-
çekirdekten çınara
Takdim
Prof. Dr. İbrahim Canan
“Biz, bizden evvelkilerin ekip biçtikleriyiz; bizden sonraki nesiller de bizim gayretimizin semeresi olacaklardır.” (F.G.)
Ziyade derinliği olan eserleri, bunlarla elektriklenerek aksiyona geçen hamiyetler ve bunların ortaya koydukları sayısız maarif müesseseleriyle memleketimizin irfan ve fikir hayatında müstesna bir yer tutan muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Çocuk Terbiyesi adlı bu son eseri [1], bir takdim yazısı hazırlamak üzere bana intikal ettirilince kitabı önce baştan sona bir kere okudum.
Gördüm ki bu iş o kadar kolay değil. Çünkü, terbiye gibi müfredatı fazla zengin olan bir sâhanın pek çok meselesine âyet ve hadisler çerçevesinde öz olarak yer verilmiş ve bir çok mesajlar dercedilmiş. Muhtevanın tamamına okuyucunun dikkatini çekmek mümkün değil, bazılarını tercihin de zorlukları var; çünkü hepsi önemli. Buna rağmen, eserde, ilk sayfalardan son sayfalara kadar şuurla, sistemle tekrar edilen birkaç hususla, dikkatlere arz edilmesinde gerek duyduğumuz bazı noktaları, -müellifinin üslubuna uygun olarak- tekrarlı ve vurgulu şekilde nazara vermeyi uygun gördüm.
İlk belirtmek istediğim husus, nice zenginlik ve inciliklerle dantelleştirilmiş böylesi sıra dışı bir kitaba “Çocuk Terbiyesi” isminin pek hafif, pek mütevazı kalmış olmasıdır. Bu sebeple, dış kapağa yansımayacak bile olsa, kanaatimi, okuyucularla paylaşmak üzere, sözün başında, -kitabı daha okurken, gayr-ı ihtiyari aklıma geliveren- “Büyük Türkiye’nin Geleceğine Bir Katkı veya Çocuk Terbiyesi” ismini daha uygun bulduğumu belirtmek istiyorum. Kitaba biraz da, yurdumuzda istikbale matuf, uzun vadeli projelere göre adım atan, aksiyon ortaya koyan, muhaliflerini hep reaksiyon planında tutma başarısını gösteren bir kişinin eseri olarak bakarsak teklif edilen ismin uygunluğu anlaşılır.
Bu çerçevede, eseri, en az Türkiye çapında yeni bir aksiyonun, yeni bir başlangıcın start’ı olarak görmek mübalağalı olmaz. Nitekim müellifin müteakip ifadeleri arasında şu cümlelere de rastlayacağız: “Aile cemiyetin en önemli rüknüdür. Bu rüknün sağlamlığı millet ve devletin de sağlamlığı demektir. Öyleyse milletin ve devletin bu temel rüknü katiyyen projesiz ve plansız bırakılmamalıdır.”
Tekrarla vurgulamak isterim: Bu eser, ismine bakılarak piyasada onlarcasına rastlayacağımız, çoğu kere terbiye vak’asını yeterince kavramamış nâehiller tarafından, batılı yazarlardan anlaşılmadan aparılmış, nice pasajlarında bizim dünyamıza, Türkiye’nin içtimai şartlarına uyum sağlamayan çocuk terbiyesi kitaplarıyla karıştırılmamalıdır.
Sözün başında isme takılmamızın esas mühim sebebi eserin muhtevasıdır: Okuyucunun anlayacağı, alacağı, -pratiğe aktarılmasının şahsi gücü ve imkanı dahilinde bulunduğuna ikna olacağı- çok mesaj var.
Ve hemen belirteyim: Eserde, terbiye meselesi, anlaşılması gereken çap ve vüs’atte ve kendi şartlarımıza uygun muhtevada vazedilmiştir. Okununca görüleceği üzere, terbiyenin gayesi ferd ve aile planında iyi ve mükemmel kişilere ulaşmakla sınırlı değildir. Asıl gaye, Hocaefendi’nin orijinal ifadesiyle: “Büyük Türkiye’nin geleceğine bir katkı –ki bu her vatandaşın mefkuresi olmalıdır- ideal ferd ve ideal ailelerin mevcudiyetine vebestedir”. Bu telakkinin sevkiyle, kitapta öncelikle “evlenme” ve “aile” bahislerine yer verilmiş terbiye ile ilgili bahisler müteakiben ele alınmıştır.
-
Cevap: çekirdekten çınara
Sistematik
Eserin sistematiği de dikkat çekici. Terbiye hadisesi, belli yaşa gelmiş çocukların eğitilmesi gibi hayatın bütününden kopuk münferid bir vak’a olarak algılanmaz. Bilakis, ayet ve hadislerde yer verildiği üzere, anne olarak seçilecek kadında aranacak evsaftan başlatılıp ölünceye kadar safha devam eden uzun bir vetire olarak telakki edilir. Ve bu anlayışın gereği olarak Giriş’te okuyucuyu, terbiye meselesinin ehemmiyeti, vüs’ati gibi hususlarda ikna etmek üzere, umumi meselelere yer verilir. Sözgelimi “Ahlak anlayışımız” diye başlayan bu kısımda “milletlerin yıkılışı”, “öğretmen peygamber”, “Dünya hayatının ziynetleri”, “A’la-yı illiyyin-i insaniyet” vs. şeklinde biri diğerinden uzak gibi görünen başlıklar altında mü’min kişiyi ikna edici ayet ve hadis ağırlıklı delillerle terbiyenin ehemmiyeti üzerine birbirini tamamlayıcı bilgiler sunulur.
Sonra terbiye vetiresinin safhaları ve meseleleri içerisinde yer alan “Evlilik”, “Aile”, “Terbiye hassasiyet”, “Çocuğun dini eğitimi”, “Nasıl anlatmalı?”, “Terbiyenin buudları”, “Kur’an dışı terbiyenin mukayesesi” gibi birbirinden ehemmiyetli ve bir o kadar da ilgi çekici yedi konu işlenir.
Muhteva ile ilgili bu kısa açıklamadan sonra, çalışmada ehemmiyet arzeden bir iki hususa dikkat çekmek istiyorum.
-
Cevap: çekirdekten çınara
Ailenin Önemi
Muhterem Gülen’e göre, terbiye deyince akla ilk gelen şey ailedir. Çünkü Aile “Talim ve terbiyede en birinci ocak, en birinci mektep, en birinci medresesidir.” “Terbiye, yuvadan başlamalı ki kalıcı olsun. Yuva terbiye esasları üzerine kurulmamışsa, cemiyetin terbiyeli olması da düşünülemez.” Hele Büyük Türkiye’yi kuracak nesil söz konusu ise, her aile bu terbiyeyi vermeye layık olamaz. Çünkü “İdeal nesiller için her şeyden önce ideal bir yuvaya ihtiyaç var”. “Aile cemiyetin en önemli rüknüdür. Bu rüknün sağlamlığı, millet ve devletin de sağlamlığı demektir.”
Böylesine üzerine titrenen ailenin merkezinde kadın yer almaktadır. Bu sebeple:
Aile reisinin ilk sorumluluğu “sâlihât, müslimât, kânitât (itaatkar) hâşiât ve sâdıkâttan” bir hayat arkadaşı seçmektir. İdeal ailede anne-baba, birer terbiye ustası olmalıdırlar. Çocuğun terbiyesinde gerekli olan sorumluluk duygusuna, bilgilere sahip olmalıdırlar: “Anne baba olmak isteyen herkes belli bir seviyede psikoloji, pedagoji ya da en azından Kur’an’ın bu mevzudaki mücmel prensiplerini bilmeli... insan, mutlaka iyi nesiller yetiştirmenin yolarını öğrenmelidir”.
Bu, aslında yetkililere de bir mesajdır. Devletimiz bazı Avrupa memleketlerinde olduğu üzere, bekarlara, anne ve babalıkla ilgili (terbiye, sağlık, ev ekonomisi gibi) bilgilerin verildiği bir kısım kurslardan geçmeyi, evlenme ruhsatı için şart koşan kanuni düzenlemeler yapabilir. Devletten bunu beklemekle birlikte, gerçekleşinceye kadar, fertlerin kendi kendilerini yetiştirmesi gerekir. Kitapta yer alan bu tavsiyelerin gittikçe artan bir kesafetle yankı bulacağına inanıyoruz.
Çocuk Miktarı
Ailenin öncelikle gayesi neslin devamı yani çocuk elde etmek ise de kitapta: “Mühim olan derinliktir, ağırlıklı, çaplı olmaktır” denilerek kaliteli nesil, iyi terbiye verilebilen nesil terviç edilir: “Müslümanlar aded çokluğundan daha ziyade her şeyi Allah’la münasebete, keyfiyete, iç derinliğe bağlamalıdır” denir. Yani asrın her şeyi rakamlara dökme çıkmazına düşmeden, herkese ideal seviyede terbiye verebileceği miktarda çocuk yapması tavsiye edilmiş oluyor.
-
Cevap: çekirdekten çınara
Terbiyeden Önce Tefekkür
Esere ikna edici bir yön kazandıran husus, okuyucuya hep tefekkürü, muhakemeyi, niçin, neden, sebep aramayı teklif etmesidir. “Terbiyeden önce düşünmek! Neyi iyi, neyi kötü görüyoruz... Çocuklarımızın nasıl yetiştirilmesini düşünüyoruz?... Gece geç vakitlere kadar şurada burada vakit geçirmesine nasıl bakıyoruz... Hangi saatte eve gelirse gelsin kapımızı açacak ve sinemize basacak mıyız?”
Böyle bir tefekkür, kişi için nefis muhasebesidir, bir bakıma terbiye terbiye diyen, çocuğun, eğitimi için niçin fedakarlıkları göze alan bizler bu soruları hiç sorduk mu?, çocuklarımıza vermek istediğimiz mukaddes değerler var mı?, varsa bunlar nelerdir?
Bunları hiç sormadıysak, veya sorulunca düşünmeden verilecek cevabımız hazır değilse, kendimizde bir eksiklik yok mudur?. Bu laçkalığın uyarısı çarpıcı:
Tabiat boşluğu sevmez. Sizin boş bıraktığınız gönlü başkaları doldurur ve siz “hiç farkına varmadan mürted babası olabilirsiniz.”
Din Eğitimi
Çocuk terbiyesinde din eğitim öncelikli bir yere sahiptir, geniş yer verilir. Ayrıca bunun metod ve muhtevası üzerinde de, ısrarla durulur.
Kur’an öğretilmeli, ama bu, “sadece ibare ve lafızlarıyla oyalanma değil.. aksiyon öncelikli, pratik eksenli Kur’an talebeliği” şeklinde olmalı. Çocuk korku ile tehdid ile ezbere değil, içten gelen arzu ile öğrenmeye sevk edilmeli. Kur’an öğretimi, hep yapıldığı gibi, kuru bir ezberden ibaret olmamalı, mutlaka ilahi maksadlar öğretilmeli, çocukta “Kur’an’ı, öğrenme merakı uyandırılmalıdır.” “Ben ruhsuz Kur’an okumanın insanımızı, duygusuz hale getirildiği kanaatindeyim” denir.
Bu sadedde, öğreticinin formasyon ve metoduna da dikkat çekilir. Sözgelimi “Yirmi beş yaşındaki bir gence onbeş yaşı çocuğuna verilmesi gerekin dini bilgi”nin mahzurları hatırlatılırken “her camide çocuklara zebani gibi görünen bazı haşin yaşlılar”a temas edilerek bu işte vetire kadar eğitimcinin de önemi vurgulanır.
Din eğitimi bahsinde verilen en mühim mesaj, Allah’ı tanıtmada, mekteplerde okutulan bütün ilimlerden, hususen fen ilimlerinden istifade edilmesi noktasındaki ısrarı ve ikna edici açıklamalarıdır. Çocuk hikayelerinde bile Allah zikrinin geçmesinden rahatsızlıklarını televizyon ekranlarına getirecek kadar mukaddesat muhalefetinin gemi azıya aldığı bir dönemde, çocuk eğitim üzerine eline kalem alacaklara fevkalade stratejik ve fevkalade hayatî bir hedef gösterilmiş olmaktadır. Hamiyet sahiplerinin bu mesajın gereğiyle organize olacaklarından emîn olabiliriz.
-
Cevap: çekirdekten çınara
Büyüklerin Formasyonu
Eserin ismiyle ahenktar olmamakla birlikte gayesiyle muvafık olan bir yönü, çocuk değil, büyüklerin, yani terbiyecilerin, mani anne ve babaların formasyonu üzerinde ağırlıklı olarak durmasıdır. Kitap şayet “Anne babaların terbiyesi” adını taşısaydı muhtevaya daha uygun düşerdi. Ancak böylesi bir isim nasıl algılanırdı? En azından kendini yeterli bilenler –ki çoğu insanımız böyledir- veya bu hususu hiç düşünmemiş olanlar, tepki ile karşılayabilirlerdi ve eserin tesiri sınırlı kalabilirdi. Ama öyle yapılmamış, büyük bir ustalıkla, çocuğa verilmesi gereken idealler konusunda ikna edilen anne ve babalara, o ideallerin aktarılmasının öncelikli şartının “örneklik” olduğu işlenmiş, baştan sona hemen her bahiste, “terbiyevî sorumluluk” ile “terbiyede başarının terbiyecenin örnek olmasına bağlı olduğu” temaları üzerinde ısrarla durulmuştur. Bir başka ifade ile, Kur’an ve hadisten kaydedilen nasslar aydınlığında islamî bir âile nasıl kurulur, islamî ailede anne ve babanın birbirleriyle, çocuklarıyla münasebetleri nasıl olmalıdır, ailede dinî hayat nasıl sürdürülmelidir gibi hususlar öz olarak işlenir. Evet aynen katılıyoruz: Büyüklere öğretim, nazarî olabilse de “küçüklere öğretim” fiilen göstermekle, öğreteceğimiz her hususu şahsî hayatımızda yaşayarak onlara göstermekle mümkündür. Nitekim, bütün terbiyecilerce bilindiği üzere, çocuğun hayatında taklit esastır ve taklitçilik onlarda, büyüklere nisbetle kat kat fazlıdır, iyi kötü herşeyi çevreden görerek, taklit ederek hayatlarıyla bütünleştirip meleke haline getirirler.
İşte bu sebeple, ele alınan bütün bahislerde, ibadetten beşerî münasebetlere, ahlakî erdemlere... Allah’a yakarışa varıncaya kadar –çocuğa verilmek istenen ve dinin de emrettiği- bütün güzelliklerinin, ilahî emirlerin, anne ve babalar tarafından fiilen işlenerek yetiştirilen nesle örnek olunması, lisan-ı kalden önce lisan-ı halle ders verilmesi gereği işlenir, tekrar edilir, tarihten misaller verilir.
Söylediklerini yaşayışına aksettiremeyenleri, gözünden bir damla yaş gelmeyen birisinin Allah’a: “Seni andıkça gözyaşlarım ceyhun olur” demesine benzetilir ve bunun “Allah’a karşı bir yalan, bir mürailik” olduğu söylenir.
Muhterem Gülen Hocaefendi, bütün dünyanın takdirini kazanan, başarılarındaki sırrı da keşfetmemize yardımcı olan şu ifadeye de yer verir: “Evet sözler, insanın iç alemine, ledünniyatına, davranışlarına tercüman olursa duyduğumuz, düşündüğümüz, intikalini kararlaştırdığımız şeyler, rahatlıkla muhatabımızda makes buhur. Aksine...”
Bu sadedde hatırlatılması gereken bir ayarı da: “Müsbetlerde örnek olunduğu gibi menfilerde, yasaklarda da hassas olunmasıdır”.
Murakabe
Eserde anne ve babaya terettüp eden çocuğa yönelik en mühim terbiyevî eylemlerden biri olarak murakabe üzerinde durulur. Ailenin, çocuğu başı boş bırakmayıp, yakın takibe alması, çocuğu, verilmesi gereken idealleri alacak şekilde, yönlendirmeleri tavsiye edilir. Sadece “çocuğun okuduğu kitapları tanımak, arkadaşlarını tanımak, hatta bunları önceden tayin etmek, belirtmek yeterli değildir. Defter, kalem alacağı yer, terzi berber, din telkini yapmalı, Allah’ı telkin etmeli, televizyon kullanımı dahi kontrollü olmalıdır”.
Dahası, anne-baba, çocuğun yanındaki muhaverelerine bile dikkat etmeli, çocuğu ilgilendiren, ona vermek istediğimiz esaslar çevresinde olmalı, Allah merkezli olmalıdır.
Bir kısım çevrelerin, insanın en çok yönlendirilmeye muhtaç olduğu bir safhayla ve zamanımız gibi başıboşlara köşe başı tuzakların kurulduğu bir ortamda sistemli olarak, her Allah’ın günü “çocuklara, gençlere müdahale edilmemesi”, “karışılmaması”, “onların serbest bırakılması” gibi propagandaların yapıldığı ve bunun tesiriyle anne babaların ne yapacağını şaşırdığı bir hengamda, Hocaefendi gibi ilmiyle, ihlasıyla güvenilir bir zatın bu uyarısı çölde yolunu yitirene bir pusula ve ab-ı hayat hükmüne geçecektir.
Büyük Türkiye idealine uygun nesil yetiştirme aşkına sahip olan nice samimi muhiblerin, bu ideal için önce kendi yaşayışlarını değiştirme gayretine gireceklerine ve bunun tatlı semerelerinin kısa zamanda milli hayatımızda görüleceğine, hissedileceğine şahsen inanıyorum.
-
Cevap: çekirdekten çınara
Kaynaklar
Eserde yer verilen fikirlere ve tavsiyelere güven veren husus, her bölümde ele alınan ana fikrin ayet ve hadislere dayandırılmış olmasıdır. Ulemanın ittifakına binaen bu nevi eserlerde bilhassa Kütüb-i Sitte’den muktebes hadislerin sıhhat durumunu belirtmeye ciddi bir gerek olmamasına rağmen zayıf olanlar muttarıdan belirtilmiş, bir dipnotta özrü de kaydedilmiştir.
Kaynaklar arasında bazı Şii büyüklerinin hususen İmam Cafer’in yer alması ve onlara sıkça atıf yapılması çalışmanın bir başka değişik yönünü teşkil etmektedir. Bu tutum, sadece o büyüklerden de istifadeyi sağlamıyor, aynı zamanda Safevi Şiiliği’nin getirdiği taassubla birbirinden kopan Şii ve Sünni dünya arasına –İslam kardeşliğini istemeyenleri çatlatırcasına- köprü atıyor, muhabbet ve kardeşlik kapılarını aralıyor. Bediüzzaman’ın başlatmış olduğu bu tavra Müslümanların sistematik şekilde birbirlerinden koparıldığı zamanımızda gerçekten ihtiyaç var.
Tam Güven Veren Tavsiyeler
Eserin sıradan terbiye kitaplarından farklı olan ve burada belirtilmesi gereken bir hususiyeti, ileri sürülen fikirler, tavsiye edilen düsturlar ve gösterilen hedef veya öngörülen pratiklerde kesin ifadelere yer verilmiş olmasıdır.
İfadeler kesindir, çünkü kaynakları ayet veya hadistir. Muhterem Gülen, bir yerde bu hususu açıklama ihtiyacı duyarak: “Değer hükümlerinde ve yargılarda çok katı ve tereddütsüz cümleler kullanıyorsak, bu konuya Kur’an ve Sünnet perspektifinden bakabildiğimiz inanç ve en azandın o istikamettik kavi zannımıza bağlıdır” der.
Bu, bizce mühim bir husustur. Çünkü, mü’min kişi için güvenilecek, itimad edilecek düstur ve istikametlerin kaynağı kudsi olmalıdır yani Kur’an’dan veya hadisten gelmiş olmalıdır. Hocaefendi’yi sevenlerin, itimat edenlerin yurdumuzdaki çokluğu ve bunların ekseriyetle tuttuğunu koparacak gençler olmaları ve hatta şuur ve entelektüel seviyeleri göz önüne alındıkta, “Büyük Türkiye” idealine uygun nesil yetiştirmede daha kesif, daha sistemli yeni bir dönemin başlayacağını, eserin neşrinin, üçüncü bin yılın başına, ilk aylarına rastlamasının manidar bir tevafuk, bir fe’l-i hayr olduğunu söylemek münasip olur. Şahsen, 80 öncesi yıllarda sınırlı bir dinleyici kitlesine vaaz suretinde sunulan fikirlerin yeni bir bin yılın başında kitaplaştırılmasında şöyle bir mesaj hissediyorum:
- Ey Büyük Türkiye Leyla’sının mecnunları! İdealinizi en az Mecnun kadar sevin. Ancak bu Leyla’ya kavuşmanın yolu başkadır, mecnunluğu bırakın, derlenip toparlanın! En azından yakın geçmişte yaşanan tecrübelerden ibaret ve istifade ile akl-ı selime, ilmin irşadına dönelim. Geçmişte bazı müesseselere ve siyasete fazla güvenip atalete düştük, afaka aldanarak derunu ihmal ettik. Şimdi sorumluluğumuzu müdrik olarak, çocuklarımızın dini terbiye vesair formasyonu ile bizzat daha yakından ilgilenelim, her evi bir mektep haline getirelim.
Ben bu mesajın büyük kitlece alınacağına, en azından hamiyetli muhiblerin faaliyetlerinde dahili ağırlıklı yeni bir dönemin başlayacağına inanıyorum.
Başarı mı?
Bundan şüphe etmiyorum.
Bütün dünyaya Anadolu’nun sesini, bin yıllık tarihinde ila-yı kelimetullah’a alem yaptığı hilal-yıldız bayrağını taşıyan kahramanlar için hac yolunda ölecek karınca teşbihinin muvafık bile bulmuyorum. Yapılanlar, yapılacakların delilidir.
Büyük Türkiye’nin geleceğine katkıda ifadesini bulan “ila-yı kelimetullah” ideali’nin asri Ferhat’ları, Şirin’in Ferhad’ından maşuklarına layık nisbette çok daha güçlüdürler. Evet, bunlar, bütün enerjileri hasıl eden ve dizginleyen şeyi: irade enerjisi’ni keşfetmiş bahadırlardır.
Kimbilir belki de, Hocaefendi’nin diğer bütün aksiyonlarını bin türlü iğfal ve iftira kampanyaları ile boşa çıkarmaya çalışan zihniyet, İslam’ı anlamamada direnerek, bu kampanyalara bir yenisini daha ekleyecek..! Kitabın insaf ve hassasiyetle okunacağını umarım. Şüphesiz böyle olduğu takdirde, geleceğimiz kuran dinamiklerden birisi olacağı muhakkaktır.
Prof. Dr. İbrahim CANAN
-
Cevap: çekirdekten çınara
GİRİŞ
1. Ahlâk Anlayışımız
Okuyucularımızla bir kısım konularda önceden mutabakata varmamız gerektiğini düşünüyorum. Zira bir kısım temel meselelerde anlaşamadığımız takdirde bu kitaptan istifade etmenin kolay olmayacağı kanaatindeyim. Evet çocuk terbiyesiyle ilgili konuları ele alırken, yurdumuzda-yuvamızda, köyümüzde-kentimizde, yığın yığın ahlâksızlığın yaşanmasından rahatsız olmayanlarla, ahlâk veya ahlâksızlık anlayışında mutabakata varmamız mümkün değildir.
Doğrusu, herşeye rağmen biz halimizden memnun ve çevremizdeki mesâvî de bizi müteessir etmiyorsa artık ne söylenebilir ki? Evlatlarımızın, torunlarımızın, yeğenlerimizin ya da kendilerine dayı, amca, yakın komşu olduğumuz kimselerin ahlâk çöküntüsü karşısında kalbimizde bir ürperti hissetmiyorsak ahlâkı nasıl tartışacağız ki!
Tarih boyunca hiçbir toplum ahlaksızlıkla pâyidar olmamıştır. Bunun istisnasının var olup olmadığını bilemeyeceğim ama, uzun zaman tarih tarafından dışlanmadan ayakta kalabilmiş milletlerin ahlâkî değerlere saygılı olduklarında şüphe yoktur.
2. Milletlerin Yıkılış Sebepleri
Geçmiş medeniyetlerle bir göz atıldığında, hemen hepsinin çöküşü, İrem barajına musallat olan fare gibi, ahlâkî bir kemi riciye bağlanabilir. Ahlaksızlıkla sessiz sessiz toplum değerlerinin altı oyulurken bazen hiçbir şey hissedilmeyebilir. Hissedilince de iş işten geçmiş olur; tıpkı çok duyarlı olduğumuz noktalara metastas yapacağı ana kadar kanseri fark edemediğimiz gibi.. öyle ki çok defa onu farkettiğimiz an, ötelere yolculuk da başlamış olur.
Ferdî bünyede kanser ne ise, milletlerin hayatında da ahlaksızlık aynı şeydir. Başta devleti idare edenler, sonra da aile reisleri, maarifçiler ve topyekün millet böyle bir ahlâkî çözülüşe karşı gafilse, topyekün millet gümbür gümbür yıkılır gider de, bunları ihtimal millî kıyametin tarrakaları bile uyarmaz. Kimbilir belki de bazıları, hayat buymuş diye, enkaz içinde barının varlıklar gibi onu da tabiî kabul ederler.
Evet, tarih boyu, yıkılışların temelindeki sebeplere inildiğinde genel olarak şunlar görülür: Gençlerin bohemleşmesi ve bu serâzâd ruhlarda behîmî hislerin yaşanma arzusu ve şehevânî duygulara inhimak.. toplumun dünyayı esas maksad yayıp, ahireti unutması, Allah’tan uzaklaşıp Kur’an’a sırt çevirmesi.. yüreklerden mehâfet ve mehâbet hissinin silinip herşeyin cismâniyete incirar ettirilmesi...
Osmanlı’ya kadar pek çok devletin yakılışında bu unsurların hemen hepsi söz konusudur. Manevi boşlukların hasıl ettiği buhranların üzerine onları iyice azdıracak dünyeviliklerle gidilmiştir; gidilmiş ve bir fasit daire içine girilmiştir. Oysa ki, dert; milletin maneviyatını kaybetmesi, kur’an ve İslâm esaslarından uzaklaşması ve Allah’ı unutmasından kaynaklanıyordu. Dert-i derûnuna derman arayanlara dert kaynağından derman sunuluyordu. Oysa ki, insanın bir yanını madde-dünya teşkil ediyorsa, diğer tarafını ve hatta özünü mânâ-ukbâ teşkil etmekteydi. İnhiraf noktası açıktı; herşey maddeye inhimak ve mânâyı ihmalden kaynaklanıyordu. Böyle bir eksiği yine maddeyle kapamak imkansızdı. Aslında ikisi birlikte ve kendi buudlarına göre ele alındığı, yani Allah’ın hukuku Allah’ın azametine göre yerine getirildiği, Kur’ân’ın hakkı o ölçekte kabul edildiği; dünyanın çapına göre, ukbaya da ukba kadar değer ve ehemmiyet verildiği takdirde herşey dengelenecekti. Kur’ân-ı kerim: “Allah’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma.” (Kasas/77) buyurmaktadır.
Evet, Allah’ın lütfettiği sıhhat, zindelik, servet ve dimağ değerlendirilerek ahirete hazırlanmalı, ancak dünyadan da nasip unutulmamalıdır! Kur’ân’ın ölçüsü budur. Dünya-ukbâ ve böylesine perişan olmayacaktık. İşte bu sebeble kendine bakan yönüyle dünya, ferdi, Allah’ı anmaktan alıkoyduğu günümüzde, çocuk terbiyesi konusunu işlerken, öncelikle, ahlâkî prensiplerde mutabakata varılabilecek hususların tespitinde zaruret var.
Her milletin, bir yükselişi bir de tedennîsi olmuştur. O millet yüceltici prensiplerle yükselmiş, düşüren sâiklerle de devrilmiştir. Çünkü kâinatın bir parçası olan tabiatı da bu zahiren cebrî kanunlara tâbi yaratılmıştır. Bu sebeple de tabiatta ve âyât-ı tekviniyedeki kanunlara riayet etmek gerekmektedir. Şayet onların müsamahasına güvenerek bir kısım vazifelerinizde kusur ederseniz, onlar tarafından elimine edilir ve yok olursunuz. Onlarda affedicilik yoktur. Allah sizi affeder; ama “âyât-ı tekviniye”, diğer bir tabirle “şeriat-ı fıtriye”deki kanunlar hiçbir zaman affedici değildirler. Bu kanunlar açısından yöntem doğru tayin edildiği takdirde, Allah sizi “âlâ-yı illiyyîn”e çıkarır; aksine sebeblere riayette kusur edilirse –özel bir muamele söz konusu olmadığı takdirde- bu sefer de esfel-i sâfiline düşürür.
Baştaki probleme yeniden dönecek olursak, şu sorulara cevap bulmak icap edecek: Ahlâkın bozulmasında ciddî âmillerin ve bazı objektif sebeplerin bulunduğuna kânî misiniz? Hakikaten bir ahlâk buhranı bulunduğuna inanıyor musunuz? Halihazırdaki şu keşmekeş her hercümerc bir ahlâksızlık mıdır; yoksa normal bir durumun tezahürü müdür?
-
Cevap: çekirdekten çınara
3. Başka Milletleri Taklit
Ahlâkî çözülme sebebiyle yıkılan milletlerin durumu ile alakalı Rasulü Ekrem (sav) ümmetini uyararak şöyle buyurmuştur:
“Sizden evvelkilerin yolunu adım adım, karış karış, arşın arşın takip edeceksiniz.
Sahabi sorar:
“-Bunlar Yahudi ve Nasârâ mıdır ya Rasulallah (sav)?”
Allah Rasulü (sav):
“Ya kim?” [2] (2. Buhari, İ’tisam, 14; Enbiya, 50; Müslim, İlim, 6.) buyururlar.
Ahlâkta çöküntü yaşayan toplumların yıkılışlarında, dünyaya aldanma, beden-ruh dengesini kuramama ve kendini ayarlayamama gibi plânsızlıklar söz konusudur. Maalesef bu arıza, bu tarihin derinliklerinde başlamış, Yahudi ve Hıristiyanlarla daha sonraki çağlara taşınmış; daha sonra bütün bu mesâviyi Batı tevârüs etmiş ve biraz medeniyet fantazileriyle süsleyerek kendi mukallitlerine intikal ettirmiştir. Bu açıdan, yukarıdaki hadis-i şerif, oldukça mu’cizbeyan sayılır. Evet vahy-i metluv olarak Allah Rasulü (sav)’ne ilham edilmiş, o da bunun kelime kalıplarını belirlemiştir.
Burada, ayrı bir noktaya daha temas etmeden geçemeyeceğim: Amerika, İngiltere, Fransa ve Almanya gibi ülkelere ve bu ülkelerin insanlarına baktığımızda, maddî imkânlar noktasında bunları mesud-müreffeh görür ve bütün problemlerini aştıklarını sanırız. Halbuki batılı insan her zaman huzursuzdur. Saadet aramaktadır; ama bir türlü bulamamaktadır. Bir kere Batı’da intihar oranı başka yerlere nisbeten oldukça yüksektir. Erkek-kadın insanları, intihar eden bir milletin mesud olması düşünülemez.
Rabat’ta “Ailenin Tanzimi” adı altında İslâm’da aile mevzuuyla alakalı bir konferansda Amerika’daki boşanma oranının %40 olduğu belirtiliyordu. Bugün bu rakamlar daha da artmış olabilir. Dünyada, dejenere olmuş milletler içinde en dengeli görünen Amerika’dır. Belli konularda duyarlı olduğu için Batı’nın erâcifine tam girmemiş sayılabilir. Bununla beraber, orada da durum bu merkezdedir. Demek ki ne Avrupa’da, ne Asya’da ne de Amerika’da huzurdan söz etmek oldukça zor.
Hıristiyanlığın bu mevzuda çözüm üretememesi, başka terbiye müesseselerinin bulunmaması nesillerin sahipsizliğini ve serâzad yetişmelerini netice vermektedir.
-
Cevap: çekirdekten çınara
4. Mükerrem Varlık
Her şey insanlığın saadetine matuf olmalıdır. İnsan yeryüzünde Allah’ın halifesi ve onun matmah-ı nazarıdır. Allah, kâinatı insana göre düzenlemiştir. Bu itibarla da medeniyetler insan için olmalı ve her medeniyette insanın mutluluğu hedef alınmalıdır. Bir kere o en muazzez varlıktır. Kur’ân-ı Kerim:
“Biz, hakikaten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. Onları, (çeşitli nakil vasıtaları ile) karada ve denizde taşıdık; onlara güzel güzel rızıklar verdik; yine onları, yarattıklarımızın birçoğundan cidden üstün kıldık.” (İsrâ/70) buyurur. Kur’ân’a ait bir gerçeği Şeyh Gâlib bir dizesiyle şöyle vurgular:
“Hoşça bak zatına kim, zübde-i âlemsin sen
Merdûm-i dîde-i ekvân olan Âdemsin sen”
Evet Allah nazarında insan mükerrem bir varlıktır. Yeryüzündeki bütün medeniyetler, bütün siyasi, iktisadi, kültürel sistemler, parlementolar, demokrasiler onun değerini kabul hamlelerinden başka bir şey değildir. Bu açıdan insanın mutluluğu hedef alınmadan kurulan sistemlerin hiçbir kıymeti yoktur ve insanlık adına hiçbir şey vaadetmeyecektir.
5. Batı’da Kilise Hakimiyeti ve Ruhbanlık
Bu konuda İslâm ile Batı dünyası arasında mühim bir fark söz konusudur. Batı’da ilmin galebesiyle Hıristiyanlığın ve ruhbanlığın sultası yıkılmıştır. İslâm âleminde ise Batının aksine, ilmin ilerlemesiyle dine yöneliş daha da artmıştır.
Rönesans ve Reform öncesi Avurapa’da, kilise hakimiyeti altındaki fertlere ağır vergiler uygulanıyor.. kilisenin devamlı değişen kanunları karşısında herkes tedirgin, herkes huzursuz ve yarınlarından endişeliydi.
Ruhânî liderlerde ciddi bir ilim düşmanlığı vardı ve ilmî buluşlara hiç mi hiç müsamaha göstermiyorlardı. Hemen bütün ilmî buluşlar, keşifler mahiyetlerine bakılmadan tereddütsüz reddediliyordu. Değişik keşif ve tespitlerinden ötürü engizisyonlarda çok ağır cezalara çarptırılanların sayısı hiç de az değildi.
İnsanlar, bu baskıcı anlayışa karşı hiçbirşey söyleyemiyorlardı. Az bir aristokratın dışında hemen herkesin, hususiyle fakirlerin ezilmesi, kadın hakları diye birşeyden söz edilememesi, hatta değişik iş yerlerinde kadının yarım insan sayılarak yarım ücretle çalıştırılması neticesinde, hemen her sınıfta dine karşı bir küskünlük hasıl olmuştu.
İşte bu umumi antipatiden ötürü değişik yerlerdeki Reform hareketleriyle kiliseye ait her şey gümbür gümbür yıkılmış, kilise bu sarsıntıyla yıkılırken
-
Cevap: çekirdekten çınara
6- İslâm’da Din-Devlet İlişkisi
İslâm dünyasında hiçbir ilim adamı küstürülmemişti. Dinin hiçbir zaman ne devlet ne de millet üzerinde baskısı söz konusuydu. Her zaman kuvvet hakkın emrinde, umera da halkın hizmetindeydi. Hak adına söylenen bir söz karşısında hükümdarlar dahi dize gelebiliyor ve hakkı kabule teşne olduklarını gösteriyorlardı.
Fatih hazretleri ile Hızır Çelebi arasındaki muhakeme bu konudaki örneklerden sadece bir tanesi...
Hz. Ömer (ra), Hz. Ali (ra) gibi raşit halifeler, bir Yahudi ile hakim huzurunda mürafaa olabiliyorlardı. Kuvvetin hakta görülmesi sayesinde bu dünyada hiçbir zaman Batı’da olduğu ölçüde ceberut söz konusu olmamıştı. Bundan dolayı da dinden, dinin hakimiyetinden kimse küskün değildi. Başkalarının ütopyalarda aradığı bir hayat bu dünyada ahval-ı âdiyedendi...
7. Ahlâkî Prensipler
Neyi iyi, neyi kötü görüyoruz? Çocuklarımızın nasıl yetiştirilmesini düşünüyoruz? Bu konuda gerçekleştirmeyi tasarladığımız bir plân ve proje var mı?
Oğlumuzun nasıl yetişmesini düşünüyoruz? “Ben çocuğumu şöyle görmek istiyorum” deyip sonra da bunu tahakkuk ettirmek için ne yapıyoruz? Gece geç vakitlere kadar şurada-burada vakit geçirmesine nasıl bakıyoruz? Ve hangi saatte eve gelirse gelsin kapımızı açacak ve sinemize bakacak mıyız?
Neyi, nereye kadar kabul ediyor; nelere ahlâk diyor, neleri ahlâkın dışı diyebiliyoruz? Nelere iyi, nelere kötü nazarıyla bakabiliyoruz?
Çocuklarımıza nereye kadar müsaade edeceğiz? Kılık ve kıyafetlerine karışma mevzuunda bir prensibimiz olacak mı?
Olanlardan hoşnut değilsek şu ana kadar neler düşündük? Başvurduğumuz bir çare oldu mu? Çare arama yolunda ne kadar kapı çaldık, kaç mütehassısa başvurduk, kaç damla göz yaşı döktük? Bu konu bizi bir yakınımızı, bir komşumuzu ya da milletimizi alakadar edebilir; ancak bütün bu konularda hiç gerçekten bir çözüm arayışı içerisinde olduk mu?
Bu mevzuda bir hesabımız, bir plânımız yoksa, demek ki biz de Rasulü Ekrem'in (sav) hadis-i şeriflerinde ifade buyurdukları gibi adım adım, karış karış, arşın arşın bizden evvelkilerin izine takılmış, onlara uymuş ve aynı gayyalara sürüklenmiştik veya sürüklenme çizgisinde bulunuyorduk. Aslında bütün bunların temelinde Allah’ı Rasulü Ekrem'i (sav) ve Kur’ân’ın prensiblerini bir yana itip heva ve hevesimize kulak etme vardır.
Bugün hemen hepimizin, az çok müşteki olduğu bir evladı vardır. Acaba onun bir kısım zikzakları karşısında ne düşünürüz? Sadece düşünebilmek bile çok mühimdir. Evet şöyle-böyle mutlaka düşünmemiz gerekiyor. Kendimize dönerek: “Hakikaten biz bu mevzuda ne yapabiliriz?” sorusu üzerinde durmamız gerekiyor. Tabi kendimizi de; acaba biz müsamahalı bir insan mı, haşin mi, yoksa vurdum duymaz birisi miyiz? Evimizde olup bitenleri bir ölü hissizliği, sessizliği içinde seyretmekle mi yetiniyoruz, yoksa hergün evde ayrı bir kızıl kıyamet mi koparıyoruz..?
Bu soruları daha da çoğaltabiliriz. Mesela; bir kayyim gibi çocuğumuzun arkasına takılıp, onun arkadaşlık kurduğu kimseleri tanıma gayreti gösteriyor muyuz? Her zaman ona iyi bir vasat hazırlayabiliyor muyuz? Bugüne kadar onu ne tür arkadaşlarla tanıştırdık? Biz tanıştırmadıksa o kimlerle gezip tozuyor? Sadece okula kaydettirmek veya muallime teslim etmek ya da bir kur’ân kursuna yerleştirmek yeterli midir? Hatta sadece camiyi göstermek, imamla tanıştırmak yeterli midir?
Bu iç içe soruların, bu sorulara cevap aramanın yanında, kendi hayatımızın düzeni, derinliği, içtenliği, kararlılığı ve bize ait albenisi de çok önemlidir.
-
Cevap: çekirdekten çınara
8. Plânlı ve Prensipli Yaşama
Daha baştan hayatımızı bir “prensipler” mecmuası olarak takdir ve tayin edebilme ve ona göre yaşayabilme çok önemlidir. Evet “Benim bu yılım şöyle, gelecek yılım böyle, daha sonraki yılım da şu şekilde plânlanmıştır” diyebilmeliyiz. Bunu diyebildiğimiz takdirde, hep tasarladığımız ve projelendirdiğimiz bir kısım malumlarla yüz yüze gelecek,rahatlıkla karar verecek ve katiyen şaşkınlığa düşmeyeceğizdir. Ama eğer geleceğiniz adına bir kısım karar ve prensipleriniz yoksa; yarından itibaren, şaşkınlık içinde bir kısım meçhullere sürüklenmeye hazır olmalısınız. Şöyle bir, bu yığın meçhullerin birden üzerinize geldiğini düşünün; ihtimal ellerinizi dizlerinize vuracak ve eseflerle inleyeceksinizdir. Öyleyse bütün bunlar meydana gelmeden evvel mutlaka verilmiş bir kararımız olmalıdır.
Şimdi bütün bunların üzerine çıkarak 1.5 milyar İslâm âleminin durumunda bakmalıyız. Babaların yandığı aynı ocakta ve alevleri göklere yükselen aynı ateş içinde, evladın, ahfadın da yandığını, biri yanarken öbürünün, olabildiğine bir umursamazlık içinde olduğunu görüyoruz. Aynı çamurun içine göz göre göre bir millet yada da milletler batarken, arkadan gelenlere de tıpkı bir yığın gibi, hiç mi hiç sağına-soluna bakmadan yürüyüp aynı bataklığa batmakta, sefalete yürümekte ve hafızalarda sevimsiz bir hatıra olarak kalmakta.
Rasulü Ekrem (sav), o mu’cizbeyan ifadesi ile bizi ikaz sadedinde şöyle buyurur: “Sizden evvelkilerin arkasına takılıp, adım adım onları takip edeceksiniz.” [3] (Buhari, İ’tisam, 14;Enbiya, 50; Müslim, İlim, 6).
Onun bu ifadesinden, “vaziyet alın, dikkat edin, mayınlı tarlada yürür gibi yürüyün; her an bir infilakla yüz yüze geleceğiniz endişesiyle hep temkinli olun!” ikazını çıkarmak mümkündür.
Merhum Akif’in, alem-i İslam’ın tasviri adına şu dokunaklı mısralarını kaydedip geçelim.
“Haya sıyrılmış inmiş: Öyle yüzsüzlük ki her yerde...
Ne çirkin yüzler örtermiş meğer bir incecik perde!
Vefa yok, ahde hürmet hiç, emanet lafz-ı bî medlûl;
Yalan râiç, hıyânet mültezem her yerde, hak meçhul.
Yürekler merhametsiz, duygular süflî, emeller hâr;
Nazarlardan taşan ma’na ibâdullahı istihkar.
Beyinler ürperir ya Rab, ne korkunç inkılab olmuş:
Ne din kalmış, ne iman, din harab, iman türab olmuş!
Mefahir kaynasın gitsin de, vicdanlar kesilsin lâl...
Bu izmihlal-i ahlâkî yürürken, kalmaz istiklal!”
Sadece bir yerde değil, heryerde kargaşa ve izmihlal ahlakı. Öyleki bundan tedirgin olanlar bile, onun radyoaktif tesiriyle hissizleşmiş, duygusuzlaşmış gibi olup bitenlerden adeta habersiz...
-
Cevap: çekirdekten çınara
9. Öğretmen Peygamber
Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurur: “Ben ancak, mekârim-i ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” [4] (Muvatta, Hüsnü’l-huluk, 1.)
Üzerimizde Hakk’ın nâmütenahi nimetleri, bizim de inkişaf ettirme durumunda olduğumuz kabiliyetlerimiz var. Evet biz Mele-i A’lâ’nın sakinleri arasında yerimizi alabilecek şekilde kabiliyetlerle techiz edilmiş bulunuyoruz. O sonsuzdan gelen lütufların kadrini bilmek O’na karşı ta’zimin, bunca potansiyel imkanlarla donatılan şahsımıza karşı da saygılı olmanın gereğidir. İlahi kitaplar bu mesajın sesi-soluğu, nebiler bu gerçeğin en doğru temsilcileri, o altın zincirin son halkası ise bu hakikatın en parlak burhanı ve ahlak-ı âliyenin en müstesna sultanıdır.
Kur’an-ı Kerim, Kalem süresinde: “Sen en yüce bir ahlâk üzeresin” (Kalem/4) Şuara suresinde de: “Bu, senden evvel gelen peygamberlerin ahlâkıdır” (Şuarâ/137) buyurularak, O’nun bu derinliğine ve enginliğine işaret edilmiştir.
-
Cevap: çekirdekten çınara
10. Dünya Hayatının Zinetleri
Kur’ân-ı Kerim’de Kehf suresi: “Servet ve oğullar, dünya hayatının süsüdür; ölümsüz olan iyi işler ise Rabbinin nezdinde hem sevapça daha hayırlı, hem de ümit bağlamaya daha lâyıktır.” (Kehf/46) buyurularak, genel anlamda mal ve evladın, dünya hayatının zineti, debdebesi ve ihtişamı vurgulanır. Hafife alınmaz, konumu hatırlatılır. Evet bunlar, dünyanın dünyaya bakan yönleridir ve onun bu ciheti solan, pörsüyen, bozulan, rahatsız eden cihetidir.
Demek ki dünya malı bizzat iftihar edilecek bir şey değildir. Hadd-i zatında evlat da kendisi ile iftihar edilecek bir şey değildir. Ancak bunlar, ahirete, Allah’a müteveccih olunca kıymetler üstü kıymetlere ulaşır ve bâkiyât, sâlihât sırasına girerler. Sâlihâta dönüşünce de, burada bir tohum iken ahirette semalara ser çekmiş ağaçlar gibi salkım-salkım meyveleriyle arz-ı endam ederler.
Arzetmeye çalıştığımız bu hususlar, Kur’ân-ı Kerim’in bizim için vaz’ ettiği prensipler olarak en doğru yöntemi tayin eden hayatbahş hususlardır. Bunlar, sadece Kur’an’ın eczahane-i kübrası ve rasulü Ekrem (sav)in uğurlu, bereketli elleriyle ördüğü, temsil buyurduğu sistem içinde mevcuttur. Vahyin, Sünnetin ulvî sadasına kulak kesilip, onunla hayatbahş olmak ise tamamen bir nasip meselesidir.
-
Cevap: çekirdekten çınara
11. Merhametli Olmak
Kur’ân-ı Kerim, Hz Eyyûp (as) misalinde olduğu gibi- insanların değişik problemler karşısında, Allah’ın rahîmiyetine sığınmaları gerektiğine işaret eder. Evet, O’nun Rahmâniyet ve Rahîmiyetine sığınmak; nefsimize, ailemize, sokağa saldığımız çocuklarımıza yakınlarımıza karşı hem O’nun rahmetinden bir istimdat hem de aczimizi, zaafımızı ilan sadedinde O’nun, herşeyin hakkından gelebileceğini bir itiraftır. Ayrıca merhamet aynı zamanda bir vesile-i merhamettir. Merhametli olunursa, Allah da merhamet eder. Bozulmalar, tefessüh etmeler karşısında duyarlı olunursa, O da bozulacak şeyleri korumaya alır.
Rasulü Ekrem (sav) şöyle ferman eder: “Yerde bulunanlara merhamet edin ki Mele-i A’la’nın sakinleri de –veya Allah- size merhamet etsin” [5] (Tirmizi, Birr, 16; Ebu Davud, Edeb 58).
Esas ölüm ve felaket, trafik kazaları, vs. meydana gelen felaketler, ölümler değildir. En büyük ölüm ve felaket, insanın özünü gaflete salması, duygusuzlaşması ve gönül dünyasında ölmesidir. Evet en büyük bela, evin içindeki yangını bilememe, çocuğun çürüyüp gitmesi karşısında duygusuz ve hissiz olmaktır.
Anne-baba, evin içindeki manevi yangından habersiz iseler, bundan daha büyük talihsizlik, bundan daha büyük gaflet, bundan daha büyük dalalet olamaz. Böyleleri hallerine ne kadar ağlasalar yeridir ama, ağlamak için de yine gönül gerek.
12. A’la-yı İlliyyîn-i İnsaniyet
Ahlâkî sukût, en korkunç bir musibettir. Bu sebeple, Kur’ân’ın ahlâk prensiplerinin, bugünün bunalmış insanlarına karşı en önemli bir şifa kaynağı olduğunu düşünüyoruz.
Kur’ân-ı Kerim: “Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına itiverdik.” (Tîn/4) buyurur.
Bu ayet-i kerimeyi şöyle anlamak da mümkündür: Biz insanı önce ahsen-i takvime mazhar kıldık; sonra da onu esfel-i sâfiline ittik. Yani onu nefsiyle sürekli mücadele edeceği, arasıra düşse de çok defa iman ve amel-i salih cenahlarıyla uçup a’lâ-yı illiyyîn-i insaniyete (insanlığın en yüce mertebesine) çıkacağı bir vaziyete dûçar ettik.
Bu ayet-i kerime bize kol kanat geriyor, kollarımızdan tutuyor, bizi a’lâ-yı illiyyîn-i insaniyete çıkarıyor evet, düşmüşlükten, sukuttan, aşağıların aşağısına yuvarlanmaktan, acizlikten, beceriksizlikten a’lâ-yı illiyyîne çıkarıyor. Kur’ân’ın bu hususlarla alakalı ışıktan mesajlarını önümüzdeki bölümlerde arz etmeye çalışacağız.
-
Cevap: çekirdekten çınara
1. BÖLÜM
EVLİLİK
1. Aile Terbiyesi
Bir önceki bölümde üzerinde ciddi ciddi düşünmemiz ve anlaşma sağlamamız gereken bir kısım hususları irdelemiştik. Herkesin mutlaka üzerinde durup düşünmesi çok elzem olan bu hususlara; “Umûmi ahval hakkında kanaatınız nedir? Etrafınızda cereyan eden hadisleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Kabul etmediğiniz gayr-i ahlâki davranışlara karşı tavrınız nedir? Bunlara nasıl karşı koymak istiyorsunuz?” gibi sorularla dikkatleri çekmeye çalışmıştık.
Hâl-i âlemden memnun değilsek, bazı olumsuzluklar içimize bir mızrak gibi saplanıyorsa; bu ortamı hazırlayan, sonra da bütün bu şeylere vaziyet eden kimselerden hoşnut değilsek; çare ve önerilerimiz nelerdir?. Evet bütün bunları bilmemizde zaruret var.
İnanan insanlar, namaz kılmayı ve onu hafife almayı, oruç tutmamayı ve onu sıkıntılı bulmayı, sokaklarda avare gezmeyi ve şuna-buna dalaşmayı –bazıları bunları hürriyetin gereği görseler de- lâahlakilik saymaktadırlar. Binaenaleyh biz Kur’ân-ı Kerim’in ışığı altında ve onun prensipleri çerçevesinde analiz ederek ahlaki, lâahlakiliği; terbiyeyi ve ondan ne anladığınızı ortaya koymaya çalışacağız.
Ahlâkın en önemli esası inanç ve akîdedir. Ancak herşey, sadece akîdeden ibaret de değildir. Akîde eğer pratik hayatla, yani amelî aktivite ile takviye edilmez ve insan, inandığı şeylere gire bir çizgi takip etmezse, o inanç sadece bir kanaat olarak kalır. Bu durum ferdin ne şahsi hayatında ne de ailevi ve içtimai hayatında bir tesirinin olmadığı gibi yönlendirici de olamaz. Gerçi iman bir ışık ve kuvvet kaynağı, imansızlık bir zaaf, bir boşluktur ama, hakiki iman, gücünü amelle ortaya koyar. İnanmamış bir insanın toplumuna faydalı olduğu görülmemiştir; faydalı olanlar da o kadar nadirdir ki, sayıları parmakla gösterilecek kadar azdır denebilir. Mesela, biri inanmaz ama, iffetlidir. Temel kıstaslarımız açısından böyle zatlar faziletli sayılır mı sayılmaz mı bilemiyeceğim. Çünkü gerçek fazilet, imana ve muhasebe duygusuna dayalı olan fazilettir. Evet Allah’a, ahirete, kitaplara, haşre ve neşre, cennet ve cehenneme iman, hayatımızı biçime koyan ve ona melekler seviyesinde bir şekil veren, sonra düzenli yaşamamızı temin eden çok önemli unsurlardır.
İnanılan bu hususların gereğini yerine getirmek çok hayâtîdir. Ahiret, dünyada var oluşun hesabını
vermenin mahkemesi, burada bizi insan olarak yaratan ve en mükemmel biçime koyan Allah’a şükredip etmediğimizin hesap mahallidir. Dünyada yığın yığın zalim, nankör ve Cenab-ı Hakk’ı anlamamada, O’nun gözler önüne serip teşhir ettiği sanatlarını görmeme hususunda ısrar eden, hatta gözlerini kapayıp görülecek onca güzelliği görmezlikten gelen;binlerce renk, ses, desen, şive, nizam ve ahenge rağmen bir hayli de körler, sağırlar, kalbsizler var.. Allah, işte hem bunlar için hem de inananlar için haşr u neşir yapacak, cennetini, cehennemini hazırlayacak; iyi, faziletli, kalbî ve ruhî hayata açık, maâliyâta (yüceliklere) müştak hislerle yaşayan insanları, hesapları görüldükten sonra, bu dünyada nasıl “a’lâ-yı illiyyîn-i insaniyet”e çıkmış, mükemmel, faziletli kimseler olarak yaşamışlarsa, ahirette de faziletli insanlara vadedilen cennetlerle serfiraz kılacaktır.
Evet mümin, işte bunları düşünen ve hayatını ona göre tanzim eden insan demektir. Bu itibarla evvela, hem fertle hem de cemiyette akîde ‘inanç) çok sağlam olmalıdır ki, saptırılan değişik hisler karşısında imanın gücüyle istikamet korunabilsin. Bazen inanıyor bazen inanmıyor görüne fertlerin teşkil edecekleri ailede de, toplumda da hayır yoktur. Böyle bir cemiyette ve onların teşkil edeceği millette de hayır yoktur. İnsanlar evvela çok iyi inanmalıdırlar ki; dahası, yarına çıkacağına inancından daha kat’i bir şekilde dünyanın yarını olan ahirete gidileceğine inanmalıdırlar ki, Allah’a yakın, topluma da yararlı birer unsur haline gelebilsinler.
Evet hemen her fert, çalışmadığı zaman aç kalacağı endişesini taşıdığı kadar; amel etmediği, iş yapmadığı ve pratikte inancını yaşamadığı zaman Allah’ın huzurunda ağır bir sorguya çekileceğine inanacak kadar sağlam bir akîdeye sahip olması çok önemlidir. Böyle bir imana sahip olan fert, bu kanaatın meydana getireceği bur kuvve-i ani’l-merkez (merkez kaç kuvveti) ile salih amellere yönelecek ve yüzünün akı ile Allah’ın huzuruna çıkabilmek için yüz defa yerlere yüz sürecektir.
Böyle fertlerden meydana gelen aileler konusunu ayrı bir bölümde; ailenin çeşitli yönlerini, aile içinde yetişecek gençlerin, delikanlıların, küçüklerin, daha küçüklerin nasıl ahlâk-ı Kerim’den ayetler ve sünnetten bazı hadislerin ışığı altında ele alacağız.
Evet ve mal dünyanın süsü, zinetidir. (Kehf/46) Değerlendirilebilirse, ahiretin de zâd-ı zahîresidir. Allah (cc), insanların gönüllerini bunlarla sevince, sürura ulaştırır. Bunları göze zinet, kalbe gıda yapar. İnsan bu zinetleri gördükçe, pratikte dünya mutluluğunu, ümitlerinde de ötelerin saadetini duyabilir. Ne var ki siz bu zinetleri eğer bâkîleştiremezseniz, mutlu olamazsınız; olsanız da buruk yaşarsınız.. evet evladınız, torununuz, dünyanız sizi rahatsız edebilir. Aksine fâni ve zâil olan bu şeyleri bâkileştirip kâinatın yaratıcısı adına bakıp gördüğünüz, O’nun yolunda ve O’nun istediği istikamette kullandığınız ve geliştirdiğiniz zaman, son zannedilen her noktanın bir başlangıç olduğunu göreceksiniz. Dünya hayatının hitâma erip kapanmasıyla biten bütün fâni ve zâil zinet, debdebe, ihtişam öbür âlemin açılmasıyla en mükemmel şeklinde bürünerek orada da devam edecektir.
-
Cevap: çekirdekten çınara
2. Yuvanın Önemi
Bir millet ve bir toplumun mükemmeliyeti aileden, eşlerin elele verip kurdukları yuvadan başlar. Bu itibarla terbiye, yuvadan başlamalı ki kalıcı olsun. Yuva terbiye esasları üzerine kurulamamışsa, cemiyetin terbiyeli olması da düşünülemez. Hatta kusursuz bir talim ve terbiye politikası ideal insan yetiştirmede çok önemli olsa da, yuva, verdiği ve vereceği şeyler açısından hep önemini koruyacaktır.
Yuvada ve hususiyle de, şuuraltı beslenme döneminde iyi beslenebilmiş dimağlar, ciddi muhalif rüzgarlara maruz kalmazlarsa, ileride bazı küçük tembihlerle şuuraltı müktesebatlarının kahramanları olarak karşımıza çıkıp bizi şaşırtabilirler. Evet yuvada başarı, umum hayatta başarının ilk merhalesidir.. ve bu merhale de sağlıklı bir izdivaca bağlıdır.
-
Cevap: çekirdekten çınara
3. Evliliğin Gayesi
Aile, bazı yazarların anladığı gibi bir çocuk yapma fabrikası değildir; o, toplumun en hayâtî bir parçası ve milletin de ilk nûvesidir. Dolayısıyla da o, ne bir kuluçka makinası ne de cismânî arzuların tatmin vasıtasıdır. O, kutsal bir müessesedir. Kutsiyetin en belirgin çizgisi de nikahtır. Dî nî prensipler çerçevesinde, meşrû bir akitle çiftlerin bir araya gelmesine nikah denir ki; bu hedefi, gayesi belli bir anlaşmadır. Allah, nikah prensibleri için olmayan bir araya gelmelere “sifah” ve “zina” nazarıyla bakar.
Din, “nikah” adı altında böyle meşrû bir birleşmeyi iyi bir milletin temeli, rüknü, esası kabul eder. Ancak, meşrû birleşmeler bile bir gayeye bağlıdırlar. Maksatsız, gayesiz, gelişigüzel evlilikler meşrû sınırları zorlayacağından bir Müslüman bu konuda oldukça hassastır. Evet, izdivaçdaki hedef, Allah’ı hoşnut ve Rasulullah’ı memnun edecek bir neslin yetiştirilmesi olmalıdır.
Hedefi ve gayesi olmayan izdivaçlar, niyetsiz ameller gibi bereketsizdirler. Gaye olmayınca bazen dinine-diyanetine bakılmadan hiç tanınmayan birisiyle sırf boyuna posuna bakılarak evliliğe benzeyen bir araya gelmeler uhrevî derinliğinin olmaması yanında çok defa imtizaçlıklar ve geçimsizliklerle sonuçlanır. Hele bir de, Kur’ân’a inanan ve inanmayan, Rasulullah’ı (sav) tanıyan ve tanımayan iki kişi bir araya gelmişse.. evet, aileler arasında inanma ve inanmama açısından zıt düşünceler söz konusu ise, dînî, fikrî sürtüşmeler kaçınılmaz olur ve telafisi imkansız uyuşmazlıklar baş gösterir.
“Gayeli izdivaç”, enine-boyuna düşünülerek, hissin yanında aklî-mantıkî olan izdivaçtır. Ve evlenmede “maksat” düşünülerek hareket edildiğinden ailede huzur vardır. Neticesi düşünülmeden ve bir gaye gözetilmeden yapılan evliliklerin neticesinde ise, değişik sıkıntılar söz konusudur. Böyle bir
yuvada, aile fertleri sürekli huzursuzluk yaşarlar.
Din, bir taraftan evlenmeyi meşrû kılıp onu teşvik ederken diğer taraftan da meseleyi gaye ile sınırlandırmaktadır. Zaten insanın her işinde ve davranışında bir gaye olmalıdır ki, teşebbüs ve atılımlarında da kararlı olabilsin ve o hedefe ulaşmaya çalışsın. Şayet o bir gaye gözetmiyorsa, mesaisini de tanzim edemez ve hiçbir zaman hedefe ulaşamaz. Buna “metot”, “usûl” ya da gayeyi nazara almanız itibariyle “finalite” de diyebilirsiniz. Şu bir gerçek ki, hareket ve davranışlarımızda gaye gözetmiyorsak, başarı şansımızı da büyük ölçüde kaybetmiş sayılırız.
-
Cevap: çekirdekten çınara
4. Evlenmenin Şartları
Din, izdivaç konusuna, tahminlerin üstünde önem verir. Buna paralel olarak İslâm fıkıhçıları da “nikah”ı mühim bir mesele olarak ele almış, konuyla alakalı ciltlerle kitap yazmış ve hassasiyetle üzerinde durmuşlardır. İzdivaç veya nikah meselesini farz, vacip, sünnet, haram, mekruh kategorilerinde mütalaa etmiş ve biraz da şahısların özel durumuna ağlamışlardır. Bu, şu demektir: herkes gelişigüzel evlenemez; bir seviyeye gelen insan evlenme mecburiyetindedir; hatta bazı kimselerin evlenmesi vacip iken; bir başka vaziyetten ötürü bir diğerinin evlenmesi mekruhtur.
Binaenaleyh, bunları hiç hesaba katmadan, sadece cismânî duyurum nazar-ı itibara alarak izdivaç yapan bir insanın, ileride cemiyete yararlı bir aile veya bir çocuk kazandıracağı da şüphelidir.
İslâm Hukukçularından Hanefiler ve Malikiler bu konuda birbirlerine yakın sayılırlar; aradaki farklı düşünceler teferruata aittir. Bu büyük İslâm hukukçularının tespitleri ile arz edecek olursak, nikahla alakalı, ana hatlarıyla aşağıdaki gibi bir tasnif ortaya çıkar. [6] (Bkz: Vehbe Zuhayli, İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, 9/28-31).
a) Farz Olan Evlilik
Zinaya düşme ve haram irtikab etme tehlikesi karşısında bulunan bir kimse, mihir ödemem gücüne ve ailesini geçindirecek kadar nafaka temin etme imkanına sahipse; hatta bazılarına göre oruç da tutamıyorsa onun evlenmesi farzdır.
Yani harama düşmemek için evlenmek esastır ve haramla yüzyüze gelen birinin başvuracağı tek çare evlenme olmalıdır. Gayr-ı tabii yollarla izdivaçla savaş, tabiatla savaştır ve böyle bir savaşa kalkışanın yenik düşmesi de kaçınılmazdır.
b) Vacip Olan Evlilik
Şayet evlendiği takdirde mihir ödeme ve aileyi geçindirme gücüne sahip, haram irtikabı da söz konusu değil de sırf bir “endişe” olarak bahis mevzuu ise onun evlenmesi de vaciptir. Bu tevcih de yine bazı fakihlere aittir, umumun görüşü ve içtihadı değildir.
c) Sünnet Olan Evlilik
Herhangi bir tehlike söz konusu değil, evlenmeye de arzu ve rağbet varsa, kısaca böyle birinin evlenmesi de sünnettir.
d) Haram Olan Evlilik
Evlenmekle haram irtikab edecek; evini geçindirebilmek için gayr-i meşrû kazanç yollarına girecek, irtikap, ihtilas, rüşvet.. gibi muharremâtı irtikap edecekse, bu insanın evlenmesi de haram ve en azından mekruhtur. Zevcesine zulmedecek kadar dengesiz biri için de aynı mütalaayı serdedenler vardır.
e) Mekruh Olan Evlilik
Bazılarına göre harama girme, cevir ve zulümde bulunma kati değil de ihtimal dahilinde ise bu durumdaki birini evlenmesi de mekruhtur.
f) Mübah Olan Evlilik
Helalinden kazanan, zinaya düşme ihtimali bulunmayan, mihir verecek güce ve nafakaya da gücü yeten temkinli ve tedbirli birinin izdivacı da memduh veya mübahtır. Böyle birisi ister evlenir, isterse evlenmez.
Bu hususlarla, izdivaçta dinin nasıl bir kısım gayeler takip ettiğini, evlenmenin basit, hissî bir mesele olmadığını göstermeye çalıştık. Şayet bu önemli iş, mantıkî, hissî boşluklara sebebiyet vermeyecek şekilde sağlam esaslara bağlanmazsa, mahkeme kapıları, dul ve sahipsiz kadınlar, ortada kalmış çocuklar.. kaçınılmaz sonuç olacaktır. Din, bütün bunların önüne ta baştan bir set koyarak, neticesi bu türlü olumsuzluklara müncer olan bir izdivacı inançla, kanaat-ı vicdaniye ile zabt u rabt altına alır; his ağırlıklı bir meselede akıl, mantık ve muhakeme yolunu öne çıkarır.
Bizim burada, vurgulamak istediğimiz husus, evlenmenin çok ciddi bin müessese olduğu, onunla toplumun en önemli unsuru olan ailenin teşekkül ettirildiğinin vurgulanmasıdır. Bu itibarla evlilik düşünülürken ferdin cismâniyetiyle alakalı alelade bir durum olarak değil; bütün bir toplumun, hatta topyekun bir milletin saadetini alakadar eden dînî, millî ve alemşümûl bir mesele olarak düşünülmelidir. Bu konuda ferdin bedenî ve nefsânî durumunu alakadar eden hususa gelince, sadece bu gâye-i uzmâ’nın husule gelebilmesi için Allah (cc) tarafından insana lutfedilmiş bir prim ve bir hahşiştir. Tabir caizse, bu bir avans olarak değerlendirilmeli ve insanlık neslinin bekası, millî istikbâlimizi bayraklaştıracak yüksek karakterli fertlerin yetiştirilmesi gibi mühim hizmetin peşin mükafâtı olarak görülmelidir.
Doğrusu İslâm dini, bu konuya olduğundan fazla önem vermektedir.
Öyle ki, izdivaçta herşey, inceden inceye düşünülecek, bin türlü hesap yapılacak ve hiçbir yanlışlığa meydan vermeyecek şekilde hassas davranılacaktır.. davranılacaktır ki, kurulan yuva, yuva yıkımını netice veren sebeplere bina edilmesin.
İmam Şafii (ra) diyor ki: Nikah, haddi zatında bir muamele, yani mübah bir iştir. Fakat haramdan kaçınmak için vacip olur. Aslında burada Şafii mezhebi de Hanefilerin mülahazalarına yakın bir görüş ortaya koymaktadır. İmam Ahmed b. Hanbel, geçimini temin edebilsin, edemesin; ailesini geçindirsin, geçindiremesin, mihir verebilsin, veremesin; zinaya düşme tehlikesi karşısında herkesin evlenmesinin farz olduğu görüşündedir. Esasen bu görüşler tedkik edildiğinde birbirlerine çok da uzak olmadıkları görülecektir.
g) Delillerin Münakaşası
1. Sünen’de, hasen derecedeki bir hadis-i şerifte Rasulü Ekrem (sav) şöyle buyurmaktadır: “Evleniniz, çoğalınız; ben kıyamet gününde sizin çokluğunuzla iftihar ederim.” [7] (Abdürrezzak, Musannef, 6/173; Aclûnî, Keşfü’l-Hafa, 1/318,319).
2. Başka bir hadis-i şeriflerinde de: “Velûd olan yani çok doğum yapabilecek kadınlarla izdivaç yapın” [8] (Ebu Davud, nikah, 3; Nesei, Nikah, 11). buyurmaktadır.
3. Konuyla alakalı bir ayet-i kerimede de şöyle buyurulur:
“Aranızdaki bekârları (hürlerle mümkün olmasa da) kölelerinizden ve cariyelerinizden elverişli olanlarla evlendiriniz. Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lütfu ile onları zenginleştirir. Allah, (lütfu) çok geniş olan ve (her şeyi) bilendir.” (Nûr/32)
Nikah yapma imkanına sahip bulunmayan, yani infak edemeyen ya da mihir veremeyen, daha doğrusu bir aileyi geçindiremeyen kimseye gelince, Allahu Teala onu, fazlıyla zengin kılacağı ana kadar sabretmeli, iffetiyle yaşamalı ve harama girmemelidir.
Bu son nas ve onun yorumları, diğer delillerle zahiren çatışıyor gibi gürünse de temel espri açısından aynı gerçeklerin vurgulandığında şüphe yok.
Şöyle ki: “Evlenin, çoğalın, Zira ben, kıyamet günüde sizin çokluğunuzla iftihar ederim.” ([9] ( Abdürrezzak, Müsannef, 6/173; Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1/318,319). hadis-i şerifi, -mazmunu mahfuz- mefhum-u muhalifi ile şunları hatırlattığı söylenebilir. Rasulü Ekrem'in (sav) şayet izdivaçla iftihar edeceği bir nesil hedeflenmemişse, o izdivaç ya da çoğalmanın hiçbir anlamı yoktur. Evet terörizme ya da sefahete bulaşmış, başı secdesiz, vicdanı paslı, gözü kanlı bir nesil ile Rasulü Ekrem'i (sav)n iftihar etmeyeceği açıktır. O’nun, çoğalmasını istediği nesil, Allah indinde de makbul olan, O’nun rızasını kazanmaya teşne bulunan din-i mübini yaşayan ve yaşatan bir nesil olmalıdır. Kur’an-ı kerim, değişik nûrefşan beyanlarıyla bu mülahazaya en sağlam referanstır: “Servet ve oğullarınız, dünya hayatının süsüdür; ebediyet vaadeden iyi işler ise, Rabbinin nezdinde sevapça daha hayırlı, ümit bağlamaya da daha layıktır.” (Kehf/46) Evet işleriniz ahirete müteveccih ise siz rabbinizden, o da sizden hoşnut olacağı bir yola girmiş sayılırsınız.
Bu mütalaa ile vardığımız sonuç şudur: Evlenmeden asıl hedef, Allah’ı ve Rasulü’nü hoşnud edecek bir neslin yetiştirilmesidir. Onun için mütedeyyin, milletine aşık, ailesine sımsıkı bağlı, çocuklarının terbiyesi üzerinde hassasiyetle duran kimseler ,değişik çarpık düşüncelere rağmen, yoluna ve usulüne uygun şekilde çocuk sahibi olma konusunda katiyen tereddüt etmemelidirler. Zira böyle bir neslin çoğalması ümmet-i Muhammed’in yüzünü güldürecektir.
Buraya kadar serdedilen mülahazalarla alakalı Rasulü Ekrem'in (sav) gençlere yaptığı şu tavsiye de oldukça önemlidir.
“Ey gençler topluluğu! İçinizden evlenme imkanına sahip bulunanlar evlensen. Evlenemeyenler ise oruç tutsun. Çünkü bu, harama karşı siperdir.” [10] (Buhari, Nikah, 2; Müslim, Nikah, 1,3; Sıyam, 43; İbni Mâce, Nikah, 1).
Evvela oruç, umumi manada bir perhiz vafizesi görür. Mide ile beraber diğer beşerî duyguları da zabt u rabt altına alıp Allah’ın emrettiği istikamette kullanmayı kolaylaştırır.
Sâniyen, izdivaç ciddi bir hadisedir.. ve insanın, düşünüp taşınmadan hemen karar verip yapmaya teşebbüs edeceği basit bir iş değildir. Akıl, mantık süzgecinden geçirilmeden aceleye getirilmiş evliliklerde huzursuzluk çokça görülen bir hadisedir. Huzursuz bir ailede yetişen çocukların, gerekli terbiyeyi alamayacakları, anneli-babalı, fakat yetim gibi büyüyecekleri, bazen de anneye-babaya hatta cemiyete düşman, hissiz, duygusuz yetişecekleri kaçınılmazdır.
Çoğu Avrupa ülkeleri ve Amerika’da durum bu merkezdedir.
Evet buralarda izdivaç ciddi bir mesele olarak ele alınmamakta ve gerekli disiplinler içinde gerçekleştirilmemektedir. Bu çok ciddi ve hayâtî hadise, insanların bazı ihtiyaçlarını karşılamaya matuf, yeme-içme-ıtrahta bulunma türünden bir vaka gibi algılanmakta, gaye çerçevesi daraltılmakta ve tamamen manasızlaştırılmaktadır. Bugünkü Avrupa, dünkü Roma’nın dolaştığı uçurumların kenarında dolaşmakta ve adım adım ölüme yaklaşmaktadır; yaklaşmaktadır zira ailenin bozulduğu, fertlerin dejenere olduğu hiçbir millet ayakta kalamamıştır.
Kilise, bu problem karşısında ne düşünür, sosyal bilimciler ne derler, terbiyeciler ne düşünürler, bunları bilemeyeceğim. Bildiğim bir şey varsa o da, bu hissizlik, bu mantıksızlıkla malul toplumların uzun ömürlü olmayacağıdır.
Merhum Kutub, konu ile ilgili bir izlenimini şöyle nakleder: “Ben Amerika’da onların dini hayatını tedkik esnasında enteresan şeylerle karşılaştım. Bir keresinde, kadın-erkek karmakarışık kiliseye girdiler, ibadetlerini yaptılar. Papaz dua ettikten sonra onları, dans edip, eğlenecekleri ve daha başka şeyler yapacakları bir başka salona aldı, ışıkları söndürdü. Onlar eğlenirken o da zevkten dört köşe oluyordu. Evet papaz onları kiliseye getirdim diye seviniyordu.”
Oysa ki kiliseye gelmek gaye olmadığı gibi camiye gitmek hatta Kâbe’yi tavaf etmek Beytullah’ın etrafında dönmek de gaye değildir. Gaye, Allah’ı hoşnut etmek ve Allah’ın dediği yolda olmaktır.
Hekim olan bir arkadaşım ihtisası münasebetiyle Amerika’ya gitmişti. Geldiğinde intibalarını şöyle anlattı:
“Amerika’da bütün büyük şehirlerin merkezlerinde, kalabalık cadde ve çarşılarda bulunan kiliselere gidenlerin büyük çoğunluğu yaşlı, iki büklüm, oturduğu yerde uyuklayan kimselerdi. Acaba Amerika gençliği tamamen tefessüh mü etmiş? diye düşündüm.
Sonra da Newyork’un dışında bir kiliseye gittim. Kilise bir tepenin başında bulunuyordu. Oraya vardığımda, gençlerin o kiliseye adeta aktığını, kadın-erkek herkesin oraya geldiğini gördüm. Kilisede papaz devamlı olarak onlara nasihat ediyordu; ama onların nasihata aldırdıkları yoktu. Herkes kendi keyfine bakıyordu. Kilisenin içinde bulunmaları kârdır diye, papaz onların her haline göz yumuyordu. Kimisi eroin, kimisi morfin kullanıyor, kimisi de daha başka işlerle meşgul oluyordu.”
Bilmem ki bu şekilde kiliseye gelmenin ne faydası vardı? Evet eğer kiliseye gitmek, o insanı ruhânîleştirmiyor, onun insânî duygularını harekete geçirmiyor ve onu insanca yaşamaya sevkedemiyorsa, oraya gitmenin bir manası, bir gayesi de yok demektir.
-
Cevap: çekirdekten çınara
5. Evlilikte Fıtrat Prensipleri
a) Her Hayrın Başı: Bismillah
Bizim ölçülerimiz içinde yuva kurmayı başaran eşler çok mühim bir hadiseyi gerçekleştirmiş sayılırlar. Böyle bir yuva, yerinde bir ma’bed,yerinde bir mektep gibi vazife görür ve topyekün bir millete diriliş üfleyen bir “beytullah” hizmeti verir. Allah’ın vaz’ ettiği prensiplere bağlı bir kabil yuvalar bazen umum bir toplum için DNA vazifesi görmüştür.
Burada bir noktaya daha dikkatinizi çekmek istiyorum. Biz yemek yerken “Bismillahirrahmanirrahim ” deriz. Hatta bunu gönülden söylersek bereket hasıl olacağına inanırız. İçimizde iyi ananmış olanlar çok defa bu bereketi açıkça da müşahede etmişlerdir.
Keza bizler, çok işlerimizde, şeytanın şerrinden Allah’a sığınır ve Cenab-ı Hakk’ın bizi korumasını dileriz. En mahrem meselelerimize kadar her hususta bu disiplinlere dikkat ederiz. Böyle bir istiâne ve istiâze sonucu dünyaya gelen çocuklarımızın iyi, salih olacağına ve neticeye şeytanın parmak karıştıramayacağını inanırız.
Bu istiâne ve istiâzeyi yapmayan birinin, küçük bir görünen böyle bir ihmal sonucu başına öyle gâileler gelir ki, o, nereden geldiğini bilmez ama, onların altında ezilir gider. İnsan, bu konuda hiçbir noktayı ihmal etmemelidir. Yapmakla mükellef olduğunu büyük-küçük herşeyi yapmalı, tâbi tutulduğu imtihanın bütün şartlarını yerine getirmeli, dinin kendisine yüklediği sorumlulukları yerine getirirken fevkalade hassas ve titiz davranarak asla gaflete düşmemelidir.
Bazen bir anlık fütur, tıpkı dümen ve direksiyondaki kimsenin küçük bir gafletinin sebebiyet verdiği bir âkibeti netice verebilir. Evet mümin, her an Allah’a dayanıp, Allah’a sığınmalıdır. En basit bir muamele gibi görünen nikahta dahi hep bu duygu ile hareket etmelidir. Nikah, Allah adına yapılır, Allah’a bağlanmadan yapılan nikahın bereket getireceği, hayra vesile olacağı düşünülemez. Evet nikah manevi bir bağdır; kerameti de Allah’la irtibatındadır.
Bu itibarla nikah, Allah adına olacak ki, bereketli olsun. İçinde dua olacak ve Allah’ın vaz’ ettiği prensipler çerçevesinde gerçekleşecek hatta mihir söylenecek ki istikbal vaad etsin. Allah (cc) kendi adı anılan nikahı meymûn ve mübarek kılar. Böyle bir nikah, Allah’ın (cc) teminatı altındadır. İhtimal, istikbal vaad edicidir ve eşler arası imtizaca da vesiledir.
Günümüzde eşlerarası çok sık şekilde boşanma hadiselerine şahit olunmakta ve evliliklerde ciddi bir bereketsizlik, uğursuzluk ve hayırsızlık görülmektedir. İşlerin Allah adına yapılmaması, gelişi güzel ve hedefsiz olması, herşeyin sırf şehevi hislerini tatmin esasına bağlanması ve bütün bütün insani değerlerin gözardı edilmesi Batı aile sistemini temelden sarstığı gibi bizi de ırgalamış sayılabilir. Umumi ahval onu göstermektedir. Cenab-ı Hak’dan inayet ola...
b) Eş Seçme
Evliliğe teşebbüs edecek kimsenin düşüneceği ilk husus, kendi duygu ve düşüncesine uygun bir eş araştırmaktır. Şimdilerde pek çok genç bu hayâtî işi sırf hisleriyle değerlendirmekte ve sokakta, çarşıda, pazarda tanıştığı biriyle hemen yuvayı kurmaya çalışmaktadır. “Nedir, ne değildir, evlenme ve yuva kurma mantığı nasıldır?..” gibi mülahazalar gözardı edilerek gerçekleştirilen izdivaçların bir felaket getireceği açıktır. Oysa ki, kendileri dışında konuya daha farklı bir gözle bakan, daha başka hesap ve kıstaslarla değerlendiren kimselerin reylerine, görüşlerine müracaat edilebilirdi ve yararlı da olurdu.
Bazen böyle hissî bir mülahaza ile gerçekleştirilen bir evlilik, cennet köşesi telakki edilen yuvayı bir cehennem çukuruna çevirebilir. Bildiğimiz, tanıdığımız birçok insan vardır ki bunların dînî salâbeti, aşkı, heyecanı bizce müsellemdir ama, bu mevzudaki münasebetsizlikten ya da bir hesapsızlıktan bütün hane halkı derin bir bunalım içindedirler ve adeta kaos yaşamaktadırlar.
Böyle bir ailede, çekişme ve sürtüşmelerin ardı arkası kesilmez. Erkek dinini yaşamak ister, kadın rahatsız olur. Bunun aksi de her zaman söz konusudur. Dolayısıyla da böyle bir ailede kadın ve erkek hiçbir zaman vahdet teşkil edemezler, yuvayı paylaşamazlar, aksine hep farklı kutuplar gibi yaşarlar. Böyle bir ailede birbirine zıt iki çeşit kitap, iki çeşit gazete okunur, iki çeşit hikaye anlatılır, iki çeşit aile toplantısı yapılır. Kadın bir şey ister erkek onu reddeder. Kadın din der, iman der, ahlak der; erkek bunları kavga vesilesi yapar. Böylece bu ailede dual bir hayat yaşanır; buna da yaşama denecekse!
Bu çarpışma ve boğuşmada çocuklar bazan bir tarafa bağlanır, bazan da bu iki cephe arasında hissiz, duygusuz; cemiyete ve aileye düşman hale gelirler. Binaenaleyh, erkek veya kadın izdivaca adım atarken, bu konuyu çok iyi düşünmeli, gerekirse tecrübe sahipleriyle istişare etmeli ve tercih sebeblerini çok iyi belirlemelidirler.
Rasulü Ekrem (sav), konuyla alakalı şöyle ferman eder.
“Kadın dört şeyden dolayı alınır: Malı, soyu sopu, güzelliği ve dindarlığı; sen dindar olanını seç ki huzur bulasın.” [11] (Buhari, Nikah 15; Ebu Davud, Nikah 2; Nesei, Nikah, 13; İbni Mâce, Nikah, 6).
Din, en önemli bir tercih sebebidir. Şayet biri cemal sahibi, diğeri de orta güzellikte ama dînî duygusu mükemmel iki aday söz konusu olursa, ahlâkî ve dî nî fâikiyet tercih sebebi olmalıdır. Evet aile hayatı, sadece dünyaya ait bir hayat değildir; o evlatlarla, torunlarla devam eden ve ahirette de beraberliği söz konusu olan bir hayattır. Aslında iyi bir yuva, dünyada cennet köşelerinden bir köşe olabilecekken, bazı yanlışlıklardan ötürü kabre çevrilmiş ve tabi ötelerin mutluluğuna götüren yolları da yıkıp harab etmiştir.
Bu itibarla, müstakbel eşin dînî düşüncesine, ameline, özellikle de akîdesine mutlaka dikkat edilmelidir. Akîde hususunda bir yanlışlığı, bir inhirafı olan erkeğe kızını veren bir kimse meydana gelecek bütün olumsuzluklardan mesul sayılır. Aynı durum erkek için de söz konusudur. Hatta, erkeğin ciddi bir akîde problemi varsa, mesela temelden olumsuz demektir; zira nikahın geçerli olmasında iman temel bir rükündür. Allah’a inanmayan, dînî emerleri hafife alan bir insanın ciddi bir “iman” problemi vardır. Dolayısı da nikah akdinin varlığı için en önemli bir unsur yok demektir.
Sadece makam, mevki, mansıb, para, maaş deyip kızını bu değerlere göre birine verenin dini de diyaneti de hafife aldığı açıktır.. ve böyleleri kazanma kuşağında kaybetmişlerdir. Bir kere izdivaçta öncelikle aranan husus dînî vasıftır. Dinin temeli akîdedir. Akîdesi olmayan bir kimseyle izdivaç hiçbir zaman gerçek manası ile bir izdivaç değildir; o, sadece bir araya gelmedir.
Bu tespitlerimiz elbette ki dindarlar ve dinin kanunlarını, kıstaslarını kabul edenler içindir. Şunu bir kere daha belirtmeyelim ki, izdivaç, dünyevî uhrevî mutluluğun çok önemli bir dayanağıdır; böyle ciddi bir konuda yanlış yapan her iki dünyasını da karartmış olur.
Herşeyden evvel çevrenizi, dînî duygularla iyi beslenememiş çoluk-çocuk, evlad-ı iyal sarmış ise, zaten işe vaziyet etmeniz çok müşkül olacaktır. Bir inayet eli, harikulâde kabilinden imdadınıza yetişir, sizin ihmallerinize, yanlışlarınıza terettüb eden çarpıklıkları düzeltirse ona, “Allah’ın inayeti” der ve devamını dileriz. Ne var ki, bu her zaman da böyle olmayabilir...
C) İyi Evlat Yetiştirme
Anne ve baba, iyi evlat yetiştirme konusunda mutlaka mutabakat sağlamalıdırlar. Çocuk yetiştirme kabiliyet ve istidatı olmayan, olsa da sorumluluk yüklenmeyen bir anne ve onların hiçbir problemiyle meşgul olmayan bir babanın vesayetindeki çocuklar anne ve babaları olsa da yetimdirler.
Allah’ın, şefkat, merhamet, incelik ve hassasiyetle donattığı, donatıp çocuklarını yetiştirme konusunu tabiatının bir derinliği haline getirdiği anne, ruhundaki bu potansiyeli mutlaka onları hakiki insanlığa yükseltme istikametinde kullanmalıdır. Zaten o fıtratı itibariyle bir muallime, bir mürebbiye ve bir mürşidedir. Onun en önemli vazifesi çocuğunu yetiştirme olmalıdır. “Allah, anne ile çocuğunun arasına ayıranı kıyamet gününde sevdiklerinden ayırır.” [12] (Hâkim, Müstedrek, 2/55) hadisi de annenin çok terbiyesindeki müstesna rolünü gayet net bir şekilde ortay koymaktadır.
Anne, donanımının gereğini yerine getirirken baba da hilkat ve konumunun icabı daima temkinli, dirayetli, kiyasetli ve dikkatli olması gerekmektedir. O siyasetle, memuriyetle, ticaretle, ziraatla meşgul olur ve biraz da tabiatının gereği ailedeki ayrı bir boşluğu doldurur. Evet o, gücü, mukavemeti ve farklı yapısıyla ayrı işlere namzettir. Zaten kadimden beri o hep hususi bir sorumluluğun insanı olagelmiştir. Ormandan ağaç kesmeden alın da, sapan sürmeye, arpa, buğday ekip biçmeden inşaatlardaki ya da fabrikalardaki bütün ağır işlere kadar herşey ona bağlı devam edegelmiştir. Böyle ağır işlere, bedeniyle, iradesiyle mukavemet edebilecek erkek bence yerini korumalı, kadın işleriyle kadınlaşmamalı ve kadını da takatını aşkın ağır işlerle uğraştırmamalıdır.
Ayrıca erkek, bir mukavemet âbidesidir ama, bir şefkat kahramanı değildir. Şefkat, annenin en önemli derinliğidir; o, 9 ay karnında gezdirir çocuğunu. Dünyaya getirir yüz zahmetiyle, bakar büyütür bin meşakkatiyle. Gece inlediği zaman hemen kalkıp imdadına koşar.. ağladığında da bağrına basar. Tabiatından kaynaklanan bir iştiyak ve insiyakla onu yaşatmak için yaşar. İşte bir tarafta kadın diğer tarafta da erkek, teşkil ettikleri aile vahdetiyle cennet saraylarını hatırlatan öyle bir yuva kurarlar ki bu yuvanın çehresinde öteleri temaşa edebilirler.
Batı’da erkek bir dairede, kadın da bir dairede çalışır. Bu durumda çocuklar ya başkasının yanında ya da çocuk kreşlerindedir.. evet erkek ve kadın da çalışınca, çocuklar belli ölçüde de olsa yanlızlığa, sahipsizliğe terkedilirler. Sonra bu insanlar kendi kendilerine şöyle teselli olurlar: “Orada çok şefkatli, bilgili kimseler var. Çocuklara bizden daha iyi bakıyorlar.” Oysa ki çocuğun, bütün bunların ötesinde istediği daha başka şeyler de var.
Kreşte çocuğun elbisesini yıkayabilirler.. yemeğini vaktinde yedirebilirler, teneffüs etmek istediğinde dışarıya çıkarıp gezdirebilir ya da lunaparklarda elinden tutup dolaştırabilirler; ama bunu yapanlar hiçbir azman çocuğun annesi, babası olamaz, onun en çok muhtaç olduğu şefkati ona veremezler. Şefkat, çocuğun, annesinin yüzünde okuduğu, sinesinde bulduğu, babasının kucağında hissettiği cibilli alakadır. Bunu vermedikleri takdirde onu başka hiçbir fantaziyle tatmin edemezler.
Böyle eğitim yuvaları veya kreşlere terkedilen çocuklar bir yana, çıraklık devresinde bir ustaya veya kalfaya teslim edilen çocukları ele alalım; eğer bu usta ve kalfa şefkatten uzak ve biraz da haşin ise, mütemadiyen huşûnet gören bu çocuklar, zamanla öylesine duygusuz, öylesine katı ve öylesine merhametsiz yetişirler ki; yabancılar şöyle dursun, annelerine babalarına karşı dahi kaba davranmadan geri durmazlar. Böyle sert insanların, çıraklık devresinde, o masum çocukların mülayim ruhlarında icra ettiği menfi tesir bu ölçüde olumsuz neticeler tevlid ederse, daha dünyaya gelir gelmez götürüp yabancı kucaklara teslim ettiğimiz çocuklar, o yabancı nazarlar altında ne hal alacaklarını kestirmek zor olmasa gerek.
Her zaman kendisini bize Rahmân ve Rahîm olarak tanıtan, Kur’an-ı Kerim’de tam yüz on dört defa “Bismillahirrahmanirrahim ” kelam-ı mübecceli içinde Rahmâniyet ve Rahîmiyetini anlatan Allah, bu mübarek isim ve sıfatlarıyla annede tecelli etmiş gibidir. Evet Allah’ın (cc) Rahmâniyet ve Rahîmiyetiyle bir haneye tecellisi, annenin binbir ihtimamla çocuklarının üzerine eğilmesi ve onları görüp gözetmesi şeklinde mütalaa edebiliriz. Böyle bir mazhariyet dünyada hiçbir şeyle değiştirilemeyecek kadar yüce olduğunda şûphe yoktur.
Ahlak ve terbiye konusunda çocukların eğitimleri ikinci dereceden bir hedef sayılabilir. Gerçi bir dönemde üniversitede eğitim gören, hatta yüksek lisans ve doktora yapan, ama terör odaklarının eline düşmüş bazı gençler oldu ve anneyi babayı ağlatan, onların ciğerini dağlayan merhametsiz, duygusuz nesiller yetişti; ancak bunlar birer istisna idi ve okumanın, okutmanın aleyhinde delil teşkil edecek şeyler değildi. Kimse evladını, bir kurşunla vurulsun ya da toplumun huzurunu kaçırsın diye yetiştirmez; yetiştirmez ama bazan onların hiç beklenmedik cereyanlara kapılıp gitmelerini de önleyemez. İşte ister böyle sürpriz olumsuzluklar, ister muhtemel tehlikeler karşısında anne-baba her zaman yuvayı bir koruyucu sera gibi kullanmalı ve çocuklarının zâyi olmasına fırsat vermemelidirler.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, anne-baba, hisli, şuurlu, vatanına milletine, dinine sımsıkı bağlı bir neslin yetişmesi için gerekli olan herşeyi yapmalı ve onun aklî, kalbî, hissî, mantıkî boşluk yaşamasına fırsat vermemelidirler. Anne-baba dindar, Kur’ân’a bağlı, İslâm’ı bilen kimseler ise çocuklar da –inşaallahu teala- şuurlu yetişecek ve milletlerinin ikbal yıldızını parlatacaklardır.
6. Annenin Yüksek Fazileti
Anne esasen bir milleti yetiştiren ailenin en önemli unsurudur. O, İslâm nazarında o kadar mukaddestir ki, Allah Rasulü (sav): “Cennet, annelerin ayakları altındadır” [13] (Aclûni, Keşfü’l-hafâ, 1/335; ayrıca bkz; Nesei, Cihad, 6; İbni Mâce, Cihad, 12). buyurur.
Öyledir, zira anne bir milleti yoğuran mukaddes bir el ve toplumun ilk hücresini teşkil eden yuvanın da kurucusudur; içinde cıvıl cıvıl ocukların etrafa saadet ve neş’e aksettirdikleri bir yuvanın kurucusu...
Bu yönüyle İslam, anneye öyle yüce bir pâye verir ki, bunun ötesinde ona yeni pâyeler vermeye kalkışmak, o mukaddes varlığı hoyratlaştırmak onun başında zeberced kakmalı tacı alıp yerine cam parçalarıyla süslenmeye çalışılmış bir külah geçirmek gibi olur. kadını ve erkeği yatan Allah (cc), onların kâmet-i kıymetlerine göre onları teçhiz buyurmuş ve istidatları açısından da verdiğini vermiştir. Kadın maddeten zayıf ve nahiftir. Kadın hadiselerden daha çabuk etkilenir. İşte bu tabiattaki birini, yaratılışına mülaim gelen işlerden uzaklaştırarak onun incelik, zerafet ve saygınlığıyla telif edilemeyen işlerde istihdam etme açıktan açığa ona bir zulümdür.
Aslında kadın dediğimiz bu nazik varlık öyle şeylerle teçhiz edilmiştir ki, o yönüyle fersah fersah erkeğin önündedir. O bir şefkat kahramanıdır; evlatları uğrunda öyle titrer ki bu konuda erkekle yarışsalar, erkek sınıfta kalır. Bu sadece insanlık alemine mahsus da değildir; tavuğun bütün sermayesi kendi hayatı olduğu halde, yavrusunu köpeğin ağzından kurtarmak için çok defa kendini feda eder. İşte bütün canlılarda yavrularına karşı, Allah tarafından verilen bu engin şefkat duygusu, anneler için öyle mualla bir sermayedir ki, bunu onun elinden alıp da ona hangi pâyeyi verirseniz veriniz, Allah’ın verdiğinin yanında çok sönük kalacaktır.
Herşeye mahrûtî bakıp geçtiğimiz bu bölümde, yuvanın nasıl kurulması gerektiği konusunda bir fikir vermeye çalıştık. Akîde, İslâm’ın pratik yönü, eşlerin dini-diyaneti, mesai taksimi, yardımlaşma ve çocukların iyi yetiştirilmesi konuları üzerinde durduk; ve Rasulü Ekrem’in iftihar edeceği bir ümmet olma gibi hassas konulara vurgulama yapıp geçtik. Önümüzdeki bölümde aile çerçevesi üzerde durmak istiyoruz.
-
Cevap: çekirdekten çınara
2. BÖLÜM
AİLE
1. Nasıl Bir Aile?
Bir önceki bölümde cemiyetin en mühim rükünlerinden biri olan aile veya yuvanın dînî prensiplere bağlılığı üzerinde durmuş ve her şeyin en mükemmel şekilde gerçekleştirilebilmesini, mükemmel bir plâna bağlayarak, bu fevkalade önemli işin daha düşünce safhasında iken ciddiyetle ele alınması gerektiğini hatırlatıp geçmiştik. Evet herhangi bir iş plân safhasında iken ciddiyetle ele alınmaz ve sağlam bir mantığa hasında iken ciddiyetle ele alınmaz ve sağlam bir mantığa bağlanmazsa daha sonraki dönemlerde altından kalkamayacağımız problemlere sebebiyet verebilir. Şayet bir bina yaptırırken ihtiyaç ve estetiği ile bir plâna bağlanmamışsa; sonradan “boz-yap”lardan başımızı kaldıramayız.
Aile, cemiyetin en önemli rüknüdür. Bu rüknün sağlamlığı millet ve devletin de sağlamlığı demektir. Öyleyse milletin ve devletin bu temel rüknü katiyen projesiz ve plânsız bırakılmamalıdır. Zira bu konuda bir ihmal topyekün millet adına bir ihmal sayılır. Onun için biz aile üzerinde ciddiyetle durulması lazım geldiğine inanıyor ve bunu herşey sayıyoruz.. ve meşrû olmayan bir araya gelmelerden toplumun yara alacağı inancımızı bir kere daha vurgulamak istiyoruz.
Evet hevesler, keyifler, ihtiraslar, kıskançlıklar üzerine bina edilen hedefsiz bir yuva istikbal vadetmeyeceği gibi millet bünyesinde de potansiyel bir olumsuzluk unsuru olarak kalacaktır. Böyle bir yuva ihtimal; sürekli sokak serserisi yetiştirecektir. Zira o kurulurken yümn ve bereket getireceği hesap ve plânıyla kurulmamıştır. Biz bu plâna nikah diyoruz ve nikaha giden yolda nefsânîlik ve heveslerin bir yana bırakılarak mantığın, fikrin ve kalbin hakim olması gerektiğini düşünüyoruz ve yine böyle bir izdivaçta dînî duygu, dînî düşüncenin esas alınmasının çok yararlı olacağına inanıyoruz. Kadın ve erkeğin Allah’la münasebeti yoksa, onlardan meydana gelecek çocukların da şuurlu, hisli, dengeli, düzenli ve sorumluluk duygusu taşıyabileceklerine ihtimal verilemez. Eğer, herşeye rağmen iyi neticeler elde edilirse –ki edilmesi çok zordur- onu da Cenab-ı Hak’ın fevkaladeden bir ihsanı sayar ve minnetle iki büklüm oluruz.
Aslında yaşadığımız şu kevn ü fesad içinde her şey, bir sebebe bağlıdır. Sebepleri gözeterek takip ettiğimiz konuları –Allah’ın tevfik ve inayetiyle- çok defa düşündüğümüz tarzda elde edebiliriz. Teşebbüs ve değişik mualecelerimizi sebepleri, görmezlikten gelerek ele aldığımızda sonuç hiç de arzu edilen şekilde olmayabilir. Bu itibarla eğer haybet ve hüsrana düşmek istemiyorsak, her meselede, sebepleri, mukaddimeleri, kemal-i dikkatle ele alacak, ondan sonra Cenab-ı Hak’ın lütfuna, inayetine güvenerek sonuçların sıhhatli olmasını da sadece ve sadece O’ndan bekleyeceğiz.. evet, karar verirken Allah’a güven tam olmalı ama bu noktaya kadar da fiilî dua mahiyetindeki davranışlarda, sebeplere tevessülde kusur edilmemelidir. “Esbaba tevessül mâni-i tevekkül değildir” sözü bunu anlatır ve aynı zamanda İslâmî bir kuraldır. Biz aile gibi ciddi bir müessesenin kuruluşunda da bu prensiplere riayet etmenin gerekli olduğuna inanıyoruz.
Ailenin bu şekilde kurulması mevzuu benimsendikten sonra mükemmel nesiller elde etme konusundaki prensipler de bir şey ifade edecektir. Ama meselenin temelinde bir bozukluk varsa, daha sonraki mualecelerin tesiri de o nispette azalacaktır. Temelinde yümn ve bereket olan bir ailede; yani mazbut kadın, mazbut erkek, müslim kadın, müslim erkek; mümin kadın, mümin erkek; sorumluluklarını yerine getiren kadın-getiren erkeğin bir araya geldiği bir yuvada herşey yerli yerindedir ve bu yuva cennet köşelerinden bir köşedir. Zannediyorum böyle bir çatı altında meydana gelen o yavruların cıvıl cıvıl bağırıp çağırmaları dahi Allah nezdinde meleğin tesbihi gibi mukaddestir ve dua mesabesindedir.
Kur’ân-ı Kirim, mesut bir cemaatı, kadınıyla erkeğiyle ele alırken –ki, yukarıda onun bir-iki mübarek cümlesini iktibas etmiştik konuyu şöyle resmeder: “Müslüman erkekler, Müslüman kadınlar; mümin erkekler, mûmin kadınlar; taata devam eden erkekler, taata devam eden kadınlar; doğru (sözlü) erkekler, doğru (sözlü) kadınlar; sabreden erkekler, sabreden kadınlar; mütevazi erkekler, mütevazi kadınlar; sadaka veren erkekler, sadaka veren kadınlar; oruç tutan erkekler, oruç tutan kadınlar; ırzlarını koruyan erkekler, (ırzlarını) koruyan kadınlar; Allah’ı çok zikreden erkekler, zikreden kadınlar var ya; işte Allah, bunlar için hem bir mağfiret hem de büyük bir mükâfât hazırlamıştır.” (Ahzab/35)
Bu erkek ve kadılar, milletin en küçük hücresi olan ailede mümin ve müslim olarak bir araya gelmiş, Allah’a güvenmiş, gönülden O’na yönelmiş ve Allah maiyetine ermiş, ibadet ü taat içinde hayatlarını geçirmektedirler.
Evet sözlerinde, davranışlarında sadık olan erkekler, sadık olan kadınların ne ağızlarından çıkan sözler davranışlarını yalanlamakta, ne de davranışları ağızlarından çıkan sözlerine ters düşmektedir. Öyleki onların teşkil ettiği yuvanın içinde hilaf-ı vâki hiçbir şeye rastlanmaz. O evde her şey doğru, olduğu gibi görünmekte; dolayısıyla da bir insan, endam aynasının karşısında kendisine çeki düzen verdiği gibi, çocuk da bu evdeki sıdk (doğruluk) tabloları karşısında hep kendisine çeki düzen verecek, hilâf-ı vâki her hangi bir beyana ve ters sayılabilecek herhangi bir davranışa şahit olmayacaktır. O evde meydana gelen her şey doğrudur. Çünkü o evde sâdık ve sâdıkalar vardır.
Sabreden kadınlar, sabreden erkekler, ibadet ü taatın ağırlığına, başlarına gelen musibetlerin amansızlığına karşı dişlerini sıkıp dayananlar, günahlar karşısında kararlı davranıp iffetlerini koruyanlar, masiyete girmeyi cehenneme girmeye eş kabul edenler kullandıkları hal diliyle, bütün çevrelerinin yanında, çocuklar üzerinde dahi öyle müessir olacaklardır ki, zannediyorum dilleriyle anlatacakları herşey böyle bir beyanın yanında sönük kalacaktır.
İçleri Allah’a karşı saygıyla dolup taşan, her zaman haşyetle tir tir titreyen, ciddi bir hayatın ve müthiş bir âkıbetin kendilerini beklediği düşüncesiyle mükellefiyetlerini en iyi şekilde yaşamaya çalışan, hayatlarının her lahzasında yolun sonuna ekip de, “ahirete gel” davetini bekleyen haşyet ve saygının tüllendiği böyle bir evde çocuğun göreceği şey de hep ciddiyet, vakar, hassasiyet ve titizlik olacaktır. Böyle bir ailede çocuklar, yüzlerde yumuşak bir endişe ve onu takip eden bir tatlılık, Allah ululuğunun mehâbeti ve cennet ümidinin yüzlere hasıl ettiği neşeyi içiçe görecek; rahat fakat temkinli; mutlu ama ufuklu; zevk u sefa içinde fakat istikbalin insanları olarak neşet edeceklerdir.
Bir evde iyiliğe açık sadaka veren erkek ve sadaka veren kadın bulunmalıdır; bulunmalıdır ki, çocuklarında cömertlik ruhu gelişebilsin. Evet önce biz cömert olmalıyız ki onlar da olsunlar. Fakir, şöyle bir hadiseye şahit olmuştum: Sürekli kadın, efendisinden, efendi de hamından gizli sadaka veriyordu. Karşı karşıya geldikleri zaman birbirlerine ne diyor, nasıl düşünüyorlardı bilemem!? Ama bir şey varsa o da bunlardan biri mütesaddık (sadaka veren erkek), öbürü de mütesaddıka (sadaka veren kadın)dı.. ve bu ailede neş’et edecek çocuklar mütesaddık ve mütesaddıka olmaya namzet idiler.
Allah’ın emrettiği oruç disiplinini yerine getiren kadın ve erkekten meydana gelen aile, bundan da meydana gelen cemiyet ve millet huzur ve emniyetin başka bir buuduna adaydır.
Bütün bu sıfatlarının yanında bu insanlar, ırz ve namuslarını koruma, iffetlerine toz kondurmama konusunda da fevkalade hassastırlar. Yaşarlarsa dinleri, namusları için yaşarlar. İşte dünya ve ahirette mesut olanlar da bunlardır. Kur’ân-ı Kerim’in kadın ve erkeği müşterek ele alarak, bu iki varlıkla örgülediği yapı kaneviçesini bulmuşsa yapıların en mukaddesidir. Bu iki rükünden meydana gelen ailede, mili ruh meltemleri esiyorsa, onların evlatlarında, torunlarında da aynı esintiler hissedilecektir. Bu havanın bütün aile fertlerinde, yeni toplumun hücrelerinde devamı nispetinde içtimai salah söz konusudur. Aksine bütün beklentiler bir kuruntu olur.
-
Cevap: çekirdekten çınara
2. Çocuk Sahibi Olma
Konuya nassların ışığı altında baktığımızda görüyoruz ki, Kur’ân-ı Kerim Allah’ın sevdiği, seveceği, hoşnud olacağı kimselerin çok olmasını istiyor. Diğer bir ifadesiyle, yeryüzünde Ümmeti Muhammed’in (sav), milletler muvazenesinde hakim bir unsur haline gelmesini istiyor. Aslında, bütün nesiler, salihler ve diğer makbul insanlar da, tertemiz nesillerinin çoğalmasını istemiş ve bu mevzuda sistemler geliştirmişlerdir.
Kur’ân-ı Kerim, Hz. Zekeriyya’nın, en samimi hislerler Allah’a yakarış ve yalvarışını, Sûre-i Âl-i İmrân’da şöyle dile getirir: “Orada Zekeriyya, Rabbine dua etti. Rabbim, bana nezdinden tertemiz bir zürriyet ihsan eyle! Şüphesiz Sen duayı hakkıyla işitensin, dedi.” (Âl-i İmran/38)
Dikkat edilecek olursa, Hz. Zekeriyya, sadece “zürriyet” değil, “tertemiz zürriyet” diyerek kayıtladı. Bu, “Allah’ı (cc) hoşnut, nebiyi memnun ve babayı mesut edecek, millet içinde mühim bir rükün olacak ‘tertemiz bir zürriyet’ ihsan eyle” demekti. Hz. İbrahim –Allah’ın salât ve selamı kâinatın Efendisi’ne ve O’nun üzerine olsun- de oğlu Hz. İsmail’le Kâbe-i Muazzama’yı inşa ederken Cenab-ı Hakk’a şöyle yalvarıyorlardı:
“Ey Rabbimiz! Bizi Sana boyun eğenlerden kıl! Neslimizden Sana itaat eden bir ümmet çıkar.. bize ibadet usullerimizi göster ve tevbelerimizi kabul et; zira tevbeleri kabul eden, O çok merhametli olan ancak Sensin.” (Bakara/128)
Onların zürriyetinden yüzlerce nebinin yanında, insanlığın yüzünün akı Hz. Muhammed’in (sav) neş’et etmesi, Cenab-ı Hakk’ın bu önemli duayı kabulünün ifadesidir. Ayrıca, bütün suleha-yı ümmet de hep şöyle yalvarmış ve Allah’tan salih nesiller istemişlerdir.
“Ve o kullar: Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl! Derler.” (Furkân/74)
Bunlar gibi daha değişik nasslarda, aile kurmanın semeresi olarak tertemiz nesillerin istendiğini görmek mümkündür. Evet bu duaların hemen hepsinde, tertemiz masum, günahsız, cürmü olmayan, müslim ve mümin nesillere dikkat çekilmiştir. Öyleyse konu, hanemizde neş’et edecek kimselerin çokluğu değil, keyfiyet derinlikleri ve mana köklerine bağlılıklarıyla, Allah nazarında makbul olmaları konusudur. Böyle bir makbuliyete ermenin de belli yoları ve yöntemleri olsa gerek.
Şimdi, bunlardan bir kaçına hafif kapı aralamak istiyoruz:
-
Cevap: çekirdekten çınara
3. Aile Reisinin Vazifeleri
a. Çocuğun Doğumundan Önceki Tedbirler
aa. Tohumun Temiz Olması
Tohumun temiz bir zemine bırakılması, sonra da bırakıldığı yerde gelişirken temiz bir hava ile havalandırılması, temiz şualarla şualandırılması, temiz su ile sulanması ve tımar edilmesi yetiştirilmek istenen neslin kaliteli yetişmesi bakamından çok önemlidir. Bu mülahazayı teyid sadedinde Buhari ve Müslim’in, Rasulü Ekrem’den (sav) naklettikleri şu hadis başlıbaşına bir önem arz eder:
“Şaki, daha anasının karnında talihsizdir; said, anasının karnında da talihlidir.” [14] (Müslim, Kader, 3; İbni Mâce, Mukaddime, 7; Buhari, Kader, 1).
Evet, çocuğun, daha anne karnında iken said ya da şaki olduğu hükmü ifade edileceği ana kadar her türlü tedbir alınmalı, yavru, sperm ve yumurta buluşması anından itibaren gıdası, annesinin davranışları, anne ve babanın daha önceki ve daha sonraki tavırları, onun şaki ve said yazılmasında önemli vesilelerdir.
Şurası çok iyi bilinmelidir ki, bizim irade ve davranışlarımız hesaba katılmadan hiçbir takdir söz konusu değildir. Bizim nasıl hareket edeceğimiz, nasıl adım atacağımız, bu adımların neleri tevlit edeceği yüce yaratıcı tarafından bilinmiş ve iradelerimiz de hesaba katılarak her şey ona göre programlanmıştır. Nice çocuklar vardır ki, neşet ettikleri ortam ve müsebbipleri açısından dünyaya geldikleri andan itibaren talihsizdirler. Ancak, Allah'ın (cc) kendi lütfu ve atasıyla onların halini saedete çevirmesi istisnâî bir durum teşkil eder.
Evet herşey daha tohumun atıldığı andan itibaren başlar. O yumurta iken şaki veya saidse, bundan haram bir lokmanın, anne-babanın fücûrunun tesiri küçümsenemez. Tohum besmelesiz atılmışsa, ondan hayırlı bir semerenin meydana gelmesi Allah’ın lütfuna kalmıştır. Eğri bir teşebbüsten doğru sonuç elde etmek muhal olmasa da çok zordur. Mümkün değildir demiyoruz. Zira, Ebu Cehil’den dahi İkrime gibi birisi meydana geldiğine göre, yaşantısı çok menfi olan ailelerden bile bazen inançlı insanlar çıkabilir.
Ayrıca “Sizi bir tek candan (Âdem’den) hakkeden, ondan da yanında huzura eresiniz diye eşini (Havva’yı) yaratan O’dur. (Adem) Eşi ile (birleşince) o hafif bir yük yükleniverdi (hamile kaldı). Onu bir müddet taşıyıp da hamileliği ağırlaşınca, Allah’a: Andolsun bize (Salih) kusursuz bir çocuk verirsen, sana ziyadesiyle şükrederiz, diye dua ettiler.” (A’raf/189) ayeti bir yandan doğum öncesi anne-babanın bir kısım arzu ve isteklerinin olabileceğini ortaya koyarken diğer yandan da onların Allah’a (cc) teveccüh edip salih evlat istemeleri gerektiğine irşad ediyor.
-
Cevap: çekirdekten çınara
bb. Lokmanın Helal Olması
Anne-babanın vazifelerinden biri de kendi rızıklarına dikkat etmeleri gerektiği gibi çocuklarına da hoş, tayyib, helal bir rızık yedirmeleridir. Bir Müslümanın aile efradına haram ya da şüpheli şey yedirmesi söz konusu ise, o kimsenin evlenmesinin haram ya da mekruh olduğunu –itiraz yanı açık- hatırlatmıştık. Evet bir kimsenin başkasına haram yedirmeye hakkı yoktur.
Bu itibarla, bakım ve görümüyle sorumlu bulunduğumuz çocuklarımıza ve diğer aile fertlerine hoş ve tayyib nesnelerden yedirme mecburiyetindeyiz. “Umum-u belva” diyerek haram veya şüpheli şeyler yediremeyiz. Zaman değişse, asır başkalaşsa herkes gayr-i meşrû yollarda bulunsa da biz yediremeyiz. Aslında, yanlış yollarla elde ettiğimiz kazanç da, o kazançla beslenen çocuklarımız da, cehennem zakkumu gibi bir gün mutlaka bizim başımızı ağrıtır, belki de kan kusturur.
Daha önceki vazifelerimizi yapmış isek dünyaya gelen, her peni misafirin belli ölçüde şekavetlere kapalı bir said (saadete namzet) olduğunu bekleyebiliriz. Ama, yediğimiz haram, içtiğimiz haram, giydiğimiz haram ve hayatımız haramlarla içiçe ise, çocuğun saadet ihtimalini yok etmişiz demektir.
Evet, haram yiyor, haram içiyor, haramla besleniyorsak, ruh dünyamızı şeytana açık tutuyor sayılırız. “Şeytan insanın damarlarında kanın hareketiyle hareket eder.” [15] (Buhari, Ahkam, 21; Bed’ül-Halk, 11; İ’tikaf, 11; İ’tikaf, 11,12; Ebu Davud, Savm, 78; Sünne, 17; Edeb, 81; İbni Mâce, Sıyam, 65) fehvasınca o, insanın kan damarlarında dolaşır. Alyuvarlarına, akyuvarlarına biner. Dolayısıyla nesle de nesebe de şerârelerini bulaştırır.
Bu açıdan ta baştan itibaren, çocuğun bakımı-görümü, yiyeceği, içeceği, giyeceği herşey dinin meşrû kıldığı daire içinde kalınarak yerine getirilmeli, haram yedirilmemeli, haram içirilmemeli ve haram giydirilmemelidir.
Hadislerde gördüğümüz kadarıyla, Allah’ın (cc) Kâbe’sini tavaf ederken, sırtında haramdan elde edilmiş elbise, içinde haram lokma bulunan bir insan, “lebbeyk Allahümme lebbeyk” derken –ki bu cümle hac esnasında ve ihramda bulunulduğu müddetçe insanın söyleyeceği mukaddes kelimelerdendir- Allah (cc), ona “Lalebbeyke ve la sa’deyk” diyecektir. [16] (Heysemî, Mecmua’z-Zevâid, 3/210;10/292). Bunu, “lebbeyk de sa’deyk de senin olsun” şeklinde anlayabiliriz.
Onun için bir elbisenin ipliğinin bile haram ve şüpheli olmamasına dikkat etmeli, bilmeyerek olanından da Allah’a (cc) sığınmalıyız ve gönlümüz her zaman tir tir titremelidir. Katiyen bilmeliyiz ki, ektiğimiz her tohum ya zakkum olup başkalarını zehirleyecek; ya da kökü yerin derinliklerinde dalları semaları tutan mübarek bir ağaç gibi meyveleriyle, gölgesiyle, dallarıyla, yapraklarıyla insanlığa, hatta daha başkalarına nesiller boyu hizmet edecek; insanın mutluluğuna ve yeryüzünün imarına katkıda bulunacaktır.
-
Cevap: çekirdekten çınara
b. Talim ve Terbiye
Allah Rasulü’nün tavsiyeleri çerçevesinde, çocuğa, sevimli, manası düzgün iyi bir isim koymak, anne- babanın ilk vazifelerinden biridir. Peygamberimiz (sav) isim koymaya özel önem vermişlerdir, “Peygamberlerin isimleri ile isimleniniz. Ayrıca Aziz ve Yüce olan Allah nezdinde isimlerin en sevimlisi Abdullah ve Abdurrahman’dır. İsimlerin en doğrusu Hâris (kâr getiren, ahireti kazanan) ve Hümam (himmetli, azimli)dir. En çirkini de Harb (savaş, şiddet) ve Mürre (cimrilik, acı) isimleridir. [17] (Müsned, 4/345). buyurmuş ve aynı zamanda “Âsiye” (isyan eden) gibi savaş ve düşmanlık ifade den isimleri iptal etmiş yerine “Cemile” (güzel) ismini koymuştur. [18] (Müslim, Âdâb, 14; Ebu Davud, Edeb, 66; Tirmizi; Edeb 62).
Daha sonra süt emzirme ile ilgili hukuki prosedür ve ardından da sütten kesildiğinde çocuğun nafakasının temini ve terbiyesinin deruhde edilmesi meseleleri gelir.
Her yeni doğan çocuk temiz bir fıtrat üzere doğar. [19] (Buhari, Cenaiz, 92; Ebu Davud, Sünnet, 17; Tirmizi, Kader, 5). Evet adeta o, yazısız bir kağıt gibidir. Ona er şeyi siz yazacaksınız; ama Allah’ın hoşuna giden hususları yazacaksınız. Bunlar, meleğin değer verdiği, mahşerde geçerli olan, hesapta mizanın sağ kefesine konunca kıymet ifade eden nakışlar olacaktır. Allah’ın hoşnutluğu istikametinde ve peygamber çizgisinde nakışlar..
Anneye-babaya düşen, bu yazı ve nakışları mevsiminde, hem de silinmeyecek şekilde çocuklarının ruhuna yazıp nakşetmektedir. Evet çocuk sahibi olan her anne ve baba, günlük hayatlarının bir bölümünü çocuklarının talim ve terbiyesine ayırma mecburiyetindedirler. Talim ve terbiyenin diğer mahfillerini daha sonraki bölümlerde ele alacağız.
Aile, talim ve terbiyede en birinci ocak, en birinci mektep, en birinci medresedir. Anne ve baba talim ve terbiye için ayırdıkları zamanı, evrad u ezkarlarına ve diğer şahsî vazifelerine mutlaka tercih etmelidirler. Çocukların yetiştirilmesinde, Allah’ın öğretilmesi, onların yaşlarına ve kültür seviyelerine göre Allah’a iman fikrinin kalblerine yerleştirilmesi, anne-babanın maddi-manevi füyuzat hislerinin önünde geldiği gibi pek çok şahsi vazifenin de önünde gelir. Bu itibarla siz, evinizde âsi-tâği, ya da âsiye-tâğiye çocuklarınızı ihmal ederek Kâbe-yi Muazzama’yı ziyarete gitseniz, vazife size arkadan seslenecek ve “buradaki ciddi ve ehem vazifeyi bırakmış nereye gidiyorsunuz?” diyecektir.
Ayrıca babası çocuğa dinini diyanetini, okuyup yazmasını, Kur’ân okumasını, hatta biniciliği, yüzmeyi ve devrine göre atıcılığı da öğretmelidir. Beyindeki güç ve kuvveti pazulara hasr eden boş sporları değil, hayat ve sıhhat için faydalı ve yarınlarına mukaddime nevinden her biri kendi sahasında önem arz eden bütün sporları öğretecektir.
-
Cevap: çekirdekten çınara
c. Terbiyede Sorumluluk Duygusu
İmamiye kaynaklı bir alıntıyı bu konuya serlevha yapmak istiyoruz. İmam Zeynu’l Abidin “Risaletü’l-hukuk”unda şu tavsiyelerde bulunuyor: “Sa’yinin semeresi çocuğunun senden olduğunu, hayrının ve şerrinin de sana raci olacağını bileceksin.”
Hz. Peygamber Aleyhissalâtu Vesselâm vefatından bir süre önce kendisine vefat edeceği hissettirilmişti. Bunun üzerine O (sav), bir gün sahabi topluluğuna, “Kul, dünya ile ahiret arasında muhayyer bırakıldı da o, ahireti tercih etti” deyivermişti.. bu işaretle anlatılmak isteneni hemen kavramış olan Hz. Ebu Bekir (ra): “Anam, babam, sana feda olsun ya Rasulallah!” [20] (Müslim, Fedâlu’s-sahâbe, 1; Tirmizi, Menâkıb, 15) demiş ve ağlamıştı.. evet o, kulun Hz. Peygamber (sav) olduğunu anlamada gecikmemişti. Bundan başka Allah Rasulü (sav) veda haccı esnasındaki bir hutbesinde de yine: “Yakında beni sizden soracaklar, tebliğ vazifemi yaptım mı, nasıl cevap vereceksiniz?” buyurmuşlardı; buyurmuşlardı, zira O, önemli bir vazife yapmıştı ama, bunu hakkıyla yapıp yapmamış olmanın endişesi içinde bulunuyordu. Böyle bir endişeye mahal olmadığını icraatı haykırıyordu; oradaki bütün gönüller de birden haykırdı ve koca meyden onunla yankılandı ve her yanda: “Sen vazifeni yaptın, risaletini tebliğ ettin, sorumluluğunu hakkıyla yerine getirdin” itirafları inledi. O da parmağını yukarıya doğru kaldırdı ve üç kere: “Allah’ım şahid ol, Allah’ım şahid ol, Allah’ım şahid ol!” [21] (Buhari, Fiten, 8; Hacc, 132; Müslim, Kaseme, 31) diye inledi.
O, ümmet dairesinde genişliği olan bir sorumluluğu derin bir endişe ile dile getiriyor ve ashabının, şehadetini alıyordu. Şimdi acaba bizler de, kendi sorumluluğumuz altında bulunan ve bakıp görmekle mükellef olduğumuz çocuklarımıza karşı; “yakında beni sizden soracaklar, nasıl cevap verirsiniz?” diyebilecek durumda mıyız?. Ya da onlardan, “vazifenizi yaptınız” cevabını alabileceğimizi ümit edebiliyor muyuz? Değilse vay halimize... Onun için büyük İmam Zeynü’l-Abidin, “Allah huzurunda sen, onlardan sorguya tabi tutulacaksın” diyor, sonra da titreyerek, Cenab-ı Hakk’a yönelerek:
“Allah’ım, çocuklarımın terbiyesi, te’dibi ve onlara iyilik yapmam hususunda bana yardımcı ol!” diyor zira bir insanın en mühim, en ciddi meselesi, aile efradını evc-i kemâlât-ı insaniyeye yükselterek onlara ebedi var olmanın hazlarını duyurmaktır.
Bazen çocuğumuza hediyeler alır ve onu sevindirmeye çalışırız. Hatta hacca gidip Kâbe veya Rasulullah’ın (sav) huzurunda bulunduğumuz zamanlarda dahi onları hep gönlümüzde duyarız. Mukaddes işler, en önemli hizmetler bile onları unuttaramaz. Aslında çocuklarımızı en iyi hatırlama şekli, onlara âdâb-ı İslâmiye ve adâb-ı Muhammedî’yi (sav) vermek olmalıdır. Ahirette onların, ebedî sevinmesine vesile olan böyle bir armağan ölçüsünde başka bir hediye olmasa gerek. Yine İmamiye menşeli bir hadis-i şerife Rasulü Ekrem (sav) şöyle buyurur:
“Çocuklarınıza ikramda bulunan ve onları en güzel şekilde terbiye edin.” [22] (İbni Mâce, Edep 3) evet, Rasulü Ekrem'in (sav) yolunu ihya istikametinde bir terbiye, çocuğa sunulmuş en büyük armağandır.
-
Cevap: çekirdekten çınara
d) Güzel Örnek Olma
Her mümin anne-baba, çocuklarını gayet tabii olarak Kur’ân-ı Kerim’e göre çerçeveleye ve resmetmeye çalıştığımız, o en ideal toplumun sıhhatli ve mükemmel bir parçası şeklinde yetiştirmeyi düşünürler. Ne var ki onların bu hisleri, pratik hayatlarına aksetmez ve namaz, hac, oruç, zekat.. gibi ibadetlerle derinleştirilmez; daha doğrusu, ağızlarıyla söyledikleri güzel sözler sonradan güzel davranışlarla pekiştirilmezse; pekiştirilip davranışları sözlerinden daha doğru görülmezse; söyledikleri sözlerin tesiri şöyle dursun, bazen aksü’l-amel yapması bile söz konusudur. Sözlerinin çocukların üzerinde nüfuzunu arzu eden bütün babalar ve anneler, söylemek istedikleri şeyleri evvela kendileri kemal-i hassasiyetle yaşamalı, sonra onu başkalarından istemelidirler.
İmam-ı Azam’a atfedilen bir menkıbeyi, konumuza ışık tutması bakımından zikredip geçeceğim:
O dönemde bir çocuğa bal dokunuyordur; çocuğa onca “yeme” tavsiyelerine rağmen, o yine bal yemeye devam eder. Derken bir gün elinden tutup Hz. İmam’ın huzuruna getirir ve “Bu çocuk bal yiyor; biz yememesini istememize rağmen o yemeye devam ediyor” derler. Hz. İmam: “Götürün, bu çocuğu 40 gün sonra bana getirin” der. Kırk gün sonra yeniden getirilir. İmam çocuğu karşısına alır ve bal yememesini tavsiye eder. Çocuk kalkarken babasının elini öper ve “Babacığım, bir daha bal yemeyeceğim” der. Oradakiler: “Ya imam, ilk getirdiğimiz zaman niçin nasihat etmeyip de, bizi kırk gün beklettiniz?” diye sorduklarında, İmam onlara şöyle cevap verir:
“-Siz, çocuğu bana getirdiğiniz gün ben bal yemiştim. Eğer kendim yaptığım birşeyden onu vazgeçirmeye çalışsaydım ihtimal nasihatım makes bulmayacaktı. Bu kırk gün içinde, ben onu vücudumdan atıp da öyle nasihat etmek istedim.
Doğru sözün yanında doğru hareket çok mühimdir. Çünkü nazarında davranışlarımızla sözlerimiz arasındaki tezat, onun bize olan güvenini sarsar. Hayatta, bir kez olsun yalanınızı ya da davranış ve söz çelişkinizi yakalayan çocuk, bunu zihninde taşıdığı sürece, siz onu nazarında o kadar güvenilmez biri olarak kalırsınız. İlerde küçük bir hoşnutsuzluk hasıl eden davranışınızda o husus, şuurüstüne çıkar ve siz evladınızın nazarında tiksinti duyulan biri gibi algılanırsınız. Dolayısıyla da sözleriniz onda hiç mi hiç makes bulmaz. Öyleyse, davranışlarımızı öyle ayarlamalıyız ki, onlar bizi evlerinin içinde baba, anne değil de birer melek farz etmeliler. Bizde ciddiyet, bizde vakar, bizde hassasiyet görmeli ve sonuna kadar bize güvenmelidirler. İşte duygu ve düşüncelerin böylesi bir yolla intikalini başaran anne ve babalar en başarılı muallim sayılırlar.
-
Cevap: çekirdekten çınara
4. Anne-Baba Sorumluluğu
Herkes kendi sorumluluk alanının mesulu ve çobanıdır. Her çoban da güttüğünden sorumludur. Bakıp görme, görüp gözetme mevzuunda bütün başarılar onun hasenat hanesine, bütün olumsuzluklar da seyyiat hanesine yazılacaktır.
Nebiler Serveri (sav) Buhârî Müslim’de yer alan bir hadis’i şeriflerinde şöyle buyururlar:
“Hepimiz çobansınız ve hepiniz güttüğünüzden mesulsünüz.” Sonra da şunları sıralar:
“Devlet reisi çobandır; bütün raiyyetinden mesuldür. Efendi çobandır; aile etrafından mesuldür. Kadın bir çobandır, beyinin emanet ettiği nesnelerden mesuldür. Herkes çoban ve herkes güttüğünden mesuldür.” [23] (Buhari, Cuma, 11; Cenaiz, 32; İstikraz, 20,. Vasâyâ, 9; Itk, 17,19; Nikah, 81,90; Ahkam, 1; Müslim, İmâre, 20) Mevzu, çocukların birer emanet kabul edilmesiyle alakalı olunca şu hadisin de konumuzla irtibatlı olduğu söylenebilir: “Her doğan İslâm fıtratı üzere doğar. Sonra ebeveyni onu Hıristiyanlaştırır, Yahudileştirir veya mecusileştirir.” [24] (Buhari, Cenâiz, 80; Tefsiru sûre (30) 1; Kader, 3; Müslim, Kader, 22,23,24).
Evet her doğan çocuk, her şey olmaya müsait temiz bir fıtratla doğar, doğra ve kabiliyetlerini inkişaf ettirmek üzere size teslim edilir; yani onları terbiye etme işi size bırakılır. Sonra o çocuklar anne-babasına tabi olarak ya Yahudi, ya Nasrani, ya da Mecusi olurlar. Tabii burada şu hususu ilave etmek de mümkündür: Kimisi de anne-babaya veya içinde bulunduğu ortama göre mürted ve dinsiz olur. Öyleyse neslin yetişmesi hususunda, anne-babanın din ve diyaneti çok mühim olduğu gibi, terbiye mevzuunda da din ve diyanetin esas alınması o kadar önemlidir.
Şu bir gerçek ki, her şey olmaya müsait ve müstait dünyaya getirdiğimiz çocuklarımızı, kendi ruh ve mana köklerimize göre şekillendirmezsek ayrı bir kalıbın insanı olarak yetişmemeleri kaçınılmazdır. Dolayısıyla da hiç farkına varmadan mürted babası olabilirsiniz. Öyle ise mevsiminde onlara mutlaka kendi ruhumuzun özünü, üsâresini aşılayarak onların yabancılaşmalarını önlemeliyiz. Bağ ve bahçenizdeki ağaçlara aşı yapıyor, ilmin ve tekniğin gereklerine göre varlığa müdahale hakkımızı kullanarak daha iyi semere almaya çalışıyoruz. Odundan, taştan, ağaçtan, topraktan daha aşağı olmayan çocuklarımıza bu kadar olsun, kendi esaslarımız çerçevesinde ihtimam göstermemiz gerekmez mi? Onlar, alakasızlığın bodurlaştırması ve bozma gayretlerinin azgınlaştırması gibi iki dezavantaja karşılık, ebeveynin vereceği iyi şeyler gibi tek avantaja sahip bulunuyorlar. Evet, olumlu müdahale olmazsa kokuşurlar, başkalarının elinde de fesada uğrarlar. Her iki halde de bize rağmen bir çizgi takip ederler. Hususiyle günümüzde anne-baba bütünüyle dünya işlerine daldıklarından evlatlarını tamamen ihmal etmişlerdir. Hatta bu asır ölçüsünde çocukların ihmal edildiği ikinci bir asır göstermek mümkün değildir.
Yine İmamiye menşeli bir hadiste, [25] (Zeynü’l-Abidin’e atfedilen hadisler hususiyle kütüb-ü sitte’de bulunmadığından her defasında böyle bir açıklamada bulunmayı tenkitçilere karşı fayda mülahaza etmekteyiz). Allah Rasulü (sav) şöyle ferman ediyor: “Ahir zamanda babalarından ötürü evlatların vay haline!” Bu söz üzerine sahabe şaşkınlık içinde sorar:
- “Müşrik babalardan ötürü mü onlara kıyıldı da heder oldular?”
- “Hayat mümin babaları onlara kıydı.”
- “Nasıl oldu ya Rasulallah?”
- “Babaları onlara ferâiz-i dini, yani dinin temel rükünlerini öğretmediler.”
Bu hadis-i şerifi biraz tasarrufla şöyle açabiliriz: Şu küçük dünya hayatı adına ferâiz-i din terkedildi. Sorumlular, din öğretimini bütün bütün ihmal edip sadece maddi hayatı nazara verip himmetlerini o noktada yoğunlaştırdılar. Küçük bir dünya menfaati uğrunda kalbî ve rûhî hayatlarını ihmal ettiler.
Kur’ân okumak, onun ruhunu öğretmek, din ve diyaneti talim etmek vaktini alır diye, dini bilgileri öğretmeyi önemsemediler.
Yukarıdaki hadisin manası şu ayetle de tam bir uyum arz etmektedir.
“Yoo yoo siz ücreti ve lezzeti peşin olanı çok seviyor, ahiret (veya neticeyi) umursamıyor (görmezlikten geliyor)sunuz.” (Kıyâme/20)
Allah Rasulü (sav) sözlerini şöyle devam ettiriyor: “Ben onlardan berî yim, onlar da benden berî olsunlar.”
Yani, “evladını ihmal eden, çocuğunun heder olup gitmesine göz yuman, dahası bir neslin mahvolması karşısında titremeyen anne-babalardan ben uzağım; onlar da benden uzak olsunlar”. Ruhen ölmemiş bütün babalar zannediyorum bu sert uyarı ve tembih karşısında ürperir ve tirtir titrerler; titremelidirler de. Böyle önemli ve hayâtî bir sorumluluk kendisine anlatıldığında Halife Ömerli ve hayâtî bir sorumluluk kendisine anlatıldığında Halife Ömer bin Abdülaziz bayılıyor ve yirmi dört saat kendine gelemiyordu. Hatta vefat edecek diye oturup başında Kur’an okuyorlardı. Kendine geldiğinde de hıçkırarak Allah’tan korktuğunu söylüyordu. Evet o, elinin altında bulunanların mesuliyetini omuzlarında hissediyor ve hukuklarına tecavüz ettim endişesiyle sarsılıyordu.
Ya biz? Şu şahsi zevklerini esas alarak kurduğu yuvada vücutlarına sebebiyet verdiği yavruların ruh ve kalblerini ihmal eden anne-baba şeklindeki merhametsizler... Acaba, ne kadar ayılıp- bayılmalı ve ne kadar titremeliyiz!?
Gerçi bu mevzudaki bütün hadisler, terğib ve terhib nevinden olup; sevdiren ve ürküten prensipler türünden irad buyurulmuştur. Biz de konuya bu açıdan yaklaşıyoruz. Ama bu mevcuda tabii ki yapacağımız bir kısım şeyler de var; çocuklarımızı yetiştirme, şekillendirme konusunda İslâm’ın ve Kurân’ın bize yüklediği sorumluluklar var. Daha önce prensipler halinde sıraladığımız ve ileride arz etmeyi düşündüğümüz hususlar ki, çocuklarımızın hisli, derin, ahlaklı ve dindar olmaları ve bizim de o hanede, azizler bir peder, azize bir valide olarak duyulup hissedilmemiz, kabul edilip saygı görmemiz; hatta her halimizle bir bilge gibi “algılan” mamız gelir ki; daha sonra sıralayacağımız hususlar bunlara nisbeten tâli konular mesabesindedir.
-
Cevap: çekirdekten çınara
a) Çocuklar Arasında Adaleti Muhafaza Etme
Bu tâli konuların başında çocuklarımızdan birini diğerine tercih etmeme prensibi gelir. Evet, bu konudaki küçük bir kusur, bizi, çocuklarımız üzerinde tesirsiz hale getirmeye yeter. Rasulü Ekrem'in (sav) bu konudaki şu irşatları ne manidardır:
Numan ibn Beşir’ın (ra) babası yani Hz. Beşir –baba da, evlat da Müslümandı ve ashab-ı Bedir’dendi- geldi ve dedi ki: “-Ya Rasulallah (sav), başka çocuklarım da var; ama, Numan başka. Müsaade ederseniz servetimin şu kadarını Numan’a vermek istiyorum.”
Hz. Peygamber (sav);
“-Diğer çocuklarına da o kadar verdiniz mi?” diye sordu. Beşir, “-Hayır” dedi.
Allah Rasulü (sav) bu defa, umuma tevcih-i kelam ederek şöyle buyurdular: “Allah’tan korkun ve evlatlarınıza karşı âdilane muamelede bulunun.
Sonra da Beşir’e dönerek: “Sen, çocuklarının hepsinin sana aynı derecede hürmet etmelerini ister misin?”
Beşir de: “Evet isterim” deyince,
“-O halde, böyle yapma” [26] (Buhari, Hibe, 12-13; Neseri, Nuhl, 1; Tirmizi, Ahkam, 30; İbni Mâce, Hibe, 1; Tayalisi, 1/280). Yani sen de sadece bir evladını değil hepisin gözet. Sen onlardan birine teveccüh ve ihtimam göstersen, ona hediye verip atiyyede bulunsan bu defa diğerinin sana karşı birr (iyilik) duygusu azalır ve itimadı sarsılır.
Allah Rasulü, (sav), meseleye esaslı bir çözüm teklif ediyor ve muhtemel bir problemi temelden hallediyor. Evet, aynı hânedeki çocuklardan birinin diğerlerine tercihi, evvela diğer çocuklarda tercih edilen kardeşlerine karşı kıskançlık hissini uyarır ve kardeşleri birbirine karşı düşman haline getirir. Bu meseleleri, psikolojinin dar prensiplerine dayanarak izah etmeye çalıştığımızı düşünmeyiniz. Biz burada, Kur’ân-ı Kerim’in ruhlarımıza duyurmak istediği gerçeklerin evrenselliği, insan tabiatına uygunluğu, makuliyeti, mantıkiyeti ve insaniliği üzerinde duruyoruz.
Bilindiği üzere Yusuf (as) rüyasında yıldızların, ayın eve güneşin kendisine secde ettiğini görmüştü. Bu sevinilecek ve iftihar edilebilecek durumu babasına açtığında, babası, “Evladım, bunu kardeşlerine anlatma” (Yusuf/5) demişti. Nübüvvet derinliğiyle insan tabiatını bilen bu büyük insan, böyle bir meselenin kardeşlerinde kıskançlık hissini uyaracağını hissetmiş ve böyle bir rüyayı anlatmanın, henüz tezkiye-yi nefse erememiş kimselerde kıskançlığa sebebiyet vereceğini düşünmüştü. Maalesef neticede endişe ettiği şeyler gerçekleşmiş, kardeşleri Yusuf’u (as) ölmek üzere bir kuyuya atmış ve bu olayla peygamber hânesinde bile çekemezliğini insanı ne hale getireceğini ortaya koymuşlardı.
Evet, çocuklardan birini diğerlerine sevgi vb.. hususlarda tercih etme, kardeşlerde kıskançlık hissi uyaracağı ve hiç de farkına varılamayacağı şekilde baba ve annenin farklı muamelelerinden ötürü, şuuraltı bir nefret duygusu uyaracağı açıktır.
Bu mülahazaları, sevgilerimizin-nefretlerimizin dostluklarımızın-düşmanlıklarımızın sebep, saik ve şuuraltı kaynaklarıyla düşündüğümüzde daha iyi anlarız: Çok samimi ve sıkı fıkı olduğunuz arkadaşınız vardır. Ama, her nasılsa bir defasında size îsar hissi izhar edememiş ve bir noktada hodkâmlığıyla hiç de beklemediğiniz bir davranış sergilemiştir. Siz, isteyerek veya istemeyerek bunu hafızanızın bir tarafına yerleştirirsiniz. Hemen her hadise, insan dimağında bir iz bırakır geçer, sonra başka hadise ile hortlayıverir. İşte siz şuuraltınızda sessiz sessiz uyuyan o sevimsiz duyguları çağrıştıracak ve ateşleyecek bir hadise karşısında birden bire hırçınlaşır ve şöyle dersiniz: “Zaten ben sizin böyle olduğunuzu önceden anlamıştım.”
Şimdi bir de bu türden menfi olayların üst üste yığıldığını, bir kaçının birden hortladığını düşününüz. Uzun bir maziden gelen bütün bu bulantıların hemen hepsini birden o insanın yüzüne vurur, sonra da nefsinizi müdafaa etmeye durursunuz. İşte çocuğun dimağına veya hafızasına ya da şuuraltına yerleşen düşünceleri depreştirecek, sizin çocuklar arasındaki her hangi bir olumsuz tavrınız, o çocuğu size karşı hırçınlaştıracak sonra da onun sizleri bütün bütün dinlememesini netice verecektir.
Aslında bu, konunun sadece bir yününü teşkil etmektedir. Meseleyi çocuğun bütün hayatını içine alacak şekilde ele alacak olursak iş daha da karmaşıklaşır. Hele bir de siz herşeyi onun çocukluğuna verir de duygularının ilerde nasıl bir hal alacağını hesaba katmazsınız, birgün hiç farkına varmadan kendi yanlışlarınızı altında ezilir gidersiniz. Çocuğun evde şahit olduğu hilaf-ı vâki davranışlar, sözler, mütenâkız hareketler –ki siz çocuğun bunları çoğu zaman anlamadığını düşünürsünüz- oysa ki bunlar bir deftere kaydediliyor gibi onun hafızasının bir tarafına silinmeyecek şekilde kaydedilir. Zamanı geldiğinde de onlar bütünüyle birden ortaya çıkarlar. Bu bazen öyle bir çıkış olur ki aileyi, anne ve babayı da önüne katarak sürükler.
Binaenaleyh anne-baba olmak isteyen herkes, belli bir seviyede psikoloji, pedagoji ya da en azından Kur’ân’ın bu mevzudaki mücmel prensiplerini bilmeli ve ondan sonra yeni bir hayata “bismillah” demelidirler.
Evlat, çocuk yetiştirme basit bir mesele değildir. Ben arıcılığa merak ettiğim bir devrede, gittim arıcılık kursu gördüm. Arılarla uğraşmanın bile ne kadar zor olduğunu müşahede ettim. Bunun gibi insan, mutlaka iyi nesiller yetiştirmenin yolunu öğrenmeli topluma iyi elemanlar kazandırmalıdır. A’la-yı illiyyî nden esfel-i safilîne kadar gel-gitler yaşayan potansiyel bir büyük varlığın terbiye edilip insanlığa yükseltilmesinin ne denli önemli olduğunu hiç kimse unutmamalıdır.
-
Cevap: çekirdekten çınara
b) Çocukları Ciddiye Alma
Rasulü Ekrem (sav) çocuklar üzerinde çok ciddi dururdu. Çocuklar kendisini istikbal edince, o da bir büyük insan gibi onlara iltifatta bulunur; kimisini sırtına, kimisini kucağına alır ve müsavi muameleleriyle hemen hepsini hoşnut edecek bir tavır sergilerdi.
Bazen bir sokaktan geçerken, çocuklar oyun oynuyorsa, Allah Rasulü (sav)” [27] (Ebu Davud, Edeb 135, 136; İbni Mâce, Edeb 14; İbnu Ebi Şeybe, 5/61). mukabelesinde bulunurlardı. Allah Rasulü (sav) çocuklara olduğundan fazla değer verirdi. Şayet bir çocuğa, “Sana filan zaman şunu vereceğim” diye söz vermişse, bir büyük insanla ahitleşmiş, sözleşmiş gibi, va’dettiği vakitte mutlaka sözünü yerine getirirdi.
-
Cevap: çekirdekten çınara
c) İtimat Duygusu Kazandırma
İnsanlık adına utandırıcı düşüncelerden biri de, “Babana dahi itimat etmeyeceksin” felsefesidir ve yanlıştır. Hz. Peygamber (sav), hep “itimat etmek” fikrini telkin eder ve çevresindeki çocuklar onunla alakalı adeta “itimat” dışında hiçbir şey bilmezlerdi. O, herkesin, nazarında “Emin” bir insandı; çocukların nazarında da... Elbette böyle fertlerin teşkil edeceği millet de emin olacaktı.
Ayrıca Allah Rasulü (sav): “Allah, çocuğuna merhamet etmeyene merhamet etmez” [28] (Heysemî, Mecmau’z-Zevaid, 8/155). buyurur ve ümmetini kalb ve gönül insanı olmaya çağırırdı; onları seviniz, onlara söz verdiğiniz zaman behemehal yerine getiriniz; onlar sizin sözlerinizle davranışlarınız arasında zıtlık görmesinler; çocuk böyle bir şeye şahit olmasını mealine bağlı tavsiyeleriyle, terbiyede en ideal noktalara işaret buyururdu.
Yine İmamiye menşe’li bir hadis-i şeriflerinde Allah Rasulü (sav): “Sizden biriniz çocuğuna bir şey va’d ederse behemehal onu yerine getirsin” buyurur ki; bu, “Çocuktur, yalan söylesem, aldatsam da bir şey olmaz” demenin ne kadar yanlış olduğunu tasrihtir. Evet, her aldatma ve hilaf-ı vâki, birer tohum halinde onun kafasında, bugün olmasa da yarın birer zakkum ağacı gibi zuhur edecek bir terbiye gayretlerinizi tesirsiz hale getirecektir. Anne-baba her zaman müstakim olmalıdır. Zaten sırat-ı müstakim erbabı olan sizlerin her davranışından doğruluğun dökülmesi de bir esastır.
Evet çocuklarınızın sizin hakkınızda “yalan söyledi”, “ahdinden döndü”, “dünya malına tamah etti” vb.. şeyler söylemesine veya düşünmesine katiyen meydan vermemelisiniz. Onlar sizi her zaman îsar (başkalarını kendine tercih) hasleti içinde, mutasaddık, mümin, müslim, sâbir, hâşî, iffetli görmeli ve tanımalıdırlar.
-
Cevap: çekirdekten çınara
d) Terbiyede Tedricilik
Çocuk; bilmesi lazım gelen şeyleri bilmeli, bilmemesi gereken hususları da öğrenmemelidir. Kalbî, rûhî hayatı itibariyle bilmesi gereken dînî, millî şeyleri bilmeli ve yaşına-başına göre faydalı bilgilerle meşbû bulunmalıdır. Bu konuyu ileriki bölümlerde daha etraflıca ele almayı düşünüyoruz.
Çocuk daha iki-üç yaşındayken hadisin ifadesiyle ilk söyleyeceği söz Allah (cc) sözcüğü olmalıdır. [29] (Abdürrezzak, Musannef, 4/334). ağzından çıkan ilk sözün tabîi olanı “anne-baba” irâdîsi de “Allah (cc)” olmalıdır. Çünkü Allah (cc) evveldir, Allah (cc) ezelîdir, Allah (cc) ebedidir. Sonra bu esaslı atkı üzerine diğer şeyler bina edilecek, yaşına idrak ufkuna göre vatan, toprak, bayrak, hürriyet, istiklal bunun etrafında örgülenecektir. Şayet, çocuk ilk mektepte okuyorsa ona göre malumat verilecek.. orta mektepte okuyorsa yaşına göre tatmin usulü takib edilecek.. lisede okuyor, felsefe ve sosyal bilimler, içtimâî bilimlerle iştigal ediyorsa, o seviyenin malzeme ve materyaliyle takviye edilecek...
Tıpkı dünyaya gelen çocuğun beslenmesinde, çocuk doktorlarına müracaat edip “şu haftanın, şu ayın gıdası nedir?” diye konuyu bir rejime bağladığımız gibi bu mevzuda da ehil kimselere müracaat ederek, “Beş yaşında çocuğum var ne yapayım?”; “on beş yaşında çocuğum var ne yapayım?”.. hal arziyle uzmanların düşüncesi alınmalı ve her mevzu onların mütalaalarına bağlanmalıdır.
Evet her anne-baba ehline, mütehassısına giderek, reçete alıp çocuğunu o reçete ve kurallarla yetiştirmeye çalışmalıdır. Çocuğunuz lise seviyesine gelmişse, delilsiz, mesnetsiz “Allah (cc) vardır” demeniz, bazen Allah’ı (cc) inkar etmesinden başka bir şeye yaramayabilir. Belki o noktada biraz da felsefe ile memzuç ilimle dînî bilgiler müşterek verilmelidir ki, tesir icra etsin. Bir de, çocuğunuz daha ilk mektepte iken felsefe dersi vermeye kalkarsanız, onun kafasını bütün bütün bulandırmış olursunuz. Öyleyse bir hekim gibi çocuğun seviyesini, devrini, kültür muhitini bilerek ona göre bir şeyler verme mecburiyetindesiniz.
-
Cevap: çekirdekten çınara
3. BÖLÜM
TERBİYEDE HASSASİYET
Terbiyede Hassasiyet
Kuracağınız ya da kurduğunuz bir yuva, Allah’ı (cc) ve Rasulü’nü (sav) hoşnut edecek çerçevede ise istikbal vadedici sayılır. Diğer bir ifade ile yetiştireceğiniz nesiller, Rasulü Ekrem'e (sav) ümmet olma yolunda ise, onların önü açık siz de mutlu sayılırsınız; aksine yetişen nesiller sokaklara emanet ve dinin-diyanetin karşısında; hatta caminin, cemaatin, mabedin düşmanı ise, onlar tâlihsiz, siz de sorumlu sayısınız. Bu evvela çocuklara, onlar tâlihsiz, siz de sorumlu sayılırsınız. Bu evvela çocuklara, sonra da topluma karşı bir haksızlıktır. Hiç kimsenin böyle bir haksızlığı irtikap etmeye hakkı yoktur. İslâm’a düşman yetişecek, haram yiyip haram içecek, gayr-i meşrû davranışlarıyla genel kuralları çiğneyecek nesillerin hesabını bize sorarlar. Kendi mana köklerine bağlı mefkûre sahibi, derin, ufuklu, merhametli ve insana saygılı nesiller yetiştirmek bizim başta gelen vazifelerimizdendir. Bu önemli vazife, yuvanın şuurlu kuruluşuyla başlayıp, sonra da bir ömür boyu, akıl, mantık ve muhakemeye bağlı sürdürülmesi şeklinde hülasa edilebilir.
Bu itibarla aile, din ruhuna dayalı, akıl ve şuur eksenli bir müessese olarak ele alınmalı ve Allah’ın hoşnutluğu esas alınarak devam ettirilmelidir. Rasulü Ekrem (sav) ümmetinin çokluğuyla iftihar edeceği tembihinde bulunur. Bu açıdan, O’nu tanımayan bir nesil, ne kadar da çok olsa Allah (cc) nezdinde, Allah (cc) nazarında bir kıymeti olmadığı gibi, Rasulü Ekrem'e (sav) göre de herhangi bir kıymeti haiz değildir.
Onun için bizler bir taraftan meyelan-ı şerrin kökünü, Allah’a teveccüh, istiğfar ve nedâmetle kesecek; diğer taraftan da dua, ibadet ve hayırlı işlerle meyelen-ı hayra kuvvet verebilecek hamlelerle, soluk soluğa sürekli Allah’a teveccüh edecek, fiilî, kalbî ve kavlî lazım gelen her şeyi yaparak, aktif bekleyişimizi devam ettireceğiz.
Kur’ân-ı kerim’de: “De ki: Pis ve kötü ile temiz ve iyi bir değildir; pis ve kötünün çokluğu (başdöndürücü ve) hayretengiz olsa da (bu böyledir). Öyleyse ey akıl sahipleri! Allah’tan korkunuz ki kurtuluşa eresiniz.” (Mâide/100) buyrulmaktadır.
Evet bazen, kötülerin ve kötülüğün çokluğu dikkatinizi çekip sizi hayrete sevk edebilir; ama bilmelisiniz ki, Allah nazarında habisle tayyib hiçbir zaman müsâvi olmamıştır. Öyleyse siz her zaman, neşrettikleri manevi rayihalarıyla, size cenneti tedai ettirebilecek bir neslin yetişmesine ehemmiyet vermeli ve “tayyib”i takip etmeli, “tayyib”e baba olmaya, muallim olmaya, mürebbi olmaya çalışmalısınız.
-
Cevap: çekirdekten çınara
1. Vehen İlleti
Rasulü Ekrem (sav) sahibi bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyururlar: - “Elerde, ehl-i kitap ve diğer milletler, tıpkı aç kimsenin sofranın başına koştuğu gibi sizin üzerinize üşüşeceklerdir; üşüşüp ağzınızdaki lokmaları almak isteyeceklerdir.” Yani cüzdanınızı elinizden almak, kazandığınız şeylerin üzerine oturmak için, tıpkı bir sofraya üşüşür gibi başınıza üşüşeceklerdir.
Sahabi sorar: - “O gün bizim azlığımızdan mı böyle olacak ya Rasulallah!?”
Allah Rasulü (sav): - “Hayır; bilakis siz o gün fevkalade çok olacaksınız ama Allah, düşmanlarınızın kalbinden size karşı olan mehabeti çıkaracak; yani hasımlarınız nazarında saygısız hale gelecek, emniyet edemeyecek ve ağırlığınızı hissettiremeyeceksiniz. Aynı zamanda “Allah sizin kalbinize “vehen” koyacak” buyurur.
Sahabi yine sorar: “Vehen nedir ya Rasulallah (sav)?”
“Vehen, (gelip-geçici yanları itibariyle) dünya sevgisi, dünyayı birinci plânda ele alma ve ölümden ürkmektir” [30] (Ebu Davud, Melahim, 5; Müsnet, 2/278). buyururlar.
Evet bir toplum, dünyayı, nefislerine bakan yanlarıyla maksud-u bizzat olarak ele alır, kalbi ruhuyla ona yönelir; Allah’ın rızasını da bir tarafa bırakırsa, yani dünyaya ve onun içindekilerin Allah’a tercih ederse o “la ilahe illallah” dese de, kalbî ve rûhî istikametinin var olduğu söylenemez.
Burada Allah Rasulü (sav), “Allah (cc) kalbinize “vehen” koyacak, siz de o zaman hasımlarınız karşısında yenileceksiniz” derken, bir başka hadis-i şerifte de, kalblerdeki mehabetin alınması adına “emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l münker”in yapılması; kitap, haşir-neşir akidesinin anlatılmaması gibi önemli bir ihmale dikkatleri çeker.
Öyleyse, gayet imanlı, olabildiğine maddi-manevi güçlü, dağları delecek kadar iradeli, dünyayı fena ve nefsine bakan yönüyle istihkar edecek kadar basiretli vehen’e gönlünde yer vermeyecek ölçüde rabbân3i, ölümün yüzüne gülecek ve düşmanları karşısında tepeden tırnağa mehâbet, şebâbet dolu bir neslin yetiştirilmesi bizim için en büyük gaye olmalıdır.
-
Cevap: çekirdekten çınara
2. Kadının Vazifesi
Allah Rasulü (sav), “Allah (cc), kadınların ve çocukların haklarının ihmalinden ötürü gazaplandığı kadar hiçbir şeyden gazaplanmamıştır; yani gayret-i ilahi’ye en çok dokunan, kadınlarla çocukların durumudur” buyurmaktadır.
Kadın vazifesini yapmadığı, kendini vazifesinin dışında değişik fantezilere saldığı, çocukların ihmal edilip gençlerin baştan çıkarıldığı; şehvetin mergup bir metâ haline geldiği zaman gayretullahın harekete geçmesinden endişe duyulmalıdır.
Evet, kendi iradeleriyle kendilerini günahlara salmış, perişan, darbeder ve behîmî hislerinin zebûnu bir nesil, Allah'ın (cc) gazabına maruz bir nesildir.
Öyleyse her aile reisine düşen ilk vazife, evvela seçeceği hayat arkadaşını sâlihât, müslimât, kânitât, hâşiât ve sâdikâttan seçmek olmalıdır. İşte böle mazbut ve muallime, mürebbiye, hayatta kendisiyle herşeyi dertleşebileceği, paylaşabileceği bir cins-i sâni dünyevî uhrevî duygularını şerh ettiği zaman anlayabilecek kafa ve kalbe sahip bir eşinin olması çok önemlidir. Herşeyden evvel, o evde neş’et edecek çocuklar, o muallime ve mürebbiyenin nezareti altında yetişmeleri gibi bir avantaja sahiptirler.
-
Cevap: çekirdekten çınara
3. Keyfiyeti Öne Alma
Adet çokluğunun, diğer bir tabirle kesretin ehemmiyetinin sınırlı bulunduğunu Kur’ân-ı Kerim şöyle tebarüz ettirir:
“Andolsun ki Allah, birçok yerde (savaş alanlarında) ve Huneyn savaşında size yardım etmişti. Hani çokluğunuz (başınızı döndürmüş) size kendinizi beğendirmişti ama, hezimete uğramadan kurtulma adına da hiçbir işe yaramamıştı; (öyle ki) yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti, sonunda (bozularak) gerisin geri dönmüştünüz.” (Tevbe/25)
Huneyn gazvesi, Allah rasulü (sav)’nün Mekke fethini müteakip gerçekleştirdiği bir gazveydi. İlk plânda Müslümanlar Hevazin karşısında, kendileri gibi davranamamışlardır. Kur’ân’ın işaret buyurduğu o gün o kudsiler, Allah’ın inayetlerinin temadisine bakarak: “Bu İslâm ordusunun karşısında kimse duramaz” diye düşünmüşlerdir. Ancak Hevazin okçularıyla yüz yüze geldiklerinde bir muvakkat sarsıntıdan kurtulamamışlardı. Demek ki kudsîler dahi olsa, böyle düşünenler çıkabiliyor ve tabi, adet çokluğunun o kadar önemli olmadığı da ortaya çıkıyor. Evet mühim olan derinliktir, ağırlıktır, çaplı olmaktır. Ancak onlar mukarrebin oldukları için, orada muvakkaten sarsılıp geriye çekilmeleri onlara göre bir günahtır, bize göre değil. Burada vurgulanmak istenenin, dünyanın neresinde ve hangi devrinde olursa olsun, kesretin mühim olmadığıdır ki, Kur’ân-ı Kerim de bize bunu anlatıyor. Bu ayetin, neshedilmesi ve hükmünün geçmiş olması düşünülemeyeceğine göre hangi coğrafyada olursa olsun, Müslümanlar adet çokluğundan daha ziyade herşeyi Allah’la münasebete, keyfiyete, iç derinliğine bağlamalıdırlar.
Ümmet-i Muhammed (sav) olarak çok az zayıf da bulunsanız, eğer Allah’a yönelebiliyor ve hep bir şeyler anlatmak heyecanıyla yaşıyorsanız, Allah'ın (cc) tevfik ve inayetiyle mutlaka muvaffak olacaksınız demektir. Aksine evlerinize çekiliyor, O’nunla olan münasebetlerinizi unutuyorsanız, -Allah (cc) muhafaza buyursun- sayı itibariyle ne kadar çok olursanız olunuz bu hiçbir kıymet ifade etmeyecektir.
-
Cevap: çekirdekten çınara
4. Çocuğa Karşı VazifeleriMiz
a. Terbiye Vasatı hazırlama
Çocuklarımızın mükemmel yetiştirilebilmesi için vasatın da mükemmel olması şarttır. Evet, her çocuk ortama göre şekillenir ve bir manada o, ortamın çocuğu sayılır. Unsurların başında yuva gelir. Sâniyen mektep, sâlisen arkadaş ve dost çevresi, râbian ders mütalaa arkadaşlığı gelir. Hayat-ı içtimaiyede, terzi dükkanı, marangoz atelyesi, ütücü dükkanı, elbise temizleme merkezi ve diğer iş alanlarını da zikredebiliriz. Siz çocuğun gezip-tozacağı bu vasatı, iyi belirleyememiş, onun insiyaklarını bu istikamette geliştirememiş iseniz, çocuğunuzun bir gün mutlaka her hangi bir virüs kapması kaçınılmazdır. Evet bu çocuk, vasat bozuk olduğu takdirde bir gün katiyen bozulacaktır. Onun için vasatı, hanenizden başlamak suretiyle, yolun her menzilinde ve hayatın her ünitesinde çocuğun mükemmel yetişmesine müsait hale getirmelisiniz; getirmelisiniz ki, olan olduktan sonra zamanı geriye işletip durumu düzeltmemiz mümkün değildir.
b. Haram Lokma Yedirmeme
Çocuğun, anne karnındaki teşekkülünün ilk döneminden başlayarak onun helal ve meşrû rızıkla beslenmesi de fevkalade önemlidir. Katiyen bilmeliyiz ki, çocuğun gelişme sürecinde, Allah’a bağlama mecburiyetinde olduğumuz herhangi bir hadisedeki kopukluk, negatif bir “olgu” olarak –muvakkaten dahi olsa- çocuğa da aksettiği çok görülen vakalardandır.
Damarlarındaki bir parça haram ya da şu şekilde bu şekilde elde ettiğiniz şüpheli bir nesne –aynı şeyler hanımınız için de sözkonusudur- o çocuğun muvakkat veya müebbet kayma sebeplerinden biri olabilir.
c. Kem Nazarlara Karşı Koruma
Çocuk dünyaya geldikten sonra, gıdasına, bakımına, görümüne dikkat ettiğimiz gibi, onun kem ve hâin nazarlardan korunması da çok önemlidir.
Mesela, duyguları kirli, düşünceleri kirli, tavırları kirli, sözleri kirli mücrim ve günahkâr gözlerin ifraz ettiği şerârelerle, o çocuğun ince bir kısım duygularının dumura uğrayabileceği mutlaka hesaba katılmalıdır.
Bütün bu hususlar, Allah’la (cc) dinle, aranızdaki münasebetlerin ifadesi olarak, çocuğumuza karşı yapmamız gereken vazifeler cümlesindendir. Bu vazifeleri titizlikle yerine getirirsek, melekler gibi bir toplum haline gelebiliriz.
-
Cevap: çekirdekten çınara
d. Aile Ortamını Düzenleme
Hadis-i şerifte; “Çocuğun ilk söyleyeceği söz Allah (cc) olmalıdır” [31] (Abdürrezzak, Musannef, 4/334) buyuruluyor. Çocuk anne-baba dediği aynı anda, hatta ondan da evvel Allah (cc) demelidir. Bir evde, Allah'a (cc) karşı saygı var ise ve sıkça Allah’tan (cc) bahsediliyorsa, çocuğa diyeceği şeyi dedirtme konusunda hedefe kilitlenmiş sayılırız. Evet bir evde, Allah (cc) denilip rükua ve secdeye gidiliyor, Allah (cc) denildiğinde ayakların bağı çözülüyorsa çocuğun ilk kelimesinin “Allah (cc)” olması da kolaylaşacaktır. Çünkü böyle bir evde her şey yörüngesinde sayılır.
Ayrıca çocuk yaş itibariyle belli bir seviyeye geldiğinde başkalarının yanında yapmaktan çekindiğimiz şeyler onun yanında yapılmamalıdır. Biz çocuğun bazı şeyleri anlamadığını sanırız. Halbuki o, iki yaşında da olsa, evet dünyaya açılmış bu gözler, bu bâkir nazar, bu saf fikir, etrafında cereyan eden hadiseleri fotoğraf makinası gibi kaydeder ve zamanla zihinde kaydedilen bu şeyler şuur altına iner ve pusuya yatarlar. Netice itibariyle sizin ciddiyet ve değerinize dokunan her söz ve davranış onların nazarında kredinizi olumsuz şekilde etkileyecektir. Eğer onların yanında daima aziz, âbid, zâhid, ağır başlı bilinip tanınmak istiyorsanız, başkalarının yanında sizi, basit insanlar seviyesine düşürecek davranışları onların yanında da yapmamalısınız.
e. Muhabbetin Dozunu Ayarlama
Cenab-ı hak bir çocuk ihsan edince, -Kur’ân’ın bir ayetinde de ifade edildiği gibi- bütün kalbimizle ve sınırsız bir muhabbetle ona yönelerek –hâşâ ve kellâ- Allah’ı (cc) sevme ölçüsünde bir alaka ifratına da girmemeliyiz.
Allah (cc), nazarında bu, bir nevi şirk sayılabilir. Evet, doğrudan doğruya evlat sevgisine inhimak edip Allah'ı (cc) unutmanın bir şirk olduğu şüphesizdir. Ayrıca, bir yönüyle çocuğa karşı sizi böyle hesapsız hareketlere sevk edecek derecede bir sevgi de zararlıdır. İşte Allah (cc) nezdinde memnû’ olan sevgi de bu olsa gerek. Allah'a (cc) karşı göstereceğiniz muhabbeti, herhangi bir fâniye tevcih ettiğinizde o sevgi bazen gayretullaha dokunabilir.
Evet şu hususlardan ötürü sevgide i’tidal çok önemlidir.
1. Gönüllerin sultanı Allah’tır (cc). Gönülde O’nun muhabbetinin yerini hiçbir muhabbet almamalıdır.
2. Kat’iyen bilmeliyiz ki, bu yavru, Allah’ın (cc) bize bir emanetidir. Bizim o yavruya duyduğumuz sevgi ve alaka, o emanetin bakım ve görümü için verilmiş bir avans ve bir teşvik primidir. Evet, sizin o yavruya karşı sevginiz, sadece Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın (cc) bir hediyesidir ve Allah'ın (cc) size tevdi ettiği o emanete kusursuz bakmanız için verilmiştir.
-
Cevap: çekirdekten çınara
f. Güzel Örnek Olma
Yetiştirme durumunda olduğumuz çocuklarımıza karşı duygularımız, düşüncelerimiz, sözlerimiz, kalbî hayatımız, davranışlarımız hep örnek olma hedefine bağlanmalıdır. Evet onların mükemmel şekilde yetişmesini istiyorsak, bu hususa fevkalade dikkat etmek zorundayız. Mesela, onların namaz kılmalarını arzu ediyorsak, namazı gözlerinin önünde kemal-i ihtimam ile eda etmeli, Allah’a karşı edebin sınırları konusunda tavrımızı ortaya koymalıyız. Hep doğru söylemeli ve yalandan uzak olmalıyız. Onların uygunsuz söz söylemelerini arzu etmiyorsak, o evin içinde, uygunsuz hiçbir söz söylenmemeli ve onların hafıza lûgatlarına uygunsuz kelimeler katiyen yazılmamalıdır. Aziz olmalarını, namuslu yaşamalarını, ırzımız kadar başkalarının ırzına, namusuna karşı hassas olmalarını düşünüyorsak, aynı vaziyetin o evin içinde yaşanmasını sağlamalı ve bu işin ilk kahramanları biz olmalıyız.
Kur’ân-ı Kerim okumalarını, Kur’ân’ın hakikatlerine aşina olmalarını istiyorsak, o evin içinde sabah akşam, hem de onların duyacağı şekilde Kur’ân müzakere etmeli, Kur’ân’ın o mualla mevkiine ihtiram göstermeliyiz ki, onları çelişkiye itmeyelim.
Binaenaleyh söz, duygu, kalbî heyecanlar ve davranışlar evde en müessir talim esaslarıdırlar ve mutlaka değerlendirilmelidirler. Yoksa meseleyi sadece, başkasına havale ederek “şuna bir şeyler anlatın” demeye bağlarsanız çocuğa hiçbir şey anlatamazsınız.
-
Cevap: çekirdekten çınara
g. Çocuklara Kadirşinaslık Hissi ve Allah (cc) Sevgisi Kazandırma
Bilindiği üzere çocuk, ilkokul devresine, belki onu da aşacak daha ileri ve seviyeye kadar ibadet ü taatle mükellef değildir. Binaenaleyh, o, bu dönemde namazında, orucunda ve sair dinî vecibelerinde yaptığı kusurlardan ötürü tedip edilmez; edilmemeli ve hele asla itap görmemelisidir.
Ancak, şu da bilinmelidir ki, henüz mükellef olmadığı bu devrede, ona anlattığımız şeylerin hiç birisi, ömür boyu onun hatırından, kafasından, kalbinden çıkmayacaktır. Onlara karşı kadirşinaslığımız da bu ölçüde pekiştirilmesi gereken bir husustur. Evet, çocuklarımızın kadirşinas olmalarına dikkat etmemiz çok önemlidir. Onlar, kendilerine gelen ihsanları bilmeli, nimet karşısında Allah'a (cc) da insanlara da mutlaka teşekkür etmelidirler. Kadirşinaslık hissi, sonraları daha da derinleşerek Allah’ın (cc) nimetleri karşısında onu, hep hamd ü sena eden biri ve insanlardan gördüğü iyilikler karşısında da tam bir kadirşinas haline getirecektir. Evet, çocuklarımızda iyilik etme ve iyilik bilme duygularını geliştirerek onları birer sarraf gibi cevâhir kadrini bilir hale getirip Mabud-u Mutlak’ı bütün cemâlî ve celâlî tecellileriyle kafalarına yerleştirme mecburiyetindeyiz. Nihayet o, yer yer Allah (cc) büyüktür dediği gibi, insanların ihsanları karşısında da kadirşinas davranacaktır. Hatta zamanla kadirşinaslık, onun karakteri haline gelecektir ve böylece her nimet karşısında içinden gelerek “teşekkür ederim” diyebilecektir.
Bu konuyla alakalı diğer bir husus da, çocuğumuza, nimetleriyle bizi perverde eden Allah (cc) şefkatinin,
Rahmâniyetinin ve Rahîmiyetinin anlatılmasıdır. Allah’ın (cc) bizi bizi nasıl beslediğini, baktığını, büyüttüğünün, bize nasıl sevgi verdiğini anlatacak ve “O (cc) çok şefkatlidir, bizi korur, bütün belalardan muhafaza, himaye ve vikaye eder” diyerek çocuklarda O’na karşı güven, itimat ve sevgi hissini coşturmalıyız. Hatta en küçük yavruların, dahası haşeratın, Allah’ın (cc) şefkatiyle, re’fetiyle, rahmetiyle beslendiğini uygun bir dille ona anlatarak Rabbiyle münasebetini sağlama bağlamalıyız.
Böylece, o çocuğun zihninde, bütünüyle kâinatlar Rahmân ve Râhim isimlerini tilavet eden varlıklar halinde tecessüm etmeye başlayacaktır ki, o evin içindeki bütün nimetlerin bir sahibi olduğu duyulup hissedilecek o nimetlere karşı onların o inkişaf etme vetiresindeki vicdanları şükür tezgahı gibi işleyecektir.
Ancak, bütün hu hususlarda ona, yaşına göre hitap edilmelidir, mesela: “O vermezse nar ağacı nar vermez. O sahip olmasa hayvanların memelerinden süt akmaz. O’nun rahmeti olmasa gökten bir damla yağmur düşmez. O merhamet etmezse yerde bir not bitmez. O istemezse biz konuşmayız. O gördürmezse biz göremeyiz. O duyurmazsa biz duyamayız. O çalıştırmazsa ağzımız ıslanmaz, midemiz çalışmaz, böbrekler iş görmez.. evet bütün bunların sahibi O’dur evlâdım.. biz yapmadık bunları, her şey O’ndandır ve O’nun gözetimindedir. Öyleyse evlâdım, bu nimetleri bize veren, bunları böyle hazırlayan Allah'a (cc) karşı içimiz sevgiyle dolup taşarsa, O da bunları artıracaktır. Ama eğer nankörlük edersek, O da nimetlerini ya kesecek, ya da onlardan istifade etme imkanını elimizden alacaktır” [32] (Bkz: İbrahim, 14/7). diyecek, sürekli rehabilitasyonda bulunacağız.
Evet, bütün bunları hem davranışlarımızla, hem sözlerimizle, hem bakışlarımızla, hem de bütün heyecanlarımızla, bir hatip gibi ona duyurmaya çalışacağız.
-
Cevap: çekirdekten çınara
h. Lisân-ı Hâl ile anlatma
Terbiye ve ta’lim adına yapılan işlerin en tesirlisi davranışlarla ifade edilenidir. Evde hayatı uygunca tanzim etmen, çocuklara bir fikir verme bakamından önemi münakaşa edilmeyecek kadar büyüktür.
Bir teheccüd namazını –mümkünse- onun uyanık olduğu saate rast getirme, sadece Mevlâ-yı Müteal’in sizi gördüğü o karanlıkta, tıpkı Rasulü Ekrem (sav) gibi “tekallübat” sizi sarıp da kıvrım kıvrım kıvranırken, çocuğunuzun mütecessis nazarlarının şuuraltı sermaye açısından ne ilhamlara erdiğini kestiremezsiniz. O, “Niçin o inkisar, neden o ağlama, neden o kalb burkuntusu?” diyecek; şayet bunları sesli düşünecek olursa, siz de ona Allah’ın huzuruna çıkıp da nimetlerinden mahrum kalacağınız, azabına dûçâr olacağınız endişesini taşıdığınızı anlatacaksınız. Hem sevgi ve ümit dolu bakışlarınızla hem de endişeli halinizle Allah’a karşı saygınızı onun ruhuna duyuracak ve hep onun gözetiminde olduğumuzu vurgulayacaksınız. Kendinize tanzim ettiğiniz bu hayat şeklini ve şayet var ise iç derinliklerinizi ona hissettirmeye çalışacaksınız. Aksine henüz ruhunuzda yer etmemiş ya da size ait olmayan şeyleri anlatmaya uğraştığınız zaman, ona emniyet telkin edemeyecek ve müessir olamayacaksınız.
Hz. Aişe (ra)’ya, “Rasulü Ekrem (sav)’in ahlâkı neydi?” diye sorulduğunda; “siz kur’ân okumuyor musunuz? O’nun ahlâkı Kur’ân’dı” [33] (Müslim, Müsafirin, 139; İbni Mâce, Ahkam, 14; Müsned, 6/91). buyurmuşlardır.
Bu hadis açısından Rasulü Ekrem'in (sav) durumunu biz şöyle anlıyoruz: Rasulü Ekrem’in (sav) bir hayat tarzı, bir yaşayışı vardı ki, Kur’ân da işte bu kamil insanın yaşayışını bize anlatmaktadır.
Evet, Rasulü Ekrem (sav) Kur’ân’ı bize intikal ettirirken yaşayıp hayat haline getirdiği Kur’ân’ı bize intikal ettiriyordu. Ortada, hayatlaşan bir Kur’ân ve okunan bir hayat vardı. Onun için de, onun kavlen-fiilen anlattıkları tertemiz vicdanlarda, gönüllerde makes buluyor, herkes kabul ediyor, hüsn-ü kabul gösteriyor ve onları yaşamaya çalışıyordu.
Bu itibarla bizim davranışlarımız başka, sözlerimizde başka olmamalıdır. Aslında buna, amelî münafıklık denir. İç-dış farklılığı o çocuğu riyakârlık, mürâilik ve dual bir anlayışa iter, Kurân’ın ifadesiyle, onu bir orada-bir burada “müzebzeb” [34] (Bkz: Nisa, 4/143). hale getirir.
Siz, çocuğa Allah’ın nimetlerini anlattıkça, o da Allah'a (cc) karşı sizinle beraber şükran hissiyle, hamd hissiyle dolacak ve; “O sizin anlattığınız bizi yaratan, insan yapan ve sayısız nimetleriyle nimetlendiren, sıhhat lütfeden, anne-baba veren, her gün değişik nimet sofralarını gönderen; havayı, suyu, toprağı, ağaçları yaratan, yaratıp emrimize veren Allah'a (cc) binlerce hamdolsun” diyecektir.
Hele bir de yer yer bunları telkin eder, o evdeki konuşmaları, muhavereleri bu yörüngede götürürseniz her şey bir başka güzelliğe ulaşır. Çocuğa karşı çok şefkatli olmanın ayrı bir yeri vardır terbiyede. Allah Rasulü (sav), yanında hususi hizmetini gören kimselere o kadar şefkatli davranırdı ki, ona nispeten anne ve babanın alakası sönük kalırdı.
Enes b. Malik (ra) naklediyor: “Hz. Peygamber’e (sav) on sene hizmet ettim; yapmadığım her şeyden ötürü ‘niçin yapmadım?’, yaptığım bir işten ötürü de ‘neden yaptın?’ dediğini hatırlamıyorum. Bana hiç itapta bulunmadı.” [35] (Buhari, Edeb, 39; Müslim, Fedâil, 13; Tirmizi, Birr, 69). Evet o ağyara bile böyle şefkatli davranıyor ve anne-baba üstü muamelede bulunuyordu. Kendi torunlarına, evlatlarına ise o kadar refik, o kadar şefik, o kadar ince kalbliydi ki, ancak yine O bu kadar aşkın olabilirdi.