-
Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
RİYÂZET
Hayatın disipline edilmesi; yeyip-içme ve yatıp-kalkmanın hamd ü şükür gayeli ve ihtiyaç ölçüleriyle mukayyet hâle getirilerek dengelenmesi şeklinde yorumlayacağımız riyâzet; so*fîye ıstılahında, nefsin terbiyesi ve ahlâkın tehzibi mânâlarında kulla*nılmış, yemek-içmek-uyumak dahil, nefsin arzu ettiği şeylere kar*şı kesin tavır belirleyerek cismanî istekleri gemleme yolu kabul edilmiştir.
Zühd ü takvâ ve kurb u mükâşefe maksadıyla, dünyanın be*den-i hayvânîye bakan zevklerinden kaçınma ve nefsin bâlâ*pervâzâne arzu ve “dayatma”larına karşı, kalbî ve ruhî ha*yat at*mosferine sığınarak, vicdanî ve iradî melekeleri harekete geçirip sürekli Allah yolunda olabilme de riyâzetin bir diğer yo*rumu.
Tasavvufta belli işaret kristalleri sayılan “hâl” ve “makam” rızâ ve muhabbet yörüngeli Hak yolculuğunda, riyazâtla ulaşılan ve duyulan bir kısım ukbâ buudlu televvünlere ve televvün*ler ötesi, tariflere sığmayan zevk-i ruhânî havuzlarıdır. Bu havuzlara ulaşabilme ve onlarda ruhun muhabbet ve rızâ ka*natlı ferah-fezâ dünyasını duyma, yaşama hep riyâzetin kolları ara*sında, nefsin terbiyesi ve ruhun tehzibi vadilerinde gerçek*leşir.
Riyâzet insanı, aynı zamanda bir sadâkat eridir. O hem Hak’la muâmelesinde hem de halkla münasebetlerinde hep ve*fâ ve sadâkat peşindedir. Zaten, insanın, dünyevî eğilimler*den ve cismanî temayüllerden sıyrılarak, kendini Cenâb-ı Hakk’a adayıp, hakikat eri olmayı hedeflemesi mânâsına gelen riyâzetin gayesi de, nefsin terbiye edilip insanlığa yükseltilmesi, Allah sevgisinin, insânî duygu, düşünce ve davranışların kay*nağı hâline getirilmesi; yani hep Allah için düşünülmesi, Allah için konuşul*ması, Allah için muhabbet duyulması “lillah, livechillah, lieclil*lâh” dairesi içinde kalınarak, her zaman Hakk’ın soluklanmasından ibaret sayılmıştır.
Bazılarına göre riyâzet, nefsin horlanıp hakir görülmesi şek*linde de yorumlanmıştır ki, bunu fenalıktan başka bir şey düşünmeyen “nefs-i emmâre”ye veya hodgâmlık cihetiyle insanın kendi kendini sıfırlayıp enâniyetten tecerrüdüne ya da şahsî ar*zuları itibarıyla “Ölmeden evvel ölünüz!” teklifine bir cevap sa*yılabilecek mahiyetteki bedenî istekleriyle ölme mânâsına ham*letmek mümkündür. Bu itibarla da buna, “terbiye-i nefs” de*ğil de “riyâzet-i nefs” demek daha uygun olur ki; tıpkı toprak gibi nefsin de didik didik edilip sürülmesi, bağrına iyi ve güzel şey*lerin nüvelerinin saçılması, üzerine, varlığın esas unsurları sayı*lan su, hava ve ateşin salınması suretiyle yoğrulması, yumuşatılması ve güllere, çiçeklere kâselik yapabilecek kıvama geti*rilmesi demektir ki:
خَاك شُو خَاك تَا بَروُيد گُل كه بَجُز خَاك نِيست كهِ مَظهَرِ گُل
“Toprak ol toprak ki, gül bitsin; zira topraktan başkası gü*lün mazharı değildir..” sözleri de zannediyorum bu terbiye ve tekâmülü, bu mahviyet ve tevâzuu anlatmaktadır.
Ayrıca, tasavvuf düşüncesinde, nefsi, kendi boşluklarından, kendi zaaflarından uzaklaştırarak ona ikinci bir tabiat kazandırma mânâsına “riyazâtü’l-edeb”; sülûkte, murâdın çok iyi be*lir*lenip tek hedef hâline getirilmesi mânâsına “riyazâtü’t-taleb” şeklinde ikili bir yaklaşım da söz konusu olmuştur ama, bunları da yine, nefsin terbiyesi ve ahlâkın tehzibi mânâlarına ircâ ede*rek yorumlayabiliriz. Lücce sahibinin:
حِكمَتْ اَندَر رَنج تَن تَهذِيبِ عَقل و جَان اَست
“Teni incitmedeki hikmet akl ü cânın tehzibidir.” şeklindeki sözleri de bu mülâhazayı teyîd eder mahiyettedir.
Riyâzet mevzuunda, riyâzet erbabınca, farklı şöyle bir tak*sime de gidilmiştir:
a- Mübtedîlerin riyazâtı ki; ilim ile ahlâkın, ihlâs ile amelin tehzib edilip, tam bir hakşinaslıkla Hakk’ın da, halkın da hukukuna riayetten ibaret görülmüştür.
b- Yolun sonuna yaklaşmışların riyazâtı ki, iç dünyası itiba*rıyla sâlikin, bütün bütün ağyardan tecerrüd edip, derûnundaki nokta-i istinad ve nokta-i istimdadın sesini alarak, sürekli vicdan ibresinin gösterdiği istikameti takip etmesi.. dahası onun yol mülâhazası ve yolculuk televvünatını tamamen unutması şek*linde yorumlanmıştır.
c- Müntehîlerin riyazâtı ki, hâl ve zevk itibarıyla şâhid ve meşhûd ikiliğinden kurtularak cem’u’l-cem –ileride üzerinde du*rulacak– mertebesine yürünmesinin yani kalbin derinliklerinde esmâ ve sıfâtın vahdetini duyarak Mün’im’i aynen Müntakim, Kâbız’ı tıpkı Bâsıt, Mâni’i de Mu’tî gibi görüp zevketmek, farklı ve birbirine zıt gibi görünen esmâ-i İlâhî, sıfât-ı Sübhânî ve on*ların bütün eserlerini denge ve uyum televvünüyle bir tek şey gibi duyup hazzetmenin ünvanı saymışlardır.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
HÜRRİYET
Meşru her isteğin, herhangi bir engelle karşılaşmadan ger*çekleştirilmesi.. veya herhangi bir baskı, mahkûmiyet, boyundu*ruk altında bulunmama hâli.. ya da seçme, seçilme ve hareket serbestisi şeklinde yorumlanan hürriyet, ister düşünce tarihi, is*ter hukuk açısından üzerinde en çok yazı yazılan ve söz söyle*nen bir mefhum.
İnsanın temel hakları kabul edilip üzerinde durulan hürri*yetler; şahsî haklar, siyasî haklar, umumî haklar kategorileri ve bunların teferruâtı sayılan, inanma, ibadet etme, barınma, ça*lışma, mülk edinme, düşünme, düşünülen şeyleri ifade etme hürriyetlerinden, seçme, seçilme, danışma, denetleme, vazife ver*me, vazifeden alma, aday olma hürriyetlerine kadar pek çok çeşitleriyle Kalbin Zümrüt Tepeleri’ne, doğrudan doğruya mevzû teşkil etmeseler de, her zaman insanoğlunun en önemli meseleleri olarak kabul edilegelmiştir.
Hürriyet; insan vicdanının önemli bir rüknü sayılan irade*nin en esaslı rengi, en ehemmiyetli fakültesi ve en hayatî bir buudu olarak Allah’ın insanoğluna en müstesna ihsanlarından bi*ridir. Bu büyük ve müstesna ihsan, İslâm literatürlerinde, fer*din kendi haklarına sahip olması şeklinde tarif edilmiştir ki; vu*zûhu biraz da aksinin kavranılmasına bağlıdır. Bunun aksi ise, ferdin haklarına başkasının sahip olmasıdır ki, bu da düpedüz kölelik demektir. İnsana bu hakları, hususî bir çerçevede bahşe*den Allah’tır. Bu itibarla da insanın, bu hakları değiştirmeye, tebdil etmeye, satmaya hakkı yoktur. Hürriyetle alâkalı bu gü*nahlar*dan birini işleyen insan, insanlığının bir bölümünü yitir*miş sayı*lacağı gibi, Allah indinde de ciddî bir sorumluluk altına girmiş sayılır. Zira, böyle bir anlayış ve davranış her şeyden ev*vel insâ*nî değerlere karşı saygısızlık demektir. Böyle bir saygısız*lığı irtikâp edenin, kendi varlığının şuurunda olduğu söylene*mez; ken*dini idrak edememiş birinin de, gerçek, muhabbet ve Hakk’a kulluktan nasibi yoktur.
Hulâsa olarak diyebiliriz ki, Allah’ı tanımayan haknâşinas*ların, insânî haklara sahip olma mânâsında, hür olduklarından bahsedilemeyeceği gibi, Allah’tan başkasına kul olma düşünce*sinden sıyrılamamış kimselerin de hürriyetlerin*den söz etmek mümkün değildir.
Ancak bütün bunlar, Kalbin Zümrüt Tepeleri’ne esas teşkil eden hürriyet için birer mebâdî mahiyetindedir ve “maksûdun bizzat” sayılmazlar.
Tasavvufta hürriyet; insanın Allah’tan gayri hiçbir şey ve hiç*bir kimsenin boyunduruğu altına girmemesi, hiçbir şeye ser*fürû etmemesi mânâsına hamledilmiştir ki, riyâzetin en önemli meyvelerinden biri sayılır.. ve kalbin Hakk’ı gösteren bir mir’ât-ı mücellâ hâline gelmesinin de en açık emaresidir. Bin ri*yâzet ve*ya inâyetle bu noktaya ulaşmış hak yolcusu, kalben, topyekün varlık ve eşya ile alâkasını keser; hürriyet semâlarında pervâz eden hulyaları, hürriyet iştiyakıyla şahlanan gönlü, hür*riyet mı*rıldanan duyguları ve egosunu saran kayıtları bir bir kırmış ben*liğiyle, biricik mihrabına yönelir ve Hz. Hâris felsefe*siyle, düşün*ce dantelasını ötelere ait atkılar üzerinde örgüler du*rur.
Evet, gerçek hürriyet ancak, insanın dünyevî endişelerden, mal-menal gibi gâilelerden kalben sıyrılıp, âlem-i halka ait bü*tün husûsiyetleri ve âlem-i emre ait bütün derinlikleriyle Hakk’a yönelmesi sayesinde gerçekleşebilir. Büyükler bu düşünceyi ifa*de için:
بَند بَكُسِل بَاشُ آزاد اَى بُسَر چَند بَاشِي بَندِ سِيمُ و بَندِزَر
“Evlat, kölelik bağını çöz ve azat ol; daha ne kadar zaman al*tın ve gümüşün esiri olarak kalacaksın?” demişlerdir ki, Hz. Cüneyd’in hürriyeti kendisine soranlara: “Cenâb-ı Hakk’a bağ*lı*lıktan başka bütün kayıtlardan kurtulduğun zaman gerçek hürriyeti tatmış olursun.” şeklindeki cevabı da aynı gerçeğin bir başka şekildeki ifadesinden ibarettir.
Evet, eğer hürriyet, Cenâb-ı Hakk’a hâlisâne kullukla meb*sûten mütenâsip (doğru orantılı) ise –ki öyledir– hayatlarını baş*kalarının gölgelerinde geçirenlerin hür olduklarını söylemek ol*dukça zor, hatta imkânsızdır. Konu ile alâkalı, bir hak dostu şöy*le der:
كُوسِ نَاموس أرزَنِي اَزْ چَرخ اَنجُم بَر گُزَار
چُون دَفِ رُسوَاييست اينْ پُر جَلاَ جِل چَنبَراست
“Eğer nâmus davulunu çalmak istersen, yıldızlar çarkından geç; zira zillerle dolu bu çember bir rüsvaylık defidir.”
Hakikî hürriyet kemal-i ubûdiyetin lâzımıdır; bu iki şeyi eş anlamlı bile kabul edebiliriz. Bu itibarla, denebilir ki insan, Allah’a kulluğu ölçüsünde hürdür. Kulluktan nasipsiz olanlar hür olamayacakları gibi, gerçek insânî değerleri kavramaları da mümkün değildir. Zira bunlar, hiçbir zaman beden ve cismâni*yetin girdaplarından kurtulamaz, kalbin, ruhun hayat uf*kuna ulaşamaz ve özlerini kendine has derinlikleriyle duyamaz*lar.
Hayatını, hep bedenî mülâhazalar ağında geçiren, mazhar olduğu nimetler karşısında iki büklüm olacağına küstahlaşan, üzerindeki ilâhî mevhibeleri bozbulanık hırslarla yaşayan, ka*zandığında şımarıklaşan, kaybettiğinde inkisardan inkisara dü*şen ve elindeki imkânları yitireceği endişesiyle tirtir titreyen bir talihsiz, cihanlara sultan olsa da hür değildir.
Evet, kalb, değişik matluplara, mahbuplara, maksûdlara dil*beste olduğu sürece kat’iyen hür olamaz. Değişik mülâhaza*larla sürekli başkalarına bedel ödeyen birisi nasıl hür olabilir ki.! Rica ederim, ömrünü bir kısım dünyevî çıkarlar ve cismanî hazlar karşılığında şuna-buna ipotek etmiş birinin hür olmasına imkân var mı?.
Allah’ın bir insanı, kesrete müptelâ edip, onun kalbini fâ*niyât u zâilât arenası hâline getirmesi ve onu hep cismâniyetin girdaplarında dolaştırması böyle bir talihsiz için en büyük “mekr-i ilâhî” olmasına karşılık, bir diğerinin, bâtınını, dünya*nın; nefis ve hevesâtımıza bakan yanlarına karşı kapaması; di*ğer bir ifadeyle, kalbi dünyadan, dünyayı da kalbten uzaklaştırması en büyük bir ihsân-ı ilâhîdir. Bu ise insanı gerçek hürriyete taşıyan bir mânevî köprüdür.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
ÎSÂR
İnsanın, başkalarını kendisine tercih etmesi mânâsına gelen îsâr; ahlâkçılara göre, toplumun menfaat ve çıkarlarını şahsî çı*karlarından önce düşünmek.. tasavvuf erbabınca ise, en hâli*sâne bir tefânî düşüncesiyle topyekün şahsiliklere karşı bütün bütün kapanıp, yaşama zevkleri yerine yaşatma hazlarıyla var olmanın unvanı kabul edilegelmiştir.
Îsârın tam karşıtı “şuhh”tan doğan cimrilik ve şahsî çıkar duygusudur ki, Hak’tan, halktan ve Cennet’ten uzak kalmanın âmili sayılmıştır. Evet, “şuhh”tan “buhl” diyeceğimiz cimrilik; “îsâr” ruhundan da “cûd”, “sehâ” ve “ihsan” sözcükleriyle ifade edeceğimiz cömertlik, semâhat ve civanmertlik doğmuştur. Cûd: ferd-i mü’minin, gönlünde herhangi bir rahatsızlık duy*madan, sahip olduğu şeylerin, hiç olmazsa bir kısmını infak etme*sinin ve başkaları için o kadar var olabilmesinin adıdır.
Sehâ; müminin, infakı ve başkalarını düşünmeyi önde gö*türmesi ve kendi mutluluğu içinde, hatta onun da önünde onla*rın mutluluğunu düşünebilmesi, ihsan ise; onun, ihtiyacı olduğu hâlde başkalarını kendine tercih edebilmesidir ki:
وَلاَ يَجدُونَ فِي صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِمَّا أُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلى أَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بهِمْ خَصَاصَةٌ
“Onlar, mü’minlere verilen şeylerden nefislerinde herhangi bir kaygı duymaz ve muhtaç olsalar bile onları kendilerine tercih ederler.” âyetiyle işaret edilmek istenen îsâr zirvesi de işte bu*dur. Biz, buna, o has ve enfes tarifiyle ihsan da diyebiliriz.
Îsârın gayri ihtiyarî olanına “esere” denir ki, ortada çiğne*nen bir hak söz konusu değilse sabır vâridatından öte bir mezi*yeti yoktur ve kat’iyen îsâr seviyesinde de değildir.
Yukarıda yarım yamalak karşılıklarıyla aktarmaya çalıştığı*mız cûd ve sehâ, aynı zamanda seviye ve derece farkını da ifa*de etmek üzere şöyle sıralanabilir:
1- Hak yolunda ve O’ndan ötürü iman ve ehl-i iman uğ*runda candan geçilmesidir ki, civanmertliğin zirvesi sayılır.
2- Riyâset ve makam mevzuunda her türlü fedakârlıkta bu*lunmadır ki, birincisine nisbeten bir kadem daha geri kabul edilmiştir.
3- Maddî refah ve mutlulukta başkalarını düşünme ki, ön*cekilere göre oldukça ucuz bir kahramanlıktır.
4- Bedel ve karşılık beklentisine girmeden ilim ve fikir bez*linde bulunmak ki diğerleri kadar ağır olmasa gerek.
5- Sa’yin semeresini infak ki, zekât ve sadaka gibi sorumlu*luklarımız bu cümleden sayılabilir.
6- Güler yüz, tatlı dil ve değişik hayırlara vesile olma ki, he*men herkesin muvaffak olabileceği bir hayır türüdür.
Bunlardan birincisi, cûd ve sehânın zirvesi, îsârın da esaslı bir derinliğidir ki, ona muvaffak olmak her babayiğidin kârı de*ğildir. Bu babayiğitliği Baharistan sahibi şöyle seslendirir:
بَسِيم و زَر جَوَانمَردِي تَوَان كَرد خُوش آنكَس که جَوَانمَردِي بَجَان كَرد
“Gümüş ve altınla cömertlikte bulunmak kolaydır; hoştur o kimse ki, canıyla cömertlik eder.”
İnsanların temsil durumları itibarıyla îsâr da kendi içinde de*rece derecedir:
1- Başkalarını yedirip içirip kendisinin aç ve susuz durması ve başkalarını görüp-gözettiği hâlde kendisini yer yer ihmal etmesi ki, herhangi bir kul hakkını çiğnememe kaydıyla ebrâr ah*lâ*kındandır ve insanı evc-i kemalât-ı insaniyeye çıkarır.
2- Herkese ve her şeye rağmen, Allah’ın ona olan bütün ih*sanlarını, sadece ve sadece O’nun rızâsını düşünerek bezlet*mektir; bezlettikten sonra da düşünmemektir ki mukarrabînin tavrıdır. Bu tavrın temsilcilerinde verme hazzı bir*kaç kadem daha alma sevincinin önündedir.
3- “Îsâr-u îsârillah” sözleriyle ifade edilen hâldir ki; apaçık hususî mazhariyetlere bile birer mahmil bularak, ücret ve huzû*zât vaktinde bütün mevhibeleri nisyâna gömüp, sadece ve sadece O’nu duyup, O’nun varlığının ziyâsının gölgesi oldu*ğunu hissetmektir ki, “Akrabü’l-Mukarrabîn”in yoludur. Bu mânâda, Hz. Şeref-i Nev-i İnsan ve Ferîd-i Kevn-i Zaman bir îsâr kahra*manıdır; O kahramanın mîrâcı da bu engin arayış sayesinde O’nu aranan biri hâline getirmenin serencamesidir.. O’nun gök*ler ötesi âlemlerden, dönüp insanlar arasına inmesi hiç kimseye nasip olmayan bir “îsâr” derecesi ise, ümmeti adına Cennet’ten çıkıp cehennemlere gözyaşı salması, salıp bü*tün insanları dile*mesi de hiç kimsenin tasavvur bile edemeye*ceği bir başka îsâr derinliğidir.
اَللهُمَّ اجْعَلْنَا بـجَاهِ نَبيِّكَ الْمُصْطَفى مِنَ الَّذينَ {لاَ يَجدُونَ في صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِمَّا أُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلى أَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بهِمْ خَصَاصَةٌ} وَصَلِّ اللهُمَّ عَلى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلى الِهِ وَصَحْبه وَسَلِّمْ.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
EDEP
Akıllılık, usluluk, hâl, tavır ve davranış güzelliği veya insan*lara iyi muamelede bulunma mânâlarına gelen edep; sofîlerce “edeb-i şeriat”, “edeb-i hizmet”, “edeb-i Hak” ünvanları altında yanlışlıklardan korunma ve yanlışlığa sürükleyen sebep ve sâik*leri bilmekten ibaret sayılmıştır. Edeb-i şeriat: Dinin usûlünü bi*lip uygulamak; edeb-i hizmet: Cehd ü gayret ve hizmette her zaman birkaç kadem önde; ücret, takdir ve bilinmede birkaç ka*dem geride bulunmak; ayrıca, esbaba tevessülde kusur etme*me*nin yanında bütün iyilik ve güzellikleri Allah’tan bilmek; edeb-i Hak da: Hakk’a yakınlığı temkinle bezeyip, şatahat ve lâu*bâliliğe girmemekten ibarettir.
Bir diğer yaklaşım da, “edeb-i şeriat”, “edeb-i tarikat”, “edeb-i mârifet” ve “edeb-i hakikat” şeklindedir ki; birincisi: Al*lah Rasûlü’nün, hususî, umumî, kavlî, fiilî, hâlî ve takrîrî bütün sünnetlerini hayata geçirip yaşamak; ikincisi: Mürşid ve muallime karşı tam teslimiyet, tam muhabbet, ölesiye hizmet, soh*bete devam ve kalbinde itiraza yer vermemek; üçüncüsü: Ya*kınlık ve temkin dengesini, havf ve recâ muvâzenesini, lutuflara mazhariyet ve acz u fakr mülâhazasını muhafaza etmek; dör*dün*cüsü: Cenâb-ı Hakk’a tahsîs-i nazarla beklentilere girme*mek, endişelere düşmemek ve gönül gözlerini ağyar hayâlinden bile korumak şeklinde yorumlamışlardır.
Aslında, bir bakıma tasavvuf da “edep” demektir.. her “va*kit”, her “hâl” ve her “makam”ın hususî edebiyle bir edep.
Ne var ki, bu edeplerden her biri, insanın iç âleminde ger*çekleştirebildiği ölçüde, onun ahlâk, tavır ve davranışlarında da kalıcı olabilir; yoksa, vicdanın enginlikleri ve duyguların derin*likleriyle bütünleşememiş bir edebin devam ve temâdisi söz ko*nusu olmadığı gibi, insanı, iç âlemine göre değerlendiren Allah nezdinde de bunlar, hiçbir kıymeti hâiz değildirler. O rengin ve zengin ifadeleriyle hem edebi hem de edebin bu farklı yanlarını Hz. Mevlânâ ne hoş ifade eder:
پيش اَهلِ دِل اَدَب بَر بَاطِنَست زَانكِه اِيشَان بَر سَرَائِر فَاطِن اَست
پيش اَهلِ تَن ادَب بَر ظَاهِرَست كِه خُدَا زِ ايشَان نَهانرَا سَاترست
اَز خُدَا جُويِيم تَوفـيـق ادَب بِى ادَب مَحرُوم گَشت اَز لُطفِ رَب
“Gönül erbabınca edep bâtınîdir; zira onlar, sırlara açık ve muttalîdirler. Beden insanı olan ehl-i ten nezdinde ise edep zâhirîdir; çünkü Cenâb-ı Hakk onlardan bâtınî olan şeyleri gizle*miş*tir. Biz, her zaman Allah’tan edebe muvaffak olmayı dile*riz, (zira) edebi olmayan, Cenâb-ı Hakk’ın lutfundan mah*rumdur.”
Ebû Nasr Tûsî’ye göre edep, şu üç maddede hulâsa edi*lebi*lir:
1- Söz üstadları ve sözde süs arayanların edebi ki, gönlün sesi ve soluğu olmaması itibarıyla tasavvufçularca “kîl u kâl” sayılmıştır.
2- Din-i Mübîn-i İslâm’ı, kalbî ve ruhî hayat seviyesinde tem*sil edenlerin edebi ki, nefsin riyazâtla, duyguların muhabbet ve mehâfetle yoğrulması ve kılı kırk yararcasına şer’î hudutlara riayetten ibaret olan şer’î edep.
3- Sürekli muhâsebe ve murâkabe ile, “tecellîgâh-ı ilâhî” olan kalbi pâk tutanların edebi ki, hayâllerine bile, huzurun edebine muhalif herhangi bir hâlin târî olmaması şeklinde yo*rumlanmıştır.
Hakikat erleri, her mânâdaki edebe fevkalâde önem vermiş ve onu insan ruhuyla bütünleştirme istikametinde her türlü takdirin üstünde bir cehd göstermiş, bu konuda dünya kadar söz söylemiş ve bu sözleri en hâlisâne duygularla temsil etmeye ça*lışmışlardır.
İşte o altın sözlerin mîrî olanlarından biri:
لِكُلِّ شَيْءٍ زِينَةٌ فِي الْوَرَى وَزِيـنَـةُ الْـمَـرْءِ تَـمَـامُ الأدَبِ
قَـدْ يَـشْـرُفُ الْـمَرْءُ بِـآدَابِـهِ فِـينَا وَإِنْ كَانَ وَضِيعَ النَّسَبِ
“İnsanlar arasında her şeyin bir süs ve zînet yanı vardır; in*sanoğlunun zîneti ise, edebindeki tamâmiyettedir. İnsan vardır ki o, nesebiyle göz doldurmasa bile, âdâbıyla mazhar-ı şereftir.”
Ve işte Divân-ı Ali’den, halk üslûbuyla söylenmiş bir başka cevher:
لَيْسَ الْبَلِيَّةُ فِي أَيَّامِنَا عَجَبْ بَلِ السَّلاَمَةُ فِيهَا أَعْجَبُ الأعْجَبْ
لَيْسَ الْجَمَالُ بِأَثوَابٍ تُزَيِّنُهَا إِنَّ الْـجَمَالَ جَمَالُ الْعِلْمِ وَالأدَبْ
“Şimdilerde belâ şâyân-ı taaccüp değildir; asıl insanı şaş*kın*lığa sevkeden şey bunca belâlar içinde sâlim kalabilmek*tir. Güzellik, giyilen elbisenin insana kazandırdığı güzellik değil*dir; hakikî güzellik, ilim ve edep güzelliğidir.”
Avârif’te de, edeple alâkalı şu ürperten tespit yer almakta: “İman tevhidi gerektirir; tevhidi olmayanın imanı da yoktur. Tevhid dinî esasların hayata geçirilmesini iktiza eder, dinî hayatı olmayanın tevhidi olduğu da söylenemez. Dinin hayata hayat olması edebi zarûri kılar, edebi olmayanın müteşerrî olabileceğini düşünmek bir tenâkuzdur.” Nasıl olmasın ki:
أَنبِيَا چُون بَا ادَب رَفتَند رَاه هَر يكي شُد خَاصّ دَرگاهِ إله
“Zira nebîler, katettikleri yolu edeple katettiler. Katetti ve her biri Allah dergâhının seçkini hâline geldi.”
Ayrıca edebi, fiilî ve kavlî diye ikiye ayıranlar da olmuştur ki, biz bunlardan fiilî olanının, edebin genel tarifleri içinde üzerinde durmuş ve izah etmeye çalışmıştık. Şimdi bir kere daha hatırlatmak üzere, o konuda söylenmiş bazı değerli sözleri kay*dedip geçelim:
Edepdir kişinin dâim libâsı
Edepsiz kişi üryâna benzer.
.............................
Edep ehl-i ilimden hâlî olmaz
Edepsiz ilim okuyan âlim olmaz
.............................
Edep iledir nizâm-ı âlem
Edep iledir kemal-i âdem
Kavlî edep, düşüncede safvetin, gönülde istikametin, Al*lah’la engin bir münasebetin ifadesi açısından, asırlarca hem medrese, hem de tekyede, hakkında çok şey söylenmiş bir ko*nu*dur.
Vehbî:
Boşboğazlık ile açma deheni, lîk âdâbıyla söyle sözünü!
Eyle evvel sözüne endişe, sonra düşmeyesin teşvişe.!
sözleriyle katılır bu melek-enîs örfaneye.
Bir başkası da:
Edep bir tâc imiş nûr-i Hudâ’dan,
Giy ol tâcı emin ol her belâdan!
ifadeleriyle soluklar edep adına hislerini.
Hz. Mevlânâ’nın:
خَوَاجَه دَريَاب كِه جَان دَر تَن انسَان اَدَبَست...
matlaıyla o uzun ve lâtiflerden lâtif edeble alâkalı manzumesi ise, takdirlerimizi aşacak mahiyettedir:
“Efendi bil ki, insanın tenindeki cân edepdir. İnsanoğlunun göz ve kalb nûru edepdir. Âdem bir ulvî âlemdendir, süflîden de*ğil; bu dönen kümbetin hem dönmesi hem de revnak ve zî*neti edepdir. Şeytanın başına ayağını koymak istersen, gö*zü*nü iyi aç, şeytanın canını çıkaran edepdir! İnsanoğlu eğer edepden yoksun ise, o insan değildir; zira insanoğlu ile hayvan arasındaki fark edepdir. Aç gözlerini bak, Allah kelâmı olan Kur’ân âyet âyet edepdir. Akıldan sordum: ‘İman nedir?’ Akıl kalb kulağına ‘iman edepdir’ dedi.”
İslâm’ın, güzel kabul ettiği söz ve davranışlar şeklindeki tari*fiyle, edebin ahlâkla alâkalı olanı ve Hz. Peygamber aleyhissa*lâtü vesselâmın, kavli, fiili ve takrîriyle şekillenen, şe*killenip fık*ha esas teşkil eden kısmı ayrı bir tahlil konusu ve bu çerçevenin dışında kalırlar..
اَللهُمَّ وَفِّقْنَا إِلى مَا تُحِبُّ وَتَرْضى،
وَصَلِّ اللهُمَّ عَلى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَالِهِ وَصَحْبهِ أَجْمَعِينَ.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
İLİM
İnsan duyularıyla elde edilen veya Allah’ın (c.c.) vahiy ve il*ham yoluyla bildirdiği bilgi ki, zaman zaman onun herhangi bir tezahürünü ifade sadedinde: Gerçeğe, vâkıa uygun bilgi veya birşeyi olduğu gibi kavrama mânâlarına da hamledilmiştir. Aynı zamanda, ilim, kesin olsun olmasın, tasavvur veya hüküm ola*rak, mutlak mânâda idrak etme, düşünme ve anlama mânâla*rına da gelir. Hatta çok defa, ilim sözcüğüyle mârifet mânâsını kasdettiğimiz de olur.
İlim bahsinde, hangi konunun bizi daha çok alâkadar ettiği belli olmakla beraber, az dahi olsa, ilim, ilmin sebepleri ve bö*lümleri gibi bir kısım tasavvurî taksimlere temasın yararlı olaca*ğına inanıyorum.
İlim, kendi içinde vasıtalı ve vasıtasız olmak üzere ikiye ay*rı*lır:
a- Her insan ayrı ayrı bir kısım hususiyetlerle yaratılmıştır. Bu hususiyetleri bilmek, değerlendirmek her ferde vasıtasız ola*rak verilmiş bir bilgi mevhibesidir. İnsanın, havasızlık, susuzluk, açlık, tasa, sevinç gibi hususları idrak etmesi.. ve çocukların süt emmesi, kuşların uçması, balıkların yüzmesi, bülbülün yuva ör*mesi, yeni doğmuş yavruların kendileri için tehlikeli sayılan şey*lerden sakınmaları gibi özelliklere veya bu özelliklerle ha*yatları için yapılması lâzım gelen şeyleri anlamaları mânâsına gelen şuur veya idrake vasıtasız ilim diyoruz.
b- Buna karşılık, akıl ve hisler aracılığıyla öğrenilen ilimler de vasıtalı ilimlerdir. Maddî şeylerle alâkalı bilgiler daha çok, görme, işitme, koklama, tatma ve dokunma duyularıyla elde e*dilir. Fizikötesi bilgiler ise, zihin, muhakeme, kalb, sır, hafî, ah*fâ, hatta sâika ve şâhika yollarıyla..
Konuyla alâkalı değişik bir taksim de, ilmin elde edilme yol*ları açısından karşımıza çıkar. İslâm’a göre ilmin sebepleri üç*tür:
1- Göz, kulak, burun, dil ve deriden ibaret olan, bizim “sağ*lam duyu organları” dediğimiz “havâss-ı selîme.”
2- “Haber-i sâdık” sözcüğüyle ifade edeceğimiz doğru ha*ber ki, o da kendi içinde ikiye ayrılır:
a. Yalan üzerinde ittifakları mümkün olmayacak kadar çok sayıdaki bir cemaatin ihbârı mânâsına gelen “mü*tevâtir haber.”
b. Allah tarafından gönderilen peygamberlerin mesajları mânâsına “haber-i rasûl.”
3- İlmin üçüncü sebebi de akıldır. İster düşünülmeden he*men akılla bilinen bedihiyyât kabîlinden olsun, isterse düşünü*lerek ve istidlâl yoluyla ulaşılan bilgiler nev’inden olsun, bu ka*bîl ma’kûlâtın zâhirî sebebi akıldır. Bundan başka ilim, aklî ve naklî olmak üzere ikiye ayrılır.
Bunlardan birincisini şu üç kategoride hulâsa etmek müm*kündür:
1- Sağlık ve eğitim gibi topluma lüzumlu ilimlerdir ki, lü*zumları nisbetinde vâcib veya farz-ı kifâye sayılmışlardır.
2- Din nazarında mezmum olan ilimlerdir ki, sihir, simyâ, re*mil, tılsım ve hokkabazlık gibi mârifetleri bu cümleden saya*bili*riz.
3- Mübah ve îcabında vâcib sayılan ilimlerdir ki, hendese, hesap, kelâm, tıp, fizik, kimya ve tarih gibi ilimler bu kategori i*çinde mütalâa edilirler.
Naklî ilimler de kendi içinde mükâşefe ve muâmele adla*rıyla iki bölümde hulâsa edilmişlerdir. Bunlardan muâmele kıs*mı, fiil ve terkten ibaret olmak üzere dört bölümde ele alın*mıştır:
1- Usûl ki; Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyas’tan ibarettir. Aynı zamanda bunlara “edille-i şer’iyye” de denir.
2- Fürû ki; bunlar da, ibadet, muâmelât, münâkehât ve u*kûbât gibi adlarla kitaplarda yerlerini almışlardır.
3- Mukaddimât ki; lügat, sarf, nahiv, maânî, beyan, bedî gibi ilimlerdir.. ve bunlar, hadis, tefsir, fıkıh ilimlerini sıhhatli an*lama yolunda sadece birer vasıtadırlar.
4- Mütemmimât ki; bu da tamamen Kur’ân ilimleriyle a*lâka*lıdır. Kur’ân’ın lafzıyla alâkalı olan kısmı: Mehâric, tashîh-i huruf, aşere, takrib unvanlarıyla.. mânâsına taalluk eden bö*lüm*ler, tefsir ve te’vil adlarıyla.. ahkâmıyla alâkalı kısımlar da usûl kitaplarının konusu olan, nâsih-mensûh, hâss-âmm, celî-hafî, hakikat-mecaz-kinâye, mücmel-müfesser, muhkem-müte*şâbih gibi isim ve unvanlarla ele alınmış ve işlenmişlerdir.
Naklî ilimlerin mükâşefe kısmına gelince, bu da, ledünnî ve vicdanî namlarıyla iki bölümde mütalâa edilmiştir ki, “Kalbin Zümrüt Tepeleri”ni doğrudan doğruya alâkadar eden de işte bu bölümdür. Bu bölümde ele alınıp işlenen şeyler, bir açıdan müs*takil gibi görünse de, esasen bunlar da yine Kitap ve Sün*net’e dayanmaktadır. Bu temiz kaynaklardan istinbat edilme*yen, Kitap ve Sünnet filtresinden geçmeyen vâridat ve mevhibeler kuş*kuyla karşılanır. Bunların hücciyetleri bir yana, sübjektif bağla*yıcılıklarının olduğu bile söylenemez.
Hz. Cüneyd: “Peygambere uğramayan yollar kapalıdır, ne*ti*ceye ulaştırmaz” veya “Kitap ve Sünnet bilmeyenin arkasın*dan gidilmez!” sözleriyle..
Ebû Hafs: “Her zaman hâl ve davranışlarını Kitap ve Sün*net’e göre değerlendirmeyen ve kendini kontrol etmeyen, bu meydanın erlerinden sayılmaz” beyanıyla..
Ebû Süleyman-ı Dârânî: “Kalbe gelen vâridatı ancak Kitap ve Sünnet gibi iki şâhid-i sadıkla kabul ederim.” tembihiyle..
Ebû Yezîd: “Otuz sene nefsime karşı mücâhedede bulun*dum, ilmî ölçülere riayet kadar ona ağır gelen bir şey görme*dim.” tesbitleri ve “Bir insana göklerde tayarân etme kerâmeti*nin verildiğini görseniz dahi aldanmamalısınız; onun emirler, nehiyler ve şer’î hudutlara riayet mevzuundaki hassâsiyetine bakmalısınız!” ikazlarıyla..
Ebû Saîdi’l-Harrâz: “Dinin ruhuna muhalif olan bâtın bâtıl*dır” vecizesiyle..
Ebu’l-Kâsım Nasrâbâzî: “Tasavvufun özü, Kitap ve Sün*net’e sımsıkı sarılmak, hevâ ve bid’atlerden uzak kalmak, kusur*lardan dolayı herkesi mâzur görebilmek, evrâd ü ezkârda tekâ*sül göstermemek, elden geldiğince ruhsatlardan uzak dur*mak ve dinde şahsî yorumlardan sakınmaktan ibarettir.” irşa*dıyla bu önemli hususu ders veriyor olsalar gerek.. ve daha ni*celerinin, konuyla alâkalı ne lâl ü güher ifadeleri..!
َ
َ
ْ
َ
Bu meydanın erlerine göre “ilim” “hâl”den önce gelir. Zira “hâl” tamamen ilme tâbidir. Aslında ilim enbiyanın mîrâsı, â*limler de bu peygamber terikesinin vârisleridirler. Bu konuda اَلْعُلَمَاءُ وَرَثةُ الأنْبيَاءِ fermân-ı Nebevîsi, ulemâ için pâyeler üstü bir pâye ifade eder.
Gerçeğin ilmi veya gerçeğe ulaştıran bilgi, kalblerin hayatı, basîretlerin nûru, sînelerin vesile-i inşirâhı, akılların cevelangâhı, ruhların lezzet kaynağı, hayrette kalanların rehberi ve dostu, yalnızların “enîs ü celîs”i, meleklerin temennâ durdukları kıy*metler üstü kıymeti hâiz, arz televvünlü, semâ kaynaklı bir mâidedir.
Evet, ilim, imana önemli bir basamak, hidâyet ve dalâleti, şüphe ve yakîni birbirinden ayıran esaslı bir mihenk ve insanın insanî yanlarını ortaya çıkaran ilâhî bir sırdır.
بَعِلْمَسْتْ آدَمِـي اِنسَانِ مُطلَق چُو عِلمَش نِيست شُد حَيوَانِ مُطلَق
عَمَلِ بِي عِلْمْ بَاشَدْ جَهْلِ مُطلَق بَجَهل اَى جَان نَـشَايَد يَافتَن حَقّ
“Âdemoğlu ilimle mutlak insan, ilim olmayınca da mutlak hayvandır. İlimsiz amel mutlak cehâlet, ey cân cehâletle Hak bulunmaz.” diyen hak dostu mübalağa etmemiş olsa gerek...
Tasavvuf erbabınca ilim; akıl, sem’ u basar yoluyla elde e*di*len bilgi ve mârifetten daha çok, verâlardan akıp gelen te*cellî-i ilm-i ilâhî dalga boylu öyle bir nûr ve ziyâdır ki, gelir bü*tün ruhu sarar ve insanın derûnundaki sır yamaçlarında, hafî te*pelerinde, ahfâ zirvelerinde çiçek çiçek tüllenir ve hep Son*suz’un vâridatıy*la gürler. Bu ilâhî tecellîye mazhariyetin mebdei, sır ve ötesinin Şems-i Ezel’e teveccühü, beden ve cismâniyetin kalb ve ruh seviyesine yükselmesi ve sînenin iman, muhabbet, aşk ve cezbe ile Zât-ı Hakk’a yönelmesi; müntehâsı da ilm-i le*dünnîdir.
İlm-i ledünnî: وَعَلَّمْنَاهُ مِنْ لَدُنَّا عِلْمًا fehvâsınca, berzahsız, hi*cap*sız doğrudan doğruya “Hazîratü’l-Kuds”den insânî enginlik*lere yağan bir bârân-ı rahmettir. Kulluktaki derinlik, Allah ve Rasûlü’ne karşı vefâ ve sadâkat, duyguların rızâ eksenli, davra*nışların ihlâs yörüngeli olması ve kalbin de yakînden yakîne koş*ması, ledünnî vâridat için, hatta o vâridatın sağanak sağa*nak boşalması için bir yol ve bir şart-ı âdîdir.
Bütün enbiyanın ilmi, Cenâb-ı Hakk’ın vahyi ve tâlimiyle zu*hûra gelmesi açısından bilasâle ilm-i ledünnî olduğu gibi, on*la*rın arkalarından giden ilhama mazhar evliyâ ve asfiyânın ilim*leri de bittebaiyye o mâhrûların –ay yüzlüler– ziyâ-i ilimleri*nin şuâları olması itibarıyla ledünnî sayılır. Bu ilmin Hz. Hızır’a tah*sisi, belli bir zaman, belli bir makam ve belli bir hâl itibarıyla*dır ki, o ilmin bazı cüz’iyâtı açısından Hz. Hızır, kendine fâik olan bazı zâtlara, mercuhun hususî bir kısım meselelerde râcihe tereccühü nev’inden öne geçmiştir. Yoksa onun ne Hz. Mûsâ’ya ne de diğer ulülazm zâtlara üstünlüğü söz konusu değildir.
Ayrıca, Hz. Mûsâ’nın ilmi, ilâhî ahkâmın mârifeti ve bu mâ*rifetin, eşyanın perde önü ve perde arkası muvâzenesini ko*ruma gibi bir derinliğe açık olmasına karşılık, Hz. Hızır’ın bilgisi daha çok eşyanın bâtınına ait idi. Nitekim, bu ayrıma, Hz. Mûsâ ile konuşması esnasında Hızır da işaret eder: “Yâ Mûsâ! Ben Allah’ın bana tâlim ettiği bir ilme sahibim ki, sen onu bilemez*sin. Sen de, Allah’ın sana tâlim ettiği bir bilgiye maliksin ki, ben onu bilemem.” (Buhari)
Evet, ilm-i ledünnî, tâlim ve taallümle elde edilmeyip Cenâb-ı Hakk’ın hususî bir mevhibesi ve bir kuvve-i kudsiyesinin nûrânî tecellîsidir. Bu tecellî, sanattan Sâni’e eser*den Müessir’e giden bir bilgi olmaktan daha çok, Sâni’den zîşuur sanata, Müessir’den esere akan bir mârifettir. Hatta o, es*râr-ı Hakk’a ait mahrem vâridatın insan ruhunda taayyününden ibaret sayıl*mıştır.
وَالله أَعْلَمُ بالصَّوَابِ.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
HİKMET
İlim, irfan, fıkıh, felsefe, sebeplerin ruhunu kavrama, eşya*nın perde önü ve perde arkasına ıttıla, kâinat kitabı ve dinin ö*zündeki fayda, maslahat ve gayelere vukuf gibi.. pek çok mâ*nâlara gelen hikmet; hakikat ulemâsınca, daha çok faydalı ilim ve salih amel beraberliği şeklinde yorumlanmıştır ki, bunlardan biri diğerinin iradî sonucu, beriki de bir kısım yeni mevhibelerin başlangıcı ve mukaddimesidir.
Yukarıdaki yaklaşımı nazar-ı itibara alarak bazıları, tıpkı aklı, “amelî ve nazarî” şeklinde iki bölümde ele aldıkları gibi, hikmeti de “amelî ve nazarî” diye iki kısma taksim etmişlerdir. Nazarî hikmet, varlık ve hâdiseleri, bir meşher gibi temâşâ et*mek; bir kitap gibi okumak; bir senfoni gibi dinlemek; her za*man eşyanın perde arkasını kollamak; fizik ve metafizik dün*yalar*daki sırlı münasebetleri mütâlaa etmek, çözmeye ça*lışmak ameliyesi, cehdi ve mevhibesidir.
Amelî hikmete gelince o, böyle nazarî bir yolla elde edilen ilim, irfan, alâka, münasebet ve kulluk şuuruyla bu meşherin sa*hibine, bu kitabın kâtibine, bu koronun idarecisine yönelip ubû*diyetle O’nu aramak, aşkla, şevkle hep O’na koşmak, hay*ret ve dehşetle O’nun huzurunda olmanın saygı ve mehâbetini yaşa*maktır. Bu itibarla da hikmeti, evveli tefekkür, tefahhus, te*ces*süs ve temâşâ; ortası itaat ve ibadet; sonu da zevk-i ruhânî ve ebedî saadet şeklinde hulâsa edebiliriz.
Ayrıca bu önemli hususların yanında, Kur’ân’ın hikmetle alâ*kalı şu tesbitleri de her biri başlı başına birer esas sayılacak mahiyettedir.
1- Hikmet, Kur’ân’ın incelikleri ve sırları mânâsına gelir ki, bu, aynı zamanda Kur’ân’ın şerh ve izah ettiği kâinat kitabının da sırları ve incelikleri demektir. Bu gerçeğe Kur’ân:
يُؤْتِي الْحِكْمَةَ مَنْ يَشَاءُ وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ أُوتِيَ خَيْرًا كَثِيرًا
“Allah hikmeti dilediğine verir; kime de hikmet verilirse, o*na bol bol hayır verilmiş demektir.” âyetiyle işaret eder.
2- Peygamberlik ve esrâr-ı risâlet ki, bu mânâ, hadisçilerce Sünnet’e hamledilmiştir ve وَاتَاهُ الله الْمُلْكَ وَالْحِكْمَةَ “Allah Dâvud Aleyhisselâm’a saltanat ve hikmet verdi.” Veya وَلَقَدْ اتَيْنَا لُقْمَانَ الْحِكْمَةَ ”And olsun biz Lokman’a hikmet verdik.” gibi âyetler bu gerçeği ihtar eder.
3- Nazarî ve amelî hikmet mânâlarını da ihtiva eden bir câ*miiyetle hayırhahlıktır ki,
أُدْعُ إِلى سَبيلِ رَبِّكَ بالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ
“İnsanları Rabbin yoluna hikmet ve mev’ize-i hasene ile davet et!..” meâlindeki âyetler de bu anlamdaki hikmeti hatırla*tır.
Hikmeti, yerli yerince davranma ve her şeyi yerli yerince kullanma şeklinde yorumlayanlar da olmuştur. Mûtedil ve müstakim olma mânâlarına da gelen bu son tesbiti şu şekilde biraz daha açmak mümkündür:
1- İfrat ve tefrite girmeden her şeyin hakkını verip itidali ko*rumak.. sorumluluklarımızı şer’î çerçeve içinde anlamak ve ye*rine getirmek.. esbap dairesi içinde kaldığımız sürece sebep*lere riayette kusur etmemek.. iyiliklerde dahi olsa aşırılığa gir*meyip dinin, her şart altında yaşanılırlığı düşüncesini korumak.. ve ha*yatı Sünnet programlı yaşamaya çalışmak..
2- Hakk’ın takdirlerini kendi tercihlerimiz önünde düşün*mek ve O’nun şer’î ve kevnî her türlü icraatını gönül rızasıyla karşılayıp, ömürlerimizi أَسْلِمْ تَسْلَمْ “Teslim ol, selâmeti bul!” çiz*gisinde sürdürerek “her işte hikmeti vardır, abes fiil işle*mez Al*lah” mülâhazasını bir lâhza bile hatırdan çıkarma*mak..
1
3- Düşünce ve davranışlarımızda, peygamberâne bir azim ve idrakle
قُلْ هذِه سَبيلي أَدْعُو إِلَى اللهِ عَلى بَصيرَةٍ أَنَا وَمَنِ اتَّبَعَني
“De ki: İş*te benim yolum; basiret üzere Allah’a davet ediyorum.. ben de, bana tâbi olanlar da...” gerçeğini ruhlarımızda duyup her şeyi Fetânet-i Âzam’ın vesâyetinde basîretle plânlayıp icrâ etmek bu hikmet telâkkilerinin birer televvünü sayılabilir.
Büyük ölçüde hikmetin kaynağı vahiy ve ilhamdır. Bu açı*dan da, peygamberlerin ve derecesine göre diğer mürşidlerin, metâları hikmet birer hakîm olduklarını söylemek yerinde bir tesbit olsa gerek. Zira bu zâtlar, kendilerine sığınan gönül ve ruh hastalarını “tıbb-ı ruhânî” ile tedavi eder ve ellerinden geldi*ğince onların kalbî hayatlarını “ahlâk-ı rezile” virüslerinden temiz tutmağa çalışırlar.
Bu itibarla da, onların hareket sahaları ve meşguliyet alan*larını da göz önünde bulundurarak, aşağıdaki önemli meselele*rin tahlili içinde işaret nev’inden bir kere daha “hikmet” demek istiyoruz:
1- Hikmet; bir düşünce, tasavvur ve davranış bütünlüğüdür. Evet düşüncede isabet, ifadede gereklilik ve ölçü, sonra da o çizgide hareket tam bir hikmet televvünüdür..
2- İlimde yakîn, amelde sağlamlık ve itkan hikmete bir di*ğer yaklaşım.. buna ilmin amel ile ve sanat ruhunun itkanla beslenmesi de diyebiliriz.
3- Dinin gaye ve maksatlarını kavrayıp, onu ferden temsil etmenin yanında, topyekün hayata hayat kılma düşünce ve cehdi de hikmetin bir başka çizgisi.
4- Varlığın özü ve iç yüzündeki gerçeği, her nesneye ait ay*rı ayrı hususiyetleri ve bu hususiyetler arasındaki münasebetleri, Yaratıcı tarafından hedeflenen gayeleri idrak ve şuur da hikme*tin ayrı bir buudu..
5- Sebepler ve illetler âlemine yönelerek, varlığı fayda ve maslahat yanlarıyla görüp tanımak, tahlil ve terkiplerde bulun*mak, Yaratıcı’nın halifesi olma unvanıyla, O’nun izni ve emri dairesinde varlığa müdahale, hilâfet televvünlü, sanat buutlu hikmetin ayrı bir yanı.
6- Nizam ve âhengiyle kâinattaki her şeyin yerli yerinde olması ilâhî hikmetinden hareketle, kendi dünyamızda bu den*ge ve düzenin korunmasına riayet, arz, atmosfer ve semâlardaki muvazenenin muhafazası istikametinde değişik ad ve unvanlar*la değişik ilim dallarını geliştirmesi de hikmetin ayrı bir yorumu.
7- Her zaman en iyi hedefleri takip ederek, sevk ve idare edilenler arasında, iyilik ve güzellik arayışları içinde bulunmak, insanlarla muâmelelerimizde ilâhî ahlâkla tahalluk etmek sure*tiyle arzı ve arzdaki idârî sistemleri semâvîleştirme gayreti göste*rerek peygamberlerin gönderilme gayelerini gerçekleştirmek de hikmetin bir diğer enfes tarafı...
İnsanoğlu her zaman, şeytanın telkin ve vesvesesiyle, rah*mânî mantık ve muhakemeyi tefrik edebilmesi için, aklını Ra*sûlüllah’ın (s.a.s.) emrine vererek tetikte olma mecburiyetin*de*dir. İşte ancak bu sayededir ki, insanda, müsta*kim muhake*me ve ilâhî hikmet mevhibeleri belirmeye başlar.. duygu, dü*şünce istikameti güçlenir ve derken fert, davranış bütünlüğüne ulaşır.. sonra da bu duygular işlene işlene onun tabiatıyla bü*tünleşir ki, bu da ilâhî ahlâkla ahlâklanma demek*tir. İsterseniz buna nazarî aklın amelî akla, nazarî hikmetin de amelî hikmete inkılâp etme*si.. veya bir kısım büyüklerin yakla*şımıyla, insanın melekî yan*larının şeytânî yönlerinin önüne çıkması da diye*biliriz.
ْ
Bu açıdan da, ilim ile amele, hikmet gerçeğinin birer par*çası, birer derinliği olarak bakmak icab eder ki, bu da amel, ima*nın bir cüz’ü olmasa da, dinin bir yanı olduğu hakikatini ifa*de demektir. Zaten, İslâmiyet’te, bilgiden hemen kulluğa ge*çilmesi de herkesin ittifak ettiği bir esastır ki, وَمَا خَلَقْتُ الْجنَّ وَالإِنْسَ إِلاَّ لِيَعْبُدُونِ “Ben, cin ve insanları bana kulluk yapsınlar diye yarattım.” âyeti de bu hususu ihtar etmektedir. Evet, her*hangi bir konuda, nazarî olarak derinleşip de amele geçmeme, fayda*sız bir gayret, dolayısıyla da apaçık bir hüsrandır. Başta da ifade edildiği gibi; varlık bir hikmet kitabı, bir hikmet meşheri, Kur’ân da bu hikmetler mecmuasının dili, tercümanı, yorum*cusu ve tarifnâmesidir. İnsanların vazifesi ise, Kur’ân’da kâinat kitabını okumak, kâinat meşherini tanımaya çalışmaktır ki, böyle biri, Kur’ân’ın ifadesiyle hayr-ı kesîre mazhar olur ve letâifinin engin*liğine, zenginliğine göre de değerler üstü değerlere ulaşır. Aksi*ne, varlığın çehresindeki gerçekleri görüp de arkasındaki haki*katlere ulaşamama ve bu nizamla hedeflenen ga*yeyi sezeme*me, varlığın ve var olmanın en önemli mesajını alamamadır ki, bu da mutlak bir kazanç kuşağında apaçık bir kaybetme de*mektir.
اَللهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ، وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلاً وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ.. امِينَ.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
FİRÂSET
َ
Tasavvurda zenginlik, düşüncede tutarlılık, varlığın perde arkasına ıttılâ ve basiretli davranma da diyebileceğimiz firâset; insanın, kalbini kin, nefret, iğbirar, nifak ve ucup gibi.. mânevî hastalıklardan temizleyip, iman, mârifet, muhabbet ve aşk u şevkle bezemesi sayesinde Allah’ın, onun içine attığı öyle bir nûr*dur ki, ona mazhar olan fert, feritleşir, duyuş ve sezişleriyle derinleşir; hatta başkalarının gönüllerindeki sırlara aşina olup, simaların arkasındaki gerçekleri görebilir.. ve tabiî, eşyanın perde arkasına uyanabildiği ölçüde, “Hazreti Allâmü’l-Guyûb’ un mücellâ bir mir’atı hâline de gelebilir..! Bu mânâdaki firâsete işaret sadedinde, gayb ve şehadetin fasih lisanı Rûh-u Seyyidi’l-Enâm:
اِتَّقُوا فِرَاسَةَ الْمُؤْمِنِ، فَإِنَّهُ يَنْظُرُ بنُورِ اللهِ
“Mü’minin firâseti karşı*sında titreyin; zira o bakarken Allah’ın nûruyla ba*kar.” Buyu*rur. Firâsetin, iman nûruyla yakından alâkasını gös*terme bakı*mından يَا أَيُّهَا الَّذينَ آمَنُوا إِنْ تَتَّقُوا الله يَجْعَلْ لَكُمْ فُرْقَانًا “Ey iman eden*ler, eğer Allah’a karşı hep takvâ dairesi içinde bulunur*sanız, O size furkan (açık-kapalı, hakkı bâtıldan, doğ*ruyu eğriden, iyiyi kötüden, güzeli çirkinden temyiz ve tefrik edecek bir kabîliyet, bir ışık) verir.” meâlindeki âyeti de burada zikretmek uygun o*lur zannederim.
Firâset, ister yukarıdaki tarif ve izahlar çerçevesinde kalbin, Hazreti Allâmü’l-Guyûb’un ilim ve füyûzâtına açılması ve bu mazhariyete erenlerin, görüş, düşünce, karar ve hükümlerinde isabet kaydetmeleri şeklindeki yorumu ile; ister, bilgi birikimi, tecrübe, mümarese, sezi enginliği ve karakter bilgilerini değer*lendirerek elde edilen neticeleriyle olsun, o tamamen bir mev*hibe-i ilâhiyedir.. ve bu ilâhî mevhibeden en çok hissemend o*lanlar da, hiç şüphesiz –derecelerine göre– evliyâ, asfiyâ ve en*biyadır. Bunlar arasında ufuk firâset ise, heykel-i akl-ı evvel Hazreti Seyyidü’-Enbiyadır ki; Allah: إِنَّ في ذلِكَ لآيَاتٍ لِلْمُتَوَسِّمينَ “Keskin nazar firâset erbabı için elbette bunda ibretler vardır.” beyanıyla, umum basiret, his ve idrak insanlarına işaret buyurmasına mukabil,
وَلَوْ نَشَاءُ لأرَيْنَاكَهُمْ فَلَعَرَفْتَهُمْ بسيمَاهُمْ وَلَتَعْرِفَنَّهُمْ في لَحْنِ الْقَوْلِ
“Dileseydik onları sana (oldukları gibi) gösteriverirdik de si*malarından hepsini tanır ve hepsini konuşma üsluplarından anlardın.” ferman-ı samedânisiyle o zirveler zirvesi firâset insanının açık farkına îmâda bulunmaktadır...
Firâset, imandaki iç derinlik, yakîndeki enginlik ölçüsünde daha bir kuvvetli ve keskin hâl alır. Hatta bazı hususî mazhariyet*ler sayesinde o, insan basîretinde Hak nazarının aynı tecel*lîsi olarak zuhûr eder ki; firâset etrafındaki müşahede ve söyle*nen sözler bunun çokça meydana geldiğini ve anlatılanla*rın da mübalağa ve mücazefe olmadığını gösterir.
Ebû Saîdi’l-Harrâz: “Firâset ziyâsıyla temâşâ eden, Hak naza*rıyla bakmış sayılır.” der.
Vâsıtî: “Firâset kalbte şimşek gibi çakıp, mukayyet bütün gayb âlemlerini aydınlatan ve insanoğlunu, topyekün varlığı, ol*duğu gibi görüp değerlendirme seviyesine yükselten ledünnî bir şuâdır.” tesbitinde bulunur.
Dârânî: “Firâset, nefsin derinliklerinin keşfi ve gaybın ayân, pinhânın da nihân olmasıdır.” yorumuyla yaklaşır konuya.
Şah-ı Kirmânî: “İnsan, haramlara karşı gözünü kapar, şehe*vânî duygulardan elini-eteğini çeker; iç dünyasını mura*kabe ile, dış âlemini de Sünnet-i Seniyye’nin ihyasıyla onarır ve her zaman helâl dairesinde kalabilirse, böyle biri firâsetinde asla yanılmaz.” hatırlatmasını yapar.
Bunların hemen hepsi de, iman sayesinde inkişaf eden firâ*setlerdir.. ve bunlarda yanılma payı da oldukça azdır. Gör*düren O ve gören gözler de O’ndansa, niye yanılsınlar ki..!
Allah Rasûlü’nün, şahısları çok iyi tanıyıp, herkesi yerli ye*rinde istihdamında, Rabbinin O’na bu tür ihsanı söz konusu olduğu gibi, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin kerâmetvârî pek çok tesbit, teşhis ve takdirlerinde de aynı ikram-ı ilâhî bahis mevzuudur.. ve o hususlarla alâkalı firâsetleri ifade etmek için kocaman mücelletler ister.
Ayrıca, aklın ve ruhun hikmet-i vücûduyla alâkalı ve bazı kimselerin ileride yapacakları iyiliklerden ötürü, avans nev’inden onların mazhar oldukları ve olacakları firâsetler de vardır ki, bunlara, sebeplerinden evvel “Müsebbibü’l-Esbab”ın hususî ilti*fatı nazarıyla bakılabilir.
Şimdi İbn Mes’ûd’un beyanı içinde bunlardan örnek olarak bir kaçını zikredelim:
1- Mısır Azizi ki, Hz. Yusuf için:
أَكْرِمي مَثْويهُ عَسى أَنْ يَنْفَعَنَا أَوْ نَتَّخِذَهُ وَلَدًا
“Ona güzel bak ve hoş tut; ümit edilir ki, bize faydası do*kunur veya evlat ediniriz.” demişti..
َ
ْ
2- Şuayb (a.s.)’ın kızı ki, Hz. Mûsâ hakkında:
يَا أَبَتِ اسْتَأْجرْهُ إِنَّ خَيْرَ مَنِ اسْتَأْجَرْتَ الْقَوِيُّ الأمينُ
“Babacığım!, bunu işçi olarak tut, zira senin çalıştıracağın en en iyi adam, böyle kuvvetli ve güvenli biri olmalıdır.” tesbitinde bulunmuştu.
3- Firavun’un zevcesi ki, Hz. Mûsâ’yı ırmakta bulunca:
قُرَّتُ عَيْنٍ لي وَلَكَ لاَ تَقْتُلُوهُ عَسى أَنْ يَنْفَعَنَا أَوْ نَتَّخِذَهُ وَلَدًا
“Sana ve bana göz aydınlığı.. öldürmeyin; bize faydalı ola*cağı ümit edilir. Ya da onu evlat ediniriz.” firâsetini göstermişti.
Bir de, riyâzet; açlık, susuzluk, uykusuzluk ve çile çekmekle elde edilen firâset vardır ki, böyle bir firâsetin bilhassa iman ve amel-i salihe iktiran etmeyenine istidraç nazarıyla da bakılabilir. Bu kabîl sezi ve keşiflerde, mü’min-müşrik, Müslüman-Hristi*yan, veli-rahip farketmez; heskes belli şeyler sezebilir.
Bundan başka bazıları, şekil ve kıyafetten hüküm istinbatını da firâset içinde mütalâa etmişlerdir ki, böyle bir sezi, hangi mâ*nâya gelirse gelsin, tasavvuftaki firâsetle alâkasının olmadığı be*dîhîdir.
اَللهُمَّ اتِ نَفْسي تَقْويهَا وَزَكِّهَا أَنْتَ خَيْرُ مَنْ زَكَّاهَا أَنْتَ وَلِيُّهَا وَمَوْليهَا.(Muslim, Nesai)
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلى رَسُولِكَ وَصَفِيِّكَ الْمُصْطَفى وَعَلى الِهِ وَأَصْحَابهِ.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
VECD ve TEVÂCÜD
İnsan benliğini bütünüyle iştiyakın sarması; hâlin, akıl, man**tık ve muhakemenin önüne geçmesi diyebileceğimiz vecd, Ce*nâb-ı Hakk’ın, kulunun kalbine sürpriz bir teveccühü ve bek*lenmedik bir vâridatıdır. Böyle bir tecellî cemâl dalga boyuyla gelince “üns” esintileri hâsıl olur; celâl televvünlü olunca da tem*kin ve sükûn meydana gelir.. ve tabiî bu celâlî tecellîler ara*sında, hüzün, keder, havf ve dehşet fırtınaları da eksik olmaz.
Vecdi, zikr ü fikrin kalbe galebe çalması esnasında ruhun, aş*kın feveranlarına tahammülden aciz olması şeklinde yorum*layanlar da olmuştur. Cenâb-ı Hakk’ın celâlî ve cemâlî tecellîle*rinden bol bol hissemend olan kalbin duyup yaşadığı hayret, he*yecan ve ürperti de vecd adına ortaya atılan yorumlar ara*sında.
Vecd, vücûddan farklı bir hâlettir. İleride anlatılacağı üzere vücûd; nefsin te’sir dairesini aşıp bütün bütün cismaniyetten sıy*rılarak “bî kem u keyf” hakikî matlûba zaferyâb olmaya mu*kabil, vecd; kalbin beklenmedik bir anda, sürpriz olarak muhab*bet, şevk, iclâl ve tâzim gibi ahvâlin feveranı keyfiyetidir ki, bu*nun bir kadem ötesinde de, sürekli evrâd ü ezkârın semeresi sa*yılan “mevâcîd” hakikati gelir.
Vecd, genelde iki şekilde tezahür eder:
1- İlâhî bir kısım vâridat ve tecellîyât-ı Sübhâniye’nin, insan kalbinde, onun kast ve iradesi taalluk etmeksizin tekellüfsüz hâ*sıl olmasıdır ki; biz buna, yerinde “mükâşefe” de deriz ki; ve böyle bir doğuş veya mükâşefeyi bir kısım esbap ve emare ile irtibatlandırmak söz konusu değildir.
2- İnsanın bütün benliğini saran ve onda ağlama, hay*kır*ma, ürperme hisleri hâsıl eden bir zevk ü şevk veya dehşet ü hayret tecellîsidir ki, halka-i zikir ve hatme yapılan mahallerde, hakikat ilminin müzakere edildiği meclislerde çok görülür.
Bu türlü vâridat ve tecellîlerin, açıktan herhangi bir sebebe iktiran etmeyip külfetsiz zuhûr edenine “vecd” denir ki, Konyalı Zerkûbî’nin çekiçlerinin sesinden Hazreti Mevlânâ’nın coşup:
جَانـهَاي بَسـتَه اَندَر آبُ و گِل چُون رَهنَد اَز آبُ و گِلهَا شَاد دِل
دَر هَوَايِ عِشق چُون رَقصَان شَوَند هَمَچُو قُرصِ بَدر بِى نُقصَان شَوَند
“Su ve balçığa bağlanmış cânlar, su ve balçıktan kurtu*lunca, aşkın hava ve esintileriyle raksetmeye başlar ve dolunay gibi noksansız olurlar.” demesi bu cümledendir.
Biraz külfet, biraz zorlama ve konsantrasyon arayışı netice*sinde meydana gelene de “tevâcüd” denir. Zaten tevâcüd “te*fâul” bâbından olması itibarıyla, mevcud olmayan bir şeyi izhar veya onu hâsıl etme yolunda gösterilen ekstra gayret espri*sine dayanır ki, bunu da Efendimiz (s.a.s.)’in: “Kur’ân o*kur*ken ağla*yınız, eğer ağlayamazsanız kendinizi ağlamaya zorlayınız!”(ibn Mace) me*âliyle vereceğimiz nûrefşân beyanıyla irtibatlandır*mak müm*kündür.
Şimdi bu son durum itibarıyla “tevâcüd”ü de evvelki üç hu*susa ilâve edecek olursak, konuyu şöyle özetlemek uygun o*lur zannediyorum:
1- Tevâcüddür; zorlama, tekellüf ve iç âlemle konsantras*yon yolunda elde edilmeye çalışılan vecde benzer bir keyfiyettir ve yoldakilerin hâlidir.. tabiî, kalbî ameller adına da ayarı en düşük olanıdır.
ْ
2- Vecd’dir; iman, mârifet, muhabbet ve zevk-i ruhânî ile do*nanmış bir kalbin, beklenmedik bir anda şevk ü tarâb veya bir kısım vâridatla coşmasıdır ki, üzerinde durduğumuz konu*nun esasını teşkil eder ve ثلاَثٌ مَنْ كُنَّ فِيهِ وَجَدَ حَلاَوَةَ الإِيمَانِ “Kimde şu üç şey bulunursa, imanın tadını tatmış olur.”(Buhari, Muslim) gerçeğine da*yanır. Bu gerçeğin hulâsası da: Allah ve Rasûlü’nü her şey*den fazla sevme, sevdiklerine Allah (c.c.) için muhabbet etme, Ce*hennem ve Cehennem vesilelerine karşı teyakkuz ve ürperti içinde bulunma.. gibi hakikatlerdir.
َ
ْ
ْ
3- Mevâcîddir; evrâd ü ezkâr ve kalbin, Hazreti “Vâcibü’l-Vücûd” ve “Vâhibü’l-Hayat”la münasebet derinliği ve O’na yaklaşma yollarını araştırması sayesinde sürekli metafizik geri*lim, sürekli duyuş ve sürekli değişik vâridlere mazhariyettir ki,
وَرَبَطْنَا عَلـى قُلُوبهِمْ إِذ قَامُوا فَقَالُوا رَبُّنَا رَبُّ السَّـموَاتِ وَالأرْضِ لَنْ نَدْعُوَ مِنْ دُونِهِ
“Biz, onların kalblerini pekiştirdikçe pekiştirdik de doğrulup başkaldırdı ve kükreyerek: Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir. O’ndan başkasını anmamız söz konusu değildir.” mef**humu ile sunacağımız âyet de bu soluk soluğa aşkın, heye*ca*nın ifadesidir.
4- Vücûddur; ve makam-ı ihsanın zirvesi كَأَنَّكَ تَرَاهُ... ufku*nun soluğu-sesi ve “sübühât-ı vech” heyecan ve dehşetine maz*hariyetin de televvünatı şeklinde yorumlanmıştır.
Vecdin, ayrıca kendi içinde de bir kısım dereceleri vardır:
1- Birinci derecede vecd, iradî olarak, görme, duyma, dü*şünme çerçevesinde cereyan eder ki; bu mertebe, kalbin, iman ve mârifet halâvetini duyup ağyara kapanması mertebesidir.
2- Kalbin derinliği ölçüsünde ve ona akan feyizler saye*sin*de, vicdan mekanizmasının “sem u basar” ve tefekkür üstü te*nevvür ve doğuşlara uyanma hâletidir.
3- Bütün letâif-i insaniyenin, O’nun boyasına boyanması sa*yesinde, ağyar düşüncesinin bütünüyle ortadan kalkıp, her şeyde O’nu görme, O’nu bilme, O’nu düşünme, O’nunla hem*hâl olma tasavvurlar üstü keyfiyetidir. Öyle ki, insan o mertebede bazen yarım adımlık bir aşkınlıkla “dehşet”e, bir tam a*dımla da “heyman”a girer –ki zannediyorum– tabii ve akıl idra*kimizle onları yorumlamada biraz zorlanacağız.
اَللهُمَّ تَمَّ نُورُكَ فَهَدَيْتَ فَلَكَ الْحَمْدُ، عَظُمَ حِلْمُكَ فَغَفَرْتَ فَلَكَ الْحَمْدُ،
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلى مَنْ أَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَعَلى الِهِ وَأَصْحَابهِ أَجْمَعِينَ.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
DEHŞET ve HEYMAN
Vecd u tevâcüdün sonunu hayret ve heymanla noktalamış*tık. “Hayret”e daha önceki bölümlerde anlatıldığı mülâhazasıyla temas etmeyecek; fakat onun bir başka varyantı sayılan “deh*şet”le, makam olmasa da sâlik için bazı ahvâlde bir uğrak sayı*lan “heyman”dan birkaç cümle ile bahsetmek istiyoruz.
Korkutan veya ürperten bir hâdise veya manzara karşısında duyulan havf ve ürküntü mânâlarına gelen “dehşet”, hak yolcu*sunun, seyr-i ruhânî esnasında ve Mahbub’un cemalinin tecellî*leri karşısında tutulup kalması şeklinde yorumlanmıştır ki, Kitap ve Sünnet’te onunla alâkalı sarih bir beyan olmasa da, فَلَمَّا رَأَيْنَهُ أَكْبَرْنَهُ وَقَطَّعْنَ أَيْدِيَهُنَّ “Onu karşılarında görür-görmez aşkınlığına (büyülendi) ve (şaşkınlıktan) ellerini kestiler.” meâliyle verece*ği*miz âyetle irtibatlandırmak mümkündür.
Dehşeti; insanın, bir türlü aklına sığdıramadığı, sabredip kar*şısında duramadığı ve ilmiyle, idrakiyle kavrayamadığı her*hangi bir hâdise ile yüz yüze geldiğinde tutulup kalma şeklinde de ifa*de etmişlerdir ki, buna “şuhûd”un akla galebe çalması, mu*hab*betin sabrın sınırlarını zorlaması ve “hâl”deki televvünün insan idrakini aşması da diyebiliriz. Zannediyorum, konuyla alâkalı şöyle bir yaklaşım yerinde olur:
1. Hâlin, hak yolcusunun ilim ve idrakini bastırması, vecdin onun tâkatini aşması, keşfin himmetin üstüne çıkması duru*mun*da sâlik yer yer “dehşet” soluklar. Kur’ân okunurken, na*maz kı*lınırken hudû ve huşû esas olmakla beraber, insanın ira*de*sini a*şan feveranla hudû ve huşûun delinmesi.. aşırı vecd u mevâci*din sâlikte, temkin ve muvazene keyfiyetini sarsmasın*dan kalbin mânevî aritmiye girmesi, Hakk’ı talebin her zaman sa*dâkat ve vefa istemeseine karşılık, şuhûdun cazibesiyle, sâli*kin aceleciliğe düşmesi.. gibi hususlar buna birer misal teşkil e*debilirler.
َ
2. Sâlikin, zevkî veya hâlî şuhûdundan, ufkundaki resim ve suretler silinip onun her yanını “cem” televvünleri kaplayıp “ezel” onun zaman ufkunun önüne geçince, ruh da Hak müşâ*he*desiyle müşâhedeye erince –ki bir kudsî hadiste bu ma*kama فَبيَ يَسْمَعُ وَبيَ يُبْصِرُ “Benimle duyar benimle görür.” şek*linde işa*ret edilmiştir.– hak yolcusu kendini dehşetin dalgaları içinde bu*lur.
3. Sâlik u muhibbin, beklenmedik şekilde kalb yamaçları Vâ*ridat-ı Sübhâniye ve Eltâf-ı İlâhiye sağanağına tutulduğunda veya dört bir yanını kurbet ziyâları sardığında ve pinhânlar a*yân o*lup en kâmil mânâda “ihsan” ufku zuhûr ettiğinde onun ben*liğini bütünüyle bir dehşet kaplar; o da kendini tamamen gay*bûbetin enginliklerine salar ve dehşet mülâhazalarına teslim olur.
“Öyle bilmezdim ben kendimi
O ben miyim ya ben O mu?
Âşıkların budur demi
Yandıkça yandım bir su ver!”
Gedâî
bu makamla alâkalı söylenmiş güzel ve sade sözlerdendir.
Yoldakilere ait bu duyuş ve seziş bazen iltibaslara da vesile olabilir; olabilir ve ömrünü Kitap-Sünnet endeksli yaşamayanlar ve şuuraltılarını Mişkât-ı Muhammediye (s.a.s.)’den akıp gelen ışıklarla beslemeyenler, bu türlü ahvâlde her zaman aldanabilir ve temkine, teyakkuza ters bir kısım şatahata girebilirler.
Heyman:
Heyman içtikçe daha bir yanan ve bir türlü suya kanmayan mânâlarına geldiği gibi, aşk yüzünden deli ve kara sevdalı anlamlarına da gelir.
1
Tasavvuf erbabına göre heyman, âşık u sâlikin, yol esna*sında kalbini saran sürpriz tecellî ve ilâhî mevhibelerle, taaccüp, istihsan ve ruhânî zevklere dalıp kendinden geçmesi ve irade*sine hakim olamaması demektir. Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Sahîha’da heymanla alâkalı açık bir beyan olmadığından, çoğu ehl-i hakikat, “dehşet” gibi onu da makamlardan herhangi bir makam görme yerine bir “hâl” ve televvün şeklinde anlamışlar*dır. Bazıları onu, وَخَرَّ مُوسى صَعِقًا “Mûsâ baygın olarak yere yı*kıl*dı...” âyetiyle irtibatlandırmak istemişlerse de, vahyi telâki ma*kamıyla, kendinden geçmenin birbirine uygun düşmediği açık*tır. Bence, Tûr Hâdisesi’ne böyle bir yaklaşım yerine; celâlî tecellînin, bütün suret ve resimleri silip, hakikat-ı mücerrede dalga boyunda zuhûruyla, biraz da Hz. Museviyet’in gereği ola*rak du*yulan bir hayret ve şuurlu bir dehşet demek daha uygun olur zannediyorum...
Heymanı da tıpkı dehşet gibi üç kategoride tahlil etmek mümkündür:
1. Yolculuğun ilk merhalelerinde, acz u fakr, hisset ve de*ğer*sizliğinin şuurunda olan sâlikin, kadrini, kıymetini çok aş*kın ekstra lutuflara mazhar olunca, Hz. Eyyûb gibi “Senin hiçbir lut*fundan müstağni kalamam.”(Buhari, Nesei) deyip, ilâhî tecellîlere sinesini aç*tıkça açarak “Daha yok mu?”[1] mülâhazalarıyla köpürme mer*tebesidir ki, yoldakilerin ekserisinin, bu vadideki düşünce ve davranışlarını bu mertebeye ircâ etmek mümkündür.
2. Sâlikin, halihazırdaki hulûs ve istikbaldeki meziyetlerine avans mahiyetinde lutfedilen aşkın vâridât karşısında, yeni bir idrak, taze bir ruh ve gerilmiş bir irade ile, o esnada kapısı arala*nan acâib ve garâibi derin bir temâşâ zevkiyle seyredip رَبَّنَا أَتْمِمْ لَنَا نُورَنَا “Rabbimiz, nûrumuzu (ikmal ve) itmam buyur!” diyerek, ciddî bir azim ve tam bir metafizik gerilimle, elde edilen mazhariyetlerin ötesine hâhiş duyma ruh hâletidir ve
“Parmağım aşkın balına
Bandıkça bandım bir su ver.”
(Gedâî)
sözleri, bu seviye ile alâkalı söylenmiş güzel sözlerdendir.
3. Heymanü’l-fenâdır ki; sâlik, hâlî veya zevkî olarak ka*dem-nazar vahdetine ulaşır ve kâinatı fenâ ve zeval ufkundan müşâhedeye başlar.. derken her an değişik bir buutta “bekâ bil*lâh” tecellîleriyle artık varlığı bütünüyle görmez olur ve ihsan mertebesinin bir vâridatı olarak görüldüğünü tam hisseder ve görebileceği şevkiyle de coşar.
Tabiî bütün bunlar, imanın gücü, yakînin derinliği, kalbî muamelenin devamı ve ahvâl-i sadıkanın da temâdisi nisbetin*de zuhûr ederler ki, bu evsafın tam temsil edilmesi de yine Hz. Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın tebaiyetine bağlıdır; O’na bağlılığın tam hissedilmediği ahvâlde, zuhûr eden fevkalâdelik*ler çok defa insanı aldatabilir. Tâlib-i feyz-i Hüdâ olanlar, mut*laka Hz. Mu*hammed (s.a.s.) halkasına girmeli; âşık-ı nûr-u Hüdâ olanlar da behemehâl o halkanın ritmine uymalıdırlar.
اَللهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ عِلْمًا نَافِعًا، وَأَعُوذ بكَ مِنْ عِلْمٍ لاَ يَنْفَعُ، وَأَسْأَلُكَ عَمَلاً مُتَقَبَّلاً، وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَالِهِ وَصَحْبهِ أَجْمَعِينَ.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Kaf sûresi 50/30.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
BERK
Lügat mânâsı itibarıyla “şimşek” sözcüğüyle karşılayacağı*mız “berk”, hak yolcusuna yolun ilk merhalelerinde tecellî eden bir nûrdur ki, “kurb” sâlikleri için ilk davetiye sayılır. Ehl-i haki*kat, tecellî-i berkiyeyi, Kur’ân-ı Kerim’de, değişik üsluplarla ele alınıp ifade edilen
وَهَلْ أَتَاكَ حَديثُ مُوسى إِذ رَأَى نَارًا فَقَالَ لأهْلِهِ امْكُثُوا إِنِّي انَسْتُ نَارًا
“Sana Mûsâ’nın haberi de geldi; hani O bir ateş görmüştü de, ailesine: Hele siz durun da ben bir ateş gördüm demişti.” meâlindeki âyetlerle irtibatlandırarak, böyle bir ışık çakmasının, peygamberler için nübüvvetin, veliler için de vilâyetin mebdei gerçeğinin hatırlatılmak istendiğine dikkat çekildiğini anlamış*lardır.
Hakikat yolundaki seyahatin ilk adımlarını iman, amel-i sa*lih ve yakaza teşkil ettiğinden, berke ilk hakikî adım denmesi doğru olmasa da, onu, a’mâle göre değil de ahvâlin ilk adımla*rından biri olarak kabul edip izafî bir evveliyet verebiliriz.
Berkle vecd arasındaki fark, vecd, huzur-ı hâne-i halvette, berk ise, harem-i harîme mahrem olma adına duhûle izin esna*sında tecellî eder. Bu itibarla da, vecd, “hâl” nûrlarından şevk ve kalak salar insanın gönlüne; salar ve talepte “hel min me*zîd” ufkuna, ahvâlde de terakkiye davet eder. Berk ise, ba*sar ve basirete göz kamaştıran bir ışık gibi çarpar ve Dost kapısı*nın aralandığını ihtar eder. Vilâyet eşiğini aşma merhalesinde olan*lar için İbn Fârıd’ın heyecan dolu şu sözlerini kaydedip geçe*lim:
أَبَرْقٌ بَدَا مِنْ جَانِبِ الطُّورِ لاَمِعُ أَمِ ارْتَفَعَتْ عَنْ وَجْهِ لَيْلَى الْبَرَاقِعُ
“Tûr tarafından göz kamaştıran bir şimşek mi çaktı, yoksa Leylâ’nın yüzündeki nikablar mı aralandı?..”
Evet, cismaniyet gecesinde iz iz Leylâ zahir oldu ve gönül*lere vuslat ümidini saldı; derken sînelerdeki geceler gündüzlere dönüştü.
Berk, vuslat yoluna girmeye izin olması itibarıyla, hak yol*cusuna bir seyahat “start”ı sayılır ve “seyr ilallah” adına ev*velâ, Cenâb-ı Hakk’ın velî namzedi kuluna, îtâ ve azametini du*yur*ması; ve o kulun da bu hususta kendi aczini, fakrını duy*ması, Allah’a olan muhabbet ve alâkasını hissetmesi, fâniyât ve zâilât*la ünsiyete bedel “üns billâh”a açılması gibi ilk vâridata işa*ret sayılabilir. Ayrıca, yol meşakkatine ve mekânın vahşetine karşı, Tûr’da Hazreti Mûsâ’nın mazhar olması nev’inden, sâlikin bir şeyler duymaya ve vahşeti de ünsiyete çevirmeye ihtiyacı var*dır. Evet berke, ünsün halâveti, yolda bulunanın merâretine mukabil gelsin diye bir “mağrem” ve “mağnem” dengesi naza*rıyla da bakabiliriz.
Sâniyen, berkle huzur hatırlatılarak, sâlike temkin sinyali ve*rilir ve bu sinyalle onun gönlüne “Haziratü’l-Kuds”e girme tedbir ve temkini atılmak suretiyle iç âleminde rağbet kadar reh*bet de uyarılır ki, hak yolcusu seyahatinde ne ye’se düşsün ne de şatahata girsin...
Sâlisen; berk dalga boyuyla gelen vâridat, Rabbin mülâtafe ufkundan, yolcuya yol azığı nev’inden bir ihsandır ki, gönderene bakan yönüyle bir vesile-i iftihar ve gönderilene ait yanıyla da bir netice-i iftikardır. Hak yolcusu bu mazhariyetini sürekli
قُلْ بفَضْلِ اللهِ وَبرَحْمَتِهِ فَبذلِكَ فَلْيَفْرَحُوا
“Onlara söyle, ancak Allah’ın lutfu ve rahmetiyle ferahla*sın*lar.” diyerek soluklar. Üzerinde eltaf-ı Sübhâniyeyi düşünür*ken, “her şey O’ndan” der ve “Elhamdülillah” çeker.. ve bu ihsanlara liyakatsızlığı açısından da
“Değildir bu bana layık bu bende
Bana bu lutfile ihsan nedendir?”
(Gedâî)
der iki büklüm olur. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun: أَنَا سَيِّدُ وَلَدِ ادَمَ وَلاَ فَخْرَ “Ben insanoğlunun efendisiyim bunda fahr yok.”(Tirmizi, ibn Mace) sözü bu gerçeği câmi bir kristaldir.
َ
اَللهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ فَوَاتِحَ الْخَيْرِ وَخَوَاتِمَهُ وَجَوَامِعَهُ وَأَوَّلَهُ وَاخِرَهُ وَظَاهِرَهُ وَبَاطِنَهُ وَالدَّرَجَاتِ الْعُلَى مِنَ الْجَنَّةِ.. وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الشَّفِيعِ الْمُشَفَّعِ وَعَلى الِهِ وَصَحْبهِ ذوِي الْقَدْرِ الْوَفِيِّ.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
ZEVK, ATAŞ
Bir şeyden hoşlanma, haz duyma, cümbüş ve eğlence mâ*nâlarına gelen “zevk”, sofîye ıstılahında, ilâhî tecellîlerin ilk esin*ti*leri ve şuhûd ufkunun yer yer zuhûr eden vâridlerindendir ki, “bevârik-i mütevâliye” de diyebileceğimiz ilâhî ışık tayflarının Hakk’ın kenzen bilindiği kalbi sarmasıdır.. ve doğruyu eğriden tefrik etmenin de birinci konağıdır. Meâliye iştiyak ve davranış safveti bu konakta konaklamanın pasaportu ve vizesi sayılabilir.
Allah’la kalbî muamele, vefa çizgisinde cereyan ettiği sü*rece, “şürb” kelimesiyle de ifade edebileceğimiz zevk-i ruhânî, sâkîsiz, kâsesiz kalbin enginliklerinde duyulmaya başlar ve hak yolcusu, dünyevî kıstaslarımız açısından derecesine göre mest ü mahmûr hâle gelir. Sürekli “zevk” sürekli “şürb”e, sürekli şürb de susama mânâsına gelen sürekli “ataş”a sâik olur; olur da sâlik ruhunda hep yanmaları kanmalarla beraber duyar ve
“Ey sâkî aşkın oduna
Yandıkça yandım bir su ver.”
(Gedâî)
der, dolaşır. Öyle ki, hak yolcusu, O’na karşı her an artan arzu ve iştiyakla, zevki hasretle, doymayı da açlıkla beraber hisseder ve aralanan kapının ardına kadar açılması sevdasıyla yanar tu*tuşur. Tabiî, böyle bir yolcu için artık, mazhar olduğu bu tecel*lîlerin inkıtâı bir imsak, yeniden zuhûru da bir iftar hâlini alır; alır da o, sık sık
“Ver şarab-ı aynemâ’dan vakit iftardır bu dem,
Ma’mur eyle bu harâbı lutf-i izhardır bu dem”
(Muhammed Lütfî)
der ve hep beklentilerini mırıldanır.
Bir diğer yaklaşımla ataş, o Biricik Maksûd’u talep ve özle*mede öyle bir iştiyak ve hırstır ki, sevgiyle coşan sâlikin sînesi magmalar gibi ateşlerle köpürürken, gözleri وَسَقَاهُمْ رَبُّهُمْ ’la tül*lenen bulutlarda “Ciğerim kebap oldu, ahıma iltifat yok mu?” der, sızlar; sızlar zira, müştak cismâniyet fanusunda mahsur kal*dığı sürece, Mahbub-u Hakikî tam tecellî etmez. Bu itibarla da, berzahta sayılan müştakın susuzluğu, onu cayır cayır yakacak şekilde arttıkça artar.. bu ruhânî zevk ve ataşı şu beyitler ne hoş ifade eder;
دِيـدَار مِي نُمَايى و پَرهيز مِيكُني بازَارِ خِويش وآتَشِ ما تيِز مِيكُني
.............................. .............................. ..
أُشَاهِدُ مَنْ أَهْوَى بِغَيْرِ وَسِيلَةٍ فَيَلْحَقُنِي شَأْنٌ أَضِلُّ طَرِيقًا
يُـؤَجِّـجُ نَـارًا ثُمَّ يُـطْـفِي بِرَشَّةٍ لِذَاكَ تَرَانِي مُحْرَقًا وَغَرِيقًا
“Cemal gösterir, sonra da görünmeden sakınırsın. Böylece hem kendi pazarını hem de bizim ateşimizi kızıştırırsın. Beni baştan çıkaran sevgiliyi gördükçe bana öyle bir hâl olur ki, yo*lumu şaşırırım. O önce beni ateşlere yakar; sonra da bir su ser*pintisiyle söndürür.. onun için beni hem ateşlere yanmış, hem de suya garkolmuş görürsün.” (Gülistan). Bir başka zaviyeden zevk, acı-tatlı yanlarıyla, lisan, beden ve diğer uzuvlarla duyulup hissedildiği gibi kalb ve vicdanla da duyulup hissedilir. Allah Rasûlü:
ذاقَ طَعْمَ الإِيمَانِ مَنْ رَضِيَ باللهِ رَبًّا وَبالإِسْلاَمِ دِينًا وَبمُحَمَّدٍ -صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ- رَسُولاً
“Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, peygamber o*la*rak da Hz. Muhammed aleyhisselâmdan hoşnut olan imanın tadını zevk etmiş olur.”(Müslim, Tirmizi) sözleriyle bu ruhânî hazza işaret buyu*rurlar. Vâkıa O, bu ledûnnî zevki bazen cismanî zevkleri anlatan kelimelerle de ifade etmiştir ki, Ashâb-ı Kirâm’ı savm-ı visalden menettiği yerde: إِنِّي لَسْتُ كَهَيْئَتِكُمْ إِنِّي أُطْعَمُ وَأُسْقى “Ben sizin gibi de*ğilim; ben yedirilip içiriliyorum.”(Buhari, Müslim) derken böyle bir üslûp kul*lanmıştır. Ne var ki, kalbî ve ruhî hayat açısından söz konusu o*lan zevkin ruhânî olanıdır ve “vecd”e göre de süreklilik ifade eder; eder de, kalb ve ruhu her zaman ayrı bir televvünle bes*ler. Yerinde de geçtiği üzere vecd ve heyman ise, hususî tecellî*lerle, bazı ahvâle ait vâridlerdir ki, göz kamaştırıcılığına rağmen sâlikin mübtediliği ölçüsünde ve onun havsalasıyla mebsuten mütenasip (doğru orantılı) olarak zuhûr eder.
Zevk; temel kaynakları itibarıyla da farklı farklıdır. İman, tas*dik ve taate karşılık Cenâb-ı Hakk’ın, Cennet, ebediyet ve rü’yet gibi her biri, dünya hayatının binlerce senesini aşan fâiki*yeti cihetiyle, O’nun vaatlerinde halâvet ayrı bir zevk ufku.. in*san vicdanının, maddî-mânevî, dünyevî-uhrevî bütün lezzet*ler*den sıyrılarak “üns billâh” ufkuna yönelip sürekli O’nunla hem*hâl olması ayrı bir haz buudu.. kurb-u mutlak’a mazhari*yetle –bütünüyle terk-i enâniyet mânâsına– kendinden uzaklaşa*rak sadece O’nu görme, O’nu duyma, O’nu bilme zir*vesine yükse*lerek “bekâ billâh-maallah”ın temâdi eden zevkle*rini duymak ayrı bir halâvet şâhikasıdır.. evet herkes, imanı, tas*diki, mârifeti ve ledünnîliği ölçüsünde ruhânî zevklerden “hissemend” olur.
Cismanî zevkler, doyma noktasına ulaşınca, insanda onlara karşı bir alâkasızlık meydana gelmesine mukabil, ruhânî zevk*lerde sürekli bir ataş (susuzluk) hâli yaşanır. Buna; hiç eksilme*yen bir zevkle içtikçe içme arzusu da diyebiliriz. Öyle ki sâlik, mürşid-i kâmilin söz ve davranışlarıyla onun ruhuna boşalttığı ilâhî mevhibelere karşı “daha yok mu?” diyerek her zaman yol*da ve tetikte olma hâli ve vicdanın mârifet, muhabbet ve zevk-i ruhânî adına nâmütenâhiye açılma keyfiyetidir ki, böyle bir vic*dan, daha doğrusu onun en birinci rüknü olan kalb, kurb-u mut*lak’a ulaşacağı âna kadar sürekli “Sen’i Sen’i!” der-du*rur.. gün gelip de bütün bütün cismâniyet hapsinden kurtularak, bedenin ağırlıklarından sıyrılır.. kalb ve ruhun semâlarında, za*man ve mekân-üstü olma mazhariyetiyle, hemen her lâhza ataş ve şürb arası gelir-gider ve aralanan kapıların ardına kadar açıl*masını intizar etmeye başlar.
Bir de mürid ve sâlik, murad ve mahbub hâline geliverince artık O’nun ziyâsıyla nûrlanır.. O’nun boyasıyla boyanır.. der*ken “Sübühât-ı Vech”in mâsivayı bütün bütün yakıp kül etme*siyle varlığın gerçek mahiyeti zuhûr eder; değişik ahvâl ve televvünler aşılarak, her lâhza “Muhavvilü’l-ahvâl, Kesîru’n-ne*vâl, Hâliku cemii’l-ef’âl” ünvanıyla, “bî kem u keyf” Zât-ı Vâ*hid-i Ehad duyulup hissedilmeye başlar ki, Hz. Mevlânâ aşağı*daki mısralarıyla bu ufka işaret eder:
شَرَابِي خُور كه جَامَشْ رُويي يَارَستْ بيَاله جَشم مَست بَادَه خَوارَستْ
شَــرَابِـي خــور زِجــام وَجْــه بَــاقِــي {سَقَاهُمْ رَبُّهُمْ} اوُ رَاسـتْ سَـاقِـي
ظُهُور آنْ مَـىْ بُودْ كَز لوث هَـسْتـي تُـرابَــاكي دِهَــدْ دَرْوَقْـتِ مَـسْـتِـي
زَهي شَربت زهي لـذت زهـي ذوق زهي دولت زهي حيرت زهي شوق
“Bir şarap iç ki, kâsesi yârin yüzü, kadehi de bâde ile mest olanların gözü olsun. Vech-i Bâkî bardağından bir şarap iç ki, sâkîsi, ‘Rableri onlara şarab-ı tahûr içirdi.’ (hakikatiyle mermuz zât) olsun. İşte o mey’in zuhûru sana, mestlik vaktinde cismâni*yet pisliğinden paklık kazandırır. Bu ne garip şerbet, bu ne tuhaf lezzet, bu ne güzel zevk, bu ne acip devlet, bu ne müt*hiş hayret, bu ne garip şevk.!”
Bir başkası da bu makam münasebetiyle duygularını;
“Bak, وَسَقَاهُمْ رَبُّهُمْ ’den cümle ebrâr oldu mest,
Ol Celâl-i Layezâl’den yedi, dört, beş hepsi mest”
mısralarıyla dile getirir ve şarab-ı aynemâ’yı kalblerimizin du*daklarında dolaştırır gibi olur...
اَللهُمَّ اسْقِنَا مِنْ شَرَابِ حُبِّكَ وَاجْعَلْنَا مِنَ الْمَحْبُوبينَ،
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا سَيِّدِ الْمَحْبُوبينَ وَعَلى الِهِ وَأَصْحَابهِ الْمَقْبُولينَ.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
KALAK
Bulunduğu yer ve olduğu hâlden sıkılma, içinde bulunduğu kafesten sıkılma ve esaretten rahatsızlık duyma hâli diyeceğimiz kalak; âbidin, Cennet’e olan iştiyakının ötesinde, ârifin, mârifet hislerinden daha derince ve muhibbin sabrını yakıp kül eden öyle bir kara sevdadır ki; bu sevdaya tutulan sâlikin, kalbinin u*fuklarında sürekli vuslat şuaları çakar-durur ve sînesi her za*man وَرِضْوَانٌ مِنَ اللهِ أَكْبَرُ “Allah’ın hoşnutluğu en büyük olandır.” mü*lâ*hazasıyla atar.
Seyyidina Hazreti Mûsâ, vuslat arzusuyla, sabrın yanıp kül olduğu böyle bir kalak faslını: وَعَجلْتُ إِلَيْكَ رَبِّ لِتَرْضى “Rızânı he*defleyerek Sana ulaşmak için acele ettim” sözleriyle ifade eder ve şevk konsantrasyonu içinde bulunan helecan, heyecan ve iş*ti*yak-ı fevkalâdesini dile getirir.
Bir de mecazî aşklarda, mahbubun başkaları tarafından da sevilebileceği endişesiyle meydana gelen kalak vardır ki Câmî, onu;
هَر كِه گُويَد عَاشِقَم آتش فُتَد دَر جَانِ مَن،
زَان كِه مِى تَرسَم كِه بَاشَدْ عَاشِقِ جَانَانِ مَن
“Biri ‘âşığım’ deyince cânıma ateş düşer; zira korkarım o be*nim cânânıma âşıktır.” sözleriyle ifade eder. Kalak adına böy*le bir mülâhaza, tasavvuf düşüncesindeki kalakla karıştırılma*ma*lıdır. Bu yolun acısı da, tatlısı da O’ndandır ve O’nun içindir. Bundan dolayı da, hak yolcusunun, duyduğu her acı, şeker-şer*bet, hissettiği lezzetler de aynı kevserdir.
Şevk ve iştiyak, sabır sınırlarını zorlamaya başladığı andan itibaren, gönülde vuslat arzusundan başka ne varsa silinir-gider.. hatta muhabbet ve aşk dahi belli ölçüde mülâhazadan dü*şer.. ve derecesine göre:
a- Varlık kendi dalga boylarıyla müştakı sıkmaya başlar; başlar ve yer yer halvet arzusuna kapılır, zaman zaman da ölüp gerçek vuslatı duyma iştiyakıyla yanar-tutuşur. Hem öyle bir ya*nar-tutuşur ki, gayri O’ndan başka gözü hiçbir şeyi görmez olur.
b- Müştak, cismaniyet ve bedene rağmen, kalbî ve ruhî ha*yatla öyle bir şahlanır ki, artık akıl onu frenleyemez, irade de yön*lendiremez olur; olur da tefrik ve temyiz gerektiren işlerde bile iltibastan kurtulamaz. Dudaklarından sık sık:
“Öyle bilmezdim ben kendimi
O ben miyim ya ben O mu?”
dökülür ve ibadet ü taat bir yana, dünyevî işlerde dahi hep şu*hûd ufuklarında dolaşır.
c- Kalak kahramanına hicab, belli ölçüde aralanıp da, hal*vet yolunun belirli-belirsiz görülüp hissedilmesiyle onda öyle bir mâverâîlik meydana gelir ki, gayri bundan sonra o, bir daha kur*tulamayacağı ateşin pençesine düşer ve Mahbub-u Ha*kîki’ye vuslattan başka her şeye karşı kapanır. Artık o, muhib ol*duğu aynı anda mahbubdur; mürid olduğu aynı anda muraddır ve arandığı aynı anda da aranandır.
Allah Rasûlü’nün vahiyle tanışmadan önceki hâli, tabiî ken*di gelişme ve terakkisi içinde, kalağın ilk iki nev’ine ircâ edile*bilir ki, Yazıcızâde Mehmed Efendi’nin konuyla alâkalı, uzunca bir manzumesinden iktibas ettiğimiz şu dupduru beyit*ler, bu hu*susu fevkalâde bir selâsetle ifade ederler:
“Nedendir ki ahzân içinde sürersin vâhid?
Nedendir mübarek zamirinde vardır melâl?
.............................. .............................. .............................. .
Cevap vermeyip bunlara tuttu gitti gerû,
Varıp halvetine yine eyledi intikâl..
.............................. .............................. .............................. .
Dedi: kalb müştâk, nefsim eder ihtirâk,
Gözümden akar yaş nedir Hâkim uş Lâyezâl?..
Karârım çû selb oldu, hiç tâkâtım kalmadı;
Ne kılsın dilâram, çû cânımda yoktur mecâl.
.............................. .............................. .............................. .
Çıkıp dağa yüzünü turâba koydu secdede,
Tazarru edip ağladı, dedi: Ey Bî Zevâl!
Melekler görüp sızladı, hûr-i în döktü yaş
Ki İlâhî Habibin elif kâmetin kıldı “dâl”...
Bilâl-i Habeşî ve diğer Ashâb-ı Kirâm efendilerimizin de bu mülâhazayı ifade eder güzel sözleri vardır:
غَدًا أَلْقَى الأحِبَّةَ مُحَمَّدًا وَصَحْبَهُ “Yarın ben dostlara; Hazreti Mu*hammed ve Ashâbına kavuşacağım.” (Müsned) sözleri sadece onlar*dan bir tanesi.
Kalakın zirvedeki sultanı da yine Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’dır ki; dünya bütün ihtişam ve debdebesiyle ayağının u*cuna kadar geldiği bir dönemde O, vazifesini bitirmiş ve iştiya*kını ifade etme kertesine gelmiş ulaşılmaz bir Şâhika İnsan ola*rak; (Buhari, Muslim)اَللهُمَّ الرَّفِيقَ الأعْلى diyerek mahbubiyet makamının gereğini ye*rine getirme arzusuyla bütün bütün Mahbub-u Mutlak’a yö*nelir ve nüzûller, urûclar silsilesinin son halkasını mahbubiyet ve Muhammediyet’in mahviyet ve Ahmediyet’e intikaliyle nokta*lar.
عَلَيْهِ وَعَلى الِهِ أَكْمَلُ التَّحَايَا مِلْءَ السَّموَاتِ وَمِلْءَ الأرْضِ.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
GAYRET
Çalışıp-çabalama, ırz, namus, şeref ve itibarın korunması mevzuunda hassas davranma mânâlarına gelen gayret; mukaddes ve münezzeh ilâhî gayretin ifadesi olan yasaklara karşı du*yarlı olmayı ve fuhşiyâttan, münkerâttan uzak durmayı, Cenâb-ı Hakk’ın, kullarını temiz tutması, koruyup-kollaması adına gay*reti sayarak, lâakal bir mütekâbiliyet mülâhazasıyla, olabildi*ğin*ce titiz davranmaktır ki, esası bazı ilâhî isim ve sıfatlara da*yanan bir huluk-ı Rabbânîdir.
Bu önemli hususu tembih sadedinde Allah Rasûlü (s.a.s.): “Sa’d’ın gayretine mi hayret? Ben Sa’d’dan daha gayûrum, Al*lah da benden...” buyururlar ki; aslı, Allah’ın sevip-hoşgördüğü şeyleri, fevkalâde bir iştiyakla yerine getirip; hoşlanmadığı hususlara karşı da olabildiğince kararlı davranmak ve Zât-ı Vaci*bü’l-Vücûd’un, esmâ, sıfât ve zâtını gönülden sevmek, sevmekle de kalmayıp O’nun herkes tarafından sevilmesi gay*reti içinde bulunmak ve Rabb’iyle olan münasebetlerini dünya ve ukbâda her şeye tercih etmek şeklinde hulâsa edebiliriz. Bil*hassa, bu son noktayı hatırlatma adına bir hak dostunun, şu heyecan do*lu duyguları oldukça manidar sayılır:
Keşke sevdiğimi sevse kamu halk-ı cihan,
Sözümüz cümle heman kıssâ-i cânân olsa..!
Gayret, açık-kapalı münkerâta karşı bir tavır ve ilâhî gayre*tin bir uzantısı ise, ona Allah ahlâkıyla tahalluk etmenin bir te*levvünü nazarıyla da bakılabilir. Hazreti Lisan-ı Hakikat:
مَا أَحَدٌ أَغْيَرُ مِنَ اللهِ وَمِنْ غَيْرَتِهِ حَرَّمَ الْفَوَاحِشَ مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَمَا بَطَنَ
“Allah’tan daha gayûru yoktur; bu gayretindendir ki O, açık-kapalı fuhşiyâtı haram kılmıştır.”(Buhari, Muslim) Diyerek, lâhûtî kayna*ğına dik*kati çekmiş, sonra da:
إِنَّ اللهَ يَغَارُ وَإِنَّ الْمُؤْمِنَ يَغَارُ وَغَيْرَةُ اللهِ أَنْ يَأْتِيَ الْعَبْدُ مَا حُرِّمَ عَلَيْهِ
“Allah gayret tecellîsinde bulunur, mü’min de gayûr davra*nır; Allah’ın gayreti kulun işleyeceği haramlara karşıdır.”(Buhari, Muslim) Fermanıyla, gayretteki mütekâbiliyeti ihtar etmiştir.
Erbab-ı hakikat, gayreti iki şekilde anlamışlardır:
1. Sevgiliye asla rakip ve alternatif kabul etmeme.
2. Sevgiliye tahsis-i nazar edip O’nu sevmede herkesin ö*nünde bulunmaya çalışma.
Her iki şık itibarıyla da, cismâniyete karşı tavır alıp, kalb ve ruh ufkuna yönelmek, kötü huylara karşı savaş ilân edip ahlâk-ı haseneyi hayat hâline getirmek ve kendi içimizde kıskançlık öl*çü*sünde O’na âidiyetimizi duymak, bizi hakikî insanlığa taşı*yan esasların başında gelir. Böyle bir mülâhaza aynı zamanda, Ce*nâb-ı Hakk’ın kuluna karşı olan gayretine de bir cevap mahi*ye*tindedir. Allah’ın kuluna karşı gayreti, onu başkalarına bırak*ma*ması, sadece kendine kullukla şereflendirmesi ve onu mev*hum ilâhların fasid vehimleri arasında perişan etmemesi şek*linde anlaşılacaksa, kulun gayreti de: Mevlânâ Câmî’nin:
يَكِي خَواهْ، يَكِي خَوانْ، يَكِي جُويْ، يَكِي بِينْ، يَكِي دَانْ، يَكِي گُويْ
“Yalnız Bir’i iste, Bir’i çağır, Bir’i talep et, Bir’i gör, Bir’i bil, Bir’i söyle!” mülâhazasıyla, düşünce ve davranışlarında sadece ve sadece O’nu görüp O’nu bilmesi, O’nu arayıp O’na müte*vec*cih olması şeklinde gerçekleşmelidir.
Bazılarına göre ise gayret; sâlikin, sadece O’nunla meşgul olması, O’nunla meşbû bulunması ve en ciddî bir kıskançlık ruh hâletiyle, zevât-ı şahsiyelerinden ötürü başka her şeye karşı bü*tün bütün kapanması şeklinde ifade edilmiştir ki, bir bakıma sabırsızlığın mezmum olmayan kısmından sayılan ve Mahbub’ dan ayrılığa dayanamayıp da âh u efgân içinde hep “Yâr!” de*yip dolaşanların hâli böyle bir gayretin tezahürleri sa*yılmıştır.. ve Mesnevî’nin ilk beyitleri de sanki böyle bir gayret ve hasretin nağmeleri gibidir.. evet Mevlânâ:
بِشنَو ازنَـي چُون حِكَايَت مِيكُنَد، أَزْ جُـدَا يِيها شِـكَايَتْ مِيكُنَد
.............................. .........................
سِينَه خَواهَم شَرحَه شَرحَه اَز فِرَاق، تَـابِگُويَم شَـرحِ دَردِ اشـتِيَاق
هَركَسِي كِه دُور مَا نَد اَز أَصلِ خِوِيش، بَاز جُويَد رُوزگَارِ وَصلِ خِوِيش
“Dinle neyden nasıl hikâye eyler; (durmuş) firaklardan şika*yet eyler..... Ayrılıktan parça parça olmuş sîne isterim ki, ona derd-i iştiyakımı şerhedeyim. Her kim ki kendi aslından u*zak kaldı (o hep) Sevgili’ye vuslat günlerini arar.” diyerek, işte bu hasret ve bu gayreti terennüm eder.
Ayrıca gayretin, erbab-ı gayret’e göre de üç mertebesi var*dır:
1. Âbidlerin gayretidir ki, hayatlarını bir dantela gibi takvâ ve salih amel atkıları üzerinde örer ve ömürlerini bir gergef gibi işlerler. O’nun için olabilme mevzuunda o kadar gayretlidirler ki, yanlış bir iş, önemsiz bir hata ömür boyu onlara vicdan azabı olmaya yeter.
2. Hakk’a dilbeste olmuş sâliklerin gayretidir ki hâlden hâle koşar, muhabbetten zevke yürür, zevkten daha engin iştiyaklara açılır ve gözlerini O’ndan ayırmadan çalışırlar; çalışır ve فَأَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللهِ fehvasınca, her şart ve ahvâlde letâiflerinin ibre*siyle hep Hakk’a müteveccih olur ve gözlerinin içine başka ha*yâl gireceği endişesiyle tir tir titrerler. Gönül dillerinde sürekli: لِي مَعَ اللهِ زَمَانٌ “Benim Allah’la farklı bir zamanım var.”(Keşfu’l-Hafa) mantûkunca kalblerinin koylarında hep o ânı avlamaya çalışır*lar. O’nu görme, O’nu bilme yolunda değerlendirilememiş bir zaman parçasını, zamana karşı en büyük bir saygısızlık ve israf sayarlar.
ذلِكُمْ بمَا كُنْتُمْ تَفْرَحُونَ فِي الأرْضِ بغَيْرِ الْحَقِّ وَبمَا كُنْتُمْ تَمْرَحُونَ
“Bu ceza sizin yeryüzünde haksız yere (küstahlaşıp) ferih-fa*hûr yaşamanız yüzündendir.” hakikatiyle sürekli ürperir ve her lâhza ayrı bir perdede كُلُوا وَاشْرَبُوا هَنيئًا بِمَا أَسْلَفْتُمْ فِي الأيَّامِ الْخَالِيَةِ “Geçmiş günlerdeki mahrumiyet (ve fedakârlıklar)a mükâfat o*larak afiyetle yiyin, için.” eltâf-ı Sübhaniye’sini duyarlar.
3. Âriflerin gayretidir ki, her an ayrı bir مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ “Seni hakkıyla bilemedik.” ufkunda dolaşır, tasavvurlar üstü gü*zellikleri temâşâ eder.. gördüklerini bazen kendi gözlerinden bile kıskanırlar. Bazen de, buranın tam bir rasat yeri olmadığına ha*yıflanır ve gözlerinden dert yanar, hatta sırlarına karşı serzenişte bulunur ve titreyen bir ibre gibi karar gününe kadar hep ihtizaz içinde olurlar.
اَللهُمَّ الْعَفْوَ وَالْغَيْرَةَ، اَللهُمَّ إِلى مَا تُحِبُّ وَتَرْضى،
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الْمُصْطَفى.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
VELÂYET
Birinin idaresine verilen şahıs, toplum, memleket veya ülke mânâlarına gelen velâyet; sofiye ıstılahında, sâlikin, nefis ve e*nâniyet cihetiyle fani olması ve Hz. Vâcibü’l-Vücûd’a karşı ya*kınlık kazanması yolunda, üzerinde Zât-ı Hayy-ı Kayyûm’un hâ*kimiyetini duymasıdır ki; bu seviyeye ulaşan hak yolcusu, ilâhî tevellîye erer, temkine mazhar olur ve kurb ufuklu yaşar. Vilâye*tin mebdeine اَلله وَلِيُّ الَّذِينَ امَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ “Allah iman edenlerin muhibbi ve veliyyü’l-emridir, onları (hidâyet ve tevfikiyle) karanlıklardan ışığa çıkarır.” nûrefşân beyanıyla; mün*tehasına da أَلا إِنَّ أَوْلِيَاءَ اللهِ لاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ “Bil ki Al*lah’ın veli (kul)ları için hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olacak değillerdir.” şerefbahş fermanıyla işaret buyurulur.
Vilâyete mazhar olana “velî” denir ki; bu aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın mübarek isimlerinden biridir. Bu isme tam bir “mâkes-i münevver” ve “mir’ât-ı mücellâ” olmuş veli, “fenâ fil*lâh” ve “bekâ billâh”a da mazhar sayılır. Ancak velînin bu maz*hariyeti onu, Hz. Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’dan müstağni kıla*maz. Bilakis, mertebesi ne olursa olsun, bütün hak dostlarının en be*reketli feyiz kaynaklarından biri, hatta vesileliğinin hususi*yeti iti*barıyla birincisi, “mişkât-ı nübüvvet” ve “kevser-i hakikat” olan Hz. Zât-ı Ahmediye aleyhissalatü vesselâm ve O’na tebaiyettir. Bu husus, Kur’ân-ı Kerîm’de birkaç yerde gayet “net” olarak vur*gulanır ve o menba-ı feyz ve maden-i hakikate dikkatler çekilir. İşte o pürenvâr beyanlardan biri:
قُلْ إِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ الله فَاتَّبعُونِي يُحْببْكُمُ الله “De ki eğer Allah’ı sevi*yorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin...”
“Gülşen-i Râz”da bu gerçek şu renkli ifadelerle dile getirilir:
نَبِـي چُون آفتَاب آمَد وَلِي مَاه مُقَابِل گَردَد اَندَر ”لِي مَعَ اللهِ وَقْتٌ“
زِ{إِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ} يَابَد اُو رَاه بَـخَلوَتـخَانَــهءِ {يُحْبِبْكُمُ اللهُ}
“Nebî güneş, velî de ‘Benim Allah’la öyle bir ânım vardır ki’(Keşfu’l-Hafa) mülâhazasıyla serfiraz olan o güneşe karşı ay gibidir. Velî ancak [Eğer siz onu seviyorsanız]’dan [Allah da sizi sever] hal*vethânesine yol bulur.”
Evet, ay, güneşten nûrunu aldığı gibi, velî de ancak, nebîye uymak suretiyle tenevvür eder.. eder ve Hak ziyâsını aksettiren bir mir’ât-ı mücellâ olur. Bir mânâda bu mülâhaza enbiya için de söz konusudur; bu itibarla da O Sultan-ı enbiyadır.
فَإِنَّهُ شَمْسُ فَضْلٍ هُـمْ كَـوَاكِـبُهَا يُظْهِرْنَ أَنْوَارَهَا لِلنَّاسِ فِي الظُّلَمِ
وَكُلُّ ايٍ أَتَى الرُّسُـلُ الْكِرَامُ بهَا فَـإِنَّمَـا اتَّـصَلَـتْ مِـنْ نُــورِهِ بـهِمِ
“İnsanlığın İftihar Tablosu, bir fazilet güneşi, onlar da yıldız*lar gibidirler ki, insanlara ışıklarını ancak her yanın karanlığa gö*müldüğü durumlarda izhar ederler. (Aslında) Peygamberân-ı izâm’ın gösterdiği her mucize, Peygamber aleyhissalatü vesselâ*mın nûrunun onlara ittisali sebebiyledir.” Ruhun şâd olsun Bu*sayrî..
Velî kelimesi, ya fail mânâsına gelir; o takdirde, günahlara karşı tavır alan ve ibadet ü taata karşı da dişini sıkıp sabreden; yahut mef’ûl mânâsına hamledilir ki, o zaman da, Cenâb-ı Hakk’ın inâyet, riayet ve hıfzına mazhar olmuş talihli demektir ki; bu izah, bir kudsî hadiste ortaya konan, Allah’la kul arasın*daki zımnî mukavele ile tam uyum arzeder. Üzerinde pek çok durulan bu kudsî hadisin metnini teberrüken kaydetmek istiyo*rum:
إِنَّ الله تَعَالى قَالَ: مَنْ عَادى لِي وَلِيًّا فَقَدْ اذنْتُهُ بالْحَرْبِ. وَمَا تَقَرَّبَ إِلَيَّ عَبْدِي بشَيْءٍ أَحَبَّ إِلَيَّ مِمَّا افْتَرَضْتُ عَلَيْهِ. وَمَا يَزَالُ عَبْدِي يَتَقَرَّبُ إِلَيَّ بالنَّوَافِلِ حَتَّى أُحِبَّهُ. فَإِذا أَحْبَبْتُهُ كُنْتُ سَمْعَهُ الَّذِي يَسْمَعُ بِهِ وَبَصَرَهُ الَّذِي يُبْصِرُ بهِ وَيَدَهُ الَّتِي يَبْطِشُ بهَا وَرِجْلَهُ الَّتِي يَمْشِي بهَا. وَإِنْ سَأَلَنِي لأعْطِيَنَّهُ وَلَئِنِ اسْتَعَاذَنِي لأعِيذنَّهُ.
“Allahü Teâlâ buyuruyor ki: “Her kim Benim velîlerimden bir velîye düşmanlık ederse, şüphesiz Ben ona îlân-ı harp ede*rim. Kulum kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevgili hiçbir şey ile Benim kurbiyetime mazhar olamaz. Bir de kulum nafile*ler ile Bana yaklaşır ha yaklaşır ve nihayet öyle bir hâle gelir ki artık Ben onu severim. Onu sevince de, onun işiten kulağı, gö*ren gözü, tutup yakalayan eli ve yürümesine vasıta olan ayağı olurum (Hâsılı; onun işitmesi, görmesi, tutması, yürümesi doğ*rudan doğruya meşîet-i hâssa dairesinde cereyan etmeye baş*lar). Böylesi bir kul Benden birşey isterse istediğini muhakkak ona veririm. Bana sığınırsa onu hıfz ve sıyânetim altına alırım.”(Buhari)
Bu açıdan hemen her devirde vilâyetin iki önemli buudu üzerinde durulmuş ve bu iki şey bir vahidin iki yanı olarak ka*bul edilmiştir:
1- Sâlikin, kılı kırk yararcasına hukukullaha riayeti.
2- Buna karşılık Cenâb-ı Hakk’ın da onu hıfzına, riayetine ve kelâetine alması.
Bu hıfz u riayet, nebîde mâsumiyet, velîde de mahfûziyet şeklinde tecellî eder.. ve bu iki husus birbirinden farklı şeylerdir.
Evliyâ-yı kirâmın mükerremiyeti muhakkak, kerameti hak; ama her velî için şart değildir. Bir velînin kendi vilâyetini bilip-bilmemesi ihtilaflı olsa da, bir kısım mazhariyetlerinin bulundu*ğunda şüphe yoktur.
İbrahim Ethem bu hususiyetleri: “Kesben olmasa da kalben dünyayı terk etme; bütünüyle Allah’a yönelme ve sürekli O’nun teveccühünü bekleme..”
Yahya b. Muaz: “Üns billâh’a ulaşma yolunda her sıkıntıyı göğüsleme ve her şeye katlanma..”
Bayezid-i Bistâmî: “Onca ibadet ü taat ve kulluktaki fevka*lâde hassasiyetine rağmen, başkaları tarafından bilinme arzu*suna kapılmama...” şeklinde kaydetmişlerdir ki, Harraz’ın ifade*siyle, bu evsafı hâiz olan hak dostuna Cenâb-ı Hakk kendini anma kapılarını aralar.. sâlik, zikirden lezzet almaya başlayınca, Hz. Mezkûr da elinden tutar onu “kurb” zirvesine ulaştırır. Son*ra da vefa ve sadâkatine göre ona “ünsbillah” hil’atini giy*dirir. Ve artık bu zirvede sâlik, sadece O’nu duyar, O’nu düşü*nür, O’nunla oturur-kalkar ve O’ndan ötürü olanların dışında, ağya*ra karşı da tamamen kapanır. Hatta O’ndan gelen ikram ve ih*sanlardan bile mekr olabileceği mülâhazasıyla tir tir titrer. Evet, Peygamber’in peygamberliği ve bu kudsî mazhariyetin bir teza*hürü olan mucizelerini izhar etmesi O’nun misyonunun ge*reği olmasına karşılık, velînin kendini de, kendiyle alâkalı tecel*lîleri de gizlemesi edeptir.
Bu hususu İbnü’l-Arabî şöyle ifade eder:
سَـتـْرُ الْكَرَامَةِ وَاجـبٌ مُـتَحَـقِّـقٌ عِنْدَ الرِّجَالِ فَلاَ تَكُنْ مَخْذُولاً
وَظُهُورُهَا فِي الْمُرْسَلِينَ فَرِيضَةٌ وَبـهَا نُــزِّلَ الْـوَحْــيُ تَـنْـزِيــلاً
“Hak dostları nezdinde kerâmeti gizlemek vaciptir. (Zinhâr izhar edip) mahzül ve rüsvay olma! Peygamberlerin (onların el*leriyle gösterilen harikaları) açıklamaları lâzımdır. (Zira) vahyin gelişinin bu (harika)larla iktirânı vardır.”
Buradaki kerâmet hissî kerâmettir ki, gönüle geleni bilmek.. bazı gaybî şeylerden haber vermek.. tayy-i mekân edip az za*manda çok mesafe almak.. tayy-i zamanla serfirâz olup, kısa bir süre içinde pek çok şey yapmak... gibi harikalar bu türdendir.. ve bu yolun zirve kâmetleri, bu kabîl şeylere yönelmeleri bir yana, “min gayri kasdin” kendilerinden zuhûr edenlerden dahi fevkalâde rahatsızlık duymuşlardır.
Buna mukabil bir de; dinin ruhuna vukuf.. mekârim-i ah*lâka muvaffakiyet.. hukukullah ve hukuk-u ibâda olabildiğince riayet.. bildikleriyle amel ve bereket.. mârifette yakîn, amelde ihlâs, ibadet ve muamelâtta ihsan şuuru... gibi mânevî kerâmet*ler vardır ki; avamın görüp bilemediği, dolayısıyla da değer ver*mediği bu ilâhî ihsanlar, havassın ağlarını gerip avlamak is*te*dikleri değerler üstü değerlerdir ve izharından kaçınılsa da, tale*bi Hakk’ı taleptir.. vilâyet-i kübrânın varisleri de hep bu mazha*riyetin kahramanları arasından çıkmıştır.
اَللهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُخْلِصينَ الْمُخْلَصينَ الْمُتَّقينَ الْوَرِعينَ الْمُقَرَّبينَ الْمُحِبّينَ الْمَحْبُوبينَ، امينَ.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
SIR
Gizli şey demek mânâsına gelen sır; sofiye ıstılahında: Kalbde ilâhî vedîa olan bir lâtife-i rabbâniyedir. Bedende ruhun emanet ve vedîa olması mânâsında bir lâtife. İrade, zihin, his “lâ*tife-i rabbâniye” dediğimiz vicdan mekanizmasının dört te*mel esası ve ruhun hâssası olduğu gibi, “sır” da kalbin böyle bir hâssası ve orta ölçekte bir buudu sayılır. Vicdanın temel esasla*rının, kul-Rab münasebetleri açısından meselâ; iradenin Allah’a kulluk, zihnin mârifetullah, hissin muhabbetullah ve kalbin rü’yet-i cemâlullah misillü birer hedef ve gayesi bulunduğu gibi sırrın da ilâhî esrara açık bir hususiyeti ve gayesi vardır.
Bütün varlığın, Cenab-ı Vâcibu’l-Vücûd’un kudret eliyle ya*ratılıp ortaya konması açısından, yaratılanların Yaratan’a nis*bet edilmeleriyle alâkalı sırlara “esrâr-ı rubûbiyet”, kalbte te*cellî-i ev*velin inkişâfıyla meydana gelen ve bütün ilâhî isimler ara*sın*da ehadiyet buudunu izhar eden, dolayısıyla da, her şeyde her şeyi müşâhede zevkinin zuhûrundaki sırlara da “es*râr-ı tecellî*yât” denir.
Sırrı; her türlü cismanî levsiyâttan müberrâ, mâsivâ lekele*rin*den arınmış ve her zaman ruh âlemiyle açık münase*bette bu*lunan “kalb” diye de yorumlayanlar olmuştur.
Sırra; اَلله أَعْلَمُ بمَا في أَنْفُسِهِمْ “Allah onların iç dünyalarında olanı en iyi bilendir.” âyetiyle delillendirerek, her zaman vefâ i*le çarpan, sadâkatle ürperen, peygamberlerin mesajlarına açık, Allah’ı ve ahiret yurdunu her şeye tercih eden temiz sîne demek de mümkündür.. aynı zamanda bu yorumu, bütün kalblerin “sır” seviyesi olarak da düşünebiliriz.
Bazıları bu evsâfı; sırrın, kalbde zuhûrunun sebepleri ve dâ*îleri saymışlardır ki; Allah, o kalblere dini kabul, varlık ve birli*ğini ikrar, öteleri tasdik ve peygamberlerini de iz’ân imkân ve ortamını hazırlayınca, onlar da bu imkânı en iyi şekilde de*ğer*lendirerek, sır mevhibesiyle ulaşmaları gereken hedefe ulaş*ma*ya çalışırlar.. veya Allah, onların, bu lâtifeyi çok iyi değer*len*direceklerini bildiğinden, hususi atâsıyla bu mevhibeye açık gö*nülleri mâmûr kılar; kılar; zira O, أَلَيْسَ الله بأعْلَمَ بالشَّاكِرِينَ “O şü*kürle gerilenleri en iyi bilen değil midir?” hakikatinin biricik sa*hi*bidir.
Bu itibarla da onunla bazen; إِنَّ الله يُحِبُّ الْعَبْدَ التَّقِيَّ الْغَنِيَّ الْخَفِيََّ “Allah takvâ ile serfiraz, masivadan müstağni ve gizli enginlikleri olan kulları sever.”(Müslim, Müsned) sözlerinin müfâdı.. bazen de:
رُبَّ أَشْعَثَ أَغْبَرَ مَدْفُوعٍ بالأبْوَابِ لاَ يُؤْبَهُ لَهُ لَوْ أَقْسَمَ عَلَى اللهِ لأبَرَّهُ
“Nice saçı-başı dağınık, kapı kapı kovulan ve asla önemsenme*yen kimse vardır ki, (herhangi bir hususla alâkalı) Allah’a yemin etse, Allah onu yemininde yalan çıkarmaz.”(Müslim, Tirmizi, İbn Mace) beyanıyla resme*dilen muallâ ve müberrâ gönül murad edilir.
Sırla alâkalı yukarıdaki beyanın ışığı altında, sır ehli de üç bölümde mütalâa edilmiştir:
1- Gözleri Allah’tan gayri bir şey görmeyen, her zaman, her yerde sadece ve sadece O’nun rızâsını arayan ve nefsin istekle*rine karşı da kapalı kalmasını bilen bir kısım hak erleridir ki; him*metleri, hiçbir arzu ve istek karşısında kırılmayacak kadar âlî; maksatları, ilâhî emirleri aksettirecek ölçüde duru; hayat sis*tem*leri uhrevîlik çizgisinde; yolları emin; gözlerini açıp-kapayıp hep O’nun muradını takip etmektedirler. Nâm u nişândan ka*çar; Hakk’a kulluğu varoluşlarının gayesi bilir ve bu duygularını dünyevî-uhrevî her türlü mülâhazanın önünde tu*tarlar ki, gün*lük yaşayışları hemen her zaman:
فِي بُيُوتٍ أَذِنَ الله أَنْ تُرْفَعَ وَيُذْكَرَ فِيهَا اسْمُهُ يُسَبِّحُ لَهُ فِيهَا بالْغُدُوِّ وَاْلآصَالِ رِجَالٌ لاَ تُلْهِيهِمْ تِجَارَةٌ وَلاَ بَيْعٌ عَنْ ذِكْرِ اللهِ وَإِقَامِ الصَّلاَةِ وَإِيتَاءِ الزَّكَاةِ يَخَافُونَ يَوْمًا تَتَقَلَّبُ فِيهِ الْقُلُوبُ وَالأبْصَارُ
“Bir takım evler ki, Allah o evlerin (kadrinin) yüksek tutul*ma*sına ve içlerinde (mübarek) isminin zikredilmesine izin ver*miştir ki, onların derûnunda sabah-akşam, kendilerini ne ti*caret, ne de alım-satım Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoymadığı ricâl (yiğitoğlu yiğitler) vardır; kalblerin ve gözlerin döneceği günden korkar (ve tir tir titrer*ler).” ufkun*da cereyan eder.. ve hep ışık alır-ışık verirler.
2- Allah’la münasebetlerini ve O’nun nezdindeki durumla*rını iradî olarak gizlemeye çalışan öyle vefalı gönüllerdir ki; ilâhî tecellî ve vâridleri tesettürü gerekli birer namus gibi korur.. gayri ihtiyari ortaya çıkanlarını değişik tevriyelerle âdeta çarpıtır.. her biri semâ-yı vilâyetin birer yıldızı olduğu hâlde ateş böceği gibi görünmeye çalışır.. mücâhede yolunun birer üveyki olmalarına rağmen saksağan görünümünü tercih eder.. arz u semâda has*lar hası pâyesiyle tebcîl edilirken dahi ciddî bir melâmet ruhuyla kendilerini sıfırlamasını bilir.. hizmet ederken fevkalâde civanmertçe, bir nefer gibi mütevâzi, ama en önde; maddî-mânevî ücret taksiminde ise kendini unutturacak kadar gerilerin geri*sinde ve beklentisizdirler.
يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِي سَبيلِ اللهِ وَلاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ لائِمٍ
“Allah onları, onlar da Allah’ı sever; mü’minlere karşı (fev*kalâde) mütezellildirler (tevâzu kanatlarını yerlere kadar indirir*ler), küfür nankörlerine karşı da izzetli (ve satvetli)dirler. Sürekli Allah yolunda mücâhedede bulunur ve kınayanın kınamasına da aldırış etmezler.” gerçeğinin tam temsilcileri öyle babayiğit*ler*dir ki; Rabbileriyle baş başa kaldıklarında derinlikleri ihata e*dilemeyen birer ârif u âbid, dünyaya sözlerini geçirmede de bi*rer erkân-ı harp ve dâhî, mensup oldukları milletin haysi*yet ve şerefi adına fevkalâde hassas, töhmet ve sûizanna vesile olacak “pes” davranışlardan da olabildiğine uzaktırlar.
3- Cenab-ı Hafîz u Muîn’in himâye, inâyet ve kelâeti al*tın*da zirveleşmiş öyle kahramanlardır ki, oturur-kalkar Rabb-i Ke*rîm’lerini anar.. her hâdise, her düşünce ve her mülâhazayı O’nu anmanın birer bahanesi, hatta mukaddimesi sayar ve âdeta, ken*dileri olarak kendilerinden kaçar, kendilerini duymaz ve kendi*lerine karşı yabancı yaşarlar.. iyiliklerini insanlardan saklamanın da ötesinde kendi kendilerinden saklama mülâha*zaları içinde dolaşır ve vicdanlarında sürekli araya girmelerin ızdırabını du*yarlar.. yer yer kendilerine takıldıkları olsa da, bunu bir kâbuslu rüya telâkki eder ve bir an evvel ondan kurtulma yollarını araş*tırırlar.. yeni merhalelere motive olmanın dışında her zaman, vecd u istiğrakın gel-gitleri arasında ömürlerini sürdü*rür ve hep inâyet-i hâssa seralarında, riayet-i tâmme ya*maçlarında ilâhî el*tâf soluklarlar.
Bunlar, sürekli sırlar ötesi bir gizlilik içinde mahfîdirler ama, Allah’ın matmah-ı nazarı ve varlığın da en hayatî unsurlarıdır*lar. Hak eşyaya onlarla bakar, kâinat onların sır kevserleriyle beslenir.
اَللَّهُمَّ أَعِنَّا عَلَى ذِكْرِكَ وَشُكْرِكَ وَحُسْنِ عِبَادَتِك. وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ سَيِّدِ الْعَابِدِينَ وَعَلَى آلِهِ وَأَصْحَابِهِ الْمَحْمُودِينَ.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
GURBET
Gariplik, yabancılık, vatandan ayrı düşme mânâlarına ge*len gurbet; sofîye ıstılahında, Maksûd’a ulaşabilmek için, o güne kadar alışılagelen dünya ve onun câzibedar atmosferinden uzaklaşma veya o atmosferde uhrevî buudlu yaşama şeklinde yo*rumlanmıştır ki, buna dünyanın mânevî mimarlarının hâlleri de diyebiliriz ki, hâlden hâle intikal gurbeti, halktan Hakk’a yö*nel*me gurbeti, Hak’tan halka nüzûl gurbeti bu sözcükle zihinle*rimizde canlanan ahvâlden sadece bazılarıdır.
Gurbetle alâkalı bir rivâyette, urûc ve nüzûlün kahramanı Hz. Rûh-u Seyyidi’l-Enâm (s.a.s.) “Cenâb-ı Hakk nezdinde kul*ların en sevimlisi gariplerdir.” buyururlar. Gariplerin kimler ol*duğu sorulunca da: “Din ve diyânetleri adına halktan uzaklaşa*bilenlerdir ki, Meryem oğlu Îsâ ile haşrolacaklardır.”(Medaricu’s-Salikin) şek*linde cevap verilir. Seyyidinâ Hz. Mesih’le uhrevîliğin ilk ba*samağını paylaşmak, Hz. Îsâ’nın gurbet derinliğini ifade etme ba*kımın*dan mânidardır.
Garip olarak ölenin şehit olacağına dair de rivayetler vardır ki(İbn Mace) –yurttan-yuvadan ayrı düşme mânâlarına da hamledilmesi mahfuz– hâlinden-dilinden anlamayan insanların içinde hâl eh*linin gurbeti; fâsık ve fâcirlerin arasında salihlerin gurbeti; mül*hid ve münkirler karşısında iman ve iz’an ehlinin gurbeti; ca*hil ve görgüsüzler dünyasında ehl-i ilim ve irfânın gurbeti; su*ret ve şekil erbabı beyninde mânâ ve hakikat erlerinin gurbeti... gibi garipliklere işaret eder ve:
بَدَأَ اْلإِسْلاَمُ غَرِيبًا وَسَيَعُودُ غَرِيبًا كَمَا بَدَأَ، فَطُوبَى لِلْغُرَبَاءِ الَّذِينَ يُصْلِحُونَ مَا أَفْسَدَهُ النَّاسُ
َ
“İslâm garip olarak başladı (gariplerle temsil edildi), günü ge*lince yine o gurbete avdet edecektir. Herkesin bozgunculuk yaptığı dönemde, îmar ve ıslah hamlelerini sürdüren gariplere müjdeler olsun.!”(Muslim, Tirmizi, İbn Mace) Farklı bir rivayette: اَلَّذِينَ يَزِيدُونَ إِذا نَقَصَ النَّاسُ ila*vesi söz konusudur ki; “Halk iman ve takvâ açısından zaaf gösterdiği o gurbetler gününde onlar, keyfiyet olarak sürekli kö*pü*rür dururlar.” nûrefşân beyanıyla her devrin kudsîlerini na*za*ra verir.
Erbab-ı hakikat, gurbeti, daha çok, vicdanlarıyla duyup bil*dikleri, sezip sevdikleri, hatta bir mânâda sürekli maiyyet so*luk*ladıkları hâlde cismâniyet berzahında yaşamaktan ibaret gör*müş ve yolda bulunmanın gereği, bir taraftan dişlerini sıkıp ona katlanırken, diğer taraftan da vicâhînin revh u reyhânına ve “mey*dân-ı tayarân-ı ervâha uçmaya” hazır bulunmuş, hatta bu*nun için hep çırpınıp durmuşlardır. İşte böylesi âriflerin bir ana*yurt kabul ettikleri ruhânîler otağından ayrı düşüp, dünyevî ber*zahlarda, hasret ve hicranlar içinde bulunmalarını ifade sa*dedinde her zaman:
بِشنَو اَزنَي چُون حِكَايَت مِيكُنَد اَز جُدَايِهَا شِكَايَت مِيكُنَد
“İşit neyden nasıl hikâyet eder; durmuş ayrılıktan şikayet e*der.” (Mesnevî) demiş ve bu iç içe gurbetlerini dile getirmişler*dir. Zannediyorum, Bilâl-i Habeşî Hazretleri, kendisine dâr-ı be*kâ ufku göründüğü esnada: “Ben gurbetten asıl vatana gidi*yo*rum...” türünden söylediği sözler de yine bu hasret ve bu öz*le*min ifadesiydi...
Evet herkes derecesine göre, kervanların konup göçtüğü bir saray mesabesindeki bu dünyaya garipler gibi gelip konaklar ve henüz üzerinden gurbet duygusunu atma fırsatını bulamadan da çarçabuk kapı dışarı edilir. Bundan ötürü de, ruhunda ötele*rin özlemini duyanlar ayrı bir gurbet; “malı, mülkü, safası fâni hulyâ” bu dünyaya dilbeste olanlar da ayrı bir gurbet ızdırabıyla hep kıvranır dururlar.. evet bu dünyada:
زِ دُنيَا رَوَد بَيَارَانَش هَمِي گُويَد دِلَم بِگِرِفت اَز غُربَت تَمَنَّايِ وَطَن دَارَم
“Gönlüm artık gurbetten usandı ve vatan temennisinde.” (Hüsrev Dehlevî) mülâhazasıyla herkes bir Hüsrev; herkes dün*yanın bu dar hendesesinden bîzâr, herkes yeni ufuklar peşinde ve vatan-ı aslî duygusuyla kıvrım kıvrımdır.
Buraya kadar serdedilen mütalâalar açısından gurbeti, ya*rarı olan, zararı olan, yararı ve zararı olmayan gurbetler diye üç bölümde ele almak da mümkündür:
1. Yararlı ve Hz. Sahib-i Şeriat’ın lisanında memduh sayı*lan gurbet, hak erleri dediğimiz ehlullahın gurbetidir ki, söz ıtlak edildiğinde kemaline masruf olması esprisine binaen, akla gelen gurbet de işte bu gurbettir.. ve bu gurbet “üns billâh”la taçlan*mış, mârifet derinlikli, muhabbet ve iştiyak televvünlü bir gur*bet*tir. Böyle bir gariplik içinde bulunan sâlik, gurbet rampa*sıyla sık sık “üns billâh”a yükselir.. hiçbir zaman mutlak yalnız*lığa düşmez; yalnızlık anlarını O’na ulaşmanın işaretleri kabul eder ve kendini her zaman Allah’ın vilâyeti, Peygamberin imâ*meti ve mü’minlerin refakatiyle müeyyed görür; görür ve zâtî değerleri ölçüsünde dünya ile olan münasebetlerini devam etti*rir.. her za*man ibadet ü taatla dopdolu, tam bir zahid; ama görü*nüp bilin*meye karşı bayrak açmış bir zahid ü âriftir. Hadi*sin ifadesiyle cennetlerin sultanı gibidir ama, hayatını kimsenin önemsemedi*ği bir çizgide sürdürmektedir: Öyle ki, ne yandan bakılırsa bakıl*sın o, saçı-başı, kılığı-kıyafeti ve oturup-kalkışı iti*barıyla hep in*sanlardan bir insandır. Dünyevî-uhrevî, maddî-mânevî bütün servet ve zenginlikleri, o nimetlerin Hakikî Sa*hibi’ni anmaya ve*sile sayar; her zaman şükürle gerilir, şevkle oturur-kalkar ve uh*desine verilmiş bütün ilâhî mevhibeleri sır*tında bir âriye gömlek gibi görür; ne onların mevcudiyetleriyle şımarıklaşır ne de fık*dânlarıyla kedere, tasaya düşer.
َ
Diğer bir yaklaşımla, ebrâr ve mukarrabînin de gıpta ettiği bu garipler, (Ebu Davud, Tirmizi, İbn Mace) عَضُّوا عَلَيْهَا بالنَّوَاجذِ fehvasınca, halkın dinden yüz çe*virdiği bir dönemde, Sünnet’e sımsıkı sarılır.. bid’atlara karşı sa*vaş ilân eder.. duygu, düşünce ve hissiyatlarını hep tevhid anla*yışı etrafında örgüler.. ömürlerini Allah’a intisabın zevki, şevki ve hazları içinde geçirir.. Hz. Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’a iktidayı, insanları Allah’a ulaştıran bir geminin kaptanına teslim olma şek**linde görür.. ve diğer nisbî intisapları da bu nakş-ı âzâmın bir ipliği, bir izdüşümü, bir varyantı ve bir müşiri sayarlar.
Asr-ı Saadet ve âhir zaman vilâyetinin en önemli ve en be*re*ketli bir kaynağı sayılan bu mânâdaki gurbet, cazibesi az, kıy*meti çok, sıkıntısı fazla, derecesi yüksek, şatahat ve iddialara ka*palı bir ululuk yoludur.. ve her devirde bu tertemiz kaynak et*rafında bir avuç nezih gönül ve pak vicdan bir araya gelmiş, ce*miyeti saran terslikleri göğüslemiş, ruhlara karşı pusu kurup bekleyen gulyabanîlerle savaşmış; insanları sevgiyle kucaklamış; onları, dünyevî-uhrevî beklentilerine ulaştırmaya çalışmış; sonra da mutluluk adına hiçbir şey tadıp duymadan çekip öbür âleme gitmişlerdir.. çekip gitmelidirler de; zira refah, maddî mutluluk, dünyanın gâye-i hayâl hâline gelmesi, onlar için öldüren birer ze*hir ve onların vefa telakkilerine karşı da bir “çelişki”dir. Böyle zıtlar arenasında “teâruz-tesâkut” deyip yaşamaktansa –ki bu kabîl yaşayış gurbet içre gurbet mânâsına bir “iğtirab”dır ve ömürlerini yaşatma zevkine göre plânlamış kimseler için ölüm*den de beterdir– beraetlerini alıp dostların bulunduğu diyara göç etmeyi tercih ederler.
2. Yararı olmayan ve sahibinin başında sürekli duman du*man bir musibet gibi tütüp duran, inkâr, ilhad ve dalâletten kay**naklanan bir gurbettir ki, kabir yolculuğuyla sürüp gideceğin*den, hatta öbür âlemde de, hem de çaresiz ve sevap*sız devam edeceğinden, zannediyorum en acınacak gurbet de işte bu gur*bettir.
3. Ne yararı ne de zararı olmadığı hâlde anne karnından başlayıp, bir mânâda kabre kadar devam eden gurbettir ki, bu gurbet her faninin kaderidir. Bazı garipler itibarıyla, niyetin hu*lûsu sayesinde bazen sevaplara vesile olması da söz konusu o*lan bu gurbet, her zaman ruhta gerekli olan kıvam korunama*dığından ötürü, bilhassa Allah’a açık olmayan sînelerde sürekli bir vesile-i hicrandır. Bir şâir:
دَر غُربَت اَگَركَسِي بمَانَد مَاهِي گَركُوهِ بُـوَد اَز اُونَمَانَد كَاهِي؛
بِيجَارَهء غَرِيب اَگَر سَاكِن بُوَد چُون يَادِ وَطَن كُنَد بَر آرَدْ آهِي؛
.............................. ........................
زِهِجرَانَـش مِى دَارَم شِكَايَت نَمِي گُنجَد دَر اِينجَا إِين حِكَايَت
“Bir kimse eğer gurbette bir an dahi kalsa, dağ kadar metin olsa da, saman kadar bile güçlü sayılmaz. Çaresiz garip, yerinde hep sakin bulunsa da, vatanı hatırlayınca, hiç durmaz (hep) ah çeker. ........... Dostların ayrılığından çok şikayetim var ama, (gel gör ki) bu hikâye bu makama sığmaz.” diyerek gur*bet derdin*den dâde gelmiş bu kabîl hicran ehline ne hoş ter*cüman olur.
اَللَّهُمَّ اجْعَلْنِي لَكَ ذكَّارًا، لَكَ شَكَّارًا، لَكَ رَهَّابًا، لَكَ مِطْوَاعًا، لَكَ مُخْبتًا، إِلَيْكَ أَوَّاهًا مُنِيبًا. وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ سَيِّدِ الْمُنِيبِينَ وَعَلَى الِهِ وَصَحْبهِ اْلأوَّاهِينَ.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
İĞTİRAB
Katmerli gurbet de diyebileceğimiz iğtirab; sürekli düzelme*leri bozulmaların takip etmesi ve salâhları fesatların kovalaması; gece-gündüz devridaimi gibi, gönlün biraz aydınlanmasını mü*teakip hemen yeniden karanlığın bastırması duygusudur ki, hemen her zaman (Müslim, Tirmizi) طُوبَى لِلْغُرَبَاءِ muştusuyla serfiraz hizmet erleri*nin korkulu rüyaları olagelmiştir.. ve onu, düşündükçe ürper*mişlerdir.
Gurbet için de aynı mülâhazalar söz konusu olabilir; iğti*rab, ya sırf cismanî, ya hâlî ve kalbî ya da her ikisinin birden duyulup hissedildiği muzaaf bir yalnızlıktır.
Cismanî iğtirab, tıpkı gurbette olduğu gibi, yurttan-yuva*dan, dosttan-ahbaptan uzak kalmaya denir ki, bilhassa, ulaşma yolları bütünüyle bozulup, köprüler de harap olunca, çaresiz*lik*ten dolayı ruhları tam bir iğtirab istilâ eder. Beden insanları için çok defa ölümle neticelenen iğtirab, Allah ve ahirete imanla ta*dil edilmezse, her zaman tahammülfersâ bir hâdise sayılabilir, imanla, bu müterakim gurbetleri göğüsleyip, sonra da şöyle ve*ya böyle vefat edenlere مَوْتُ الْغَرِيبِ شَهَادَةٌ “Bu kabîl yalnızların vefatı şehadettir.”(İbn Mace) fehvasınca, o bir nimettir. Evet o, küfür, il*had ve dalâletten kaynaklanmıyorsa, “Her ızdırabın bir mü*kâfa*tı vardır.” esasına binaen, insanı Cenâb-ı Hakk’a yönlendir*diği ölçüde çok yararlı bir ihsan-ı ilâhîdir. Hatta bazıla*rınca, imanla yumuşatılmış böyle bir gurbet, ızdırabı çok, mükâ*fatı sabır ve tahammülünkine denk iç içe öyle tatlı bir belâdır ki, insan onu, zahirindeki hicrandan ötürü bulanık bir ah u efganla karşılama*sına mukabil, vicdan ona hep: “Gel, gel” der. Bir şâi*rin:
غَرِيبَانِي كِـه حَـالِ مَن بِبِينَند زَمَانِي بَـرسَـرِ خَاكَم نَشِينَند
غَرِيبَـانـرَا غَرِيبَان يَـاد دَارَند كِه إِيشَان يَكديِگَررَا يَادگَارَند
خُـدَايَـا چَارَهء بِيچَارَه گَانِي مَـرَا وَجُزمَرَا چَـارَه تُودَانِي
چُنَان كَز شَبتَر آرِي رُوزِ رُوشَن اَز اين اَندُه تَر آرِي شَادِيُ مَن
“Benim bu hâlimi gören garipler, bir gün (gelip) benim me*zar toprağıma otursunlar; (otursunlar) zira garipleri ancak ga*rip*ler anlar. (Evet) garipler birbirlerine yâdigâr (ve emanet)tirler. Ey Rabbim Sen çaresizlerin çaresisin; benim de, başkasının da ça*resini (ancak) Sen bilirsin. Geceden apaydın gündüzü çıkar*dığın gibi, bu kederden de benim neş’e ve sürûrumu çıkarabilir*sin...” sözleri bu duyguyu ifade etmesi bakımından gayet nefis*tir.
İğtirabın hâl televvünlüsü طُوبَى لِلْغُرَبَاءِ beyan-ı Nebevîsi’yle tebcîl edilmiştir. Fesat istilâsına uğramış bir zaman diliminde, çağın getirdikleriyle boğuşan çaresiz bir salih insan; cehalet gir*dabına kapılmış bir toplum içinde hakikatâşina bir alim; nifakın kol gezdiği bir dünyada sadâkate kilitlenmiş bir vefa insanı iç içe böyle bir gurbet yaşamaktadır ve fesadın azgın köpürüşlerini, ca*hil yığınların zebil olup gidişlerini, nifak ve nifakçıların her za*man prim alışlarını gördükçe iliklerine kadar kendini yalnızlık içinde hissederek “Keşke bu insanlara bir şeyler anlatabilsey*dik!” der inler.
Kalb buudlu iğtiraba gelince o, ârifin, Hak katındakileri du*yuş, seziş ve bekleyişleri açısından öyle bir gurbetidir ki; duyar, hisseder; duyup hissettikleriyle ruhânî zevklere açılır; açılır ama, vuslat-ı hakikîye kadar çevresinde Hakk’a kapalı insanların gur*betlerini ruhunda duyduğu gibi, seyr-i ruhânînin getirdiği gur*bet*lerden de bir türlü kurtulamaz; sürekli kalbinde, “kurbet”, “üns billâh” ve “lika” şevk u iştiyakını duyar; duyar ama, hakikî olmasa bile, ya endişe, korku ve hassasiyetinin örgüleyip yürü*düğü yollarda karşısına çıkardığı berzahların tesirinde kaldığın*dan ya da bir kısım şuuraltı mülâhazaların resmettiği şekil ve su*retler, kalb gözü hadekasını birer perde gibi sardıklarından, dere*cesine göre muğteribin yakînî, zannî, tahmînî veya vehmî bir gurbeti söz konusudur ki, değişik dalga boyundaki bu şera*reler, vefa, sadâkat ve kurb hususiyetlerine çarparak onların ru*hî şekillerine dokunur.. ve şekil değişmelerinden meydana gelen boşluklarda gurbet esintileri duyulmaya başlar ki, işte bu, mü*temadî bir iğtirabtır. Zira sâlik, yukarıdaki mülâhazalarla arzet*meye çalıştığımız hususları, kazanma kuşağında kaybetme gör*düğünden kendini çaresizlik içinde hisseder.. ve bu yalnızlık en*dişesi, yalnızlık vehmi ve yalnızlık düşüncesiyle يَا لَيْتَنِي لَمْ تَلِدْنِي أُمِّي “Keşke anam beni doğurmasaydı!”(İbn Sa’d) der ki, bu bildiğimiz gur*bet*lerin en ağırı, en idrak edilmezi ve en değerlisidir.
Dünyevî gariplerin, uhrevîlikle teselli olmalarına; hâl gure*bâsının, mârifet ve muhabbet soluklayarak nefes almala*rına kar*şılık, bütün ölçüleri alt üst eden âriflerin gurbeti, Kaf*dağı’n*dan daha ağır olsa gerek; zira, onlar, dünyanın da garibi, ahire*tin de garibidirler. Ehl-i dünya onları anlamaz; çünkü onla*rın uf*ku dünyadır ve onun ötesinde bir şey görüp bilmeleri de müm*kün değildir. Âbid ve zahidler diyeceğimiz ahiret ehli de on*ları anla*maz; zira onların himmetleri de ibadet ve zühdleri ölçü*sün*de*dir.. âriflerin himmeti ise, Mâbudlarıyla irtibatları nisbetinde*dir...
اَللَّهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ، وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلاً وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ،
وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا وَسَنَدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى الِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلِّمْ. امِينَ يَا مُعِينُ.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
İSTİĞRAK
Dalma, içine gömülme, boğulma mânâlarına gelen “gark” kelimesinden türetilmiş istiğrak; kendinden geçme, dünyayı unut*ma, kalbini dünyevî endişelerden temizleyip bütünüyle Hakk’a yönelme.. ve binnetice vecde gelerek bir mânâda ken*dini bile*meyecek şekilde dalgınlaşıp hayrete dalmak demektir ki, Hak dostluğuna erip “halvet-i hâssa” ile şereflenenlerin mu*habbet*ten müşahedeye, müşahededen muhabbete gidip gel*mek sure*tiyle, ya bütün bütün mâsivâyı (Allah’dan gayrı her şey) gönlün*den çıkarıp atma veya Hakk’a im’ân-ı nazar ettikle*rinden ötürü O’ndan başkasını “net” olarak tam müşahede edememe hâlidir. Bu, O’nu “net” olarak müşahede etmeleri mânâsına da gelmez. Buradaki müşahede bir “sezi” ve duyuş*tur.
Bu durumdaki bir sâlik, Allah’da fani olmanın hâsıl ettiği iç seziş ve duyuşlarla, bütünüyle “cem” televvünlerine gömülür ve artık hiçbir şeyi tam olarak fark edemez.. ki bu hâli idrak edip bu zevki duyanlar bazen Vücûd-u İlâhîye istiğraklarını, ya “Ene’l-Hak” ya da “Sübhâne mâ a’zame şe’nî” sözleriyle ifade edegel*mişlerdir. Aslında, bu bir zevk ve hâl işi olmasına rağmen çok defa iltibaslarla hakikat zannedilmiştir.. evet, sâlik bazen, neyin ne olduğunu fark edemez ve bir damla mesabesindeki mahiye*tini, içine karışıp kaybolduğu “Ehadiyet” deryası sanır ve yakı*şıksız şatahatlara girer. Böyle bir zevk ve bu ölçüde bir hiss-i fe*nâ herkes için söz konusu olmasa da, “seyr u sülûk-i ru*hânî”de çokları bu hâli duyar ve yaşar ki, bunlardan bazılarına da “Üveysî meşrep” denir. Bu meşrebe telmih sadedinde mer*hum Muallim Naci:
“Bak ne istiğraka sevkettin beni,
Gözyaşı zanneyliyor çeşmim seni”
diyerek hoş bir söz eder. İstiğrakın üç mertebesi vardır:
1- İlmin hâlde istiğrakıdır ki; başlangıç itibarıyla hak yol*cusu bazı şeyleri bilse de, onları tam duyup zevk etmediği için, gerektiği ölçüde o şeylerin hakikatlarına vâkıf değildir.. evet, ilim ayrı şey, onu yaşayıp hissetmek ayrı şeydir. Aslında, iman, muhabbet, aşk, zevk-i ruhânî insanın tabiatının birer buudu hâ*line gelecekleri âna kadar nazarîdirler ve hakikatlerinin tam bi*lindiği de söylenemez. Ne zaman ki bunlar, insan vicdanında zevken ve keşfen duyulurlar, işte o zamandır ki hâl, mücerred ilme galebe çalar ve ilim hâlin içinde müzmahil olur gider. Bu*na, aynı zamanda peygamber ilmi de denir. Buna ilim den*mesi, sadece bu işin mebdeinin unvanı olması itibarıyladır. Yoksa o, aksiyon itibarıyla bir hâl ve pâye itibarıyla da bir ma*kamdır. Gerçek peygamberlik mülâhazası mebde ve müntehayı cem etmesi açısından, mebdee bakan yanıyla, Hz. İbrahim ve İs*ma*il’ le alâkalı فَلَمَّا أَسْلَمَا وَتَلَّهُ لِلْجَبينِ “İkisi de Hakk’a inkıyât edip teslim olunca O, kurban etmek üzere oğlunu yere serdi.” ilâhî beyanı, böyle bir ruh hâletini ifade etmesi bakımından gayet mâ*nidardır ve böyle bir istiğrakın müntehası, bizim tasavvurla*rımızın istiâbı*nı aşar. Konuyu biraz daha açacak olursak; bu*rada mücerred ilimden, ilimle hedeflenen hâle intikal söz konu*sudur. Ve müs*tesnaların hâli müstesna, onlar her zaman en gü*zel örnek ko*numlarıyla misallere, mesellere sığmayacak kadar “âlicenap”tır*lar. Onlar şimdilik mesellerin en güzeliyle kendi numune dünyalarında kalakalsınlar; hâlin, bahis mevzuu olma*dığı mücerred bilgisiyle bir bilgin كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ أَسْفَارًا fehva*sınca, şuurunda olmadan sırtında kitap taşıyan merkûptan fark*sızdır. Bilgisiz hâl bir dalâlet ve ilhad, “hâl”siz bilgi de bir gaflet ve cehalettir. Nü*büvvet bilgisi sayılan ilimle istikamet ise ilim cev*herinin hâl te*levvünleriyle en yüksek semâvî bir “araz” hâ*line yükselme key*fiyetidir.
2- İşârâtın keşifte istiğrakıdır ki; ruhta Zât-ı Ulûhiyet hakika*ti*nin inkişafı ile sâlik, O’nun mukaddes isimlerinden “Ehadiyet” mertebesine, yani Cenab-ı Feyyâz-ı Mutlak’ın, ku*lun idraki sevi*yesinde ona hususî vâridlerde bulunma mertebe*sine yönelir ki, bu mertebede ruh bütünüyle mâsivâdan alâka*sını keser ve kal*bin kadirşinas ibresinin gösterdiği ufka teveccüh eder. Böyle bir mazhariyete eren sâlikin nazarında, isimlerdeki ihtilaf tamamen ortadan kalkar ve her şey sıfat perdedarlığıyla Hz. Zât’ın nûrları*na müstağrak görünür. Bu makama vasıl ola*cağı âna kadar, Cenab-ı Feyyâz-ı Ezelî’yi “Cemil, Celil, Lâtif, Kahhar...” gibi pek çok isimlerle anan hak yolcusu, duyuş ve his*sedişlerinin te*siri altında olmadan temyiz ve tefriki bırakarak, Hz. Nûr-u Zât’ın “bî kem u keyf” televvünleriyle mest ü mah*mur bir hayata ken*dini salar.
Bu hâli ifade sadedinde mest ü mahmurların pîr-i muğânı Hz. Mevlânâ ne hoş söyler:
چهِ تَدبِير اَي مُسَلمَانان كِه مَنْ خُودْ رَانَمِي دَانَم
.............................. ............
نَه اَز دُنيَا نَه از عُقبا نَه اَز جَنَّت نَه اَز دُوزَخ،
نَه اَز آدَم نَه اَز حَوَّا نَه اَز فِردَوسِ رِضوَانَم
مَكَانَم لاَ مَكَان بَاشَد نِشَانَم بِي نِشَان بَاشَد،
نَه تَن بَاشَد نَه جَان بَاشَد كِه مَن اَزْ جَايِ جَانَانَم
دُو دِيدَه چُون بِيرُون كَردَم عَالَمرَا
يَكِي دِيدَمْ، يَكِي دَانَم، يَكِي گُويَم، يَكِي جُويَم، يَكِي خَوانَم
كُنُون اَي شَمسِ تَبريزي چُنان مَستم در إين دنيا،
بجُز مستي در إين عالم نباشد هيچ درمانم
.............................. ....................
“Ey müslümanlar ne çare ben kendimi bilmiyorum .................. Ben ne dünyadan, ne ukbâdan, ne Cennet’ten, ne Ce*hennem’ den, ne Âdem’den, ne Havva’dan ne de firdevs-i âlâda*nım; me*kânım lâ mekân, nişânım bînişân oldu. Artık bende ne can var ne de ten; zira ben cânân otağındayım. İki gözü de (kapı) dışarı ettim; iki âlemi birden görüyorum.. gayrı Bir’i biliyor, Bir’i söy*lüyor, Bir’i arıyor ve Bir’i okuyorum.. ey Şems-i Tebrizî! Dünya*da öyle bir mestim ki, bu âlemde mestlik*ten başkası bana der*man olamaz.”
3- Şevâhidden “cem”in duyulduğu istiğraktır ki; ilâhî sıfat*ların emare ve tecellî dairesinden dahi hâlî ve zevkî olarak sıyrılıp sadece ve sadece “Ehadiyet” nûrlarının şualarıyla Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın hakikatlarıyla mermuz Hz. Zât’ın tecellî-i ak*desi içinde mahv u müzmahil olarak ilk kaynaktan başka hiç*bir şeyi duyup hissetmeme hâlidir ki, bu hâle, kenziyetteki ma*kama avdet ve âlem-i ıtlaka dönmek de denir. Bu “hâl” ile hâlle*nen ruhun çok defa vird-i zebânı:
كَانَ اللهُ وَلَمْ يَكُنْ مَعَهُ شَيْءٌ وَاْلآنَ كَمَا كَانَ “Allah vardı, O’nunla be*raber hiçbir şey yoktu. O, şu anda da yine öyle..”(Buhari) ve sırdaş*la*rına beyanı da:
“Mekânım lâ mekân oldu,
Bu cismim cümle cân oldu;
Nazar-ı Hak ayân oldu,
Özüm mest-i likâ gördüm.”
(Nesimî)
şeklindedir. Herhalde varlığı kendinden olan Zât-ı Ulûhiyet’le, mevcudiyeti, O’nunla kâim bulunan diğer varlıkların vücuddan nasiplerinin ifadesi, hâl ve zevk ehli için bundan daha güzel ola*mazdı.
Sâlikin bu makamdaki hâlini ifade sadedinde bir güzel sözü de Abdurrahman Halis Hazretlerinden nakledelim:
مُسَلمَانَان چِه حَالَست اِين زِ كَارِ خِويش حَيرَانَم
.............................. ........
گَهِي دَر عِشـق شَـيدَايَم گَهِي مَجنُونِ رُسـوَايَم
گَهِي دَرَوِيشِ بِـي جَـايَم گَهِي سُـلطَانِ دَورَانَم
.............................. ........
كِه مَن مَستِ مَىِ عِشقَم دِگَر چِيزِي نَمِيدَانَم
زِ زُهدِ خُشكِ سَرپوشِ بَكُلِّي گَشتَه اَم فَارِغ
بِحَمدِ اللهِ وَالْمِنَّه زِ خَيلِ بَادَه نُو شَانَم
مَن اَندَر كُويِ وَحدَت مِي زَنَم لاَفِ وَحِيدرَا
چهِ بِيمَم اَزشَهِ دَورَان چِهِ بَاك اَز خِرقَه بُوشَانَم
“Ey müslümanlar bu ne hâldir? Ben kendi hâlimde şaşkın*lık içindeyim. Bazen âşık-ı şeydâyım, bazen de bir mecnûn-u rüsvâyım, bazen mekânsız bir fakir, bazen de zamanın sultanı*yım. ......................... Zira ben aşk şarabının sarhoşuyum; başka bir şey de bilmiyorum. Ben kuru zühd külahına boş vermiş biriyim. Cenâb-ı Hakk’a hamd ve minnet olsun ki, ben (aşk yolunda) bâde içenlerdenim. Ben vahdet köyünde O Biriciğin sözünü söy*lüyorum; zaman şâhından endişem ve hırka giyenlerden de korkum yoktur.”
Hâle mağlubiyetle söylenmiş ve Kitâb’a, Sünnet’e muhalif bir kısım beyanları bilhassa tayyettim. O hâl ile serfiraz hak dost**larının öyle düşünmemeleri kendi özleriyle zıtlaşma, ma*kam-ı farkta bu kabîl düşüncelerin ifadesi de dalâlettir. Hele, on*ları taklîden avam halkın bu kabîl beyanlarda bulunması a*pa*çık bir ilhaddır.
اَللَّهُمَّ يَا هَادِيَ الْمُضِلِّينَ اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ، وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى أَشْرَفِ خَلْقِ اللهِ مُحَمَّدٍ وَعَلَى الِهِ وَصَحْبِهِ الْمُهْتَدِينَ.. امِينَ يَا مُعِينُ.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
GAYBET
Kaybolma, belirsizleşme diyebileceğimiz “gaybet” kalbin, madde âlemiyle olan alâkalardan uzaklaşması, hatta “mâsivâ” dediğimiz, Allah’tan gayrı her şeyden tecerrüd etmesi demektir ki, “gayb” sözcüğünün ifade ettiği mânâdan oldukça farklı sayı*lır. Zira gaybın, ortada bulunmama, hâzır olmama mânâlarına gelmesine mukabil, gaybet, hâzır olduğu hâlde, mâsivâ ile alâ*kasızlaşma, varken yokluk içinde bulunma hâletidir.
Bu zaviyeden “gaybet”e varlıkta câri olan ahkâm ve ahvâl*den kalbin tecerrüdü veya hak yolcusunun, ilâhî vâridat sağa*nağına mazhariyetle, nefse ait ahvâlden tamamen gâib olması da diyebiliriz ki, böyle ilâhî vâridlerin temâdisi, göz kamaştırıcı*lığı ve tecellî-i Zât’ın kalbi tamamen istilâ etmesi sebebiyle sâlik*te hem hâzır hem de gâib olma hâli beraber yaşanır. Buna, şiddet-i zuhûrdan ötürü bakarken görememe, dinlerken duya*mama, düşünürken de hayret teşettütüne düşme de diyebiliriz. Böyle bir durumda hak yolcusu için huzur aynen gaybet olur, gaybet de huzur hâline gelir. Hazreti Yusuf karşısında Mısır’lı ka*dınların, dil-dudak, el ve bıçaklarını birbirine karıştırmaları, karıştırıp bıçakları ellerine çalmaları bu konuda iyi bir misal teş*kil etse gerek. Evet, O’nun Cemali’nin gölgesinin gölgesi... olan Hazreti Yusuf’un çehresini müşahede, bir ölçüde huzuru gaybete, gaybeti de huzura çevirebiliyorsa, O’nun “Sübühât-ı vech”i*nin başları nasıl döndüreceği ve bakışları nasıl bulandıra*cağı izah*tan vâreste olsa gerek.
Gaybetin huzura, huzurun da tam gaybete çevrilmesi, sâli*kin, O’nun Zât’ının nûrlarından başka her şeye karşı bütün bü*tün kapanmasıyla gerçekleşir ki, böyle bir durumda hak yol*cusu, sadece O’nu duyma, O’nu düşünme, O’nun tasavvurlar üstü mülâhazasıyla oturup-kalkma ve O’na tahsis-i nazar etme suretiyle, bir taraftan hakikî huzuru idrak ederken, diğer taraftan da eşya ve hadiseleri tamamen göremez ve duyamaz hâle gelir. Bazı ahvâlin hususiyetlerine tâbi olarak sâlikin, yeniden eşyayı duyması ve hâdiseleri farketmesiyle –ki buna “rücû” derler– mâsivânın huzuru öne çıkar ve kalble, Hazreti Sahib-i kalb ara*sında bir husûf yaşanır; iştiyak-ı tam, aşk-ı tam ve azm-i tamla aşılabilecek bir husûf... Kabz u bast gibi, huzur ve gaybubet fa*sıl*ları arasında da her zaman geniş veya dar aralıklı bir tenavü*bîlik söz konusudur. Huzur, bazen şuhûdun müradifi (eş anlamlısı) olarak da kullanılır ki, bununla bazen murakabe, ba*zen mü*şahede mânâsı kastedilir. Vâhidî ve Ehadî tecellîlerin keskinliği ölçüsünde, pekçok sâlik için aynı zamanda mezelle-i akdâm sa*yılan bu makam, Sünnet-i Seniyye kıstaslarıyla değer*lendiril*mezse “Hakk’ı bizzat müşahede ettim” gibi iltibaslara gi*rilebilir. Böyle bir huzur, bizim cismanî ve hayvanî dünyamız*dan bütün bütün sıyrılıp, kalb ve ruhla aynı şeyleri paylaşma gibi bir mele*kûtîlik ifade ettiğinden, şatahat ve iltibaslara girme*mek kaydıyla “Hazîratü’l-Kuds”ün vesayetinde yaşama demek*tir ki, Hâfız:
حُضُورِي گَرهَمِي خَواهِي اَز اُو غَافِل مَشَو حَافِظ
مَتَى مَا تَلْقَ مَنْ تَهْوَى دَعِ الدُّنْيَا وَأَهْمِلْهَا
“Hâfız, eğer daimî huzur istiyorsan, O’ndan gafil ve gâib ol*ma! Eğer sevdiğine visal arzusu duyuyorsan, dünyayı da, dünya ehlini de bir kenara at.” sözleriyle ifade eder ki, klâsik zühd an*layışımız açısından fevkalâde yerindedir. Şeyh-i Ekber de bu mülâhazaya: “Kalbin Hak’la huzuru, halktan gaybubetine bağ*lıdır.” tesbitiyle iştirak eder.
Bize bakan yönüyle gaybet, Hak’la alâkalı yanıyla “huzur” diyeceğimiz hâl, sâlikin seviyesi itibarıyla da oldukça farklılık arzeder:
1. Muhibbin, Mahbub-u Hakikî’den başka her şeyden gay*bubetidir ki, bu seviyede seyahat eden hak yolcusu, tamamen O’na tahsis-i nazar eder; varlıkla olan zarurî ve tabiî münase*betlerinde de hep “O’ndan ötürü” mülâhazasını güder: Öyle ki, seyr-i ruhanîsinde karşılaştığı her şeyde O’ndan bir şeyler du*yar, bir şeyler hisseder ve her varlığı okşar-geçer.
2. Yol erkânına vâkıf sâlikin gaybetidir ki, ulaştığı ufuk iti*barıyla o, ruhunun derinliklerinde hâl ile ilmi müşterek duy*ma*ya başlar ve bu sayede, hâle iktiran etmeyen mücerred ilim da*lâletinden ve ilimle beslenmeyen hâl gafletinden kurtularak gay*bet-i halk ve huzur-u Hak’la serfiraz olur.
3. Makam-ı cem’le müşerref ârifin gaybetidir ki, böyle bir zir*veye terakki eden hak dostu, kendini, kendi ahvâl ve maka*ma*tını duyup hissetmediği gibi, Hazreti Zât’ın “Sübühât-ı Vech”iyle tamamen kül olup savrulduğundan, bazen Hazreti Esmâ ve Sı*fât’ı bile mülâhaza edemeyecek kadar istiğrak içinde bulunur ki, böyle bir ruh hâletiyle o, zaman zaman, “vahdet-i vücûd” dü*şüncesini hatırlatacak kelimelerle, yer yer de “vahdet-i şuhûd”u işmam edecek beyanlarla içini döker; hatta bazen, panteizmi ve monizmi hatırlatacak sözler sarfeder ki; böyle bir yaklaşım, zevkî ve hâlî bir hususu, hakikate karıştırmaktan başka bir şey değil*dir. Hayret ve dehşete açık bu makama ait duygularını Merhum Abdünnâfi şöyle ifade eder:
“Seyreyle nedir bu özge hâlet,
“Gaybet”mi acep yoksa bu hâlet!
Akleyleyemez bu özge gavta,
Emvacına yoktur anda takat
.............................. ..............................
.............................. .............................. ”
Aynı zamanda bu makam; Cenâb-ı Hakk’ın esmâ ve sıfat*la*rıyla bilinmesinin ötesinde, Zât’ını Zât’ıyla bilme mertebe*sidir ki; buna, Hazreti Zât’ın Zât’ıyla bilinmesi, Zât’ına Zât’ıyla istidlâl edilmesi, Zât’ına Zât’ıyla ulaşılması ve هُوَ اْلأَوَّلُ وَاْلآخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ isimlerinin halitasıyla remzedilen, ne cisim, ne araz, ne cevher, ne mütehayyiz; yemez-içmez, üzerinden za*man geçmez; tebeddülden, tagayyürden, elvan u eşkâlden mü*nezzeh ve mü*berrâ, biraz da bazı meşrebler için mezelle-i akdâm sayı*lan, kem*miyetsiz, keyfiyetsiz en ekmel bir Zât-ı Akdes mülâhaza*sına ba*kan ve sükût içinde kalbin hayret dolu gözle*rine temâşâ ümidi salan en yüksek mertebelerden biridir.
رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ،
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ اْلأَوَّابِ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ الْكِرَامِ الْبَرَرَةِ.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
VAKT
Zamandan bir parça ve çağ da demek olan vakit; sofîlerce, Hak yolcusunun üzerine akıp gelen ilâhî vâridat ve kurb dalga boylu tecellîlerin zamanıdır ki; böyle bir vâridat kendine has televvünleriyle sâlikin benliğini sarar –tabiî herkesin istidâdı öl*çüsünde– ve onun ruhuna kendi ilâhîliğini nakşeder.. eğer ge*len vâridler, havf ve hüzün eksenliyse, sâlik âdeta, bir havf ve hü*zün timsâli hâline gelir; şayet sürûr ve inşirah televvünlüyse bu kez de onun duygu dünyasında –temkin kaydıyla– bir huzur ve coşku duyulmaya başlar.
Böyle bir sâlik, Hak’tan gelen bu vâridlerin şuurunda ise “lutfun da hoş, kahrın da hoş” mülâhazasıyla, sürekli rızâ soluk*lar, itminan içinde oturup kalkar ve teslimiyet, tevekkül, tefvîz va*dilerinde “sika” avlamaya çalışır... Hak’tan gelen bu esintileri, şart-ı âdi plânında, –hususiyle de irade ve ihtiyarın müdahalesi esas olan konularda kaçırılan fırsatlar gibi fevt edilmesi– “ebrâr” ve “mukarrebîn”e göre hata sayılabilir ve kalbin Hak’la mua*melesinde irtifa kaybetmesinden ötürü de herkesin derecesi öl*çüsünde cezalandırılabilir; cezalandırılabilir, zira bu seviyedeki hak yolcusu zamanın en küçük parçalarını bile, behemehâl en rantabl şekilde değerlendirme, birleri binlere yükseltme gayreti ve niyeti içinde bulunma mecburiyetindedir. Aslında bundan dolayıdır ki tasavvuf ıstılahında sofîye “ibnü’l-vakt” denilmiştir.
İbnü’l-vakt olma, sâlikin, yaşadığı ânın gereklerini çok iyi dü*şünerek, faaliyetlerini Allah nezdinde en evlâ ve en faydalı sa*yılan işlerden başlamak suretiyle, en küçük bir zaman parça*sına pek çok iş sıkıştırarak, Hakk’ın bahşettiği imkânları, ilâhî mevhibeler adına yedi veren, yetmiş veren, yediyüz veren.. to*humlar gibi değerlendirmeye çalışmasıdır ki; bu bir manâda ilâhî vâridat ve işaretlerin geldiği kaynağa yönelme ve istika*metle aktif beklemeye geçerek Hakk’a tahsis-i nazar edip, irade*sini Hazreti Murad’ın iradesine bağlamak suretiyle vaktin ve hâ*lin bulunmadığı noktaları kollama demektir. Hazreti Mevlânâ, mebdei “vakit”, müntehası da “lâmekân ve lâzaman aralığı o*lan” böyle zevkî ve hâlî bir mertebeye ki –biz buna vücûb ve im*kân arası mülâhazasını işaret eden “Kâb-ı kavseyni ev ednâ” makamının izdüşümü de diyebiriz– şöyle işaret buyururlar:
صُوفِي ابْنُ الْوَقتْ بَاشَدْ دَرْ مِثَالْ لِيك صَافِي فَارِغَست اَز وَقت وَحَال
“Sofî ibnü’l-vakt örneğidir; sâfiye gelince o vakitten de hâl*den de hâlidir.” Enbiya-i izâm, asfiyâ-i fihâm, evliyâ-i kirâmın, irsal, tavzif ve tekrim dönemleri, makro plânda birer kapı aralama ve ilâhî vâridlerle dünyaları şereflendirme, nûrlandırma va*kitleridir. Bu kudsîlerin neşrettikleri envârın istilâ ve ihatasının genişliği ölçüsünde vakit, vakitler sultanı ve bu kutlu zaman par*çasının gece gündüz çerçevesindeki dilimleri de eyyâmullah (Al*lah günleri) sayılmasına karşılık, onların temsil ettikleri aydınlık düşüncenin daralması, büzüşmesi, hatta yeryüzünde büyük öl*çüde mahrumiyetlerin yaşanmasına da, zamanın hazana uğra*ması, vaktin kararması diyebiliriz.
Evet, Cenâb-ı Hakk, yolundaki kullara teveccüh buyurmak, merhametle kuşatmak isteyince, onları vakitle te’yid eder ve zamanı, onların zaman üstü olmalarına bir merdiven yapar. Ta*biî inhiraf edenleri yalnızlığa salmak isteyince de, zamanın ba*şına şerri dolar ve onları kararmış, bereketsiz ve Hakk’a kapalı vaktin yamaçlarında dolaştırır. Böyle uğursuz bir zaman parça*sına vakit demek, sırf mukabele mülâhazası ve mekânın itibarî bir buudu olması düşüncesine binaendir. Yoksa aslında “mutlak zikir kemaline masruf” ve vakit, Hakk’ın şuûnâtının tarassut menfezlerine akan bir çağlayandır.
Vaktin gerçek kahramanları her zaman bugünü düşünmüş, bugünü değerlendirmiş; dünü, yarını da bugünün mebdei ve akıbeti olması itibarıyla mülâhazaya almış ve sonrakileri birer atkı, ilkini de hayat dantelamızın örgüsüne esas unsur olarak ka*bul etmişlerdir. Bunların bir adım daha önünde bulunan za*man üstü hak erlerine gelince, onlar, zamanın her parçasını Hakk’a tahsis-i nazar etmek yoluyla, öyle sihirli bir hâle getir*miş*lerdir ki: مَنْ لَمْ يَذُقْ لَمْ يَعْرِفْ fehvasınca onların örfânesine işti*rak etmeyen, ne onların mazhar oldukları vâridat sağanağını, ne de girdaplar sırlılığındaki mârifet ve haz ufuklarını kavrayabi*lir. İşte böylelerinin idrak ufku itibarıyla vakit; sağanak sağanak yağmurla coşan bir semâ ve üfül üfül yeşilliklerle salınan bir ze*min hâlini alınca, sâlik yer yer geçmiş vâridleri düşünerek hep: أَفَلاَ أَكُونُ عَبْدًا شَكُورًا “Ya ben çok şükreden bir kul olmaya*yım mı?”(Buhari, Müslim) der, iki büklüm olur; zaman zaman da minnet hisle*rini ke*lâm-ı nefsîye dönüştürerek iç mülâhazalarının enginlikle*rinde kendini şükran dalgalarının kucaklayıcılığına salar ki, böyle bir kutlunun nazarında sorumluluklar hep hayra ve bere*kete, hayır ve bereketler de temkin ve tedbir çizgisinde bir salih daireye inkılâb ederek sürer gider...
Nimetlerin kaynağına vukûf ve ruhun böyle bir teveccüh*deki iltifatı kavraması sayesinde sâlik, tasavvurlar üstü bir haz derinliğine ulaşır, hatta nikmetleri dahi birer nimet gibi hissetmeye başlar ki, böyle bir mazhariyet belli bir meşreb ve mizaç*taki bazı ruhlar için lâubâlilik ve şatahat kapılarını aralama*sına mukabil, seyr u sülûklarını “Sünnet-i Seniyye” rehberliğinde sür*dürenler, her zaman temkinle televvünü bir arada duyar ve ilâhî ahkâma inkıyatla, Hakk’a yakınlıklarını mehâfet ve mehâbetle süsler, yer yer ilim ve mârifet kanatlarıyla vilâyet semâsının de*rinliklerinde pervâz eder ve “Her şey Sen’den” di*yerek kilomet*relerle ifade edilmeyecek bir irtifâı, sonsuz mahvi*yetle bir arada götürürler; götürür ve sürekli hâlden hâle intikal içinde temkin kâsesi ile televvün yudumlarlar.
Bunun ötesinde son bir adım daha atabilenler için, eşya ve hâdiseler bütün bütün silinip gider.. mâzi-müstakbel birbirine ka*rışır.. vakit ve zaman dediğimiz izâfî şeyler de Hazreti Sâhibü’l-Vakt’in nâmütenâhîliğinde eriyerek sâlike bakan yö*nüyle tamamen yok olur.. ve bu vadide yolculuğunu sürdüren sâlik, “cem” televvünlerini zevk ederek, her şeyin “tecellî-i vâhidiyet” içindeki mütelâşî manzarası karşısında, hayret buudlu bir istiğ*rak, ürperten bir dehşet, hatta tecellîyi tezahüre karıştırmak gibi bir ruh hâleti yaşar ki, işte böyle bir zirve, insa*nın duygu, dü*şünce ve zevk âleminde pek çok iltibasa kapıların aralandığı bir noktadır.. ve böyle bir noktada bazı mizaçlar, te*cellî-zuhûr ilti*basına girdikleri gibi, damlayı derya, zerreyi güneş, sıfırı sonsuz ve hiçi de her şey görerek أَنَا الْحَقُّ، مَا أَعْظَمَ شَأْنِي، مَا فِي الْوُجُودِ إِلاَّ اللهُ، مَا ثَمَّ مَوجُودٌ عَلَى الْحَقِّ إِلاَّ اللهُ gibi sözler söyleyebilirler.. hem de temkin, tedbir ve fark mülâhazasının yol vermemesine rağmen söyleyebilirler.
Oysa ki her şeyin O’ndan olması ve O’nunla kâim bulunması başka, O olması bütün bütün başkadır. Ne var ki hâdisele*rin; peygamber meşalesi altında, yine peygamberâne bir basîret ve şuurla yorumlanacağı ve seyr u sülûk-i ruhânînin temyiz ve temkin yörüngeli hâle geleceği âna kadar bazı mizaçların bu ilti*baslardan kurtulmaları oldukça zordur.
اَللَّهُمَّ اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ، صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ،
وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مَحَمَّدٍ وَآلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
SAFÂ
Kalbin, arı-duru, kedersiz-küdûretsiz ve tertemiz olması di*yeceğimiz safâ; sofîye ıstılahında, beşerî, cismanî ve nefsânî bu*lanıklıklardan arı-berî ve şeffaf olma hâlidir ki; “Şüphesiz onlar bizim nezdimizde saflardan saf hayırlı kimselerdi.” meâ*liyle ve*receğimiz âyet-i kerime, bir kısım enbiya-yı izâmın tebcîli ve tak*diri makamında işte böyle bir safveti vurgular. Aynı kök*ten ge*len “Mustafa” kelimesi, her şeyin özü, hulâsası ve usâresi mânâ*larına gelmesi itibarıyla, her zaman, enbiya-yı izâm ve asfiyâ-i fihâm hazerâtının, oturup-kalkıp ulaşmayı hedefledik*leri, Hulâsa-i Mevcudât ve Rûhu Seyyidi’l-Kevneyn olan Efen*dimiz’in hususî mertebesine bakması açısından, “İsim, aynı mü*semmadır.” feh*vasınca, hem ayrı bir önem arzeder hem de en*biya arasında bir aşkınlık remzidir.
Safâ; kaynakların en arı, en duru ve en bereketlisinden a*kıp, insanın gönül havzına ulaştıktan sonra, muhatap, hâl ve za*manın gereklerine göre, semâvî fakat arzî yeni bir dalga boyu ile yolları ve yoldakileri aydınlatarak yolcuları yürütüp, yolları da yürünür hâle getirmesi, sâlikin ruhunda hâsıl ettiği safvetle onu ulûhiyet hakikatine yönlendirip ruhunu münâcâtın sonsuz zevkleriyle şahlandırması ve gönlünü de sürekli aşk u şevk ve vuslat tutkusuyla coşturması açısından üç bölümde mütâlaa edilegelmiştir:
1. Safâ-i ilmîdir ki; hak yolcusunun, seyahatini, Hz. Peygamber aleyhissalâtü vesselam’ın, ilim ve mârifet meş’alesi al*tında sürdürmesi, yol boyu hep Kitap ve Sünnet’e mukayyed kalarak, her zaman kılı kırk yararcasına sefer âdâbına riayette bulunması yanında, yolculuk meşakkatlerini göğüsleye göğüs*leye ve himmetini de Gayeler Gayesi’ne yönlendirip, hep me*tafizik gerilim içinde bulunma hâli diye yorumlanmıştır. Daha farklı bir yaklaşımla “safâ-i ilmî”, sâlikin, seyr u sülûk-i ruhanî*sini, Hz. Mişkât-ı Nübüvvet’in rehberliğinde sürdürerek, sürekli O’ndan gelen âdâbı gözetip, kalbini, ruhunu, aklını O’nun yo*luna kurban etmesi, O’nda ölüp O’nunla yeniden dirilmesi, O’nu takip etmesi, ruh dünyasında hep O’nunla oturup-kalk*ması, problemlerinde O’na müracaat etmesi, her işinde O’nun hakemliğine başvurması ve son haddine kadar ölesiye bir cehd ve gayretle, maiyyeti, maiyyetullah sayılan, o Seçilmişler Seçilmişi Hz. “Fahrü’r-Rusul”e iktida edip, Gayeler Gayesi’ne ulaş*ma mârifeti, muhabbeti, aşk u şevki ve daha değişik mazhari*yetleridir ki; Gülşen-i Tevhid sahibi bu makama işaret sa*de*dinde:
رَو بِجُو عِلمي كِه بِگُشَايَد دِلَت حَل شَوَد اَز تُوبَتُو هَر مُشكِلَت
“Git öyle bir ilim ara ki, senin gönlünü açsın ve her proble*mini halletsin.” der. İnsana hakikî hedefini ilham etmeyen, böy*le bir hedefe ulaşma mevzuunda gerekli stratejiler adına onun basiretine nur, iradesine fer, ruhuna aşk u şevk ve gön*lünde de gökler ötesi âlemlere ulaşma arzu ve iştiyakını uyar*mayan ilim, bütün bütün boş bir vehim ve hayâl olmasa da bir şey vaadet*mediği muhakkaktır.
2. Safâ-i hâlîdir ki; kalbin, Hak mehâbeti ve hakikat aşkıyla açılıp kapanması, heyecan ve hafakanlarını, Cenâb-ı Hakk’a mü*nâcât, yakarış ve sızlanışlarıyla seslendirerek, yer yer ruhuyla hakikat arasına giren vahşetleri ve gurbetleri giderip gönlünü huzur esintilerinin yamaçları hâline getirmesi ve bütün varlığı –kendi nefsine bakan yönüyle– his, şuur ve idrak açısından sa*pan taşı gibi yokluğa fırlatması mânâsına gelir.
Evet insan, hâli itibarıyla safvet ve şeffafiyete erince, onun gönlü ulûhiyet hakikatinin tecellîleriyle köpürür, ruhu hakikat aş*kıyla coşar ve içinde açılan menfezlerle, varlığın perde arkası güzelliklerini temâşâ ile kendinden geçer, derken duygularının dili çözülerek, kelimelerle, cümlelerle ifadesi mümkün olmayan münâcâtların en büyüleyicileriyle “Hazîratü’l-Kuds”e yönelir, o*rada içini döker, Hakk’ın teveccühünü duyar, zevklerin en engi*nine erer; hatta bazen öyle bir ân gelir ki, esmâda, Mü*semmâ-yı Akdes’in Zât’ı mülâhazasıyla, sıfâtta, Hz. Mevsûf-u Mukaddes’in rahamûtu murakabesiyle, köpüren hislerinin dal*gaları içinde meleklerin ibadet neşvesini bütün benliğinde hisse*der, ruhanî*lerin temkinine şahit olur, melekûtun esrârına büyülenir ve insa*nüstü bir hâl alır ki. Minhâc sahibi bu seviyeye işa*ret sadedinde:
گَه وَصفِ اِين بَگُفتُ و گُو مُحَالَست گَه صَاحِبحَال بَدانَد اِين چِه حَالَست
Bazen bu hususta söz söylemek muhaldir (daha doğrusu kîl u kâldir). (Bazen de bu hâlin ne olduğunu) ancak hâl sahibi bi*lir.” der ki fevkalâde yerindedir. Şimdi isterseniz, bu bölümü de مَنْ لَمْ يَذُقْ لَمْ يَعْرِفْ “Tatmayan bilmez.” deyip noktalayalım...
3. Safâ-i ittisâldir ki; kulun, bütün bütün ef’âl, sıfât ve zâ*tını, Hazreti Vacibü’l-Vücub’un ef’âl, sıfât ve Zât’ında fani kılıp, daha doğrusu fani bilip, fani hissedip Hazreti Vücud ve Hazreti İlm’in sübühâtının müşahedesiyle müstağrak yaşamaktır. Bir di*ğer ifade ile, safâ-i ittisal, ubûdiyet hazzının rubûbiyet hakkı için*de mütelâşî olup gitmesi, varlığın perde arkası esrârının dört bir yanı tutması, Hazreti İlim ve Vücûd’un feyezânının vicdanı ta*mamen istilâ etmesi ve ötede insanın gözüne açılacak gerçe*ğin zılliyet plânında basiretle temâşâ edilmesi demektir. Biraz daha açacak olursak bu, lâhut âlemi ve bu âlemin bir kısım es*rârının, ceberût âlemi ve bu âleme ait bazı hususiyetlerin, melekût âlemi ve bu âlemin teferruatının, Hazreti Sadık u Masduk ve Kâşifu’l-Hakâik’in: فَبِيَ يَسْمَعُ وَبِيَ يُبْصِرُ وَبِيَ يَبْطِشُ وَبِيَ يَمْشِي “Ben’imle işitir, Ben’imle görür, Ben’imle tutar, Ben’imle yürür.” beyanı çerçe*vesinde O’ndan şerefsudûr olan hakâikin, bir kere de “kurb” ufkunda, kalb, sır, hafi, ahfâ rasathâ*neleriyle temâşâ edilerek, herkese açık olan nazarî ve za*rurî hakikatlerin sübjektif ilmîliğe dönüşmesi, bu bilginin yakînle derinleşmesi, yakînin –letâifin müsâadesi ölçüsünde– hakka’l-yakîne yönlen*dirilmesi ve “Sü*bühât-ı Vech”in şuaları karşısında hususiyetlerin bütün bütün silinip gitmesi, mahiyetlerin eriyip kül olması, artık sadece ve sadece Hazreti Kayyûmiyet’in du*yulup hissedilmesi*dir ki, böyle bir makamda, damla deryaya dönmüş, zerre gü*neşe karışmış ve her şey hiç ender hiç olmuş gibi tasavvurlar üstü zevkî ve hâlî bir durum istilâ eder insanın her yanını; eder de sâlikin nazarı kayyumiyetten başka bir şey görmez olur.. ve bir zevk zemze*mesi içinde, sadece O’nu bilir-O’nu duyar, O’nunla işler-O’nun*la başlar ve âdeta O’nunla otu*rur-O’nunla kalkar. Böyle bir te*levvünat içinde bazen iltibaslara girerek, her şeyi O’nun teza*hüründen ibaret saydığı anlar da olabilir.. evet, görme, bilme, duyma ve zevk etme konusunda herkes aynı mülâhazayı pay*laşsa da, his, şuur ve idrak meleke*sini Hazreti Mişkât-ı Nübüv*vet’le aydınlatamamış olanlar, yo*rumlarında ha*talara girebilir*ler. Böyle bir mülâhazayı ifade sa*dedinde, hata*sıyla-sevabıyla, söylenmiş dünya kadar güzel söz vardır. Biz, on*lardan sadece bir tanesini zikrederek konuyu kapamak istiyo*ruz:
چُون تُـو دِيدِي پَرتَوِي آن آفِتَـاب تُـو نَـمَاندِي بَـاز شُد آبِي بَآب
قَطرَه بُودِي گُـم شُـدِي دَر بَحرِ رَاز مِـي نَيَـابِـي زَمَـان اِين قَطرَه بَاز
گَـرچِه گُم گَشتَن نَه كَارِ هَركَس اَست دَرفَنَا گُم گَشتَگَان چُون مَن بَس اَست
“Vaktâ ki sen, o güneşin ziyâsını gördün (Sübühât-ı Vech’in nûrlarıyla yanıp kül oldun) artık sen kalmadın. Katre deryanın (dalgalarına) karıştı ve sen bir katre idin; şimdi ise sır denizinde kayboldun. Artık o katreyi (bir daha da) bulamazsın. Gerçi gâib olmak herkesin kârı değildir; ama benim gibi fenâ bu*lanlar da az değildir.”
Safâ-i ittisali, hulûl ve ittihadı işmam edecek bir üslupla an*latanlar, kendi zevk ve hâllerini anlatıyorlarsa, bunlar yorum ve seslendirme iltibası içindedirler; derhâl Mişkât-ı Muhammediye’ ye sığınarak iltibaslarını düzeltmelidirler. Yok, böyle zevkî ve hâlî bir hususu bir düşünce sistemi ve felsefe ola*rak benimse*mişlerse, dalâlet içindedirler ve (Tirmizi) مَا أَنَا عَلَيْهِ وَأَصْحَابِي kal’ayı kudsi*yesine girecekleri âna kadar da bâğî sayılırlar.
اَللَّهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ، وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلاً وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ..
اَللَّهُمَّ عَفْوَكَ وَعَافِيَتَكَ وَرِضَاكَ.. اَللَّهُمَّ إِلَى مَا تُحِبُّ وَتَرْضَى، وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ مِشْكَاةِ الْهِدَايَةِ وَوَسِيلَةِ السَّعَادَةِ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
SÜRÛR
Neş’e ve sevinç mânâlarına gelen sürûr; insanın içini ve dı*şını saran bir tür hoşnutluktur ki, her vicdanda farklı farklı his*sedilse de hemen hepsi Hazreti Enîs’ten gelen değişik dalga bo*yundaki “üns” esintilerinin lâtife-i rabbâniyeyi sarmasından iba*ret görülmüştür.
Âşıklar, sürûru vuslat kokusuyla, sadıklar gönüllerinde vefa duygusuyla, kurb kahramanları ise tasavvurlar üstü yakîn telev*vünleriyle duyar ve her sınıf, derecesinin kendisine ifâza ettiği ölçüde
قُلْ بفَضْلِ اللهِ وَبرَحْمَتِهِ فَبذلِكَ فَلْيَفْرَحُوا هُوَ خَيْرٌ مِمَّا يَجْمَعُونَ
“Söyle, onlar, Allah’ın fazlı ve rahmetiyle sevinip neş’elen*sinler; (evet) ancak bununla sevinin ki, bu (ötekilerin) toplayıp durduklarından hayırlıdır.” der ve kaynağını mülâha*zaya ala*rak ilâhî vâridlerin sevinciyle oturur-kalkar ve inşirah soluklar.
İman ve imanın vadettiği bütün neticeler; İslâm ve İslâm’ın gösterdiği yüksek hedefler; Kur’ân ve O’nun dünyevî-uhrevî mey*veleri; ihsan ve onun işaret ettiği ru’yet hakikati, seviyesine göre hemen herkese Allah’ın birer fazlı ve rahmeti, bunların gö*nüllerde hâsıl ettiği neş’e ve sevinç de kalbin zümrüt tepelerinin sürûr çiçekleridir.
Evet, iman, İslâm, Kur’ân ve ihsana mazhariyet en büyük bi*rer ilâhî mevhibe ve bu mevhibeden kaynaklanan; kaynakla*nırken de zımnî birer şükür ve senâ mânâsını tazammun eden sü*rûr, bütün dünyevî hazları, zevkleri, lezzetleri aşkın öyle lutuf*lar üstü bir lutuftur ki, topyekün dünya ve içindekilerle peylense değer.. onun o aşkın kıymetinden ötürü değil midir ki Kur’ân: “Bu onların toplayadurduklarından kat kat daha hayır*lıdır.”[1] ferman eder.
Kur’ân’ın pek çok yerinde, hedefsiz ve akıbeti meçhul se*vinçlerin yerilmesine karşılık, Allah ve ulûhiyete ait maârif; Pey*gamber ve nübüvvetin vaadettiği şeyler; İslâm ve O’nun insanlığa armağanları yukarıdaki âyet gibi pek çok ilâhî beyanla:
يَسْتَبْشِرُونَ، يَفْرَحُونَ، لَهُمُ الْبُشْرى، وَيَنْقَلِبُ إِلى أَهْلِهِ مَسْرُورًا، وَلَقّيهُمْ نَضْرَةً وَسُرُورًا
“Onlar neş’elenirler..” “Sevinç duyarlar..” “Müjdeler ol*sun onlara!.” “Ve sevinçle döner yuvasına..” “Allah onların yüzlerine behçet ve güzellik, gönüllerine de sevinç verir.” vur*gu*lanır ve ötekilerin suiakıbetlerine karşılık, bunlara, neş’enin, sevincin, inşirahın zevki, lezzeti ve şiiri içirilir.
Sürûr, vicdandaki duyuş ve hissedilişi itibarıyla, üç ana bö*lümde mütalâa edilmiştir:
1- Zevk sürûru ki; sâlikin, Envâr-ı Hak’tan uzak kalma ve O’ndan kopup gitme endişesine, mârifetsizlik zulmetlerine yenik düşme korkusuna ve yalnızlık vahşetine maruz kalma telâşına karşı, bir teselli soluğu ve şifâ-bahş bir ilâhî iksirdir.
Avâmın, Envâr-ı Hak’tan uzak kalma ve Hak’tan kopup gitme endişesi daha çok, Cennet’i çepeçevre sarmış bulunan mekârihi aşamaması, Cehennem’i ihata eden şehevâta takılıp kalması; havâssın yalnızlığa maruz kalma korkusu, mehâsine ve maruf olan şeylere iştiha duymaması, mesâvî ve suiahvâli de kerih görmemesi; haslar üstü hasların yalnızlık ve gurbet telâşı ise, dünya ve ukbâ, bura ve öteler arasındaki tercihte durak*lama, âhesterevlik etme şeklinde kendini gösterir. Bütün bu hu*suslar derecesine göre herkes için birer tasaya sebeptir. Ve se*beplerinin rüçhaniyetiyle gönül ufkunda doğan sürûr da bu ta*saya karşı ilâhî bir inşirah vesilesidir. Evet, ister bilgi ve mârife*tin zıddı olan cehalet, ister yanlış davranış ve taşkınlıkların esası olan bilgisizlik olsun, bunlar, birer birer veya hepsi birden ruh*larda keder ve tasa kaynağıdırlar. Yer yer sînelerde sürûr tecellî*siyle Hazreti Enîs-i Mutlak, zaman zaman insan ruhunu saran ilhad, inkâr ve dalâlet zulmetlerini giderir ve dostlarının gönülle*rini kendi nurâniyetiyle aydınlatarak, onları Nûr Âyeti’nin maz*harı birer ışık kaynağı hâline getirir. Buna, Cenâb-ı Hakk’ın sev*diklerini karanlıklardan ışığa çıkarması; çıkarıp bu kimselerin gönüllerini mârifet nurlarıyla ihyâ etmesi ve Nefha-yı Sübhâni*yesi’yle onları ebediyete namzet kılması da diyebiliriz ki, اَللهُ وَلِيُّ الَّذِينَ امَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ “Allah iman edenle*rin dostu*dur; onları (inkâr, ilhad ve dalâlet) karanlıkların*dan kurtarıp (i*manın, İslâm’ın, ihsanın) nuruna kavuşturur.” âyet-i pürenvârı.. أَوَ مَنْ كَانَ مَيْتًا فَأَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشِي بِهِ فِي النَّاسِ كَمَنْ مَثَلُهُ فِي الظُّلُمَاتِ لَيْسَ بِخَارِجٍ مِنْهَا “Ölü iken iman ile diriltip kendi*sini nurlan*dırdığımız, o ışıkla yürüyen, hiç (inkâr) karan*lıkları içinde kalıp ondan çıkamayan kimse gibi olur mu?” be*yan-ı Sübhânîsi gibi pek çok Kur’ân âyeti bu ilâhî teveccühün belli buutlarına işaret eder.
İnsan ruhunun, hakikî menba-ı feyzi olan lâhut âleminden cüdâ düşerek dağınıklıklara dûçâr olmasına, vahşet duymasına, tatminsizliklere maruz kalmasına, başka arayış ve başka beklen*tilere sürüklenmesine karşılık أَلاَ بِذِكْرِ اللهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ “Biliniz ki kalbler ancak Allah’ı anmakla huzur ve itminâna kavuşur.” uf*kunun şuâlarıyla beslenen kalb, sürûr-u ilâhî mevhibesini zevk ederek her türlü olumsuzluğun hakkından gelebilecek bir aşkın*lığa ulaşır.
2. Şuhûdun sürûrudur ki; ilimden mârifete yükselen sâli*kin, ibadet ü taatı, kalbî muamelesi, ruhî irtibatı sayesinde be*denî ha*yatını, ihtiyar ve iradesini, ilâhî meşîet bahr-i muhiti için*de bütün bütün mütelâşî ve yok sayarak, Rabb’in irade ve ihti*ya*rıyla yeni bir varlığa ermesi ufkunda tecellî eden bir sürûrdur ve insanın uhrevî buudunun öne çıkması, itikat dairesinin sebepler âlemine galebe çalması ve hâdiselerin öteler dalga boyu husu*siyetleriyle duyulup hissedilmesinden ibaret sayılmıştır. Siz ister*seniz buna “fenâ fillâh” da diyebilirsiniz.
Minhâc sahibi bu engin sürûru şöyle resmeder:
حَـالَتِـى كَـز غَيب آيَــد پدِيد جُز بَذَوق آن عِلم رَا نَتوَان شَنيِد
جَـهدِ مِـى كُن تَا زِ خُود يَايِى رَهَا وَاجِبِ اِين عِلم اَست اَگَر دَارِى بَهَا
عِلمِ صُورَت پِيشَهءِ آبُ و گِل اَست عِلمِ مَعنَى رَهبَر جَـانُ ودِل اَست
گَنجِ پُنهَانِيسـت عِلــمِ مَعنَـوِي دَرْ تُو آيَدْ گَر زِخُود بِيرُون شَوِي
“Bir hâl ki gayb ilminden meydana gelir; o ilmi zevkten başka bir yolla duyup hissetmek mümkün değildir. Hep çalış ki kendinden kurtulasın; (zira bu ilme ulaşmanın yolu kendinden kurtulmadan geçer.) ve bu ilim sana vâcibtir eğer pahasını tedâ*rik edebilirsen.. sûrî ilim, su ve çamur tabiatlı, (ilâhî vâridlerle beslenen) mânevî ilim ise, gönül ve cân rehberidir. (Evet) mâ*nevî ilim bir gizli hazinedir; kendinden sıyrılabildiğin ölçüde sana gelir.”
3- İcâbet-i semâ sürûrudur ki; tam mazhar olunabildiği öl*çüde, ruh mekanizmasının her yanından vahşeti izale eder.. hak yolcusunda Hazreti Müsemma-yı Akdes’i müşahede arzusunu kamçılar.. ve onda, temâşâ kapısının tokmağına dokunabilme ümidini coşturur; dahası ruhu uhrevî neş’e ve sevinçlere gark eder.
Bu seviyedeki sürûr ufkunda bir yandan kalb, ruh ve bütün lâtifelerin en samimi bir istekle Hazreti Mütekellim-i Ezelî’ye yö*nelmeleri, diğer yandan da: اَگَر نَه خَواهي دَاد، نَه دَادي خَواه “Eğer vermeseydi, istek ve teveccühü de vermezdi.” fehvâsınca, Haz*reti Mennân u Mücîb’in duyup bildiği şeyleri kabul ve ica*betle şereflendirmesi ki; bu seviyeye eren hak yolcusu, her za*man ruhundaki sürûr çağıltılarıyla kendinden geçer.. dört bir yanında “Hazîratü’l-Kuds”ten gelen buğu buğu üns esintilerini duymaya başlar.. kendini âdeta, ceberût ve rahamût âlemleri*nin eşiğinin dibinde hisseder.. ve duygularını kuşatan köpük köpük gizli bir arzu ile, müşâhede kapısının tokmağına do*kun*ma heyecanıyla gerilir.. tıpkı saf bir ruh gibi “bî kem u keyf” duyup hissettikleriyle mest olur.. ve döner kendi tâlihine tebes*sümler yağdırır.
اَللَّهُمَّ اجْعَلْنَا مِنَ الَّذِينَ وُجُوهُهُمْ نَاضِرَةٌ؛ إِلَى جَمَالِكَ الْمُقَدَّسِ نَاظِرَةٌ.
وَصَلَّى اللهُ عَلَى مُحَمَّدٍ عَلَيْهِ أَكْمَلُ التَّحَايَا وَعَلَى إِخْوَانِهِ مِنَ النَّبِيِّيِنَ وَالْمُرْسَلِينَ وَعَلَى آلِهِ أَجْمَعِينَ.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Yûnus sûresi 10/58.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
TELVİN ve TEMKİN
Renk verme, boyama, boyanma ve farklı görünümler arzet*me mânâlarına gelen telvin; sofiye ıstılahınca, bir hâlden bir hâle, bir tavırdan bir tavıra intikal ederek farklı renk ve gö*rüntü*ler sergileme.. konup-kalktığı yerler itibarıyla “müstevda” iken Hak rızâsı hedefli hareketleriyle hep “müstekar” olma pe*şinde koşanlara has önemli bir payedir.
Eğer telvin –bazı kimselerin de ifade ettiği gibi– her zaman değişip durmak suretiyle farklı görüntüler sergilemek ise, telvin sahibi henüz hedeflediği ufka ulaşamamış, itminana erememiş, oturaklaşamamış “ibnü’s-sebil” ve “ibnü’z-zaman” diyebilece*ği*miz bir mübtedîdir. Aksine, şayet sahib-i telvin; ibtidâyı yaşar*ken intihâyı duyabiliyor ve değişip durmaları, konup kalkmaları لَبثْنَا يَوْمًا أَوْ بَعْضَ يَوْمٍ “Bir gün ya da onun bir bölümünde (orada) kaldık..” (yani o kadarcık bir “müstevda” yaşadık) sâbitesince görüp değerlendirebiliyorsa, o, niyet, irade ve azmiyle makam*dan makama, dereceden dereceye uçacak ve geçtiği noktaların üstünde sürekli hedefin gölgesini gördüğü, hatta O’nu duyduğu; ruh ve duygularıyla hep O’nunla olduğu için, yol aldığının, yol*larda oturup kalktığının ve merdiven çıktığının farkına bile va*ramayacak; hâle ait tebeddül ve tegayyürün hâsıl ettiği boşluk*ları, her zaman niyet ve nazar ufkuyla doldurup, hususiyle de hedefin câzibe ve ihtişamıyla meşbû, meşgul, hatta mahmur bu*lunduğu anlarda hep elvan ü eşkalden, zevken müberrâ ka*la*caktır. Bir de, yol boyu sergilediği yüksek performansa yer yer hedef televvünlü avanslar alabiliyorsa, artık onun “müstevda”ı aynen “müstekar” demektir.. evet, böyle bir seviye insanının televvünü, “ma yeûlü ileyh” itibarıyla her zaman temkin sayıla*bi*lir. Bu itibarla da, bu seviyedeki hakikat yolcularının, telvinde hep temkin solukladıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira bu mâ*nâdaki telvin, bir ilâhî şe’n ve sıfattır. Eğer o bir ilâhî şe’n ve sıfatsa; zaten onda eksik ve kusur tasavvur edilemez; edile*mez, çünkü Cenâb-ı Hakk Zât’ıyla olduğu gibi, sıfât ve şe’nleriyle de kusursuzdur ki كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِي شَأْنٍ “O her gün (bî kem u keyf) ayrı bir şe’n ve hâldedir.” âyeti de bu gerçeği ihtar etse gerek.
Tasavvuf erbabı, telvini iki bölümde mütâlaa edegelmiş*lerdir:
1- Seyr u sülûkün başlangıcında, az-çok nefis ve hevâ insi*bağıyla alâkası olan telvindir ki; sâlik için tehlikelere, aldan*ma*lara; mehdiyet ve mesihiyet türünden bâlâpervâzâne iddia*lara açık ve her zaman istikbal vadetmeyen telvin..
2- Na’t-ı ilâhî olan telvindir ki, Hak ve Hüdâ dalga boylu, acz, fakr, şükür ve tefekkür derinlikli, hüsn-ü âkıbete namzet, her zaman itminan edalı ve geleceğin temkin basamakları sayı*lan televvünleri şimdiden duyma, yaşama ve aksettirebilme hâ*lidir. Böyle bir telvinde aldanma oldukça nadir.. tehlikeler az.. şatahat ve iddialar ise hemen hemen yok gibidir. Dolayısıyla da birinci telvin gibi zahiri görkemli ve gürültülü fakat saçılıp sav*rul*maya namzet, renkli ve cazibedâr ama hevâ ve hevese açık değildir, değildir, zira:
بَاد كَاهِي رَا بَهَا مُون مِي بَرَد بَاد كُوهِي رَا عَجَب چُون مِي بَرَد
“Rüzgâr, saman çöpünü (sürükler) çöle götürür; ama dağı nasıl (sürükleyip) götürebilir ki?”
Mîzanü’l-İrfan Sahibi de bu hususu dildâde bir üslûbla şöy*le ifade eder:
“Hem telâş eyler mezâlikte[1] bütün,
Eyler o tayy-i menzil gece-gün.
Bir sıfattan diğere seyreyler o,
Bir makamdan âhere devreyler o.
.............................. .............................. ................
Eyler ahvâli tebeddül dembedem,
Başka bir âlemdedir her gün kadem.
Eyler hem kat-i merâhil daimâ,
Her an ayrı bir televvün rû-nümâ..
Böyle eyler terakkî-i kemal,
İşte telvin hâletidir bu hâl!”
Temkin; oynak ve hafif-meşrepli olmanın zıddı; vakur, cid*dî, uslu ve oturaklı olma hâlidir ki; tasavvuf erbabınca, istika*mette derinleşip istikrar kazanma, yüzüp-gezmeden kurtularak huzûr ve itminana ulaşmaktan ibarettir. Böyle bir hak yolcusu, ibtidâsı aynı intihâ, sürekli rızâ ufkunun müşahedesiyle, hâlden hâle, makamdan makama intikali fark etmeden, her zaman vuslatın neşvesiyle, hüsn-ü âkıbetini duymanın itminanını yaşar ve çok defa sefer meşakkatinin zerresini bile hissetmez.
Hak yolcusu, bidâyet-i hâl itibarıyla, hâlin gereği, hep televvün edalıdır; zira o, seyr u sülûk-i ruhânîde, esmâdan mü*semmâya, sıfattan mevsufa, hâlden makama, yolcular için uzun bir mesafe sayılan eb’âdı aşarken, sürekli farklı şeyler görür, farklı şeyler duyar, farklı şeyler hisseder; bu duyuş, bu görüş ve bu hissedişler, her zaman sâlikin benliğini tesir altına alacağın*dan, onun tavırlarından hep televvün akar.. ve bu yolda olma hususiyeti, hakikat yolcusunun hedefe ulaşacağı “ân”a kadar devam eder. Gün gelip de “fenâ fillâh” ufkunda, “bekâ billâh” hakikatı zuhûr edince, telvin de yerini temkine bırakır, televvün temekkünle becâyiş olur. Ve artık Mîzanü’l-İrfan Sahibinin de de*diği gibi:
“Çün ere Maksûd’una merd-i Hüdâ,
“İrciî” remziyle eyler nidâ..
Kâbe-i maksûda bulunca vusûl,
Matlab-ı âlâya erdikde yol;
İşte temkin-i tarikattir bu hâl!
Ekmel olmuş burda erbab-ı kemal...”
der ve itminan soluklar.
Temkin, itminandan bir iki kadem daha üsttedir ve وَلاَ يَسْتَخِفَّنَّكَ الَّذِينَ لاَ يُوقِنُونَ “Yakîne ermemiş olanlar, seni hafifliğe (ve telvine) sevketmesin.” fehvasınca ulü’l-azmâne bir oturmuşlu*ğun ifadesidir.
Yolun başındakilerin temekkünü; sağlam niyet, ulü’l-azmâ*ne irade, kaynağından gelen tam bilgi ve yolun yol rehbe*riyle yürünmesine bağlıdır. Yani, maksat, rızâ-i ilâhî; azık, Ehl-i Sün*net anlayışı içinde dinin hayata hayat kılınması ve yolun da Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın rehberliğinde sürdürülmesidir ki; bunu: Gaye, Allah; maksad, O’ndan gelenlere karşı duyarlı olup olabildiğince titiz yaşamak; yol da değişik türden ifratlar ve tefritlere karşı istikamet ifadesi kabul edilen sırat-ı müstakîmdir.
Kendini tamamen Hakk’a adamışların temekkünü; kalben ağyar münasebetlerinden sıyrılıp, her an sînesini Hak tecellîleri için pak tutmak suretiyle hazır bulunarak, ilâhî vâridleri avla*makla meşgul olmaktır ki; Hz. Hakkı:
“Dil beyt-i Hüdâ’dır ânı pâk eyle sivâdan,
Kasrına nüzûl eyleye Rahmân gecelerde..”
tembihleriyle bu gerçeğe parmak basar.
Ârif-i billah olanların temekkünü; makam-ı cem ünvanıyla da ifade edilen ihsan şuurunun en kâmil mânâda duyuluş ve his*sedilişiyle sürekli murâkabe hâlidir ki, “fenâ fillâh” ve “bekâ billâh”ın tam tahakkukuyla elde edilir ve bu sayeye hak eri kendi feyiz kaynağına muttali olarak teveccüh-ü tâmmeye erer ve ciddî bir iştiyak içinde tam bir hayretle hep O’na yönelir.. vücûd ve devamının, O’nun Vücûd ve Kayyûmiyetinden bes*len*diğini duymaya başlar; başlar ve Rehber-i Ekmel’in ziyâ-yı feyziyle ne vücûdiye ne de şuhûdiyeye girmeden
(Tirmizi, Ebu Davud, İbn Mace)عَلَيْكُمْ بِسُنَّتِي وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الرَّاشِدِينَ الْمَهْدِيِّينَ ile çerçevelenen haki*kat dairesinden, her şeyin varlığının da bekâsının da O’ndan ol*duğu mülâhaza*sıyla kendini daha bir güçlü, daha bir yerleşik hissederek, tam bir bekâya mazhariyetini, tam bir fenâdan geç*tiğini itiraf ve ifade sadedinde:
هَجَرْتُ الْخَلْقَ طُرًّا فِي هَوَاكَا وَأَيْتَمْتُ الْعِيَـالَ لِكَيْ أَرَاكَا
“Topyekün varlığı senin aşk u sevdan uğrunda terkettim. Seni görme yolunda iyâlimi de yetim bıraktım.” der, her şeyini yollara döker ve “Seni, Seni” mülâhazalarıyla dolaşır durur.
اَللَّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ الرِّضَا بَعْدَ الْقَضَا وَبَرْدَ الْعَيْشِ بَعْدَ الْمَوْتِ وَلَذَّةَ النَّظَرِ إِلَى وَجْهِكَ وَشَوْقًا إِلَى لِقَائِكَ . وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الْهَادِي إِلَى سَبِيلِ السَّلاَمِ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ الْكِرَامِ آمِينَ يَا مُعِينُ.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Kaygan zemin.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
MÜKÂŞEFE
Keşf kelimesinden gelen mükâşefe; hakikat ehline, ilâhî sır*la*rın zuhûr etmesi demektir ki; sâlikin, mânevî mücâhede yo*luy*la yükselip esmâ ve sıfât hakikatlerini duyması, sezmesi ve bil*mesi ruh hâlinden ibarettir. Öyle ki, bu mertebeye ulaşan hak yolcusu, bir yandan ilâhî isim ve sıfâtlarla alâkalı seyahatini –isti*dadı ölçüsünde– tamamlamış sayılır; diğer yandan da, “arş-ı rahmet”in izdüşümü olan lâtife-i rabbâniyeye ilâhî sırlar ak*maya başlamış olur. Bu mazhariyete erenlere yer yer melekût âleminin perdeleri aralanır ve eşyanın perde-önü, perde-arkası ayân olur ki, sofîye buna; hicâbın mâverasındaki umûr-u gaybi*yeye ıttıla mânâsına mükâşefe der. Bu da, –erbabınca bilin*diği üzere– mükâşefenin taalluk ettiği hususlar itibarıyla, mücerret hakikatler ve gözle görülmeyen mânâlar olmasına kar*şılık; mü*şahedenin taalluk ettiği hususların zevât olduğu gerçe*ğine mu*vafık düşmektedir.
Mükâşefeye; sırdaş dostlar arasında, birbirlerine karşı açıla*bildiklerince açılmaları şeklinde bir yaklaşım da söz konusudur ki –Hakk’ın, şe’n-i rububiyetine layık düşmeyen şeylerden mü*nezzehiyeti mahfuz– Hz. Ahmed-i Mahmûd’un bütün bütün nâ*sutiyeti aşıp makam-ı vâlây-ı: فَأَوْحى إِلى عَبْدِهِ مَا أَوْحى “Allah ona esrâr-ı kelâmını açtı ha açtı.” payesine ulaşması buna en üst seviyede bir misal teşkil eder.
Mükâşefeye, dostun dosta sır armağan etmesi makamı di*yenler de olmuştur ki, Hak’la sevdikleri arasında sürekli böyle bir sır teâtîsi her zaman söz konusu olagelmiştir. Yani kul, kalbin esrârını, yine kalbin lisanıyla Rabbine fısıldar; Hazreti Allâmü’l-Guyûb da onun kalbinin yamaçlarına maarif lâl ü güherleri yağdırır, kul, mârifet ufkuna yükselerek Rabbini, güzel isimleri ve pak sıfatlarıyla tanıyıp onların envarına müstağrak olduğu ölçüde, Hz. “Gayb-ı Mutlak” da perde aralayarak onun gönül gözlerine nûr hakikatini ifaza buyurup onu ihsan şuurunun zirvelerine ulaştırır.. ve bu noktaya ulaşacağı âna kadar da her sâlikin lâhut ile münasebeti “min verâi hicâb” (perde arkası)dır. O, bu ufka ulaşması yolundaki seyahatinde, gördüğü şeyleri bü*yük ölçüde sisli-dumanlı bir cam arkasından temâşâ ediyor gibi görür; görür ve hiçbir zaman, sıfât ve şuûnun tecellîlerine, açık-seçik muttali olamaz. Muttali olduğunu zannettiği şeyler ise sırf bir vehm ü hayâldir.
Hak yolcusu ile hakikat arasındaki perdeler, kulun Hak’la münasebeti açısından farklı farklıdır: Esmâ ve sıfât hakikatlerine kapalı bulunma bir perde olduğu gibi, kalbin, Allah’la beraber başkasına yönelmesi de ayrı bir perdedir. Varlığın felsefî kriter*lere göre yorumlanması –aynı ölçüde olmasa da– o da yine bir hâil sayılır. Hatta Mişkât-ı Muhammediye’nin dışında –O’nunla beraber bulunsa da– ayrı bir ışık kaynağı aramak da tehlikeli bir perdedir. Kibir, haset, ucup, riyâ, fahr ve enâniyet misillü iç inhi*raflar, hakikatin olduğu gibi duyulup hissedilmesine mani olması ölçüsünde, küfür ve dalâletin basamakları sayılan gü*nah*lar da önemli birer engel sayılırlar. Bu perdelerin sebebi*yet verip karşımıza çıkardıkları tezgâhları; nefis tezgâhı –şeytan tez*gâhı, kendine ve bizim hevesatımıza bakan yanlarıyla– dünya tezgâhı veya beşerî boşluklar, beşerî zaaflar tezgâhı diye sırala*yabiliriz ki, bunlar da her biri tek başına sâliki öldürücü bi*rer tuzaktır. Bu tuzaklar sürekli çalıştırıldığı ve beşerî boşluklar açık bırakıldığı takdirde söyleyeceğimiz her şey beyhude, her davra*nış bâd-i hevâ, bütün gayretler boşuna ve vuslat kuşa*ğında hicran yaşamamız da kaçınılmazdır.
Bu perdelere takılmadan, yolda bulunmanın hakkını ve*renler için ilk mükâşefe, Hazreti Meşhûd-u Ezelî’nin, sâlikin kal*binde hâsıl ettiği bir mârifet tecellîsidir ki, onu elde eden ârif, sa*bit kadem olabilirse, yollar ona, şuhûda kadar açılabilir. Ne var ki, böyle bir tecellî süreklilik arzetmeyebilir; yer yer kesilir ve yol*lar bir bölümü itibarıyla kararır, yürüme esnasında sık sık du*raklamalar yaşanır. Ne var ki bütün bunlara rağmen hak yolcu*sunun kalbindeki yükselme arzusu hiçbir zaman dinmez; zaman zaman başı dönüp sarsılsa da, o, her zaman yürüyüp menzile ulaşma arzusuyla çırpınır-durur. Böyle dağdağalı bir yolculukta ye’se düşmeden yolda olmanın hukukuna riayet etmek bir ba*ba*yiğitliktir ve bu babayiğitliği devam ettirebilenler her za*man kesintisiz inkişaflara, aralıksız mükâşefelere ve derken ilmî*likten aynîliğe yürürler ki, bunun hemen iki kadem ötesinde temkin ve teyakkuz destekli “mükâşefe-i ayn” hakikatini duyup hissetme*ye başlarlar. Bu kudsî yolculuğu daha da sürdürebildikleri tak*dirde, seyahatleri gider müşahede ile noktalanır (bu*rada müşa*hedenin ayrı bir Zümrütten Tepe konusu olduğunu hatırlatıp geçelim).
Mükâşefe-i ayn, ilâhî nûrların, sâlikin kalb ufkunu aşarak, onun umum letâifini ihata etmek suretiyle bütünüyle duygu*lar*da hissedilip yaşanması mertebesidir.. tabir-i diğerle o, medlûlu deliller üstü duymanın, zevketmenin unvanıdır. Seyr-i ruhanîsi*nin mebdei olması itibarıyla, bu mertebenin en büyük kahra*manı olan Hz. Rûh-u Seyyidi’l-Enâm (s.a.s.), başta Miraç olmak üzere, hayat-ı seniyyelerinin zirvelerinde, –O’nun hayatı hep zir*velerde geçmiştir– sürekli mükâşefeden müşahedeye yü*rüyerek, her zaman esrâr-ı imanı duyup zevketmiş; Cennet, Ce*hennem, melekler, hatta kader kalemlerinin cızırtılarına kadar ötelerle a*lâkalı en sırlı şeylere muttali olmuş, sonra da dönüp asliyet plâ*nındaki bu müşahedelerini, cüz’iyet ve zılliyet zemi*nindeki ben*delerine armağan ederek geçip gittiği kapıları aralık bırakmış; dahası, yürüdüğü yolları, kalblerdeki mârifet nûrlarına göz kır*pan reflektörler gibi ışığa açık işaretçilerle teminat altına almış ve gezip temâşâ ettiği makamlarda; مَا زَاغ الْبَصَرُ وَمَا طَغى fehva*sınca gözü kaymadan, bakışı bulanmadan ve başı dön*meden dolaşmış, sonra da bu kevn ü fesadın dahasına taham*mülü ol*madığı bir noktada, yolu da yolculuğu da arka*sındaki*lere ema*net ederek (Buhari, Müslim)اَللَّهُمَّ الرَّفِيقَ اْلأَعْلَى deyip Rabbine yürü*müş*tür. Arka*dan gelen vefalı dostları da, bu mükâşefe yo*lunda, se*bepleri ve neti*celeriyle miras aldıkları bu ruhânî seya*hat ve temâşâyı sür*dür*müş; his, müşahede ve duygularında, yerinde keskin ve isa*betli içtihadlarıyla, yerinde: (Taberi, Tarihu’l-Ümem ve’l-Müluk)يَا سَارِيَةُ الْجَبَلَ الْجَبَلَ gibi boşalma ifa*de eden sözleriyle, yerinde: “Perde-i gayb açılsa yakînim ziyâ*de*leş*mez.” türünden sır vermeleriyle ve ye*rinde de: “Ümitvâr olu**nuz şu istikbal inkılâbatı içinde en yüksek ve gür sadâ İslâm’ın sa*dâsı olacaktır.” gibi bişaretleriyle seslen*dir*miş ve mükâşefe*nin değişik televvünlerinden ne resimler ve ne mânâlar sunmuş*lardır.!
َ
اَللَّهُمَّ أَنْتَ اْلأَوَّلُ فَلاَ شَيْءَ قَبْلَكَ، وَأَنْتَ اْلآخِرُ فَلاَ شَيْءَ بَعْدَكَ، أَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ كُلِّ دَابَّةٍ نَاصِيَتُهَا بِيَدِكَ، وَأَعُوذُ بِكَ مِنَ الْمَأْثَمِ وَالْمَغْرَمِ، وَصَلِّ اللَّهُمَّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَأَصْحَابِهِ الْكِرَامِ.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
MÜŞÂHEDE
Bir şeyi temâşâ etme ve gözleme mânâlarına gelen müşâ*hede; ef’âlde esmâyı, esmâda “Müsemmâ-yı Akdes”i basiretle rü’yete denir. Diğer bir yaklaşımla, müşâhede, kurb erlerinin, “min verâi hicâb” ufkuna ulaşarak, eşyanın “ehadiyet-i Hakk”a (Hak birliği) şeffaf bir ayna hâline gelmesinden ibaret sa*yılmış*tır.
Müşâhede, hak yolcusunun, temâşâsını basiret nûruyla ger*çekleştirmesi açısından rü’yet diyebileceğimiz görmeden ayrılır ki, İsmail Hakkı Merhum, Muhammediye Şerhi’nde bu farklılığa şöyle işaret eder: Yüksek bir mazhariyet olan müşâhede, basire*tin müşâhedesidir, basarın değil; zira basarla görülüp hissedilen şey, Hak nûrunun zılli, eseri ve tecellîsidir. Basiretle müşâhede edilene gelince o, Hak nûrunun hakikati ve “bî kem u keyf” kalben Hakk’ı temâşânın da bir unvanıdır.
Müşâhede, daha evvel üzerinde durduğumuz mükâşefeden de farklıdır. Mükâşefe dairesinin rasat ufku, mânâlar ve mücer*ret hakikatler olmasına karşılık, müşâhedeninki –Zât-ı Ulûhiyet’in idrak edilemeyişi mahfuz– zevâttır. Diğer bir ifade ile müşâhe*de, Zât-ı Ulûhiyet hakkında, hususî mânâsıyla O’na ait teveccü*he esas sayılabilecek bir yöneliş; mükâşefe ise, ilâhî isim ve sı*fatları duyup hissetme ve yaşayıp zevk etme hâletidir.
Müşâhedenin ayakları; duyup sezecek dipdiri bir kalb, işitip değerlendirecek fevkalâde bir duyarlılık ve ötelerle tam bir irti*bat ve konsantrasyondur ki,
إِنَّ فِي ذلِكَ لَذِكْرى لِمَنْ كَانَ لَهُ قَلْبٌ أَوْ أَلْقَى السَّمْعَ وَهُوَ شَهِيدٌ
“Şüphesiz ki bunda (ilâhî kelâm) kalb taşıyan ve dikkatini toplayıp kulak kesilen kimseye hatırlatma vardır.” ilâhî beyanı buna işaret ediyor gibidir..
Müşâhedenin de mükâşefe gibi kendi içinde birbirinden farklı dereceleri vardır. Bu dereceler, hakikati temâşâ adına, de*ğişik kâbiliyetlerin kıymet ölçülerine göre, onlara tahsis edilmiş birer rasathâne mesâbesindedir. Bu rasathânelerden, herkes, i*manının enginliği, yakîninin derinliği ve gönlünün vüs’ati ölçü*sünde alış verişe mazhar olur ve müşâhede ile şereflendirilir.
Bu derecelerin birincisi; ilim, iman hakikatiyle beslenen mâ*rifet müşâhedesidir ki, bu noktaya ulaşan sâlik, vicdanındaki güçlü yakîni sayesinde, idrak ufkuna sürekli, ilim televvünlü “vücûd” nûrlarının aktığını hisseder ve derin bir iştiyakla “Haz*retü’l-cem”e yürümeye başlar.
İkincisi; müşâhede-i muâyenedir ki, bu ufka ulaşan ârif, de*lil ve müşâhedeleri aşıp, Hazreti Esmâ ve Sıfât’ın asliyetinde eri*yerek kendi zılliyetinin şuuru ile zıllî-şuhûdî bir tevhide erer ve artık gözü başka bir şey de görmez. Bu makamla alâkalı, “Mî*zanü’l-İrfan” Sahibi şunları söyler:
Keşf-i zâtî var ki bir âlî makam,
Orda geçmez sikke-i nakd-i kelâm.
Kim ederse o makamda tâk-ı bâb,
Hep nidâ-i “len terânî”dir cevâb...
Hâl-i Mûsâ’dan verilirse nişân,
Bir tecellî-i celalîdir hemân..
Üçüncüsü müşâhede-i cemdir ki bu zirveyi tutan ârif-i kâ*mil, müşâhedeye inkılâb etmiş iman ve yakîni sayesinde bütün Esmâ-i Hüsnâ ve Sıfât-ı Kudsiye’yi câmi “Hazreti Vücûd”un onu cezbi ve nâsutiyetini ifnâsıyla, doğrudan doğruya, ukbâ na*za*rıyla, Hâlık’ı, Mabud’u, Rabb’i, Vâcid’i, Mûcid’i ve Ziyâ-yı vü*cûdu kim olduğunu bilir, bulur ve bütün bütün ağyar münase*betlerinden kurtulur.
Bu makam münasebetiyle Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri: “Müşâhede, kalblerin safâsı vaktinde ve ilâhî nûrlar sayesinde id*rak olunan gaybın tecellîsinden ibarettir” buyurur. Mîzanü’l-İrfan Sahibi de bu mülâhazayı şöyle ifade eder:
Ger tecellî eylese Sultan-ı Zât,
Mahvolur tavr-u vücûd-u kâinat.
Olsa Mahbub-u Hakikî cilveker,
Hiç kalır mı zıll-i zulmetten eser..!
Gerçi burda remzeder bazı zevât
Berk-i Zât’ı zannederler aynı Zât...
Haddizatında böyle bir yaklaşım, asliyetle zılliyeti birbirine karıştırma ve zevkî, hâlî, vicdanî bir temâşâyı, Zât-ı Hakk’ı mü*şâhede sanmaktır ki, bu da apaçık bir iltibas demektir. Aşağı*daki mısralar, böyle bir iltibasdan sızmış küçük bir-iki katredir:
گَر دُو چَشم حَق شِنَاس آمَد تُرَا دُوست پُربِين عَرصَهِء هَر دُو سَرَا
غَرِيقِ دَريَايِم اَگَرچِه قَطرَه ايِـم جُملَهءِ شَمسِـم اَگَرچِه ذَرَّه ايِم
“Eğer sana, Hakk’ı tanıyan iki göz verildiyse, iki cihanı da Dost’la dolu gör! Biz her ne kadar katre isek de garîk-i derya*yız.. her ne kadar zerre olsak da bütün bir güneşiz.”
اَللَّهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ، وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلاً وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ،
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى رَسُولِكَ الْمُجْتَبَى وَآلِهِ وَأَصْحَابِهِ ذَوِي الْقَدْرِ وَالْوَفَاءِ.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
TECELLÎ
Görünme, belirme, ortaya çıkma ve Allah’ın hususî lutufla*rına nail olma da diyeceğimiz tecellî; Cenâb-ı Hakk’tan ge*len meârif nûrları sayesinde, sâlikin kalbinde ilâhî sırların ayân ol*ması hâlidir ki; her hak yolcusu istidat ve seviyesi ölçü*sünde bu vâridatı vicdanında duyabilir.
Ulvî-süflî, basit-mürekkep hemen her ortamda ve hususiyle de zahiri ve bâtını itibarıyla bütün kemalâta namzet ve ona en mücellâ bir ayna konumunda bulunan insanda, görülüp sezilen, duyulup hissedilen tecellîye “tecellî-i âsâr”; ilâhî ef’âlin kulun kal*binde münkeşif olması ve bakış zaviyesini ayarlayıp –Cenâb-ı Hakk’ın inâyetiyle– tabiatperestliğe düşmeden “tecellî-i esmâ’ya açılma mazhariyetine “tecellî-i ef’âl”; ilâhî isimlerin nûr*ları altın*da tamamen onların rengine boyanıp ve duygular itibarıyla on*ların aynası hâline gelmeye “tecellî-i esmâ”; Allah ta*rafından mü’minlere, hususiyle de sadık kullara ifaza olunan ve onları dört bir yandan saran tecellîye “tecellî-i rahîmî” veya “tecellî-i has”; bütün mevcudata ifaza olunan ve vücûd hakika*tine bakan muhit tecellîye “tecellî-i Rahmânî” veya “tecellî-i âmm”; Allah sıfatlarından birinin veya birkaçının mü’min bir kalbte münkeşif olmasına “tecellî-i sıfat” –ki böyle bir mazhari*yete eren kimseye Cenâb-ı Hakk onda tecellî ettireceği herhangi bir sıfatın in’ikas veya inkişafı sayesinde o kulunu, insan üstü bir seviyeye ulaş*tırır ve ona işitilmeyen sesleri işittirir, görülmeyen nesneleri gör*dürür– mebdei Zât’tan ayrılıp tamamen taayyün edecek şekilde ilâhî sıfatlardan herhangi bir sıfatla alâkalı mey*dana gelen te*cellîye “tecellî-i sıfatî”; tecellî-i esmâ ve sıfatın tavas*sutuyla, Hz. İlim veya Vücûd’un kâmil bir kalbte inkişafına “tecellî-i Zâtî” denir ki, böyle bir tecellîde esmâ ve sıfât-ı ilâhî iti*bara alınmama gibi bir mülâhaza söz konusu olsa da, işin aslı Cenab-ı Hazreti Vacibü’l-Vücûd ancak, esmâ hicabı ve sıfât muhitiyetiyle mülâ*haza edilebilmektedir.
Hz. Zât’a ait tecellî, külliyet ve asliyet plânında bütün varlı*ğın vücûd-u ilmîden, haricî vücûd ufkuna ulaşmasının ‘ille-i gâi*ye’si kabul edilen Hz. Ahmed-i Mahmud-u Muhammed Mus*ta*fâ’ya has tecellî-i ulûhiyet ve rubûbiyet –ki ümmeti de bu te*cel*lîyi cüz’iyet ve zılliyet ölçüsünde paylaşır– bir dağ vasıta*sıyla Hz. Mûsâ’ya mahsus sırf tecellî-i rubûbiyet bu tecellî-i âza*mın kem*miyetsiz-keyfiyetsiz bir buudunu teşkil etmektedir.
Son hususu sofîce bir yaklaşımla şöyle de yorumlayabiliriz: Hz. Mûsâ’nın böyle bir tecellîyi talebe cür’eti, Hz. Vücûd-u Hakk’a aşkı ve O’nunla konuşmaya olan iştiyakının heyecan, helecan ve kalakıydı ki, Hz. Hakikat-ı Ahmediye’nin zuhûrunun vesilesi olan Hz. Âdem’in memnu meyveye el uzatması misillü, onda tahammül-fersâ böyle bir arzu ve temayül hissi uyarmıştı.
Evet, Hz. Mûsâ, peygamberlik emarelerinin peşi peşine zu*hûr ettiği bir sırada, “son nokta” deyip köpük köpük bir işti*yak*la; “Rabbim göster (cemâlini) bakayım Sana.” diye inlemiş; hik*metle gürleyen lisan-ı kudret de: “Sen asla Beni göremez*sin!”[1] mukabelesinde bulunmuştu. Yani, sen nasıl Beni görebi*lir*sin ki, henüz “Erinî” perdesinin verâsında ve ikilik kay*dıyla mu*kayyet bulunuyorsun.. oysa ki, sen, O’nun varlığının nûrunun bir gölge-
sisin. Eğer, فَبِيَ يُبْصِرُ “Benimle beni görür.” uf*kuna yük*se*lebilir*sen; işte o zaman –لاَ تُدْرِكُهُ اْلأَبْصَارُ “Gözler O’nu ihata ede*mez.” hakikati mahfuz– beni görebilirsin. Evet bak*mak iste*di*ğinde, varlık dağına yokluk bakışıyla bakmalısın ki, tecellî vak*tinde varlık dağı olduğu gibi kalsın ve sen de görece*ğini göre*bilesin. Heyhât ki, böyle bir şeye Hz. Ahmed-i Muhammed’den başkası mazhar olabilsin..! Derken iştiyaka ce*vap, taleb-i rü’yete ret sa*dedinde Hz. Rab, Tûr veya mahiyet-i Mûsâ’ya tecellî etti; etti de Tûr veya Hz. Mûsâ, yahut ikisi bir*den sarsıldı ve yerle bir ol*dular. Ders-i irşad bitip de Hz. Mûsâ, Rubûbiyet tecellîsinin sat*vetiyle içine düştüğü mahiyet-i beşe*riye baygınlığından uya*nınca: “İlâhî! Seni lisan-ı kudsî ile takdis ve noksan sıfatlardan da tenzih ederim. Ben artık, bütün bütün ’fenâ fillâh’ ve ’bekâ billâh’ mülâhazasıyla Sana müteveccihim. Bizler Sen’i enâniye*timizin zulümâtiyle değil, ancak Sen’in Zât’ının nûrlarıyla müşa*hede edebiliriz. Ve ben bunun böyle ol*duğuna ilk iman eden*lerdenim.”dedi. Sözün özü:
عِشْقِ جَان طُور آمَدْ عَاشِقا طُور مَست وَخَرَّ مُوسَى صَعِقًا
“Aşk, Tûr’un cânı mesabesinde oldu.. ve Tûr âşıkâne mest olunca, Mûsâ da bayılıp yere yıkıldı.”
Tecellî-i Rubûbiyetin birkaç perdesi vardır:
1- Tecellî-i Zât’tır. Bu tecellî her ne kadar esmâ ve sıfât öte*si bir tecellî ise de, mülâhazada infirat esası söz konusudur. Mu*hammediye Sahibi, satır aralığında itizâli iğneleyerek bu ru*hânî idraki şöyle ifade eder:
Hayali nakş-ı cânımda münkeşif olalı gönlüm
Hep ism ü resmi mahvetti bu tasvir-i misalîden.
Yüzünü görmeye imkân, çû vardır arz-u mendim,
Kulağım hâlîdir zira kelâm-ı i’tizâlîden...
2- Tecellî-i Sıfat’tır ki, Zât’tan ayrı ve muayyeniyet içinde bir veya birkaç sıfatla olan tecellîdir ve iki bölümde mütalâa edilir:
Birincisi, ashab-ı temkînin mazhar bulunduğu celâlî tecellî, ikincisi de, erbab-ı telvînin lâzımı olan cemâlî tecellîdir.
Bu itibarla, bir sâlike vücûd sıfatıyla tecellî edildiğinde, eğer o zât temkin ve teyakkuz erbabından değilse, Hz. Cüneyd gibi: “Cübbemin altında O’ndan gayrısı yoktur.” diyebilecektir. Vâhi*diyet sıfatının tecellîsi söz konusu olduğunda, yine erbab-ı tem*kin olmayanlar, zevk ettikleri hâlâtı, Hz. Bayezid gibi: “Ben özü*mü tesbih ederim; şanım ne yücedir!” şeklinde konuşabile*cek*lerdir.
Bekâ sıfatının ihata ve istilâsı bahis mevzuu olduğunda da Hallâc-ı Mansûr misillü: “Ene’l-Hak” türünden şathiyyat söz ko*nusu olabilecektir.
Ve tabiî, zevkî ve hâlî olarak değil de, hakikî bir temessülle kudret ve iradeye mazhar olan birisi için ki asliyet plânında –o Hz. Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’a has bir keyfiyettir– “Attığını Sen at*madın; bilesin ki onu Allah attı.” şeklinde tecellî edecektir. Ve*ya hallâkiyet sıfatına bir mir’ât-ı mücellâ olma haysiyetiyle Hz. Mesih için “Çamurdan kuş şeklinde bir şeyi inşa edip ona üfü*rürsün de o da biiznillah kuş olur.” mahiyetinde bir fevkalâ*de*lik söz konusu olacaktır.
3- Tecellî-i Ef’âldir.. ve bu tecellî, tecellî-i sıfattan bir bölüm olup fâni fiillerin bâki fiillerde fenâ bulması demektir ki, bunu da yine Muhammediye Sahibi gayet selis bir üslubla şöyle ifade eder:
Yine arz eyledi Dilber nûrun kasr-ı Celâlîden,
Yine nâlân-ı şeydâyım şarâb-ı Lâyezâlîden,
Yine keşf-i hicab etti gözüm gönlüm cehaletten,
Ki, bu câna nida geldi nida-i Züt’teâlîden..
Anın sevdasını buldum, geçip sevda-yı sevdadan,
O sevdayı bulan geçti bu sevda-yı melâlîden...
......................
Tecellî pususuna yatmış sâlik, bazen o denli mahmur hâle gelir ki; baktığı her yerde ve her şeyde O’nu duyar, O’nu hisse*der; hatta bazen kendisine, hâlin galebesi neticesinde nereye baksa, sürekli orada kendini görür ve böyle bir ruh hâletiyle ba*zen “Ene’l-Hak” iltibasına, bazen de هَلْ فِي الدَّارَيْنِ غَيْرِي “İki ci*handa benden başkası mı var?” şathiyyatına girebilir.
Şimdiye kadar bu konuda pek çok iltibas yaşanmış ve pek çok şathiyyat duyulmuştur. Biz tek bir örnek verip konuyu ka*pamak istiyoruz:
اين مَن نَه مَنَم اگَر مَنِى هَسـت تويى وَردَر مَن پيرَهنِى هَسـت توئى
دَر رَاهِ غَمَت نَه تَنْ بَمَن مانَد نه جان وَر زَانكِه تُرا جَان وتَنِى هَست تويى
“Ben ben değilem, eğer ben ben isem o Sen’sin! Eğer üze*rimde gömlek varsa o da Sen’sin. Sen’in yolunun gamlısı olarak bende ne ten ne de can kaldı. Eğer benim için bir ten ve can varsa o da Sen’sin.”
Bu kabîl tecellîlerin hemen hepsi sıfatlara taalluk eden bir tür tecellîdir ki, akl-ı meâş veya vehm ü hayâllerine aldananlar, Hz. Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın ziyâ-yı himmet dairesinin dışına dü*şerek hem kendilerini helâk etmiş, hem de başkalarını aldat*mış olurlar.
Böyle kaygan bir zeminde gelip-gidenlerin hâllerini de is*terseniz Mîzanü’l-İrfan Sahibinden dinleyelim:
İnkişâf-ı Zât etse eğer zuhûr,
Bazı sâlik burada bîkarar olur.
Sâlike ayn-ı belâdır bu hâl,
Mürşid olmak gerek ehl-i kemal..
Yoksa o Mansûr gibi berdâr olur..
Hâl-i sâlik orada düşvâr olur.
Kim “Ene’l-Hak” derse Mansûr olmadan,
Kâfir-i billah olur cân u ten
Bu mezâlik bir belâdır hâsılı,
Burada durmaz evliyânın ekmeli..
اَللَّهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُخْلِصِينَ الْمُخْلَصِينَ الْمُتَّقِينَ الْوَرِعِينَ الزَّاهِدِينَ الْمُقَرَّبِينَ وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَآلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Aynı âyet.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
HAYAT
Dirilik ve canlılık sözcükleri ile ifade edebileceğimiz hayat; cehâlet, dalâlet ve küfürle ölmüş bulunan kalbî hayatın, iman, mârifet ve muhabbetle dirilmesi demektir ki,
أَوَ مَنْ كَانَ مَيْتًا فَأَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشِي بهِ فِي النَّاسِ
“Ölü iken iman ile diriltip nûra erdirdiğimiz ve halk içinde o ışıkla yürüyen.” meâlindeki âyet buna işaret etse gerek.
1
Erbab-ı hakikat’ça hayat, beden ve cismâniyet zulmetlerin*den kurtularak, kalb ve ruhun derece-i hayatına yükselmek de*mektir. Bu mazhariyetin, külliyet kesbetmiş bir fert olması itiba*rıyla, Hz. Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’a bakan yanını وَكَذلِكَ أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ رُوحًا مِنْ أَمْرِنَا “İşte, böylece sana, emrimizden (kalblere diriliş vaad
eden Kur’ân’ı vahyettik).” âyeti; bütün dirilmeye namzet insan*lara bakan yönünü de;
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ امَنُوا اسْتَجيبُوا للهِ وَلِلرَّسُولِ إِذا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْييكُمْ
“Ey iman edenler, Peygamber sizi, din ve dünyanız itiba*rıyla dirileceğiniz şeylere dâvet ettiğinde, Allah ve Rasûlü’nün bu çağrısına icâbet ediniz!” fermân-ı Sübhânîsi ile te’lif etmek mümkündür...
Arzın hayatı, ondaki bütün dirilişler, değişik buuttaki neşv ü nemâlar, gelişip yayılmalar; toprak ve onun muhtevası, su ve onun hayatiyeti, hava ve onun içindeki muhtelif gazlarla sımsıkı irtibatlı olduğu gibi, hakikî insânî hayat da, hakikat ilmi, irade ve himmet gücü, ahlâk ve karakter sağlamlığı, maiyyet-i ilâhiye iştiyakı ve böyle bir mazhariyeti duyma sevinciyle ciddî alâkalı*dır ki, bütün bunlar, aynı zamanda “meydân-ı tayarân-ı er*vâh”a uçmanın bir pisti ve ebedî hayata ulaşmanın da rampası*dır.
Evet arz, bütün o potansiyel derinlik ve zenginliklerini:
وَاللهُ أَنْزَلَ مِنَ السَّـمَاءِ مَاءً فَأَحْيَا بـهِ اْلأرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا “Allah gökten bir su indirdi ve onunla ölümünden sonra yeryüzünü diriltti.” وَأَحْيَيْنَا بهِ بَلْدَةً مَيْتًا كَذلِكَ الْخُرُوجُ “Biz, o su ile ölü bir beldeyi dirilttik. İşte (kabirden) çıkışınız da böyle olacaktır.” وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّ “Biz, her canlı şeyi sudan var ettik.” beyanlarıyla ifade edilen kaynaktan elde ettiği gibi, imansızlık, mârifetsizlik, mu*habbetsizlik kuraklığına, çoraklığına maruz kalmış ve hatta öl*müş ruhlar da; inançla hayat ufkuna yönelir, mârifetle onu duy*maya başlar, aşkla onun enginliklerine açılır; azim, irade ve ka*rar*lılıkla da dirilirler; dirilir ve وَإِنَّكَ لَعَلى خُلُقٍ عَظِيمٍ“Şüphesiz Sen en yüksek bir ahlâk üzeresin.” tebcîli ile serfirâz Ahlâk Kah*ra*manı’nın rehberliğinde تَخَلَّقُوا بأخْلاَقِ اللهِ “Allah ahlâkı ile ahlâkla*nın.”(Münavi) hedefini gerçekleştirdiği ölçüde, ilâhî maiyyete ula*şır; o maiyyetin eb’âda sığmayan ferah-fezâ ikliminde se*vinçle kanat çırpar; sürekli, şevkle şükür soluklar; mevsimi ge*lince, Hak hu*zurunda bulunmanın iştiyakıyla lâmekânî ve lâzamânî bir ufka erer ki, orada vicdanı her zaman:
فَإِذا أَحْبَبْتُهُ كُنْتُ سَمْعَهُ الَّذِي يَسْمَعُ بِهِ وَبَصَرَهُ الَّذِي يُبْصِرُ بِهِ وَيَدَهُ الَّتِي يَبْطِشُ بِهَا وَرِجْلَهُ الَّتِي يَمْشِي بِهَا “Bir de ben onu sevdim mi, artık o*nun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli... (ilh.) olurum.”(Buhari) hakika*tini duyar; ruhu da فَرَوْحٌ وَرَيْحَانٌ وَجَنَّتُ نَعِيمٍ fehvâsınca, cennet*lerde, Rabbü’l-Âlemin’in civârında, Hz. Erhamü’r-Râhimîn’in maiyyetinde, Sultân-ı Akderu’l-Kâdirîn’in gücü ile hep sonsuza doğru pervâz eder durur.
Artık, aynı hayat olan bu mertebede ne ölüm vardır ne de zevâl.. olsa olsa, nefis ve cismâniyet cihetiyle bir fenâ; kalb, ruh ve insânî lâtifeler itibarıyla da bir bekâ vardır ki; siz buna ister*seniz “fenâ fillâh-bekâ billâh-maallah” da diyebilirsiniz.
Böyle yüksek bir neticeye ulaşan sâlikin hayatında, üç tür soluk veya nefes söz konusudur: Havf soluğu, recâ soluğu, mu*habbet soluğu. Nefis, cismâniyet ve beden adına önemli bir mis**yon eda ettiği gibi; havf, recâ ve muhabbet de kalbî, ruhî ha*yat hesabına ehemmiyetli birer dinamik sayılırlar. Yüce Al*lah’ın ulu*luğunu düşünmek, O’nun mehâfet ve mehâbetiyle otu*rup-kalk*mak, annesinin itabından endişe duyup da, yine onun şefkatli kucağına sığınan yavrunun duyduğu mânevî haz*zın kat katını insanın vicdanına ifaza eder. Evet, O’nun hak*kında hüsnüzan edip, rahmetinin enginliğini mülâhazaya al*mak, öylesine ruhânî bir sürûrdur ki, eğer tecessüm etse, bir mânevî Cennet şeklini alır. O’nun eserlerinin çehresinde isimle*rine ulaşmak, isimlerinin tecellî iklimlerinde dolaşıp sıfatlarını so*luklamak, onların taalluk noktalarını mülâhazaya alarak zev*kin hayret buutlu olanlarını duymak, tarifi, tavsîfi imkânsız öyle*sine engin ve rengîn bir haz*dır ki, böyle bir mazhariyeti ancak bu ölçüde bir miracı gerçek*leştiren şehsuvarlar duyabilirler.
Bu kutlu yolun yol boyu televvünlerini her adımda duyma*salar bile, hiç şüphesiz bu cihan değer hedefe, rampadan hare*ketle, en hızlı ulaşacaklar, acz u fakr, şevk u şükür azığı ile yol*la*ra koyulanlardır. Onlardır ki, damla iken derya olmasını bilir, zerre iken kehkeşanların kol gezdiği iklimlerde dolaşır ve kendi*le*rini hiç ender hiç gördükleri hâlde, bir santral gibi bütün bir varlığın özüyle, gâyesiyle iç içe yaşarlar. Gezip dolaştıkları her yerde:
“Fakrıyla eriştim fahre
Münâcat eyleyip Hakk’a
Derim ya Hayy ya Kayyûm”
(İbrahim Hakkı)
der, şevk u şükür gülbanklarıyla coşarlar.. coşar ve bu ufkun bir kadem ötesinde bulunan gerçek hayat ve gerçek vücûdun nûr*la*rıyla kendilerinden geçerler ki, bazılarının “vücûd”, “şuhûd” yorumları bir yana, hayatın ve vücûdun hakikatini “bî kem u keyf” duyar ve “Bir bu kadar zevke bu ömür kâfî değil” (Y.K.) derler.
اَللَّهُمَّ اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ، صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ، وَصَلَّى اللهُ عَلَى رُوحِ سَيِّدِ اْلأَنَامِ وَوَسِيلَةِ حَيَاةِ الدَّارَيْنِ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
SEKR ve SAHV
Sarhoşluk ve kendinde olmama hâli diyebileceğimiz sekir; sofîye ıstılahında sâlikin, sübühât-ı vechin şuâları karşısında mest olup kendini kaybetmesidir ki, onun yeniden his ve şuur âle*mine dönmesi demek olan sahv ile beraber zikredilir.. ve sahv u sekir şeklinde kullanılır.
Sekir ile gaybet arasında her zaman bir eksiklik ve fazlalık söz konusudur. Şayet sekri yaşayan hak yolcusunun bâtını ilâhî vâridlere doymamışsa, o sekir noksandır.. ve böyle bir sâlik, gay*bet ve ihsas hâlleri itibarıyla, sürekli gel-gitler içindedir.. da*hası o, davranışları açısından da temkinden daha çok telvin e*da*lıdır. Böyle bir hak yolcusuna, kendinde olmama mânâsına sekrân demektense mütesâkir demek daha uygundur. Bazen de bunun aksine, sekre sebebiyet veren vâridler, sağanak sağanak gelir ve sâlikin bütün benliğini istilâ eder ki, işte o zaman tasta*mam bir sekir hâsıl olur.
Bazen sekir; kavi bir iman, ciddî bir mârifet, dengeli bir havf u heybetten kaynaklanır ve daha geniş bir alanda kendini hissettirir. Has dairede sekre gelince o, vecd erbabına mahsus bir “hâl” olup, ne zaman hak yolcusu, sübühât-ı vechin nûrları veya “bî kem u keyf” cemal nimetleriyle şereflendirilse, hemen sekir hâsıl olur.. ruh, şevk u tarâba girer.. ve gönülde aşkın bir heyecan yaşanır. Sahv, sekrin zıddıdır ve sâlikin yeniden ihsas ve şuur âlemine dönmesi demektir. Sekri hak olan seyyahın sahvi de haktır. Ömürlerini gaybet vadilerinde ruhânî zevklere gömülerek geçiren hak âşığı mest u mahmurları, ne zaman sul*tan-ı hakikat istilâ etse, duygu dünyalarında bir damla gibi der*yaya düşer ve erirler.. bir cisim gibi yanar kül olur ve başkala*şırlar.. dahası bütün ihsas yolları ve köprüleri bir bir yıkılır.. her yerde ve her şeyde sadece O duyulur ve O hissedilir ki, böyle ihsas üstü hâli فَلَمَّا تَجَلّى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكًّا وَخَرَّ مُوسى صَعِقًا “Rabbi dağa tecellî buyurunca, onu paramparça etti ve Mûsâ yığılıp ye*rinde kaldı.” beyan-ı Sübhanîsi’yle irtibatlandıran bir hayli in*san vardır.. ve böyle bir irtibattan hareketle; Tûr Dağı onca kuv*vetine salâbetine ve Seyyidinâ Hazreti Mûsâ da bir Ulü’l-azm Kelîmullah olmasına rağmen, dağın parça parça olduğu, Hazreti Kelimullah’ın da yıkılıp yerinde kaldığı gibi, ilâhî tecellîler sıra*sında erbab-ı vecd de başkalaşır; tavırdan tavıra girer; mest u mahmur davranır ve müteşâbihâtın geniş vadilerinde çok defa mest u mahmur konuşur:
1
1
“Sâkiyâ doldur şarabı vakt-i iftardır bu dem,
Mamur eyle bu harabı lutf-u izhardır bu dem.”
(M. Lütfi)
sözleri o deryadan bir damla ve o hâlden bir kesittir.
“Nesimî Sâki lutfundan bu gün mest-i tecellîdir,
Beni mest eyleyen dâim o meyden Mustafâ gördüm.”
(Nesimî)
beyanı mest u mahmur böyle bir gönlün nağmeleridir.
Bu vadide söylenmiş sekirle alâkalı daha nice beyan vardır ki, konumuzun istiâp haddini aşar. Düşünün ki, o koca Hâfız bile divanına: أَلاَ يَا أَيُّهَا السَّاقِي أَدِرْ كَأْسًا وَنَاوِلْهَا sözleriyle başlar.
Hak yolcusu sekir durumunda hâlî ve zevkî, sahv duru*munda da ilmî ve temkinîdir; sekir hâlinde o, kendi cehd u gay*reti olmaksızın, her zaman bir zemzeme-i haz ve lezzet içinde, sahv hâlinde ise, bir temkin ve ihsas, bir iradîlik ve şuur öncülü*ğünde hep Hazreti Hakikat’ı duymaya çalışmaktadır.
Bazıları sekri, Hazreti Mahbûb’un tam duyulup hissedilmesi anında, kalbin fevkalâde galeyâna gelmesi şeklinde anlamışlar*dır ki, buna, nefsin gaybî vâridat karşısında zevk u sürura gö*mül*mesi veya aşkın galebe çalmasıyla sâlikin kendini yitir*mesi de diyebiliriz. Birinci sekir tabiî, ikincisi ise ilâhîdir. Ne var ki, se*kir neden kaynaklanırsa kaynaklansın, hak yolcusu sürekli hayret yaşar; hep şevk u tarâb içinde oturur-kalkar ve sekri daha da derinleştikçe, hayret ve dehşet vadilerinde dolaşmaya başlar; hatta bir an olur ki iradesi bütün bütün çözülür ve artık kendini O’nun varlığının nûrunun bir gölgesi gibi duyar ki, bu noktaya ulaşan sâlike “murad” denir. Böyle birinin fani sıfatları*nın yeri*ni, Hazreti Bâki’nin sıfatlarının tecellîsi işgal eder; eder ve artık o فَبِيَ يُبْصِرُ “Benimle görür.” hakikatinin mücellâ bir ay*nası hâline gelir.
Böyle bir zirveye işaret sadedinde Semeretü’l-Fuad sahibi duygularını şöyle dile getirir:
بُلبُلِ طَبعَم اَزُو گُويَـا شُـدَه چَشمِ دِيدِ مَن اَزُو بينـا شُدَه
زُو شَنِيدَم نُطقُ و نُطقَم اُو بدَاد وَاِين اَســرَار دَر جَانَم نِهَاد
هَست اَز نُورِ خُدَا رُوشَن دِلَم زَانكِه اَز نُورِ مُحَمَّد خُوش دِلَم
“Bülbül tabiatlı benim dilim O’nunla çözülmüştür. Benim gö*ren gözüm O’nunla görmektedir. Ben nutku O’ndan işittim; O bu nutku bana lutfetti ve onunla sırları gün yüzüne çıkardı. Şimdi, Hüdâ’nın o parlak nûru sayesinde gönlüm pırıl pırıl.. ve yine bu sebeptendir ki, Hazreti Muhammed’in (s.a.s.) nûruyla hoş kalbli biri olmuşum.”
* * *
Bazıları sekri, kelimenin ifade ettiği mânâ itibarıyla yadır*gamış, aklen ve şer’an mezmum olan bir mefhumun tebcîl edil*mesi şeklinde anlamış ve ona karşı belli tavırlar içinde ol*muşlar*dır. Aslında aşk u vecdin gereği kendinde olmama “hâli” diye*bileceğimiz sekir, Hazreti Tecellî’nin insanı mest ve sermest e*den vâridat veya tayflarına bir mânâda maruziyet, bir mânâda da mazhariyetten kinaye olarak kullanılmıştır. Cihet-i câmia da, zevk u lezzet ve temyiz edememe gibi hususlar olsa gerek... Tevbe ile alâkalı bir hadis-i şerifte Hazreti Sahib-i Muhkemât, böyle muvakkat, fakat aşkın bir sevinç karşısında:
اَللَّهُمَّ أَنْتَ عَبْدِي وَأَنَا رَبُّكَ bedevî misalindeki beyanıyla bize bu konuda kapı aralar.
Kaldı ki, her zaman hâle mağlup, aşk u iştiyakla yanıp-tutu*şan dünya kadar insan gelip geçmiştir. “Ey mutribâ çal sazları mest u harabem men bu gece” (M. Lütfî) diyen zât, mecazın ce*vazıyla, başka değil, âşıkların şevk u tarâbını anlatıyor.
Bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da pek çok haki*kat yolcusu, her yerde temâşâ ettikleri ilâhî nûr, renk ve şekil kar*şısında, kendi çerçevelerine göre hep aynı şeyleri mırıldana*caklardır.
Aslında, sâlikin kalbi vecd ile sarıldığı, gönlü Ebedî Mah*bûb’a aktığı, vicdanıyla gidip maiyyet yaşadığı esnada, En*biya basiret ve azmi gerekir ki bu türlü iltibaslara girilmesin. Yoksa, muhabbet çağlayanlarına yelken açan âşık u sadıklar, yer yer mecralarından taşarak aşkın yaşayacaklardır; yaşayacak ve be*raberliğin verdiği neşve ve sürurla her zaman kendilerini, o aşk dalgalarına salacak, hep “Hû” deyip hayret yaşayacaklar*dır.
Sekir süresince hak yolcusunun gaybet duygusu hep “Hû” ile seslendirilir. Aşağıdaki mısralar –iltibasa açık yanları mahfuz– bu vadide söylenmiş güzel sözlerdendir:
Dîdemin envarı Hû’dur, aklımın fermanı Hû;
Dilimin ezkârı Hû’dur, nâlemin efgânı Hû;
Gönlümün seyranı Hû’dur, cânımın cânânı Hû;
Âşık-ı sermest olanlar Hû iledir Hû ile,
Nakd-i cânın harç kılmış yoluna dildârının,
Vaslı Hû’dur, faslı Hû’dur, derdine dermânı Hû.
(Abdiyâ)
Sahv, ârifin, his ve şuur gaybûbetinden sonra, ikinci bir ih*sas ve idrakle kendine gelmesi veya ömrünü, Enbiya-yı İzâm gi*bi hep gözleri açık, ihsasları tam ve şuuru yerinde olarak ge*çir*mesinden ibaret sayılmıştır ki, ona sekrin zıddı da diyebiliriz. Tokadîzâde Şekîb’in:
“Bezminin mahrem-i bîhûşu olan ehl-i huzûr,
İstemez neşvesini sahv ile etmek tağyir”
beyti, konuyla alâkalı önemli bir çerçeve sayılabilir.
Sekir bir hâl ise, sahv bir makamdır ve sekre göre daha ob*jektif, daha sıhhatli ve daha istikametli bir makamdır. Sekir, sübjektif Hak mülâhazasına istinad etmesine karşılık sahv, isim*leriyle mâlum, sıfatlarıyla muhat, nâ kâbil-i idrak Zât-ı Ecell u A’lâ mülâhazasına dayanmaktadır. Diğer bir tabirle sekir, infisal televvünlü, sahv ise ittisal edalıdır. İlkinde az-çok “fenâ fillâh” işareti, ikincisinde de “bekâ billâh” remzi sezilir. O’nun be*kâsıy*la bir bekâ billâh ki, böyle bir hâl, “bekâ billâh-maallah” söz*cük*leriyle ifade edilir.
Bazıları, sekri sahva tercih etmiş ise de, bu, ya hâle mağlup olmuş mestlerin mülâhazasıdır veya sülûkun televvün vadile*rinde cereyan etmesinden kaynaklanmaktadır; zira sekirde gay*bet, sahvda huzur vardır. Sekrin hâle mağlubiyeti, sahvin ih*sas ve şuura merbut bulunması, sekrin televvün, sahvin temekkün ifade etmesi, sekrin, bazı velilerin yolu, sahvin Enbiya ve asfiyâ*nın mesleği olması gibi hususlar, sahvin birkaç kadem önde ol*duğunu göstermektedir ve وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّى يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ “Gel*mesi muhakkak yakîn gelinceye dek Rabbine ibadet et!” diğer bir yaklaşımla; gözlerin ölümle iman rükünlerinin ha*kikatine uyana*cağı âna kadar, seyr u sülûk-i ruhânîyi devam et*tir; ettir, zira nâmütenâhîye müteveccih seyahat de nâmütenâ*hîdir.
Bundan başka sahv, hayat mülâhazasıyla da sımsıkı irtibatlı ve cem-i irade hâlidir. Sekirde “cem-i vücûd” ve “cem-i şuhûd” mülâhazalarının yer yer iradeyi baskı altına almalarına karşılık, sahvde: فَبِيَ يَسْمَعُ وَبِيَ يُبْصِرُ وَبِيَ يَبْطِشُ وَبِيَ يَمْشِي “Benimle duyar, Be*nimle görür, Benimle tutar ve Benimle yürür.” gibi Allah maiyyetinin tezahür ve tecellîleri sayılan bir hususî inâyet, hu*susî riayet ve hususî medet söz konusudur.
رَبَّنَا اتِنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً وَهَيِّئْ لَنَا مِنْ أَمْرِنَا رَشَدًا.
وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَآلِهِ أبَدًا.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
FASL – VASL
Ayırmak, ayrılmak ve belli bir çerçeve içine yerleştirilmek de diyebileceğimiz FASL; dünya ve ukbâ alâkalarından –onla*rın kendilerine bakan yanları itibarıyla– sıyrılmak.. böyle bir sıy*rılmada iradenin dahli olabileceği mülâhazasıyla, ondan da sıy*rılmak.. neticede de bütün bu sıyrılmaları bir daha hatırlama*mak üzere nisyâna gömmekten ibaret sayılmıştır.
Başlangıçta, nefsin cismâniyet üzerindeki hâkimiyetine kar*şı koyarak, insanî melekelerin öne çıkarılmasıyla başlayan fasl; kalbin, hakikî matlup ve maksûd olan Zât-ı Ulûhiyet’le mü*nase*beti ölçüsünde O’nu anıp, O’nunla meşgul olmak suretiyle baş*ka alâkaların gevşeyip çözülmesine; O’nun muhabbetiyle otu*rup kalkma sayesinde başka sevgilerin sönüp gitmesine –O’ndan ötü*rü sevmeler yine O’na râcîdir– O’nun mehâfet ve mehâbet ikli*mine sığınarak başka endişe ve korkulardan kur*tulmaya; ümit ve beklentilerde sadece ve sadece O’na yönele*rek, herkesten ve her şeyden alâkayı kesip, O’nu görmek, O’nu bilmek, O’nu söy*lemek ve O’nda fâni olmakla devam eder gi*der...
Bu itibarla faslın başlangıcı, iradî olarak Allah’a yönelip bü*tün dünya ve ukbâ endişelerinden sıyrılmak.. ortası, böyle bir cehd ve gayreti bir daha aklına getirmeyecek şekilde ruhundan söküp atmak –zira, böyle bir faslı görüp hatırlamakta dahi varlık kokusu hissedilmekte ve “Lâ havle velâ kuvvete illâ billah” ger*çeğinden gaflet olunmaktadır..– âlâsı ise, hakikî varlık ve mües*siriyet açısından, ikiliğe karşı bütün bütün kapanarak O’nun mü*lâhazasıyla erimek, irade ve iradenin müktesebatını da sıfât-ı Sübhaniye’nin birer yansıması şeklinde duyarak, his*sederek, sürekli vahdet nûrlarıyla müstağrak yaşamaktır ki; bazı mizaçlar bu mertebeye erince küllîyi cüz’îye, gölgeyi asla karıştı*rarak “vahdet-i vücûd”dan dem vuragelmişlerdir. Aslında, onla*rın bu hissi, olsa olsa bir zevk-i şuhûd olabilir; ama kat’iyen “vücûd” olamaz.
VASL; ulaştırma, birleştirme, kavuşturma mânâlarına gelip, sâlikin, ilm-i şuhûd ile Hakk’a vuslatı şeklinde yorumlanmıştır ki; bazılarının zannettiği gibi o, kat’iyen kulun Hak’la, Hakk’ın da kul ile ittisâli demek değildir. Zira, Hazreti Kadîm, hâdisle (son*radan var edilen) kâim olamayacağı gibi, hâdis de kadîme mahal olamaz. İşte, bu kabîl anlayışlar bir kısım suitevillere se*bebiyet vereceğinden ötürü bazı muhakkikler, “Zât-ı Hak vuslat ve infisali kabul etmez” diyerek, وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَمَا كُنْتُمْ “Nerede olur*sanız olun Allah sizinle beraberdir.” medlûlünce, Hz. Zât’ın, her an iki cihanda mukaddes ve münezzeh bir çeşit vaslının söz ko*nusu olduğunu ısrarla vurgulamışlardır; vurgulamış ve sâlik vic*danındaki vaslı, mükâşefe erlerinin basiretlerinden zulmânî per*deler kaldırılarak, gönül gözlerinin maiyyet sır ve nûrlarına vâkıf ve âşina olması şeklinde anlamışlardır. Böyle bir maiyyet ve kurb anlayışının ise, en yumuşak panteistlerin bile ittisal ve infi*sal telâkkîleriyle te’lif edilemeyeceği açıktır. Çünkü, bu anla*yışa göre sâlik, sürekli keynûnetler (oluşumlar) ağında ve Hz. Kudret ve İrade’nin sevkiyle de hep insiyaklar süreci içinde bir muhtar u mecburdur. Böyle birine, konumu açısından dense dense kâbil, münfail, ayna denir ama; kat’iyen fâil, masdar ve asıl denemez.
Hz. Mevlânâ’nın bu mülâhazaya katkısı şöyledir:
گر بَجَهل آيِيم آن زِندَانِ اُوست وَر بَعِلم آيِيم آن بُستَانِ اُوست
وَر بَخَواب آيِيم مَسـتَان وَيِيم وَر بخَندِيم آن زَمَان بَرق وَيِيم
وَر بَخَشمُ وجَنگ عَكسِ قَهرِ اُو وَر بَصُلحُ وعُذُر عَكسِ مِهرِ اُو
مَا كِيِيم اندر جِـهَانِ پِيجُ و پِيج چُون اَلِف اُو نَدَارَد هِيچ هِيچ
“Eğer cehaletle gelirsek, cehalet O’nun zindanıdır.. eğer i*lim ile gelirsek, ilim O’nun bostanıdır.. eğer uyuklayarak gelir*sek, biz O’nun mestleriyiz.. şayet gülersek, o zaman da O’nun şimşeğiyiz.. eğer öfke ve cenkle gelirsek, bu O’nun kahrının yansıması; sulh ve özürle gelirsek, bu da O’nun mehridir.. bu cihanda iki büklüm olan bizler neyiz ki, (O’na karşı varlık iddia*sında bulunalım); biz bir elif gibiyiz ki, o elifin hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur.”
Vaslın da kendine göre dereceleri vardır:
َ
1. İçinde tevekkül, istiâne, tefvîz ve iltica mânâlarını da ih*tiva eden “ittisal-ı i’tisam” ki وَمَنْ يَعْتَصِمْ باللهِ , وَاعْتَصِمُوا باللهِ , وَاعْتَصِمُوا بـحَبْلِ اللهِ gibi âyetlere dayanır; iman, islâm mertebeleri*ne bakar.
2. Amelde, ihlâsta halâsa ermeyi; yakînin hâsıl olmasıyla is*tidlâl yolundan müstağnî kalmayı ve tevhîd-i kıble sayesinde kalb dağınıklığından kurtulmayı da tazammun eden “ittisâl-i şu*hûd” dur ki, ihsan mertebesine işaret eder.
3. Tasavvurlar üstü Allah’a yakınlık sayesinde, kurb nûrla*rının dört bir yanı ihatası, muhabbetin aşka, aşkın ateşe dönüp feverân etmesi, Hak beraberliğine ait esintilerin (üns esintileri) ruhu çepeçevre sarması ve bâtının, zâhirin önüne çıkması mâ*nâsında “ittisal-i vücûd”dur ki, bu seviyeyi idrâk etmeyenler için ne duyulması, ne hissedilmesi, ne de dile getirilmesi mümkün*dür. Yol bu noktaya ulaşınca, sâlik kendini bir düşünce fakirliği, bir idrâk âcizliği ve bir beyan güçsüzlüğü içinde bulur; bulur da kendi kendine bir لاَ حَوْلَ çeker, döner مَنْ لَمْ يَذُقْ لَمْ يَعْرِفْ“Tat*ma*yan bilmez.” der, nefesini toparlar ve sonra da Hz. Mevlânâ gibi:
كَشفِ اين مَعنَى اگر خَواهِى بِيَا، تِيغِ {لا} زَنْ بَرْ سَرِ غَيْرِ خُدَا.
بَعد نَفي خَلق كُن اثبَـاتِ حَق، تَاكِه گَردِى عَينِ بَحرِ ذَاتِ حَق.
اَز مِيَان بَـر خِيَزد إين ما ومَنِي، پَس گدَا گَردَد بَحَق شَاهُ و غَنِى.
عَالَمِ تَوحِيـد رُو بنُمَايَـدَت، آنچه گُفتَم جُملَه بَـاوَر آيـدَت.
قَولِ عَارِف نِيست از تَقليدو ظَن، مَحضِ تَحقِيق ويَقِين اَست اين سُخَن.
“Eğer bu mânânın “tam” açığa çıkmasını istersen, gel “Lâ” kılıcını mâsivânın başına vur.! Halkı nefyettikten sonra Hakk’ı isbat et; edebilirsen Hakk’ın zâtının tecellî denizine gark olursun. İşte o zaman biz ve benlik de ortadan kalkar. Zâtında fakir kim*se, O’nun (inâyetiyle) zengin ve sultan olur. Tevhîd âlemi sana zuhûr edince, dediklerimizin hepsine inanırsın. Ârifin sözü, zan ve taklit değil, o sırf bir tahkîk ve yakîndir.” der ve her yanı bir Bağ-ı İrem duygular âleminde seyahat eder.
اَللَّهُمَّ عَفْوَكَ وَعَافِيَتَكَ وَرِضَاكَ وَصَلِّ اللَّهُمَّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَآلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
MÂRİFET
Lügat mânâsı itibarıyla bilmek de demek olan mârifet; dü*şünce ve himmetle, vicdan ve iç tefahhusla elde edilen hususî bir bilgidir ki, ilimden farklı bir muhtevaya sahiptir. İlim; okuma, öğrenme, araştırma, terkip ve tahlil yoluyla elde edilen bir mük*tesebat olmasına karşılık mârifet; tefekkür, sezi ve iç müşahe*deyle ulaşılan ilmin özü demektir. İlmin zıddı cehalet, mârifetin*ki ise inkârdır.
Ayrıca ilim, küllî ve umumî bir bilme, mârifet ise herhangi bir şeyi –bu şeye Zât-ı ulûhiyet de dahildir– vech-i cüz’üyle tanı*mak demektir. Bu itibarla da, öteden beri Hazreti Zât-ı Vahid ü Ehad’e bilittifak “Âlim” denmiştir ama, “ârif” denmeden hep ka*çınılmıştır. Ayrıca, daniş, irfan, vicdan kültürü, hüner ve sanat mânâlarına da gelen mârifet; erbab-ı hakikatça, bir şeyin “lâtife-i rabbâniye” ile duyulması, bilinen şeyin misal-i ilmîsi, icabında kaybolup sonra da dönüp gelen ve tekerrür ettikçe derinleşen hafıza, şuur, idrak mahfuzatı ve bir hakikati diğerlerinden tam tef*rik ve temyize yarayan yeterli malumat demektir ki; ef’âl ve sıfatların bilinmesi ve bilinen şeylerin de tafsile açık olmasıyla hulâsa edilebilir.
Bir insanın mârifet erbabından olup Hak nezdinde arifler*den sayılabilmesi, onun Allah’ı, Allah’a ulaştıran yolları, hatta yollardaki handikapları ve bu handikapların aşılması için nazarî bilgileri, sonra da bu nazarî bilgilerini tatbik edebilme iradesini ortaya koymasına bağlıdır. Evet, “ârif-i billah” Hz. Zât-ı Ehad ü Samed’i ef’âl, esmâ ve sıfâtıyla bilip, muamele ve davranışla*rıyla bu mârifetini resmeden; her zaman gönlünü pak tutup her lâhza ihlâs arayışı içinde bulunan; gücü yettiğince, ahlâk-ı rezile ve onun saiklerinden uzak kalabilen; mukteza-yı beşeriyet ola*rak ruhuna bir pas düşüp de ufkunun kararması karşısında he*men cismaniyetine baş kaldırıp Hz. Müheymin’e sadâkatini fı*sıldayan; Hak rızâsı söz konusu olunca, başa gelen her şeye kat*lanmasını bilen; sonra da belli ölçüde, her zaman ışıklarını his*sedip zevklerini duyduğu, o her girizgahta Hak teyidiyle be*lir*ginleşmiş peygamberler yoluna ve peygamberlik dünyasına başkalarını da çağıran kâmil insan demektir.
Bir diğer yaklaşımla mârifet; bir şeyin hakikatini kendi dı*şında herhangi bir mülâhaza ve belirleyici faktörle değil; tam kendi olarak idrak etme ve kendi iç unsurlarıyla belirleme de*mektir. Bu çerçevede Zât-ı uluhiyetle alâkalı mârifet, zâtî ve su*bûtî sıfatları itibarıyla Hazreti Zât’ı “bî kem u keyf” bilme de*mektir ki, bu insanın başka şeyleri ihata, idrak ve belirleyip bir çerçeve içine koymasından çok farklı bir mârifettir ve tamamen vicdanî duyuş, seziş ve bilişten kaynaklanmaktadır. Aynı za*manda bu duyuş ve seziş entüisyoncuların “sezgi” dedikleri şey*le de karıştırılmamalıdır. Evet o, ef’âl ve esmasıyla malum, sıfât ve na’tlarıyla maruf olsa da, hakikat-i zâtiyesi ve bu zâtın ihata edilmesi açısından idrakleri aşkın ve şuur ufkumuz itiba*rıyla da bir mevcud-u meçhuldür.
اَلْعَجْزُ عَنِ اْلإِدْرَاكِ إِدْرَاكٌ itirafı, muhit olanın yetersizliğini ve farz-ı muhal Muhat’ın da kâbil-i idrak olmadığını ifade adına enfes bir beyandır ki, bu mazmun مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ يَا مَعْرُوفُ sözleriyle fevkalâde güzel seslendirilmiştir.
Evet, mutlak var olan O’dur.. en doğru gerçek de O’nun varlığını itiraf ve birliğini ikrardır. O’nun mârifetinin “elif-be” şeklindeki mebâdîsi, iman, İslâm hakikatine ve ihsan şuuruna ulaşmak; ulaşırken de, böyle mübarek bir hedefi gerçekleştir*mede, bütün feyizlerin ve bereketlerin asıl kaynağı olan hedefin dışındaki tâli besleyicilere asla iltifat etmeden, hedef ve kaynak eksenli olan sülûkü devam ettirmek ve her gün yeni bir tulû ümit ve iştiyakıyla hep O’na yönelmek ve her tulûda yepyeni bir vuslat neşvesi duymak; bütün bunların netice ve münteha*sında da, O’nun esma, sıfât ve şayet, O’nun gücünün gölgesi o*lan iradelerimizin hakkını vererek güç yetirebiliyorsak, Zât’ının esrarına vâkıf olmaktır.
Lûtfiye-i Vehbî’de bu mülâhazalar şöyle seslendirilir:
Sa’y edip ârif-i billah ola gör;
Nail-i mârifetullah ola gör..!
Çün “en u’raf” dedi Hazreti Vedûd,
Mârifettir dû cihanda maksûd.
Mârifet, zînetidir insanın,
Pes olur mertebesi nâdânın.
Mârifet devlet-i ruhanîdir,
Mârifet eltaf-ı rabbanîdir.
.............................. .........
Ol senin olacak ey ruh-u revân,
Hep senin olmuş olur iki cihân...
Tasavvuf kitaplarında kudsî hadis diye rivayet edilen şu mü*barek sözler bu konudaki bütün şerhlerin, izahların esası ma*hiyetindedir ve bize oldukça ciddî ipuçları vermektedir.
“Ey insanoğlu, nefsini bilen Beni bilir; Beni bilen Beni arar; Beni arayan mutlaka Beni bulur ve Beni bulan bütün arzularına ve dahasına nail olur; nail olur ve Benden başkasını Bana tercih etmez. Ey insanoğlu, mütevazi ol ki, Beni bilesin.. açlığa alış ki, Beni göresin.. ibadetinde halis ol ki Bana eresin. Ey insanoğlu, Ben Rabbim; nefsini bilen Beni de bilir.. nefsini terkeden Beni bulur... Beni bilmek için nefsini terk et; Benim mârifetimle ma*mur olmayan bir kalb kördür!”
Mârifet-i ilâhiye bazen, “Hakkı bilenin dili tutulur.” fehva*sınca, sâlik için bir hayret, bir dehşet ve sükût ufku olur. Bazen de, “Hakkı bilenin dili çözülür.” medlûlünce, hak yolcusu için bir beyan kaynağı hâline gelir; onun heyecan ve ifadelerinde köpürür durur ve gider bütün kulaklarda yankılanır. Muham*med Parisâ’nın yaklaşımıyla: “Allah’tan başka zâtullahı bilen yoktur.” sözü de, “Allah’tan başkasını bilmem.” beyanı da ken*di vadilerinde doğrudur ve bu, aynı anda zıtların doğruluğu de*mektir.
Evet, O’nun varlığından başka hakikî vücûd ve O’nun ef’âlinden başka hakikî ef’âl yoktur; var görülen şeyler tama*men izafî, esbaba nisbet edilen şeyler de nisbîdir. İşte bu itibar*ladır ki, hakikî mârifet; ârifin, Marûf’un ziyâ-yı nûrunda eriyip zâtı cihetiyle yok olması ve mercii yönüyle de ikinci ve hakikî varlığa ermesi sayılmıştır. Siz bunu “fenâ fillâh-bekâ billâh” mü*lâ*hazalarıyla da ele alabilirsiniz...
Zannediyorum, Minhâc sahibi de:
گَرتُو بِينَايِي زِ اَنوَارِ يَقِين عَارِفُ و مَعْرُوف رَا جُز اُو مَبِين
“Eğer yakîn nûrlarıyla görebiliyorsan, ârif ve Marûf’u ayrı ayrı görme!” o kıvrak ifadeleriyle bu mülâhazayı vurgulamak istemiş.
Büyük Fuzûlî de bu derinliği şu damlalarla seslendirir:
“Hikmet-i dünya ve mâfîhâyı bilen ârif değil;
Ârif odur bilmeye dünya ve mâfîhâ nedir?”
Bundan başka sofîler, mârifet adına bir diğer çerçeve daha ortaya koyarak onu, ilâhî esmâ hakikatlerinin bilinmesi, varlıkta tecellî vak’asının kavranması, var oluş esrarının keşfedilmesi, vücûd hakikatinin asliyet ve zılliyet itibarıyla vuzuh ve inkişafı, din gerçeğinin, Hz. Murad’ın meşietine uygun temsili ve taakku*lu şeklinde yorumlamışlardır ki; bu konulardan her biri başlı ba*şına kitaplık birer mevzûdur ve bu sahifelerin istiap haddini a*şar. Burada biz sadece Ziyâiyye’de nazmen ifade edi*len, ko*nuyla alâkalı bazı önemli ifadelere temas edip geçmeyi düşü*nüyoruz:
Bab-ı salis mârifettir ey civan,
Bunda dönemez çarh-ı beyan-ı lisan.
.............................. ............................
Bunda kâtip yok, yazmaz kalem dahi,
Bunda dil dönmez, beyan olmaz ahî..
.............................. .......................
Perdelendi bunda mir’ât-ı ukûl,
Bu makama olmaz idrak-i vusûl.
Burada pervaz eyler murğ-i hayâl,
Buna olmaz misallerden bir misal...
.............................. ..........................
Burada Allah’tan olur hep mevhibe,
Nûr-u nûranî mukaddes bir mertebe..
.............................. .............................
Bütün avalim burada müstağrak kamu,
On sekiz bin âlemden vâsi’dir O...
.............................. ........................
Burada Bir’den başka yoktur hak vücûd,
İşte bu vahdet olur asıl şuhûd..
Bu şuhûda başka mânâ verme sen!
Küfr olur, ilhad olur ey nûr beden.
Baş gözüyle olmaz asla bu şuhûd,
Böyle rü’yetten münezzehtir Vedûd...
Sır iledir bu mânâ hep aşikâr,
Sırra var da sen de anla ey nigâr!
Burada yoktur ilm u idrak-i beşer,
Acz u hayrettir bu vadide hüner.
Aczini idrak olur idrak-i Hak,
Gör ne söyler Hazreti Sıddîk’a bak..!
* * *
Aslında, mârifet makamı, bir hayret, bir dehşet ve bir me*hâbet makamıdır. Tasavvuf erbabının, mârifetle alâkalı müta*lâ*alarının hemen hepsinde bu anlayışa rastlamak müm*kündür. Bunlardan bazıları mârifeti, heybet duygusunun feve*ranıyla mebsuten mütenasib (doğru orantılı) görmüş ve mârife*tin art*ması ölçüsünde heybetin de derinleşebileceğine hükmet*mişler*dir. Bazıları mârifeti, sekine ve itminanın ayakları şeklinde de*ğerlendirmiş; mârifet nisbetinde de iç sükun ve temkinin arta*ca*ğını vurgulamışlardır. Bazıları, kalbin “üns billâh”a ermesi ve sâ*likin kurb süreci yaşaması şeklinde yorumlamışlardır. Şiblî’nin yaklaşımı ise daha farklı menfezler aralar mahiyettedir. Ona gö*re mârifet: Ârifin, Allah’tan başka hiçbir şeyle zâtî alâkasının kal*maması, O’nun aşkında şikayete kapalı olması ve yerli yerine oturmuş kulluk mülâhazaları sayesinde, dava ve iddialardan ka*çınarak Hak mehâfetiyle oturup kalkması, akıbeti hakkında da dolu dolu endişeler duymasından ibarettir.
Evet, hakikî mârifet, onu besleyen sağlam kaynaklarla çok iyi irtibatlanmış, peygamberlik ruh ve mânâsının vesayetine sı*ğınmış beşerî ufuk ötesi hakâikle şöyle veya böyle münasebete geçmiş, böyle birinin faniyât u zâilâtla bizzat alâkadar bulun*ması ve Rabbinden başkasına tenezzülü söz konusu olamaz. Kur’ân, bu zirveyi إِنَّمَا يَخْشَى الله مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمؤُا gibi cami beyanla vurgular ve işte bu önemli mârifet-haşyet münasebetini hatırla*tır. Hazreti Ârif-i Mutlak da: (Keşfu’l-Hafa) أَنَا أَعْرَفُكُمْ باللهِ وَأَشَدُّكُمْ لَهُ خَشْيَةً sözle*riyle bu zirveye daha farklı derinlik menfezleri açar.
Kalbi bu ölçüde Rabbiyle irtibatlı, gerçek ârifin “libas-ı tak*vâ”sıyla alâkalı daha dünya kadar cevher-i hikmet meşcereliği ve akl-ı meâdın güzergâhı sayılan tasavvufî eserle*rin, hakikat meşhergâhı olan sahifelerinde serdedilmiştir ki, işte onlardan birkaçı:
Ø Hak mârifetine eren birinin nazarında, dünya, dünya ci*hetiyle daralır, büzüşür bir fincana döner.
Ø İlâhî mârifette derinleşen ruhların her zaman nâmütenâhî genişlemeleri söz konusudur.
Ø Gönül dünyasının ballar balı sayılan Hak mârifetini ta*dan*lar, servetlerini yele verir, Hak kurbetine koşarlar.
Ø Gönülde mârifet peteğinin zenginliği, aşk u şevk ve mu*habbetin en esaslı kaynaklarındandır ki, bu kaynakların feveranı ölçüsünde, sâlik, vuslat iştiyakıyla yanar-tutuşur ve bu ölçüde yanıp tutuşmayı da mazhariyetinin hakikî bedeli sayar.
Ârifi başkalarından ayıran şu hususlar da fevkalâde calib-i dikkattir: Ârif, yaptığı işlerde kat’iyen beklentiye girmez.. maddî payeler bir yana, mânevî mansıblar uğrunda bile rekabet dü*şün*mez, gıpta yaşamaz ve yaşatmaz.. o, elindekine göz diken*lerle cedelleşmez.. kendini en küçük kimselerden dahi üs*tün görmez.. kaçırdığı fırsatlardan ötürü “ah u vah” edip şika*yette bulunmaz.. elde ettiği maddî muvaffakiyetlerden dolayı da gafi*lane sevinç ve küstahlıklara girmez; hatta Hz. Süleyman mülkü dahi kendisine bahşedilse, Hak maiyyetini arar ve başka şeylere teveccühü israf sayar.. bütün varlığa karşı onların nefisle*rinden ötürü kat’î tavır alır ve “üns billâh”ın bir saniye ve bir salisesini cihanpaha bilir.. halkın içinde Hak’la beraber olma ikiliğini, iradesinin en büyük zaferi ve Hakk’ın ona en engin ih*sanı kabul ederek azminin çehresinde ilâhî meşieti, sa’yinin ne*ticesinde rabbanî inâyeti ve her kademede daha nice ayrı ayrı hikmeti, ayrı ayrı kerameti temâşâ edip kesrette vahdetin cilve*lerini gö*rür.. çoğu Bir’e irca ederek damlanın deryaya dönüştü*ğünü an*lar.. bir tek zerrenin güneşleri ifade ettiğini kavrar.. hiç*liğin nasıl bir vücûd meşcereliği olduğunu vicdanen müşahede eder ve çok kere mest ü müstağrak yaşar.
Temkin, sebat, ciddiyet, ledünnîlik ve kararlılık böyle müte*kâmil bir mârifetin en önemli tezahürleri sayılırlar. Evet, gerçek mârifet odur ki sâlik, gün boyu “üns billâh” ve maiyyet tecellî*leri*nin sağanağı altında yaşadığı hâlde, onun, iç ve dış dünya*sında asla boşluk emaresi hissedilmez.. davranışlarında kat’iyen lâubalilik görülmez.. en coşkun nimet ve vâridat fevvareleri kar*şısında bile nefsanî israf ve küstahlığa düşmez.. ak*sine bilgisinin vüs’ati ölçüsünde temkine koşar, teyakkuzla oturur-kalkar ve yaşayışını kalbî ve ruhî hayat eksenli sürdür*meye çalışır.
Elbette ki herkesin, aynı ölçüde, bir mârifet ufku üveyki ol*ması mümkün değildir; kimileri, Cenâb-ı Hakk’ın lâzım-ı mu*kad*desi sayılan sıfatları ve O’nun ef!âl-i sübhaniyesi arka*sındaki nimetleri idrak ufkunda dolaşır; dolaşır, enfüsî ve afakî delilleri temâşâ ve değerlendirmekle sürekli, gönlündeki hakikat aşkının, Hakikatler Hakikati’ne olan münasebetlerinin destanla*rını mırıl*danır.. fiillerden isimlere, isimlerden na’t ve sıfatlara gi*der-gelir ve gidip gelirken de, imanın, mârifetin, muhabbetin, aşkın, cezb u incizâbın farklı telden mûsıkîleriyle ürperir.. tekvinî emirlerde görüp duyduğu her disiplinin, vicdanında bir aksini duyar.. ve “daha var mı?” diyerek bir başka temâşâ ve bir başka zevk-i ru*hanîye koşar ki işte bu yol, enbiya-yı izamdan te*varüs edilen, herkese açık objektif hakikat yoludur ve bu yolun yolcusu her an ayrı bir mârifetin zafer kahramanı gibi, Hakk’ın iltifat takları altında hep O’na yürür...
Kimileri, zât, sıfât ve nuût-u ilâhînin ziyâ ve tecellîlerinin be*şer ufku itibarıyla bir iltisak ve iltika noktasına ulaşmış gibi pek çok buudun tek buud hâline gelmiş olma his ve şuuruyla “cem” mülâhazasına girer; girer de nefsi ve zâtı itibarıyla fenâ bulup gider, sonra da Hazreti İlim ve Vücûd’un kayyûmiyetiyle yepye*ni bir varlığa erer.
Evvelkilerin, sıfât ve nuût âleminde dolaşıyor olmalarına karşılık ikinciler, o sıfat ve na’tların kaynağına müteveccihtirler; –sıfatların ayniyet ve gayriyet mülâhazalarını nazarî ilimler mec*muaları sayılan kelâm kitaplarına havale ediyorum– dolayı*sıyla da onların bu temâşâ, bu duyuş ve bu değerlendirişleri, ne Zât mülâhazasına zihnî bir hicab sayılan mücerred sıfât hedefli ne de sıfatları nefyini işmam eden mücerred Zât hedeflidir. Bu iti*barla da böyle bir yol hasların yolu sayılmış ve kurb yolcuları*nın şehrahı kabul edilmiştir.
Bu yolda, Kitap, Sünnet, akıl ve fıtratın şehadetleri, Allah’ın sanat eserleriyle âdeta pırıl pırıl çok dallı bir yol gibi belirir her yerde. Sâlik ayaklarını bu teminatlı şehraha sağlam basabil*mişse, artık o, her yerde Hakk’ın kendi nefsine şehadetini duyar ve شَهِدَ اللهُ der; melekler ve ilim erbabının ikrarlarını, bu beliğ ilâ*nın bir aks-i sadâsı gibi vicdanında işitir.
وَالْمَلئِكَةُ وَأُولُوا الْعِلْمِ sözlerini soluklar.. derken, O’nun Zât’ının lâzımı olmayan bütün vasıta ve vesilelerin eriyip gittiğini görür ve tam bir huzur-u zevkîye erer.
Kimileri de, insanın idrak ufkunu aşkın öyle bir mârifet çağ*la*yanı içindedirler ki, onların dünyasında delillerin ağzında birer fermuar.. bütün şahidler, Şahid-i Hakikî’nin huzurunda bulun*manın verdiği hicapla iki büklüm.. bütün vasıtalar, yakını uzak etme hacaletiyle tir tir.. dellallar da suskun ve o âna kadar or*taya attıkları beyanların tashihiyle meşgul. Her şeyin “bî kem u keyf” bir vicdan müşahedesiyle, Kutup Yıldızı gibi kendi etra*fın*da dönüp durduğu işte bu nokta, sık sık “sübühat-ı vech” ile gözlerin kamaştığı, melekler gibi sâlikin de bakışlarının bulan*dığı, “sen”in, “ben”in “Hû”ya teslim-i silah ettiği bir zirvedir. Bu zirveye ulaşan insan yer yer, ilmin de, vücûdun da hakikî kay*nağının çepeçevre her şeyi kuşattığını görür; tarif ve yorumu, herkesin kendi seviyesinin maşrıklarından bir sürü tulûu birden duyar, birden yaşar, birden zevk eder ve her zaman “cem” mı*rıl*danır durur. Bu cem sâlikin, isimlerin, zât, sıfât ve ilâhî ef!âl ile tecellî-i iltisakının duyulup hissedilmesi ve vicdanın da vesile ve vasıtalara açık yanları itibarıyla dağınıklıktan kurtulup ...وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجعُونَ ufkuna ulaşmasıdır; yoksa o, bazılarının vehmettiği gibi “fenâ-i mutlak” ve “ittihad” demek değildir.
رَبَّنَا اتِنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً وَهَيِّئْ لَنَا مِنْ أَمْرِنَا رَشَدًا، وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الَّذِي انْشَقَّتْ بهِ اْلأسْرَارُ وَانْفَلَقَتْ بِهِ اْلأنْوَارُ وَعَلَى الِهِ وَأَصْحَابِهِ اْلأطْهَارِ.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
FENÂ FİLLÂH
Fenâ; yok olma, zeval bulma mânâlarında “bekâ”nın mu*ka*bili bir kelimedir ve bir kısım farklı mefhumlarla izâfî mü*nase*beti de söz konusudur. Meselâ; tevbe-i nasûhun lâzımına “fenâ-yı muhalefet”, zühd hakikatinin nihâî gereğine “fenâ-yı huzûz”, sadâkat ve muhabbetin zirvesine “fenâ-yı huzûz-i dâreyn” ve sekrin neticesindeki “gaybet”e “fenâ-yı zahirî” denir ki, bunların hemen hepsi, hak yolcusuna bakan yanları itiba*rıyla birer tavır, birer duyuş ve birer zevk hâli olmalarına karşı*lık, Hazreti Zât, sıfât ve esmâ-i ilâhiyeye bakan yönleri açısın*dan vahdet nûrları*nın kesret ahkâmı içinde tecellî etmesi; tecellî edip sâlikin, var*lık-yokluk gel-gitleri arasında yaşaması demek olan “sahk”; kezâ onun vücûd-u Hak karşısında eriyip gitmesi di*yebileceği*miz “mahk” ve davranışlarının, Hazreti “Fa’âlün Limâ Yürîd”in işlerinin gölgesi olduğunu duyup zevketmesi şek*linde yorumla*yacağımız “tams” fenânın birer buudlarıdırlar ve bir yandan, gerçek “Vücûd” ve “İlim”in ziyâsının birer gölgesi ola*rak mâsi*vânın zâtî bir kıymeti olamayacağını hatırlatırken, diğer yandan da, insan idrakinin, duyuş, seziş ve yorum izâfîli*ğiyle de, hakikat ve nisbet arasında birer köprü vazifesi görürler.
Hakikatte her şey ne ise, her zaman odur. Ne hulûl, ne itti*hat, ne keynûnet ne de fenâ-yı mutlak; eşya eşyadır, hâdiseler onun bir buudu.. kul kuldur, Allah da mutlak vücûd ve ilim sa*hibi.. her varlık O’nun vücûd ve ilminin bir lem’a-i tecellîsi; in*san da bu tecellîlerin duyan, hisseden, yorumlayan, değerlendi*ren; ama aynı zamanda yanılabilen, insaf ve iz’ân sahibi ise ya*nılgılarını düzeltmek isteyen bir tercümanı, bir solisti, şuurlu bir enstrümanı veya bir orkestra şefidir. O, hâlin televvünlerine gö*re, sürekli ufkuna akan veya değerlendirmesine sunulan mal*ze*meyi yorumlar.. onlara kendi his ve duyuşlarından yeni sesler katar.. bazen bu sesler, seslendirilen hakikatlerle uyum içinde o*lur; bazen de hâl, zevk, his, sezi hakikatin önüne geçer ve var*lıktaki tenâsübün, şuur ve idrak aynalarındaki âhengini bozarak aritmiye sebebiyet verebilir ki, bu da çok defa, kesret ve vahdet ahkâmının birbirine karıştırılmasıyla neticelenir. Hallâc’ın “Ene’l-Hak” şeklindeki iltibaslı ifadesi, Şiblî’nin, “Namaz kılsam mün*kir, kılmasam kâfir olurum.” tarzındaki beyanı, İbn Arabî’nin, “Kul Rab, Rab de kuldur; ah bir bilseydim mükellef kim?” gibi müteşabihi, Yunus’un “Suçlu kimdir, azab nedir?” tü*ründen hayretleri... ve daha yüzlerce insanın, iltibas sayaca*ğımız bu ka*bîl mülâhazaları –duyanın, hissedenin kendi hâl ve zevkine göre normal kabul edilse de– birer aritmi örneği sayıla*bilirler.
Yukarıdaki iltibaslı ifadelerin arkasındaki niyet ve maksadı Allah bilir; ama zannediyorum Şiblî namaza hazırlanırken, kes*re*tin hükmettiği bir atmosfer içinde idi; namaz esnasında vah*det nûrları tecellî edip onu çepeçevre sarınca, tabir-i diğerle, mürid Murâd’da, mutî’ de Mutâ’da nefis ve enâniyet cihetiyle eri*yip mütelâşi bir hâl alınca, o, bu muvakkat gel-gitlerini böyle bir hayret ve dehşet mûsıkîsiyle seslendirmişti.. İbn Arabî’nin, şathiyyat kabîlinden olan müteşabihi de, aynı şekilde zevkî ve hâlî bir duyuş, bir seziş ve yorumun ifadesi olsa gerek.. bu kabîl zevkî ve ruhî hâlâta açık olmayan ve kalbleri sübühât-ı vechin şuaâtına kapalı bulunan bazı avamın –meselenin aşkınlığını na*zar-ı itibara almadan– bu tür şathiyyatı zahirlerine hamlederek, belli bir seviyeden sonra insandan tekâlif-i ilâhiyenin düşece*ği*ne kâil olmaları; bazı kendini bilmezlerin de, irade ve kasda ikti*ran etmeyen, hatta pek çoğu itibarıyla yoruma açık bulunan bu şekil müşkil ve müteşabih beyanları küfür ve dalâlet sayma*ları, “zıtların yanlışlığı” nevinden birer ifrat ve tefrit inhirafından baş*ka bir şey değildir.
Kaldı ki eğer bu sözler, aşk-üstü bir sahk u mahk hâletinin ve bir “fenâ fillâh” olma zevkinin sesi soluğu ise –ki biz öyle ol*du*ğuna inanıyoruz– bu zâtlar, kat’iyen tevile açık bu sözlerin*den dolayı muâheze edilmemeli ve bu aşk kahramanlarının dini temsildeki hassasiyetlerine bakılmalıdır. Nitekim, “Ene’l-Hak” di*yen Hallâc’ın, her gece yüz rekat namaz kıldığı ve daha başka*larının da aynı derinlikte bir kulluk şuuru içinde bulun*duğu riva*yet edilir. Bu itibarla da, bu hâl erlerinin, dinin ruhuna muhalif gibi görünen beyanları, mutlaka Kitap ve Sünnet’in te*mel disip*linlerine göre yorumlanmalı; kâbil-i tevil olmayanlarda da, bu zâtların üç-beş cümlelik şaz müteşabihleri yerine, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın ruh-efzâ beyanlarına uyulmalıdır. Onlar, söy*le*dikleri sözleri ıztırar anaforları içinde söylediklerin*den dolayı mâ*zurdurlar; onları ihtiyarî olarak taklit edenlerse, iki hâli birbi*rine iltibas ettiklerinden ötürü kendilerini tehlikeye at*mış olurlar. Evet,
گَرنَهِء هَمكَار بَانيكَان زِهَمنَامى چه سُود
يَك مسيح أبراء أكمه كرد وديكر أعْورسرْ
“Eğer her işinde iyilerle beraber değilsen, isim birliği neye yarar ki! İsimleri bir olan Mesihlerden birisi körlerin gözlerini açarken, öbürü tek gözlüdür.” (Lücce) fehvâsınca, peygamberâ*ne tavır ve davranışlar içinde olma bir vilâyet yolu, körü körüne taklit ve hele yolu sarpa uğratanlara iktidâ tam bir yolsuzluktur ve her zaman bir mânevî ölümle neticelenmesi mukadderdir.
Bu mülâhazaya Hazreti Mevlânâ şu sözleriyle iştirak ederek bu kabîl konularda önemli bir hususa dikkatlerimizi çeker:
كَار پَاكَان رَا قِيَاس از خود مَگير گَرچِه مَانَد دَر نُوِشتَن شِير وُ شِير
كَامِلى گَرخَـاك گِيرَد زَرشَـوَد نَاقِصِ ارزَر بُردَه خَاكِستَر بُـوَد
“Pak ve nezih insanları kendine kıyas etme! Her ne kadar ya*zılışta şîr (süt) şîr (arslan)e benzese de (aynı değildir). Eğer bir kâmil insan toprağı (avucuna) alsa altın olur; eğer nâkıs biri de altını (eline) alsa kül olur.”
Sofiye nezdinde fenâ; aşağıdaki taksim içinde ele alınagel*miştir:
1- Fenâ-yı ef’âldir ki; bu ufka ulaşan hak yolcusu, her nefes alış-verişinde “hakikatte Allah’dan başka fâil yok” gerçeğini mı*rıldanır-durur; acz, zaaf, fakr ve ihtiyaçlarının çehresinde, hep O’nun güç, kuvvet ve servetinin emarelerini müşahede ederek sürekli vicdanının enginliklerinden yükselen nokta-i istinad ve nokta-i istimdadın sesiyle-soluğuyla yaşar.
2- Fenâ-yı sıfâttır ki, bu zirveye ulaşan sâlik; bütün hayatla*rın, ilimlerin, kudretlerin, kelâmların, iradelerin, sem u basarla*rın O’nun sıfât-ı sübhaniyesinin birer şuâı, birer tecellîsi ve birer aks-i nûru olduğunu duyar, zevkeder ve bütün “havl” ve “kuv*vet”inden teberride bulunarak, esmânın arkasında Müsemmâ-yı Akdes’in şuaâtıyla medhuş ve sıfatların verâsında Mevsûf-u Mu*kaddes’in ihsaslarıyla mütehayyir, “bî kem u keyf” hep vus*lat-ı tâmme hulyalarıyla oturur-kalkar.
3- Fenâ-yı zâttır ki, mağrip ve maşrıkın iç içe olduğu bu mat*laa ulaşan hakikat eri, zevkî ve hâlî olarak “Allah’tan başka hakikî hiçbir varlık olamaz” der ve bütün kevn ü mekanları O’nun ilminin, haricî vücûd nokta-i nazarından bir zuhûru ve “var” diyebileceğimiz her şeyi de O’nun “vücûd” nûrlarının te*cellîsinden ibaret görür; görür ve her nefes alış-verişinde bu ru*hânî zevk ve hâleti “her şey Sen’den” sözcükleriyle seslendirir.. seslendirirken de, O’nun varlığının ziyâ-yı hakikatında eriyip-gitmeyi ve fenâ bulmayı vücûda mazhariyetin gerçek bedeli sa*yar.
1
ْ
ُ
Böylece her hak yolcusu evvelâ; وَالله خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ “Sizi de sizin fiillerinizi de Allah yarattı.” medlûlünce, ef’âl âlemi açı*sından fâniliğin ilk sinyalini alır; “Her şey Sen’den, Sen Fâ*il’sin.” der temkine yürür. Sonra وَمَا رَمَيْتَ إِذ رَمَيْتَ وَلكِنَّ اللهَ رَمى “Attığını sen atmadın onu Allah attı.” fehvasınca, hiçliğinin id*ra*kiyle, O’nun sıfatlarının gölgesinde tamamen erir ve onları ak*settiren bir ayna hâline gelir. Hatta derecesine göre metâf-ı ins u cân olur. Seyr u sülûkünü devam ettirebilirse, bu kez, bütü*nüyle mâverâîliğe açılır ve كَانَ اللهُ وَلاَ شَيْءَ مَعَهُ وَاْلآنَ كَمَا كَانَ “Allah vardı ve O’nunla beraber hiçbir şey yoktu; şu anda da O Ezel Sultanı ebed saltanatının biricik Sahibi.”(Buhari, Müsned) mantûkunca, zir*veler üstü bir seviyede hâlî, zevkî bir fânilik hissiyle bütün bütün yok olduğu*nu duyar ve bekâya yürür. Böyle bir duyuş ve seziş, ister derya*dan bir damlanın, bîpâyân o derya karşısında, men*şei, hâli ve akıbeti itibarıyla ne idüğünü itiraf sadedinde bir hakperestlik ifa*desi olsun, ister O’nun her şeyin Kayyûm’u bu*lunması ve O’na dayanmadan hiçbir nesnenin varlığından söz edilemeyeceği mü*lâhazasından kaynaklansın fenânın, insan mahiyetinin mutlaka ortaya çıkarılması gerekli olan bir ana un*suru, bekânın da, Haz*reti Kayyûm’un “lâzım-ı gayri mufârıkı” olduğunda şüphe yok*tur. Yolculuk bitip, seyr u sülûkun tamam*lanmasıyla kul, kendi özündeki bu gerçeği ortaya çıkarınca, Hazreti Sultan da ona, kendi kayyûmiyetinden bekâ tâcı giydi*recektir ki, daha sonra tafsil edileceği üzere, tasavvufta böyle bir mazhariyet “fenâ fil*lâh-bekâ billâh maallah” sözleriyle ifade edi*lir.
* * *
Düşüncelerini “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” potasında şekil*lendirebilmiş tevhid erleri, Hazreti “İlim” ve “Vücûd” derya*sın*da eriyip yok olmayı hep bu mülâhazalar içinde değerlen*dirmiş.. ve bir taraftan rubûbiyet dairesinin hukukuna fevkalâde bir titiz*likle riayet ederken, diğer taraftan da sekr ve gaybetlerin*de dahi hep temkin ve teyakkuz hâlinin âdâbına uy*maya çalış*mışlardır. Zaten, onların söz ve tavırlarına az dikkat edilse, dav*ranışları iti*barıyla hâle mağlubiyet ve neşveli görün*menin dışın*da, temkine muhalif herhangi bir aşırılık da müşa*hede edilmez. Onlardan biri:
زِسَازِ مُطْرِبِ پُرِسُوز اين رَسِيد بَگُوش كِه چُوبُ و تَارُو صَدَاىِ تَن تَن هَمَ اَزُوست
“Mutribin sazının sûziş-i nağmelerinden gelip kulağa akan (sazın) ağaç ve tellerinin tın tın sadâsı O’ndandır.” derken, bü*tün mâsivâyı Cenâb-ı Hakk’ın vücûd deryasından bir damla gi*bi görmekte ve içinde bulunduğu o derin istiğraktan ötürü de, damlayı deryadan, zerreyi güneşten, aynayı onda tecellî eden gerçekten ayıramayarak; bir Türkçe sözde de:
“Bu deryaya ey cân sen oldun ırmak,
Denizle ırmağı ne zordur ayırmak..”
şeklinde ifade edildiği gibi, kanatlanıp enginliklerine açıldığı vah*det deryası veya âsumanında kaybolmakta, daha sonra der*ya*nın o karşı konulmaz telâtumuna yenik düşerek ne sahili gö*re*bilmekte ne de kenara çıkabilme irade ve şuurunu gösterebil*mektedir.
Bu mestlerden bir diğeri de:
گَهِى دَر كِسوَتِ لَيلَى فُرُوشَد گَهِى بَر صُورَتِ مَجنُون بَر آمَد
چُويَار آمَـد زِ خَلوَتخَانَهِ بِيرُن هَمَان نَقشِ دَرُون بيِرُون بَر آمَد
“O bazen Leylâ urbasıyla tenezzül etti bazen de Mecnûn su*retinde şereflendirdi. Sevgili, halvethâneden dışarı adım atın*ca, içerinin süsü-ziyneti de ayân-beyan ortaya çıktı.” diyerek fe*nâ fillâh ufkuna ermiş bir sâlikin, “vücûd-u mevhibe-i rabbâ*niye” ufkuyla, varlığı bir ayna gibi görüp, her şeyde kendini temâşâ etme sekr ve istiğrakını dile getirmektedir.
Böyle zirvelerde dolaşan bir istiğrak eri, tevhid ihsaslarını, zevk u şevk hâlâtını, maiyyete mazhariyetini ve O’nu duyma he*yecanını bazen bağırıp haykırarak, bazen bayılıp kendinden geçerek, bazen de kendini raks ve tevâcüde salarak seslendirir ki, bunların hemen hepsi seyr u sülûkun, kalbin derece-i haya*tında sürdürülmesi esnasında yaşanır ve duyulur. Bu engin der*yanın müstağrak gavvaslarından biri, gönlündeki vecd ve tevâ*cüd tufanıyla çevresine şöyle boşalır:
Ben ol şahbâz-ı aşkım ki,
Dû âlemde mekânım yok;
Ben ol ankâ-yı sırrım ki,
Özümden hiç nişanım yok.
Lihâz-u hâcible dû cihanı
Eyledim hoş sayd,
Temâşâ eyle bil ânı ki,
Tîrim yok kemânım yok.
Ben oldum her lisanı
Gûş ile gûyâ ve sâmi’,
Acebtir bundan artık kim
Kulağım yok lisânım yok.
Ayrıca, sâlike taalluk eden yanları itibarıyla da fenâyı şu bölümler içinde mütalâa etmişlerdir:
1- Halktan gelecek korku ve onlara karşı duyulan beklenti hislerinden tecerrüd etme mânâsına “fenâ-yı halk.”
2- Bütün şahsî istek ve arzulardan sıyrılma anlamında “fenâ-yı hevâ.”
3- İradenin, Hakk’ın murad ve meşîeti karşısında erimesi demek olan “fenâ-yı irade.”
4- Aklın, ilâhî sıfatların tecellîsi karşısında “mahk” u “sahk”a uğraması diyebileceğimiz “fenâ-yı akıl” ki, bu sonun*cusu, bera*berinde bir dehşet ve hayret de getireceğinden, sâlik, çok defa esbab dairesi içindeki kriterleri koruyamayarak hayret ve dehşet yaşar. Bu hayret ve dehşetini ifadeden de geri dur*maz. Hazreti Cüneyd’in, “Bir zaman yer ve gök ehli benim hay*retime ağla*dılar; zaman geldi ben onların hayretine ağladım. Şimdi öyle bir hâldeyim ki, ne onlardan haberim var, ne de kendimden...” sözleri bu konuda önemli bir örnek teşkil eder.
Gedâî’nin bu konudaki hayreti de kayda değer zannediyo*rum:
Öyle bilmezdim kendimi,
O ben miyim ya ben O mu.?
Âşıkların budur demi,
Yandıkça yandım bir su ver!
Minhâc Sahibi’nin sözleri daha kıvrak, daha âşıkâne ve da*ha bir hayret televvünlüdür:
مَن نَـدَانَم مَـن مَنَم يَا مَن وَيَم دَر عَجَائِب حَالَتَم مَن مَن نَيَم
عَاشِقَم مَعشُوقَم و عِشقَم چه اَم مَستِ جَامَ وَحدَتَم مَن مَن نَيَم
مَن چه اَم عَنقَايِ نَـامُ و نِشَان مَن بَقَافِ قُربَتَـم مَن مَن نَيَم
مَـن زِجَان فَـانى بَجَانَانِ بَاقِيم مَن بَأَوجِ رِفعَتَـم مَن مَن نَيَم
“Bilmiyorum ben ben miyim, yahut O muyum?. Bir acâib hâldeyim ve ben ben değilim. Âşık mıyım, mâşuk muyum, aşk mıyım neyim?. Ben vahdet kadehi ile sarhoşum ben ben deği*lim. Ben neyim, namsız nişansız ankâ mı? Ben, kurbet Kâf’ıyım; ben ben değilim. Ben cânım itibarıyla fâni ve cânân ile bâkiyim; ben evc-i rif’atteyim ben ben değilim.”
Fenânın ne olduğunu bir kere daha hatırlayacak olursak, bu sözler bir “fenâ fillâh” kahramanı için gayet normaldir; zira fenâ, Hak’tan gayrı her şeyin –tabiî sâlikin seviyesine göre– na*zardan silinip gitmesi ve kalb-i şuhûdîsinde sadece O’nun bâki kalmasıdır. Sâlik terakki edip, zâhir ve bâtınını, iz’ân ve şuurunu hakikatin mârifetiyle nûrlandıracağı mertebeye yükselince, artık her şeyin kimin elinde olduğunu apaçık müşahede etmeye baş*lar; başlar ve günebakan çiçekler gibi varlığını, bekâsını elinde bulunduran o Zât’a yönelir. Sonra da tevhid-i fikir ve tek*sif-i himmetle, daha derinleştikçe, bütün varlığın da O’nun vücûdu*nun ziyâsından gelen birer tecellî olduklarını anlar; der*ken bü*tün kâinat ve hâdiseleri tamamen tevhidî bir mülâhaza ile daha farklı değerlendirme ufkuna ulaşır ve her şeyi perde ar*kası hu*susiyetleriyle duyup yorumlama mazhariyetine erer.
Yeni bir kademde bulunup bir merhale daha yükselince; varlık adına bütün hâdiselerin, insanî bütün faaliyet ve gayretle*rin, bilâ kayd u şart Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarına dayandı*ğını, her şeyin bu kaynakların bağrında varlığa erdiklerini ve o ilâhî meşcerelikte serpilip geliştiklerini imanî bir şuurla kavraya*rak bütün şuûnun O’nun havl ve kuvvetiyle hâsıl olduğu iz’ânı*na ulaşır; ulaşır ve bütün işlerde kendi irade ve ihtiyarının sınır*larını daha net görür; derken gölgeden bütün bütün vazge*çerek aslın vesayetine sığınır, O’nun vüs’at ve enginliği içinde yeniden bir kere daha var olur.
Bundan öte bir adım daha atabildiği takdirde o, zâtıyla, sı*fatlarıyla, beşerî bütün hususiyetleriyle umum varlığın, Allah’ın o kuşatan ilmindeki ilmî vücûdlardan çıkıp, Hazreti “Vücûd” dan istimdad ile haricî vücûd urbaları giydiklerini “hakka’l-ya*kîn”in bir cilvesi olarak hisseder.. hislerinde derinleşe*rek istiğrak ufkuna ulaşır. Derken, her şeyin O’nunla var, O’nunla kâim, O’nunla dâim olduğunu bir iç temâşâ ile müşahede eder ve
كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ... hakikatının her yanda bay*rak açtığını, son*radan var edilen her nesnenin zevale mahkûm olduğunu, deva*mı müddetince de Hazreti “Kayyûm”un tecellî-i feyzinden bes*lendiğini, hatta bir lâhza tecellî inkıtâına maruz kalırsa muzmahil olup gideceğini vicdanî bir sezi ile duyar ve hâlî, zevkî daha derin bir tevhid ufkuna ulaşır.
Birinci mertebedeki fenâ ehl-i ilimden muhakkik olanların; ikincisi, irade kahramanları sayılan ehl-i sülûkun; üçüncüsü de şuhûda açık mârifet erbabının seviye ve istifaza ufuklarına ba*kar.
Birinci mertebe itibarıyla hak yolcusu Hazreti Mâruf hak*kındaki mârifet ve şuuruyla –tabiî mârifet ve şuurunun derin*liği ölçüsünde– kendi çerçevesinde tamamen eriyerek ikinci bir “ba’sü ba’del mevt” yoluna girmiş olur. İkinci mertebe açısın*dan her sâlik, mârifet üstü ruhânî bir müşâhede ve mükâşefe sayesinde, iç dünyası itibarıyla bir gaybet ve istiğraka düşerek, kesret içinde halvet ve binbir gürültü içinde hâlî bir ses*sizlik yaşar. Üçüncü mertebe zaviyesinden ise her sâlik-i müntehî, bü*tün bütün beşerî arzu ve isteklerden tecerrüd ede*rek, Hazreti “İlim” ve “Vücûd”un zuhûr ve tecellîleriyle nereye baksa, her yönde ufkunu أَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللهِ fehvâsınca hep O’nun ema*releri sarar.. neyi görse, O’na ait şuâlarla irkilir.. hangi şeyi temâşâ etse, O’nun sübühât-ı vechiyle hayret ve deh*şete düşerek bir sürü müteşabihle hep O’nu sayıklar...
Hak yolcusu, bir bir bu fenâ mertebelerini aşıp da tam bir “fenâ fillâh” kahramanı hâline gelince, artık her ufukta ona “be*kâ billâh” renkleri tüllenmeye başlar. Böyle bir sâlik, her an kar*şısına çıkan ayrı bir ‘لاَ’ yı aşar ve her lâhza ayrı bir ‘إِلاَّ’ ya ula*şır. Ona, yürüdüğü bu yolda adımlarını biraz daha açması ve tecellî sağanaklarının da inkıtâsız devamı sayesinde, Rubûbiyet-i kül*liye ve Kayyûmiyet-i tâmme perdesiz, hicapsız zuhûra başlar ve bir an gelir ki, vicdanî bir duyuş ve sezişle, O’nun tahtının her şe*yi kapladığını duyar ve O’na tam yönelmenin şekillerin*den tevbe, inâbe ve evbe merdivenleriyle yükselerek O’nun ulûhiyetinin herkese açık nûrlarına gömülür; gömülür ve iba*detlerinde ola*ğanüstü bir mehâfet ve mehâbet zevkine müstağrak olur.. Allah beyanını şeker şerbet lezzeti içinde din*leme iştiyakına erer.. ken*dini bazen mehâfetin temkin iklimle*rinde, bazen mehâbetin te*yakkuz yamaçlarında, bazen de rah*metin her şeyi aşkın um*mânlarında hissederek havf u recâyı, hüzn ü sürûru aynı anda birden yaşar ve bir daha da o kapıdan ayrılmamaya çalışır; öyle ki artık o, her tasavvuru, her düşün*cesi, her sesi, her soluğuyla kendini O’na ifade ederek tam bir وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّى يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ kah*ramanı hâline gelir ve bir “hel min mezîd?” yolcusu olarak hiç durmadan ilerler; ilerler; zira bilir ki, o durduğu zaman yol da biter, yolculuk da, hedefe ulaşma ga*yesi de.. çünkü bu yolculuk Nâmütenâhi’yedir.. burada böyle bitmeyen bir cehd ü gayret, ötede değişik tecellîlere mazhariyet şeklinde hep devam edip gidecek demektir.
اَللَّهُمَّ اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ، صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ، وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَآلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
BEKÂ BİLLÂH
Kelime mânâsı itibarıyla, devam, sebat ve hep aynı hâl üzere kalma anlamına gelen bekâ; kulun, kendi nefsi dahil bü*tün eşyayı –onların zâtları ve nefisleri itibarıyla– yok kabul edip, canlı-cansız her nesneyi Hazreti Vücûd’un ya da Hazreti İlim’in ziyâsının bir tecellîsi ve bir gölgesi olarak vicdanî müşahede ile müşahede etmesidir. İşte böyle, nefis ve benlik cihetiyle mahv u sahka uğrayıp, sonra da Hakk’ın bekâsıyla yeniden var olan sâlik, artık Hakk’ın vücûduyla mevcûd, Hakk’ın bekâsıyla bâkî, Hakk’ın hayatıyla hayy, Hakk’ın ilmiyle âlim, O’nun iradesiyle mürîd, sem u basarıyla da semî ve basîrdir; insan üstü görür, du*yar veya öyle görüp duymaya terettüp eden mazhariyetlerle serfirâz olur. Bu seviyede zevkî ve hâlî olarak kendi isim ve res*minden sıyrılabilen müntehî bir sâlik, izâfî olarak, arz ve se*mâda Allah’ın sıfatlarından biriyle tavsif edilir ki, melekûta açık olanlar vicdanlarında her zaman bunun bir aks-i sadâsını duya*bilirler. Böyle bir hâl, her gönül erinin, kendini idrak ve zevk edi*şine göre isimlendirilmesi de sayılır ki, bu da Mahbûb-u Ha*kikî’den başka hiçbir şey görmeyen, hiçbir şey düşünmeyen; kalbi hep O’nun varlık ve bekâsıyla atan; ruhu her an O’nun ayrı bir lem’a-yı tecellîsiyle yenilenip duran saf ruhların temâşâ ve zevk ufkudur. Sâlikin, onu bu zirveye taşıyan Hak’la münase*beti, Hakk’ın da onunla bu ölçüdeki muamelesi devam ettiği sürece, böyle bir “bekâ billâh” kahramanı; ilim, idrak, his ve şuur itiba*rıyla, az da olsa başka şeylerin tesiri altına girmeyi kalbî ve ruhî hayatını söndürebilecek bir mânevî küsûf gibi gö*rür; ezkaza, böyle bir şeye mâruz kaldığını hissederse, bir an ev*vel bu kâ*buslu durumdan sıyrılmak için, Hazreti Mahbub’un, meârif-i mah*susası ile onun ruhuna bir perde aralamasını bek*lemeye koyulur ve göz kırpmadan da bekler durur.
ُ
Bir diğer yaklaşımla bekâ; fâni meşhudât ve mahsusâtın kendi renk ve çizgileriyle bütün bütün zâil olmalarını müteakip –bu biraz da zamanın tesiri altında bulunmayı duymaya göredir– kendi şartlarına bağlı, gelip geçici mukayyet bir devam veya ilâhî inâyetin harikulâde teyitleriyle mutlak bir istimrardır. Şöyle ki hak yolcusu; yoldaki işaret ve işaretçilerle seyr u sülûkunu sür*dürürken, belli bir noktadan sonra –nokta ifadesi yolcunun duyuş ve sezişleriyle mukayyettir– emareler, işaretler yol kenar*larına çekilir ve görünmez olurlar. Medlûlün, kendi varlığının zi*yâsıyla delil ve işaretlerin nûrlarını aşkın hâle geldiği ve şahitle*rin, yüce gerçeğin destanı adına birer malzeme veya enstrü*mana dönüştüğü makam görüntülü bu nokta; farklı bir nefes alma noktasıdır ve farklı bir zâviyeye yönelme hâlidir. Yolculuk devam ederse –bu biraz da sâlikin istidadının, daha ötelere açık olmasına ve azmin sürekliliğine bağlıdır– afakî ve enfüsî atmos*ferlerin her yanında “fenâ” esintileri hissedilmeye başlar. Sülûk, zaman ve mekan üstü bir hâl alınca da; vicdanda bekâya açık tam bir fenâ duyulur ve hissedilir ki; artık böyle mânevî bir at*mosferde ne hâl ne de meâl söz konusudur. Bu noktaya –yuka*rıdaki nokta mülâhazası mahfuz– ulaşınca aklın dili tutulur.. id*rak kendi kabuğuna çekilir.. ve artık her yanda yıldızlar parlaklı*ğında şahitler de olsa, güneş zuhûr ettiğinde her şeyin gaybûbet etmesi gibi, en parlak ışık kaynakları dahi silinir gider..
وَيَبْقَى وَجْهُ رَبِّكَ ذو الْجَلاَلِ وَاْلإِكْرَامِ mazmûnunca, fevka’l-idrak, fevka’l-ihata ve fevka’l-ihsas sadece ve sadece O kalır.
İlmin bilinen sebepleriyle elde edilen bilginin derkenar hâ*line gelmesi; bilinenlerin bir mâlum-u mahza içinde eriyip yok olması; bütün görmelerin, sezmelerin zâtî olarak silinip gitmesi; bunlara karşılık, görme, bilme, sezmelere dayanan mânâ ve muhtevânın olduğu gibi devamı; hakikatin her şeye galebe çalması ve bütün mahiyetleri “cem” nûrlarının kuşatması neti*ce*sinde izâfî gerçeklerin birer birer kaybolması mânâsında O’nun bekâsı ki, birinci derece ilmî, ikinci derece şuhûdî ve üçüncü derece de zevk-i vücûdî mertebelerine bakar. Bu merte*belerin hemen hepsinde, fenâ bekâya bir yol teşkil eder ve o*nun gerçekleştiği her yerde, ayrı ayrı his ve idraklerin seviye*sine göre bakabilir ve eşyanın başına kendi hakikatinden izâfî atkılar, izâfî renkler salar. Bu itibarladır ki, bu makam, sadece “bekâ billâh” sözcüğüyle değil de, daha yerinde bir deyimle, “bekâ billâh-maallah” sözleriyle ifade edilmesi yeğlenmiştir.
Ayrıca böyle bir yaklaşımda, iki farklı zâviye söz konusu*dur:
1. İnsanın, eşya ve hâdiseleri onların vücutları ve zâtları itiba*rıyla fâni bulup, fâni hissettiği bir hâldir ki –bu seviye, her şeyin kendi nefsine bakan yanlarıyla mütelâşî olup gitmesi sevi*yesidir.. ve sâlikin, bu mânânın hâsıl ettiği atmosferle kuşatıldığı yer de “Hazreti Cem”dir– her şey zevken ve hissen itibardan düşer ve bütün bütün sıfırlanır.
2. Müteyakkız sâlike, farkın galebesi durumunda eşyanın bitamâmihâ fenâ bulmaması; aksine bütün varlığın nisbî ve izâfî vücutlarının bekâsı söz konusudur ki, bu iki ayrı seviyedeki du*yuş, seziş ve zevk edişe büyükler, “Cem’de sukût, farkta sübût söz konusudur.” demişlerdir.
Konuyu Sahabî telâkkisine yaklaştırarak yorumlayacak o*lursak; hiçbir şey kendi nefsi itibarıyla var değildir; her şey Vü*cûd-u Hakk’ın kendi dalga boyundaki tecellîlerinden ibaret*tir. Eşyanın hakikatinin sübûtu kendi çerçevesinde bir gerçek, Ha*kikî Vücûd’a nisbet edildiğinde ise izâfîlikten öte bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Böyle bir telâkki, mebde’de bir itikat ve kabul, neticede ise bir ilme’l-yakîn, bir şuhûd ve bir zevktir ki, seyr u sülûk-i ruhânî sayesinde, sâlikin kalbinde bütün varlık ya tama*men kıymetten düşer ve sıfırlanır veya Hakikî Vücûd’un nâmü*tenâhi ziyâsı karşısında, güneş tulû ettiğinde ateş böceklerinin ateşlerinin silinip gitmesi gibi silinir gider; sâlik de, kalben ve zevken bütün mâsivâdan sıyrılarak O’nun iradesinin vesâyetine, meşîetinin şümûlüne ve vücûdunun nûrlarına müstağrak olarak kendini zevk-i ruhânisinin çağlayanlarına salar ve “Hû” der du*rur.
Böylece her sâlik, zevken ve hâlen kendi fiillerinde fâni ol*makla Hakk’ın ef’âlinde yeni bir vücûd ve bekâya açılır. Kendi sıfatlarında fâniliği duymakla Hak sıfatlarındaki bekâyı zevke*der. Kendi zâtını unutmakla da –unutma hususu farklı yo*rumla*ra açık bir konudur– Hakk’ın vücûdunun ziyâsıyla yer yer fark, zaman zaman da cem mülâhazalarıyla yeni bir varlığa erer ki, böyle bir mertebeye erişen talihli sâlikin önünde, istidadının ölçüsü nisbetinde sadece “maiyyet-i ilâhiyye” kalmıştır ki, o da bekâ billâh kahramanının ulaşacağı en son zirvedir. Böyle bir ma*kama mazhariyet beraberinde bazen hayret, bazen sekr ve dehşet getirir. Câmî bu hayreti, şu sözleriyle çok güzel ifade e*der:
عِشق جُز نَايِي وُ مَاجُزَ او نه اِيم وى دَمِـــي بــي او نـــه إِيــم
نَـي كِـه هَـردَم نَـغمَـه آرَايـي كُند دَر حَقِيقَت اَز دَمِ نَايِي كُنَد
“Aşk neyzensiz, biz de onsuz değiliz. O bir lâhza bizsiz biz de onsuz olamayız. Ney ki her zaman nağmesini süsler; haki*katte ise nağmenin süsü de neyzenin soluklarındandır.”
Bir başkası ise, böyle bir hayreti ve hayret üstü dehşeti şöy*le dile getirir:
Dîdemin envarı Hû’dur, aklımın fermanı Hû.
Dilimin ezkârı Hû’dur, nâlemin efgânı Hû.
Gönlümün seyrânı Hû’dur, cânımın cânânı Hû.
Sırrımın esrârı Hû’dur, mihrimin tâbânı Hû.
Âşık-ı sermest olanlar Hû iledir Hû ile,
Savmı Hû’dur, iydi Hû’dur, zühd ile erkânı Hû.
Nakd-i vârın harç kılmış yoluna dildarının,
Vaslı Hû’dur, faslı Hû’dur, dert ile dermanı Hû.
Öyle ki, artık hep O’nu duyar, O’nu düşünür, O’nunla otu*rur-kalkar, O’nunla işler, O’nunla başlar, O’nun cezbiyle mün*cezib kendini vahdet çağlayanlarına salar ve iradî, gayri iradî hep O’nun hoşnutluğu etrafında döner durur; dönüp du*rurken de sürekli O’nun şuaât-ı ilim ve vücûdunun ağyarı ifnâ, yârânı ibkâ tecellîleri karşısında “Yâ Hayy” der kendini hisseder gibi olur, “Yâ Hak” der O’nun ziyâ-yı vücûdu karşısında erir gi*der.
اَللَّهُمَّ يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ يَا ذَا الْجَلاَلِ وَاْلإِكْرَامِ أَفِضْ عَلَيْنَا مِنْ عَوَارِفِ الْمَعَارِفِ وَاسْقِنَا مِنْ شَرَابِ حُبِّكَ وَأَدِمْنَا عَلَى السُّنَّةِ وَاْلاِسْتِقَامَةِ، وَصَلِّ اللَّهُمَّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الْمُعَرِّفِ طَرِيقَ الْحَقِّ وَصَحْبِهِ الْكِرَامِ الْبَرَرَةِ.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
TAHKİK
Bir şeyin gerçek veya doğru olup olmadığını araştırma-so*ruşturma, ortaya çıkarma ve inkâr edilemeyecek, çürütülemeye*cek delillerle ispatlama mânâlarına gelen tahkik; erbab-ı tasav*vufça, Hazreti Zât-ı Ehad u Samed’i, vücûd ve evsâf-ı kemaliye*siyle, –Kur’ânî muvazene içinde– bilmenin ötesinde, ulûhiyet hakikatinin “bî kem u keyf” müntehî bir sâlikin vicdan ve letâi*finde, hususî tecellîlerle belirip duyulması şeklinde yo*rumlan*mıştır ki; bu seviyeye eren bir hakikat eri, ondan öte ar*tık, ne şüphe, ne tereddüt, ne de herhangi bir kuşkuya maruz kalma*dan, istidâdı müsait olduğu ölçüde, yolculuğunu ya “seyr fillâh” ya da “seyr minallah” ufkunda sürdürür ve –biiznillah– herhan*gi bir husûfla da karşılaşmaz; karşılaşmaz, zira o mazhar olduğu makam ve pâye itibarıyla artık hep, Hakk’ın gözüyle gör*mekte, O’nun sem’iyle işitmekte ve her şeyi O’nun sıfatları*nın ziyâsı ve vesâyeti altında duyup hissetmektedir. Tabir-i di*ğerle böyle bir tahkik kahramanı hep Hak yolunda, Hak için Hak iledir. Hak dostları arasında böyle bir pâye “makam-ı mahbubiyet”e ait bir pâyedir ve Hazreti Mahbub’un hususî bir teveccühünün remzi*dir. Başı bu pâyeye eren bir tahkik eri, Hakk’ın mahbubu oldu*ğu gibi, onun gök ehlince sevilmesi ve yerde temiz kalblerin ona teveccüh etmesi de ona karşı Hak te*veccühünün bir aks-i sadâ*sıdır. Bu bâtınî alâkanın zahirî emare*sine gelince o da, farzların kusursuz olarak yerine getirilmesi üzerine bina edilmiş bir nafile tutkusudur.
Evet, farzları vaktinde hakkıyla yerine getiren, getireme*diklerini de ciddî bir nedâmet ve telâfi duygusuyla kazâ eden, sonra da tabiatının gereklerini yerine getirme ölçüsünde nafile*lere düşkünlük gösteren bir hakikat âşığı, her zaman hakkı du*yar, hakkı görür, hakkı tutar kaldırır ve hakka doğru yürür ki, böyle birinin gönlüne ağyarın gölge etmesi ve gözlerine başka hayâlin girmesi asla söz konusu değildir. Ara-sıra ufkunu buğu ölçüsünde bir sis bürüse de, bahar bulutları gibi gelip geçicidir ve bu yeni bir açılımın da şafak emaresidir.. evet onlar sıkıntı hâlinde de, sevinç-neş’e zamanında da sürekli yol alır ve hep kazanırlar.
İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri bu tahkik kahramanlarını şöyle resmeder:
Ehl-i Hak cânında bulmuştur ayân,
Nûr-u Hakkı âleme bîçûn karîn
Hak (Fe biye yesmeu ve biye yubsiru) dedi,
Bulduğu için nûrunu bu mâ u tıyn.
Nûr-u pâk bulmasaydı âb u hâk,
Olmaz idi suret-i mânâ mübîn.
Nûr-u (Lâ şarkî ve lâ garbî) bulan,
Ehl-i dil mişkât-ı nûr olmuş yakîn.
Vahdeti kesrette bulmuş ehl-i hak,
Âminûn u sâlimûn u gânimîn.
Hakka tefvîz ile Hakkı sen seni,
Fâil-i Muhtâr’ı bul “Ni’me’l-Muîn.”
َ
Bir diğer yaklaşımla tahkik; sâlikin, imanını mârifetle, mâri*fe*tini muhabbetle derinleştirerek bunları âdeta birer gez-göz-ar*pacık gibi kullanıp, uğradığı her izâfî makamın ufkuna göre Hak rızâsına talip olması ve onu takip etmesidir. Bu yüce hakikatin, seyr u sülûk-i ruhânînin her mertebesinde duyulup his*sedilmesi farklı farklıdır; zira, her hak yolcusunun imanı, mâ*rifeti, aşk u iştiyakı onun yakîniyle mebsûten mütenâsib (doğru orantılı)’dir.. ve imanda, mârifette, muhabbet ve zevk-i ruhânî*deki farklılık, tahkikteki farklılığın bir neticesidir. Evet, nazarî bil*gilere daya*nan iman –aksine ihtimal vermeyecek şekilde de olsa–(Müsned, Taberani)لَيْسَ الْخَبَرُ كَالْعِيَانِ fehvâsınca, gaybî fakat emare ve işaretle*riyle müşahede ve mükâşefeye istinat eden yakîn gibi değildir; tıpkı böyle bir yakînin de, insan mahiyet ve tabiatının bir buudu hâline gelmiş kâmil bir iz’âna denk olmadığı gibi... Bunlardan birincisi, her şeye rağmen, tahkik sahasında ilâhî teveccühe ve*sile olabileceği ümit edilen ve ببضَاعَةٍ مُزْجَاةٍ “Değersiz bir ser*maye” ölçüsünde kıymet-i zâtiyesi olmayan bir şart-ı âdi; ikin*cisi, mevcudiyetinin nisbî-kisbî olmasının yanında Hazreti “Cevâd”ın cömertliği ile tomurcuklaşabilmiş bir meyve nam*zedi; üçüncüsü de, O’nun nûr-u vücûdunun şuaâtı altında fenâ bulmuş, sonra da farklı bir renkte ikinci bir varlığa ermiş hem var hem yok hâlis bir meyve; belki de ondan da öte tam bir hulâsa.. Hazreti İbrahim, أَرِنِي كَيْفَ تُحْيي الْمَوْتى “Ölüleri nasıl diriltti*ğini göster bana.” talebiyle tahkikin mebdeine, لِيَطْمَئِنَّ قَلْبي “Kalbim itminana erip doygunlu*ğa ulaşsın..” mesned-i tale*biyle de onun müntehâsına işaret etmiştir. Elbette ki, böyle yüce bir peygamber ufku itibarıyla, bu ölçüdeki bir tahkikin, ne “ilme’l-yakîni”ni, ne “ayne’l-yakîni”ni, ne de “hakka’l-yakîni”ni kavramamız mümkün değildir; bizim bu şekildeki yaklaşımımız, kendi zevk ve ruh hâlimizi ifade edebilmemiz için bir “vâhid-i kıyâsî” ve bir “mirsad-ı mülâhaza” olarak değerlendirilmelidir ki, Allah Rasûlü de (s.a.s.), Hazreti İbrahim’in itminana ermek arzusuyla ortaya attığı böyle bir tale*bine karşı: نَحْنُ أَحَقُّ بِالشَّكِّ مِنْ إِبْرَاهِيمَ “(Bu şekilde izâfî) bir şekk İb*rahim’den daha çok bizi alâka*dar eder.”(Buhari, Müslim) diyerek bu ince farka işaret buyurmuşlardır.
Tahkik kahramanı; İman, mârifet, muhabbet, aşk u şevk ve zevk-i ruhânî açısından tevhidî bir düşünceyle sürekli ona tah*sis-i teveccüh ve im’ân-ı nazarda bulunarak O’nu biricik murad ve rızâsını da tek hedef kabul edip celâlî esintilerde cefâ mülâ*hazasına, cemâlî meltemlerde de safâ duygusuna kapılmadan, kahrı-lûtfu bir bilme esprisiyle bütün tecellîleri yolda bulunuyor olmanın tezahürleri sayarak; daha doğrusu öyle duyup öyle his*sederek, onlara takılıp kalmadan, onlarla doğrudan doğruya meşgul olmadan, gerçek gâyenin dışındaki her şeyi gelip-geçici birer gölge telâkkî edip, sonra da hedefe kilitlenmenin gereği deyip hep ona ulaşma azmi içinde bulunan tam bir gönül eridir.
Evet o, dişini sıkıp elemlere katlanarak, elinden geldiğince cismanî lezzetlere karşı tamamen kapanarak ve dinin emir ve yasaklarına da kılı kırk yararcasına riayet ederek “Hû” deyip ilerleyen öyle bir semâ yolcusudur ki, her dönemeçte kendini ayrı bir itminan esintisiyle istikbal ediliyor görür, her makamda ayrı bir rızâ televvünüyle hoşâmedîler alır ve zâhir-bâtın duygu*la*rında:
“Bana Hak’tan nidâ geldi; gel ey âşık ki mahremsin!.
Bura mahrem makamıdır seni ehl-i vefâ gördüm.”
(Nesîmî)
َ
sözlerinin tın tın ses verdiğini duyar. Doğrusu, burası öyle bir makamdır ki, bu makamda duyulan iman O’ndan, mârifet O’ndan, sevgi O’ndan ve aşk u şevk de O’ndandır. Bu ma*kamda duyguları çepeçevre saran سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا إِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا iti*raf-ı azîmesi, vicdanlarda hissedilen biricik gerçek de هُوَ الْبَاقِي اْلأبَدِيُّ الْسَرْمَدِيُّ hakikatidir. İşte böyle bir tahkike erinceye kadar göze-kulağa neler ilişir neler.! Mertebe rütbeye, hâl de makama dönüşünce, mahiyet-i insaniye “sübühât-ı vech”in şuaâtı karşı*sında للهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ der erir-gider ve cihetler üstü dört bir yan*da وَيَبْقى وَجْهُ رَبِّكَ ذو الْجَلاَلِ وَاْلإِكْرَامِ gerçeği duyulmaya baş*lar. Bu noktayı tutacağı âna kadar, “dün-bugün-yarın” diyen insan mantığı, o makama erip, kendini o makamın mevhibe sa*ğanak*ları içinde bulunca (Müslim, Tirmizi, Ebu Davud) أَنْتَ اْلأَوَّلُ فَلَيْسَ قَبْلَكَ شَيْءٌ، وَأَنْتَ اْلآخِرُ فَلَيْسَ بَعْدَكَ شَيْءٌ hakikat-ı ezeliye ve lâyezâliyesi karşısında mütelâşi olup dört bir yana saçılır; hatta vicdan bazen izâfî vücû*dunu dahi nisyâna gömerek كَانَ اللهُ وَلاَ شَيْءَ مَعَهُ “O vardı da başkası yok*tu.”(Buhari, Müsned) mülâhazasını bir kere daha derinden derine du*yar.. “Ne hulûl ne ittihat; hakikî “vücûd” Sana ait; mâsivâ ise, Senin varlı*ğının ziyâsının gölgesinden ibaret” diye mırılda*nır ve bütün benliğiyle O’na nisbetin şerefini soluklar; mütevazi, mahviyet içinde ve hacâletiyle beraber “ahsen-i takvîm”e mazha*riyetin bütün fezâilini ruhunda duyar.
اَللَّهُمَّ عَفْوَكَ وَعَافِيَتَكَ وَرِضَاكَ وَتَوجُّهَكَ وَنَفَحَاتِكَ وَأُنْسَكَ وَمَحَبَّتَكَ وَمَعِيَّتَكَ. وَصَلِّ اللَّهُمَّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ عَبْدِكَ وَرَسُولِكَ وعَلَى أَصْحَابِهِ الَّذِينَ هُمْ مُحِبُّوكَ وَمُقَرَّبُوكَ...
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
TELBÎS
(Hakk’a isnat edilmesiyle ya değişik iltibaslara vesile olmuş veya tekellüflü yorumlarla aklan*maya çalışılmış telbîs mülâhazamızda bir orta yolu belirlediğimizi zannediyorum.)
1
Telbîs; gayret ehline Hazreti Feyyâz-ı Ezelî’nin ihsan buyur*duğu nûrlu dakika, saat ve daha geniş zamanları; sonra bütün bu zaman parçaları içinde insanlara lutfettiği ikramları, kera*met*leri; o kâmil insanların, yalana, aldatmaya girmeden sürekli giz*leyip halk nazarında âhâd-ı nastan bir insan olarak bilinme gay*retidir ki, fark-cem arası ihsasların gel-gitleri içinde duyulur.. ve böyle bir sâlik-i mülebbis, sürekli ihlâs arayışı içinde bulu*nur.. günde birkaç defa kendini sadâkat kontrolünden geçirir.. Ce*nâb-ı Hakk’ın kendisine olan hususî teveccühlerini ve o tevec*cühlerin değişik vâridler ve ikramlar şeklindeki tezahürle*rini de, bir taraftan tecellî edip geldikleri kaynağa saygının ge*reği, diğer taraftan da, O’ndan gelen her şeyin gizli birer arma*ğan olması mülâhazasıyla her zaman Veren’le verilen arasında, saklı birer sır gibi kalmasına dikkat eder ve bunların kimse ile paylaşılması*nı istemez. Dahası, her fırsatta Cenâb-ı Hakk’ı na*zara vererek O’na müteallik şeylerin öndeliğinde ısrar eder ve izharı gerek*tiren ciddî bir sebep ve sâik söz konusu değilse, he*men her zaman Hazreti Halilü’r-Rahman’ın kavmine karşı, إِنّي سَقيمٌ , بَلْ فَعَلَهُ كَبيرُهُمْ هذَا türünden ta’rizlere başvurarak değişik telbîsler*le dikkatleri, hep aranması gerekli olana çevirir ve ara*nan insan olmadan da âdeta yılandan-çıyandan kaçındığı gibi kaçınır.
Olgun bir telbîs insanı, kendi iç derinliğini ve muhteva zen*ginliğini ağyara hissettirmeme ve sürekli kendini sıfırlamada öy*le ustaca manevralarda bulunur ki; ne melâmet mülâhaza*sıyla şahsında İslâm’ı ta’n ve teşnî’e kapı aralar ne de harika yanla*rıyla başkaları üzerinde, mazharı göründüğü envâr u esrâ*rın gerçek sahibi olduğu hissini uyarır. Hemen her zaman, en sa*dıklara yaraşır derin bir vefa hissiyle, değil iddia ve iddia işmam eden söz ve davranışlar, üzerinde tebellür eden hususi*yetlere mazhariyet demeden dahi kaçınır. Ve aksi bir davranışı apaçık bir gasp telâkki eder; telâkki eder ve Hak ihsanlarının mer*kez noktasında bulunduğu zamanlarda bile hep edebini ta*kınır ve kendi kendine: “Sen bunlara ne kaynak, ne sahip, ne de maz*harsın.. evet, üzerinde yer yer belirip sonra da kaybolan bu hu*susî vâridler, kat’iyen senin olamaz!. gelirken sen getir*medi*ğin, giderken de gitmelerini önleyemediğin için onlara “benim” diyemezsin.! Bu ölçüdeki ihsan ve utûfeler karşısında senin duru*mun, Hazreti Feyyâz-ı Mutlak’tan gelen bu mevhibelere kesif bir ayna olmak ve O’nu nazara vermekten ibarettir.” der. Böyle bir mülâhazanın söz konusu olmadığı du*rumlarda da: “Sen ilâhî sır*ları ketmetmelisin; ketmetmelisin ki alış-veriş devam etsin ve senin imkân ve iktidarını aşkın bu mevhibeler, senin temellük iddianla istidraç ve mekr-i ilâhîye dönüşmesin..” diye mırıldanır ve dışı itibarıyla hep düz bir insan gibi göründüğü aynı anda, iç âlemi itibarıyla fevkalâde gayûr ve gözlerinin içine başka hayâlin girmesine fırsat vermeyecek ka*dar da titiz davranır.
Telbîs erinin yürüdüğü cadde sapasağlam bir tahkik yolu, hedefi Hak rızâsı, meşrebi açık-kapalı halktan istiğna ve iç dün*yası her an ayrı bir murakabe ile hep sürpriz derinlikler peşinde ve yükselişler adına dur-durak bilmeyecek kadar heyecanlı; hal*kın içinde Hak’la beraber olmanın temkînini aksettirecek kadar da engindir. Halkın içinde dolaşır durur ve Hakk’ın mârifet-muhabbet ve zevk-i ruhânî adına kendisine olan ihsanlarını onlarla paylaşmaya çalışır; paylaşmaya çalışır, yol ve yön bilmezlere rehberlik eder.. onlara ışığa giden yolları gösterir.. A’râf’takilere Cennet iş’ârında bulunur.. hedefsiz yaşayanların gönüllerine mefkûre üfler.. ve herhangi bir külfete girmeden toplumun her kesimiyle alış-verişte bulunabilir.
Bir telbîs kahramanının gerçek çehresi, kendini nefy ü inkâr ve her şeyde Hakk’ı izhar olduğuna göre; Herevî’nin onu Hakk’a isnat etmedeki ifratını da, İbn Kayyim ve taraftarlarının tefritini de bir tarafa bırakarak bir kere daha hatırlatmak isteriz ki; telbîs, farzlarla ıstıfâ-yı ruhîsini ikmal etmiş hak yolcusunun nafile tut*kusunda derinleşip maiyyet-i ilâhiyeye ermesi ve Cenâb-ı Hakk’ın celâlî ve cemâlî tecellîlerine tam bir mir’ât-ı mü*cellâ olmasıdır ki, Cenab-ı Feyyâz bu seviyeyi ihraz eden bir sâlikin gören gözü, işiten kulağı olur ve ona kendi olarak kal*manın yalnızlığını, sa*hipsizliğini, güçsüzlüğünü kat’iyen tattır*maz. Ona bahşettiği kri*terler ve onları yerinde kullanma ilham*larıyla onu dünyevî-uh*revî en güzel akıbetlere ulaştırır. Ona gö*rülmedik şeyleri göste*rir, duyulmadık şeyleri duyurur.. ve onu bir enstrüman gibi kul*lanarak insanlar arasında kendi muradını onun nağmeleriyle te*rennüm eder.
1
Peygamberlik ufkunun hususî derinliği, safveti ve kıyas ka*bul etmezliği mahfuz, وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ وَلَكِنَّ اللهَ رَمى “Attığını attı*ğın zaman sen atmadın onu ancak Allah attı.”[1] ve إِنَّ الَّذِيـنَ يُبَايِعُونَكَ إِنَّمَا يُبَايِعُونَ اللهَ يَدُ اللهِ فَوْقَ أَيْدِيهِمْ “O sana bey’at edenler Al*lah’a bey’at etmişlerdir, Allah’ın inâyet eli onların üzerindedir.” icmâlî meâlleriyle vereceğimiz bu âyetler tevhid edalı, cem televvünlü, fark buudlu böyle bir üslubun işaret kaynağı gibidir*ler, işaret kaynağı gibidirler, ama bu çizgide hak erlerinin yaşa*dığı telbîs Hz. Zât’ın zâtı itibarıyla değil, sıfatları itibarıyladır ve gerçek çerçevesi de muhkemâta ircâ ile belirlenecek bir telbîstir. Evet, âyetlerde işaret edilen atıp vurmanın, görüp ko*nuşmanın, bey’at edip yüceltmenin keyfiyeti –aslında keyfiyet sözü bile, söz yetersizliği mazereti olmasa apaçık bir saygısızlık– ne olursa ol*sun Hak, sıfât-ı celâliye ve kemaliyesiyle o Müstesna Zât’ta mü*tecellî demektir.
İşte bu mülâhazayı, Hz. Mevlânâ, biraz da “fenâ fillâh, be*kâ billâh” esprisi içinde şöyle ifade eder:
گُفت نُوحُ اَى سَر كَشَان مَن مَن نَيَم مَن زِجَـان مُردَم بَجَانَان مِى زِيَم
چُـون بَمُـردَم از حَوَاسِّ بُو البَشـَر حَق مَرَاشُد سَـمعُ و اِدرَاكُ و بَصَر
Hazreti Nuh: “Ey isyanda baş çekenler, ben ben değilim; ben cânım itibarıyla ölü, cânan ile diriyim. Zira ben, insanlığın babası Hz. Âdem’in bazı hisleri itibarıyla ölüp fani oldum.. ve Cenâb-ı Hakk bana sem’ u idrak ve basar oldu.”
Kadîmden beri ehl-i hak hep böyle vücûdda adem, adem*de vücûd mülâhazası üzerinde duragelmiştir. Bu konudaki en tutarlı yaklaşım da; nefis ve enâniyet cihetiyle yok olup, kalbî ve ruhî hayat itibarıyla yeniden dirilişe erme olsa gerek...
رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ،
وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَأَصْحَابِهِ مِلْءَ اْلأَرْضِ وَمِلْءَ السَّموَاتِ.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Enfâl sûresi 8/17.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
VÜCÛDَ
Bulunma, var olma mânâlarına gelen vücûd, istiğfar eden günahkârlar için لَوَجَدُوا اللهَ تَوَّابًا رَحيمًا“Onlar Allah’ı tevbelerini ka*bul eden bir Rahîm olarak bulurlar.” veya herhangi bir inhi*raf sonucunda istiğfar edenlerle alâkalı يَجدِ اللهَ غَفُورًا رَحيمًا “Al*lah’ı Gafûr ve Rahîm olarak bulurlar.” ya da münkirlerin inkâr ve suiakıbetini ifade sadedinde وَوَجَدَ اللهَ عِنْدَهُ فَوَفيهُ حِسَابَهُ “O, neti*cede Allah’ı bulur ve O’na mülâki olur, Allah da tastamam o*nun hesabını görür.” âyetleriyle anlatılan Hz. Zât’ın isim ve sı*fatlarının bir taallukuna mazhariyet değil; اِبْنَ ادَمَ اُطْلُبْنِي تَجدْنِي “Âde*moğlu Beni ara ki Beni bulasın.”(Tarihu Cürcani, İbn Receb) eseri ve daha bir kısım müteşâbih hadislerle bahis mevzuu edilen “bî kem u keyf” O’nu hakikatı itibarıyla bulmadır ki; netice de böyle bir bulmada hak yolcusu zevkî, hissî ve hâlî sübühât-ı vechin şuaâtı karşısında bü*tün bütün eriyerek, geriye sadece temyiz edemeyeceği bir “zevk” ve bir de “hâl” kalır. İmanla harekete geçip mârifet ve muhabbete yürüyen böyle bir yolcuya “sâlik”, afakî-enfüsî ema*relerin dillerini anlayarak ve onların şehadetlerini duyarak yol*culuğu sürdürene “kâsıd”, hedefe ulaşıp vicdanının istiâbı ölçü*sünde kalblerde kenzen bilinen hakikate –zaman, mekan ve hayyiz üstü– ulaşana da “vâcid” denir. İşin başlangıcında, i*manla tam bir metafizik gerilim, devamı itibarıyla emarelerin ufkunda sevk ve insiyak, her müstaidin kendi yolunun sonunu duyması açısından da “Hazîratü’l-Kuds”ün şuaâtı karşısında eri*yip bütün bütün yok olma söz konusudur ki, bu ne hulûl, ne it*tihad, ne tecessüm, ne inkılâp ne de başlangıç itibarıyla O’ndan ibaret bulunmadır; bu, sadece ve sadece derya karşı*sında, der*yada hissedilen damlayı, güneş karşısında ondan ge*len zerreyi duy*ma keyfiyet ve zevkidir. Ebû’l-Hasan en-Nûri, böyle bir zev*ki seslendirme sadedinde; “Ben yirmi senedir hep bulma ve yi*tirme arasında gelip gidiyorum; ‘keyfiyeti meçhul’ Rabbimle vus*lat yaşadığımda kalbimi kaybediyorum, kalbî varlı*ğımı duyunca da O’nun gaybûbetine mâruz kalıyorum.” der ki, hâl ehlinin ta*havvülünü ifade etme bakımından gayet enfestir.
Elbette ki yolun bidâyetindekilerin bu hâlâtı duyup hisset*mesi mümkün değildir; zira peşi peşine cereyan eden bu ahvâl, belli ölçüde suya girmiş bir dalgıcın suyu hissetmesi, kendini de*rinliklere salınca tamamen suyun çekimine tâbi olması ve bütün bütün o derinliklerde kaybolunca da yalnız suyu duyması gibi bir şeydir. Bir nesnenin hakikatine erme yolunda böyle bir du*yuş eğer mârifet türü şeylerden ise, o ilim ötesi, mârifet edalı bir vicdan kültürü; eğer bir iç müşahede ise o da, bir “muâyene”; eğer hak yolcusu, araştırma, terkip ve tahlil adına bir “hel min mezîd” eri ise o da bir mükâşefe ve müşâhede; şayet bu kimse bir “cem kahramanı ise” o da bir “fenâ fillâh” ve “bekâ billâh” hâlidir ve böyle bir hâl ehli sürekli mâsivâullahtan istiğnâ dairesi içinde döner durur.
Birinci merhale itibarıyla hak yolcusu şüphe, tereddüt ve bütün kuşkulardan sıyrılarak öyle bir vicdanî mârifete ulaşır ki, artık o noktadan sonra “bulma” adına –yer yer hakikatin seslendirilmesi nevinden varlık ve hâdiselerden bahsedilse de– is*tidlâle fazla ihtiyaç duyulmaz.. ve sâlik, böyle bir “ilm-i ledünnî” kaynaklı “vücûd” mülâhazasıyla, şahid ve deliller sayesinde el*de edeceği bilginin yanında, hatta üstünde ve ötesinde zevkî bir mârifet ve hiss-i bâtın ufkuna yükselir.
İkinci merhale itibarıyla ise sâlik, “Hazreti Vücûd”u; cisim, cevher, araz, tahayyüz, zaman, mekan gibi hususlarla kayıtla*ma*dan basiret nûrlarıyla ve “ayne’l-yakîn” müşahede ölçü*sün*de duyup hissetme zirvesine ulaşır.
Üçüncü merhale itibarıyla ise müntehî, zevkî, hâlî bir mü*şahede ile, Mevcûd-u Hakikî’den başka her şeyin silinip gittiği bir şâhikaya yükselir ve duygu dünyasında tam bir fenâ-yı mut*laka erer. Böyle bir tertip; mârifeti ilmin üstünde, şuhûdu mâri*fetin ötesinde ve vücûdu da şuhûdun fevkinde kabul edenlere göre bir esas sayılsa da, şuhûdu vücûdun verâsında kabul e*denler için tashihe ihtiyacı olan bir yaklaşımdır.
Bundan başka, vücûd hakikatine dayanan; fakat zaman za*man felsefî ve nazarî bir hüviyet arzeden, zaman zaman da hâlî ve zevkî bir keyfiyetin ifadesi olan bir de “Vahdet-i Vücûd” mü*lâ*hazası söz konusudur. Böyle bir bahis münasebetiyle, tâ*kati*miz ölçüsünde o istikamette de hafif bir kapı aralamanın ya*rarlı olacağı kanaatindeyiz.
Bütün varlık, Zât-ı Ehad u Samed’in isim ve sıfatlarının bir gölgesi ya da bir tecellîsi olması, eşya ve hâdiselerin perde arka*sına muttali olanlar için her şeyin; sâlikin, zevkî, hâlî ve hissî muzmahil olup gitmesi nazariyesine dayanan, bazen felsefî bir görünüm arz eden, bazen bir taklit olarak soluklanan, bazen de tasavvufî bir duyuşun ifadesi olarak dile getirilen “Vahdet-i Vü*cûd” telâkkisi, bugüne kadar seslendirilme sâiklerinin değişik*liği ölçüsünde farklı yorumlara tâbi tutulmuş, “Vahdet-i Şuhûd” dan, “Vahdet-i Mevcûd”a kadar geniş bir alanda yorum ve tevil zemini bulmuştur. Bu konu “Kalbin Zümrüt Tepeleri” mevzuuy*la doğrudan alâkalı olmasa da, suiistimale açık pek çok menfezi bulunması açısından işaret nevinden de olsa bir kı*sım ana başlıkları itibarıyla bir kere daha hatırlatılmasının fay*dalı olacağı mülâhazasındayız.
* * *
Vücûd; varlık, mahiyet, zât demektir ve tasavvuru da müna*kaşa edilmeyecek kadar açıktır. Böyle bir görüş, pek çok yeni felsefeciyle beraber bir hayli İslâm düşünürünün de paylaş*tığı bir görüştür. Ancak, vücûd başka, zât ve mahiyet ise tama*men başkadır. Tasavvurda zât ve mahiyet vücûddan önce gelir. Söz gelimi bir parça su, hâricî vücûd açısından henüz mevcûd değilken, onun hem zâtı hem de mahiyeti pekâlâ tasavvur edi*le*bilir, resimlendirilebilir ve bir çerçeveye konabilir. Oysaki vü*cûd, böyle bir zât ve mahiyete nisbeten ikinci derecede ve zâid bir konumdadır; zira zâtî hususiyetler, bazı arazî keyfiyet*lerle müşterek mütalâa edilmeyince, orada hâricî bir vücûddan söz etmek mümkün değildir. Meseleyi yine “su” misaliyle ele alacak olursak, “su”daki farklı hâl ve keyfiyetler onun mahiyeti üzerine zâid hususiyetlerdir. Zâtî ve aslî keyfiyette hiçbir zaman değişik*lik olmamasına karşılık, arazî keyfiyetler, her zaman yer*lerini başka hâl ve tabiatlara bırakarak değişebilirler.. evet su, arazî keyfiyetleri itibarıyla sıvı olabileceği gibi, buz ve buhar hâ*line de gelebilir.
İşte böyle su gibi fizikî bir unsurun hem bir zâtı hem de mahi*yet ve aslı olduğu misillü, aklî ve metafizik varlıkların da hem birer zâtları hem de mahiyetleri vardır. Ancak böyle bir meselede, vücûdu mümkün olanla mutlak ve vacip bulunanın birbirine karıştırılmaması da fevkalâde önemlidir. Hemen bütün İslâm düşünürleri, vacip olan vücûdu, kendine has bir mevcûd kabul etmiş, O’nun varlığını da mahiyete muhtaç olmaktan ve tabiî mürekkep bulunmaktan da müberrâ saymışlardır; zira baş*ka bir şeye ihtiyaç, varlığı mümkün olan veya yaratılanların lâzımıdır. Varlığı kendinden olan ise bu türlü avârızdan münez*zeh*tir. Aslında, Hazreti “Vacibü’l-Vücûd”a ayrı bir mahiyet, ayrı bir vücûd isnadı, “farz-ı muhal” mülâhazasıyla bile caiz değildir; zira O, ne yalnız bir vücûd, ne mahiyet ne de ikisinden mürek*keptir.. evet, vücûd-u vacibde ne bunların ayrı ayrı mülâhaza*ları ne de hepsinin birden tasavvuru mümkündür.
“Âlem” dediğimiz bütün bir varlıkta O mütecellîdir.. her şey önce birer birer, sonra bir bütün olarak O’nun varlığının ema*relerinden ibarettir. Her zaman eşya ve hâdiseler gürül gürül çağ*layarak akar ve varlıklarının her karesiyle sürekli O’nu hay*kırırlar. Bir yönüyle bütün kâinat ve insan böyle bir tecellî çağla*yanının devam ve temâdîsinin bir ünvanı, vicdan da bu çağıltıyı duyan, değerlendiren bir müşahid, bir mütalâacı ve bir değer*lendiricidir.
İşte bu zaviyeden, bütün varlık, O’ndan gelir ve mütemâdî tecellîlerle de âdeta bir ırmak gibi sürekli akar-durur. Bu akıştaki intizam, âhenk ve sür’at sayesinde biz, ne kendi mahiyetimiz*deki ne de eşyadaki inkıtâların farkına bile varamayız. Eşya ve şüûn tecellî kareleri arasındaki fâsılalar, sezilmeyecek bir sür’at ve intizamla gelip geçtiğinden, varlık-yokluk münâvebesini du*yup hissetmek mümkün değildir. Her şey bir bir gelir, varlığa yürür; varlıkları yokluklar takip eder.. evet, bir bir gelenler, sonra bir bir çeker-gider; gidenleri arkadan gelenler izler; ne var ki biz, ne gelenleri görür ne de gidenleri hissederiz.
“Gelir bir bir, gider bir bir kalır Bir,
Gelen gider, giden gelmez bu bir sır...”
Bu sırrı anlamayanlar, ömürlerini körler, sağırlar gibi geçi*rir; ne bir şey duyar ne de bir şey hissederler. Bu sırra âşina olanlarsa, varlığı temâşâ ederken kâh “şuhûd”dan bahseder, kâh “vücûd”u mırıldanır, kâh mülâhazalarını tam kompoze ede*memenin acziyle maksadı aşan beyanlarda bulunur.. hulûl iş*mam eden sözler söyler.. ittihaddan dem vurur.. hatta zaman zaman, gidip vahdet-i mevcûda saplandıkları, saplanıp O da bir “ruh-u sârî” ve bir “kanun-u sârî” diyerek zât, sıfât ve esmâ mev*zuunda en büyük günahlara girer. Gerçi bir mânâda O’nun bir asıl, varlığın da O’nun vücûdunun ziyâsının bir in’ikâsı ol*ması itibarıyla bütün âleme bir hayâl ve gölge nazarıyla bakıla*bi*lir ve kâinat, insan, hâdiseler “bir varmış-bir yokmuş” mülâ*hazası içinde değerlendirilebilir; ama bu kat’iyen her şey “O” demek değildir. Evet, ezelde sadece O var idi.. O’ndan gayri de hiçbir şey yoktu. Bize göre bir gün geldi O murad bu*yurdu; il*mindeki plân, program, ilmî ve kaderî mahiyetleri, kud*ret, irade ve meşietiyle ilmî vücûdları haricî vücûda çıkararak var*lığının tasavvurlar üstü tecellîlerini bir de ağyarın gözüyle gö*rüp temâşâ etti ve her şeyi kendi zâtına bir mir’ât-ı mücellâ ko*numuna yükseltti. Yani ilminin ihatasını ve vücûdunun tecellî*sini farklı aynalarda izhar ederek o aynalara iltifatta bulundu.
O, henüz hiçbir şey yokken böyle bir tek emirle, âyân-ı sâ*biteye hâricî vücûd urbası giydirip onu değişik buudlarıyla izhar ve teşhir eylediği gibi, isterse her şeyi bir anda yok da edebilir.. evet
“Bir kere var ol dedi, var oldu cihan
Olma derse mahvo*lur ol dem heman.”
Varlık, ezelde yok olduğundan, haricî vü*cûda yürürken O’nun sun’-u bedîiyle var olduğu gibi, vücûda erdikten sonraki varlığını da O’nun kayyûmiyetiyle sürdürdü*ğünden, ona “yok” denmesi onun izafîliğindendir ve bu telâkki doğrudur.. evet, her şeyin vücûdu O’ndandır ve her şey varlı*ğını O’nun kayyûmiye*tiyle devam ettirmektedir. Ancak, ezelden ebede kadar var olan O Ezel ve Ebed Sultanı, kendi ilim ve vücû*dunun bir tecellî ya da bir gölgesinin gölgesini varlık şek*linde plânlayıp bizi ve bü*tün kâinatları bu büyük plânın birer parçası hâline getirerek biz*lere nefhettiği ilâhî bir ruhla, kendi bediî eserlerini, bir de, mil*yarlarca farklı aynalarda müşahede etmek istedi ve takdirlerini takdirlerimize emanet eyledi. İlmî vücûdlarımız itibarıyla müc*mel ve mübhem bulunan “sen”, “ben”, “siz”, “biz” ünvanlarına senlik ve benlik sıfatlarına; se*çilme ve birbirinden ayrılma, baş*ka başka mahiyetler alma ve mahiyetlerimizdeki cevherlerin hu*susiyetleri açısından kaderî plândaki istidatlarımıza göre kâbi*li*yetler, kâbiliyetlere göre hedefler ve o hedeflere ulaşmak ko*nu*sunda meyelanlar ya da o meyelana tasarruflar bahşederek, bizi ve her şeyi ilim ve vücûd sıfatlarının yanında diğer sıfât-ı süb*haniyesiyle de serfirâz kılmıştır ki, bize ve bizim gibilere de, böy*le mukadder, mukaddes bir mazhariyete râzı olmadan baş*ka bir şey yakışmaz.
Konuyu bu şekilde tesbit ettikten sonra geriye, temeli, da*yanağı ve devamı itibarıyla belli bir zevk ve bir hâl ufkuna ula*şanlar için, kendi varlıklarını lizâtihi yok kabul etmek kalıyor ki bu da, Hazreti “İlim” ve “Vücûd”un asliyet, dâimiyet ve kayyû*miyeti karşısında, O’nun zâil bir gölgesinin varlığını nef*yetmek gibi bir şeydir. Evet her şeyi bir vahid gibi duyup his*setmek başka, bunların aynı şey olması tamamen başkadır; hakâik-i ilâhiye başka, kevnî ve izafî hakikatler başkadır. Gerçi hakâik-i ilâhi*yeden “Allah”, “Rahman”, “Rezzak” gibi isim ve sı*fatlar mev*sufları itibarıyla bir tek hakikat gibidir ama, bunlar*dan her birer*leri delâlet ettiği hususî mefhum hasebiyle diğerle*rinden başka ve akıl, zihin açısından da temayüzleri bedihîdir. Bu itibarla, bir gerçek ârifin, bu türlü durumlarda hem ittihad noktalarını hem de imtiyaz noktalarını tefrik edip düşünce isti*kametini koruması*na karşılık, yoldaki bir hâl ehlinin her zaman bazı iltibaslara düşmesi söz konusudur ki, değişik tefsirlere açık olan da işte bu türlü kimselerin yorumlarıdır.
Kevnî hakikatler ele alındığında da yine, canlı-cansız, can*lılar arasında hayvan-insan-melek-şeytan gibi esmâ ve sıfât mer*tebesine ait belli ad ve unvanlarla değişik tecellîler görünür. Bu ad ve unvanların arkasındaki bütün varlıklar bir birlik arz ederler; zira bunların verâsında “taayyün-ü evvel”, “âlem-i ce*be*rût” veya “hakikat-ı Ahmediye” diyeceğimiz bir mertebe söz konusudur ki, o da bir tevcihe göre vâhidiyet, diğer bir tev*cihe göre de ehadiyet tecellîsidir. Bu mebde’deki vâhidiyet-ehadiyet mertebesine tenezzül ile âyân-ı sâbitenin bir tafsil ve inkişafı olarak taayyün etmiş ve belirgin bir hâl almıştır. Bu iti*barla da, bunlardan biri diğerinin aynı değil; bir tafsil ve inkişa*fıdır.
İşte bu ölçüde varlığın perde arkasına açık bir ârif, hakâik-i ilâhiye ve mutlak vâhidiyet yanında kevnî hakikatleri de müşa*hede eder ama, başkaları gibi iltibasa girmez.. evet, bir mânâda her şeyin mütelâşi olup gittiğini hissetse de, her nesneyi diğe*rinden aklen farklı ve hissen bir muayyeniyet ve imtiyaz içinde görür; tecessüslerini fark içinde sürdürür.. sürdürür de ne müşa*hede ve mükâşefenin vâridlerini görmezlikten gelir ne de his ve akl-ı selimin imtisaslarına karşı lâkayt kalır. Aksine, bu ufka ota*ğını kurmuş bir ârif-i billah, duyup hissettiklerini bazen hakikat ve izafet, asıl ve zıll mülâhazalarıyla dile getirir; bazen de اَلْحَقِيقَةُ وَاحِدَةٌ وَالتَّعَيُّنَاتُ مُتَعَدِّدَةٌ “Aslî hakikat tek, harice akseden ayân ise müteaddittir.” diyerek duygularını soluklar ve hep aynı eksen ü*zerinde hareket eder durur.
Bundan başka, öteden beri vücûd-u Hak, farklı iki merte*bede mütalâa edilegelmiştir. Bu mertebelerin birinde, hâl ve mü*şahede itibarıyla sıfatlar mülâhazaya alınmaz; dolayısıyla, sıfatların mütekabiliyeti ya da birbirine muhalefeti söz konusu değildir. Yani bu mertebede sadece ve sadece zât mülâhazası hakimdir ki; “zât-ı baht” veya “zât-ı halis” de diyebileceğimiz bu makama erbabı: “ehadiyet”, “âlem-i lâhut”, “âlem-i lâ taay*yün” ve “gayb-ı hüviyyet” demişlerdir. “Herkesin istidadına va*bestedir âsâr-ı feyzi” herkes vicdanının enginliği ve inkişafı ölçü*sünde böyle bir hâli farklı şekilde zevkeder ve yaşar. Diğer mer*tebede ise, Hazreti Zât, bütün sıfatlarıyla mülâhazaya alınır ve aynı zamanda burada sıfatların mütekabiliyeti ve birbirinden farklılığı da söz konusudur ki, işte bu mertebeye, “Hazreti Vâ*hidiyet”, “âlem-i ceberût”, “taayyün-ü evvel” veya “hakikat-i Muhammediye” denir.
* * *
Hazreti Vâhidiyet’in, Hazreti Ulûhiyet de diyeceğimiz bir bâ*tın ve Hazreti Rububiyet diyeceğimiz bir de zahir yüzü vardır. Vâkıa, bunları bir hakikatin iki yüzü şeklinde de ifade etmek mümkündür. Aradaki farklılığı biraz da seyr u sülûk-i ruhânî es*na*sında sâlikin zevki belirler ki; ayrı ayrı duyuş ve sezişlerde ayrı ayrı yorum ve seslendirmelerin olması gayet normaldir. Meselâ, bunlardan bir kısmı, nefis ve benlikleri itibarıyla tama*men iz*mihlâle yönelir ve bütün ruhlarıyla Hazreti Vücûd’un du*yulup hissedilmesine mâni kabul ettikleri izafî ve zıllî vücûd telâk*kilerinden sıyrılarak hep “fenâ fillâh”la oturur, “bekâ billâh”la kalkar ve maiyyet maîninden huzur yudumlarlar. Diğer bir kısmı ise, kendi vücûd-u izafîlerini duyup hissetmeyecek ka*dar Hazre*ti Vücûd’un şuâları karşısında bütün bütün eriyip yok olmuşlar*dır ki, ne kendilerini ne de çevrelerini görüp hissedebi*lirler. Ken*dilerini ve çevrelerini görüp hissetmek bir yana, istiğ*rak ve iz*mihlâllerinin derinliği ölçüsünde farkı rüya sayar; ağ*yara vü*cûd isnadını da âdeta şirk-i hafî kabul ederler.
İşte böyle farklı farklı duyup hissedişlerin ifade, yorum ve seslendirilmeleri de farklı farklıdır. Bazılarının üsluplarında açık bir “panteizm” sezilir. Bazılarının beyanı “monizm”i yorumlar gi*bidir. Bazılarına vahdet-i vücûdcu diyebilirsiniz.. bazıları ise ga*yet net vahdet-i şuhûdcudur.
Şimdi isterseniz bu farklı konuları bir de mutasavvifîn ve mütekellimîn açısından ele alalım:
Teftâzânî, vücûd hakkındaki telâkkileriyle tasavvufçuları iki kategoride mütalâa eder. Ona göre bunlardan bir kesim, vah*det-i vücûd mevzuunda oldukça mâkul bir çizgide yürür.. ve mevcûd gibi vücûdda da kesretin var olduğunu kabulle bera*ber, seyr-i ruhanîlerinde kendi kemalâtlarının arşına ulaşıp da kendilerini tevhid deryasında müstağrak; zâtlarını Zâtullah’da, sıfatlarını da Sıfâtullah’da eriyip gitmiş görünce, gayrı onların nazarında bütün mâsivâullah kaybolur gider; gider de Hazreti Vücûd’dan başka bir şey göremez olurlar. Bu hâle, “fenâ fi’t-tevhid” dendiğine daha evvel temas edilmişti ki, Hazreti Seyyi*dü’l-Muvahhidîn, bir kudsî hadisle bu noktaya şöyle işaret bu*yururlar: “Allah: Kulum, nâfile ibadetlerle Bana yaklaşır, yakla*şır da Ben de onu severim; sevince de onun işiten sem’i, gören basarı olurum.”(Buhari) Bu mertebeye yükselen bir müntehî, ba*zen müşahede ettiği resimleri, bazen de vicdanında duyduğu ahvâli ifade edecek tabir bulamadığından, maksadı aşan be*yanlarda bulunabilir; hatta hulûl ve ittihada çekilebilecek sözler bile söy*leyebilir.
İkincilere gelince, onlar açıktan açığa nazarî bir vahdet-i vü*cûda kâildirler.. ve bir mânâda her şeyi O’ndan ibaret kabul et*mektedirler ki; bu telâkkiye göre, görüp duyduğumuz âlemde, vücûd-u Bârîden başka hakikî hiçbir vücûd yoktur; kesret dedi*ği*miz şeyler ise sırf bir hayâl ve seraptan ibarettir.
Teftâzânî’nin bu tarifinde, Mustafa Sabri Bey’in de işaret et*tiği gibi, birinci kategoriye girenlere “sofiyyûn” ikincilere de “mutasavvifûn” denir. Birincilerin beyanı, vecd ve istiğrak gibi bir hâli ifadede, kelime yetersizliğinden kaynaklanan bir iltibas ve bir hata söz konusudur. İkincilerin mülâhazası ise tamamen bir düşünce tarzı, bir kanaat ve bir felsefedir. Celâleddin ed-Devvânî, bu kanaati kanaatin arka plânıyla şöyle izah eder: Zâtî olsun, zamanî olsun, varlığın kendi kendine meydana gelmesi imkânsız ve muhâl olduğundan, vücûdu mümkün olan hemen her şeyin behemahâl vacibu’l-vücûd bir illet ve sebebe dayan*ması zarurîdir. Bu itibarla, hiçbir mâlûl ve mahlûk kendi ken*dine var olamadığı, varlığını devam ettiremediği gibi, dayandığı noktaya aykırılığı ve muhâlefeti de söz konusu değildir. Öyle ise bütün eşya ve hâdiseler, dayandıkları sebep ve illetlerle kaim*dir*ler. Dolayısıyla da her şeyin vücûdu itibarîdir. Yani var*lığın her parçası, dayandığı illet ve sebep itibarıyla izafî bir vü*cûda sahip olsa da, ondan, müstakil bir varlık gibi söz etmek müm*kün değildir.
Böyle bir yaklaşım açısından, kâinatta her zaman itibarî ve izafî pek çok vücûd söz konusu olsa da, varlığı kendinden hakikî vücûd sahibi bir tanedir, O da vücûd-u Bârî’dir. Bizim müşa*hede edip duyduğumuz şeyler ise, Zât-ı Hakk’ın şuunâtından iba*rettir.. Muhyiddin İbn Arabî bu konuda daha da ileri giderek: “Hiçbir şey bir neş’etten, bir tezahürden, bir akisten öte herhan*gi bir kıymet-i vücûdiyeye malik değildir. Ne var ki, bu neş’et, bu tezahür ve bu akisler (tıpkı bir film şeridindeki kareler gibi) o kadar hızlı ve peşi peşine hareket etmektedir ki; biz bir galat-ı hisle onda bir devam ve temâdînin var olduğunu zannet*sek de, her şeyin böyle mütemâdî bir tecellîden ibaret oldu*ğunda şüphe yoktur” der. Câmî ise aynı çizgide: كُلُّ مَا فِي الْكَوْنِ وَهْمٌ أَوْ خَيَالٌ أَوْ عُكُوسٌ فِي الْمَرَايَا كَالظِّلاَلِ “Kâinatta her şey, ya bir ve*him, ya bir hayâl ya da aynalardaki gölgeler, akisler gibidirler.” diyerek bu mülâhazalara iştirak eder. Bedreddin’in konu ile alâkalı mütalâ*aları tamamen onun madde mevzuundaki düşün*celerini aksetti*rir ki, “Vâridat” baştan sona bu kabîl çarpık dü*şüncelerin har*manı mahiyetindedir. Bu itibarla da onu, nazarî vahdet-i vü*cûdcular arasında saymak bile doğru olmasa ge*rek...
Vahdet-i vücûd konusunda, bazılarının hâlî ve zevkî mülâ*ha*zaları, bazılarının Zât-ı Hakk’a tahsis-i nazar etmeleri, bazıla*rının da konuya tamamen nazarî ve felsefî olarak yaklaş*maları pek çok farklı düşünce, farklı yorum ve farklı seslendir*melerin doğmasına sebep olmuştur. Bununla beraber nerede ve hangi dönemde olursa olsun, bu görüşü paylaşanlar, Allah’ın vü*cû*dundan başka, kendi kendine kaim, hakikî bir vücûdun bulun*madığı konusunda ittifak içindedirler. Bu temel mülâha*zaya göre, Allah’tan başkasına vücûd isnadı, onların varlıkları*nın ha*kikî ve onlarla kaim olması açısından değil, Allah’a nisbet ve ta*allukları itibarıyladır. Yani bu sisteme göre hakikî Vücûd bir*dir. Bütün eşya ve hâdiseler ise bu biricik Vücûdun akis ve te*cel*lîlerinden ibarettir. Farklı bir yaklaşımla, vücûd bir ummân, eşya ve hâdiseler ise bu ummânın “bî kem u keyf” mevceleri mesâ*besindedir. Ne var ki bu dalgalanmalarda her bir dalganın yine de kendine göre bir temayüz ve muayyeniyeti söz konusu*dur. Her bir dalga zuhûr itibarıyla bir hususiyete malik olması*nın ya*nında, ummân içinde mütelâşî görünmesi açısından da, hissî ve zevkî olarak tamamen itibardan düşmekte ve gidip bir hiçe in*cirâr etmektedir.
Vahdet-i vücûd, hissî ve zevkî yanları nazara alınmadan, asliyet ve zılliyet hususları üzerinde durulmadan felsefî bir mü*lâhaza ile tahlile tâbi tutulursa, ta’tîl düşüncesine (sıfat ve esmâ-i ilâhiyeyi kabul etmeme felsefesi) girilir ki, böyle bir durumda hem din, hem ahlâk, hem de ilim ve hikmet açısından dünya ka*dar menfî şeylere sebebiyet verilmiş olur. Hatta tevhid yolunda yürürken, tevhid adına bir şirk-i hafîye düşülmesi bile söz ko*nusu olabilir...
Aslında, İslâm dini, قُولُوا لا إِلهَ إِلاَّ اللهُ تُفْلِحُوا “Lâ ilâhe illallah’ de*yin kurtuluşa erin.”(Taberani, Heysemi) gibi temel disiplinleri, قُلْ هُوَ اللهُ أَحَدٌ , وَإِلـهُكُمْ إِلهٌ وَاحِدٌ misillü ana esaslarıyla, sürekli tevhid-i ulûhiyeti nazara vermiş ve لاَ مَوْجُودَ إِلاَّ هُوَ “O’ndan başka mevcûd yok.” ve*ya لاَ مَشْهُودَ إِلاَّ هُوَ “O’ndan başka meşhûd yok.” gibi sözlerle ifade edilen “vahdet-i vücûd” ve “vahdet-i şuhûd” gibi konuları hiç bir zaman temel disiplin ola*rak söz konusu etmemiştir. Dolayısıyla da bu zengin ve rengin ahvâl, öteden beri hep bir zevk ve hâl işi olarak değerlendirilmiş ve kat’iyen objektif ve bağlayıcı bir esas olarak görülmemiştir.
Evet, vahdet-i vücûd ve vahdet-i şuhûd, seyr u sülûk-i ru*hâ*nîde, mârifet ufku itibarıyla belli seviyeye ulaşmış, bazı mi*zaç ve meşreplerin mazhar oldukları hâl açısından duyup zevk ettikleri, sezip değerlendirdikleri öyle hususî bir kısım imtisas ve ihsas ürünüdürler ki, böyle bir duyuş ve sezişi netice veren ah*vâlden sıyrıldıklarında veya istiğrak ve sekirden yakazaya yürüdüklerinde, o hususî ahvâle ait hususî vâridleri de bir kenara bı*rakır ve her şeyi Hazreti Mişkât-ı Nübüvvetin ışık tayfları altında yeni yeni yorumlara tâbi tutarlar. Bununla beraber bir kısım ehl-i mârifetin, bazen sekir ve istiğrak ânındaki sözleri, bazen de, kendilerinde olmalarına rağmen, dîk-ı elfâz ve beyan yeter*sizliğinden iltibaslara vesile olan ifadeleri her zaman hüsnüniyetlilerin güzel yorumlarına, suiniyetlilerin de felsefe yapmala*rına bir kaynak teşkil etmiştir. Evet şer’î mülâhazaya bağlı bir mantık لاَ مَوْجُودَ إِلاَّ هُوَ sözünden “Allah’tan başka hakikî mevcûd yoktur.” gibi bir mânâ sezmesine mukabil, felsefî bir mülâhaza aynı sözü “Her mevcûd Allah’tır.” şeklinde anlayabilmiştir. Bi*rinci görüşü paylaşanlar, sübjektif bir mülâhaza ile Allah’tan gayrı her varlığı nisbî, izafî, hatta sadece şuura akseden zıllî ve cüz’î bir nesne olarak görmelerine ve âlem nâmına bildiğimiz şeylerin, bir kısım hislerimizle algılanmış, sonra da hayâlleri*miz*le resimlendirilmiş ve zihinlerimizde hakikat suretini almış fotoğ*raflar olarak görmelerine karşılık; ikinciler görülüp-görül*meyen bütün bu âlemin O olduğu iddiasındadırlar ki; böyle bir mülâ*hazada tevhid değil şirk söz konusudur.. ve böyle bir görü*şün, sofiyenin zevken ve hâlen idrak edip seslendirmeye çalıştığı vahdet-i vücûdla da uzaktan yakından alâkası yoktur.. bunun olsa olsa vahdet-i mevcûdla alâkası olabilir ki, o da hulûl ve itti*hat mülâhazalarını da beraber getiren bir çarpıklıktır. Dünden bu*güne devam edegelen “Üzeyr ilâh”, “Mesih ilâh”, “Ali ilâh”, “Bahâullah ilâh”, hatta “Firavun ilâh”, “Nemrud ilâh” gibi müş*riklerin bile çok defa cesaret edemedikleri şirkin en çirkinine açı*lan yollar hep bu köprüden geçerek birer sistem hâline gelmiş*lerdir.
* * *
Allah-kâinat ve insan meseleleri, Kur’ânî disiplinler açısın*dan gayet vâzıh olmasına rağmen, kadimden beri bir kısım ca*hillerle, bir kısım maksatlılar, böyle çarpık yaklaşımlarla, hem de tevhid adına, bir yandan âlemi ispat ve Allah yerine ikâme et*meye çalışmış, diğer yandan da kâh ulûhiyet hakikatini tahrif, kâh O’nun sıfatlarını inkâr ve kâh O’nu, her şeye sirayet eden bir ulûhiyet-i sâriye şeklinde mütalâa ederek ta’tîle sapmış ve it*tihattan, hulûlden dem vurmuşlardır; dem vurmuş ve لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ sözü, لاَ مَوْجُودَ إِلاَّ هُوَ mânâsına gelmektedir, diyerek tahrifin en se*vimsizini irtikâp etmişlerdir.
Kanaatimce bu konuda yapılması gerekli olan tek şey, var*lığı nefy ve inkâra dayanan vahdet-i vücûdu, bir hâl, bir zevk işi olarak kabullenip, istiğrak, hâle mağlubiyet, duyulup hissedilen şeyleri ifadede kelime yetersizliği, beyan darlığı diyerek onları mazur görmek; “Bütün alem Allah’tır ve O’nun vücûdu bir vücûd-u âmmdır” mülâhazasıyla vahdet-i mevcûd şeklindeki bir mülâhazayı ise, felsefî düşüncenin bir uzantısı kabul edip böyle bir anlayışa karşı koyarak Müslümanların zihinlerini sıyânet et*mektir. Bu itibarla, çerçevesi korunamadığı takdirde, her zaman vahdet-i vücûdda bir kısım yanlış anlamalar söz konusu olabilir. İlm-i ledünne mazhariyetle eşya ve hâdiselerin gerçek kıymet-i harbiyelerini görüp, hissettikten sonra onlardan yüz çevirerek Hazreti Şahid-i Ezelî’ye yönelmeyi, işaretlerden ve işaretçiler*den istiğnâ-i mukayyetle Hazreti “Vücûd”un nûrlarına müstağ*rak olmayı ve böyle bir istiğrakla nefis ve benlik cihetiyle eriyip gitmeyi hatarsız tevhid saymamıza mukabil; felsefî ve na*zarî bir kısım mülâhazalarla, bütün eşyaya ulûhiyet isnadını bir şirk, bir haddini bilmemezlik ve esmâsıyla mâlum, sıfatlarıyla mu*hât, ilim, kudret ve irade gibi evsâf-ı celilesiyle her şeyi kuşat*mış Hazreti Hakk’ı –hâşâ– ta’tîl etme sayıyor ve imanımı*zın gereği ürperiyoruz.
Evet, nefsi, benliği dahil her şeyi Hazreti “Vücûd” adına fâni gören ve bekâsını Hak bekâsında bilen ve “heme ezost” di*yen bir “fenâ fillâh” ve “bekâ billâh” eri nerede?. Bütün eşya ile beraber kendini de ulûhiyetin mahall-i hulûlu veya O’nunla itti*had etmiş bir parçası gibi gören bencil, mağrur, hâl ve zevk*ten habersiz bir mütefelsif nerede?. Birinciler, Hakk’ın varlığı karşısında kendilerini deryada damla, güneşte zerre, eşya içinde hiç ender hiç kabul etmelerine karşılık, ikinciler, damlayı ayn-ı der*ya görmekte, zerreyi güneş kabul etmekte ve bütün kâinatları O’nun bir tezahürü saymaktadırlar. Birinciler temkin düşün*celi, mehâbet eksenli ve hak hedeflidirler. İkinciler lâubâli, gayrı cid*dî, hedefsiz ve gayesizdirler. Mîzanü’l-İrfan sahibi birinci*leri şöy*le resmeder:
“Müntehîler ehl-i temkindir bütün,
Onlar erbab-ı kemaldir büsbütün.
Bunların ahvâline derler vücûd,
Etmez onları işgal bûd u nebûd.
Bu makamda kâl ile olmaz beyan,
Hâl ile anlar, olurlar müstebân.
Onlar ermişler fenâ-yı zâta çün,
Geçmiş onlar bu vücûddan büsbütün.
Çün vücûd-u Hak’ta bulmuşlar fenâ,
Vecd ü ahvâlden bütün gelmiş gınâ.
Görmemişler Hak’tan artık bir vücûd,
Kalblerinde bir Hudâvendi vedûd.
Nisbet-i abdiyet kalmıştır hemân
Benzemez bu hâle hâl-i dîgerân.
Ehl-i nisbet işte bunlardır ahî,
Bundan artık söylemez kâtib dahî.”
Bu mülâhazaya göre bütün mevcûdat Vacibü’l-Vücûd’la var*dır.. ve Zât-ı İlâhî’nin eşya ve hâdiselerle alâkası da onu var etme, varlığını devam ettirme, gözetme alâkasıdır. Bütün bunla*rın teferruatıyla alâkalı keyfiyet de bizim için halli müşkül bir meçhuldür. Şimdiye kadar hiç kimse, hatta açıktan açığa O’ndan söz edenler bile, O’nun alâka ve maiyyetinin ne demek olduğunu bilememişlerdir. Onların ve bizim bildiğimiz tek şey, her nesnenin vücûd kaynağı O olduğu gibi, Kayyûm’u da O’dur. O’nsuz hiçbir şey “yok-var” olamaz ve hiçbir mevcûd da varlığını devam ettiremez. Bu itibarla da her şey O’ndandır ve her şeyin biricik kaynağı da bütün evsâf-ı kemaliye ve cemaliye*si ile O’dur ve işte, böyle bir yaklaşımda da sebep ve kaynak ikiliği yoktur.
Evet, âşıklar sultanının dediği gibi:
جَنَابِ حَق رَا يَقين كه دُويِى نِيست دَر آنْ حَضرَت مَنُ و مَاوُ تُويِى نِيست
حُـلُـولُ و اِتِّـحَاد اِينـجَـا مُحَـالَسـت كِه دَر وَحدَت دُويى عَينِ ضَلاَلَـسـت
“Cenâb-ı Hakk için ikilik söz konusu değildir; O Hazret’i mü*lâhazada benlik, bizlik, senlik yoktur. Ve bu konuda hulûl ve ittihad da muhâldir. Zira (hakikî) vahdette ikilik apaçık bir dalâldir.”
İşin aslı zevken ve hâlen böyle olumlu görünmesine rağ*men bazen sekir, bazen de istiğrak neticesinde sağlam bir mah*mil bulmada zorlanacağımız pek çok sözün söylenmiş olduğunu da itiraf etmeliyim. İşte onlardan mest ü mahmur biri*nin vah*det-i mevcûda açık vahdet-i vücûd mülâhazaları:
{نَحْنُ أَقْرَبُ} گُفت يَعنِي قَطرَه دَر دَريَا يَكِيست،
عَاشِق و مَعشُوق و سَاقِي مَسْت و صَهبَا يكيِست.
اَي كه دُور اُفَتـاده از خِويش اَگـر داري خَبَـر،
مَشهَدُو مَشهُود و شَاهِدُو مَولَى و مَولي يكيِست.
گَرچِـي عَالَم مَظهَرِ اسـمَاء حُسنِي خُدَاسـت،
اِسـمِ اَعظَم دَر جُمـلَـهءِ اَسـمَاء يَكِيسـت.
هَسـتِيءِ مُطلَق تُـويِي دِگر خَيَال بِيش نِيسـت،
زَانكِه اَنـدَر نَشـئهء تُو جُملهءِ اَسمَاء يَكِيست.
حُسـن عَالَم گيـر تُـو اَز بَهَر اِظهَـارِ كَمَال،
مِي نُمَـايَـد دَر هَزَرَان آينـه اَمـَّا يَكيِسـت.
بَـاهَمَه خُوبـان اگرچـى حُسن تُو هَمرَاه بُوَد،
دَر حَقيقَت دِلبَـر يَكتـايِـى بِي هَمتَا يكيِست.
اِين هَمَه آشُوبُ و غَوغَا دَر جِهَانِ اَز عِشق اُوست،
گَشت مَعلوم اين مَعلُوم اين زَمَان سَر فتنَهء غَوغَا يَكِيست.
“Cenâb-ı Hakk, ‘Ben insana şah damarından daha yakı*nım.’ buyurmuştur. Yani derya ve deryada katre birdir. Ey in*san sen kendinden uzak kalmışsın; haberdar olabilsen, meşhed de, meşhud da, şahid de, mevlâ da, mevlî de birdir. Her ne ka*dar âlem Cenâb-ı Hakk’ın esmâ-yı hüsnâsının mazharı ise de, bütün esmâ içinde ism-i azam birdir. (Ey Rab!) Sen mutlak bir mevcûdsun, diğer şeylere gelince onlar hayâlden başka bir şey değildir. Bu itibarla da, Senin yarattığın her şey birdir. Senin herkesi esir edip (büyüleyen) güzelliğin her ne kadar bütün güzellere yoldaş oldu ise de, yine de hakikatte o yektâ dilber bir*dir. Cihanda her fitne (ve baştan çıkarma) O’nun aşkındandır. Öyle ise bilinmelidir ki, bu fitne ve kavganın başı da birdir.” Doğrusu, bu üslûbun kendisi de apaçık bir fitnedir. Kimileri böyle bir beyanda bile, dinin ruhuna uygun yorumlar çıkarıp ortaya koyabilirken, kimileri aynı beyanları te’vilde hep monizm gayyalarında dolaşagelmişlerdir.
Evet, tasavvuf ilmine ait bir kısım ıstılahlar vardır ki, onların hakikatlerini anlamayanlar, anladıklarıyla hiçbir zaman kendile*rini hatadan kurtaramamışlardır. Oysaki, matematik, geometri, fizik, kimya, tıp gibi fenlerin kendilerine mahsus terminolojileri olduğu gibi, tasavvufun da kendine göre ıstılahları vardır.. ve bu ıstılahlar bilinmeden tasavvufu doğru anlamak da mümkün de*ğildir.
Hulâsa; vahdet-i vücûd, bir makam değil, bir hâldir ve sâlikin mârifet ufku itibarıyla duyup sezdiği, zevk edip yaşadığı bir vahdet bilgisinin unvanıdır. Böyle bir seviyeye ulaşan bu meşrepteki bir sâlik, hakikî varlığın tek olduğunu, o da Hakk’ın varlığından ibaret bulunduğunu bir hiss-i bâtınla duyar.. ve her şeyi, o Mutlak Vücûd’un ziyâsı karşısında ya bir gölge olarak hisseder veya hayâli bir mevcûd sayar. Ne var ki, sofiyeden vah*det-i vücûdcular böyle bir hissî mârifeti, nazarî ve felsefî ola*rak değil; yaşayarak ve kalbî tecrübeleriyle test ederek vicdanlarının bir buudu hâline getirir, sonra da, gerekiyorsa beyan güç*leri ölçüsünde onu ifade etmeye çalışırlar. Onların, kesrette vah*det ve vahdette kesretle alâkalı ifadeleri, vahdetin esas, kes*retin ise hayâl olduğu mülâhazasıyla hep bu sübjektif ve vicdanî du*yuşun sesleri ve yorumlarıdırlar. Zâten oturup kalkıp, her şeyde O’nun isim ve sıfatlarının tecellîlerini müşahede eden bir hâl ve zevk erinin başka şekilde olması da düşünülemez. Evet onlar, akıl ve hayâlin ulaşabildiği ufukların çok ötesinde, o Yüce Var*lığın huzurunu duyarak “Sen” der kendilerinden geçer ve
“Cemalin nice yüzden görem diyen dilber
Şikeste aynalar gibi pâre pâre gerek”
şeklinde hislerini mırıldanarak hep o Mevcûd-u Meçhule yöne*lir*ler.
Vahdet-i şuhûd, her şeyi bir görme hâlidir ki, İmam-ı Rab*bânî’yle başlı başına bir ekol hâline getirilen bu mülâhaza vah*det-i vücûddan sahabî telâkkisine daha yakın olmakla beraber, yine de bir sekir ve gaybet hâli ve vecd ü istiğrak meâlli olması açısından temkin-i etemm ve yakaza-i tâmme mesleği kabul e*dilen sahabî mülâhazasıyla tam bir mutabakat içinde olduğu söylenemez. Bu meslek erbabı, sekr u istiğrak hâlinde söyledik*leri sözleri, fevkalâde bir temkinle muhataplarına sunar ve onla*rın herhangi bir şaşkınlığa düşmelerine de kat’iyen fırsat ver*mezler.
Vahdet-i mevcûd, batılıların “panteizm” hatta değişik var*yas*yonları itibarıyla “monizm” de dedikleri felsefî bir ekol*dür. Kâinatta her şeyi bir ilâh veya onun tezahürü görmeye da*yanan böyle bir görüşün, İslâm Tasavvufuyla te’lifi şöyle dur*sun, Müs*lümanların geliştirdikleri herhangi bir felsefî cereyanla uzlaştırıl*ması dahi mümkün değildir. Daha evvel de temas edil*diği gibi bu düşünceyi paylaşanlar “heme ost–her şey O’dur” di*yerek bir ulûhiyet-i sâriye dalâletine düşmelerine karşılık, Sünnî mutasav*vifîn her zaman “heme ezost–her şey O’ndandır” mülâhazasıyla kendilerini ifade edegelmişlerdir.
اَللَّهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ، وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلاً وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ،
وَصَلِّ اللَّهُمَّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الْهَادِي إِلَى الرَّشَادِ، وَعَلَى آلِهِ وَأَصْحَابِهِ الْكِرَامِ البَرَرَةِ.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
TECRİD
Soymak, soyulmak, yalnız bırakmak ve her şeyden el-etek çekmek mânâlarına gelen tecrid; enfüsî olarak cismanî ve be*denî arzulardan bütün bütün sıyrılmak, afâkî olarak da kalben, Allah’tan gayrı (mâsivâ) her şeyden yüz çevirip, sadece ve sa*dece O’na yönelme; yönelip zahirini mal ve menaldan, bâtınını da O’ndan başkasına gönül verme dağınıklığından, O’na gönül verirken de karşılık bekleme gibi garazlardan-ivazlardan pâk tut*maktır ki işte bu mülâhazaların kahramanına da “ehl-i tecrid” denir.
Ehl-i hakikat tecridi, Tâhâ sûre-i celilesindeki فَاخْلَعْ نَعْلَيْكَ “Şim**di çıkar nalınlarını.” meâlindeki âyetle işârî olarak irtibat*landı*rıp, “beyt-i Hüdâ” dedikleri gönüllerini dünyevî ve uhrevî mülâ*hazalardan temizleyerek Hazreti Sultan’ın nüzûlüne –bu da bir müteşabih– müsait hâle getirme şeklinde anlamışlar. Bir ka*dem daha ötede diğer bir zümre ise onu, sâlikin, kalbî gö*rüş, kalbî duyuş ve kalbî sezişleriyle bütün bütün Hazreti ‘Nûru’l-En*var’a yönelip ve duygu dünyasında O’ndan başka her şeyi –tabiî isti*dadı ölçüsünde– ifnâ ederek sadece ve sadece O’nunla kalma hâlinden ibaret görmüşlerdir. Diğer bir açıdan tecrid, enfüsî ola*rak nefis, beden ve cismaniyete; afakî olarak da dünya ve için*dekilere karşı tavır alma şeklinde yorumlan*mıştır ki, bu dört şey*den tecerrüdle tecride ermeyen hak yol*cusu, hakikî halvete ve halvetteki zevk-i ruhaniye de ulaşamaz.
Tecriddeki bu lâtif işareti ifade sadedinde Minhâc Sahibi:
دَر حَرَمِ حَرِيم دُوست نَگردِي مَحرَم تَا زِ اَندِشَهءِ اَغِيَار مُجَرَّد نَشَوِي
“Bütün bütün ağyar endişesinden sıyrılmadıktan sonra Yâr hareminin harîmine mahrem olamazsın.” der ki, İbrahim Hakkı Hazretleri’nin:
“Dil beyt-i Hudâ’dır ânı pâk eyle sivâdan,
Kasrına nüzul eyleye Rahmân gecelerde”
mazmunuyla tam bir mutabakat arzetmektedir.
Seyyid Şerif’in ifadesiyle, kalb ve sırdan mâsivâ paslarını sil*menin bir unvanı olan tecrid, müşahede erbabının zevken ve hâ*len görüp duydukları her şeyden sıyrılarak, Hazreti Şâhid-i Eze*lî’nin envar-ı vücûduyla müstağrak yaşamaktan ibarettir ve bu*nun âsâr-ı feyzi, duyuluş ve hissedilişi de sâlikin istidat ve kâbi*liyetine göre farklı farklıdır.
Bir mübtedî gönlünde, mârifet inkişafının ilk belirmesi es*nasında, “ilm-i yakîn” diyeceğimiz kesbî malumat renk renk so*lar, matlaşır, sönükleşir ve derken hak yolcusuna yer yer eş*ya*nın perde arkası ses vermeye başlar; başlar da bütün cismanî ihtiyaç*lar veya zaruretler, hatta bütün dünya ve içindekiler ya*vaş ya*vaş zâtî değerlerini yitirerek, hakikate mücellâ birer ayna veya onu aksettiren, ifadelendiren sırlı, buğulu birer aksesuar hâline gelirler. Bu mazhariyetin duyulmasıyla bazen sâlik Fuzûlî gibi:
“Meslek-i tecriddir ferâğat evi
Terk-i mal ile hânumândan geç!”
diye haykırır, bazen de Yunus Emre gibi: “Ballar balını buldum varlığım yağma olsun!” der inler...
Seyr u sülûk-i ruhânî sayesinde bir müntehînin bütün ben*li*ğinden varlık endişesi silinip gidince, Hazreti Mâlum’dan gayrı artık ne bir iz ne de bir eser kalır. Böyle bir mazhariyete eren bir hak yolcusu, şayet seyr-i ruhânisini, Hazreti Sahib-i Şe*riat’ın min*hacına muvafık sürdürmüyorsa, pek çok sâlikin müvelleh ve hayran yaşadığı böyle bir mertebede bazen “hakâik-i eşya”yı nefyetme gibi kaymalar da söz konusu olabi*lir. Seyr u sülûk-i ruhânîlerinde “Mirsadü’s-Sünne”yi esas alan*lar ise, her yerde yalnız Bir’i görür, Bir’i bilir, Bir’i söyler, Bir’i çağırır ve bin bir şafak emareleri içinde Bir’e yönelir ve O’ndan başkasına da ilti*fat etmezler.
Ahmedî, bu mertebeyi kendi idrak ve zevki açısından şöyle seslendirir:
Vârımı ol dosta verdim hânumânım kalmadı,
Cümlesinden el yudum, pes dû cihânım kalmadı.
Çünkü hubbullah erişti çekti beni kendine,
Açtı gönlüm gözünü, artık humârım kalmadı.
Aynı tevhid açılıp hakka’l-yakîn gördüm ânı,
Şirki sürdüm aradan, şekk ü gümânım kalmadı.
Müntehîler üstü müntehîlerin hâline gelince, o ifadelere sığ*mayan, tecerrüdün tamamen tecride inkılâb ettiği ve sâlikin bir mânâda tam bir inhilale girdiği öyle derin bir zevk hâlidir ki, tat*mayan bilmez, bilenler ifade edemez, ifade edebilenler de çok defa iltibastan kurtulamazlar. Zevken ve hâlen bu ölçüde inkişaf eden bir sâlikle, Cenâb-ı Hakk arasındaki böyle bir müna*sebet, Hakk’ın has kullarına bir sır armağanı olsa gerek.. bize de bu sır armağanına saygı duymak düşer.
اَللَّهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ، وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلاً وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ،
وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الْهَادِي إِلَى الرَّشَادِ، وَعَلَى آلِهِ وَأَصْحَابِهِ الْبَرَرَةِ الْكِرَامِ.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
TEFRİDَ
Tefrid; yalnızlaşmak, dünyadan el-etek çekerek bir köşeye çekilip ibadetle meşgul olmak.. ve daha has ifadesiyle, sâlikin, hiç kimsenin sahip olamadığı hâl ve makamları ihraz etmesine rağmen, mahviyet içinde ciddî bir tevhid mülâhazasıyla kendi ah*vâline karşı kapalı kalıp her şeyi Hak’tan bilmek, Hak’ta gör*mek, Hak ile duymak ve hep Hak’la bulunmak pâyesidir ki أَنَّ الله هُوَ الْحَقُّ الْمُبينُ “Allah o apaçık hakkın tâ kendisidir.” fermanı bu pâyeye işaret etse gerek...
Aralarında televvün benzerliği bulunan “tefrid”le “tecrid” bir*birinden farklı mansıb ve zevk hâllerini ifade ederler: Tecrid, ağyardan tamamen kat-ı alâka edip yâr ile hemdem olma hâli; tefrid ise sâlikin, kendiyle alâkalı ahvâli duyup hissetme yerine, vicdan ve tabiat ibresinin her zaman Hakk’ı gösteriyor olma maz*hariyetidir. Tecridde, Hak hedefli kulluk neşvesi; tefridde ise, yol boyu ma’bûdiyet mülâhazası hakimdir. Böyle bir mülâ*haza*nın derinliği de, herkesin istidâdına vâbestedir ve duyulup his*sedilen şeyler itibarıyla da derece derecedir.
Birinci derecede bir tefrid yolcusu –ki bu, “tefrîdü’l-işâreti ile’l-Hak” sözcükleriyle ifade edilegelmiştir– hedefe kilitlenmiş gibi hep O’nu arar, O’nu duymaya, O’nu hissetmeye çalışır ve O’nu görmeye koşar; koşar ama, ne kilitlenmenin keyfiyetini ne de hedefi yakalamak için gezgöz-arpacık mânâsına gelen ens*trümanların hususiyetlerini düşünür. O, bir tabiîlik içinde her zaman bunları kullansa da, zihnî, hissî ve fikrî meşguliyeti sa*de*ce ve sadece hedef etrafında yoğunlaşmıştır; oturur-kalkar hep onu düşler. Evet o, bütün mülâhaza kâbiliyetleriyle sürekli Onunla irtibata geçmeye çalışır, O’na ulaşmak için çırpınır du*rur ve âdeta ömrünü hep bu tatlı rüyanın yamaçlarında geçirir.
Bu ölçüde hedefe kilitlenen bir hak yolcusu, hem teveccü*hünde hem muhabbetinde hem de müşahedesinde her zaman tefridin vâridatını duyar; matlûbunda, mahbubunda, meşhû*dunda tam birlik neşvesine erer; erer de talebinde, aşk u mu*hab*betin*de, şuhûdunda bütün benliği ile tevhide yönelir ve kal*bî, hissî, şuurî dağınıklıktan kurtularak kesrette vahdet kevserleri yudumlamaya başlar; başlar ve kasd u teveccüh merte*besinde sürekli bir iştiyak u ataş hisseder; muhabbet merte*besinde mahv u telef dalgaları arasında erir-gider; şuhûd zirvesinde de ağyardan bütün bütün sıyrılarak “bî kem u keyf” yâr harîmine mahrem olur.
İkinci derecede bir tefrid sâliki –ki bu da “tefrîdü’l-işâreti bi’l-Hak” cümlesiyle özetlenmiştir– akdes ve mukaddes feyizlere mazhariyetini veya daha yerinde bir ifade ile “memerriyetini” –eğer mazhar olduğu lutufları bizzat temsil ediyor vehmiyle fah*re ve gurura girmezse– duyar ve sürekli hamd ü senâlar ile geri*lir ki, bu makam, insan-ı kâmil olma esrarını ve Hazreti Hakk’a mü*kemmel bir ayna hâline gelme mazhariyetini izhar makamı*dır. Hassan b. Sâbit’in:
وَمَا مَدَحْتُ مُحَمَّدًا بِمَقَالَتِي وَلَكِنْ مَدَحْتُ مَقَالَتِي بِمُحَمَّدٍ
“Ben, bana ait sözlerle Hazreti Muhammed’i medh ü senâ etmedim; ben (O’nun nâm-ı celîlini sözlerime mevzû edin*mek*le) kendi ifadelerime O’nunla övünülebilirlik kazandırdım.” mıs*ra*ları bu vetîreye ait mülâhazalara ne hoş ışık tutar. Böyle bir lutfu gürül gürül ifade edip haykırmak ise, وَأَمَّا بنعْمَة رَبِّكَ فَحَدِّثْ “Şimdi gel Rabbi’nin nimetini yâd et ve haykır!” İlâhî fer*manı*nın gereğidir. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun: “Ben, Hazreti Âdem evladının efendisiyim.. ben, mahşerde ilk haşredilecek ola*nım.. ilk şefaatçi ve şefaatına müsbet cevap alacak olan benim...”(Müslim, Ebu Davud, Tirmizi) ka*bîlinden şerefsudûr olmuş sözleri ve Ashâb-ı Kirâm efendilerimi*zin “tahdîs-i nimet” nev’inden bu tür beyanları, hep bu maka*ma ait mazhariyeti ifade sadedinde söylenmiş iftihar televvünlü Hak ihsanlarını ilân soluklarıdır ki, aslında böyle bir mazhariyet, söz konusu mârifet, muhabbet ve zevk-i ruhânî kah*ramanlarının irfan eşikleri sayılır.. bunun ötesindeki tefrid mertebesi ise, ikinci derecedeki tefrid sâliklerinin, mârifet ufuk*larına ait ayrı bir enginliğe bakar ve bize erişilmez bir aşkınlıktan gizli imalarda bulunur.
َ
Erbabınca, “tefrîdü’l-işâreti ani’l-Hak” remziyle seslendiri*len bu pâye ve mansıb, Hakk’ın en câmi teveccühleriyle, bast ötesi bir inbisat, ilim üstü bir mârifet, takdiri aşkın mehâbet ve me*hâfetle zahir ve batın açısından tam maiyyete erme ve iç âlem itibarıyla “cem” soluklayıp, halkın içinde Hak’la beraber olma, Hak’tan alıp halka ulaştırma ve insanlara Hakk’a vuslat kapılarını aralama makamıdır. Böyle bir pâye kahramanının temel hususiyetlerini veya onun iç kimliğini, insanlar içinde in*sanlar*dan bir insan olma; her işini rızâ yörüngesinde götürme; dünya*yı ukbâ ufuklu yaşama; vicdanında her zaman ilâhî maiyyeti zevk etme; duyduklarını, gördüklerini, hissettiklerini baş*kalarına duyurma, duyurup Hakk’a uyarma; O’ndan gayrı her şeye O’ndan ötürü alâka duyma.. ve her şeyi O’nun varlı*ğının ziyâsı*nın bir gölgesi gibi... görme şeklinde hulâsa edebili*riz.
Birinci işaret ufkunda bulunanlar, gaye düşünüp, gaye so*luklayıp, gaye rüyaları görürler. İkinci işaret zirvesinde seyre*denler, “vücûd” nûrlarıyla sübuhât-ı vechin şuaâtına açık gönül yamaçlarında mazhariyet ve memerriyetlerini “tahdis-i nimet” nev’inden seslendirir ve şükürle oturur, şükürle kalkarlar. Hiçbir işaret mertebesine koyup değerlendirmeye cesaret edemediğimiz; ikincilerin tasavvurlar üstü ayrı bir derinliğini paylaşan o en şahikadakilere gelince, onları sadece vazifeleri ve vazife şuurları itibarıyla heceleyebiliyoruz. Onlar Hak’tan mesajlar alır, halka ulaştırırlar; halkı, Hakk’a vuslata çağırır, aradaki engelleri berta*raf etmeye çalışırlar; yaşamaya yaşatmak için katlanır, yaşat*ma*nın söz konusu olmadığı bir yerde hayatı yaşanmaz bir ızdırap gibi duyarlar. İşte bunlar, halis mürşidler ve mübelliğlerdir ki, bunların ilk safını enbiya ve mürselîn hazerâtı, ikinci safını da onların has vârisleri teşkil eder.
Birinci derecedeki tefrid yolcuları, her zaman arayış içinde bulunan ve ihlâsa koşan iman ve mârifet kahramanı muhlisler*dir. İkinci derecedeki sâlikler, vefa ve samimiyetini tam ifade edebilmiş mârifet ve muhabbet fedaisi sadıklardır. Vazife ve mis**yonlarıyla tanımaya çalıştığımız üçüncüler ise, Hakk’ı halka du*yuran, aç vicdanları doyuran ve ruhları vuslata uyaran mürşid ve mübelliğlerdir. Bu en son makamın şehsuvarları ilk iki merte*be ile alâkalı evsâfı da hâiz olduklarından bunlara ârif*lerin ima*mı müntehîler denmesi doğru olur. Bütün müntehîlerin müntehîsine gelince O, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm ve Ferîd-i Kevn u Zaman olan Efendimiz Hazreti Ahmed u Mahmud u Muham*med Mustafa Aleyhi Ekmelü’t-Tehâyâ’dır. O’nun daire-i kudsi*yesine yakın bir hayli büyük insan ve hatta Ulü’l-Azm En*biya-yı İzâm vardır.. ve derecelerine göre bunların her biri de müstesna bir hil’atle şereflendirilmişlerdir. Ne var ki, bu meyda*nın biricik Sultanı da yine o kudsîler ordusunun Başbuğu Hazreti Muham*med Mustafa’dır. Başkalarının bir “ân-ı sey*yâle”sine canlar feda ettikleri o Hazreti Nûru’l-Envâr’ın iltifatına mazhariyet, İnsanlı*ğın İftihar Tablosu’nun hep ahvâl-i mütemâ*dîsi olmuştu. Tabir-i diğerle, başkalarındaki bütün güzellikler ve ziyâ, O’na akseden ilâhî tecellîlerin in’ikâsından ibaretti.
Bür’e Sahibi, bu mazhariyeti şöyle ifade eder;
وَكُلُّ آيٍ أَتَـى الرُّسُـلُ الْكِرَامُ بِهَا فَإِنَّـمَا اتَّـصَـلَتْ مِـنْ نُورِهِ بِهِمِ
فَـمَـبْـلَـغُ الْــعِـلْـمِ فِــيـهِ أَنَّــهُ بَـشَــرٌ وَأَنَّــهُ خـَـيْــرُ خَـلْـقِ اللهِ كُـلِّهِمِ
لَـوْ نَـاسَـبَـتْ قـَـدْرَهُ ايَـاتُـهُ عِـظَـمًا أَحْيَا اسْمُهُ حِينَ يُدْعَـى دَارِسَ الرِّمَمِ
“Peygamberân-ı izâm’ın getirdiği mucizeler, Hazreti Mu*hammed’in (s.a.s.) nûrunun onlara ittisali sebebiyledir. (Bi*zim) bilgi(miz), O’nun hakkında ‘O bir beşerdir.’ der. Ama O yaratı*lanların en hayırlısıdır. Eğer O’nun elinden zuhûr eden harika*lar, O’nun gerçek kıymetine münasip cereyan etseydi; ism-i şerifleriyle dua edildiğinde çürümüş kemikler bile dirilirdi.”
اَللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ وَبَارِكْ عَلَى مَنْ أَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَعَلَى إِخْوَانِهِ مِنَ النَّبِيِّينَ وَالْمُرْسَلِينَ وَعَلَى الْمَلئِكَةِ الْمُقَرَّبِينَ وَعَلَى عِبَادِكَ الصَّالِحِينَ مِنْ أَهْلِ السَّموَاتِ وَأَهْلِ اْلأَرَضِينَ رِضْوَانُ اللهِ تَعَالَى عَلَيْهِمْ أَجْمَعِينَ.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
CEM
Toplanmak, toplamak, biriktirmek, biriktirilmek mânâlarına gelen “cem” tasavvuf erbabınca; zevkî ve hâlî olarak bütün dünya ve içindekileri (mâsivâ) görmeyecek, duymayacak öl*çü*de Hakk’a tahsîs-i nazar, tahsîs-i şuur, tahsîs-i histe buluna*rak, kalben bütün eşyaya karşı kapanıp sadece ve sadece O’nu bil*mek, O’nu duymak ve mârifetinin derecesine göre, O’nu görmek ve kasdî olarak O’ndan başka şeyleri görüp onunla meşgul olarak dağınıklığa düşmekten kurtulmak demektir. Böyle bir yaklaşım vahdet mülâhazası şeklinde anlaşılırsa karşı*lığı kesret olur; Hakk’a tahsîs-i nazarla kalbin mâsivâdan kat-ı alâ*kası mâ*nâsına hamledilirse, o zaman da karşılığı “fark” olur ki, –inşâ*Allah– ileride müstakil bir bahiste tahlil edilecektir.
Cem, müntehîlere ait bir hâl veya makamdır. Cem mevhi*beleriyle şereflendirilen bir hak yolcusu, artık bi’l-asale hep Onu duyar, O’nu bilir ve bulunduğu ufuk ve zevk-i ruhânî seviyesine göre de, halkı tam sezer veya sezemez; ama her za*man Hakk’ı, hem de halksız olarak bir vicdanî sezişle sezer ve her yanda Hakk’a ait mânâların temâşâsıyla hep büyülenmiş gibi yaşar. Ufkunda doğup batan eşyada, O’nun isim ve sıfatla*rının tecellî*lerini görür; “Zât” iştiyakıyla pervaneler gibi O’nun sübühât-ı vechine koşar.. yer yer hayret ve hayranlık arası gelir-gider ve سُبْحَانَ مَا أَعْظَمَ شَأْنَكَ der inler.
Böyle zevkî ve hâlî bir payenin iki adım ötesinde bir de “cem’ül-cem” vardır ki, bu hâl, sâlik için tamamen bir gaybûbet hâlidir. Kendini böyle bir duyma ve hissetme zemzemesi içinde bulan hak yolcusu, artık ne başkalarını ne de kendisini duyar ve hisseder. “Fark”tan bütün bütün uzaklaşarak Hak’tan gayrı her şeyi, –O’nun ziyâ-yı vücûdunun bir gölgesinin gölgesi olması iti*barıyla– unutur ve bütün benliğiyle asla yönelir.
Tevhid mülâhazası içindeki bir sâlikin nazarında her şey, Hakk’ın ziyâ-yı vücûdunun gölgesi –bunlar kelime yetmezliğin*den meydana gelen sakatât– cem’de gölgesinin gölgesi, cem’ül-cem’de ise, vicdanî olarak doğrudan doğruya “sübühât-ı vech”in şuaâtının hükmünü icrâ etmesi söz konusudur. Ayrıca bazıları, cem’ül-cem’den sonra; Hazretü’l-Cem diye bir üçüncü makamdan daha bahsederler ki, muhakkikin bu makamı, farz*lar üstü nâfilelerle, bize bizden daha yakın olan Zât-ı Hakk’a yaklaşmanın bir unvanı saymışlardır. Bu seviyeyi ihraz eden sâlik, Hak’la bâki olduğunun şuuruna erer; her şeyi iç müşahe*deleriyle daha bir derince ve daha bir netçe temâşâ etmeye başlar; iç sezileriyle zahirî havâssının önüne çıkar; ruhuyla du*yar, basiretiyle görür, vicdanıyla değerlendirir ve keşfin araladığı kapı aralığından nazarî bilgilerinin gerçek yüzlerini müşahede etme imkanını elde eder ki; bu mertebe هُوَ اْلأَوَّلُ وَاْلآخِرُ وَالْظَّاهِرُ وَالْبَاطِن hakikatinin eksiksiz bir mazhar-ı tâmmı ve sâlikin de bir mir’ât-ı mücellâ hâline gelmesi noktasıdır. Böyle zirveler zirve*sinde seyahat eden bir hak eri, istidat ve kâbiliyeti ölçüsünde, ya bir Kutup Yıldızı gibi “seyir fillâh” der ve kendi etrafında dö*ner, Hakk’a koşar-durur ya da kalbiyle asıl yörüngesinde kalır ve kalıbıyla halk içinde olur.
İster öyle-ister böyle cem mertebesini ihraz eden herkes aynı zamanda “bekâ billâh”a da mazhar olmuş demektir. Tev*hid-i sıfâtta kendi sıfatlarından, tevhid-i zâtta kendi zâtından fâ*ni olan bir müntehî, “bekâ billâh” unvanıyla yeniden varlığa e*rer.. ebediyetin neşvesini duymaya başlar; başlar ve kendi fiil*lerinin, Hakk’ın ef’âli içinde eriyip gittiği zevkiyle “cem” der.. sı*fatlarının Hakk’ın sıfatları karşısında müzmahil olduğunu mü*şahede ederek kıyam hâlindeki ubudiyetin rükû ile derinleşmesi anlamında “cem’ül-cem” ezvâkıyla erir-gider.. ve zâtının Hazreti İlim ve Vücûd muvâcehesinde mütelâşî olup gitmesi sonucu ta*mamen bir iç müşahede ve zevk-i ruhânî ile kendini “Hazretü’l-Cem” mülâhazasına salar ve hayret üstü hay*retlere müstağrak olur.
Diğer bir yaklaşımla, kulluk vazife ve sorumluluklarının, tam bir edep, inkıyat ve şuurla yerine getirilmesine “fark”; şart-ı âdi plânında ortaya konan bu “bidâ’at-i müzcât” ölçüsündeki mini sermayeye “min haysü lâ yahtesib” lutfedilen ilâhî ihsan ve vâ*ridler sağanağına mazhariyet veya memerriyet keyfiyetine de “cem” denir. Bu mülâhazayladır ki, hâl ehli “Farkı anlama*yan kulluğu bilemez, cem’i duymayan da mârifetten anlamaz” de*mişlerdir.
إِيَّاكَ نَعْبُدُ ferdî vicdanın mâşerî vicdana tercümanlığı sade*dinde, fark makamının sesi ve kulluk pâyesinin soluğu, وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ de cem mertebesinin ifadesi ve beşerî acz u fakrın ilânıdır. Her sâlik için yolculuğun başında duyulan tek ses ve çizgi fark sesi, fark çizgisi, nihayetinde ise cem zevkidir. Bazı istidatlara göre nihayetler nihayeti ise “ehadiyet” mertebesinin remzi olan “cem’ül-cem” ve “vahidiyet” zirvesinin işareti olan “Hazretü’l-Cem”dir.
ْ
Kâşânî’ye göre fark, nazarî Hak mülâhazasını henüz inkişaf ettiremeyenlerin mârifet ve zevk-i ruhânileri –burada aynı anla*yışı paylaşmadığımızı belirtmeliyim– cem, halkı aradan çıkara*rak Hak mülâhazasıyla müstağrak hâle gelme; cem’ül-cem ise, halkı Hak’la kâim görme, duyma zirvesidir ki, bu makam aynı zamanda cem’den sonra gelen cem üstü fark makamıdır. Böyle bir ma*kamda sadece ve sadece Cenâb-ı Hakk’ın ef’âl, sıfât ve zâtî şe’nleri mülâhaza edildiğinden Hazreti Hak, bu mertebe kahra*manlarının –keyfiyeti meçhul– gören gözü, işiten kulağı ve tutan eli olması itibarıyla, onların nisbî-kisbî fiilerine terettüb e*den ken*di ef’âlini, o mertebenin mazha*riyetine hitap sade*dinde, esbâb-ı âdiyeyi bütün bütün vazifeden azl ile kendine nisbet e*der ki;
فَلَمْ تَقْتُلُوهُمْ وَلَكِنَّ اللهَ قَتَلَهُمْ وَمَا رَمَيْتَ إِذ رَمَيْتَ وَلَكِنَّ اللهَ رَمى
“Onları siz öldürmediniz Allah öldürdü; attığın zaman da sen atmadın; ancak Allah attı.” âyeti mucizât-ı nebeviye hak*kın*daki sarâhatinin yanında, bu mertebeye işaret ettiği de pek çok mutasavvifînin müşterek görüşüdür.
Bu mânâda bir cem, panteistlerin iddia ettikleri anlamda bir vücûd birliği ifade etmediği gibi, fark da bunun aks-i tâmmı değildir. Kadîm kadîmdir; hâdis hâdistir. Hâlık Hâlık’tır; mahlûk da mahlûktur. İki husus arasındaki nisbet tezahür nisbeti değil yaratma ve tecellî nisbetidir. Böyle bir tecellîde her zaman iki du*rum söz konusudur: Bu tecellîlerden birinin kesif bir cisme, ikincisinin de lâtif bir cevhere sebebiyet vermesi veya –yoruma açık bir tabirle– inkılâb etmesidir. İşte bu birbirinden uzak iç içe yanlarıyla insan كُلٌّ يَعْمَلُ عَلى شَاكِلَتِهِ “Herkes kendi seciye ve ka*rakterine göre davranır.” fehvâsınca, yer yer cismine göre, za*man zaman da ruhuna göre davranışlar sergiler.. evet kesif bir cisimden ibaret olması itibarıyla onun gözü hep tabiatta ve cis*maniyettedir. Lâtif bir ruhla memzûc bulunması açısından da ruhânî âlemlere ve meâlîye meyyaldir. Şer’in tayin buyurup ga*ranti ettiği yükselme yolları sayesinde hak yolcusu, fâni ve zâil şeylerden alâkasını kesip bekâya yöneldiğinde,
ْ
أَفَمَنْ شَرَحَ اللهُ صَدْرَهُ لِلإِسْلاَمِ فَهُوَ عَلَى نُورٍ مِنْ رَبِّهِ “Allah’ın kalbini İslâm’a açtığı kimse Rabbinden bir nûr üzere değil midir?” maz*mununca, fevkalâde bir temkin ve teyakkuzla, Rabbinin nûru rehberliğinde her zaman gönüllere inşirah veren ufuklarda dola*şır.. yer yer bazı hissî iltibaslara rastlasa da, Hazreti Rûh-u Sey*yidi’l-Enâm’ın aldatmayan pişdarlığı sayesinde onları rahat*lıkla aşar.. hep mârifetin mişkât-ı nübüvvet kaynaklısına koşar; koşar ve panteistlerin düştükleri hatalara kat’iyen düşmez.
Diğer bir zaviyeden cem; cem-i ilim, cem-i vücûd, cem-i ayn olmak üzere üç kategoride mütalâa edilegelmiştir:
Cem’ül-ilim; delil ve bürhanlarla elde edilen ve mebdei iti*barıyla seyr u sülûk-i ruhânî esnasında, mârifetin ilme’l-yakîn*den ayne’l-yakîne, ayne’l-yakînden de –mecazen dahi olsa– hak*ka’l-yakîne yükselen enfüsî bir ilim ve bir ilm-i ledün şeklinde anlaşılmıştır ki, istidlâl yolunda yürümenin neticelerin*dendir; a*ma, ne enfüsî ne de afakî delillerle ulaşılan gerçeklerin aynı de*ğildir; tabiî tam gayrı da değildir; şart-ı âdi plânındaki is*tidlâlle Cenâb-ı Hakk’ın, bir meyelândan ibaret olan cüz’î ira*deye –te*nâsüb-i illiyet prensibiyle izah edilmese bile– hususî bir atâsıdır. Zaten, onun lutuflarıyla bizim irademiz arasında ne zaman bir tenâsüp olmuştur ki..?
Cem’ül-vücûd; sâlikin vicdanî ve hissî şuhûduyla, eşya ve hâdiselerin ne ile kâim olduğunun tam zuhûr etmesi ve bütün varlığın vicdanî müşahedede eriyip gitmesi, hatta cihetlerin bile tuz-buz olup yoklara karışması makamıdır ki, bu makama ka*dem basan gönül sultanları sadece ve sadece Hazreti Vücûd veya Hazreti İlim’in şuaâtını duyar ve bütün varlığı da bu şuâ*âtın gel-gitlerinden ibaret sayarlar. Tecellî mazhariyete, zıll de asla karıştırılmadığı takdirde, böyle bir ufka erenler için her va*dide acz u fakrını müdrik yüz bin gedâ هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ der in*ler.
Cem’ül-ayn; afakî ve enfüsî bütün işarât ve delillerin, Ce*nâb-ı Hakk’ın, sâlikin kalbine attığı nûr-u mârifet ve zevk-i ru*hâniye nisbeten mütelâşî olup gitmesi demektir ki, bazıları bu noktaya hak yolcusunun seyahatinin sonu nazarıyla bakmışlar*dır. Onların bu mülâhazaları eğer, yakazadan temkine, temkin*den tevbeye, tevbeden inâbeye, inâbeden evbeye yani sürekli Hakk’a müteveccih olmanın adı ve Hâlık-mahlûk, âbid-Mâbud, Rab ve abd münasebetinin ünvanı ise, buna kimsenin bir şey söylemeye hakkı yoktur. Yok eğer, cem’ül-ayn derken, hakâik-i eşyanın nefy u inkârı, varlıktan Vareden’e istidlâlin gereksizliği; emr ü teklifin düşmesi, ben-sen-o mülâhazalarının hakikatte ve nefsü’l-emirde ortadan kalkması kastediliyorsa, bu bir fikir kay*ması, inanç inhirafı ya da fantastik düşüncelere kapılarak farklı bir şeyler söyleme gayretinden başka bir şey değildir. Bu mülâ*haza, aynı zamanda mağrur bir kısım panteistlerin ve monistle*rin mülâhazasıdır. Birinci tesbit ise enbiya-yı izâmın ve asfiyâ-yı fihâmın ahvâlidir. Bu zevât, nâmütenâhiye müteveccih yolu nâ*mütenâhi görmüş, mebde ve müntehâyı aynı şuur ve teyak*kuz içinde duymuş, yaşamış ve her zaman hak kapısının eşiğine baş koymayı hayatlarının en birinci gâyesi saymışlardır. Bunlar*dan ekmelü’l-mükemmelîn olan Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’a hi*tap sadedinde Cenâb-ı Hakk: وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّى يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ “Sana ya*kîn gelinceye dek Rabbine ibadete devam et.” ferman buyura*rak, her canlı için müteyakkan bulunan ölüm gelinceye kadar, kulluğa devam etmesini talep etmiştir ki, bir taraftan ölümün teklifte son sınır olması vurgulanırken, diğer yandan da, Efendi*miz’e nisbeten, likâullahın, hakka’l-yakînin bir unvanı olması itibarıyla, mâruz kaldığı belâ, musibet ve sıkıntılara karşı, onun için ayn-ı visal olan likâullah hatırlatılarak müdâyakaları hafifle*tilmek istenmiştir.
اَللَّهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُخْلِصِينَ الْمُخْلَصِينَ الْمُتَّقِينَ الْوَرِعِينَ الزَّاهِدِينَ الْمُقَرَّبِينَ الرَّاضِينَ الْمَرْضِيِيّنَ، وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ إِمَامِ الْمُتَّقِينَ وَقُدْوَةِ الْمُخْلَصِينَ وَعَلَى آلِهِ وَأَصْحَابِهِ الزَّاهِدِينَ الْمُقَرَّبِينَ الرَّاضِينَ الْمَرْضِيِيّنَ، آمِينَ...
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
FARK
Lügat mânâsı itibarıyla, ayırmak, ayrılmak, seçilmek mâ*nâ*larına gelen fark; sofîyece, kesretten vahdeti, vahdetten de kes*reti apaçık müşâhede etme hâli diye yorumlanmıştır. Biraz daha açmak icap ederse fark, Zât-ı Bârî hakkındaki mârifet-i tâmme ufkundan bakıp halkı görmek ve Hak maiyyetiyle bera*ber hal*kın içinde olmayı da dengeli götürmek demektir. Cem’de; mâri*fet, muhabbet ve ruhânî zevklere bağlılık, cem ih*tiva eden fark*ta ise, bu mârifet, muhabbet, zevk-i ruhânî ve öte*sindeki ahvâli başkalarına duyurma meselesi de söz konusudur. Onun için far*kı olmayanın kulluğu, cem’i duymayanın da mâ*rifeti tam değil*dir demişlerdir. Bundan dolayı da erbabınca, her iki hâl de lü*zumlu bulunmuş ve her iki pâyenin yerleri de ayrı ayrı hatırla*tılmıştır. Zaten, daha evvel de geçtiği gibi, إِيَّاكَ نَعْبُدُ iti*rafının far*ka, وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ tazarruunun da cem’e işaret ettiği söylenmek*tedir.
Cem, sübjektif, zevkî ve hâlî bir eksen, fark ise, objektif bir şe*riat mihveridir. Birincisinde, hâl ve derûnîlik aklın, mantığın önünde; ikincisinde ise her zaman şer’î muhakeme esastır. İkin*ci*sinden her zaman birincisine geçilir ki buradaki fark, fark-ı ev*veldir. Cem’den ikinci kez farka dönüş ise bir farklılık mazha*riyetidir. Cem’de kalanlar, ruhlarının vüs’ati ölçüsünde ruhânî zevklere gömülür, istiğraktan istiğraka koşar ve başkaca da bir şey bilmezler ki, İsa Mahvî merhum:
“Yokluğunda var olan, varlıkta bilmez yokluğu,
Sohbet-i yâr lezzetini bilmez beyim, ağyar olan”
mısralarıyla bunu ifade eder. Makam-ı cem’de kalıp ikinci farkı idrak edemeyenler, peygamberlik esprisini tam kavrayamamış sayılırlar. Urûc bir terakki, nüzûl ise onun kemalidir. Birincisin*deki ferdî haz ve mir’âtiyete karşılık, “fark ba’del cem” unva*nıyla ikincisinde ulü’l-azmâne bir tavır, mâşerî bir haz ve câmi bir mir’âtiyet söz konusudur ki, bunda her zaman halktan Hakk’a varılır ve her şeyde bittecellî Hak görülür, çoklukta bir*liği duymak, birlikten çokluğa bakmak bu pâyeye ait bir mevhi*bedir.
Ayrıca, bu mülâhaza içinde bir de “fark-ı cem” meselesi söz konusudur ki, o da; zevk ve hâl ehli için, tecellî itibarıyla Hazreti Vâhid’in değişik aynalarda farklı televvünlerinden ibarettir ve de*ğişik aynalarda Hazreti Vâhid’in farklı farklı müşâhede edil*me*sinin bir unvanıdır. Bu mertebelere gelince, onlar da Hazreti Ehad’in şe’nlerinin –aynaların kâbiliyetlerine göre– birer zuhû*rudur. Zuhûr mahalleri itibarıyla bu şe’nler tamamen itiba*rîdir*ler ve Hazreti Vâhid’in o itibarlara teveccühü anında ortaya çı*karlar.
Cem’den sonraki fark, bir fark-ı tâmdır ve sâlikin, mâsivâya (varlık ve hâdiselere) karşı olan kalbî alâkasını bütün bütün ke*sip, Hazreti Vâhid u Ehad’in dergâhına tam bir teveccühle, O’nda fâni olması hâlidir ki; bu bize daha çok, değişik yollarla ulaşılan “fenâ fillâh” mülâhazasını hatırlatmaktadır. Bu pâyeyi idrak e*denler “fenâ fillâh” ve “bekâ billâh” da olduğu gibi, içinde bu*lundukları bütün dünyayı ve topyekün eşyayı, hem de gözle*rinin önünde olduğu hâlde görmezler de, basiretleriyle hemen her şey ve her hâdisede, sadece ve sadece şuûn ve sı*fatların temâşâsıyla –bigayri keyf ve idrak– müstağrak yaşar ve kesret aynalarında hep vahdet cilveleriyle oturur kalkarlar. Güne*şin doğmasıyla, zâtında var olan yıldızların görünmez, bi*linmez, du*yulmaz ve hissedilmez olması gibi وَللهِ الْمَثَلُ الأعْلى bu mertebe*nin kahramanları da, kendi mârifet rasathânelerinde Hazreti Mev*cûd ve Hazreti Mâlûm-u Hakikî’nin şuûn ve sıfatları*nın tecellî atmosferinde, başka şeyleri göremez olurlar.
Diğer bir yaklaşımla cem’de, cismâniyet ve hayvaniyetten sıyrılma ve nefsânî ego itibarıyla ölme; farkta ise, kalbî ve ruhî hayat mertebesine yükselerek rahmânî ego açısından yeniden var olma söz konusudur ki, bu mertebeyi ihraz eden sâlik, “ben nefsânî benliğimi yitirdim ve yeni bir rahmânî benliğe erdim” der ve her fırsatta –şart-ı âdi plânında meyelânın varlığı mah*fuz– “lâ fâile illallah” hakikatını haykırır; haykırır ve “hakka’l-ya*kîn” ölçüsünde “vücûd” ve “ilim” gerçeklerini duyarak Hazreti Hayy u Kayyûm’un her şeydeki hakimiyetinin temâşâ*sıyla ken*dinden geçer.
Ne var ki, bunca fenâ ve zeval mülâhazasına ve bunca cezb ü incizâba rağmen, farkta her zaman temyiz söz konusudur. Öyle ki fark kahramanı, seyr u sülûk-i ruhânînin her mertebe*sinde Hazreti Müsebbibü’l-Esbâb’ın hakikî müessiriyetini kabulü*nün yanında, kendi nisbî, kisbî meyelânları konusunda da bir an bi*le gaflete düşmez ve “her şeyi Allah yaratıyor” der*ken dahi, şart-ı âdi plânında ve hususiyle de tahrip ve günah*larla alâkalı hususlarda temayüllerine bakmayı kat’iyen ihmal etmez. “Bizi de, fiillerimizi de yaratan Allah’tır.” der ama iyi-kötü her işin on*daki bir meyelâna tâbi olduğunu da unutmaz.
Fark konusunda bir kesim, hep ifrat içinde olmuş ve inhi*raf*tan inhirafa sürüklenip durmuştur. Bunlara göre herkes –hâ*şâ– kendi fiilinin hâlıkı ve insan iradesi de “bilâ kayd u şart” tam bir müessirdir. İkinciler ise, Hakk’ın sonsuz meşiet ve ira*desi karşısındaki meyelân ve meyelândaki tasarruf hakkını gör*mezlikden gelerek tefrite düşmüş ve insanı, kendine hakk-ı ter*cih tanımayan kâhir bir irade karşısında, rüzgârlarla savrulan yapraklar gibi tahayyül etmişlerdir. Üçüncüler ise, Hakk’ın kazâ ve kaderindeki esrârı kavrama mazhariyetiyle, her şeyin, Al*lah’ın kudret ve meşietiyle meydana gelmesini kabulün ya*nın*da, insanın şöyle-böyle eğilim ve temayüllerinin de genel prog*ramda hesaba katıldığına inanmış ve bir taraftan sürekli hayır meyillerini dualarla beslerken, diğer yandan da şer eğilimle*rine karşı istiğfarla mücadele vermişlerdir.
Birinciler, pek çoğu itibarıyla bir kısım esbâb-perest ve ta*biat-perest kimselerdir ki, gözleriyle görüp duygularıyla hissettik*lerinin dışındaki şeylere hemen hemen hiç inanmazlar.
İkinciler, hâl ve zevklerine yenik düşerek, iradelerini tama*men nefy ile kendilerini âdeta câmidler gibi farzedip her hâlle*riyle tam bir cebrîlik sergilerler.
Üçüncüler ise, her şeyde Hakk’ın hikmet ve hakimiyetini, halk ve tedbirini görmenin yanında, imanî bir şuur ve vicdanî bir sezişle kendilerine, zâtî değeri olmayan bir meyelânın veril*diğine inanır ve “ben yaptım”, “ben ettim” derken ne dedikleri*nin, ne yaptıklarının farkındadırlar. Hem öyle farkındadırlar ki, hiçbir zevk, hiçbir hâl, hiçbir istiğrak onların bu kabulünü değiş*ti*remez.
رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ، وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ سَيِّدِ اْلأَوَّابِينَ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ الْكِرَامِ الْبَرَرَةِ.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
TEVHİD
Tevhid; vahdet kökünden, birleştirme, bir kılma, bir sayma, Allah’ı birleme, “Lâ ilâhe illallah” hakikatine inanma ve bu yüce hakikati sürekli tekrarlayıp durma mânâlarına gelir. Sofîye ıstıla*hında tevhide, bu mânâların yanında; yalnız Bir’i görme, Bir’i bilme, Bir’i söyleme, Bir’i isteme, Bir’i çağırma, Bir’i talep etme ve O’ndan başkasıyla olan münasebetlerini de hep O’na bağ*lama, her şeye O’ndan ötürü alâka duyma anlamları da yük*lenmiştir.
Tevhid; mebde’de, Allah’ın zâtını,
(Herevi) كُلَّمَا خَطَرَ بِبَالِكَ فَاللهُ تَعَالى غَيْرُ ذلِكَ fehvâsınca, aklen tasavvur edile*bilecek her şeyden tec*rid; müntehâda da, zevk u hâlin vüs’at ve derinliği ölçüsünde mâsivâyı (Allah’tan başka her şey) kalben bütün bütün unutup O’na tahsîs-i nazar etmektir. Bu mânâda tevhid, İslâm’ın hem esası hem de meyvesidir. Bu çerçevede mebde ve müntehâ mülâhazasıyla bir tevhid telâkkisi, sofîyece sık sık üzerinde du*rulagelmiştir. Sofîyenin dışındakiler ise, ona biraz daha farklı anlamlar yüklemişlerdir.
Bunlara göre kısaca tevhid; Cenâb-ı Hakk’ı rubûbiyetiyle tastamam bilip, ulûhiyetine karşı da ubûdiyetle mukabelede bu*lunma ve mes’uliyet şuuruyla hareket etmedir ki, bir taraftan O’nun biricik tasarruf sahibi olduğunu, kavlî, fiilî ve hâlî ikrarla beraber, O’nu benzer, zıt, nidd ve nazirden tenzih etmek; diğer taraftan da, böyle bir Mâbud-u Mutlak ve Maksûd-u bi’l-istih*ka*ka karşı ta’zim, tebcîl, takdis mânâlarını hâvi ubûdiyet-i kâ*mi*lede bulunma demektir. Bu mülâhazaların bütününü şu şe*kilde hulâsa etmek de mümkündür: Tevhid; hem bir tevhid-i ilmî ve imanî, hem bir tevhid-i keşfî ve zevkî hem de Hakk’ın kendi has kullarına hususî mevhibesi olan tehvid-i zâtîdir.
1. Tevhid-i imanî ve tevhid-i ilmî, şuhûd ve istidlâl ile elde edilen tevhiddir ki, bu mazhariyeti paylaşanların, şirkten ve şâ*ibe-i şirkten uzaklaşarak ömürlerini hep vahdâniyet-i ilâhîyi dü*şünme, O’nu yâd etme ve gönlünün derinliklerinde O’nu duy*ması şeklinde tecellî eder.
2. Keşfî ve zevkî tevhid, şuhûd ve istidlâl yoluyla elde edi*len mârifeti, daha sonra da vicdanî bir keşif ve zevkle duyup his*setme; yaşayıp kalble seslendirme demektir.
3. Tevhid-i zâtî, Hazreti Vahid u Ehad’in, kendinin kendine olan şehadetini tazammun eden öyle derin bir tevhiddir ki, O, kime duyurmuşsa o duyar; kime hissettirmişse o hisseder; du*yup hissedenlerin de ya dilleri tutulur ya da O’nun müsaadesi ölçüsünde çevrelerine ifade ve ifaza edebilirler. Bu mertebedeki tevhidi duyan bir sâlikin nazarında bütün delil ve işaretler renk atar; eşya min vechin serâb olur; bütün varlık itibarîliğe bürünür ve edep insana artık “sus” der; sus der, zira bu makam sükût ma*kamıdır ve bu tevhid de tevhid-i sükûtîdir.
Bu mülâhaza çerçevesinde Mevlânâ tevhid hislerini şöyle seslendirir:
اي بِـرَادَر دَسـت وَادَار اَز سُـخَن، خُود خُـدَا پَيدَا كُنَـد عِلمِ لَـدُن،
چُون رَسِيد اِينجَا سُخَن لَب دَر بَست، چُون رَسِيد اِينجَا قَلَم دَرهَم شِكَست،
پَست پِنـدَار چِه فَصَاحَت دَست دَاد، دَم مَـزَن وَاللهُ أَعْلَمُ بِالصَّــوَابْ..
“Ey birader, kîl u kâl erbabından elini çek ki, Cenâb-ı Hakk sende ilm-i ledün izhar eylesin.. söz gelip buraya dayanınca, dudak “pes” edip kapandı.. kalem bu noktaya ulaşınca o da kı*rıldı. Burası, fesahat yapıp dil dökecek makam değildir; (gel) dem vurmadan vazgeç; doğruyu en iyi Allah bilir.”
İlm-i ledünnün, mârifet-i ledünne inkılâp etmesi; vicdanın hususî bir iltifatla donanması, cezbin de incizâbın rengine bo*yanması demek olan bu hâl veya bu makam damlanın derya*laş*tığı, zerrenin kâinatlaştığı, hiçlerin vücûd pâyesiyle şeref*lendi*rildiği mir’âtiyet makamıdır. Ziyâ Paşa, Harâbât mukad*dimesin*de derin bir şiir zevkiyle bu hâli şöyle resmeder:
“Ey varlığı, varı var eden Var!
Yok yok, Sana yok demek ne düşvar.!”
1
Damlaya derya olma yolunu açan, zerreyi güneş hâline geti*ren, yoka var olma payesini kazandıran, ibtidâ ile intihâyı câmi ve herkese açık objektif bu tevhidin üstadları peygamber*ler*dir. Onlar, söz ve mesajlarına tevhidle başlar, du*racakları yer*de de sükûtî tevhid mülâhazasıyla sükût ederler. Aynı zamanda, hak yolcularının Allah’a açılma sürecinde ilk rıh*tım, ilk liman ve ilk rampaları da yine bu ibtidâ ile intihânın birleşik noktası sayı*lan objektif tevhid mülâhazasıdır. İlk mürselden Son Nebi ve Mürsel’e kadar, vazife ve sorumluluğu “yakaza” şehrahında gö*türen bütün hak elçilerinin birinci mesaj*ları, اُعْبُدُوا اللهَ مَا لَكُمْ مِنْ إِلهٍ غَيْرُهُ “Allah’a ubûdiyette bulunun ki, sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur.” sözleriyle ifade edilen imanın işte bu rükn-ü a’zamı ol*muş; daha sonra da bunun vu*zûh ve inkişâfıyla alâkalı diğer e*mirler...
Böyle bir tevhid telâkkisi, İslâm’a girişin kapısı, onu, ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn, hakka’l-yakîn mertebesinde duyup zevk et*menin kaynağı, Hakk’ın kendini, kendi bildiği gibi –istidatlara göre– bildirmesinin de ilk çağrısıdır. Böyle bir tevhid anlayışıyla İslâm’a girilir; fıtratları yol almaya müsâit olanlar onunla yol alır; onunla nazar ve istidlâlî araştırmalarına gerçek derinliğini ka*zandırır; onunla izâfî hakikatlerin perde arkasına muttali olur ve onunla kadim ve hâdis farkının içyüzünü görür; Yaratan ve ya*ratılan arasındaki en büyük münasebet olan Hâlık-mahlûk mü*na*sebetini kavrar, abd ve Mâbud alâkasını anlar.. hatta yine o*nunla, Rabb’in yaratıklarına karşı mukaddes, münezzeh mü*bâ*yenetini, O’nun sıfatlarının kemal, külliyet ve asliyetini; kendi sıfatlarının da eksiklik, cüz’iyet, zılliyet ve izâfîliğini idrak eder; e*der ve bütün mülâhazalarını enbiya-yı izâmın telâkki çerçeve*sine oturtur. Bu üstadların tarif ettiği çerçevede, tevhid adına tenzih ederken ta’tîlden, Hakk’a yakınlığı seslendirirken hulûl ve ittihattan, kendini O’nun tecellîlerini temâşâya salarken tem*silden, sıfatlarını yorumlarken de teşbih ve tecsim hatasına düşmekten kurtulur ve günde –lâakal– kırk defa tekrar ettiği sı*rat-ı müstakîm erbabından olma liyâkatini ortaya koymuş olur.. ve yine bu mânâdaki tevhidle hak yolcusu, kaza ve kaderin biri*cik gerçek kaynağını kavrar; Mutezile ve Cebriye’nin felsefe kay*naklı inhiraflarında ömrünü tüketmez; O’na yönelir.. O’na kul*lukta bulunur.. O’nu sever.. O’na karşı her hükmüne derin bir saygı duyar.. her şeyi O’ndan bilir –iradesindeki tercih hakkı mahfuz– her şeyi O’ndan bekler.. her zaman O’na itimat eder.. dünya ve ahiret mutluluğunu da O’ndan diler ve dilenir.
* * *
Tevhidi, mahiyet ve sıfatlardan mücerret bir vücûd olarak kabul eden Aristo, İbn Sînâ ve Nasîruddin et-Tûsî gibi mütefek*kirler, kendilerinden sonra daha farklı şekilde sistemleşip devam edecek olan monizm inhirafına kapı aralamış ve pek çok batıl ce*reyanın doğmasına vesile olmuşlardır. Tevhidde hulûl ve itti*hada sapanlar ise –bunun neoplatonizm cereyanı ile İslâm ilâhi*yatına bulaştığı da söylenebilir– varlığı, Hazreti Vâcibu’l-Vü*cûd’un mütemâdi tezâhürü ve eşyayı da âdeta O’nun aynı gibi görerek “tevhid” dedikleri aynı noktada şirke girmişlerdir. İlâhî sıfatları inkâr eden Kaderiye ve Cehmiye’nin Allah’a acz isnad etmeleri ve insan iradesini ilâhlaştırmaları açıktır ve dalâ*letleri de izahtan vârestedir. Hele insanı, eli-kolu bağlı, kaderin kâhir rüzgârları karşısında savrulup duran çer çöp telâkkileriyle ele a*lan Cebriye’nin hâli, aklın bedâhetine bütün bütün ters ol*manın yanında Allah’a karşı da en büyük bir iftiradır. İşin doğ*rusu, bü*tün bu cereyanların hemen hepsinde bir dâne-i hakikat bulunsa da müntesipleri ifrat ve tefritlerle inhiraflardan kurtula*mamış ve ortaya attıkları düşüncelerle de arkadan gelenlere bir sürü kay*ma noktaları hazırlamışlardır.
Bize gelince; peygamberlerden duyup öğrendiğimiz, onla*rın doğru vârislerinin beyan, tavır, iç müşâhede ve keşifleriyle i*kinci kez tanıyıp zevk ettiğimiz, görüp şâhit olduğumuz tevhid; Yüce Yaratıcı’nın rubûbiyet ve mârufiyeti, bizim de ubûdiyet ve mârifetimiz açısından Kur’ân ve Sünnet-i Sahîha’nın ısrarla üze*rinde durduğu ana temalardandır. Kur’ân ve Allah Rasûlü, sık sık Cenâb-ı Hakk’ın zât, sıfât, esmâ ve ef’âlini, keyfiyeti meçhul “arş” üzerinde istivâsını, enbiya-yı izâm ve rusül-ü fihâmla ko*nuşmasını, kezâ istediğine, kendiyle konuşma imkân ve şerefini bahşetmesini pek çok yerde zikreder ve O’nun hayatını, ilmini, sem’ini, basarını, kudretini, iradesini, kelâmını, yaratmasını, öl*dürmesini, öldürdükten sonra diriltmesini, rızık vermesini sürekli hatırlatır ve tevhidi bütün bunların hepsine bağlayarak bizi böy*le bir kabul ve iz’âna çağırır.
اَلله لا إِلهَ إِلاَّ هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ لاَ تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلاَ نَوْمٌ...الخ âyetinden قُلِ اللهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِي الْمُلْكَ مَنْ تَشَـاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَاءُ...الخ âye*tine, اَلرَّحْمنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوى beyanından
الـم، اَلله لا إِلهَ إِلاَّ هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ fermanına,
َ
وَقُلِ الْحَمْدُ للهِ الَّذِي لَمْ يَتَّخِذْ وَلَدًا...الخ âyetin*den İhlas Sûre-i Muaz*zaması’na kadar he*men bütün Kur’ân’da O*nun rubûbiyet maz*mununun bir nabız gibi attığını, O’nun vü*cûd ve rubûbiyet nûr*larının bütün eşya ve hâdiselerin çehre*sin*de yıldızlar gibi her za*man parıldayıp dur*duğunu görmek müm*kündür. Rubûbiyet da*iresinin bu ihtişamı*nı görüp sezen her vic*dan, bu geniş ve şü*mullü rubûbiyet tab*losu veya iç içe rubûbi*yet tabloları karşısın*da, derin bir ubûdiyet şuuruyla geri*lime geçer ve “böyle bir tev*hid-i rubûbiyet şöyle bir tevhid-i ulûhiyet ister” diyerek:
1
اَلْحَمْدُ للهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ âyetlerini okur ve vicdanında tevhid-i rubûbiyetin dört mer*tebe*sini birden duya*rak iki büklüm olur.. يَا أَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا...الخ hi*tâbına “lebbeyk” çekerek temkine geçer.. وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّى يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ tembihiyle O’nun ezelî rubûbiyetine karşı lâyezâl bir ubûdi*yet şuuru mesa*jını alır.. فَاعْبُدِ اللهَ مُخْلِصًا لَهُ الدِّينَ fermanından O*na tahsis-i naza*rın esas olduğunu anlar.. قُلْ يَا أَيُّهَا الْكَافِرُونَ لا أَعْبُدُ مَا تَعْبُدُونَ...الخ sûresini, başının üs*tünde bir bayrak gibi dalgalandırır, bütün mâ*sivâya karşı tavrını ilân eder.. إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ ile fıtratının gâyesini haykırır ve bu yüce gâyeyi yerine getirme hususunda da fevkalâde bir mahviyet, tevâzu ve tezellülle her şeyi O’ndan beklediğini iti*rafta bulunur.. ve ulaştığı bu hitap makamı ve kur*bet ufkunun hak*kını eda sadedinde, birbiriyle iç içe iki mertebe tevhid-i ulû*hiyeti ilân ve itirafını
اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ tale*biyle tavzih eder pekiştirir.. bu pozitif istidâdan sonra غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ cümlesiyle bu isteğin negatif buudunu beyanla da hassasiyet ve titizliğini ortaya kor ve günde ortalama kırk defa tevhid-i rubû*biyetten tevhid-i ulûhiyete ve bu gerçeğin azametiyle de tevhid-i ubûdiyete koşa*rak “ahsen-i takvîm”e mazhariyetinin hakkını e*da etmeye çalı*şır. Hulâsa; Kur’ân-ı Ke*rim’in tevhid hakkındaki beyanı fevka*lâde açıktır. O’nun emret*tiği tevhid hem “tevhid-i rubûbiyet” hem de “tevhid-i ulûhiyet” tir. Sûrelerin en uzunu o*lan Bakara Sûre-i Celîlesi’nden en kısa sûrelerden sayılan Sûre-i İhlas’a kadar hemen her sûrede açık kapalı tevhid takrir edilir. İhlas Sû*resi’nde bir yandan tevhid-i ulûhiyet takrir edilirken di*ğer yan*dan da Cenâb-ı Hakk’ın kemal sıfatlarıyla muttasıf ve noksan sı*fatlardan da münezzeh olduğu vurgulanır. Kâfirûn Sû*resi ise, açık bir netice olan ibadet ve perestişin Allah’a yapıla*cağını ih*tar eder ve bizi tam bir tevhid-i kıbleye çağırır. Aslında, ciddî bir tetkike tâbi tutulduğunda görü*lecektir ki Kur’ân-ı Ke*rim, te*melde, hep tevhid yörüngesi üze*rinde yürümektedir. Evet O’nda, Allah’tan, Allah’ın isim, sıfat ve fiillerinden haber veren âyetler “tevhid-i ilmî-yi haberî”ye meşhur ifadesiyle “tevhid-i ulûhiyet”e delâlet eden beyanlardır. Eşi, şeriki, zıddı, niddi ol*mayan Mâbud-u Mutlak’a ibadete ve O’ndan mâadasını da وَنَخْلَعُ وَنَتْرُكُ مَنْ يَفْجُرُكَ fehvâsınca mâbu*diyetten azle delâlet e*den fermanlar da, “tevhid-i irade-i talebî”, mâruf ifadesiyle “tevhid-i rubûbiyet”i gösteren delillerdir.
Diğer bir yaklaşımla, tevhid-i rubûbiyet veya tevhid-i ilmî, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-enâm’ın haber verdiği hakikatleri tas*dik; tevhid-i amelî veya tevhid-i ulûhiyet de emrolunan şeyleri emrolunduğu çerçevede yerine getirme ve yasaklanan şeyler*den de içtinab etmekten ibarettir. Tevhid-i ilmînin tamamiyeti, Zât-ı Bârî’yi kemal sıfatlarıyla muttasıf bilip noksan sıfatlardan da tenzih etmekle gerçekleşir; tevhid-i amelî ise, böyle bir Zât-ı Ecell-i Âlâ’ya ibadet etmek, muhabbet duymak, O’na karşı ihlâslı davranmak ve havf u recâ dengesini korumakla tahakkuk eder.
Pratik olarak gerçekleştirilebildiği takdirde potansiyel intihâ sayılan, halihazırdaki durumu itibarıyla Hak yolcusunun ibtidâ televvünlü bütün seyahatleri, deliller, bürhanlar ve afakî-enfüsî müşâhede ufkunda cereyan eder. Deliller, bürhanlar, afakî-en*füsî müşâhedeler tevhidin en sağlam ayaklarıdırlar; her sâlik, seyr-i sülûk-i ruhânîsinin hemen her merhalesinde, bunların iş’ar ve işaretlerini makamıyla münasebet içinde imtisas eder, değerlendirir; değerlendirmelerin daha engin yorumlara, du*yuş*lara açılması ölçüsünde de delilde aynı medlûlü duyar.. şa*hitte “bî kem u keyf” meşhûda ulaşır.. ve peygamberlerin sun*dukları mesajları; keşiflerin, zevklerin, vicdanî duyuşların gökler kadar engin atmosferinde, medlûl, meşhûd ve müberhen önce*likli; hatta âdeta, delilden, şâhitten, bürhandan azade kalmış gibi duygular üstü duymaya, görmeler üstü görmeye, işitmeler üstü işitmeye başlar ve بِغَيْرِ كَيْفٍ وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالٍ ufkunda ulvî ve nezih bir temâşâ zevkine erer. İşte, âfakta ve enfüste gö*rülüp sezilen bu delil ve şahitler sayesinde, Allah’ın eşya ve hâdi*seler üze*rinde hususî mührünün nümâyân olması demek olan bu tevhid telâkkisi objektiftir ve herkese açık bir mârifet uf*kudur. Böyle bir kabulün inkişafıyla, zâhirî sebeplerin gerçek mahiyet*lerinin orta*ya çıkması ve bütün esbab ve illetlerin Hazreti Mü*sebbibü’l-es*bab karşısında mütelâşi olup gitmesi, ak*lın iç diya*lektiğinin tamamen sükût etmesi ve artık delil, şahit, bürhan de*ğil de, bun*larla hâsıl olan mânânın bir işrakla nokta*lanması ise, haslara ait bir tevhid tezahürüdür.. derinlik ve televvünü de hâ*lin ve zevkin enginliğine bağlıdır. Böyle bir noktayı ihraz eden sâlik, artık e*mareler ve işaretlerle değil de, vic*danındaki duyuş, seziş ve iş*rak sayesinde deliller ve işaretlere terettüp eden hususî iltifat*lara müstağrak yaşar, iş’arlar, işaretler üstü Hazreti Şâhid-i Ezelî’nin, onun içine attığı ışıkla hep nûr dü*şünür, nûr konuşur, nûrla o*turur-kalkar ve Hazreti Münevvirü’n-nûrun sübühât-ı vec*hiyle sürekli mahmur dolaşır. Deliller, bürhanlar, onun hâlinin dilini kullanma inkişafına erince, bir mânâda o da artık ne delil der; ne tevekkülde hâricî sebep arar ne de başka vesileler arkasında koşar; aksine, her şeyi O’nunla bilmeye, O’nunla gör*meye, O’nunla tanıyıp O’nunla sevmeye ve görüp duyduklarını Onun*la mârifete, aşka, şevke, cezb u incizâba çevirmeye başlar ve ömrünü “cem”, “fark” arası gel-gitlerin dalgaları arasında sür*dürür du*rur.
Bu nokta, her şeyin Hazreti Vacibü’l-Vücûd’a, ayne’l-yakîn seviyesinde zuhûr makamı olması itibarıyla, zâhirî sebepler bü*tün bütün silinip gitmeseler de, saâdet ve necat gibi önemli me*selelere sebep olmaları görünümünü yitirir ve matlaşırlar. İman, tasdik, mârifet, muhabbet gibi bâtınî sebeplerin duyuluş ve his*se*dilişleri daha bir artarak ve derinleşerek devam eder. Onun içindir ki hakikî bir hak yolcusu, seyr u sülûk-i ruhânîde terakki ettikçe, ibadet ü taata karşı şehvet ölçüsünde bir düşkünlük gös*termeye başlar.. mârifet ve muhabbeti arttıkça, dua ve münâ*cat*larıyla coşar ve Hak dergâhının her zaman şakıyan bir bülbü*lü hâlini alır; oturur-kalkar ve kalbinin diliyle hep O’nu mırılda*nır. Ama, ne burada durup öteleri temâşâ etmesi, ne de kuşlar gibi göklerde kanat çırpıp mesafelerle savaşması, onun mebde*den müntehâya mahviyet, tevâzu ve hacâlet içinde sür*dürdüğü kulluktaki temkin ve âhengine asla zarar vermez.
Hazreti Vacibü’l-Vücûd’un zâtına tahsis buyurduğu tevhide gelince; o, evvelâ enbiya, sonra da asfiyâya mahsus bir mazha*ri*yettir.. ve bizim için böyle bir mârifet ve zevk ufkunu tam idrak edip duymak da imkânsız gibidir; zira o, Rabb’in, kendi rubûbi*yetine şâyeste ve
شَهِدَ الله أَنَّهُ لا إِلهَ إِلاَّ هُوَ... الخ , اَلله لا إِلهَ إلاَّ هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ... الخ , هُوَ الله الَّذِي لا إِلهَ إِلاَّ هُوَ...الخ , إِنَّنِي أَنَا الله لا إِلهَ إِلاَّ أَنَا فَاعْبُدْنِي... الخ
gibi âyetlerle ifade buyurduğu “tevhid-i tâmm”ı, erbabının dup*duru gönüllerine ifâzası ve onlara gönül dilleriyle bunu seslen*dirme imkânını bahşedip hususî bir tevhidle şereflendirmesi; şe*reflendirip o engin ihsanlarını, onların aczlerinin çehresinde daha bir derinleştirmesi, sonra da bu incelerden ince hususu,
مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ يَا مَعْرُوفُ. , مَا عَبَدْنَاكَ حَقَّ عِبَادَتِكَ يَا مَعْبُودُ , مَا شَكَرْنَاكَ حَقَّ شُكْرِكَ يَا مَشْكُورُ. , مَا ذَكَرْنَاكَ حَقَّ ذِكْرِكَ يَا مَذْكُورُ..
gibi sözlerle bir mârifet mülâhazası, bir ibadet şuuru, bir acz u fakr tavrı, bir şevk u şükür iştiyakıyla ifade ettirmesi büyük bir mazhariyettir. Ve onlardan olmayanın da bunu kavraması müm*kün değildir. Nasıl mümkün olabilir ki bu, hususî bir mevhibedir ve hangi şart-ı âdiye bina edilirse edilsin, Hazreti Vehhâb’ın bir atıyyesidir; O’nun atıyyelerini de ancak matıyyeleri yüklenir ve temsil eder.
Böyle bir tevhidi, kâmil mânâda ancak enbiya-yı izâm ve asfiyâ-yı fihâm efendilerimiz duyup hissedebilirler; hissedebil*dikle*rinin de ancak mezun oldukları miktarını fâşedebilirler. Asfiyâ o vadide her zaman at koşturur, kapalı mo*tif ve sembollerle –hadlerinin elverdiği ölçüde onu solukla*maya çalışır; daha gerilerdeki evliyâ ise, gerektiğinde onu ke*lâm-ı nefsiyle mırılda*nır; ama bunların hepsi de, gereksiz yere hâl ve zevk ifşâsından fevkalâde sakınır; hatta fâşetmeyi ulûhiyet haysiyetine karşı irti*kab edilmiş bir hata sayar ve ağ*yara sır vermiş olmadan ötürü tir tir titrerler.
Herhalde böyle bir konuda, enbiya-yı izâmın mesajlarını ye*terli bularak, mevzuu onların idrak ufkuna göre seslendirip اَلْعَجْزُ عَنِ اْلإِدْرَاكِ إِدْرَاكٌ itirafıyla hakikatin ilmini ve ehassü’l-havâs*sın tevhid telâkkisini Allah’a havale etmek en selâmetli yol olsa gerek.
İster akide açısından, ister tasavvufî zevk ve hâlin ifadesi ola*rak tevhidi en zirvedekilerin mülâhazası içinde düşünürken dahi, kat’iyen Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın rehberlik ve da*ire-i irşadının dışında kalmamaya çalışmak bir esastır; zira O’nun mişkât-ı nübüvvetinin dışında, en parlak ışıkların, en en*gin zevklerin ve en derin mârifetlerin dahi nefsânî birer zevk ve yalancı birer ziyâ olmaları ihtimalden uzak değildir.
Çelebizâde Abdülaziz Efendi’nin, İbrahim Hakkı Hazretleri*nin: “Hüdâ Rabbim nebim hakka, Muhammed’dir Rasûlullah” şeklindeki manzum akidesi türünden “Gülşen-i Niyaz”daki mev**zûn ifadeleri hem akide kitaplarındaki geleneğe hem de asfiyâ telâkkisine uygun olması itibarıyla, sözlerimizi böyle bir na*zımla noktalamak istiyoruz:
Vahdet-i zâtı eyleyüp tahkîk,
Etmişimdir sıfâtını tasdîk.
İlim, kudret, hayat, sem’ u basar,
Zât-ı pâkinde oldular muzmer.
Gerçi zâtla kadîm oldu sıfât,
Ne sıfât zâttır ne de gayru’z-zât.
Aceze’l-vâsıfûne an sıfâtik,
Ma arafnâke hakka ma’rifetik.
Ehadiyette yok şebîh ü nazîr,
Mülkte hâcet-i müşîr ü vezîr..
Ne arazsın ne cism ü cevhersin,
Ne müteşekkil ne musavversin.
Yâni min haysü zâtihi’l-akdes,
Sıfât-ı Hak hemîn tecerrüd bes.
Sende yoktur eyâ Semî’ u Mucîb,
Hadd ü add ü tecezzî vü terkîb.
Sana nisbetle yâ Aliyye’ş-şân,
Ne zamana itibarı var ne mekân..
Olmadı yok o ihtimal yine,
Ekl ü şurb ü libas ü nevm ü sine.
Pâktır dâmen-i celâlet-i Hak,
Şehvet isnad olunmadı mutlak.
Fer’ ü asl ihtimalin eyledi sed,
Âyet-i “lem yelid ve lem yûled”.
Lem yezel ü lâ yezâlsin bîşek,
Safha-i dil bu itikada mihenk.
Hem evvelü bidâyet Ol’dur Ol,
Âhirü nihâyet de Ol’dur Ol.
Muhdis-i âlem O Zât-ı Kadîm,
Hem masnû-ı feyz ü fazl-ı amîm.
Eser-i sun’u âlem ü âdem,
Hükm-ü vefkıncedir vücûd u adem.
Emr-i “Kün” le zuhûr etti tamâm,
Ulvî vü süflî cümle-i ecrâm.
Etmeseydi eğer feyz-i vücûd,
Bilinmezdi resm ü râh-ı şuhûd.
Hâlık-ı hayr ü şer cenâbındır,
Hem masdar-ı her fiâl bâbındır.
O’dur merkez-i hatâ vü sevâb,
O’na vâbestedir sevâb ü ikâb.
اَللَّهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ، وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلاً وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ،
وَصَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الَّذِي هُوَ وَسِيلَةُ التَّوْحِيدِ وَعَلَى إِخْوَانِهِ مِنَ النَّبِيِّينَ وَالْمُرْسَلِينَ ذَوِي التَّمْكِينِ السَّدِيدِ.