür. Kur’an, ele aldığı bütün meseleleri bu dört ana esas çerçevesinde ayrı ayrı televvünlerle örgüler, ki, buna ‘tasrif’ diyoruz.
***
Binadaki ısıtma-soğutma (klima) sistemleri bir-kaç gündür bozuk olduğu için, bu sistemler tamir edildiğinden, sohbet, önceki günlere nazaran biraz daha devam etti. Yağmur’da bir şiirde geçen, “Kuşların kanatlarının ışık serpmesi” ifadesini bir arkadaş tenkid etmişti. Bu çerçevede, şiir değerlendirmesi üzerinde duruldu:
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
ŞİİR DEĞERLENDİRMESİ
– Şiir için objektif kriterler var mıdır? Şiir değerlendirmesinde bu objektif kriterler mi nazara alınmalı, yoksa her şair, kendi poetikasına göre mi değerlendirilmeli?
Mehmet Kaplan, biraz bu ikinci yolu takip etmiş. Ama bu, zor bir yol. Bir kere, şairi çok iyi tanıyacaksınız; onun karakterini, ruh hâletini bileceksiniz, hattâ, şiiri yazdığı andaki durumuna, kendisini çevreleyen şartlara, o andaki hâlet-i rûhiyesine muttalî olacaksınız ve buna göre şiirini değerlendireceksiniz. Meselâ, geçen yılki kaset hadisesi sırasında yazdığım herhangi bir yazıya veya şiire, ne kadar dikkat de etsem, bana düşmanlık yapanlar hakkında bile şefkatten ayrılmamaya çalışsam, yine de, o andaki ruh hâletimin karışmadığı söylenemez. Sonra, bazen şairler, mutlak objektif gerçekleri dile getirmezler. Meselâ, Nedim gibi bir Osmanlı şairinde fanteziler ağır basar.
Ferazdak, Emevîler döneminin çok önemli şairlerindendir. Çok makbûl biri gibi görünmese de, Hz. İmam Ali Zeynel-âbidîn’e çok bağlıdır. Onun hakkında yazdığı bir şiiri vardır ki, nefâsetiyle herkesi büyüler. Bir şiirinde, ne manâda kullanmışsa, çok mühürler açtığını söyler. Bunun üzerine devrin halifesi Abdülmelik, “Sen, burada zina yaptığını itiraf ediyorsun. Seni buna göre cezalandırabilirim” deyince, “Hayır” der, “beni cezalandıramayacağına dair Kur’an’dan delilim var.” Abdülmelik, “nedir?” diye sorunca, şu cevabı verir:
“Kur’an’da, ‘Şairler ki, onlara ancak azgınlar uyar. Görmez misin, onlar, her vadide şaşkın şaşkın dolaşır durur ve yine onlar, yapmadıkları şeyleri söylerler’ demiyor mu? Ben de bir şâir olduğuma göre, yapmadığım bir şeyi söylemiş olabilirim.”
Şimdi, şiirle meşgul olmayan şiirden bahsetmemeli. O da, kendi işine bakmalı. Bugün bazı insanların dünyanın dört bir yanında yaptığı gibi, kuşlar da, gagalarında ümid ışıkları taşıyıp, bunları toprağa çimlensin diye bırakabilirler.
Saat 11.30 sularında tamiratın bittiği haberi geldi ve sohbetten kalkıldı.
***
Saat 13.30 civarında öğle namazına duruldu ve 14.00’e doğru da öğle yemeğine oturuldu. Yemek esnasında, bir şehrimizde meydana gelen bir facia hakkında sordular. Bir arkadaş, “Faciada ölenler galiba tenezzühe çıkmışlarmış” deyince, “Ülkede çok sıkıntı var. Büyük bir umursamazlık ve gamsızlıkla oteller dolabiliyor, millet eğlenebiliyor. Hayret ediyorum” dediler.
Daha sonra, soru-cevap şeklinde sohbet devam etti:
DÜNYEVÎLEŞME
– Tarihte bu ölçüde bir dünyevileşme görülmüş müdür acaba?
Sekülerleşme, son asırların en belirgin husûsiyetlerinden. Din, dünyadan çekilince bunlar oluyor. Eski Roma’da da bu ölçüde bir dünyevileşme görülmüş; helâk olan daha başka kavimlerde de.. Osmanlı’da son zamanlarda saray hayatı ağır basmıştı ki, ülkede onca gaile olmasına rağmen Abdülaziz kalkıp güreş tutuyor ve güreşleri takip ediyordu. Necip Fazıl, onun için “tosunum” derdi. Hain değildi ama, hiçbir zaman bir Fatih, bir Yavuz da değildi.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
ABD’DEKİ İSPANYOLLARIN UYSALLIĞI
– Amerika’da bir-kaç milyon İspanyol var. Fakat, böyle çok uysallar, acaba neden böyle, köleleştirilmiş mi bunlar?
İspanyollar, bir dönemde Berberilerce köleleştirilmiş. Burada da, önceki dönemlerde benzer bir hadise yaşanmış olabilir. Sonra bu kölelik, ruhlara nüfuz ederek onlarda karakter haline gelmiş olabilir. Kur’an-ı Kerim’de bu hususta çok dikkat çekici bir ifade var; Firavun için, “Firavun kavmini küçümsedi, onlar da ona itaat ettiler” buyurulur. Aşağılama karşısında körü körüne itaat, köleleşme ve köleliğin bir karakter haline gelmesi demektir. Biz de, benzer bir muameleye Tanzimat’tan, hattâ 3. Selim’den bu yana maruz kalmışız. Ruh köleliği. Müslümanları, ancak Allah’a kulluk şuuruna uyarmakla, ruhtaki kölelik yenilebilir. Kimse, Allah’a kul olma noktasında başkasından üstün değildir. Sadece Allah’a kulluk yapan ve bunun şuurunda olan bir insan, başkasına kulluk yapmaz. Ama böyle bir kölelikten kurtulma da, tahriple, vurup kırmakla olmaz. Nureddin Topçu’nun çok işlediği, Varoluşçular’da, hususiyle Camus’de görülen bir isyan ahlâkı vardır; yanlışa, eğri-büğrüye karşı bir iç infial, bir isyan. Bunu iyi işletmek, fakat tamiri ruhta yapmak elzemdir.
NAMAZ VE DÜNYEVÎLEŞMEYİ KIRMA
– Namazın beş vakit emredilmesinde, dünyevîleşmeyi kırma adına da bir hikmet aranabilir mi?
Namaz, yahudilerde 50 vakitmiş. Hamdi Yazır da, tefsirinde, salât kelimesinin, “bir saygı hareketi, reverans” manâsına geldiğini söyler. Belki de onların namazı buna benzer bir şeydi. Çok maddeci oldukları için, günde elli defa namazla ancak Allah’la irtibat tazeleyebiliyorlardı. Bizde bu 5 vakte indirilmiş. Fakat, Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inde söylediği gibi, bu beş vakit, sıdk ile kılındığı zaman 50 vakte denk gelir.
DİNDE KOLAYLAŞTIRMA VE LÂUBALİLERE
RUHSAT KAPISINI AÇMAMA
– Malûm-u âlîleriniz, bir müfessir tefsirinde, Mısır’da İsrail Oğulları’nın ruhlarına sinen köleliği yok edip, onlara hürriyet ve insan onurunu yeniden kazandırmak için Hz. Musa’nın âdeta şok tedavi uyguladığından ve bunun için Tevrat’taki bazı emirlerin sert geldiğinden bahseder. Üstad bir zat da, “Dini yaşamada lâubalî olan insanlara ruhsat kapısı gösterilmez” buyuruyor. Dini, insanlara anlatırken, yumuşak anlatma, en geniş daire içinde kolaydan başlama da bir esas. Bu hususları birbiriyle nasıl te’lif edebiliriz?
Bu husus, mürşidlere bırakılmış bir husustur. Gerçek mürşid, terbiyesine aldığı insanları, karakterleri, ruh yapıları ve idrak seviyeleriyle çok iyi bilen insandır. Başta, peygamberler bunu çok iyi bilip, ona göre bir yol takip etmişlerdir. İşte Hz. Musa da, o kavmi kölelikten kurtarmak için ona göre prensiplerle gelmiş. Bu maddeci kavim, daha sonra maddeye ve dünya hayatına çok fazla inhimak gösterince, bu defa da Hz. İsa bunu ta’dil için, daha çok ruhu esas alan bir kısım düsturlar getirmiştir. Her peygamber de, vazife ve sorumluluğuna ait bir donanımla gelmiştir.. öyle ise, bu asırdaki mürşidler de, muhatabı olan insanlara nasıl davranmaları gerekiyorsa, o donanıma sahip olmalı ve ferasetleri ile, kime nasıl davranmaları gerektiğini çok iyi bilmelidirler. Çağımız, disiplin ve tertipli olmanın yanında, yumuşak davranma çağıdır. İstibdad ve sertlik, temel disiplinler açısından mahzurludur. Mürşid, doktor olmalı; önce hastalığı çok iyi teşhis etmeli ve ona göre tedavi uygulamalıdır.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
BEKLENTİSİZ VE BENLİKSİZ OLMA
Sohbeti, daha sonra, çok defa yaptıkları gibi, muhataplara veya içlerinden bir veya bir-kaç kişiye önemli bir ders verme mülâhazasıyla şu önemli hususa kaydırdılar:
Kendimizi rükün gibi görmemeliyiz. Size teveccüh olabilir; Allah’ın verdiği kabiliyet, istidat ve bu istidatları kullanmanız ölçüsünde iltifatta bulunulabilir. Fakat siz bu teveccüh ve iltifatı asla beklememelisiniz; ayrıca başkalarından da saygı beklememelisiniz. Başkalarının saygı göstermesi onların vazifesidir. Ne var ki, bu saygı ve teveccüh kat’iyen beklenmez. Hele bir insan kendisini rükün görüyor, ben turnikeye önce girdim, ben rükünüm diyor ve beklentiler içinde bulunuyorsa, bu, en hafif ifadesiyle muzaaf, hattâ mük’ab küstahlıktır. Peygamberler için bile en zor şey, kendilerine inanılması gerektiğini tebliğ etmek olmuştur. Efendimiz (s.a.s.) gibi, tevazu, mahviyet ve hacâletin en üstün ve zirvedeki temsilcisi olan bir insan, eğer mecbur olmasaydı, “Ben Rasûlüm, bana inanmanız gerekiyor” demezdi. Fakat peygamberler, onlara inanmak imanın gereği olduğu için, Musa Rasûlüllah, İsa Rasûlüllah, Muhammedün Rasûlüllah (aleyhimüsselâtü vesselâm) demek, imanın ikinci büyük rüknü olduğu için, kendilerine rağmen böyle bir tebliğde bulunmuşlardır. Fakat görüyoruz ki, şeytan bugün germiş yayını, yerleştirmiş okunu, vuracak sineler bekliyor. Ona av olmamak için, kendimizi hergün birkaç defa sıfırlamalı, bir hiç olduğumuzu nefsimize kabûl ettirmeliyiz. Sıfır (0) çok güzeldir, nokta (.) ondan da güzeldir. İşte, biz de kendimizi böyle görmeliyiz. Gerçi yeni 0 da halka gibi, o da boyna takılabilir.
İNGİLİZCE EĞİTİM
– Burada bir Türk profesör, Türkçe’yi koruma adına İngilizce eğitime karşı çıkıyor?
İngilizce deyip geçemezsiniz. İngilizce sayesinde bir-kaç milyar insanla irtibat kurabiliyorsunuz. Bugün dünyada hem bir haberleşme, hem de ilim dili olmuş. Özel okullarda öğrenciler İngilizce’yi öğrendikleri gibi, çok iyi Türkçe de öğreniyorlar. Zaten başka türlü de Türkçe’yi öğretemezdiniz ki! Türkçe’yi dünya dili haline getirme de bu yollarla gerçekleşebilir. Sonra bir dilin ehemmiyet ve yaygınlığı, biraz da onu konuşan milletin dünya dengesindeki gücüne bağlıdır. İngilizce’nin arkasında bugün Amerika gibi bir ülke var, İngiltere var. Ne zaman siz de dünya muvazenesinde bir devlet, bir ülke olursunuz, dıştaki dost ülkeler ve devletler de bu seviyeye yükselir; işte o zaman Türkçe de dünya dilleri arasındaki yerini alır.
Biz, dilimiz gibi, ilimleri de ihmal ettik. Yeniden dirilişimiz, ihmallerimizi gidermede yatıyor. Bu günah için içten bir tevbe etmeliyiz. Günah hangi türden işlenmişse, tevbe de o türden bir sevapla olabilir. Evet, telâfi edilmesi gereken neyse, onu telâfi etmekle tevbe etmiş oluruz. Millet olarak, üç asırdır en önemli günahlarımız ilimde geri kalma, fakirlik, iftirak (ayrılık) ve cehalettir. Bu günahların tevbesi de, ancak millet olarak zenginleşme, bütünleşme ve ilimden geçer. Bunları gerçekleştireceğimiz âna kadar, tevbemiz tamam değil demektir. Biz, çok günah işledik. Mesela; şahsî hayatımız adına hangi fedakârlıkta bulunduk? Sürekli sancı içinde keşiften keşfe koşan beyinler yetiştirdik mi? Büyük günahları biz 7 biliriz, halbuki niye 700 değil ki?
***
Saat 15.15 civarında sohbet bitti. Saat 17.30 civarında ikindi namazına duruldu. Namazdan sonra, bir bardak çay içtiler. Bu esnada, Üstad’ın fotokopi gibi bir hafızası olduğunu, bir kitabı eline aldığında sayfa sayfa çevirdiğini, kitaplarında müktesabâtını çok rahat kullandığını, fakat Muhyiddin-i Arabî’nin Fütuhât-ı Mekkiye’sini eline alınca, “Sen, beni galiba biraz meşgul edeceksin” dediğini anlattılar. Ardından, sorulan bir-kaç soruya cevap verdiler:
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
EVLİYÂNIN SÖZLERİNİ TEFSİR
– Üstad, Muhyiddin-i Arabî gibi evliyânın söylediklerini, yollarını, hepimizin anlayacağı şekilde çok rahat tefsir etmiş. O evliya ve daha başkaları, hâşâ anlamamışlar değil de, acaba misyonları mı kendilerini sınırlamış da, aynı derecede kolay ifade edememişler?
Evvelâ, Üstad’da yüksek bir isti’dat da var. Gerçi misyona göre isti’dat verilir ama, misyonu da yine isti’dat tayin eder. Bir de, herkesin bir arş-ı kemalâtı vardır; oraya ulaşınca, ötesini göremeyebilirler. Işığa boğulmuş bir odada bulunanın güneşi görememesi gibi, kendi makamlarının nurları kendilerini bütünüyle kuşatır da, artık ötesini göremezler.
NEDEN FÜTÜHÂT-I MEKKİYYE?
– Muhyiddin-i Arabî’nin Fütuhât-ı Medeniyye değil de, Mekkiyye demesi, gerçi tartışılmış ama, acaba neye binaen olabilir?
İmam-ı Rabbânî (r.a.), Medeniye der ve onun üzerinde durur. Muhyiddin-i Arabî, Hakikat-ı Ahmediye ile daha çok alâkalı. Efendimiz’in temsil ettiği bir Hakikat-ı Ahmediye var, bir de Hakikat-ı Muhammediye var. Dünyayı teşriflerinden önce O, Hakikat-ı Ahmediyesi ile vardır ve Kâ’be hakikatı ile tev’emdir. Bu sebeple O, İncil’de Ahmed ismiyle anılmıştır; Kur’an’da da geçtiği üzere, Hz. İsa (a.s.) O’nu, Ahmed ismiyle müjdelemiştir. O, dünyayı teşrifleri ve risaletleriyle birlikte Hakikat-ı Muhammediye’yi temsil etmiştir. Vefatından sonra da, yine Hakikat-ı Ahmediye’nin tecellisi söz konusudur. Muhyiddin-i Arabî’nin cevelan sahası ise, daha çok âlem-i misâl olduğu ve kendisi, mülkten çok melekût ile ilgilendiği için, Fütuhât-ı Mekkiye demiştir. Fakir, şahsen, ikisinin te’lifinden ve tevhidinden yanayım, hem Mekkiye, hem Medeniye.
TESBİHATTA HER İLÂHÎ İSİMDEN SONRA “ALLAH” DEME
– Tesbihatta, her isimden sonra, bir de Allah zikrediliyor?
Allah ismi, bütün isimleri câmî, yani hepsini içine alan Zât-ı Ulûhiyete has bir isimdir. Allah (c.c.), diğer isimlerle, Allah kastedilerek anıldığında, o ismin ifade ettiği manâya kâmil manâda sahip olan Allah’tır demektir. Meselâ, “Yâ Cemîlü yâ Allah” dediğimizde, bütün güzelliklerin kaynağı ve mutlak, kusursuz güzel olarak Allah’ı anmış oluruz.
Daha sonra, odasına çekildiler. Bu saatlerde yarım saat kadar bantta yürüyorlar.
***
20.30’da akşam namazına duruldu. 20.50’de yemeğe oturuldu. Yemekten sonra, bazı âfâkî konulardan bahsedildi. Bu arada söz Hz. Hamza’ya (r.a.) geldi ve şunları söylediler:
UHUD, HZ. HAMZA VE RUH DOKUSU UYUMU
Uhud, onun gibi bir kurban istiyordu. Yaşça, Efendimiz’den büyüktü. Müslüman olduğunda şöhretinin ve şerefinin zirvesindeydi ve Haşim Oğulları’nın şerefi kabûl edilirdi. O, çölde arslan avlardı. İçki de içerdi. Geldi, yeğeni ve kardeşinin yetiminin önünde diz çöktü ve Müslüman oldu. Bu, çok önemli bir hadiseydi. Uhud’da da, öyle bir günde, demek ki, O’nun şehid olması gerekiyordu. Ve, hiç tereddüt etmeden başını uzattı. Böyle çetin bir günde Rasûlüllah’ın uğrunda kurban olabilmek için ruh dokusunun tutması lâzımdı. Demek ki, onun ruh dokusu, yeğeni, yani Efendimiz’in ruh dokusuyla uyuşuyordu. Herhalde Üstad’la da Hafız Ali abininki tutuyordu ve aynı doku uyumu Hasan Feyzi’de de vardı.! Bir muallim, mükemmel bir edebiyatçı, çok güzel şiir yazıyor ve tasavvufta da irşad mertebesine gelmiş. Bütün bunları bir yana itip, geliyor ve bir ruh mimarına teslim oluyor. Tahirî Mutlu’da, Sabri ağabeyde de aynı uyumdan söz edilebilir.
ŞÂH-I GEYLÂNÎ VE FELSEFÎ TASAVVUF
– Abdülkadir-i Geylânî hazretlerinde, Muhyiddin-i Arabî ve daha başkaları gibi, felsefî görünümlü bir tasavvuf anlayışı var mı?
Bazı sözlerinde Vahdet-i Vücud işmam eden şeyler varsa da, diğerleri gibi değil. O da, çok önemli biri; Hz. Hasan’ın neslinden. Bu çağla da çok alâkalı. Tasarrufu her zaman devam ediyor. O’nunla ilgili Hac’da gördüğüm bir rüyamı anlatmıştım.
***
21.45 civarında kalkıldı. Bu arada, yarım saat kadar internetten gazete haberlerine bakıldı. 22.30 civarında da yatsı namazı kılındı. Yatsı namazında, Enbiyâ sûresinin son âyetlerini okudular. Bu âyetleri, bazen de Mü’min sûresinin 41-44. âyetlerini ne zaman okusalar gözyaşlarını tutamadıkları gibi, bu defa da ağlamaklı okudular.
23.00’de salona çıktılar. Küçük bir kahvaltı yaptılar. Bir arkadaş, “Ne zaman Enbiyâ Sûresi’nin son âyetlerini okusanız, ağlıyorsunuz” deyince, tekrar gözleri yaşardı ve, “Hep aynı kaderin insanlarıyız” buyurdular. Biraz daha oturduktan sonra odasına çekildiler.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
4. GÜN
Saat 4.05’te sabah namazına duruldu. 4.30’da bitti.
9.15’te kahvaltıya oturuldu. Kahvaltı esnasında ve devamında, güvenilir olmanın öneminden bahisle, şunları söylediler:
GÜVENİLİR OLMA
Bütün peygamberlerin birinci vasfı sıdk ve emanettir. Emanet, mü’min olmanın hem gereği, hem de birinci derecede neticesidir. Biz de her hususta, güvenilir olmak zorundayız. Kimseye bağımlı olmama, kimseden yardım almama, emniyetin olmazsa olmaz şartıdır. Din adına ve milletimiz için hizmet vetiresinde yapılan bütün yardım tekliflerini geri çevirdik. Meseleyi millete mâletmek gerekir. Millî bir mesele, ma’şerî vicdana mâledilmelidir. Allah’a itimat ve tevekkül ise, bu işin bir diğer yanıdır.
BAZI ŞAHISLARIN BEKÂRLIĞI TERCİHİ
VE EŞYA İLE MÜNASEBETİ
– Bugün, bazı insanları, kendilerindeki bir zaafla vuramazlarsa, aileleri veya çocuklarıyla vuruyorlar. Bu noktada, bazı önemli şahısların bekâr kalması, güvenilirlik adına da çok mühim değil mi?
Evet, mühim. Benim için olmadık yalanlar yazdılar. 4 evli olduğumu iddia ettiler. Bereket ki, İslâm’ın çizdiği sınırların içinde kaldılar, yoksa 5 de diyebilirlerdi. Edremit’ten Gemlik’e kadar zeytinlerim olduğunu ileri sürdüler. Hattâ, Denizli hapsinde Bediüzzaman’la görüştürdüler. O zamanlar ben 5 yaşındayım. Hani, maneviyata inansalar, perisprisi gitmiş görüşmüş deseler, iddianın nazara alınacak bir yanı olabilir. Onu da kabûl etmiyorlar. Böylesi yalan ve iftiralar, onların bütün güvenilirliklerini yıkıyor. Bunu öğrenen yabancılar da, katıla katıla gülmekten kendilerini alamıyorlar.
Bazı insanların eşya ile husûsî münasebeti vardır. O insan, her şeyde, her hadisede, bir yaprakta, çiçekte Allah’ı görür; O’nun İsimleri’nin tecellisini görür ve o şeye de o nazarla bakar. Bu türden bir zâtın eşya ile münasebeti çok farklı ve çok derindir. Meselâ, “mübarek bir tavuğum vardı” der. Kedinin mübarekliğinden bahseder. İşte bu zat, günde bir yumurta yiyor. O yumurtayı, onu veren tavuğu bir nimet olarak görüyor ve onlardan nimet verme fiiline, oradan Nimeti Veren’e intikal ediyor. Bu sebeple de, yediği yumurtanın kabuklarını atmıyor; kabuklar bir çuvalda birikiyor, sonra da ihtimal toprağa gömecektir. Başka türlü davranmış olsaydı, ben işte ona hayret ederdim. Neyse, kaldığı yere yapılan baskında bu çuval çıkınca, gazeteler yazıyor: “Çok az yemek yediği iddia ediliyordu; halbuki, kaldığı yerde bir çuval yumurta kabuğu çıktı.” Bakış farklı...
RÜYADA TESBİH GÖRME VE ‘TESBİH’
Saat 10.15 civarında sohbetten kalkıldı. Saat 12.25’de odalardan birine geldiler. Burada bir arkadaşın rüyası anlatıldı. Rüyada tesbih geçtiği için, “tesbihin Allah’ı tesbihle alâkalı olduğunu”nu buyurdular ve Hz. Yunus’un tesbihiyle ilgili makaleyi okuyup, o tesbihteki bilhassa “Sübhâneke” kısmına dikkat çektiler: “Lâ ilâhe illa’llah cümlesiyle istikbalimize, sübhâneke kelimesiyle dünyamıza, innî küntü mine’z-zâlimîn fıkrasıyla nefsimize nazar-ı merhametini celbetmeliyiz.” Daha sonra, sanki mâverâyı kollayan, gözetleyen bir edâ ile, “Bu zat, her şeyde ve devamlı olarak O’na menfezler açıyor, pencereler açıyor ve dikkatleri, nazarları hep O’na çeviriyor” dediler.
***
Saat 13.30 civarında öğle namazı kılındı. 14.00’e doğru da yemeğe oturuldu. Yemekten sonra sohbet, şu minvalde cereyan etti:
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
ABD’DE MEVCUT SİSTEM VE BAŞARININ SEBEBİ
– Burada sistem, tamamen beşerî ve ferdî ölçüler üzerine kurulmuş. Hayat içinde dinin çok yeri yok. Buna rağmen ayakta duruyorlar ve bir hâkimiyetleri var. Bu durumda, dünyada muvaffakiyet için Allah’ın, birinci derecede inançtan çok sıfatlara ve amellere baktığı söylenebilir mi?
Hadis-i şerifte, “Allah, şekillerinize, sûretlerinize bakmaz, kalblerinize bakar” buyuruluyor. Bu hadisin bir başka zayıf rivayetinde, “kalblerinize ve amellerinize bakar” buyurulur. Bunu destekleyen bir âyet-i kerimede de, “İşleyin: Allah, Rasûlü ve mü’minler yaptıklarınıza bakacaktır” deniyor. Yapılanın itkan şuuruyla güzel ve mükemmel yapılması çok önemlidir. Bunun dışında, dünya için değerlendirmede, isimden çok sıfatlar da mühimdir. Kişi mü’min de olsa, kâfirdeki müslüman bir sıfat, mü’mindeki müslüman olmayan bir sıfata gâlip gelir ve böylece kâfir, mü’mine galebe çalmış olur. Ayrıca, buradaki sistemin oturduğu medeniyetin güzel yanları var. Farkında olunsun olunmasın, Allah’ın Dini’ne dayanan bu güzel yanlarla, bir de Şeriat-ı tekvîniyeye itaattan gelen üstünlükler birleşince, arkasından muvaffakiyet ve hâkimiyet de geliyor.
Bu sistemin temel dinamiklerinden olan demokrasinin bugünkü za’fları, doğduğu yerden ve kaynağından ileri geliyor. Batı’da bir dönem Kilise’nin gelişmelere karşı geride ve yetersiz kalması, Batı toplumunu tamamen pozitivist esaslara itmiş. Bu da, demokrasinin talihsizliklerinden biri olmuş. Bu bakımdan, ondaki eksiklikleri belli kriterler ve evrensel değerler çerçevesinde gidermeğe ve onu daha insanî, daha ahlâkî temellere oturtmaya çalışmak gerekiyor.
TOPTAN HELÂKTE “MUAMELÂT”TAKİ ZULMÜN YERİ
– Kur’an-ı Kerim’de kıssaları anlatılan helâk edilmiş kavimlere baktığımızda, helâk sebebi olarak, Lût kavmiyle ilgili bir ahlâksızlığın dışında, muamelâttaki haksızlıklar, zulümler sanki ön planda görünüyor: ölçüde tartıda hile yapma, fesad çıkarma, yol kesme, genel düzeni bozma gibi…
İnsan için muamelât, davranışlar mühimdir. Cenab-ı Allah, davranışlarımızı geleceğimiz adına belirleyici kılar. Önemli olan, mücerred aksiyon değildir, mukayyed aksiyondur. Yeni bir kavram oldu bu. Yani, salih aksiyon; yerinde yapılan ve yapılması gereken aksiyon. Bunun dışına çıkınca ve iş önü alınamaz hale gelince helâk da geliyor. Lût kavmindeki ahlâksızlık bugün de var. Fakat, o kavimde olduğu gibi, âdeta bir hayat tarzı haline gelmemiş. O kavimde bu, artık bir hayat tarzı idi. Kur’an-ı Kerim, “Kadınları bırakıp…” tâbirini kullanıyor. Bu ahlâksızlık bir takım bulaşıcı hastalıklara da yol açmıştı. Bu sebeple Cenab-ı Allah, onların yaşadığı şehirleri yerin dibine geçirmekle beraber, hastalıklar daha sonraki nesillere geçmesin diye, orasını aynı zamanda sterilize de etti.
Evet, Hz. Hud’un kavminde refah ve gelir dengesizliğiyle birlikte, zulüm ve zorbalık söz konusu idi. Bugün, nasıl gelişmiş ülkeler, dünya nüfusunun %20’sini teşkil ettikleri halde, dünyadaki servetlerin %80’ini kullanıyorlar –ki, Necip Fazıl, bu durum için, “Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul / Bu taksimi kurt yapmaz, kuzulara şah olsa” der– bunun gibi, Hz. Hûd’un kavminde de böyle bir dengesizlik vardı. Hz. Salih’in kavminde, teref, yani dünya hayatını gâye edinip, keyfince yaşamanın yanısıra, iman esaslarına, metafiziğe karşı çıkma da vardı. Hz. Salih’in mûcizesinin kayadan çıkan bir deve olmasından da anlıyoruz ki, bu kavim de maddeci ve manâyı inkâr eden bir kavimdi. Hz. Şuayb’ın kavminde ölçüyü tartıyı tam yapmama önde idi. Bu kavimde –ki, Kur’an-ı Kerim’de Eyke olarak geçer; bulunduğu yer, Kur’an’daki koordinatlardan anladığımız kadarıyla yukarı Nil havzası ve Sina’ya, Kızıl Deniz’in kuzey doğu ucuna yakın bir mahal olabilir– ölçüde tartıda hile ve muamelelerde aldatma ön planda idi. Bütün bunlar, inançsızlıkla birlikte hayat tarzı haline gelince ve peygamberlere karşı da temerrüdle birleşince, helâk da kendiliğinden geliyordu...
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
UHDUD ASHABI VE TREN
Daha sonra, bir münasebetle, Ashâb-ı Uhdud’un, hendeklere atılıp, yakılan mü’minler gibi algılandığını, halbuki, tam tersine, mü’minleri hendeklere atıp, işkencelere uğratanlar olduğunu belirttiler. Ardından, “uhdud” kelimesinde trene işaret bulunduğundan bahisle, trene Türkiye’de önceleri şimendifer dendiğini ve şimendiferin, İslâm âleminin istismar ve istilâsında çok önemli bir rolü olduğunu ifade buyurdular. Eskiden, Bengal’e kadar uzanan tren yolu olduğunu, seyahatlerin, sevkiyatların daha çok trenle yapıldığı ve bu sevkiyatın İslâm âleminin esaret altına düşmesinde önemli rol oynadığı izahatında bulundular. Buradan hareketle, çocukluk günlerine ait iki hatırasını naklettiler:
ÇOCUKLUK GÜNLERİNE AİT İKİ HATIRA
6-7 yaşlarındaydım. Tren, köyün hemen yakınından geçerdi. Bir defasında binmek için atladığımda ayağımı boşa atmış olmalıyım ki, yüzüm üstü düştüm. Alnımda bir yara açıldı. Sonra da, Allah rahmet eylesin, Nureddin amcam, “ne işin vardı trenin yanında?” diye, beni bir güzel dövmüştü.
Nûreddin amcamdan dayak yemeğe ramak kaldığım bir olayı daha hatırlıyorum. Yine 6-7 yaşlarımda iken, 5-6 çocuk ellerinde sopalarla etrafımı aldılar. Ben de kendimi, otlardan yapılma kamçıvârî bir şeyle savunuyordum. Fakat onlar daha fazla vurup beni hırpalayınca, amcam bunu görmüş olacak ki, “Sen, nasıl dövülürsün” diye üzerime yürüdü. Ben de kaçtım, sonra araya büyükannem mi girdi, öyle kurtulmuştum. Aile, böyle cedşâhî bir aile idi. Baba-anne, büyükbaba-büyükanne, amca-yenge hep beraber otururduk. 20 yaşımda Edirne’ye geldim. Sonra askere gittim ve Erzurum’a ancak, İskenderun’da askerde iken aldığım hava değişimi münasebetiyle 4 yıl sonra dönebildim. Bu arada, ailem köyden Erzurum’un içine taşınmıştı. Kale yanında, Kadıoğlu Çıkmazı’nda anneme ait bir eve yerleşmişlerdi. Bana gelen mektuplardan aldığım o adrese vardığımda kapıyı annem açtı. 20 yaşımda ayrılmış, 24 yaşımda dönmüştüm. Annem, önce tanıyamadı, yüzüme baktı baktı, sonra, “Sen, o musun, Fethullah mısın?” dedi. Bilâhare o evden de ayrıldık.
Babam, çocuklarının bir zenaat sahibi olmalarını isterdi. İstediği gibi oldu. Kardeşlerim matbaa işine girdiler ve bugün de devam ediyorlar. Hiç biri zengin olmadı. Kendi hallerinde hayatlarını sürdürüyorlar.
ABD’DE YAĞMUR DUASI
15.30 civarında sohbetten kalkıldı. Biraz rahatsız görünüyorlardı. Saat 18.05’de ikindi namazına duruldu. Namazdan sonra bir çay içimi kadar oturdular. Havanın bir-kaç gündür soğuk ve yağışlı olmasından bahisle, geçen sene yaşanmış bir hatırayı naklettiler:
Geçen sene burada kuraklık vardı. Uzun süre yağmur yağmadı. Arkadaşlara yağmur duasına çıkmalarını söyledim. Kendim gitmedim, neme lâzım, ben çıksam, yağmayabilirdi. Hz. Musa, kavmiyle yağmur duasına çıkar. Yağmur gelmeyince, “Ya Rabbi” der, “duaya çıkmamızı buyurdunuz, çıktık, yağmur gelmedi.” Cenab-ı Allah, “İçinizde mücrim var” der. Hz. Musa (a.s.) kim olduğunu sorunca da, “Ben Settâr’ım. Kullarımın günahlarını örterim, fâş etmem. Hepiniz tevbe edin, böylece o zat da tevbe etmiş olur” buyurur. Bu bakımdan, benim yüzümden yağmur gelmeyebilir diye, ben çıkmadım. Arkadaşlar çıktılar, ilk gün yağmur gelmedi. Kendilerine, “İlk gün hemen gelseydi, bunu kendinizden ve duanızdan bilebilirdiniz. Üç gün duaya devam edin” dedim. Üçüncü gün yağdı. İslâm’ın her şeyi ne kadar güzeldir. Yağmur duası için sahraya çıkılır, kurban kesilir, fakirler doyurulur, tasaddukta bulunulur. Sünnet’te görmedim ama, âdet olarak, elbiseler ters giyilir ve Allah’a büyük bir tevazu ve kulluk duygusu içinde dua edilir.
Daha sonra, 18.45 civarında odasına çekildiler.
***
20.30’da akşam yemeği yendi. Yemek esnasında da hayli rahatsız görünüyorlardı. Yemekten sonra oturmadılar. 22.15 sularında yatsı namazı kılındı. Namazdan sonra, mutadları üzere salona çıktılar. Şekeri 40’a kadar düşmüş. Fazla oturmayıp, yine odasına çekildiler.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
5. GÜN
4.05’te sabah namazına durulmuş. Kameti duymadığımdan, 2. rekata yetişebildim. 4.25’te namaz bitti.
TÜRKİYE’DE VE JAPONYA’DA ORTA ÖĞRETİM
9.30 civarında kahvaltıya oturulmuş. Haberim olmadı. 15 dakika kadar geciktim ve kahvaltıyı mutfakta yaptım. Saat 10.00’da sohbete mülâkî olabildim. Bu esnada, sofradaki bir arkadaşa, “Japonlar acaba Türklerden daha mı zekî, yoksa dünyanın en zekî kavmi Türkler mi? Zenciler, kendilerinin bütün milletlerden zekî olduğunu iddia ederler gerçi” diye lâtifevarî bir soru yönelttiler. Arkadaş, “Japonların, 0-6 yaş grubu çocuklar arasında yaptıkları bir araştırmada Türk çocuklarının daha çok zekî olduğu ortaya çıkmış; fakat orta öğretim çağında eğitim bozukluğu sebebiyle bu zekânın köreldiği neticesine varmışlar” açıklamasında bulundu. Buna mukabeleleri şöyle oldu:
Orta öğretim, Japonlar’da bizden daha iyi değil. Burada ise daha geri. Bizim eğitim sistemimizde düzensizlik ve hafıza hamallığı var. Bizim bütün milletlerden daha önde olmamız lâzım. Fakat tarihimizde eğitim ve ilim hamlelerimizde kesilmeler olmuş. Halbuki, tarih boyu büyük medeniyetler kurmuş bir milletiz. Ruh ve dimağ yönünden çok gelişmiş olmamız lâzım. Yahudilerden geri olmamamız gerekiyor ama, şu anda Yahudiler daha önde görünüyor. Tarihleri, bu tarih boyunca maruz kaldıkları felâketler, yaşadıkları ülkelerde azınlıkta olmaları, dinlerini ırklarına hasretmeleri, sürekli kurtuluş ve hakimiyet peşinde koşmaları, onları zihnen daha çok geliştirmiş. Ülke olarak biz de bugün, pistte bir yer bulmalı ve nereden girmek gerekiyorsa ona oradan girmeliyiz. Yoksa, her şeyi yeni baştan alıp, bugünlere getirmek çok zor olabilir.
ENDÜLÜS’TEN RÖNESANS’A VE GELECEĞİN MEDENİYETİ
– Batı, malûm, Rönesans’ı Endülüs’ten, Sicilya’dan etkilenmelerle gerçekleştiriyor. Fakat, sonunda tamamen kendine ait ve bambaşka kriterler, değerler üzerinde bir medeniyet kuruyor. Bugün böyle bir şey mümkün mü? Bugünkü hâkim sistemin kültürü, o dönemde Endülüs’ün tesirinden çok daha ileride ve daha baskın. Buna zıt, apayrı çizgide bir medeniyet mi oluşacak, yoksa bir aşılama mı olacak?
Toplumların kültürleri, aldıklarını yoğurup şekillendirmede çok önemlidir. İhtiyaçları, karakterleri, inançları, hep kullandıkları malzemeyi şekillendirir ve kendilerine ait yapar. Batı’nın Doğu’dan aldığı malzemeyi kendine maletmesini garipsemem. Onlar, aldıkları her şeyi, faydalandıkları ilim adamlarının isimlerini değiştirmeğe varıncaya kadar kendilerine maletmişler ve “Biz, sizden bir şey almadık” diyorlar. Aldıklarını aldıkları gibi bırakmamışlar. Kendilerine göre yoğurup, şekillendirmişler ve kendilerine ait blokajlar üzerine bina etmişler.
Biz de, aynı şeyi yapabilir miyiz? Bu, çok zor değil. Önemli olan, kendi dinamiklerimizin çok sağlam olması; kendi aslî dokumuzun muhafaza edilmesi, kendi değerlerimizin korunmasıdır. Bunları başardığımız takdirde, buradan aldığımız şeyleri kendi millî blokajımız üzerinde şekillendirir, kendi kalıplarımıza ifrağ edebiliriz.
– Rönesans döneminde, Avrupa’da toprağa göre nüfus fazla, ihtiyaçlar çok idi. Yani, yeni bir medeniyetin oluşması için o günkü şartlar daha müsait bir manzara arz ediyordu. Bugün için ise, yeni bir medeniyet için şartlar bu derece elverişli mi? Farklı dünyalar arasında sanki bir yakınlaşma var gibi görünüyor.
Üçüncü dünya, tek milletten, tek ülkeden ibaret değil. Rönesans dönemindeki farklılığa benzer farklılıklar, sözü edilen ayrı dünyalar arasında yine var. Bugünkü medeniyetin sahibi olan dünya karşısında, bu medeniyetin bedevî sayacağı toplumlar var. Onların şartları, yeni bir medeniyetin teşekkülünü zorlayacaktır. Medeniyet tarihçilerinin tesbitine göre, insanlık tarihinde 30’a yakın medeniyet kurulmuş ve bunların 20’den fazlasını bedevî kavimler kurmuştur. Bugüne kadar gelen-geçen medeniyetler gibi şu andaki medeniyet de çökecektir. Fakat bu çökme birden olmaz. Şu anda, gelişmiş teknoloji ve iyi işleyen bir sistemin sağladığı rantabl bir yürüyüş var gibi. Ama bu durum, insanları sistem körü eder. Böyle bir durumda insanlar, fazla alternatifli düşünemez. Mevcud sistem üzerinde yürürler ve yenilenemezler. Bu faktörler, çöküşü getirir. Diğer dünya ise, bulunduğu durumdan kurtulma adına çok daha alternatifli düşünür; farklı sistemler üretebilir. Bu ise, yeni medeniyetlerin teşekkülü demektir.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
GELECEĞİN MEDENİYETİ ADINA İLİMLERDE PATLAMA?
– İlimlerde şu anda yatay bir gelişme görülüyor. Batı’da Newton’la, daha sonra Einstein’la patlamalar olmuş. Hem ilimlere yeni bir menfez, hem de yeni bir medeniyetin teşekkülü açısından, yeni patlamalar beklenebilir mi?
Einstein, birden ortaya çıkmış bir insan değil. Newton’un olduğu gibi, onun da bir öncesi var. Ondan önce Eddington var, Max Planck var, daha başkaları var. Einstein’da, bizde de yerleşmesi gereken bir ilim aşkı, hakikat aşkı ve araştırma aşkı görülüyor. Bu üç aşkın bulunması, gelişme için çok önemlidir. Hakikat bizatihî bir değer kabûl edilip, aşkla, şevkle araştırılmalı. Einstein, kendisini buna vermiş. O, dışarıda hep eski-püskü elbiseler giyermiş. Almanya’da böyle dolaşırken, kendisine “Üstad, bu ne hâl böyle?” diye sorduklarında, “Olsun, beni Almanya’da herkes tanır” demiş. Amerika’ya geldiğinde de aynı kıyafeti taşıyormuş. Aynı soruyu Amerika’da sorduklarında da: “Canım sende! Amerika’da beni kim tanır?” cevabını vermiş. Herkes tanır ile kim tanır, aynı noktada birleşiyor.
Batı, Necip Fazıl’ın tabiriyle, kendi açısından eşya ve hadiseleri hallaç etmiş. Biz de aynısını yapmalı, değerlerimiz zâviyesinden, kendi fikrî, felsefî blokajımız üzerinde, bütün eşya ve hadiseleri hallaç etmeliyiz. Bir zaman çok önde ve ileri olmamıza rağmen, sonraki mağlûbiyetlerimiz sebebiyle hafife alındık; bir şey yapamayacağımıza inandırıldık. Herhangi ilmî veya teknolojik bir gelişme oldu mu, “Bu gâvur işi, bunu ancak gâvurlar yapar” dedik. Oysa ki, Türk öğrencilerinin olimpiyatlardaki başarısı bunun böyle olmadığını gösterdi. Bu duygunun, bu yanlış kabulün yıkılması lâzımdı. Şimdiki ihtiyaçlarımız bize muallimlik yapacak ve gün gelecek Amerika’dan, Japonya’dan, Almanya’dan öğreneceğimizi öğrenecek ve her şeyi kendi kültür kalıplarımıza ifrağ edeceğiz.
Şu anda, Türkiye’de her şey karmakarışık durumda, bir nizamsızlık var. Gerçi bir devletimiz var ama, süper güçler ölçüsünde değil. Öyle olsa da, onu bütün bütün devletsizliğe tercih ediyoruz; etmeliyiz de. Bazı ülkelerde her müsbet gelişmeyi bozan çarpık bir anlayış var. İlimler sahasında olduğu gibi, sosyal meselelerde de günü yakından takip edecek ve bu meseleleri yerli yerine oturtacak dimağlar bekleniyor. Bunun yanısıra, belli bir takvime ve belli bir programa da ihtiyaç var. Dileriz öndekiler, bunları düşünsünler.
***
Saat 11.00 sıralarında sohbet bitti. 12.30 civarında kaldığım odaya teşrifle, bir arkadaşın internet çalışmaları hakkında sorular sordular.
MÜ’MİNE KÜFÜR İSNADI
Saat 13.25 civarında öğle namazına duruldu ve 13.50 civarında da öğle yemeğine oturuldu. Yemek esnasında, yumuşak olmaktan, tahrik edici ve gıptaya sevk edici tutum ve davranışlardan kaçınmak gerektiğinden bahsettiler. Bazı dostlarda kıskançlık damarının fazla etkili olduğunu ve Müslüman olduklarını bildikleri insanlara küfür isnadından kaçınmadıklarını ifade ile, halbuki Efendimiz (s.a.s.)’in, “Bir mü’min bir başka mü’mine küfür isnadında bulunursa, bu iki mü’minden birinin kâfir olacağını” buyurduğunu hatırlattılar. Daha sonra, şunları ilâve ettiler:
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
GIYBET
Gıybet benim gözüme şeytan gibi görünüyor. Hakka hizmet ediyorum, irşadda bulunuyorum diye korkunç gıybet yapılıyor. Bir masada birinin gıybetini yapar ve icabında orada helâlleşebilirsiniz. Fakat medya diliyle yapılan gıybet her tarafa yayılıyor. Hattâ arşivlere de giriyor ve bir defa, bir defa daha neşredilebiliyor. Bu şekliyle de helâlleşmenin imkânsız hale geleceği buudlara ulaşıyor. Sonra, herkese her şeyi anlatamıyorsunuz. Anlatamazsınız da. Hele ahmağa söz anlatmak çok zordur. Mevlânâ, nereden almıştır bilemiyorum ama, Hz. İsa (a.s.) ile ilgili bir menkıbe anlatır. Geçende, bir arkadaş, “Yazdığınız bazı hususların kaynağını kaydedebilir misiniz? Bilhassa Batı’da her iktibasa kaynak soruluyor.” demişti. Ben, mahzen-ı esrâr faresi değilim ki, o şekilde çalışayım. Bildiğimi, hissettiğimi yazarım. Neyse, Mevlânâ da böyle, aldığı yeri belirtmeden kaydediyor: Hz. İsa dağa doğru kaçarmış. Biri, “Niye böyle kaçıyorsun? Sen, ölüleri diriltir, alacalıyı, abraşı iyi edersin” diye sormuş. Hz. İsa cevaben buyurmuş ki: “Evet ben, Allah’ın izniyle ölüleri diriltir, abraşı, alacalıyı iyi ederim. Fakat arkamda bir ahmak var, ondan kaçıyorum. İşte ona hiçbir şey yapamam!”
– Bazılarının idrak ve anlayış ufku çok sınırlı olabiliyor..?
İdrakin, ufkun sınırlı olması, günaha, gıybete mazeret teşkil etmez. İslâm’ın kesin kaideleri var.
MEVCUT SİSTEMİN DEVAMINDA KADERÎ BİR SIR?
– Dün, buradaki sistemin beşerî ve ferdî değerler üzerine oturduğu, dînî değerleri çok hesaba katmamasına rağmen, ayakta durduğundan bahsedilmişti. Bu ayakta durmada, her meseleye küllî bakan Kader’in gelecek adına bir fetvası da olabilir mi? Yani Kader, toprağa düşmüş bazı tohumların yeşermesi adına, bu ayakta durmaya fetva veriyor olabilir mi?
Allah, ister günümüz, isterse gelecek açısından olsun, dengelerin korunması için bazı milletleri ve bazı güçleri kullanır. Ortada mutlak güzellik yoksa, izafî iyilik ve güzellikler öne çıkar. İslâm tarihinin ilk dönemine bile baktığımızda aynı gerçeği görürüz. Efendimiz (s.a.s.) ve ardından, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer dönemlerinde, Hz. Osman’ın ise ilk döneminde mutlak güzellikler hâkimdir. Hz. Osman’ın ikinci döneminde karışıklıklar başlamış, Hz. Ali döneminde bu karışıklıklar zirveye ulaşmıştır. Hz. Osman’ın bu ikinci döneminde izafî güzellikler hâkimdir. Hz. Ali dönemi çok güzeldir, ancak bazılarının çıkardığı fitnelerle toplum her yanıyla sarsılmıştır. Emevîler’de 2.5 yıllık Ömer ibn Abdülaziz ve Abbasîler’de Mehdî dönemleri mutlak güzellikler adına yeni birer hâkimiyet dönemleri olarak görülebilir. Fakat bunların dışında kalan bütün dönemlerde, buna Selçuklu ve onun bağrında yetişmiş bulunan Osmanlı dönemleri de dahildir, yine izafî güzellikler hâkimdir. Amerika’da da şu anda bazı izafî güzellikler var. Her ne maksada matuf olursa olsun, inanca saygı var; ferd ve inanç planında dinin yaşanmasına müsaade var; ferdî haklar ve hürriyetlere hürmet var. Hür teşebbüs ve düşünceyi kabûl var. Sistem bunlar üzerine oturduğu gibi, devamı adına da bunlara muhtaç. Bu bakımdan, şu anda dünya dengesi için, dünyanın batmaması için Allah, bu sistemi koruyor olabilir. Bu, gelecekte başka tekevvünler olmaz demek değildir. Her zaman dünya muvazenesinde bir millet ve bir güç mutlaka bulunacak. Bu güç, şu anda siz olmadığınıza göre Amerika olmazsa, bir başkası olacak. Kader noktasında buna Amerika demek daha çok istihkak sahibi ki, milletler muvazenesinde o hâkim konumda bulunuyor. Bunu demek, Amerikancılık yapmak değildir; benim inancım bellidir. Dünya gelse, karşılığında dünya sultanlığı verilse, bundan zerrece taviz vermem. Fakat, realiteler var, Şeriat-ı tekviniyenin kaideleri var, Kader’in hükmü var. Bu bakımdan, körü körüne bir Amerika düşmanlığı yapmanın da hiçbir manâsı yok.
Osmanlı’nın çöküşü ile, Amerika’nın dünya sahnesine çıkışı aynı dönemlere rastlar. Almanlar, iki defa dünya hakimiyetine oynamış. İngilizler, 2. Dünya Savaşı’nda Almanya karşısında sığınaklar yapmak ve oralara sığınmak mecburiyeti duymuşlar. Japonlar, 20. asrın başında Ruslar’ı yenince, herkesi yenebilecekleri gibi bir hisse kapılmış ve 2. Dünya Savaşı’nda Pearl Arthur’da sâkin duran Amerika donanmasına saldırmışlar. Japonlar, daha sonra bunun tarihî bir hata olduğunu anlamış ve “Uyuyan aslanı uyardık” itirafında bulunmuşlardır. İşlenen bir takım şerleri ve zulümleri ön plana alırsanız, o zaman meseleye bu zâviyeden, “Allah, zâlimi zâlime musallat eder, sonra da döner, o zâlimden intikam alır” sözü çerçevesinde de yaklaşabilirsiniz.
Dünyada ABD’nin bırakacağı boşluğu dolduracak, mutlak güzellik ve adalet-i mahza adına devir-teslime hazır bir durum var mı? Ülke olarak, dünyada bizim yerimiz neresi? Bütün bunları nazara almadan, ne söylenecek sözün, ne yapılacak bir işin müsbet bir değeri olmaz.
Sebeplere riayet ve İlâhî İrade’ye muhalefetten kaçınma
Evet, Allah’ın Meşietine vabeste hususlarda sabırsızlık göstermemek lâzım. İrade, insanın en önemli yanı, onu insan yapan gerçek husûsiyetidir ama, onun için bazen de bir dezavantaj olur. İrademizi Allah’ın iradesine teslim etsek, O’nun kâinat için, hayat için koyduğu kuralları çok iyi bilip, onlara hakkıyla riayet etsek, karışıp karıştırmasak, her şey çok daha iyi yürür. Eko sistem, insan eli değmeden nasıl aslî dengesi içinde yürüyor ve insanın yersiz müdahaleleriyle bozuluyorsa, içtimaî sistem de aynen öyle yürür. Helâl yolda kullanıldığında tenâsül adına hayırlı bir fonksiyon yüklenen şehvet, suiistimal edildiğinde nasıl insanı insanlıktan çıkarıyor ve en büyük günahlara meşcerelik yapıyorsa, bunun gibi, irade de, yerinde kullanılmadığı, yanlış yerde kullanıldığı, İlâhî İrade’ye muhalefet ettiği zaman, insanın başına belâlar açar.
İrade ve sebepler, Allah’ın fiillerimizi yaratmasında, çok küçük ve çok ince de olsa, bir esastır. Bunu yerli yerine kullandığımızda, İlâhî İrade’ye, Allah’ın rızasına râm olduğumuzda, O bize farkında olmadığımız öyle kapılar açar ki, biraz tefahhus ve tecessüs içinde olur, hayatımızı duyarak yaşarsak, bunun farkına varırız. Çokları insanın ledünniyatıyla meşgul olmuş, onun iç dünyasını araştırmıştır. Fakat biri var ki, bu sahaya çok daha iyi girmiş, çok derinlere inmiş. İnsanın diğer duyularına ilâveten, keşfettiği sâika ve şâika adlı iki histen daha bahsetmektedir. Ortada hiç sebep yokken içinizden bir şey yapmaya şevk duyar, bir yola, bir yöne sevk edildiğinizi hissedersiniz. İşte bu, O’na teslimiyetinize O’nun bir ihsanıdır. Size öyle ihsanlarda bulunur, sizi öyle işlere sevk eder ki, yaptıklarınızı yapmaya dâhîler muvaffak olamaz. Fakat burada bir diğer önemli şart daha var ki, her yaptığınızı Allah’ın ahkâmına uygunluk içinde yapacak, en doğru bildiğiniz kararlarınızı ve uygulamalarınızı bile günde birkaç defa test edecek, bu konuda büyükler ne demiş, vicdanınız ne diyor, onları dinleyecek ve talebinizde ciddî olacaksınız. O zaman, “men talebe ve cedde, vecede – Talep edip, talebinin gereğini ciddiyetle yerine getiren, talep ettiğine ulaşır ” sırrınca, ummadığınız, düşünemediğiniz ufuk ve hedeflere sevk edildiğinizi görürsünüz.
***
Daha sonra, ihtimal gerekli bir ders adına, konuyu biraz değiştirerek, buyurdular:
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
DİNİ ÖNCE KENDİMİZE ANLATMA VE İSTİŞARE
Muhatabımız kimse değil, fakat herkes. Dini anlatırken, önce bizim yaşamamız gereken kaideler bütünü olarak kendimize anlatmalıyız. İsteyen de, alacağını alır. Her adımda O’nun elini görmemiz lâzım. Ne var ki biz, kendimizi asla suçlu görmeyiz. 50 defa çamura batsak, “çamura düştük” demeyiz de, “üzerimize çamur sıçradı” deriz. Ne işin var çamurun içinde?
Osman Yüksel anlatmıştı. Üstad Necip Fazıl, elinde çanta koşa koşa istasyona gidiyor. Fakat tam varırken, tren hareket ediyor. “Üstad” diyor Osman Yüksel, “Ne o, treni mi kaçırdın?” Üstad, kendi kabiliyetinin farkında biri. Yenilgiyi hazmedemez; “Ne kaçırması? Kovdum gitti!” diyor. Necip Fâzıl gibi, Sezai bey de kendinin, üstün yanlarının farkındadır. Ama, dâhî olmaktansa, orta zekâlı olup, meşverete, dayanışmaya önem vermek, bence çok daha mühimdir. Evet, başkalarının düşüncelerine müracaat edenler, dâhîlerden daha başarılı olurlar.
İnsan, kendisinin farkında olsa da, güneşe ayna olmaya bakmalıdır. Ay güneşe ayna olmasa idi, ışık verebilir miydi? Görmez misiniz Tahirî Mutlu’yu, Hasan Feyzi’yi, Hoca Sabri’yi, Hulûsî Efendi’yi? Bunlar ne engin ruhlardır! Ne derin mehâbettir o öyle! Öyle bir dünya-ukbâ muvazenesi kurmuşlar ve o kadar derin bir inanç, teslimiyet ve tevekkül içindedirler ki, onları Sahabîlerin izdüşümleri sanırsınız. Onların, günümüzdeki iz düşümleri. Allah’ı anlatma, daima birinci işleri olmuş. Bütün dünyanın karşılarında durduğu bir dönemde bile, ümitlerini hiç yitirmemişler; Allah’a güvenlerinde asla sarsıntı yaşamamışlar. Bence şimdi de ye’se gerek yok. Şer, şerliğini, şirret şirretliğini hep yapmış. Dolaştığı yerlerde meleklerin başına gül saçtığı insana nâdânlar kum atıyor, çakıl atıyor, yoluna diken döküyorlardı. Siz, insanların gönlüne talip olmuşsunuz. Gönüllere Allah’ın sevgisini aşılayacak, O’nu gönüllere duyuracak, hep bu yolda koşup duracaksınız. Dökülenler de olacak. İş büyük, gönüller sultanlığı. Önemli olan, yapılması gerekeni yapıp, neticeyi hiç düşünmemek, yarın ne olacak diye hiç hesap etmemek ve O’nun işine karışmamak…
Yine bir ders mâhiyetinde, “Bu kadar baş ağrıttığım yeter. Sabrınıza teşekkür ederim” diyerek kalktılar.
ZAMANIN HAREKETİ
Saat 18.15 civarında ikindi namazına duruldu. Namazdan sonra bir çay içimi oturdular. Bu arada, duvarda asılı bulunan ve dünyanın hareketlerine göre gece, gündüzün hareketlerini gösteren tabloya bakarak, şunları söylediler:
Bir süre sonra burada geceye girilirken, Türkiye gündüze giriyor olacak. Işık bölgesi, devamlı değişiyor. Işıklı alanları gösteren açı bazen tersine dönüyor. Bu, içtimai hayatta da böyledir. Bugün bir taraf aydınlık, yarın başka bir taraf.” Daha sonra da, “Gece ve gündüzü iki âyet kıldık. Gecenin ayetini silip gündüzün ayetini ise aydınlık kıldık ki, Rabbinizin fazlından talep edesiniz ve yılların adediyle hesabı bilesiniz diye. Her şeyi, böyle gerektiği şekilde açıkladık” (17:12) âyetini okudular.
***
Saat 20.30’da akşam namazına duruldu ve 20.50’de yemeğe oturuldu. Yemekten sonra, bir-kaç soru-cevap şeklinde sohbet oldu:
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
MÜSLÜMANLIĞIN JAPONYA’DA ŞANSI
–Japonya’yı nasıl buluyorsunuz? Müslümanlığın Japonya’da şansını nasıl görüyorsunuz?
Japonya, tıpkı karınca toplumu gibi bir iş ve çalışma toplumu. İş, eğlenme, evle meşguliyet, kamp hayatı, seyahat.. evet, işte bunca meşguliyet içinde bir yol bulup İslâm’ı anlatmak zor olsa gerek. Zira, müslüman olmak da bazı mükellefiyetler getiriyor. Buna göre müslüman Japonlar, hayat standardında az bir değişiklik yapabilir; mesela günde 5 vakit namaz var ve bu bir zaman ister. Ancak İslâm’ı, onun ruhundaki kolaylık ve yaşanabilirliği öne çıkararak sunabilirsek ve yine İslâm’ın iş ahlâkını, ilim ahlâkını iyi anlatabilir ve iyi temsil edebilirsek, belli ölçüde de olsa bir muvaffakiyet elde edilebilir.
Ne var ki, bütün mesele dönüp-dolaşıp gelip temsile ve örnek müslüman olmaya dayanacaktır. Müsamahası, iç enginliği, insanlara bakışı, davranışları ve samimiyetiyle iyi örnek bir müslüman olmaya...
Bu arada, bir arkadaş Fasıldan Fasıla kitabının 2. cildini getirdi; Hocaefendi de, oradan daha önce sorulmuş aynı soruya verdikleri cevabı okudular.
HÂDİSELERDEKİ İLÂHÎ HİKMETLER
– Uhud savaşı münasebetiyle gelen, “O günler ki, biz onları insanlar arasında döndürür dururuz.” diye başlayan âyette, önemli tarihî hâdiselerin, iman edenleri ortaya çıkarmak, Allah’ın şehidler veya şâhidler edinmesi ve müminleri temizleyip, kâfirleri mahvetmek” şeklinde üç hikmet beyan buyuruluyor. Bütün hâdiselerde bu üç hikmeti mi aramak lazım?
Daha başka hikmetler de olabilir.. bu tür hâdiseler âdeta birer arınma kurnasıdırlar ve mü’minler onlarla temizlenirler; temizlenirler ve temiz, kirliden; samimî mü’min de münafıktan ayrılır.
Allah, herkese inancının, samimiyetinin derecesini ve müslümanlığının keyfiyetini gösterir. Allah’ın imtihanları, bize ne olduğumuzu bildirmek içindir; bilme-bildirme, meçhul bir şeyi ortaya çıkarmak için olur; Allah için meçhul hiçbir şey yoktur. O bakımdan, bu âyette olduğu gibi, Kur’an’da “Allah bilmek diliyor” şeklinde geçen ifadeleri, “Allah, size bildirmek istiyor, göstermek istiyor” şeklinde anlamak daha uygun olur zannediyorum.
Bu âyetlerin arkasında, küçük bir serzeniş de var; “Allah, içinizden cihad edenleri ve gerçek sabır sahiplerini ortaya çıkarmadıkça Cennet’e girivereceğinizi mi sanmıştınız?” Sonraki iki âyette de yine böyle bir serzenişten söz edilebilir. “Önceden, onunla karşılaşmadan ölümü temenni ediyordunuz; şimdi o karşınızda fakat sadece bakıyorsunuz. Muhammed (sallâllahu aleyhi ve-sellem) bir rasuldür. Ondan önce de rasuller geldi, geçti. Şimdi O, ölür veya öldürülürse, ökçeleriniz üzerine gerisin geriye mi döneceksiniz?” Seçilen kelimeler, düşündürücüdür. Bunlardan biri de, topuklar üzerinde gerisin geriye dönme kelimesidir.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
ŞEHİD VE HAKK’A ŞAHİDLİK
–Kur’an-ı Kerim’in değişik âyetlerinde şehidlerden bahsedilir. Burada söz konusu âyetteki şehadet, bu cinsten bir şehadet midir? Yoksa onu şehidler şeklinde mi anlamak lazım?
Âhiret’te Efendimiz (sallâllahu aleyhi vesellem) bütün ümmetler için şahidlik yapacak. Bir hadis-i şerifte de buyurulduğu gibi, Âhiret’te Hz. Nuh aleyhisselâm gerekli tebliği yaptığına Ümmet-i Muhammed’i şahid gösterecek. “Onların kitabında, gerekli tebliği yaptığım yazılı” diyecek. Evet, Ümmet-i Muhammed, bu yönüyle bütün ümmetler üzerinde şahiddir. Ayrıca, şahidlik başka gerçekler için de yapılır. Hakk’a şahidlik bunlardan biridir. Allah’ın birliğine bizzat Allah, melekler ve ilim sahipleri şahidlik eder. Doğrunun şahidleri, adaleti yerine getiren şahidler... bütün bunlar, Kur’an-ı Kerim’de ifade edilen şahidliklerdir. Şehîd de, uğrunda canını, malını feda ettiği ve kanını akıttığı davanın hakkaniyetine şahiddir. Bu bakımdan, onunki de bir çeşit şehadettir. Hz. Hamza ve emsalinin şehadetlerini düşününüz...
Fazlurrahman gibi bazıları, Kur’an’ın tarihselliğinen bahsediyorlar. Bunu, onların anladığından farklı anlamak da mümkün. Yani, Kur’an âyetlerini anlama, âyetin indiği şartları, konjonktürü iyi bilmekle olur ki, bu, zor da olsa önemlidir. Şayet konjonktür bilinmezse, âyetleri gerektiği şekilde anlamak zorlaşır.
28 ŞUBAT VE TÜRKİYE’NİN GELECEĞİ
–28 Şubat, ülkenin daha iyi bir noktaya gelmesi adına Türkiye’de bazı süreçleri geciktirdi mi?
Geciktirmedi; aksine hızlandırdı. Hattâ 28 Şubat, Türkiye’de demokrasinin yerleşmesini de hızlandırdı. Ben, Türkiye’nin de dünyanın da geleceği hakkında çok ümitliyim. Ancak, hepimize biraz daha fedakârlık düşmektedir. Her şeyden evvel, muamelelerimizin müslümanca olması çok önemlidir. Bir insan, çok iyi namaz kılabilir; siz de, ibadetlerine bakarak onun hakkında iyi bir kanaate sahip olabilirsiniz. Ancak o kimse, muamelelerinde aynı derecede dikkat etmiyor ve çarşıda-pazarda muameleleri de müslümanca değilse, o insan, inandırıcı değildir. Zira din, bir bakıma, temelde helâl-haram gibi muamelelerden ibarettir.
***
Saat 22.00 civarında sohbetten kalkıldı. Bu arada kısa bir süre internetten gazeteleri takip ettiler. 22.30 civarında yatsı namazına duruldu. Namazdan sonra, mutadları üzere salona çıktılar. Son tashihlerini yaptıkları Kırık Mızrap’ın 2. cildinde yer alacak şiirlerinden bazılarını okudular. Yıllarca önce, “Üstad da yazdıklarını talebelerine göndermiş. Kendi yazdıklarını okumak veya dinlemek onlarda nasıl bir tesir meydana getirir?” diye sormuştum. Cevap olarak “müferrah olurlar.” buyurmuştu.
ŞİİR ÜZERİNE
Şiirlerden sonra, şiir üzerine kısa bir sohbet oldu. Fazla sembolizmin ve benzeri tavırların fantezi olduğunu, bazılarının müphemiyette derinlik aradığını, aslında, ifadenin açık, anlaşılır olması gerektiğini, fakat, gelecekte söz, belâğat her zamankinden daha önemli ve tesirli olacağı için her manâya kendine göre ve onu güzel gösterecek bir elbise giydirmek gerektiğini ilave ettiler. Daha sonra da şunları eklediler:
Âkif, çok samimîdir; bir dert ve ızdırap insanıdır. Şiiri çok rahattır; aruzu kullanmada, denebilir ki, üstüne insan yoktur. Şiirini anlamadaki zorluk, kullandığı bazı kelime ve terkiplerden dolayıdır. Hepimiz onu okur, sever, ezberler; sonra gerektiği yerde de okuruz. Necip Fazıl ise, manâda çok derindir; lafızperestlik yapma gereği duymamıştır. Kullandığı kelimeler hiç kulak tırmalamaz. Ritim ve âhenk fevkalâde yerindedir. Yahya Kemal’de de fazla süs olmamasına rağmen, Necip Fazıl, onun şiirleri için “plastize” tabiri kullanırdı.
24.15’de odalarına çekildiler.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
6. GÜN
Saat 4.05’de sabah namazına duruldu ve namazdan 4.30’da kalkıldı.
9.15 civarında kahvaltıya oturuldu. Kahvaltıda sohbet olmadı. Kendileri rahatsızdı. Rahatsızlığını artıran veya doğrudan sebep olan bir takım hadiseler de mevcut olabilir.
13.30 civarında öğle namazı kılındıktan sonra, 14.00’e doğru yemeğe oturuldu. Öğle yemeğinde de sohbet olmadı ve yemekten sonra kalkıldı.
20.30’da durulan akşam namazından sonra 20.50 civarında yemeğe oturuldu. Yemekten sonra, İslâm dünyasının genel manzarasından bahisle, şöyle buyurdular:
HİKMET VE SEBEPLER DAİRESİNDE HAREKET BİÇİMİ
Biz üçüncü sınıf dünya ülkelerinin, geleceğe ait ciddi bir hesabımız, bir stratejimiz yok. Biz, muhtemellerin mahkûmuyuz. Çeçenistan’da ne oldu; o ülke bu savaşa nasıl sürüklendi, kimler sürükledi bilemiyoruz. Şahsen, Maşadov’un böyle bir savaşın çıkmasını arzu ettiğini hiç sanmıyorum. O, dengeli birisi. Ancak olanlar doğru değil. Zira, kuvvetin yaratılmasında da bir hikmet vardır. Biz, dünyada sebepler dairesinde yaşıyoruz. Bu, hikmet ve sebepler dairesinde gerekli tedbirler alınmadan ve sebeplere riayet edilmeden, Allah’ın fevkalâdeden yardımlarına ve harikulâdelere göre strateji vaz’edilemez. Mucizeye ve gelecek İlahi yardıma göre plan, program yapılmaz. Allah, peygamberlerine bile sebeplere göre hareket etmeyi tavsiye eder. Hiçbir müslüman hakkında konuşmayız, konuşulması da doğru değildir. Ancak, gerekli dersleri çıkarma ve bir muhasebede bulunma manâsında bazı şeyler söyleyebiliriz. Merhum Şeyh Şamil hareketi de kuvvet dengesi olmayan bir hareketti. Bunun gibi, Sudan’daki Mehdi hareketi de, sebeplere yeterince riayet edemediğinden mağlûbiyetle sonuçlanmıştı. Evet, İngilizlerin modern silahlarına karşı kılıçla muvaffak olmak mümkün değildi.
Sohbetten sonra, 22.30 civarında yatsı namazı kılındı. Namazı müteakip yine salona çıktılar. Fakat, rahatsızlıklarından dolayı fazla oturamadılar ve odasına çekildiler.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
7. GÜN
Sabah namazı gittikçe bir-kaç dakika erkene kayıyor. Saat 4.00-4.25 arasında namazı edadan sonra, her zamanki gibi bina, yeniden zahirî planda ve büyük ölçüde sessizliğe gömüldü. Saat 9.30 civarında yapılan kahvaltıdan sonra da, kayda değer bir sohbet olmadı.
***
Saat 11.30 sırasında bir odada oturmuşlar, haberim olmadı. Daha sonra, kendisine hediye olarak gelen gömlek, kazak, fanila, pantolon türü giyecekleri burada kalan birkaç arkadaşa hediye ettiler. Öğleden önce az dışarı çıkıp, bir miktar dolaştım. Öğle namazını müteakip, 14.10 civarında yemeğe oturuldu. Yemekten sonra M. Akif’in Safahat’ından bazı yerleri okudular. Daha sonra, İslâm tarihinde ulemanın şiirle iştigal etmediğinden bahisle, şunları söylediler:
ULEMÂ, ŞİİR VE OSMANLI DÖNEMİNİN FIKHÎ ESERLERİ
İmam Şafiî’, “şiir ulemaya yakışsaydı, Lebid’den daha büyük şairdim” der. Osmanlılarda Bakî ulemadan olup, ömür boyu şeyhülislamlık beklemiştir. Ulema, şiirle iştigali hafif bulmuş ve okuyup, öğrendikleri her şeyi yüksek İslâm telakkisine uygun olarak kullanmıştır. Osmanlı uleması, tasavvufa karşı da kısmen soğuktur. Osmanlılarda bir eksiklik aranacaksa, bunlar gibi şeyler olduğu söylenebilir.
Osmanlılar döneminde yazılmış fıkhî eserler, daha çok ilmihal tarzındadır. Bu cümleden olarak, İbrahim Halebî’nin Mültekâ’sı meşhurdur ve üzerine çok şerh yazılmıştır. Fatih devri ulemasından Molla Hüsrev’in Gurer ve Dürer’i Mültekâ kadar tutulmamıştır. Mültekâ üzerine yazılmış şerhlerden birisi, “Damat Şerhi” diye bilinen Mecmau’l-Enhür’dür.
(Daha önce, bu eserin yazarı hakkında Fasıldan Fasıla’da geçen mühim bir kıssayı okudular:)
Asıl adı Muhammed ibn Süleyman olan bu zat, talebelik yıllarında bir gün gece yarılarına kadar ders çalıştığı esnada bir aralık kapısı çalınır. Gelen bir kızdır. Yolunu kaybettiğini ve yanan başka bir ışık görmediği için, onun kapısını çaldığını beyan eder. Genç talebe, kızı içeri alır. Sabaha kadar dersine çalışmaya da devam eder; ancak bu arada kızın dikkatini çeken bir şey de yapmaktadır: Arada bir parmağını önünde yanan mumun alevine tutmakta ve çekmektedir. Sabah olur, kız evine gider. Bu ev, bir vezir sarayıdır. Kızın anne-babası, geceyi nerede geçirdiğini, başına bir şey gelip gelmediğini sorarlar. Kız, olup biteni anlatır ve bunun üzerine genç talebeyi saraya davet edip, o gece parmağını arada bir neden yanan mumun alevine tutup çektiğini sorarlar. Gencin cevabı ders yüklüdür: “Bir yandan çalışırken, bir yandan da nefsim beni iğvaya yeltendiğinde, parmağımı aleve tutarak, kendisine Cehennem azabını hatırlatıyor ve onu frenliyordum.” Gençten çok hoşlanan vezir, kızını bu gençle evlendirir ve neticede kazanan iffet olur. İşte, Damat Efendi diye meşhur olan bu genç, daha sonra Mültekâ’ya, Damat Şerhi diye tanınan Mecmau’l-Enhür adlı şerhi yazacaktır.
Osmanlı devrinde İmam Birgivî Hazretlerinin de ayrı bir yeri vardır. Zamanının zâhitlerindendir ve Tarîkat-ı Muhammediyye adlı eserine İmam Hâdimî tarafından Berîka adlı bir şerh yazılmıştır.
Osmanlı medreselerinde Arapça, bir ilim dili olarak bütün gramer incelikleriyle çok iyi okutulurdu; fakat aynı derecede pratiği yoktu. Arapça’yı bu şekilde, harflerin özelliklerine varıncaya kadar öğrenmenin bilhassa tefsir açısından önemi inkâr edilemez.
***
Bu arada, seyrek de olsa gelen ziyaretçilerden, Amerika’da bulunan ve fizik üzerine çalışma yapan bir kişi, esir üzerinde bir araştırma yaptığını ve neticede, ileri sürüldüğü gibi, Einstein’ın esirin varlığını reddetmeyip, bilakis Kuantum fiziği açısından onun varlığının zaruriyetinden bahsettiğini söyledi. Bu konuda bazı bilgiler de verdi. Bunun üzerine Hocaefendi, sahası olmamakla birlikte, uzun yıllar önce kendisine sorulan bir soruya verdiği cevabı hatırlattılar ve Asrın Getirdiği Tereddütler’de yer alan bu cevabın son kısmında, esirin varlığı ile, bir hadis-i şerifte geçen, kâinatın şimdiki halini almaya başlamadan önce altında da üstünde de hava bulunmayan “amâ” kavramı çerçevesinde düşünülebileceğini ifade eden bölümü okudular. Fizikçi müsafir, şu anda bilim çevrelerinde yaratılışla alâkalı olarak “halka” teorisinden bahsedildiğini, bunun da, Muhyiddin ibn Arabî hazretlerinin, sudan önce var olduğunu söylediği halkaya çok benzediğini ilâve etti. Sohbet bu noktada, Cenab-ı Allah’ın İlim ve Vücud sıfatlarına ve vahdet-i vücuda kayınca, Hocaefendi şu açıklamada bulundular:
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
VAHDET-İ VÜCUD, ALLAH’IN ZÂTI VE SIFATLARI
Muhyiddin Arabî’ye ve aynı düşüncede olanlara göre varlığın esası vücuddur. Bunlar, Vücudu, diğer Zatî sıfatlar gibi bir sıfat olmaktan çok, Zât’ın kendisi gibi telakki etmektedirler. Böyle olunca da vücud öne çıkmaktadır. Kendileri istiğrak insanları olduklarından, her şeyi Cenab-ı Allah’ta fânî ve Cenab-ı Allah’ı da gerçek var olarak görmüşlerdir. Yazdıklarını da, istiğrak halindeki müşahedelerine dayamışlardır. Onların fikirlerinin hareket sahası âlem-i misal ve melekûttur. O âlemin hususiyetleri bu âlemden çok farklıdır. Daha önce, bu konulardan anlayan birisi, “neden istiğrak halinde yazdıklarını bu âleme dönünce tashih gereği duymamışlar?” diye sormuştu. Ben de: “Bilemeyiz; belki de onlar için bu âlem gerçek âlem değil, bir görüntüler âlemi ve bir gölgedir. Asıl âlemi, içinde cevelan ettikleri âlem olarak biliyorlarsa, yazdıklarını niye tashih etme gereği duysunlar ki?!” demiştim.
Muhyiddin Arabî ve emsalinin vahdet-i vücudunu bir müşahede, bir istiğrak hâli algılaması olarak düşünmezsek, felsefî vahdet-i vücudculuğa gireriz. Bundan da panteizm ve monizm doğar. Vahdet-i vücud ile panteizm veya monizm arasında tam bir zıtlık vardır. Vahdet-i vücud, Allah hesabına kâinatı inkâr eder. Panteizm ve monizm ise vahdet-i mevcud eksenlidirler; kâinat hesabına Allah’ı inkâr ederler.
İmam Rabbânî Hazretleri, varlığın aslının vücud değil ilim olduğunu söyler. Bu konuda Üstad’ın ne düşündüğünü arkadaşlara sormuştum. Herhalde Üstad’ın yazdıklarına bu zâviyeden bakmadıkları için cevap verememişlerdi. Üstad da, İmam Rabbânî gibi düşünür. İlmî vücudlardan bahseder ve bu ilmî vücudların yaratılmasını, ilim üzerinde İrade ve Kudret’in tecellisi, bu tecelliyi de içinde her şey bir ölçü dahilinde, ama görünmez bir şekilde bulunan bir kâğıda bir ecza sürülüp, kağıttaki görünmezin görünür hale gelmesi misali ile izah eder.
Ehl-i Sünnet, vücudu Zâtî sıfatlardan biri kabul etmiş ve Zât’ın Kendisi olarak görmemiştir. Bu nokta, çok hassas bir noktadır ve üzerinde ceffelkalem konuşulmayacak kadar da nazik bir konudur. Bu sebeple, Vücud, İlim gibi Zatî sıfatlara, “Zatın ne ayrıdır ne de gayrıdır” şeklinde açıklama getirmeye çalışmışlardır. Tabiî bu tür açıklamalar, aslında herhangi bir tehlikeye düşmeden riske girmeme gayesi de taşımaktadır ki, Efendimiz’in (sallâllahu aleyhi ve-sellem) bu husustaki, “Allah’ın Zâtı üzerinde değil, eserleri üzerinde düşünün” buyurmasının esprisi de bunda yatmaktadır.
***
Öyle-ikindi arasında, bitirmiş oldukları Kırık Mızrap adlı şiir kitabının 2. cildinin, basıma esas olacak nüshasını getirdiler. Yaptıkları tashihlerde herhangi bir yazım hatası olup olmadığına bir-kaç arkadaşın bakmasını arzu buyurdular. İkindiden sonra iki-üç kişi, onunla meşgul olundu.
15.45 civarında sohbetten kalkıldı. İkindi namazından sonra sohbet olmadı. Akşam yemeğinden sonra kısa süren sohbet, mü’minin güvenilir olması gerektiği üzerinde başladı. Bu noktada, kendilerine şöyle bir soru soruldu:
KASETLİ İFTİRA HADİSESİ VE ABD’DE KALMA
– Malûmunuz, Hz. Yusuf aleyhisselâm zindandan çıkmadan önce, kendisine yapılan iftiranın gerçek mahiyetinin anlaşılması ve güvenilirliğinin tescili için, meselenin kadınlara sorulmasını arzu buyuruyorlar. Geçen yıl zat-ı âlilerinize yapılan iftira –gerçi, Hz. Yusuf’a yapılan iftira gibi değildi ve mü’min için leke olacak hiçbir yanı yoktu– ile bunun arasında bir paralellik kurulup, burada kalmanızda, güvenilirliğinizin tescil edilmesini beklemek gibi bir gaye de olabilir mi?
O, bir ifk hâdisesiydi. Fakat, yazılıp söylenenlere, ileri sürülen iddialara halk inanmadı. O sırada bizzat iftira sahiplerin yaptıkları anketlerde, halkın % 80-85’inin topyekün yapılan o kampanyaya itibar etmediği ortaya çıktı. Belki sadece, yeni tanıştığımız, diyalog deyip, münasebete geçtiğimiz bazı insanlarda ve bir kısım entelektüel çevrelerde muvakkat bir sarsıntı yaşandı. “Şunun-bunun parası hortumlanıyor” diyemediler. Herhangi bir zaaftan bahsedemediler. Hattâ, medyaya da yansıdı; bazı raporlarda, “karakter zaafı olmayan bir insan” itirafında bulundular. Türkiye’yi özlemediğimi söyleyemem. Benim ikamet ettiğim ve bazı hatıralarımın olduğu yere destan yazmış insanım. Arkadaşlar bazen hediye getiriyorlar. Hepsini dağıtıyorum; bazen giymeden, bazen de az giydikten sonra dağıtıyorum. Ancak, gelirken giydiğim kazağımı ve pantolonumu, Türkiye’nin kokusu gitmesin diye yıkamadım bile. Onları öyle tutuyorum. Ben buraya, kendi irademle ve isteyerek gelmedim. Sağlığımı düşünen bir dostun, benden habersiz aldığı bir randevu üzerine geldim. Kalmam mukaddermiş, ben de kadere teslim oldum. Önemli olan, samimiyettir, Allah’la irtibatın korunmasıdır. Eğer çektiğim bu hicran ve hasretler, bilerek ya da bilmeyerek yaptığım bazı hatalardan arındırma fonksiyonu görürse, o da benim için bir nimet.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
DUHÂ SÛRESİ’NDE ÇİLE, İLTİFAT VE İNŞİRAH SÛRESİ
– Duhâ sûresi bir çile suresi gibi görülüp, öyle yorumlanmış fakat, içindeki “Rabbin seni terk etmedi; sana küsmedi de” âyeti, çok büyük bir iltifat ifade etmiyor mu?
Evet, Duhâ suresi, bir çile sûresi olmasına bir çile sûresidir. Zira onda, Efendimiz (sallâllahü aleyhi ve-sellem)’in ızdırap ve endişelerine telmih vardır, atıf vardır. Aynı zamanda, bu ızdırap ve endişelerin büyüklüğü nispetinde bir de iltifat ve müjde vardır: Evet, “Rabbin seni terk etmedi; sana küsmedi de” âyetinde büyük bir iltifat olduğu gibi, “Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın” âyetinde de büyük beşâret vardır. Bu sûre, temelde bir çile suresi olduğundan, esasen müjde ifade eden “duhâ”, yani kuşluk vaktiyle başlar. Efendimiz’in vazifesinin kuşluğunu müjdeler. Ardından geceyi zikreder. Bundan önceki Leyl sûresi ise, karanlığın her yeri kapladığı gece ile başlar, ardından gündüze geçer. İkisinin neticesinde de rıza vardır.
– Geceden sonra gündüzün, kuşluktan sonra gecenin anılması ile, Duhâ suresinden sonra gelen İnşirah suresindeki “Her zorlukla birlikte kolaylık” ayeti arasında aynı münasebet söz konusudur denebilir mi?
Evet, zaten güçlüğü kolaylık takip eder. Duhâ’dan sonra İnşirah sûresi, ferdî inşirahı anlatır. Çile ve zorluğun ardından kolaylık ve muvaffakiyetin geleceğini, geldiğini müjdeler. Kur’an’ı iyi okumak ve anlamak lâzım. Kur’an, baştanbaşa bir haz ve bir zevktir; bu zevke ermek de bir bahtiyarlıktır.
PEYGAMBERİMİZİ DEĞERLENDİRME
– Bir eserde, “Peygamberimizin şahsının, peygamberliğine en büyük delil olduğu” zikrediliyor; aynı zamanda, O’na Siyer’de anlatıldığı şekilde şahsı açısından değil de, kendisinden çıkan ve etraf-ı âlemi kuşatan İslâm ağacı, İslâm medeniyeti nokta-i nazarından bakılması tavsiye ediliyor. Farklı gibi görülen bu iki mülâhazayı nasıl te’vil etmek lâzım?
O’nun şahsı da çok parlaktır. O, peygamberlik için gerekli bütün sıfatları bihakkın ve en kâmil manâda hâizdir: İmanı, Allah’a itimad ve tevekkülü, kendi misyonuna inancı, insanların nihayette inanacaklarına emniyeti, her bakımdan emin olması, âdeta tebliğ sevdalısı olup, her fırsatı tebliğ adına değerlendirmesi, ümidi, fetâneti ve şekli şemaliyle, en zirvede ve en mükemmeldir. Buna rağmen, bazılarının gözünü, yumurta değil de, kabuğunu kırıp ondan çıkmış tavus kuşu kamaştırır. Bazıları da, Siyer’de gördüklerini tam kavrayamaz ve ihâta edemezler. Bu bakımdan, O’nun âleme neşrettiği nur ve bu nurun ışık saçtığı dünya, kurduğu medeniyet, o zat hakkında Siyer’de verilen malûmat karşısında, yumurtaya mukabil tavus gibidir. Öyle ise, O’nu tam tanımak için daha çok tavusa bakmak lâzım.
Sohbetten sonra yatsı namazı kılındı. Yatsı namazından sonra mutadları vechile, odasına açılan salonda bir müddet daha oturdular. Daha sonra da herkes istirahata çekildi.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
8. GÜN
Sabah namazı ve sabah yemeği her zamanki vakitlerinde ifa olundu. Kahvaltıdan sonra kayda değer bir sohbet olmadı. Saat 11.30 sıralarında odaya teşrif buyurdular ve bazı üzücü hususlarda dert yandılar.
13.30’da Cuma namazına başlandı. (Hanefi mezhebinde 3 kişi ile cuma caizdir.) Namazda imam, hicret konusunda hutbe okudu. 14.15 civarında öğle yemeğine oturuldu.
Yemekte sohbet, soru-cevap şeklinde cereyan etti:
HİCRET’TE MEBDE’DEN MÜNTEHAYA MESAFE
– Namazda okunan hutbede, hicretle ilgili olarak müşahhastan mücerrede çok güzel bir geçiş vardı: Mebde’den müntehâya mesafenin insafsızlığı, yoldaki gulyabaniler... Buradaki mesafe, hicretin başladığı yer ile bittiği yer arasındaki mesafe midir, yoksa hicretten nihaî hedefe uzanan mesafe midir?
Çekilen ızdırap ve sıkıntı, hedefin büyüklüğü ile mebsûten mütenasiptir (doğru orantılı). Meâlîye ulaşmak için, kalbî ve rûhî hayata açılmak gerekir. Orada ifade edilmesi gereken bir husus daha vardı: Hadis-i şerifte, “Muhacir, günahlardan hicret edendir” buyurulur. Nefisten rûha, cismânî hayattan kalb ve rûhun derece-i hayatına hicret. Böyle kalbî ve rûhî seyahatle maddî hicret arasında zorluk ve keyfiyet bakımından herhangi bir fark yoktur. Her ikisinde de, mebde’ ile müntehâ arasındaki mesafe çok uzundur; yolculuk da çok zordur ve çok meşakkatlidir. Ama kalbinde böyle bir yolculuğu duymayan, böyle bir yolculuğa hiç çıkmamış insan, hep düz bir Müslüman olarak kalır ve hadis-i şerifte belirtilen hicretin ne olduğunu asla anlayamaz.
Hicret, insanlık tarihinin en önemli realitelerinden biridir. O, Sahâbe-i Kirâm ve Havârî efendilerimizde en üst seviyede temsil edilmiştir. Bugün de onlara yakın seviyede bir hicretin yaşandığı söylenebilir. Ne var ki, bir sahada yaşanan böyle bir hicretin, yaşanması gereken başka sahalarda da aynı noktaya ulaşıldığını söyleyemeyeceğim. Meselâ, Türk işadamları dünyanın her tarafına bu ruh ve bu manâ ile açılmalıydı. Bugün Türkiye, ekonomisi açısından da, içindeki nüfus ve işadamı ağırlığını artık kaldıramamaktadır. Kaldı ki, hemen her yeni medeniyet bir hicret neticesinde kurulmuştur. Bu bakımdan, hicretin ehemmiyeti çok iyi kavranmalı ve onu da böyle yeni bir medeniyet adına ciddî bir cehd ve gayret takip etmelidir.
ÂFAKTA VE ENFÜSTE ALLAH’A SEYAHAT
–Malûmunuz, Mesnevî’de Allah ile kul arasında veya kulun Allah’a yaklaşması adına da yine böyle çok büyük aşılmaz ve bir de hemen çok yakın bir mesafeden bahsediliyor. “Allah’a ulaşman için, önce terakki etmen, genişlemen, sonra bütün insanlığı kuşatacak bir hâl alman, ardından 70.000 (yetmiş bin) perdeyi aşman gerekir. Bunlarda muvaffak olursan, bu defa karşına, aşılması mümkün olmayan ulûhiyet dairesi çıkar. Halbuki kendi içine döndüğünde, O’nu bulursun.”, veya buna yakın bir izah var. Bu hususta ne buyurursunuz?
Allah (celle celalühû), bize bizden daha yakındır. Uzaklık, bizim için söz konusudur. O’ndan nâmütenâhî derecede uzak olan biziz. Bunun için de, meselenin akla, idrake yaklaştırılması, sık sık güneş misaliyle anlatılır. Güneş, ışığıyla, ışığındaki renkleriyle, hararetiyle bize bizden daha yakındır. Eğer güneş canlı, şuurlu bir varlık ve ışığındaki 7 rengi onun sıfatları, harareti de şuuru olsaydı, dünyadaki, hattâ kendi sistemindeki her varlıkla tek tek konuşabilir, haberleşebilirdi. Güneşin bu yakınlığına mukabil, biz ondan son derece uzağız. Öyle ki, aradaki bu uzun mesafeyi aşmamız mümkün değildir. Öyleyse, bu mesafeyi güneşi tanıyarak, onunla bize en yakın olduğu yerde, bizdeki tecellileri vasıtasıyla kendi içimizde temasa geçerek, onun yakınlığına ermiş oluruz. Bunun gibi, Cenab-ı Allah, bize bizden daha yakındır. Biz, O’ndan sonsuz derecede uzağız. Aradaki mesafeyi dışarıda aşmamız mümkün değildir; bu mesafeyi ancak içimizde aşabiliriz. Evet, O’nun bizdeki tecellileri vasıtasıyla O’nu bulur ve O’na ulaşırız. Kalbimiz Arş’a denk tutuluyor ve Allah, ahkâmını Arşında tecelli ettiriyorsa, bizi O’na ulaştıracak yolculuğu kalbimizde yapacağız demektir.
Bu yol da çok yakın görünmekle beraber yine de çok uzaktır ve kat’edilmesi zordur. İşte, tasavvufta seyr ü sülûk adıyla anılan yolculuk budur. Bunun seyr ilâllah adıyla Allah’a olan, seyr fillâh adıyla Allah’ta olan kısımları vardır.
Bu yolculukta takip edilmesi gereken yol bir tane değildir. “Mahlûkâtın nefesleri adedince Allah’a giden yollar vardır” denmiştir. Kur’an-ı Kerim’de bunu teyid eden bir âyet vardır: “Bizim uğrumuzda, Bizde (seyr fillâh) cehd edenleri, bu hususta birbirlerine destek çıkıp, işbirliği yapanları Biz, mutlaka değişik yollarımıza erdiririz.” Önemli olan, O’na ulaşmak için yolda olmak, cehd etmek; bunu da bilhassa bugün kolektif bir şuurla yapmak; hicretten sonra da mal, can ve diğer değerlerle cihad etmek, yani uğraşmak-didinmek, bu yolun gereklerindendir. Allah’a ulaştıran bu yolların veya merdivenlerin çokluğu burada karışıklığa yol açmaz. Aksine, çok defa yürümeyi kolaylaştırır.
Büyük cihad, küçük cihad esprisinde olduğu gibi, burada da aynı durum söz konusudur. Bir tarafta hicret-cihad esprisine bağlı yürürken, diğer tarafta evrâd ü ezkârı terk etmemek gerekir. Hz. Ali’nin, Efendimiz (sallâllahü aleyhi ve-sellem)’den duyup, çok kıymet verdiği Mecmau’l-Ahzâb’da yer alan evrâdı vardır. Bir defasında, onu hiç terk etmeden her gün okuduğunu söyler. “Nehrevan günü de okudun mu?” diye sorarlar. “Evet, Nehrevan günü de okudum” cevabını verir.
***
Sohbetten sonra, Kırık Mızrap’ta yapılan tashihler tamamlandı. Fakat son olarak bir defa daha baktılar. Daha sonra, bir münasebetle, diğer din mensuplarıyla diyaloğun önemi üzerinde şunları buyurdular:
DİN MENSUPLARI ARASINDA DİYALOG
KONUSUNDA YAPILANLAR
Yapılanların yanlış olduğunu zannetmiyorum. Aksine, kabule mazhar olduğuna inanıyorum. Dininizi götüreceğiniz insanlarla aranızda bir uçurum varsa, onlara bir şey anlatamazsınız. Evet, kavga ederek hiçbir yere varamazsınız. Efendimiz, Mescid’de Hıristiyan heyetleri kabul ediyor, onlarla görüşüyordu, Fatih, İstanbul’u alınca, hem Rum hem Ermeni Ortodokslara geniş hürriyetler tanıyor ve Fener Patrikliği’ne ekümenlik veriyordu ki, bu, dâhiyâne bir davranış ve tam bir ileri görüşlülüktür. Ayrıca, Osmanlılar’ın takip ettiği dînî müsamahayı da ortaya koyuyordu. Siz, bugün de pek çok Osmanlı şehrinde cami, kilise ve havrayı bir arada görürsünüz.
Bundan sonra, ilki 3 yıl önceki Amerika seyahatinde, ikincisi bu defa gelişte yazılan iki Gurbet şiirini okudular. Ve, sohbet, soru-cevap faslında bir süre daha devam etti:
GECELERDE IZDIRAP
–Gurbet şiirinde, gecenin gündüze tercihi var. Halbuki, pek çok şiirinizde gecelerdeki ızdırabınızdan ve gecelerin bitmezliğinden bahsediyorsunuz?
Gecenin gündüze tercihi, kabzın basta tercihi gibidir. Gece de, kabz da elinizde değildir. İkisi de yukarıdan gelir. Günaha girmez ve sabrederseniz, kabz gibi “gece” de bir açılma rıhtımıdır. Karanlık sıkıştırdıkça, ruh başka âlemlere menfezler arar. Bu, yalnızca rüyalar yoluyla olmaz. Rüya, bu menfezlerden sadece biridir. Ağarmayın ey geceler, isterseniz bundan sonra... Burada bir şey daha söyleyecektim ama, rızâ-yı İlâhî’ye münafî olabilir diye vazgeçtim...
***
Yatsı namazını müteakip, mutadları üzerine salonda bir süre oturdular. Haksızca yapılan bazı tenkidleri Allah’a havale ettiklerini belirttiler. Saat 12.00 civarında odasına çekildiler.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
9. GÜN
Kahvaltıya saat 9.00’da oturuldu ve kahvaltıdan sonra sohbet, soru-cevap faslıyla cereyan etti:
TALÛT’UN ORDUSUNUN NEHİRLE İMTİHANI
VE İPTİLÂLAR
–Talût’un ordusu, malûm-u âlîleriniz, nehirle imtihan oluyor. Kur’an-ı Kerim, emre rağmen oradan bir avuçtan fazla su içenlerin devam edemediğini buyuruyor. Bu dökülme, sadece o andaki emri yerine getirmemeden dolayı mıdır, yoksa Uhud’da münafıkların seçilmesi gibi, bir seçme mi olmuştur?
Bir seçme yaşanıyor. Münafıkların ve yola devam edemeyeceklerin, hususiyle de kalblerinde maraz olanların ayrılıp, sağlamların kalması için bir seçme oluyor. Evet, böyle bir seçme olmalıydı ki, daha sonra ordu bozanlık yapacaklar, daha ciddî ve zor anlarda birliği terk edip gidecekler ayrılsın; ileride kuvve-i maneviyeyi kırmaya vesile olmasınlar.
Söz konusu âyette tercih edilen kelime “iptilâ”dır; bir imtihan, bir deneme ve test etmedir. İslâm’ı tercih bir imtihandır. İnsan, Müslüman olur, İslâm içinde daha has yerlere gelir. Bir yandan bunlara seviniriz; bazen de has bir daireye, varlıklı bir insan girdiği zaman endişe ederiz. İşi bozulabilir, servetini kaybedebilir ve geri dönebilir diye korkarız. Allah, kabiliyetsizlere, münafıklara, şahsî çıkar peşinde koşanlara yer olmasın diye, insanı değişik imtihanlara tâbî tutar. Bu tür imtihanın olmadığı zaman yok gibidir. Ne var ki, imtihanın şekli her zaman değişik olur. Âdet-i Sübhâniye böyledir ve böyle işler.
İbtilâdan başka, Kur’an’da bir de “fitne” kelimesi geçer. Bir yazıda fitnenin 17 manâsı olduğu ifade ediliyordu: imtihana maruz kalma, mazeret, çeşitli belâlara uğratılma, iç savaş, anarşi vb fitne mefhumunun içine dâhildir.
İMTİHANDA KAYBETME SEBEBİ OLARAK
TEFEKKUHTA BULUNMAMA
–Kaybetme sebebi olarak, meselâ Tevbe sûresinin sonu ve Fetih sûresinde görüldüğü üzere, bazı âyetlerde tefekkuh sahibi olamama zikrediliyor. Bu hususta ne buyurursunuz?
Tefekkuh, işin özünü kavrama, illet-malûl, sebep-netice arasındaki münasebeti görme, kozaliteye göre düşünme demektir. Mülâhazalarını günübirlikçiliğe bağlayanlar, küllî bakıp, küllî düşünemeyenler, küll-cüz’, yani bütün-parça arası gidip gelmesini bilemeyenler, neticeyi de göremezler.
Kur’an-ı Kerim’de tefekkuhun yanısıra, teakkul, tefekkür gibi kelimeler de geçer. Teakkul, aklı kullanma demektir. Kur’an-ı Kerim’de, felsefedeki gibi, başlı başına bir fakülte, âtıl bir lâtîfe olarak akla yer verilmez. Akıl, hep fiil olarak kullanılır. Tefekkür ise, bilme, bildiğini bilme ve bir de bilgiyi kullanma gibi üç buudlu bir faaliyettir. Tefekkürî bir bakış, aynı zamanda tecessüsî bir bakıştır. Bunun zirvesi ise, te’vîl-i ehâdîstir. Te’vîl-i ehâdîs, sadece rüya yorumu demek değildir. Hayatını şuurla yaşayan, her hadiseye sebep-netice çerçevesinde bakabilen, her şeyden bir manâ çıkarmasını bilen ilhama açık ruhlar, te’vîl-i ehâdîsin üveykleridirler. Batı düşüncesinde tarihe ve hadiselere tek yönlü bir akış olarak bakılır; su akıp gittiği için, bir ırmakta ikinci defa yıkanılmaz denilir. Hadiseler akıp gitmektedir. Fakat, ayniyete yakın bir misliyet içinde akıp gitmektedir. Bu bakımdan, her hadisenin bir de perde gerisi, hikmeti, birbiriyle münasebeti, sebep ve neticesi vardır. Meselâ, şu masada, kim nereye oturuyor, nasıl davranıyor, sürahiler, termoslar nasıl diziliyor, bunları tefahhus ve tecessüsle gözleyen, hayatını duyarak yaşayan bir insan, bir-kaç günlük bir müşahedeyle, bunlardan bile yanıltmayacak manâlar çıkarabilir ve kesin denebilecek neticelere varabilir. Bu da, bir çeşit firâsettir.
Sohbet, daha sonra bir takım şahsî sorularla devam etti ve 11.00’e yakın sona erdi.
***
Öğle namazı mutad vaktinde kılındı ve yemeğe oturuldu. Sohbet, Müslümanların burada karşılaştığı bazı sorular çerçevesinde cereyan etti.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
İSLÂM’I AMERİKA’DA ANLATMA
–Buradaki Müslümanların, herhalde en fazla karşılaştığı soru, kadın meselesi ve İslâm ceza ve miras hukukunun serrişte edilen bir-kaç meselesi olsa gerektir. Bu bakımdan, İslâm’ı burada anlatırken nereden başlamak lazım?
İslâm’ı, hey’et-i umumiyesi içindeki cüz’lerini, bunların birbirleriyle olan münasebetlerini ve her birinin bütün içindeki yerini nazara alarak anlatmak lazımdır. Belki önce, imanî meseleleri anlatmak gerekir. Ne var ki, İslâm’ı sadece bir inanma meselesi olarak görüp öyle anlattığınız zaman, ona, hayatla alâkası olmayan bir din imajı vermiş de olabilirsiniz. Buna mukabil, onu sadece muamelat yanıyla anlatmak da, onu beşerî bir sistem gibi algılamaya yol açar.
Kur’an-ı Kerim’de, Efendimiz’e (sallâllahü aleyhi ve-sellem) sorulan pek çok sorulardan bahsedilir ve bunların cevapları verilir: “Sana soruyorlar...” diye başlayan bu âyetlerde, meselâ, “Sana ruhtan soruyorlar... Sana hilâllerden soruyorlar...” denir. Cevap da, her zaman mutlaka sorudaki maksada göre değil, sorana faydalı olacak şekilde gelir. Meselâ, Efendimiz’e, “Neden bu ay böyle büyüyor, küçülüyor? Dolunayken, her gün bir yanı âdeta kemiriliyor, iyice görünmez hale geldikten sonra tekrar büyümeye başlıyor?” diye soruyorlar. Efendimiz (sallâllahu aleyhi ve-sellem), buna bugün bilimin yaptığı gibi, “ay, dünyanın bir uydusudur. O, dünyanın etrafında, dünya da güneşin etrafında döner. Bu dönüşte, güneşin ışığı aya derece derece yansır. Bu yansımaya göre de o, her gün değişik büyüklükte görülür” diye cevap verseydi, bu bilginin onlara hiç faydası olmayacaktı. Hattâ, kafaları karışacak, belki inanmayacaklardı da. Kur’an-ı Kerim, bu soruya, ayın hareketlerinin hayatımızdaki yeri, önemi ve ifade ettiği manâ açısından cevap verir ve “Ayın o halleri, insanlar ve hacc için bir takvimciliktir” buyurur. Yani, “Ayın hareketlerine göre zamanı, ayları, yılları ayarlar; hacc günlerini bilirsiniz” der ve meseleyi, o hareketin faydası ve fonksiyonu nokta-i nazarından ele alır. Ruh konusunda da, “Ruh nasıl bir şeydir? Yer kaplar mı? Ağırlığı var mıdır? Niye görülmüyor?” mülâhazalarıyla sorulan ve bu yanıyla da insanı çok ilgilendirmeyen bir soruya da, Üstad’ın tefsiriyle, “Ruh, zîşuur bir kanun-u emrîdir” diye cevap verir. İslâm’ı anlatmada bunlar da bize ışık tutmaktadır.
İslâm’ın usûlü vardır; bir de bu usûle dayalı fürûu vardır. İman esasları usûldür, bunların üssü’l-esası da Allah’a imandır. Diğer iman esasları, Allah’a imanın lâzım-ı gayr-ı müfârıkı, yani onsuz düşünülemeyecek levâzımıdır. Bu noktada, meselâ, haşir akîdesini anlatırken, 10. Söz’de olduğu gibi, meseleyi Allah’a bağlayarak, O’nun isimlerinin tecellisine oturtarak anlatmak, hem gerekli hem de faydalı olan bir yoldur. Bu da, tabiî ki önce Allah’a inanmayı ve O’nu isim ve sıfatlarıyla tanımayı gerektirir. O halde önce, her bakımdan ağırlık verilmesi gereken Allah’a iman, O’nu tanıma ve belli bir marifet noktasına ulaşmadır.
Allah’a iman, arz etmeye çalıştığım gibi, diğer iman esaslarına inanmayı da gerektirir. İman esaslarına göre, İslâm’ın şartları füruâta girer. İslâm’ın şartlarına göre, diğer ahkâm füruâta girer. Bir örnek: Henüz başını örtmeyen bir kadın, bir müftüye gidip, “ben başımı örtemiyorum; hacca gitmek istiyorum, ne yapayım?” diye sorar: Müftü efendi, “boşuna yorulma; başını kapatmadıkça, haccın kabul olmaz” diye cevap verir. Halbuki, hac ayrı bir ibadettir, başın kapatılması ayrı bir emirdir. Birinin yapılmaması, diğerinin yapılmamasını gerektirmediği gibi, şartlarına riayet edilerek yapılan bir vazife, diğerinin kabulüne mani olmaz. Kaldı ki hac, İslâm’ın beş şartındandır. Başı örtme ise, bu beş şart içinde olmayan bir emirdir. O kadın hacca gider, bir şartı yerine getirmiş olur ve büyük ihtimal, bundan sonra da gönülden Allah’a yönelir. Maalesef, bu hususlar yeterince idrak edilemediği için büyük hatalar yapılıyor. Başı örtme emri, Efendimiz’in peygamberliğinin 18 veya 19. yılında ve Medine döneminde gelmiştir. O zamana kadar böyle bir emir yoktu ve Müslüman kadınların başları kapalı değildi. İçki, üç merhaleli olarak yasaklanmıştı. Bedir ve Uhud şehidlerinden belki pek çoğunun kursağında, şehid olduklarında içki vardı. Hattâ, içki yasağı gelince, bazıları bu şehidlerin durumu ne olacak, kursaklarında içki ile gittiler diye endişeye düşünce, “Allah, o önce yaptıklarınızdan dolayı imanınızı, yani o zamanki amellerinizi, kazandıklarınızı zayî edecek değildir” âyetiyle onları rahatlattı. O dönemde, zihinler ve kalbler hazırlana hazırlana tebliğ yapılmış ve ahkâm vaz’ edilmişti.
Bu, İslâm’ı anlatmada dikkat edilmesi gereken hususlardan biridir. İkinci olarak, bazı kaidelerin, bütün içindeki yerini göstermeden, kendine has manâ ve fonksiyonuyla anlatılması, anlatılsa da, inandırılması zor olabilir. İman, ibadet, ahlâk, hattâ toplum ve iktisad esasları ve değerleri üzerine kurulmamış bir yapıda, İslâm’ın, bazılarınca serrişte edilen yanlarıyla işe başlarsanız inandırıcı olamazsınız. Böyle durumlarda, aynen Kur’an’ın yukarıdaki hilâl ve ruhla ilgili sorulara verdiği cevaplarda yaptığı gibi yapmak lâzımdır. O meseleleri, şahıs, zemin ve şartlar planında, o şahıs, zemin ve şartlara en uygun düşecek şekilde cevaplamak gerekir. Yerine göre, “bu hususu şu anda konuşmayalım; konuşsak da, kalb ve zihin tatmin olamayabilir” demek; yerine göre de, o meselenin o an için anlaşılabilecek yanlarını nazara vermek icap eder.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
BİR TARİKAT VARTASI OLARAK
EVRADI FARZ VE SÜNNETE TERCİH ETME
– Telvihat’ta dikkat çekildiği gibi, ehl-i tarikatın vartaya düştüğü noktalardan birisi de, herhalde bu noktada oluyor; yani, kendi evradını okumaya gösterdikleri dikkati, sünnet ve farzlar konusunda göstermeyebiliyorlar.
Telvihat’ta bu husus, tarikatın vartalarından olarak anılıyor. Bu, bir manâda herkes için de söz konusu olabiliyor. Meselâ, bazı arkadaşlarla paylaştığımız virdler var. Nefis buradan bir girdi yaparak diyor ki: “Bunu okumayı nezrettin, dolayısıyla üzerine vâcip oldu. Vaktin yoksa, namazda tesbihatın yerine bunu oku!” Halbuki, namaz tesbihatı Sünnet’le teşrî kılınmış; üzerimize aldığımız virdler ise, nâfile iken, nezirle vâcip hâle gelmiş; onu okuma adına, namaz tesbihatı bırakılamaz. Ona da zaman bulacak, onu da okuyacağız. Evet, bu noktada çok hatalara düşülebilir ve düşülebiliyor da…
VAKİTSİZ EMİR VEYA YASAKLA İMANA ENGEL OLMA
– Ebû Cehil, şair Âşâ’yı da bu noktada kandırıyor değil mi? Yani, önceki misalde Müftü efendinin yaptığı gibi, henüz yapamayacağı bir hükmü nazara vererek, onun imansız gitmesine sebep oldu?
Evet. Âşâ, Cahiliye döneminin büyük şairlerinden. Efendimiz’i duyunca kalkıp geliyor. Ebû Cehil onun karşısına dikiliyor ve onun bazı alışkanlıklarını nazara vererek, “O, şunu yasaklıyor, bunu yasaklıyor” diyor ve bu dev şairi zayıf bir noktasından yakalayıp kandırıyor. O da, “öyleyse gidip, bir sene düşüneyim” diyor. Fakat, ertesi seneye ulaşamadan ölüyor.
***
Mevzû, bundan sonra şiire, şâirlere kaydı ve şunları söylediler:
KUR’AN VE CAHİLİYE DÖNEMİ ŞÂİRLERİ
İmrü’ül-Kays, Câhiliye şâirlerinin en büyüğüdür. Bizans’tan bir kıza tutulup, ardından İstanbul’a gitmek için yola çıkar. Fakat Ankara’da hastalanıp ölür. Orada yazdığı güzel de bir şiiri vardır. Câhiliye şâirleri içinde Lebid Müslümanlığı kabûl etmiştir. Hz. Ömer efendimiz, hilâfeti zamanında kendisinden bir şiir yazmasını istediğinde, “Bakara” sûresini yazıp gönderir ve müslümanlığından sonra, Kur’an varken, şiir yazmaktan vaz geçtiğini ifade eder. Öyle ki kızı, Muallâkât-ı Seb’a içinde Kâbe’de asılı bulunan bir şiirini indirir. Kadın şâirlerden Hansâ da aynı şekilde davranmıştır. Cahiliye döneminde ölen kardeşi için, o zaman çok içli bir ağıt yazmış bulunan bu müstesna kadın, Müslüman olduktan sonra, Kur’an varken şiir yazmayı bırakmış; oğulları İran’la yapılan savaşlarda şehid olmuş, fakat metanetini koruyarak, tek bir ağıt yazmaya gitmemiştir.
***
Bunun ardından, sözü şiirle ilgili, fakat bir başka noktaya getirerek, şunları söylediler:
ÜSTAD’DA İLHAM VE MÜKTESEBAT
Üstad’ın, çok büyük bir müktesebâtının olduğu görülüyor. İlham sahibi olmak, müktesebâtı olmamayı gerektirmez. Çünkü, okuyarak öğrenilecek hususlar, ilhamla alınmaz. Üstad, eserlerinde va’z ediyor gibi irticâlî konuşuyor. Müktesebâtını da öylesine rahat kullanıyor ki, hayret etmemek mümkün değil. Meselâ, “yanık bir şâir” diye tavsif ettiği Niyazî-i Mısrî’den çok rahat ve yerinde iktibaslarda bulunuyor. “Her gün bina-i ömrümün bir taşı düştü yere / Can yatar gafil, binası oldu vîran bîhaber” diyor. Niyazî-i Mısrî’nin Divanını okumadan bu yazılmaz, ilhamen alınmaz ki! “Fenâ ve fânî bir adam” diye, ismini anmadan Tevfik Fikret’ten iktibasta bulunuyor; Namık Kemal’den de iktibasları var. Demek, bütün bunları okumuş. Sonra, görmez misiniz, 19. Mektup’ta, hem de yer aldığı kitapları da zikrederek, ne kadar çok hadise yer veriyor. Bunların hepsi sahih olmayabilir; ama orada Hadis Usulü adına ne ölçüler vaz’ediyor: “Sahih olmaması, manâsının yanlış olmasını gerektirmez” diyor. Mütevâtir bi’l-manâ’ya dikkat çekiyor. Onun bütün müktesebâtı, ilk dönemine dayanıyor. Daha sonra yanında, misyonu gereği sadece Kur’an’ı bulunduruyor. Bunu, kendisine sorulan bazı sorulara cevap verirken de belirtir: “Şu kadar senedir yanımda Kur’an’dan başka kitap bulundurmuyorum.. bu meselenin aslını tam olarak bilmiyorum, fakat şu kadar diyebilirim ki…” vs.
EHL-İ KİTAB ÜZERİNE ÇALIŞMAYA TEŞVİK
Sohbet, 15.30 civarında bitti. 18.00 sularında ikindi namazı eda edildi. Namazdan sonra, bir miktar oturdular. Kur’an’da Ehl-i Kitab’ın nasıl ele alındığı konusunda ciddî bir çalışma yapılmasının iyi olacağını, aynı hususla alâkalı hadis-i şeriflerin de taranabileceğini, ilgili âyetler ve hadisler ele alınırken, sübût-u kat’înin yanı sıra, delâlet açısından sübûta, yani âyetlerin kesin olarak kimlerle, ne ölçüde ve hangi şartlarda alâkalı bulunduğunu tesbite dikkat etmenin de lüzumunu, hattâ bu çalışmanın, “Sizden öncekilerin gittiği yoldan adım adım gideceksiniz…” hadisinin mazmununca, İslâm tarihine ve Müslümanların dününe, bugününe de ışık tutacağını, Ehl-i Kitap’la ilgili âyetlere kendimizi de muhatap kabûl etmemizin gerektiğini izah buyurdular.
***
Akşam namazından sonra, akşam yemeğine ve sohbetine de katılamadım.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
10. GÜN
Kahvaltıya biraz geç inebildim. Kahvaltı esnasında ve sonrasında, daha çok şahsî bir takım meselelerden söz edildi. Bu arada, fevkalâde doğru, emin ve masum insanlara ihtiyaç bulunduğunu, Allah’ın, yapılması gereken işleri yapmak bir yana düşünmekten bile hoşnut olacağını; insanların Allah yolunda katlandıkları fedakârlıklara semânın tebessüm ettiğini; hayatında Allah’ın adının cihanın dört bir tarafında duyulup, şehbal açması dışında bir derdinin olmadığını ve hep bu gaye ile oturup kalktığını; fakat, yapılanlardan kimsenin kendi nefsine pay çıkarmaması ve hele hele, “biz en iyi, en doğru yolda olan insanlarız” gibi, âidiyet mülâhazalarından şiddetle uzak durulması gerektiğini hatırlattılar.
Deprem konusunda sorulan bir soruya da şöyle cevap verdiler:
DEPREMİN ÇAĞRIŞTIRDIKLARI
En büyüğünden en küçüğüne her şey, Allah’ın emir ve meşieti dahilinde cereyan eder. Başa gelen büyük-küçük her musibeti ikaz kabûl etmek gerekir. Kimseyi suçlamaya gitmeden, herkes kendisine yönelmeli ve ikazı kendi üzerine almalıdır. Şurada bardağınızı bile devirseniz, boşuna değildir. Uğursuzluk mülâhazasına girmeden, her ters hareketten ders çıkarmasını bilmeli, ikazı görüp, dua etmeli ve sadaka vermelidir. Ayağınız mı kırıldı, hemen bunun bir sinyal olduğunu idrakle, kazâsına karşı çıkacak atâsına yönelmeli ve atâsını harekete geçirecek davranışlarda bulunulmalıdır.
İnsanlarda, biraz yaşama sevdası var. Bilim adamları da araya girip, “şu zaman deprem olacak, şu şiddette olacak, şundan oldu veya olacak” gibi güya açıklamalarda bulunup, insanlardaki inanç ve teslimiyeti de sarstılar. Bir şey olacaksa, arzın bir yerinde bir kırılma meydana gelecekse, bunları bilmek, onu durdurmaz ki! Allah, dilerse, fark etmediğiniz bir yerden arzı kırar; yıkmak isterse, depremin şiddetini artırır. Bunlar, binaları sağlam yapmaya ve arzın dayanıklığını ölçmeye mani değildir. Fakat, hiçbir tedbirin Allah’ın kazâsı önüne de geçemeyeceğine, başa gelecek belâları ancak O’nun savabileceğine de içten inanmak lâzımdır. İnsanlardaki bu inanç ve Allah’a yönelme sarsılmamalıdır. Fakat ne yazık ki, onu da sarstılar.
***
Bugün öğle ve ikindide kayda geçmesi gereken sohbet olmadı. Namaz ve yemek, her zamanki veya yakın vakitlerde ifa edildi.
***
Akşam namazını müteakip yemeğe oturuldu. Yemekten sonra sohbet, hoşgörü kelimesinin manâsı ile açıldı:
HOŞGÖRÜNÜN ANLAMI
“Müsamaha,” güzel ve yerinde bir kelime. Karşılıklı birbirine hiss-i semâhat gösterme, iyilikte bulunma manâlarına geliyor. Aslında, hoşgörü de güzel. Fakat bazıları zorlamalı te’villere gidiyorlar. Sanki daha üstte birinin, daha alttakilerin hatalarını görmezlikten gelmesi, kusurlarını hoş görmesi gibi anlıyorlar. “Siz böyle bir yaklaşımla karşı tarafı eziyorsunuz.” diyorlar. Halbuki, biz “hoşgörü”yü kullanırken, ne kasdettiğimizi belirttik. Herkesi, bulunduğu konumda, inancında, görüşünde kabûl etme; kabûlün de ötesinde herkese saygı duyma” dedik. Diyalogda karşılıklı münasebette olma, tek başına konuşma yerine, karşılıklı konuşup uzlaşma manâları da var.
AHSEN-I TAKVİM – ESFEL-İ SÂFİLÎN ARASI SEYAHAT
– Akşam namazında okudunuz. Tîn sûresinde, malûmunuz, insanın ahsen-i takvimde yaratıldığı ifade buyuruluyor. Buradaki ahsen-i takvim’den kasıt, bütün husûsiyetleriyle insanın yaratılışına bakıyor gibi. Daha sonra ise, gerek esfel-i sâfilîne redde, gerekse iman ve amel-i salihle esfel-i sâfilîne düşmekten kurtulmada dînî yan ön plana çıkıyor. Bu iki hususu nasıl te’vil etmek lâzım?
İnsan, yaratılış olarak mükemmel. Fakat, insan mâhiyetiyle hüviyetini ayırt etmek lâzım. İnsanın, eskilerin “heyulâ” dediği bir mahiyet-i mücerredesi var. Bu mücerret mâhiyetiyle o, potansiyel insan. İçinde kin, nefret, gayz, başkaldırma gibi ilk anda menfî görünen husûsiyetler de bulunan bir mahiyet. İşte, bu husûsiyetler onun mükemmeliyeti çerçevesinde değil de, kendi aslî keyfiyetlerine göre işletilirse, insanın esfel-i sâfilîne düşmesi mukadderdir. Şerri işleme, insanda hayrı işlemeden daha ağır basar. Bu bakımdan, esfel-i sâfilîne, sadece mâhiyetindeki bu menfî husûsiyetleri işletmekle değil, onları olduğu gibi bırakmak ve hayra açık husûsiyetleri işletmemek sûretiyle de düşülebilir. Evet, bu husûsiyetler olduğu gibi bırakılırsa, insanda kokuşma olur. Kur’an, buna dikkat çekiyor ve ahsen-i takvîmden sonra hemen esfel-i sâfilîne düşüşü zikretmekle, hem insanın şerre daha çok yönelik yanına dikkat çekiyor, hem de onun nasıl kokuşup, düşebileceğinin ip uçlarını veriyor. Bunun ardından iman edip, sâlih amelde bulunanlar zikredilerek, esfel-i sâfilîne düşmemenin yolu gösterildiği gibi, kimlerin böyle bir düşüşten kurtulabileceği de belirtilmiş oluyor.
Tîn sûresiyle, Asr sûresi, birbirine benzer. Asr sûresinde, asra yemin ederek başlanır. Asr, bazılarına göre ikindi vaktidir. Efendimiz’in (s.a.s.), kendi beyanlarıyla, ikindi vakti peygamberi olması da, bu tevcihi kuvvetlendirir. Aynı zamanda Asr, Efendimiz’in Asr-ı Saâdetine işarette bulunur; bunun yanı sıra, insanın ortalama ömrüne telmihle, 100 yıldan ayrı bir asır ölçüsünü de vermiş olur. Gerçi, hadis-i şerifte her 100 yılda bir müceddid geleceği beyan buyurulur. 60 veya 62-63 yıl da bir asırdır; belki, Efendimiz’in ömrüne tekabül eden 60 veya 63 yılda, aynı sistem veya akım içinde bir müceddid gelirken, 100 yılda bir daha büyük müceddidler geliyor olabilir. Sahâbe, Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn asırlarını belki böyle 60 senelerle birbirinden ayırmak daha doğru olur. Asr sûresinde bu şekilde zamana ve önemli zaman dilimlerine yemin edilirken, Tîn sûresinde, bir manâda büyük peygamberlerle alâkalı mekânlara yemin edilmektedir.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
İMAN VE AMEL-İ SALİHİN İNSANA İZAFESİ
– Bütün hayırlar Allah’tan, şer ise bizzat insan nefsinden kaynaklandığı halde, burada esfel-i sâfilîne düşmeme veya ondan çıkmanın yolu olarak iman ve amel-i sâlihin insana izafe edilmesini nasıl anlamak lâzım?
Hayırları da, şerleri de yaratan Allah’tır. Nefis mekanizmasını yaratan Allah olduğu için, yaratmayı da Allah, Kendine nisbet ediyor. Esfel-i sâfilîne sürükleyebilecek şeyleri, Allah (c.c.) insanın mâhiyetine dercetmiş. Ne var ki, insanın düşmesi için bütün şartlar hazır olsa da Allah onu yine de düşürmeyebilir. İnsanın iradesi var; iman edip sâlih amel işlemenin insana nisbet edilmesi, onun iradesine değer atfetme manâsınadır.
HÂKİM KÜLTÜRE KAPILMADAN İSLÂM’I ANLATABİLME
– Batı’da felsefe ve analitik düşünce çok zengin görünüyor. Bu da, bilhassa dıştan gelenler için baskın ve boğucu bir kültür ortamı oluşturuyor. Buna kapılmadan İslâm nasıl anlatılabilir?
İslâm’ı anlatmada felsefeyi bulaştırmamak lâzım. O, en azından ilk planda bizim sahamızın dışında tutulmalı ve saha değişikliğine hiç gitmemeliyiz. Temsil planında davranışlarımız ve İslâm’ı yaşayışımızla kendimizi kabûl ettirdikten sonra, İslâm adına konuşmalı ve İslâm’ı bir din olarak anlatmalıyız. Eğer herhangi bir sistemle paralellik arayacak, mukayesede bulunacaksak, Hıristiyanlık ve Yahudilik’le paralellik aramalı veya gerekirse mukayesede bulunmalıyız. Dinin karşısına felsefeyi koyar veya ikisini birbirine muarız gibi ele alacak olursak dini, felsefenin seviyesine indirmiş oluruz.
BİLGİ-İMAN MÜNASEBETİ
– İmanın Hıristiyanlık’ta ve Batı’daki algılanışı, malûmunuz, çok değişik. Onu, takliden, doğruluğunu, yanlışlığını araştırmadan bağlanma olarak anlıyor ve bilgi ile yanyana getirmiyorlar. Halbuki İslâm’da, bilgi ile iman birbirine hiçbir zaman zıt şeyler değil; belki, biri diğerini gerektiriyor ve birbirine destek veriyor. Bu ikilemi nasıl aşmak lâzım?
Felsefe, önceliği ilme ve bilmeye verir. Bu, bir ifrattır. Hıristiyanlık, imana önceliği verir; bu da, bir tefrittir. İmanı, icmalî bilgiye bina etmek lâzım. Tafsilî bilgiyi ise iman üzerine yüklemek gerekir. Gelen malûmatı tasdik için kalbde bir musaddık olmazsa, o bilgi, ilme dönüşmez, imana da kapı açılmaz. Burada arı-petek misali veriliyor. Arı, çiçeklerden nektarı toplar; bunu bala dönüştürmek için, petek gerekir. İşte kalbdeki musaddık tıpkı bu petek gibidir.
TARTIŞMA VE TEBLİĞ
– Bugün, tartışma çok önde. İslâmî meseleleri böyle tartışma içinde mi anlatmak lâzım, yoksa doğrularımızı, değerlerimizi doğrudan tebliğ etmek mi lâzım?
Tartışmada çok defa insaf elden gider ve enaniyetler tahrik olur. Kimse yenilgiyi kabûl etmez. Hattâ karşınızdakini ilzam edebilirsiniz; fakat o gider, okur, araştırır, sorar ve yine bir itirazla sizin karşınıza çıkar. Tartışmada insaf, galip geldiği zaman değil, mağlûp olduğu zaman sevinmektir. Çünkü, galip geldiği zaman o kimse bir şey kazanmıyor, aksine mağlûp olduğu zaman, bir yanlışını düzeltmiş oluyor. Ne var ki, bu ölçüde insaf, çok az insanda olur. Öyle ise, tartışma kapısını açmadan, değerlerimizi temsil ve sonra temsili anlatmakla tamamlamak, en isabetli bir yol olsa gerek.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
11. GÜN
Her zamanki vakitte sabah namazı kılındı ve yine her zamanki vakitte kahvaltıya oturuldu. Kahvaltıda, Urfa valisinin imam-hatip mensuplarına yaptığı bir konuşmadan söz edildi. Bunun üzerine Hocaefendi, şunları buyurdular:
İMAM-HATİPLER ÜZERİNE
İmam-Hatipler, gerçi orta kısımları kapatıldı ama, tamamı kapatılmadı, ama kendiliklerinden kapanma merhalesinde. Bu konuda, İmam-Hatipler ve İmam-Hatipliler bir imtihan geçirdi. Eğer bu okullarda dini yaşama, yaşatma, anlatma ve hayata hayat kılma; hayatın gayesi kılma en ön planda olmuş olsaydı, bir-iki sene içinde İmam-Hatipler boşalmazdı. Bu olmadı ve üniversite kapısı da açılmıyor diye, imam-hatipler boşaldı.
İmam-Hatip okulları ve ilâhiyatlar, bugüne kadar yüz binlerce mezun verdi. Ancak toplumumuza bekleneni verdi mi, vermedi mi? Bu yüz binlerce insandan kaçı kendini dini anlatmaya hasretti ve bu konuda hırz-ı canda bulundu? Acaba bunlar kendilerini daha bir yetiştirip, Asya’ya, Afrika’ya, Amerika’ya açılamazlar mıydı? Din adına buralara gidip, bir iş tutup, icabında çöpçülük yapıp, taş kırıp, dinlerini anlatamazlar mıydı? Bu yapılmayınca, Allah da bu nimeti aldı. Bence meseleye böyle bir muhasebe şuuru içinde yaklaşmalıyız..
İmam-Hatiplerin ilk dönemde müfredatları iyi idi. Fakat hoca yoktu. Rahmetli Mahmut hoca, Hüsrev hocanın, ilk dönemde İstanbul İmam-Hatib’in müdürlüğünü de yapmış olan rahmetli bir zâta, “Bu okullar, kendi hocalarını yetiştirdikleri zaman, ancak asıl fonksiyonlarını eda edecekler” dediğini nakleder, sonra da, “Bu okullar, kendi hocalarını yetiştirdi, ama…” der, sözünün arkasını getiremez...
Halk, İmam-Hatiplere yönelirken ve onlara destek olurken, liseler ihmal edildi; âdeta boşverildi. Burada halkın bir suçu yoktu; halk, kendince bir hayrın peşindeydi. Keşke bu samimi himmet milletin geleceğine yönlendirilebilseydi..! Ancak nedendir, bu hiçbir zaman yapılamadı.
Osmanlı’nın son döneminde, ülkede 1000’den fazla lise seviyesinde yabancı okul varken, bize ait 100 tane bile yoktu. Bu yabancı okulların, Türkiye’nin yakın tarihindeki rolleri çok iyi incelenmelidir. Aslında, bütün bunları anlatmanın, hattâ hatırlamanın bile gereği yok. Bir zaman bir resim değerlendirmesinde dendiği gibi, “Karanlığa sövmektense, tek bir mum yakmak daha iyidir.” Bence yapılması gereken de işte budur. Karanlığa sövmekle hiçbir şey olmaz, beyhude enerji tüketilmiş olur.
***
Daha sonra, Haşre imanın faydalarıyla ilgili bir bölüm okudular ve kalkıldı.
Öğle namazı mutad vaktinde kılındı. Öğle yemeğinden sonra umumi bir sohbet olmadı. Bir ara odaya girdiler. Bir-kaç dakika oturup, ayrıldılar.
***
SÖZLER’DE İLHAM
İkindi namazından sonra bir miktar oturdular. Bir soru üzerine, insan-ı kâmilin ilminin vehbî olduğunu, müktesebâtının da mutlaka bulunmakla birlikte, bilhassa misyonunu ifada kesbîyi bir tarafa bırakıp, vehbîye dayandığını; Sözler gibi eserlerde ilhamın daima ağır bastığını; bazıları yanlış anlayıp, serrişte etse de, eserlerde zaman zaman bu hususun ifade mecburiyetinde kalındığını söylediler. Tanıdığım bir büyük zat, “Sus, kâinat mescid-i kebirinde Kur’an kâinatı okuyor…” sözünü buna misal olarak verirdi. Bir başkası da bunu alıp, kendisine mal etmiş, ama, şöyle sığ bir kalıba sokmuş: “Sus, kâinat mescid-i kebirinde Kur’an okunuyor.” Bir ufuk darlığı örneği...
***
Mutad vaktindeki akşam namazından sonra yemeğe oturuldu. Yemekten sonra, Türkiye’nin iç politikasıyla ilgili bir haberin kendisine aktarılması üzerine, şu yorumda bulundular:
POLİTİKA
Bunlar, bizi alâkadar eden mevzular değil. İnsanlar, basitlikten ve seviyesizlikten hoşlanıyorlar; geçmişi yıkmaktan hoşlanıyorlar. Şeytanın imali ve imalesi de var. İmal, kullanma demek; imale, yönlendirme demek. Lüzumlu meseleler varken, şeytan, lüzumsuz şeylerle insanları meşgul ediyor. Hangi husus, Allah’ın varlığına ve birliğine delâlet ediyorsa, Allah’ın varlığı ve birliği ile bir münasebeti varsa, bence işte onun üzerinde durmak lâzım. Eskiden, “söz kaydırma” tabirini kullanıyordum. Şimdi, “sözü merkeze çekme” diyorum. Yani, her neden bahsedersek edelim ve hele bunlar lüzumsuz şeylerse hemen sözü Allah’a getirmeli ve O’nun etrafında örgülemeliyiz.
“VECH’İN MANÂSI
–Kur’an-ı Kerim’de, meselâ, “Sabah, akşam, O’nun vechini dileyerek O’na dua ederler” âyeti gibi âyetlerde geçen Vech kelimesi rıza kelimesiyle aynı mıdır?
Vech, yüz demek. Zât-ı Ulûhiyet hakkında kullanılan Vech (Yüz), Yed (El) gibi müteşâbihat konusunda şöyle bir anlayışım var: Bunlar insan için ne ifade ediyorsa; birer sıfat mesabesinde, Kendi Zâtına, Şânına, Münezzehiyet ve Mukaddesiyetine uygun olarak, Cenab-ı Allah (c.c.) hakkında da aynı şeyi ifade ederler. El, bir bakıma güç ve kuvvetin sembolü, tezahür vasıtasıdır. Yüz ise, hemen bütün husûsiyetleriyle insanın kendisini gösterir. Kıyafet ilminde, yüzün ifade ettiği manâ daima başta gelir. Bu sebeple, Zât-ı Ulûhiyet için Vech deyince, O’nun Zâtını, bütün isim ve sıfatlarının nokta-i mihrakiyesini, Yed deyince de Kudretini anlamak, en doğru bir anlayış şekli olsa gerektir.
Tasavvuf’ta sübühât-ı vech tabiri vardır. Bu, Mertebe-i Ehadiyet’te Hz. Zât’tan gelen şualar, salik için bütün mâsivâyı yakıp kül eden tecelli demektir.
VECH VE ÂHİRET’TE ALLAH’I GÖRME
– Kur’an’da Vech kelimesinin bu şekilde kullanılması, Âhiret’te Cenab-ı Allah’ın görüleceğine bir işaret de olabilir mi?
Allah, Zâtıyla idrak edilmez; O, müdriktir. Kur’an-ı Kerim’in, “Gözler O’nu idrak edemez; O, gözleri idrak eder” buyurması, dünya için de, Âhiret için de geçerlidir. Hattâ, Hz. Urve, Hz. Aişe vâlidemizin yanında, mü’minlerin Cennet’te Cenab-ı Allah’ı göreceğinden bahsedince, vâlidemiz, “Yeğenim, o ne söz? Hiç Allah görülür mü?” der ve bu âyeti okur. İhtimal, vâlidemiz, onca hadis rivayet etmiş olmasına rağmen, ya bu konuda şeref-südur olan hadis-i şerifi duymamıştır; ya da, bir takım felsefî cereyanların, İslâm’ın içine girmeye başlamış olmasından, monist, gnostik, hermetik düşünceler Müslümanlar arasında yayılma istidadı göstermesinden dolayı bunlara kapı açmamak ve Zât-ı Ulûhiyet hakkında yanlış inançların önünü almak için böyle söylemişti.
Hz. Âişe validemiz, zekâsı, firaseti ve idrakiyle, gelmiş-geçmiş kadınların en zekîsi, müçtehidlerin de en büyüklerindendi. Hattâ Efendimiz’in (s.a.s.) onunla izdivacına da bu noktadan bakmak lâzım. Aksi halde, bilhassa kadınlık halleriyle ilgili ahkâm sonraki nesillere nasıl aktarılır ve bize nasıl gelirdi? Hz. Ebû Hüreyre’den sonra en fazla hadisi de, yine bu mübarek vâlidemiz rivayet etmiştir. Rivayet ettiği hadislerin sayısı 4000’den fazladır.
Hadis-i şerifte; mü’minlerin Cennet’te Cenab-ı Allah’ı kemiyetsiz, keyfiyetsiz ve bulutsuz bir günde dolunayı görür gibi görecekleri buyurulmaktadır. Bu, Ehl-i Sünnet’in inancı olarak, böylece akidemizin içine girmiştir. Aliyyü’l-Karî, Bed’ül-Amâlî’sinde bunu bilhassa zikreder. Fakat, burada, Cenab-ı Allah’ın – hâşâ – bir dolunay gibi görüleceğini anlamamak lâzım. Dolunay benzetmesi, görmenin açık ve net olacağını ifade içindir.
Âhiret’te Cenab-ı Allah’ın görülmesi bir tecellî midir?
– Dolunay denmesi, bu görünmenin aslî değil de, bir tecelli olacağı manâsına da gelir mi?
Ayın ışığı, malûm, kendinden değildir; güneştendir. Bu manâ da melhuz olabilir. Zaten, Zât-ı Ulûhiyet, hiçbir şekilde dünyada da Âhiret’te de idrak edilemez. Bundandır ki, kelâmcılar, “Zât-ı Ulûhiyet adına kalbinize ne gelirse, Allah, ondan farklıdır” demişlerdir. İmam-ı Rabbânî hazretleri bunu biraz değiştirerek, “Zât-ı Ulûhiyet hakkında kalbinize ne ki gelir; Allah, onun ötesinin, ötesinin, ötesinin … ötesindedir” buyurmuştur. Buradaki “ötesinin…” kelimesi, nâmütenâhî devamı ifade eder.
Cennet’te Allah’ı müşahede, biraz da herkesin mir’ât-ı rûhuna göre olacaktır. Bazısı buğulu, perdeli, sisli, dumanlı diyebileceğimiz şekilde olacaktır.. evet Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) müşahedesiyle bizim müşahedemiz elbette ki aynı olmaz...
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
12. GÜN
Saat 4.00-4.25 arası sabah namazı kılındı. 9.30 civarında kahvaltıya oturuldu. Kahvaltı sonrası, problem çıkaran insan olunmaması ve Efendimiz’in (s.a.s.) problemleri nasıl çözdüğü konuları üzerinde duruldu. Şöyle buyurdular:
PROBLEM ÇIKARAN DEĞİL, ÇÖZEN İNSAN OLMA
VE SAHÂBE
Her insan, işine ölesiye sahip çıkmalı. “Allah’ım, eğer Sen’in yolunda ve rızan istikametinde yapacağım bir iş varsa, beni yaşat; yoksa yaşamamın manâsı yok; beni alabilirsin” demeli. Kimse, kimsenin kusurlarını görmemeli, görse de örtmeli ve herkesi kucaklamalıdır.
Efendimiz (s.a.s.), problemleri çok rahat çözüyorlar; daha doğrusu, onları hiçbir zaman kördüğüm haline getirmiyorlardı. Huneyn Savaşı’ndan sonra çıkan problemi nasıl kolayca ve bir daha iz bırakmayacak şekilde çözmüşlerse; Mustalik Oğulları gazâsı dönüşünde baş gösteren problemi de, aynı şekilde hemen kaynağında boğmuşlardı.
İfk hâdisesindeki tavırları da başlı başına bir fetânet örneğidir: Pek çok kimsenin aldatılıp fitneye sürükleneceği böyle bir hadisede, yara almadan işin içinden sıyrılmak ve bütün nifak cephesinin planlarını boşa çıkarmak, gerçekten emsâli gösterilemeyen bir firâset örneğidir.
İfk hâdisesinde münafıkların yaydığı dedikodulara, Bedir ehlinden olduğu ve Hz. Ebû Bekir efendimizin yardımlarına mazhar bulunduğu halde, Hz. Mıstah b. Usâse de karışmıştı. Hâdisenin sadece bir iftiradan ibaret bulunduğu âyetle de tescil olunca, Hz. Ebu Bekir efendimiz, Hz. Mıstah’a yaptığı yardımı kesti. Hemen nâzil olan âyet, “Sizden fazl sahibi olanlar, yardımı kesmesin” diye ikazda bulununca, Hz. Ebu Bekir, hiçbir şey olmamış gibi yardımına devam etti. Leyl sûresinin son âyetleri onun hakkında geldiği rivayet edilir. O, sadece ve sadece “Yüce Rabbini hoşnut etmek isteyendi.” Bu sûreden sonraki Duhâ sûresi, Efendimiz hakkındadır. İkisi arasındaki iktiran burada da dikkati çekmektedir. “Sıdkla gelen ve O’nu tasdik eden” âyetindeki, “sıdkla gelen,” Efendimiz (s.a.s.), “O’nu tasdik eden” de Hz. Ebû Bekir’dir. Efendimiz, bir rüyasına dayanarak, onun halifeliği için “zayıf” tabirini kullanmışsa da, bu zayıflık, Hz. Ebu Bekir’in şahsı ve idareciliği için değildir. Hilâfeti yüklendiğinde, irtidad hadiseleriyle toplumdaki sarsıntılardan ötürüdür. O, bütün bunları önledikten sonra, Hz. Ömer zamanında yerli yerine oturacak olan sistemin temellerini atmıştı ki, Hz. Ömer, onun attığı bu temeller üzerinde yürüdü.
Aslında, Sahâbe’nin her biri bir kibrit-i ahmer gibidir. Halid, iki devlete karşı mücadele verir ve galip gelir. Ama, bir nefer olarak vefat eder. Said b. Zeyd, onun için, “Övülen biri olarak yaşadı ve İslâm’ın bir yitiği olarak gitti” der. Hz. Ebû Ubeyde ibn Cerrah’ın bir komutan olduğu bilinmezdi. Hz. Ömer, onu öne çıkarmış ve Yermuk’ta Hz. Halid’in yerine kumandan tayin etmişti ve Yermuk, Hz. Halid’le başlamış, Hz. Ebû Ubeyde ile tamamlanmıştı. Sa’d ibn Ebî Vakkas’ın iyi ok attığı bilinirdi de, komutanlığı yine bilinmezdi. Hz. Ömer, onu da keşfetmiş ve İran’la savaşan orduların başına getirmişti. Hz. Sa’d, burada nasıl bir kumandan olduğunu ortaya koyarak, tarihe “İran fâtihi” olarak geçti.
Çocuklara Sahâbe gibi olma duygusunu ta baştan aşılamak lâzım. Onlar: “Ben Hâlid gibi olacağım; Sa’d gibi olacağım; Hubeyb gibi olacağım…” duygu ve kararlılığı içinde yetişmeli; yetiştirilmeli.
***
BATI’DA YENİ TEMAYÜLLER
Sohbetten kalkıldıktan sonra, 11.30 civarında odalardan birine teşrif buyurmuşlar. Bir mesele arz etmek isterken, odada olduğunu fark ettim. Bir müddet oturdular. Diyalog için dünyanın her tarafında zeminin müsait bulunduğu; Batı’da pek çok kesimin maneviyat arayışına girip, bu arada İslâm’ı da tanımaya ve ondan faydalanmaya yöneldiği; öyle ki, 14 asır, insanlığın en doğru sözlüsünü – hâşâ – yalancı, kandırıcı olarak gören bir dünyanın O’na bakışının değişmeye yüz tuttuğu; İslâm hakkındaki araştırmalarda, İslâm’ı içten ve kendi kaynaklarından tanımanın ön plana çıktığı; bu konuda ve bilhassa Efendimiz’i (s.a.s.) tanıma adına yapılan çalışmaların eskiye nazaran çok çok insaflı olduğu, her hususta olduğu gibi, hoşgörü ve diyalog akımında da önümüzü bizzat Cenab-ı Allah’ın açtığı gibi hususlar üzerinde konuşuldu.
***
13.30 civarında öğle namazı eda edildikten sonra yemeğe oturuldu. Sohbette, birbiriyle alâkalı bir-kaç soru üzerine şöyle konuştular:
KESİN BİLGİYE DAYANMA VE YALAN
Zât-ı Ulûhiyet hakkında konuşurken çok dikkatli olmak lâzım. Bu, bizim bilmediğimiz, bilmemizin mümkün olmadığı bir sahadır. Bu gibi meselede yanlış malûmat vererek, insanları yanlışa sevk etmekten fevkalâde sakınmalı. Kur’an-ı Kerim, “Hakkında bilgi sahibi olmadığın şeyin üzerinde durma. Kulak, göz, kalb, hepsi ondan sorumludur” buyururken, havâss-ı hamsemizle (beş duyu) aldığımız intibaların bile yanlış olabileceğine dikkat çeker. Yazı yazanlar ve hele kitap yazanlar, bilhassa çok dikkatli olmalıdırlar; zira yazılanlar, sonsuza kadar kalır. Hele, bilmemiz mümkün olmayan, bilgi sahamıza girmeyen konularda konuşmak çok tehlikelidir. Bilmeden, kesin bilgiye ulaşmadan söylenecek her söz yalandır. Yalan, küfrün temeli, sıdk ise, imanın esasıdır. Hele fantezi yapmak, faraziyeler üzerinde durmak ve kesin bilgi imiş gibi bunlara sarılıp yanlışlara sapmak, –Allah muhafaza etsin– küfre açılan kapılardır. Bir insan yanlış yapmış, yanlış yazmış ise, doğruyu bulduğunda bunu mutlaka açıklamalı ve “şu, şu hususlarda yanılmışım; doğrusu bu imiş” diye ilan etmeli ve yanlışını kabullenecek kadar yürekli olmalıdır.
Daha sonra, İşârâtü’l-İ’câz adlı kitaptan, “yalan”la ilgili bir yeri okudular. Burada, (az sadeleştirme ile) şöyle denmektedir:
Münafıkların azaplarının, diğer cinayetleri arasında yalnız yalan ile vasıflandırılması, yalanın ne kadar çirkin olduğuna işarettir. Bu işaret dahi, yalanın ne kadar tesirli bir zehir olduğuna sâdık bir şâhiddir.
Yalan, küfrün esasıdır.
Yalan, nifakın birinci alâmetidir.
Yalan, İlâhî Kudret’e bir iftiradır.
Yalan, Rabbânî hikmete zıttır.
Yüksek ahlâkı tahrip eden, yalandır.
Âlem-i İslâm’ı zehirleyen, ancak yalandır.
Yeryüzünü fesada veren, yalandır.
İnsanlığı kemalâttan geri bırakan, yalandır.
Müseylime-i kezzâb ile benzerlerini âlemde rezil ve rüsvay eden, yalandır.
İşte bu sebeplerden dolayıdır ki, bütün cinayetler içinde lânetlenmeye, tehdide en önce müstahak görülen yalan olmuştur.
Bu âyet, (Yalan söyleyip durmalarından dolayı, onlar için elemli bir azap vardır. 2:10), insanları, bilhassa Müslümanları dikkate davet eder.
…
Hülâsa, yol ikidir:
Ya sükût etmektir; çünkü, söylenilen her sözün doğru olması lâzımdır…
Veya sıdktır; çünkü, İslâmiyet’in esası sıdktır.
İmanın, ana husûsiyeti sıdktır.
Bütün kemalâta ulaştıran esas, sıdktır.
Yüksek ahlâkın hayatı, sıdktır.
Her türlü terakkînin mihveri, sıdktır.
Âlem-i İslâm’ın nizamı, sıdktır.
İnsanlığı, kemalât kâbesine ulaştıran, sıdktır.
Ashâb-ı Kiram’a bütün insanların üzerinde mevki kazandıran, sıdktır.
Muhammed-i Haşimî aleyhissalâtü vesselâm’ı beşerin ulaşabileceği mertebelerin en yükseğine çıkaran, sıdktır.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
13. GÜN
Deprem Münasebetiyle
HAYATIN HAYATI; HAKÎKÎ GÜÇ, ÜMİT VE GAYRETİN
KAYNAĞI OLARAK ALLAH’A VE ÂHİRET’E İMAN
Soru: Sakarya Üniversitesi ile Âfet İşleri Müdürlüğü’nün deprem bölgesinde 3000’den fazla lise öğrencisi üzerinde yaptıkları bir ankette, öğrencilerin yarısı, depremi tamamen veya kısmen İlâhî bir ceza olarak görüyor. Buna karşılık, % 20’ye yakını, hayatı manâsız bulmakta ve yaklaşık yarısı da, gelecekten ümidlerini kesmiş durumda; bunların geleceğe ait herhangi bir beklentileri yok. Yine yarıya yakını, deprem ânında artık her şeyin bittiği gibi bir hisse kapılırken, % 30’a yakını, diğer âile ferdlerinin yanına koştuğunu, sadece % 1’i, eğer depremden sağ çıkarsa, iyi bir insan olmaya karar verdiklerini söylüyor. Bu anketi nasıl değerlendirmeliyiz? Anketten çıkan neticeye göre, bu bölgede üzerimize düşen vazifeler var mıdır?
Bütün problemlerin temeli ve çözüm noktası
Alvarlı Efe hazretleri, “(İnsan için) belâ-yı ekber oldur ki, özünü gaflete salmış” derdi. Günümüzde Müslüman olanlar veya Müslümanlıklarını yeni keşfedenler, ne hikmetse, hemen radikalizme kayıyor; siyasî ve içtimaî sahaya yöneliyor. Halbuki, bütün meseleler “ben”de başlar ve “ben”de biter. Allah, “Ben” dediği zaman, ilk taayyün meydana gelmiş ve yaratılışın kapısı açılmıştır. İnsan, kendinde bütün İlâhî İsimler’in tecelli ettiği ve dolayısıyla Allah’a en câmî (kapsamlı) bir ayna olarak, O’nun “Ben” demesinden de nasibini almış ve bu, onun “ego”su olarak tecelli etmiştir. Fakat, insanın “ben”i bağımsız, insana ait, bizzat insan tarafından yaratılmış bir “ben” değildir. O, çok ince bir çizgi, görünür-görünmez bir nokta, tabir-i diğerle, bir sıfırdır. Ne var ki, bu ‘sıfır’da, Sonsuz’un bütün isimleri, tecellileri akseder durur. Eğer insan, kendisinde vehmettiği her şeyi; güç, hayat, irade, bilgi, güzellik, kısaca, hayır ve kabiliyet adına neye sahipse, Allah’a verir de kendini Yaratan’nın şeffaf bir aynası ve bir sıfır olarak görürse, o zaman, yaratılmış varlıklar hiyerarşisinde en üst mertebeye (âlâ-yı ılliyyîne) çıkar. Allah’ın kudretiyle kadîr, servetiyle ğanî (zengin), iradesiyle mürîd (dileyen), ilmiyle âlim olur. Sıfır iken âdeta sonsuzlaşır. Tekrar etmek gerekirse, bütün bunlar, onun kendi benliğinin, egosunun, hiçbir şeye mâlik olmayan şeffaf bir sıfırdan, bir aynadan ibaret bulunduğunu görmesine bağlıdır.
Buna karşılık, insan, özünü gaflete salar ve egosunu Allah’ı tanımada, arz edildiği şekilde bir vâhid-i kıyasî (mukayese birimi, ölçüsü) olarak kullanmak yerine, Allah’ın kendisine vedia olarak yerleştirdiği her şeyi; hayatını, gücünü, servetini, kabiliyetlerini, güzelliğini ve muvaffakiyetlerini, onların asıl sahibinden gaspla kendine mal eder; Allah karşısında “Sen Sen’sin, ben benim” rekabetine girişirse, bu defa ego kalınlaşır; bir cemaat veya kavme, bir mesleğe, bir gruba mensubiyet (aidiyet) hisleriyle şişer ve sahibini yutacak hâle gelir. Sonra, Allah’ın mülkünde, O’nun tasarrufunu başka gerçek veya hayâlî varlıklara da taksime girişir; kendince bir takım ilâh veya ilâheler üretir. Tarihteki pek çok firavunlar, nemrutlar, Ebû Cehiller böylesine şişip, sahibini yutmuş birer ego oldukları gibi; tapınılmış putlar da, bu egonun birer sembolü olarak ortaya çıkmıştır. Günümüzde, kendisine âdeta yaratıcılık verilen tabiat ve tabiat kuvvetleri gibi vehmî varlıklar; hattâ bu tavrı, bu yönelişi besleyen bilim de, yine egonun, Allah’ın mülkünü ve mülkündeki tasarrufunu paylaşma adına ürettiği birer tağuttan ibarettir. Netice olarak, hayatın içtimaî, iktisadî, siyasî bütün sahalarında ortaya çıkan problemlerin hem kaynağında, hem de çözümünde, egonun kendi mâhiyet ve hüviyetini, sonra da, bu mâhiyet ve hüviyet adesesinden Rabbini ve yaratılışı tanıyıp tanıyamaması yatmaktadır.
Hatalı yaklaşımlar ve yapılması gereken
İnsana düşen, egonun gerçek mahiyetini tanıyarak, zâtında âciz ve fakir bir varlık olduğunu idrakle, hakîkî kudret ve servet sahibine yönelmek ve her şeyin O’nun tasarrufu altında olduğuna inanmaktır. Fakat, gerek eğitim sistemimizle, gerekse depremden sonra yapılan yayınlarla, kalblere tam bir tabiatperestlik (natüralizm) aşıladık. Depremi, sadece bir tabiat hadisesi olarak görüp, fayların kırılmasına bağladık. Oysaki Allah, hikmetinin gereği, dünyevî icraatine bazı sebepleri perde yapar. Fakat bu sebepler ince birer perde olmaktan çıkarılıp, hadisenin müsebbibi, yaratanı haline getirilirse, artık bu hadiseler karşısında insanın yapacağı hiçbir şey kalmaz. Çünkü, meselâ depremi, kesin bir ilmî gerçek olmamakla birlikte, fay hatlarındaki kırılmaya bağlayarak, tamamen tabiî bir hadise olarak izaha kalkıştığımızda, insanın deprem ânında yapacağı hiçbir şey olmayacak; o anda her şeyin bittiği vehmi içinde bir boşluğa yuvarlanan böyle biri, depremden sağ çıksa bile, artık her an deprem olabileceği korku ve endişesi içinde, düştüğü bu boşluktan bir daha çıkamayacaktır. Oysa, insanı hayata bağlayan, her türlü felâket karşısında ümit ve azminden hiçbir şey eksiltmeyen, onun rûhunda hissettiği nokta-i istinad ve nokta-i istimdad (dayanma ve yardım isteme merkezi) kaynağı olarak Allah inancıdır. Geldiği zaman karşısında hiç bir şey yapılamayacak herhangi bir felâket ânında, yani bütün sebeplerin, bütün çarelerin tükendiği noktada insanın yöneleceği işte bu kaynaktır ki, ondaki korkuyu alıp götürecektir. Evet, hakîkî imanı elde eden insan, yeryüzü bir bomba olup patlasa hiçbir endişe duymaz; aksine onu, bir icraat-ı İlâhiye olarak hayranlıkla seyreder. İnsan, böyle bir felâket karşısında hayatını kaybedecek bile olsa, bu onda bir korku meydana getirmeyecektir; getirmeyecektir çünkü, bu hayat, ebedî hayatın sadece bir tarlası ve onu kazanma yeridir. Sonsuz değildir ki, bizatihî gaye olsun. O, ister bir hastalık, ister bir felâket, musibet, isterse bir başka sebeple mutlaka bitecektir ve onun bitme zamanı da, insan daha hayata gelmeden kararlaştırılmıştır. İnsan için, bu dünya hayatına gelişi gibi, buradan ayrılış tarihi de önceden takdir edilmiştir ve asla değişmez. Asıl hayat, Âhiret hayatıdır. İşte, bu inançtaki bir insan, dünyada başına gelen musibetleri, “günahlarıma keffarettir veya derecemi artıracaktır” diyerek, sabrın ötesinde hattâ şükürle karşılar ve: “Ecelim seninle ise, Âhiret’e gidiş biletim sen isen, hoş geldin; benim şehid olarak gitmeme ve dolayısıyla ebedî saadeti kazanmama vesile olacaksın; yoksa, sen benim canımı alamazsın” diyerek, kalb huzurunu seslendirir.
Hakikat bu olduğu halde, ateist bir güruh, yayınları ve meseleye yaklaşımlarıyla, zaten “inançları” gereği Allah’ı hiç gündeme getirmezken, inananların pek çoğu da, tamamen tabiatperestlik düşüncesine bağlı olarak Allah’ı, sanki kâinatı yaratıp bırakmış, ona hiç müdahalesi olmayan, hattâ sözü geçmeyen, fay hatlarının mahkûmu bir ilâh gibi takdim etti. Halbuki, kâinatta yeryüzü sadece bir zerreden ibarettir. Dün “atom” derken, bugün “zerre (partikül)” diyoruz. Yarın, belki esirin ispatıyla, ölçülemeyecek, laboratuvara sokulamayacak maddelere, anti-maddelere inecek ve Allah’ın İlmi, Kudreti ve icraatı önünde hayret ve hayranlıkla iki-büklüm olacağız. İşte, Allah’ın Kudreti karşısında, kâinatta, kâinatın büyüklüğüne nisbetle âdeta görünmez bir zerrecik olan yeryüzü nedir ki!? O, onda dilediği gibi tasarruf eder; fay hatlarını kırar, tekrar oluşturur, yeryüzünü bir başka şekle çevirir.. İşte, her varlığın, her hâdisenin O’nun tasarrufunda olduğuna inanan insan, bilhassa felâketler karşısında, tecelli-i Ehadiyet’i duyacak ve daha bir içtenlikle O’na yönelecektir. Bu ölçüdeki bir Allah ve Âhiret inancının kalblerde yıkılması, insanımızı ister istemez ümitsizliğe, yarınlarından endişeye ve hayatı manâsız görmeye sevk etmektedir. Öyle ise, kalblerde Allah ve Âhiret inancını yerleştirmeye ve bir yakîn haline getirmeye ihtiyaç vardır ve bu mutlaka yapılmalıdır.
Bir yanda bu hatalar işlenirken, diğer yanda daha başka hatalar yapıldı. Hz. Musa (a.s.), bir kuraklık zamanında, kavmiyle yağmur duasına çıkar, fakat yağmur gelmez. Bunun üzerine, Allah’a yönelir ve bunun sebebini sorar. Cenab-ı Allah (c.c.), “Ya Musa, içinizde bir günahkâr var, o yüzden yağmur vermedim” der. Hz. Musa, onun kim olduğunu sorunca da, “Ben Settâr’ım, günahları örter, günahkârı açığa vurmam. Hepiniz tevbe edin” buyurur.
Umûmî gelen musibetler, umumun günahı ve ihmali üzerine gelir. Bu ihmal ve günah, dinde olabileceği gibi, şeriat-ı tekviniye dediğimiz, hayat kanunlarında da olur. Hakikat bu iken, günahkârı biliyormuşçasına, günahı bazılarına yüklemek ve nefsimizi temize çıkarmak, günahı ikileştirmek demektir. Felâkete uğramış bir insana, o anda, “Bu, günahlarından dolayı oldu” demek, çok defa onu tamamen küfre itmekle aynı manâya gelebilir. Efendimiz (s.a.s.), birinde bir hata gördüğünde, onu, onun yüzüne söylemek yerine, umuma konuşurlardı. Kaldı ki, arz edildiği üzere, umûmî felâketler, umumun günahları üzerine geldiğinden, herkes, bilhassa mü’minler, Hz. Ömer tavrıyla, “Bu, benim hatalarımdan dolayı oldu” demeli ve kimseyi suçlama cihetine gitmeden, tevbeye yönelmeli ve davranışlarımız bir ıslah gayesi taşımalıdır. Hem dînî sahada, hem de şeriat-ı tekviniye sahasında ıslah hareketine girişmek, ferd ferd muhasebede bulunarak, hatalarımızı tamir etmek, bu türden musibetlerin önünü alabileceği gibi, onları istismar etmek isteyenlere de fırsat vermeyecek ve toplumumuzda daha başka yaralar ve ayrılıklar açmak yerine, açılmış bulunan yaraların ve ayrılıkların kapanmasına hizmet edecektir.