-
Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
TASAVVUF
Tasavvuf; sofî ve mutasavvıfların Hakk’a ulaşma yollarına verilen bir isimdir. Tasavvuf, hakikat yolunun nazarî yanını, dervişlik de amelî cephesini ifade eder. Ayrıca, tarikatın nazarî tarafına “ilm-i tasavvuf”, amelî yanına da “dervişlik” denilmiştir. Erbâb-ı hakikatten bazılarına göre tasavvuf, Cenâb-ı Hakk’ın insanı nefis ve enaniyet cihetiyle öldürmesi ve envâr-ı zâtiyesiyle ayrı bir diriliğe ulaştırmasıdır. Diğer bir ifadeyle, insanı kendi iradesiyle yok edip, irade-i hâssası ve ihtiyâr-ı ehadiyyesiyle hareket ettirmesidir. Tasavvufa bir diğer yaklaşım da, insanın her türlü ahlâk-ı zemîmeyi gidermesi ve ahlâk-ı âliyeyi ikame etmesi istikametinde sürekli mücâhede ve murâkabe şeklindedir.
Tasavvuf mevzuunda, Hz. Cüneyd’in ifadesi; “fenâ-fillâh” ve “bekabillâh”ı hatırlatır mâhiyettedir. Şiblî’nin sözleri ağyar endişesine kapılmadan maiyyet-i ilâhiyede bulunabilme şeklinde hülâsa edilebilir. Ebû Muhammed Cerîr’in beyanı ise, her zaman kötü huylara karşı tavır almak ve ahlâk-ı haseneyi avlamak, sözleriyle özetlenebilir.
Tasavvufu, eşya ve varlığın ruhuna nüfûz etmek, hadiseleri mârifet eksenli yorumlamak ve Cenâb-ı Hakk’ın her icraatını O’nu rasat etmeye bir menfez kabul edip, kemmiyet, keyfiyet ve tasavvurlar üstü bir iç müşâhede ile, ömrünü, O’nu temâşâ edebilme peşinde geçirmek ve her hâlükârda O’nun, bizi görüyor olma mülâhazasıyla hep iki büklüm yaşamak, diye yorumlayanlar da olmuştur.
Bu ayrı ayrı tariflerden şöyle toplu bir netice çıkarmak da mümkündür: Tasavvuf, bir ölçüde beşerî sıfatlardan sıyrılarak, melekî vasıflar ve ilâhî ahlaka bürünerek, mârifet, muhabbet ve zevk-i rûhânî yörüngeli yaşamaktır.
Tasavvufun esası, zâhiren şeriat âdâbına riâyet, bâtınen de o âdâba vukuftur ki, bu iki kanadı da sıhhatli kullanan sâlik, zâhirde olan ahkâmı bâtından görür, bâtında olan ahkâmı da zâhirde duyar ve yaşar. Böyle bir müşâhede ve duyuş sayesinde o, hedefe hep edeple yürür ve yakın dolaşır.
Tasavvuf, mârifet-i rabbâniyeye açık bir yol ve bir ciddiyet mesleğidir. Onda lâubâlilik ve hezlin yeri yoktur. Nasıl olabilir ki, o mesleğin esası, çiçek-kovan arası gelip giden arılar gibi sürekli mârifet nakşetmeye.. ağyârdan kalbi temizlemeye.. nefsi tabiî temâyüllerinden alıkoymaya.. bedenî ve cismânî arzulara karşı olabildiğince kapanmaya.. her zaman rûhâniyata açık bulunmaya.. ömrünü, Hz. Ruh-i Seyyidi’l-Enâm’ın çizgisinde sürdürmeye.. Hakk’ın istekleri karşısında kendi murâdâtından vazgeçmeye.. Hakk’a intisâbı en büyük pâye bilip O’nun huzurunu soluklamaya dayanır.
Burada, tasavvufun; temeli, mevzuu, fâidesi, esası ve erkânı üzerinde durmak da îcâb eder:
Tasavvufun temeli, dînin esaslarına sımsıkı sarılıp, emir ve yasaklarına da hassasiyetle riâyet ederek, açlığa, uyanıklığa mülâzemette bulunup, elden geldiğince nefsin haz duyduğu şeylerden mücânebettir.
Tasavvufun mevzuu; insanın, kalbî ve rûhî hayat seviyesine çıkarılması, kalbin tasfiyesi ve letâifin merci-i aslîlerine yönlendirilmesidir.
Tasavvufun fâidesi; insanın melekî yanlarının inkişaf ettirilmesi, icmâlî ve müptediyâne îmânın bir kere de keşfen ve zevken duyulup yaşanmasıdır.
Tasavvufun esası; ibadet ü taate devamla, sathî olan kulluk şuurunun, derinleştirilerek insan tabiatının önemli bir yanı haline getirilmesi ve insan için ikinci bir fıtrat sayılan rûhânîliğin elde edilmesiyle, dünyanın kendisine ve bizim heveslerimize bakan fâni yüzüne karşı bütün bütün kapanarak, ukbâya ve esmâ-i ilâhiyeye bakan çehresine uyanmaktır.
Tasavvufun erkânına gelince, onları da şöyle sıralamak mümkündür.
1-Nazarî ve amelî yollarla hakiki tevhide ulaşmak..
2-Hz. Kelâm’ı dinleyip anlamanın yanında Hz. Kudret ve İrâde’nin emirlerini de okuyup temâşâ etmek..
3-Hakk sevgisiyle dolup-taşmak ve O’ndan ötürü de, bütün varlığa “mehd-i uhuvvet” nazarıyla bakarak herkesle ve herşeyle hüsn-ü muâşerette bulunmak..
4-Her zaman îsâr ruhuyla hareket ederek, elden geldiğince başkalarını nefsine tercih etmek..
5-Murâd-ı ilâhîyi kendi murâdâtının önünde tutarak, ömrünü “fenâfillâh”, “bekabillâh” zirvelerinde sürdürmeye çalışmak..
6-Aşk u vecd ve cezb u incizâba açık bulunmak..
7-Simalarda sineleri duyup anlamak ve hadiselerin çehresinde ilâhî esrârı okumak..
8-Mânevî sefer niyetli ve hicret mülâhazalı uhrevîlikleri çağrıştıracak yerlere seferler tertip etmek..
9-Meşrû dairede zevk ve lezzetlerle iktifâ edip, gayr-i meşrû daireye adım atmama mevzuunda kararlı olmak..
10-Tûl-i emel ve onun menşei olan tevehhüm-i ebediyete karşı sürekli mücadele ve mücahede içinde bulunmak..
11-Dîne hizmet ve bütün insanlığı Hakk’a ulaştırma yolunda bile olsa, kurtuluşun, yakîn, ihlas ve rızâ yolundan geçtiğini bir an dahi hatırdan çıkarmamaktır.
Ayrıca bu hususlara şunları da ilâve edebiliriz: Zâhir ve bâtın ilimlerle mücehhez olma ve bir kâmil insanın rehberliğine sığınma.. bu son iki husus Nakşîler arasında ayrı bir önem arzeder.
Burada “tasavvuf” deyip, tasavvuf düşünüp, tasavvufu yazarken, dervişlik ruhunun icmâlî ma’nâsını ihtivâ eden; ve ahlâk, edep, zühd kitaplarının da esası sayılan, hatta bir ma’nâda kalplerin Hakikat-i Ahmediye ile iltika noktası kabul edilen, seyr u sülûk-i rûhânînin işaret kristalleri de diyebileceğimiz aşağıdaki hususlara temas etmeden geçemeyeceğiz:
Bu hususların başında, “Benim gözlerim uyur, ama kalbim uyanıktır” beyânıyla irtibatlandıracağımız.. ve “İnsanlar uykudadırlar, öldükleri zaman uyanırlar” beyânına esas teşkil eden “yakaza” gelir. Sonra da onu tevbe, inâbe, muhasebe, tefekkür, firar, i’tisâm, halvet, uzlet, hâl, kalb, hüzün, havf, recâ, huşû, zühd, takvâ, verâ, ibadet, ubûdiyet, murâkabe, ihlas, istikamet, tevekkül, teslim, tefvîz, sika, hulûk, tevazu, fütüvvet, sıdk, hayâ, şükür, sabır, rızâ, inbisat, kasd, azim, irade, mürîd, murâd, yakîn, zikir, ihsan, basîret, firâset, sekîne, tuma’nîne, kurb, bu’d, mârifet, muhabbet, aşk, şevk, iştiyak, cezbe, incizab, dehşet, hayret, kabz, bast, fakr, gınâ, riyâzât, tebeddül, hürriyet, hürmet, ilim, hikmet, himmet, gayret, velâyet, seyr, gurbet, istiğrak, gayb, kalak, vakit, safâ, sürûr, telvin, temkin, mükâşefe, müşâhede, tecellî, hayat, sekr, sahv, fasl, vasl, fenâ, beka, tahkîk, telbîs, vücud, tecrîd, tefrîd, cem‘, cem‘u’l-cem’ ve tevhid takip eder ki, bu kitapçıkta icmâlî ma’nâlarıyla dahi olsa bunları tanımak mümkün olacaktır.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
MENŞEİ İTİBÂRİYLE TASAVVUF
İslâmî ilimler tarihine göre, ilk devirlerde şer’î hükümler yazılmıyordu. Bu hükümlerin, îtikad, ibadet, muâmeleye ait bölümleri çok tekrar edilmesi ve pratikle desteklenmesi sayesinde çokları tarafından ezberleniyor ve hatırlarda kalabiliyordu. Bu açıdan şer’î hükümlerin toparlanıp bir araya getirilmesinde fazla zorluk çekilmedi. Zira, yapılan şey bir ma’nâda hayatımızın veya hafızalarımızda yaşattığımız şeylerin kompoze edilip kâğıtlara dökülmesi gibi birşeydi. Bir diğer zaviyeden de, yukardaki ilim dalları, her Müslümanın mutlaka meşgul olması lazım gelen hayâtî meselelerden olduğu için, ilim adamları ilk önce dînin bu bölümlerini ele alıp, her kısımla alâkalı kitap ve risaleler yazarak, hafıza ve sadırlarındaki gerçekleri tedvin etmekle işe başladılar. Fakîhler, fıkhın kitaplaştırılması, hadisçiler sünnetin hıfz ve tesbiti, kelâmcılar akaid meselelerinin tarsîni, tefsirciler Kur’ân ve Kur’ânî ilimlerin te’lifiyle meşgul olup, her biri kendi sahasında cihanpesendâne gayretler sarfederek yüce İslâm dîninin hakikatlarını, hem de herhangi bir iltibâsa meydan vermeyecek şekilde ortaya koydular. Bu arada, Hakikat-i Ahmediye’nin rûhânî yönüne daha fazla ihtimam gösteren mutasavvıfîn de, yine aynı kaynaklara dayanmak sûretiyle tasavvufla alâkalı gerçekler üzerinde durup, insanın özü, varlığın esası, insan ve kâinâtın iç dinamikleri gibi konulara dikkati çekerek, ısrarla nazarları eşyanın perde arkasına çevirmeye çalıştılar. Çalıştı ve tefsircilerin yorumlarına, hadisçilerin rivâyetlerine, fakîhlerin içtihad ve istinbatlarına; kendi riyâzatlarını, rûhî hayatlarını, kalbi tasfiyelerini, nefsi tezkiyelerini, hâsılı, dîni bir bütün hâlinde duyma, yaşama zevk ve anlayışlarını da ilâve ederek tasavvuf ekolünü geliştirdiler. Bu sayede, zâhidlerin zühdü, âbidlerin ibadeti, erbâbı vera’ın dînî hassasiyeti, muhlislerin incelik ve duyarlılığı, muhiblerin aşk u şevki, fakirlerin acz u fakr mülâhazası gibi ruhun aksiyonuyla alâkalı ve tamamen amelî esaslara dayalı olan İslâm’ın rûhî hayatı, ilmi bir mâhiyet alarak, kendine göre metodu, mesleği, meşrebi, mevzuu, kâideleri ve ıstılahları ile tasavvuf ilmi vücuda gelmiştir ki, bugün değişik şubeleriyle bir kısım farklılıklar arzetse de, temeli itibariyle Hakikat-i Ahmediye’nin özü, üsâresi olduğunda şüphe yoktur.
Ne var ki, bir hakikatin iki ayrı yüzünden ibaret olan ahkâm-ı şeriat-ı garrâ ile murâkabe, riyâzât, mücahede gibi rûh-u şeriat birbirinden ayrı zannedilerek, bunlardan biri zâhirperestlik, diğeri de bâtınîlik vehmiyle birbirine düşman gibi gösterilmişlerdir. Vâkıa bu ayrılık, biraz da, zâhiri şeriatın fakîhler, müftîler tarafından, diğerinin de mutasavvıflarca temsil edilmesiyle destekleniyor gibi görünse de, buna, herkesin daha yatkın olduğu mesleği öne çekip çıkarması şeklinde bakmak da mümkündür.
Fakîhler, muhaddisler, müfessirler mebde’ itibariyle tâ devr-i risâletpenâhiye dayanan bir kısım usûl ve kurallara göre Kur’ân ve sünnete müracaat ederek kendi sahalarında önemli eserler ortaya koydukları gibi, mutasavvıflar da yine Kitap ve sünnete başvurarak, bu ana kaynaklardan riyâzât, mücahede, murâkabe, hâl ve makamla alâkalı içtihad edip çıkardıkları meselelerin yanında, kendi rûhânî hayatlarını, aşklarını, şevklerini, iştiyaklarını, vecdlerini, cezbelerini, incizaplarını da kaydederek zâhirperest buldukları insanları bu yöne kanalize etmeye çalışmışlardır.
Aslında her iki tarafın maksadı da, ilâhî emir ve yasaklara riâyet ederek Allah’a ulaşmaktı ama, yol muvâzenesi şer’î ölçülere göre kurulamadığından, ifratlara, tefritlere girilmiş ve şimdilerde var gibi gördüğümüz ayrılıklara sebebiyet verilmişti. Oysaki, temelde herhangi bir ayrılık sebebi söz konusu olmadığı gibi, dînin böyle ayrı ayrı ünitelerinin müstakillen tedvin ve temsili de ayrılık demek değildi. Fıkıh ilminin ibadet ve muâmelelere ait hükümlerle meşgul olması, yani insanın fikrî ve amelî davranışlarını zabt u rapt altına alıp düzenlemesine mukabil; tasavvufun, ruhu terbiye, kalbi tasfiye, nefsi tezkiye etme çizgisinde, insan hayatını, kalb ve ruh seviyesine yükseltme gayretleri kat’iyen ayrılık değildir. Ayrılık olması bir yana, bunlardan her biri, şeriatın önemli bir cephesini ikame etmeyi üzerine almış bir üniversitenin fakülteleri hükmündedir. Öyle fakülteler ki, üniversite mâhiyetindeki küllün tamam olması biraz da onların tamamiyetine bağlıdır. Zaten bunlardan biri, insanın nasıl ibadet edeceğini, ibadet için nasıl temizleneceğini, namazı nasıl kılacağını, orucu nasıl tutacağını, zekatı nasıl vereceğini, muâmelelerinde hangi esaslara uyacağını anlatıyor; diğeri ise, daha çok, bütün ibadet ü taat ve muâmelâtın, kalb ve ruhla alâkası üzerinde duruyor, şeklî insaniyetten sîret ve ma’nâdaki insaniyete sıçrama yollarını araştırıyor ve insan-ı kâmil olmaya giden yolları salıklıyordu. Bu itibarla da hiçbir cephenin ihmale tahammülü yoktu...
Gerçi, bazı nâkıslar biraz ileri giderek, fıkıh ve sünnetle iştigal edenlere “zâhir erbâbı”, “rüsûm ulemâsı” demişler ise de, kâmil mutasavvıflar her zaman, şeriatın temel prensiplerini esas almış, Kitap ve sünnete göre, geliştirdikleri usûl ve metodlarla, ortaya attıkları her düşünceyi onun atkıları üzerine bir dantela gibi işlemişlerdir. Muhâsibî’nin “Vesâya” ve “Riâye”si, Kelâbâzî’nin “et-Taarruf li Mezhebi Ehli’t-Tasavvuf”u, Tûsî’nin “el-Lüma”ı, Ebû Tâlib Mekkî’nin “Kûtü’l-Kulûb”u, Kuşeyrî’nin “Ri-sâle”si bu sadefin incilerinden sadece birkaçı.. bunlar arasında, nefsi hesaba çekmek ve tezkiye etmek gibi tek mevzu etrafında örgülenen eserler olduğu gibi, müteaddit mevzuları bir araya getirerek hacimli kitaplar te’lif edenler de olmuştur. Nihayet bütün bu devâsâ kametlerden sonra, Huccetü’l-İslâm İmam Gazzâli gelerek “İhyâu Ulûmi’d-Dîn” eseri mübeccelini yazıp, tasavvuf yolunun, bütün âdâp, erkân ve ıstılahlarını bir kere daha gözden geçirerek, umum meşâyihin kabulüne mazhar hususları tesbit ve tenkidi gerekenleri tenkid edip, birbirinden ayrı görünen bu iki mübarek akımı bir defa daha buluşturup kaynaştırmıştır. Öyle ki ondan sonra gelen pek çok mutasavvıf, kendi ilimlerini, şer’î ilimlerin bir levni, bir buudu bularak, her yerde birlik ve beraberlik soluklamaya başlamış.. ve o güne kadar “ulemâ-i rüsûm” deyip hafife aldıkları insanlarla kaynaşıp bütünleşmiş.. ve bilhassa, tasavvuf mesleğinde, daha farklı yorumlanan, hâl ilmi, hatır ilmi, yakîn ilmi, ihlas ilmi, ahlâk ilmi ve daha pek çok vicdânî ve zevkî gerçekleri medreseye taşıyarak, zâhir ulemânın da, erbâb-ı tasavvufun da üzerinde mutâbakata varacakları bir hayli müşterekler bulmuşlardır.
Tasavvuf; bâtın ağırlıklı bir ibadet yolu olması ve şer’î hükümleri de rûhî yanları, kalp üzerindeki tesirleri ve vicdanda tebellür eden derinlikleri itibariyle ele almasından, başka mesleklere göre biraz daha ledünnî, engin ve zor anlaşılır olsa da, çıkış noktası ve hedefi açısından, Kitap ve sünnet kaynaklı İslâmî yolların hiçbirine münâfî değildir. Münâfî olmak şöyle dursun, diğer bütün şer’î ilimler gibi o da Kitap, sünnet ve selef-i sâlihînin sâfiyâne içtihadlarını esas alarak, hep ilim, mârifet, yakîn, ihlas ve ihsan ruhu gibi hakikatler üzerinde durmuştur.
Tasavvufu; bâtın ilmi, esrâr ilmi, ahvâl ve makâmât ilmi, sülûk ilmi, tarikat ilmi gibi bir kısım farklı ünvanlarla ifade etmek, onun şer’î ilimlerden ayrı olduğu ma’nâsına gelmez; bu ad ve ünvanlar, asırlar ve asırlar boyu, şeriatı yaşama zevkinin farklı mîzaç ve meşrepler tarafından değişik şekilde duyulup hissedilmesinden kaynaklanmıştır. Tasavvufçuların nokta-i nazarlarını ve şeriat hâdimlerinin düşünce ve istinbatlarını esasta birbirinden farklı göstermek, işi çarpıtmak sayılır. Vâkıa, her zaman bir kısım mutaassıp tasavvufçular bulunduğu gibi, öteden beri bir kısım zâhirperest fakîhler, muhaddisler, tefsirciler de olagelmiştir. Ne var ki, bu müfrit ve mufarritlere nisbeten sırât-ı müstakîm erbâbı hep ekseriyeti teşkil etmiştir. Buna binâen, bir kısım fakîhlerin sofîler hakkında, bir kısım sofilerin de fakîhler hakkında yakışıksız söz ve düşüncelerine bakarak, bu iki ehl-i hak cephe arasında ciddî bir münâfât varmış gibi bir yaklaşım kat’iyen yanlıştır. Zira, her zaman kavga çıkarıp, kavgaya karışanların sayısı, müsâmaha ve afv u safh yolunda olanlara nisbeten deryada katre kalmıştır. Aslında böyle olması gayet tabiiydi; çünkü her iki tarafın başvurduğu kaynak da aynıydı.. fukahâ, şer’î hükümlerde Kitap ve sünnete müracaat ettikleri gibi, mutasavvifîn de aynı kaynaklara dayanıyordu.
Zaten tasavvufun ısrarla üzerinde durduğu esaslar da, fıkhın ve fukahânın mesleğinden çok farklı değildi. Genelde her iki cephe de, amel-i sâlih ve dürüst muâmele üzerinde duruyordu. Ayrıca sofîler, a’mâl-i hasene, tehzîb-i ahlâk ve tezkiye-i nefis gibi konulardan da bahsediyorlardı. A’mâl-i hasene vasıtasıyla vicdan mârifet-i ilâhiyeye uyanır.. ve insan bu sayede ihlas ve rızâ yoluna yönelir.. dolayısıyla da şer’î her mesele derin bir ibadet neşvesi içinde yerine getirilir; getirilir, zira artık, gönülden içeri ayrı bir gönül, irfandan sonra farklı bir irfan ve lisandan öte ayrı bir lisan hâsıl olmuştur.
Evet, tasavvuf ve güzel ahlâkla daha bir netleşen lâhûtîlik tahakkuk zirvesine ulaşır.. mücahede-i nefis, halvet, zikir ve murâkabe yoluyla hicaplar münkeşif olur ve varlığın perde arkasına ıttılâ ile, icmâlî îmân bir kere de zevk ve keşifle pekiştirilerek âdetâ şuhûdî bir yakîn hâlini alır.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
SOFÎ
Sofî, tasavvuf ehli olanlar için kullanılan bir tabirdir. Bu kelimeyi “sûfî” şeklinde kullananlar da vardır. Zannediyorum bu farklı kullanım, biraz da kelimenin menşeinden kaynaklanmakta. Onun “sof”tan, “sofus”tan, “safâ”dan, “safvet”ten geldiğine kail olanlar, veya dindarlıktan kinâye olduğunu düşünenler “sofî”; “sûfân” “sûfâne” veya “suffe”den geldiğini iddia eden, ayrıca “softa” ma’nâsına gelen “sofu”dan ayırmak isteyenler de “sûfî” şeklinde kullanmışlardır.
Erbâbının sofîyi tarif sadedinde şu ifadelerine rastlarız:
Sofî; kalbi Allah için safvet bulmuş ve iç âlemi itibariyle berraklığa ermiş “Hakk yolcusu” demektir.
Sofî; Cenâb-ı Hakk’ın kendisi için seçip intihap buyurduğu, intihap buyurup nefsinin tesirinden kurtararak duruluğa erdirdiği iddiasız “Hakk eri” demektir.
Sofî; mahviyet ve tevâzuuna nişâne, iç huzuru ve gönül rahatlığıyla “sûf” (yün) giyip sevgiyi seven ve ona, onun sahibine cefâ tattırmayan, dünyanın, dünyaya ve hevesâtımıza bakan yanlarıyla ona aldırış etmeyen Hakikat-ı Ahmediye yolunun yolcusudur. Evet, sûfîlerin sûf giymeleri, giyinişlerine izâfe edilen bir isimle anılarak kendilerine “mutasavvıf” denmesi onların hallerini, özlerini ve tavırlarını nazara vermek içindir. Çünkü sûf giymek, öteden beri peygamberlerin, onlara uyanların ve her zaman kendilerini ibadete verenlerin şiârı olmuştur. Eğer, gerçekten peygamberler ve onların havârilerinin giydikleri yün ise, “sûfî” kelimesinin, “sûf”a nisbetinin doğru olduğunu söyleyebiliriz.
Sofî; nefsânî bulanıklıklardan sıyrılıp özüne eren ve beşerî bütün küdûrâttan arınarak lâhûtîleşen gerçek insanlığa yükselme yolunun şehsuvârı demektir.
Sofî; ehl-i suffeye benzeme gayretinden ötürü bu nâm-ı celîli alan ve ömrünü o ismi istihkaka hasreden gönül erinin ideal adıdır.
Sofî kelimesinin “sâf”tan müştak olduğunu da söyleyenler olmuştur; iştikak hatası mahfuz, sürekli Hakk karşısında kemerbeste-i ubûdiyet içinde bulunmaları açısından, sakat bir asıldan düşündürücü bir fasıl gibi görünür.. gerçi himmetlerinin yüksekliği ve kalplerinin sürekli Allah’a müteveccih olması, onların bu mevkiin erleri olduğunu gösterir ama, “sâf”tan sûfînin iştikakı yanlıştır. Sofînin; Rumca “hikmet” ma’nâsına gelen “sofîya” kelimesinden veya Yunanca “sofus”tan geldiğini iddia edenler de olmuştur. Bunun da yabancıların yakıştırması olabileceği kanaatindeyim; o kanaatteyim sofîlerin her ne kadar pek çoğu hikmet erbâbı olsa bile..
İslâm tarihinde ilk sofî lakabını alan büyük zâhid Ebû Hâşim el-Kûfî’dir. Bu zat, Hicrî 150 senesinde vefat ettiğine göre, sofî tabirinin Hicrî ikinci asırda ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bu demektir ki, sofî kelimesinin böyle hususi bir ma’nâda kullanılması ashâb ve tâbiîn-i kirâm efendilerimizden sonra olmuştur.
Bir sistem olarak, zâhid Ebû Hâşim’le tanıdığımız sofîlik, ilk zuhuru itibariyle, Peygamberimiz ve arkadaşlarının yaşayışlarındaki sadelik çizgisinde, dünya cihetiyle dünyaya karşı ciddî bir tavır içinde, sürekli rekâik ve ölüm ötesi hadiselerle irtibatlı, kalb ve ruh insanlarının mesleğiydi. Bu itibarla da o, hep rûhânî hayatın emrinde oldu. Sofîlik, çıkış gayesi açısından kalbi Hakk’a bağlamak ve sîneyi aşk u muhabbetle dağlamaktan ibaretti.. ve sofîlik, tarih boyu “hüsn-ü huluk” ve “edep” dedi, peygamberler yolunu solukladı. Her meslek gibi onda da bir kısım inhirafların ve çarpıklıkların yaşandığı devirler olabilir. Sadece inhiraflara ve çarpıklıklara bakarak bu saf gönüller mesleğini karalamak insafsızlık olsa gerek.
İmam Kuşeyrî, kendini rûhânî hayata salan sofîlerden bahsederken özetle şöyle der: Müslümanlıkta büyüklüğün ünvanı olarak, Allah Rasûlü’ne arkadaşlık ünvanından daha büyük pâye yoktur. Bu mazhariyet başka dönem insanlarıyla paylaşılmayacak kadar büyük bir mazhariyettir. Bundan sonra en büyük nam ve pâye ise, Allah Rasûlü’nün ashâbını görüp tanıma bahtiyarlığına ermişlerin ünvanı olan “tâbiîn” ünvan-ı celîlidir. Bu kadri yücelerden sonra da tâbiînle buluşup görüşme mutluluğuna ermişlerin nâm-ı celîlü’l-kadri olan “tebe-i tâbiîn” gelir.. bu üç aydınlık zümrenin gurûbuna ve bu arada bir kısım fitnelerin zuhuruna muhâzî olarak da fıkıh cephesinde fakîhler, hadis cephesinde muhaddisler, akaid cephesinde muhakkikîn-i mütekellimîn çok önemli misyonlar edâ ettikleri gibi İslâm’ın rûhî cephesinde de en önemli tecdidleri sofîler gerçekleştirmişlerdir.
Sofîler, hayat tarzları itibariyle fevkalâde dürüst, olabildiğince sade, her türlü karışıklıktan âzâde, bedenî mutluluk ve cismânî tutkulardan uzak, zâhidlik, fakirlik ve nâsikliğin yükseltici ikliminde ömür sürdürmeye kilitli, Peygamber Efendimiz ve güzîde İslâm büyüklerine benzemeye kararlı öyle dengeli insanlardır ki, onları bu evsâf-ı âliyeleriyle ne eski hekim ve filozofların devamı kabul etmek, ne Hristiyan mistiklerle irtibatlandırmak, ne Hint fakirizminin bir kolu saymak ne de günümüzdeki bir kısım mehâbet ve mehâfet bilmez lâubâlîlerle aynı görmek mümkün değildir. Bir kere tasavvuf, ilk zuhuru ve temsilcileri itibariyle, kalbin iç yüzü, eşyanın perde arkası ve varlığın sînesindeki gizli esrârın ilmi kabul ediliyordu; sofî de bu ilmin talebesi ve bu yolun nihayetine ulaşmaya kararlı süvarisi. Bu süvari bütün bir ömür boyu her insan için ideal bir ufuk sayılan “insan-ı kâmil” olma zirvesine koşacaktı. Evet, Nâmütenâhî’ye ulaşma cehdiyle bitmeyen bir yolculuk.. tükenmeyen bir azim ve herhangi bir beklentiye girmeden tevakkufsuz sürdürülen bir maraton.. işte tasavvuf bu, sofî de bu muhtevânın mübarek temsilcisi büyük kahramanı! Meseleye böyle yaklaşılınca, sofînin filozoflarla, mistiklerle, yogilerle hiçbir münasebeti olmadığı gibi, tasavvufun da mistisizmle, yogizmle, felsefeyle uzaktan-yakından alâkası olmadığı kendi kendine ortaya çıkar.
Vâkıa, İslâm’ın zuhurundan evvel, Yunan ve Hint filozofları da tasfiye yolunda yürümüş ve sofîlerin yaptıklarına benzer mücahedede bulunmuşlardı ama, bu iki yol öz ve esas açısından birbirinden çok farklı şeylerdi. Bir kere sofîye, tasfiyesini, zikir, ibadet ü taat, nefis muhâsebesi, tevâzu ve mahviyet esaslarına bağlı olarak gerçekleştiriyor, sonra da âhir ömrüne kadar bu çizgisini korumaya çalışıyordu. Eğer filozofların tasfiyesine de tasfiye denecekse, o “keyfemâyeşâ” bir tasfiye idi.. bu tasfiyenin içinde ibadet ü taat, nefis murâkabesi, tevâzu ve mahviyet bulunmadığı gibi, hemen her zaman gaflet ve benliğin küstahlaştırılması ön plânda idi.
Sofîye, başlıca iki gruba ayrılır:
1- İlim yörüngeli hareket edip, mârifet kanatlarıyla vuslat arayanlar.
2- Mücerred zevk, vecd ve keşif yolunda gidenler.
Evvelkiler, ilim ve mârifet kanatlarıyla “seyr ilallah”, “seyr fillâh” ve “seyr anillâh” ufuklarında bitmeyen bir yolculuk yaşar ve ömürlerini “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh”ın üveykleri olarak sürdürürler.. varlığın içinde müşâhede ettikleri her tebeddül, her tağayyür, her tekevvün onlara Hz. Kudret ve İrade’den yüzlerce mesaj sunar, her hâdise onlara ayrı ayrı dillerle çok farklı nağmeler fısıldar.
İkincilere gelince, bunlar da, seyr-i sülûk ve zühdlerinde ciddî olmakla beraber, keşif, kerâmet, zevk, vecd, tevâcüd peşinde olduklarından zaman zaman hedeften zuhûl ile “kurb” ikliminde “bu’d” yaşayabilirler. Birinci yol, Kur’ân’ın rehberliği altında yürüyen velâyet-i kübrâ temsilcilerinin yolu; ikinci yol ise, temelde Kur’ân ve sünnet yörüngeli olsa da, yer yer arzular, hisler, beklentiler öne çıktığından önceki yol kadar selâmetli değildir.
Ayrıca sofîler, kendi aralarında insanları üçe ayırırlar:
Birinci sınıfa “kâmil ve vâsıl” insanlar derler ki, bunlar da kendi içlerinde iki kısma ayrılır: Biri umum enbiyâ-i izâm ve rusul-i kirâm hazerâtı, diğeri de onlara mutâbaat ve inkıyadla Hakk’a vâsıl olmuş kümmelîndir. İşte gerçek kâmil insanlar bunlardır. Bunlardan bazıları kendi nefsinde kâmil ve vâsıl olmakla beraber mürşid olmayabilir. Hatta, bazı vâsıllar, vuslatı tamamladıktan sonra, bir daha da cem ve hayret bahrinin dalgalarından kurtulamaz; kurtulamaz ve ilelebed duyguları ve düşünceleriyle orada müstehlik kalırlar. Dolayısıyla da bunların nâsut âlemiyle münâsebetleri bütün bütün kesilir ve irşâda da muktedir olamazlar.
İkinci sınıfa “sâlik” derler; bunlar da yine iki kısma ayrılır, birinci kısım sadece Allah tâlipleri olup hem dünyayı hem de âhireti düşünmeyenlerdir. İkinci kısım ise, âhiret ve cennetin tâlibi olmakla beraber meşrû dairede dünyayı da isterler ki, bunlar da zâhidler, âbidler, âcizler ve fakirlerdir.
Üçüncü sınıfa gelince, bunlar, bütün bütün dünyaya hasr-ı himmet ettiklerinden, sofîye onlara “mukîmîn” der. Bunlar, eşrâr ve ashâb-ı şimâlden bir kısım bahtsızlardır ki, görmez, işitmez ve anlamazlar.
Ayrıca bu üç sınıftan ilklere “mukarrabîn”, ikincilere “ashâb-ı yemîn”, üçüncülere “ashâb-ı şimâl” diyenler de olmuştur.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
TEVBE, İNABE ve EVBE
Hataları itiraf edip pişmanlıkla kıvranmak, fevtedilen şeyleri yerine getirerek, yeniden toparlanıp Cenâb-ı Hakk’a yönelmek şeklinde ilk küçük yorumları ile tanıyacağımız tevbe; hakikat ehlince, duyguda, düşüncede, tasavvur ve davranışlarda Zât-ı Ulûhiyet’e karşı içine düşülen muhâlefetten kurtulup, O’nun emirleri, yasakları ışığı altında muvâfakat ve mutâbakata ulaşma gayretidir. Tevbe, sırf bir şeyin vicdanda kerih görülmesinden dolayı, o şeye karşı tiksinti duyulması, terk edilmesi değildir. O, Allah’ın sevmediği, istemediği şeylerden, aklın zâhirî nazarında güzel görünse, yararlı olsalar bile, uzaklaşıp Hakk’a rücû etmektir.
Bir de “tevbe” sözcüğüne “nasûh” kelimesi ilave edilerek “tevbe-i nasûh” şeklinde kullanılır ki, o da, bir tevcihe göre, en hâlis, en sâfi, en içten anlamına, diğer bir tevcihe göre de, yırtığı, söküğü dikip kapayan, bozulanı ıslah eden ve hiçbir gedik bırakmayacak şekilde onaran tevbe ma’nâsına gelir. Yukarıdaki hususların bütününü birden nazara alınca “tevbe-i nasûh” hüsn-ü niyet, hulûs-ü kalb ve hayır mülâhazasıyla, ferdin kendi adına ve seviyesine göre, hâlis, ciddî, yürekten tevbede bulunması, dolayısıyla da başkalarına, tıpkı nasihat ediyor gibi hüsn-ü misâl teşkil etmesi ma’nâlarına gelir ki, Kur’ân-ı Kerim’de, gerçek tevbeden söz edildiği bir yerde:“ -Ey iman edenler, Allah’a tevbe-i nasûhla teveccüh edin” (Tahrim, 65/8) buyrularak bu tevbeye işâret edilmektedir.
Tevbe, tevbe edenlerin durumu itibâriyle üç bölümde mütalâa edilmiştir:
a- Hakikatlara kapalı avam halkın tevbesi ki, Hakk’a muhalefetin kalbde burkuntular hâlinde hissedilmesi ve ferdin günahını idrak şuuruyla gönlünde buğulaşan bu duyguyu, bütün benliği ile Hakk kapısına yönelerek, tevbe ve istiğfar ile alâkalı sözlerle ifâde etmesidir.
b- Perde arkası hakikatlara yeni yeni uyanmaya başlamış havâssın rücûu ki, huzur ve maiyyet âdâbına aykırı her davranış ve her düşünceden sonra, kalbde yoğunlaşıp basiret ufkunu saran büyük-küçük her gaflet karşısında himmet kanatlarını açıp Hakk’ın rahmet ve inâyetine sığınma cehd ü gayretidir ki, bu performansı gösteren ruh: “ -Resulullah: “Günahdan tam dönen o günahı hiç işlememiş gibidir; Allah bir kulu sevdiği zaman artık ona günahı zarar vermez” dedi ve şu mealdeki âyeti okudu: “Şüphesiz Allah, çokça tevbe edenleri ve tevbe edip tertemiz olanları sever” tevbenin alâmeti nedir diye sorulunca da: “Gönülden pişmanlıktır” buyurdular- hakikatının mazharı ruhdur.
c- Yaşayışlarını“benim gözlerim uyur ama kalbim uyumaz” ufkunda sürdüren has üstü hasların teveccühüdür ki, kalblerine, sırlarına, ahfâlarına perde olan mâsiva (Hakk’dan gayri herşey) ile alâkalı her ne varsa, bütününü benliklerinin derinliklerinden söküp hiçliğin gayyalarına atarak, yeniden “nuru’l-enver” (bütün ışıkların hakiki menbaı) le münasebetlerinin şuuruna ulaşmaları demektir ki, “o ne güzel kuldu! Zira, sürekli (Allah'a) rucûdaydı” (Sâd, 38/44) gerçeğini gösterir ve “evb” yörüngesinde hareket ederler.
Ferdin, bir kısım iç deformasyonlardan sonra yeniden safvet-i asliyesine dönmesi özüyle bütünleşmesi veya sık sık kendini yenilemesi ma’nâsında tevbe, hemen her mertebesiyle:
1- Gönülden nedâmet etmek,
2- Eski hataları ürperti ile hatırlamak,
3- Haksızlıkları gidermek, hakkı tutup kaldırmak,
4- Sorumlulukları yeniden gözden geçirip fevt edilen mükellefiyetleri yerine getirmek,
5- Hata ve inhiraflarla ruhda meydana gelen boşlukları ibadet ü taat ve gecelerdeki yakarışlarla doldurmak,
6- Ve haslar, haslar üstü haslar itibâriyle, zikr u fikr u şükrün dışında geçen hayat için âh u enin edip ağlamak.. duygu ve düşüncelere kasdi olarak mâsiva bulaşmış olabileceği endişesiyle sarsılıp inlemek.. gibi hususları ihtiva eder.
Hatanın seviyesi ne olursa olsun, tevbe ederken, yeni günah tasavvurlarına karşı pişmanlık ve tiksinti ile inlemeyen, herşeye rağmen bir kere daha istikâmet çizgisinin altına düşebileceği endişesiyle ürpermeyen, Hakk'dan uzak kalmanın sonucu olarak, içine düştüğü yanlışlık ve inhiraflardan kurtulmak için Hakk’a kulluğa, kullukta samimiyete sığınmayan tevbe adına yalan söylemiş sayılır...
Mevlâna bir yerde gerçek tevbenin sembolü nasûhu şöyle konuşturur:
-Cenab-ı Hüdâ’ya bir hakiki tevbe ettim ki, can tenden ayrılıncaya kadar onu bozmayacağım. Aslında o mihnetten sonra, merkebden başka kim ayağını helâk ve hatar tarafına atar ki..?”
Tevbe bir fazilet yemini, onda sebat ise bir yiğitlik ve irâde işidir. Usûlünce tevbe edip sebat edenin şehitler mertebesinde olduğunu Hz. Seyyidü'l-Evvâbîn söylüyor. Tabiî sürekli tevbe ettiği halde, bir türlü günah ve inhiraflardan kurtulamayanın tevbe ve istiğfârının, tevvâbların, evvâbların yöneldikleri kapıyla alay olduğunu da...
Evet, “Cehennemden korkarım” deyip günahlardan kaçınmayan, “Cennete müştâkım” deyip amel-i sâlih işlemeyen, “Peygamberi severim” deyip sünnetlere karşı alâkasız kalan biri, iddialarında ciddi olamayacağı gibi, ömrünü kat’i günah ve sûrî tevbeler arasında sürdüren, dolayısıyla da, Hakk’a dönüşlerini isyanlar arası molalara benzeteceğimiz böyle vefânâşinasların samimiyet ve hulûslarını kabul etmek de oldukça zordur.
Sâlikin ilk menzili, tâlibin ilk makamı tevbe, ikinci makamı ise inâbedir. Halk arasında, herhangi bir mürşide intisâb etme merâsiminde temsil edilen usûl, âdâb ve töreye de “inâbe” denildiğini hatırlatıp geçelim... Tevbede, duygu, düşünce ve davranışların, muhâlefetten muvâfakata, muarazadan mutabakata yönlendirilmesine karşılık, inâbede mevcut mutâbakat ve muvafakatının sorgulanması bahis mevzûudur. Tevbe, “seyr ilallah” ufkunda bir seyahat ise, inâbe “seyr fillah”, evbe de “seyr minallah” kuşağında bir miraçtır. Bu üç teveccühü şöyle de anlatabiliriz: Ukûbet endişesiyle Hakk’a sığınma bir tevbe; makam ve derecâtı muhafaza arzusuyla onda fâni olma bir inâbe; ondan başka herşeye kapanma da bir evbedir. Birincisi bütün mü’minlerin halidir ve ezanları da: “ -Ey iman edenler, hepiniz inhiraflardan vazgeçip Allah’a sığının!” (Nûr, 24/31) dır. İkincisi evliya ve mukarrabînin vasfıdır; kâmetleri de, mebde itibâriyle “ -Rabbinize inâbe ediniz”(Zümer, 39/54), müntehâ itibâriyle de: -Cenâb-ı Hakk’a saygı dolu bir kalble geldi”(Kaf, 50/33) dir. Üçüncüsü enbiya ve mürselînin hususiyetleridir.Şiarları da -O ne güzel kuldur. Çünkü her zaman (Allah’a) rucûdaydı” (Sâd, 38/44) şeklindeki ilâhî takdir ve iltifattır.
Her nerede olursa olsun, maiyyet-i ilâhiyede bulunduğu şuurunu bir nebze bile kaybetmeyenler için tevbe yoktur. Onlardan sâdır olan tevbe ma’nâsındaki sözler ya inâbe veya evbe ma’nâlarını ifâde etmektedir. Hz. Rûh-u Seyyidü’l-Enâm’ın, “günde yetmiş veya yüz defa istiğfar ederim” sözlerini başka türlü anlamak da mümkün değildir. Ayrıca tevbe, “kurb” ve “maiyyet”i bilmeyenler içindir. Hayatlarını kurb ufuklarında geçirenler, her tasarruflarına hâkim, her işlerine nigehbân ve onlara herşeyden daha yakın olan Cenâb-ı Hakk’a herhalde, avâmî ma’nâda rücûu gaflet sayarlar. Bu mertebe ehl-i vahdet-i vücûdun değil, ehl-i vahdet-i şuhûdun, onlardan daha çok da Mişkât-ı Muhammed ve Sünnet-i Hazret-i Ahmed Aleyhi Ekmelü’t-Tehâya Hazretleri’nin zıllinde seyr u sülûk yapanların mertebesidir. Seviyesi bu mertebeye ulaşmayan ve makam-ı tabiatta vücudla uğraşanlar için evb ve inâbeden ve hele bu makamların müntehâsından söz etmek takliddir ve bâlâ pervâzâne sayılır.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
MUHÂSEBE
Hesap görme, hesaplaşma, kendi kendini sorgulama diyebileceğimiz muhâsebe; mü’minin, hergün, her saat, iyi-kötü, yanlış-doğru, günah-sevab yaptığı şeyleri gözden geçirip hayırları, güzellikleri şükürle karşılaması; inhirafları, günahları istiğfarla gidermeye çalışması; yanlışlıkları, kötülükleri de tevbe ve nedâmetle düzeltmeye gayret göstermesi adına çok önemli bir cehd ve insanın kendini isbat etmesi mevzûunda da ciddî bir teşebbüs sayılır.
“Fütûhât-ı Mekkiyye” sahibinin de belirttiği gibi, selef-i sâlihîn hergünkü iş ve davranışlarını ya kaydeder veya hâfızalarına alır; sonra da bunlar arasında, kalbî endişe ve vicdânî ızdırâba sebebiyet verecek bir kısım nâhoş hususları, ileride ruhlarında meydana gelmesi muhtemel gurur fırtınalarına ve ucub girdaplarına karşı dikkatlice kullanır ve aynı zamanda günah saydıkları şeylerde istiğfâra sığınır, hata ve inhiraf virüslerine karşı tevbe karantinasına dehâlet eder, nihayet temsil ettiği güzelliklerden dolayı da yüz yere kor ve şükranla iki büklüm olurlardı.
İnsanın, kendi kendini ledünnî yanlarıyla, iç derinlikleriyle, ma’nâ ve rûh enginlikleriyle keşfedip tanıması, tanıyıp yorumlaması diye de ifade edebileceğimiz muhâsebe, gerçek insânî değerlerin ortaya çıkarılması, bu değerlere esas teşkil eden duyguların geliştirilmesi ve korunması yolunda bir ruh cehdi ve düşünce sancısıdır. Ancak böyle bir cehd ve düşünce sayesindedir ki insan, dünü, bugünü ve yarınıyla alâkalı hayrı-şerri, güzeli-çirkini, yararlıyı-zararlıyı birbirinden tefrik edip gönül istikametini koruyabilir.
Evet, onun, hâl’i değerlendirip geleceğe hazırlanabilmesi; geçmişte işlediği yanlışları telâfî edip Allah nezdinde aklanabilmesi; dünü, bugünü ve yarını itibariyle kendi kendini sorgulayıp gerçek değerini bulabilmesi; daha önemlisi de Allah’la münâsebetleri açısından iç dünyasında sürekli yenilenebilmesi ancak ve ancak sıkı bir nefis muhâsebesiyle mümkün görülmektedir. Zîrâ insanın hem zaman üstü muhtevâsı, hem de zamanla mukayyed duyguları, onun kalbî ve rûhî hayatıyla ve ledünniyâtının şuûrunda bulunmasıyla çok irtibatlıdır.
Müslüman ne kalbî ve rûhî hayatı, ne de umumî davranışları itibariyle kat’iyen muhâsebeden müstağni kalamaz. O, bir yandan dün ihmal ettiği, hattâ yıkılmasına göz yumduğu geçmişini, ötelerden gelip vicdanının derinliklerinde yankılanan: “ -Tevbe edip Allah’a dönün!..” (Nûr, 24/31)†ve “-Rabbinize inâbede bulunun!..” (Zümer, 39/54) ümit edalı, rahmet şîveli ilâhî nefahâtla onarıp ihyâ etmeye çalışırken; diğer yandan da : “ -Ey iman edenler, Allah’tan korkun, O’na karşı saygılı olun! Ve herkes yarın için ne hazırlamış ona bir baksın!..” (Haşr, 59/18) Yıldırımlar gibi ürpertici, rahmet gibi inşirah verici uyarılarla teyakkuza geçer; kendine çekidüzen verir, elinden geldiğince bütün fenalıklara karşı kapanır.. içinde bulunduğu ânı tıpkı bir döllenme mevsimi, bir bahar mevsimi gibi değerlendirir ve imanın verdiği şuurla, basîretle o ânın her lâhzasına ayrı bir derinlik kazandırır.. zaman zaman cismâniyete toslayıp sarsılsa da: “ -Sineleri her zaman Allah’a karşı saygıyla çarpan müttakiler, şeytandan bir tayf, bir vesvese dokunduğu zaman hemen Allah’ı anarlar ve derken gözleri açılıverir” (A’râf, 7/201) ilâhî beyânına göre her zaman tetiktedir.
Muhâsebe, mü’minin iç dünyasında bir kandil, vicdanında da bir hayırhah ve nasîhatçı gibidir. Her ferd onunla hayrı-şerri, güzeli-çirkini, Allah’ın sevdiğini-sevmediğini birbirinden tefrik eder ve hayır soluklu o nasihatçının rehberliğinde en aşılmaz gibi görünen engelleri aşar ve hiçbir şeye takılmadan gidip hedefine ulaşır.
Muhâsebe; iman, kulluk, tevfik, kurbiyet ve ebedî saadete mazhariyet gibi mevzûlarda, tamamen, İlâhî inayet, İlâhî rahmet yörüngelidir.. ve ye’s gibi mutlak emniyetin de en amansız hasmıdır. Evet o, her zaman huzûr ve itmi’nana açık olmasının yanında, korku, endişe ve ürperti eksenlidir. Muhâsebeye açık gönüllerin buğulu yamaçlarında her zaman: “ -Bildiğimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız” iniltileri yankılanır.. ve onun, huzûr ve mehâbetin iç içe yaşandığı ikliminde, mes’uliyet ve sorumlulukla iki büklüm olmuş en yüce kametlerin: “ -Keşke kesilip biçilen bir ağaç olsaydım” inkisârları uğuldar. Uğuldar da onlar: “ -Yer bütün genişliğine rağmen onlar için daraldı ha daraldı.. ve vicdanları da bu daralma altında kaldı” (Tevbe, 9/118) tesbitinin her an kendileri için vâki ve vârid olduğunu hissederler. Onların beyinlerinin her guddesinde:“ -Siz içinizi dökseniz de gizleseniz de, Allah onunla sizi hesaba çekecektir” (Bakara, 2/284) tınlamakta.. ve dillerinde: “ -Âh keşke, anam beni doğurmasaydı” çığlıkları nümâyândır.
Bu ölçüde kendi kendini sorgulamanın zor olduğu söylenebilir; ama bu seviyede nefsini muhâsebeye tâbi tutmayanın da zamanı değerlendirmesi; bugünü dünden, yarını da bugünden farklı yaşaması mümkün değildir. Böylesi zamanzedelerin uhrevîlik performansı göstermeleri ise bütün bütün imkân hâricidir.
Sürekli nefsin sorgulanması ve ona itab imanın kemâlindendir. Hayatını “insan-ı kâmil” ufkuna göre plânlamış her rûh yaşadığı hayatın şuûrundadır ve ömrünün her dakikasını nefsiyle mücâdelede geçirir. Kalbine uğrayan her hâtıraya, kafasından geçen her düşünceye parola sorar ve vize tatbik eder. Şeytana, âsâba, hassâsiyete açık her işinde nefsânîliğini yakın takibe alır; çok defa onun en güzel, en mâkul davranışlarından dolayı bile kendi kendini sorgular.. akşam-sabah elindeki tığını, nefsini levm atkıları arasında dolaştırır ve bu rûh hâleti içinde hayat dantelâsını örmeye çalışır.. her akşam eksik ve yanlışlarını bir kere daha kontrol eder, her sabah bütün günahlara kapalı ve yepyeni bir azimle hayata açılır.
O, böyle bir sadâkat ve vefâ, böyle bir tevâzû ve mahviyetle iki büklüm olup başıyla ayaklarını aynı noktada birleştirdiği sürece, gök kapıları ardına kadar açılır ve kendisine: “Gel ey sâdık ki, mahremsin, bura mahrem makamıdır; seni ehl-i vefâ gördük...” denir ve her gün ayrı bir semâvî seyâhatle şereflendirilir. Zaten, Cenâb-ı Hakk da: “ -Hayır hayır, kasem ederim sürekli kendini kınayan o nefse!” (Kıyamet, 75/2) diyerek bu saflardan saf rûh adına kasem etmiyor mu..?
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
TEFEKKÜR
Herhangi bir mevzûda, geniş, derin ve sistemli düşünme ma’nâlarına gelen tefekkür; erbabınca, kalbin çırası, rûhun gıdası, bilginin rûhu ve İslâmî hayatın da kanı, canı ve ziyâsıdır. Tefekkür olmayınca kalb karanlıklaşır, ruh hafakanlara girer ve İslâmî hayat da kadavralaşır.
Tefekkür, kalbde öyle bir nûrdur ki, hayır ile şer, zarar ile fâide, güzel ile çirkin onunla görülür ve sezilir.. kâinat onun sayesinde okunan bir kitap hâline gelir ve Kur’ân’ın âyetleri onunla ayrı bir derinliğe ulaşır.
Tefekkür, hâdiselerden ibret alma ve çeşit çeşit netice çıkarmanın çırağı, tecrübelerin altın anahtarı, hakikat ağaçlarının fideliği, kalb nûrunun da gözbebeğidir. Onun içindir ki, her güzel şeyde olduğu gibi tefekkürde de zirveleri tutan Ufuk İnsan: “Tefekküre denk ibâdet yoktur; öyle ise gelin Cenâb-ı Hakk’ın ni’met ve kudret eserlerini tefekkür edin! Ama zinhar Zât-ı Bâri’yi tefekküre kalkışmayın; zira O, insan düşüncesini aşan bir mevzûdur” meâlindeki sözüyle, düşünebileceğimiz sahanın sınırlarını belirler ve bize, güç, imkân ve iktidarlarımızı ihtâr eder.
Bu hususu hatırlatma sadedinde Minhâc sahibi ne hoş söyler:
“-Ni’metleri tefekkür etmek bu yolun şartıdır. Ne var ki, Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ında tefekkür apaçık bir günahtır. Evet, Allah hakkında düşünmek bir bâtıldır; O’nu hem bir muhâl hem de hâsılı tahsil bil..!”
Zâten Kur’ân-ı Kerîm de: “-Onlar göklerin ve yerin yaratılış ve şekillendiriliş keyfiyetinde tefekkür ederler” (Âl-i İmrân, 3/191) meâlindeki âyetleriyle, kâinat kitabını, bu kitabın yazılış keyfiyetini, harf ve kelimelerinin husûsiyetlerini, cümleleri arasındaki nizâm ve âhengi, hey’et-i umûmiyesindeki rasânet ve sağlamlığı nazara vererek bize en yararlı düşünme yolunu salıklamıyor mu?
Evet, her düşünce, her tasavvur ve her davranışta Hakk’ın Kitab’ına yönelmek, O’nu anlamaya çalışmak, hayatı O’ndan anladığımız şeylere göre tanzim etmek ve yaşamak; kâinat kitabındaki İlâhî sırları keşfedip ortaya koymak ve insana her an ayrı bir îmânî derinlik ve renkliliği duyurup tattıran bu yeni keşif ve tesbitlerle, îmândan ma’rifete, ma’rifetten muhabbete, muhabbetten, rûhânî hazlara uzayan bir ışıktan yolda bütün hayatı zevk haline getirmek, sonra da âhiret ve rıdvân-ı ilâhîye yürümek; işte insan-ı kâmil olmanın nûrlu yolu..!
Tefekkür, araştırma sahası itibâriyle bütün ilimlere açıktır, ama, aklî ilimler, pozitif tesbitler, bu büyük netice için sadece bir mukaddime, bir vâsıta ve bir yoldur.. ve bunların hepsi de gerçek muhtevâ ve yüzleriyle ilm-i vâhid-i ilâhiye müteveccihtirler. Tabiî insan dimağı yanlış muâlecelerle inhirâfa uğratılmamışsa...
Evet, varlığı bir kitap gibi mütâlaa ve tefekkür ancak, bütün eşya ve eşyaya ait husûsiyetlerin Allah tarafından yaratılmış olduğunu kabul etmekle beklenen semereyi verir ve bereketli bir vâridat kaynağı hâline gelir ki, bu da her şeyin her hâliyle Allahu Teâlâ’ya istinâdını yakînen idrâk eden ma’rifetullah, muhabbetullah ve zikrullah ile itminâna ulaşmış kalbî ve rûhî hayat kahramanlarının şiârıdır.
Mebde’de her şeyi Cenâb-ı Hakk’a istinad ettirme esasına göre sistemleştirilmeyen bir tefekkür, neden sonra Allah’a yönelip ve neticede O’nda mütenâhî olmasına mukabil; tâ baştan halk ve emir, her şeyi O’na bağlama esasına göre planlanmış bir tefekkür ise, sonsuza kadar hep yeni yeni buudlarıyla sürer gider ve kat’iyen inkıtaa uğramaz. Yani böyle bir tefekkür “Evvel” ve “Zâhir” isimleriyle Allah’tan başlayıp sonra yine “Âhir” ve “Bâtın” isimleriyle Allah’a müteveccih olacağından mütenâhî değil, lâtenâhîdir. İşte böyle, tâ işin başlangıcında hedefi belirlenmiş bir tefekküre teşvik aynı zamanda varlığın şekil ve tecellî yollarını tesbite çalışan tabiî ilimlerin usûl ve sistemlerini öğrenip kullanmaya da bir teşviktir.
Evet, gökler ve yer bütün eczâ ve mürekkebâtıyla, Allah’ın mülkü olduğundan varlık kitabında mütalâa edilen her hâdise, her şe’n ve her nizâm Yüce Yaratıcı’nın şeriât-ı fıtrîyedeki ahkâm ve tasarruf keyfiyetlerini de okumak demektir. Bu kitabı hakkıyla okuyabilen ve okuduğu şeylere göre hayatını düzenleyen birinin yolu herhalde hidâyet ve takvâ yolu, varacağı yer Cennet, içtiği de kevser olacaktır. Evet, dünyada çeşit çeşit nimet ve rengârenk güzelliklerin gerçek sahibi olan Allah’tan gaflet ve hep iblisin rehberliğiyle nankörlük vâdilerinde dolaşan felâket ve hüsran ashâbına karşılık, o, herşeyin gerçek sahibi Mün’im-i Hakîki’yi tanıyıp, O’na îmân ve îmândaki şuur ile inkiyad ederek, melâike, enbiyâ ve sıddîkînin öncülüğünde, hep şükür-nimet, nimet-şükür daireleri içinde dolaşır ve dökülen dökülene yığınların mahvoldukları, aynı vâdilerde Yüce Yaratıcı’nın lütuflarına mazhariyetin hakkını verir ve ömrünü bir tefekkür üveyki gibi geçirir. Şayet bir tümseğe ayağı takılsa, fikir dünyasını zikirle buudlaştırır; tedbirden teslime, temkinden tefvîze geçer, âlemin mesâfelere esir düştüğü yerlerde o, göklerde tayerân ederek hedefine ulaşır...
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
FİRAR VE İ’TİSÂM
Herhangi bir şeyden kaçma ve uzaklaşma ma’nâlarına gelen firar; erbabınca, halktan Hakk’a seyerân etmenin, gölgeden asla ilticâda bulunmanın, damlayı bırakıp deryaya yönelmenin, zerreden vazgeçip güneşe teveccühün ve benlikten sıyrılıp vücudu Hakk şuâları içinde eritmenin ünvanı olmuştur ki; insanın “seyr-i kalbî” ve “seyr-i ruhânî” sine işaret eden: “-Kaçıp Allah’a sığınınız” (Zâriyât, 51/50) meâlindeki âyetle irtibatlandırmak mümkündür.
İnsan, îmanı hesabına, beden ve cismâniyetin öldürücü atmosferinden uzaklaştığı ölçüde Allah’a yaklaşmış ve kendine karşı da saygılı ve anlayışlı davranmış sayılır. Böyle bir firârî ve Hakk mültecîsinin nasıl payelendirildiğini, o kapının sadık bir bendesi olan Hz. Mûsa (Alâ Nebiyyinâ ve aleyhi’s-Salâtü ve’s-Selâm) Efendimiz’den dinleyelim: “ -Sizinle beraber bulunmaktan korkup kaçtığım için, Rabb’im bana hâkimiyyet lutfetti ve beni mürselinden kıldı” (Şuarâ, 26/21) diyen Hakk nebîsi, zevk ve vuslata, hilafet ve kurbete varan yolun firardan geçtiğine dikkati çekiyor ve peygamberâne irâdelere öncülük yapıyor.
Avamın firarı, varlığın dağdağasından, ma’siyetin çirkinliğinden Allah’ın üns ve gufrânına sığınma şeklinde olur. Bunlar gözlerini her açıp kapayışlarında: “ -Yarlığa Rabb’im ve merhamet buyur, buyur ki, Sen merhameti en hayırlı olansın” (Mü’minûn, 23/118) âyetini okur. Ve oturur-kalkar: “ -Rabb’im işleye geldiğim şeylerin şerrinden sana sığınırım” der inlerler.
Havassın firarı; sıfatlardan sıfatlara, sırdan şuhûda, rüsûmdan usûle ve nefsânî duygulardan ruhânî ihsaslaradır ki: “ Allah’ım Senin gazabından rızana ukûbetinden afvına sığınırım” sözleri onların her zamanki vird-i zebânlarıdır.
Haslar üstü hasların firarı ise, sıfattan zâta ve Hakk’-tan yine Hakk’adır ki, her zaman: “ -Sen’den yine Sana sığınırım” der heybet ve mehabet soluklarlar.
Bu firarların hemen hepsi de gidip bir ilticâ, bir himaye ve bir i’tisâmla noktalanır. Firar, firar edenin ruh derinliği ile mebsûten mütenâsib olduğu gibi, netice itibariyle varılan nokta da farklı farklıdır.
Birinciler, otağlarını ma’rifet yamaçlarına kurar, zerreden güneşlere kadar herşeyle O’nu hatırlar, O’nu anarlar.. ölçüleri aşan isteklere girer ve olmayacak şeyler düşlemeye başlarlar.. ve derken, vicdanlarında: “ -Seni hakkıyla bilemedik” gerçeğini duyar ve dillerinde:†
“ -Varlık senin ma’rifetinin peşinde, erbâb-ı lisân seni vasfetmekten âcizdir. Gel tevbemizi kabul buyur, buyur ki, biz birer beşeriz, seni hakkıyla bilemedik” sözleriyle kendilerinden geçerler.
İkinciler, her an ayrı bir ma’rifet deryasına yelken açarlar ve hep ayrı ayrı vâridâtın televvünâtıyla ömür sürdürürler. Sürdürürler ama, bir türlü berzahlardan kurtularak hayret ufkuna ulaşamazlar. Gözleri sürekli suûd merdivenlerinde, arşiyeden arşiyeye uçar ve nüzûl tasavvurundan tir tir titrerler.
Üçüncüler hâlin gel-gitlerinden kurtulmuş, başları her an hayretin ayrı bir derinliğinde ve gözleri “Şerâb-ı aynemâ” ile mahmur öyle mestlerdir ki, içinde bulundukları durumdan, -ihtimal- İsrâfil’in sûruyla bile kendilerine gelemezler. Duygu, düşünce ve tahayyüllerinin derinliğini, ancak yine kendileri gibi mest olan biri ifade edebilir:
“ -Evliyâullâha tuzak olan o hayaller ise, Hüdâ bahçesinin ay yüzlülerinin cemâllerinin yansımasından ibarettir.” ò»” «Ê†Œœ«å dan maksat, mertebe-i vâhidiyyet, òÂÁ†—ËÍ«Êå dan murad da, Allah’ın esmâ ve sıfatıdır ki, ehadiyyet mertebesinde temâyüz ederler. Bu itibarla, mes’eleyi şöyle anlamak da mümkündür: Evliyâullâh’ın ayaklarına tuzak olan başka değil, esmâ ve sıfat-ı İlâhiyye’nin tecelliyâtıdır. Ve o tecelliyât, hakikate karşı kapalı olan gözsüzler nazarında hayaletten ibarettir. Sarı Abdullah Efendi’nin ifadesiyle: “Enbiyâ ve evliyânın merâyâyı kalpleri, mezâhir-i esmâ ve sıfat-ı külliye-i İlâhiyye olmakla, Sıfat-ı Rabbâniyye onların ay yüzlerinin bostanı olup onlara her an ayrı bir sihir sunmaktadır.”
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
HALVET ve UZLET
Yalnızlık ve tek başına yaşama ma’nâlarına gelen halvet ve uzlet, bir anlamda, herhangi bir rehber ve mürşidin nezâretinde inzivâya çekilip vaktini ibâdetle geçirmekten ibâret sayılmış; diğer bir tefsire göre de o, kalbi bâtıl itikadlardan, karanlık duygulardan, çirkin tasavvurlardan ve Hakk’tan uzaklaştıran tahayyüllerden arındırarak, bütün mâsivâya (Hakk’tan gayrı herşey) karşı kapanıp letâifin dili ile Hakk’la sohbetin ünvânıdır. Uzlet halvetin bir buudu, riyâzât da diğer buududur. Halvetin ilk basamağı kırk günlük bir fasılla tamamlandığı için buna “Erbaîn çıkarma” da denmiştir. Mürşid ve rehber, mürîd ve namzedi halvete sokacakları zaman onu alır, odasına kadar götürür; orada duâ eder ve ayrılırlar. Mürid, yapayalnız kaldığı o hücrede âdeta bir îtikâf hayatı yaşar! Ölçülü yer, ölçülü içer.. ve gücü yettiğince, Allah’a kurbet kapısı sayılan bu halvethânede bedenî ihtiyaçlarını en aza indirir; hattâ cismânî arzularını büyük ölçüde unutmaya çalışır.. ve gece-gündüz durup dinlenmeden zikr u fikirle meşgul olur...
Halvet; halktan uzlet ve riyâzat buuduyla menşei çok eskilere dayanır ve hemen hemen tasavvuf yollarının hepsinde de mevcuttur. Hattâ daha da ileriye götürüp enbiyâ-i îzâm ile irtibatlandırmak da mümkündür.
Evet; başta insanlığın İftihâr Tablosu olmak üzere birçok nebî ve velînin uzlet ve halvetlerinden söz edilebilir. Ne var ki, sistem aynıyla alınmadığı, alınamadığı gibi, alındığı kadarıyla da orijini tam korunamamış; değişik kalıplara ifrağ edilerek, az dahi olsa başkalaştırılmıştır. Hz. İbrahim’in uzleti, Hz. Musâ’nın erbainleri, Hz. Mesih’in riyâzâtı, Sultan-ı Enbiyâ’nın halvetleri ve daha niceleri.. değişik şartlarda, değişik ortamlarda ve değişik karakterler üzerinde farklı tatbikatlarla inkisâra uğradığından mâhiyetleri kısmen değişmiş ve başkalaşmışdır. Başka türlü olamazdı; zirâ halvet, şahısların ruh yapıları, mizaçları, mezakları, karakterleri ve ruhanîliğe istidatlarıyla çok alâkalıdır. Bu itibarla, kime nasıl ve ne kadar halvet teklif edileceğini kâmil mürşidler bilir.
İlk dönemlerinde Hz. Mevlânâ bir hayli “Erbaîn” çıkarır. Mürşidini bulunca, halveti terk ve celveti ihtiyar eder ki; ondan evvel ve ondan sonra da pek çok kimse aynı yolu tâkip etmişlerdir.
Halvetin riyâzat buudu nefsi, bedenî arzulara karşı gemlemek ve meâliye müştâk olan rûhu kemalât-ı insâniye semâlarına doğru şahlandırmaktır. Evet, ancak, riyâzat ile nefse gem vurulabilir; riyâzat ile o, kötü duygu ve tutkulardan vazgeçirilebilir; riyâzat ile teslimiyet ve inkıyâda zorlanabilir ve riyâzat ile mahviyet ve tevâzua alıştırılarak ayaklar altındaki topraklar haline getirilebilir ki; güllere saksılık yapmanın yolu ve erkânı da budur:
“Toprak ol toprak ki; gül bitsin; zirâ topraktan başkası güle mazhar olamaz.”
Riyâzat yoluyla, hemen herkes belli lütuflara mazhar olabilir; kimileri ilim ile ahlâkı, ihlâs ile ameli tehzib ederek hem Hakk’la hem de halkla muamelelerinde edep şuuruna ulaşırlar.. kimileri, sürekli kendilerini Rabbileriyle olan muamelelerinin gel-gitlerinde bulur ve bir lâhza ara vermeden O’na daha da yakınlaşma yollarını araştırırlar.. kimileri de, sert kabuğundan sıyrılan yusufçuk gibi hayatlarını, yeni ulaştıkları semâvî âlemlerin kelebekleri sayılan ruhânîler arasında sürdürürler.
Halvette asıl olan, gönül gözünün ağyâra kaymaması ve gece-gündüz demeden Cenâb-ı Hakk’ın teveccühüne hazır olup beklemesidir. Bu bekleyiş aynı zamanda pasif bir bekleyiş de değildir. Bu bekleyiş kalbe akacak vâridâtı kaçırmama heyecânı içinde, gönül gözleri açık ve Hakk’la halvet adâbıyla geçirilen temkinli bir bekleyiştir. Bu ma’nâyı soluklayan Lâ mekânî Hüseyin Efendi’nin şu sözleri ne hoştur:
Pâk eyle gönül çeşmesini tâ durulunca
Dek tut gözünü gönlüne gönlün göz olunca
İnkârı ko, dil destisini ol çeşmeye tuttur
Ol âb-ı safâbahş ile bu desti dolunca
Sen çık aradan hânesini sâhibine ver
Bî şek gelir Allah evine sen savulunca
Evvel koma ki, sonra çıkarmak güç olur güç
Şeytan çerisi hâne-i kalbe koyulunca.!
Vâkıa Allah zamandan, mekândan münezzehtir ama, O’nun insanlarla alış-verişi de yine hep kalp yamaçlarında cereyan eder. Bu itibarla da kalbin zümrüt tepeleri, O’ndan gelecek tecellî dalgalarına her zaman açık ve hazır olmalıdır ki; Hazret-i Hakkı’nın ifâdesiyle:“Kasrına nüzûl eyleye Sultan gecelerde...”
Cenâb-ı Hakk bir yerde Hazret-i Dâvud (as)’a şöyle buyurur: “O evi benim için boşalt ki, ben orada olayım.” Bâzıları boşaltmayı, kalbin ağyâr düşüncesinden, yabancı mülâhazalardan, O’nu nazara almadan, âlemle gereksiz münâsebetlerden arındırma ve uzaklaştırma şeklinde anlamışlardır. Hazret-i Mevlânâ’nın bir hoş sözü de burada düşünce ufkumuza ziyâ olur:
-Akıllı olan kuyu dibini seçmiştir; zirâ halvette gönül safâsı vardır. Kuyu dibinin zifiri karanlığı halkın zulmetinden iyidir. Halkın ayağını tutan kimse baş alıp getirememiştir; yâni nihâyete erip sırra muttalî olamamıştır. Halvet ağyâra karşı lâzımdır, yâr’a karşı değil; kürk kış için gereklidir bahar için değil...”
Halvetten murâd, kalp hânesini ağyârdan temizleyip yâr ile hemdem bulunmak olduğuna göre, halk içinde Hakk’la berâber bulunan ruhlar ve kesretin en uç noktalarında dahi sürekli tevhîdi kollayan gönüller hep halvette sayılırlar. Buna mukâbil, bütün ömrünü halvette geçirdiği halde, kalbini ağyârdan temizleyememiş ve içinden mâsivâyı söküp atamamış kimsenin halveti de bir aldanmışlıktır ve beyhûdedir.
Aslında mâverâî halvette halktan tecerrüd ve uzlet yoktur. Böyle bir halvette insan, Mevlânâ’nın ifâdesiyle, bir pergel gibi, ayağının biri lâhut ufkunda, diğeri de nâsut kutbunda, her an ayrı bir nüzûl ve urûcu bir arada yaşar ki, enbiyâ ve asfiyâ kuşağında bilinen halvet de işte bu halvettir. Cenâb-ı Hakk, Dâvud (as)’a: “Yâ Dâvûd nen var, böyle halktan ayrılıp yalnızlığı ihtiyâr ediyorsun?” buyurur. Hazret-i Dâvud: “Yâ Rabbi halkı Senin için terk ediyorum” der. Cenâb-ı Hakk O’na: “Ey Dâvud, her zaman uyanık ol ve ihvânından ayrılmamaya bak ama, dostlukları sana yaraşmayan insanlardan uzak kalmayı da ihmâl etme!” ferman eder. Yâni, mâdem ki hedefin biziz ve mâdem ki, azmin köyümüzedir, gönlünü bizden gayrısına açma.!
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
HÂL, MAKAM
Hâl; insanın kendi derinliklerinde ötelerden gelen esintilerle yaşaması ve kalp ufkunda cereyân eden gece-gündüz, sabah-akşam farklılığının duyulup hissedilmesidir. Onu insanın cehd ve gayreti olmadan, insan kalbini saran sevinç-hüzün, kabz-bast şeklinde anlayanlar, bu oluş ve sezişin devam ve istikrârına “makam”, onun zevâl bulup gitmesine de “nefsânîlik” demişler...
Bu ittibarla, “hâl”e, bir İlâhî mevhibe ve gönül yamaçlarının “üns” esintileri, “makam”a da insan irâde ve azminin bu nefehâtı soluklayıp benliğine mal ederek ikinci bir fıtrata ulaşması diyebiliriz.
Hâl; yaratılış, hayata mazhariyet, nur ve rahmet gibi, perdesiz herşeyin gerçek kaynağını gösterir ve hâlis tevhîdi ihtar eder. Makam ise, sa’y u gayretin sisli-dumanlı prizması içinde dediğini der ve hakîkati o kadar net aksettiremez. Onun içindir ki, kalbe gelen vâridâtın duyulup-sezilmesi ve her lâhza, kalplerde “kenzen” bilinene doğru ayrı bir yol vurulması; içinde biraz da kendimizi anlatmanın bulunduğu o vâridâtın kendi rengimize göre ifâde edilmesinden daha kadirşinâsca bir davranış sayılmıştır.
Bundan dolayıdır ki, Hazret-i Sâdık u Masdûk, bir makam münasebetiyle: “Allah sizin cisim ve sûretlerinize değil, kalplerinize nazar eder..” diyerek Hakk cânibince önemsenen noktayı hatırlatıp, halkça yönelinecek mihrâbı iş’ar ile âyineyi, tecellîye tevcîh buyurmak istemiştir. Derecesi daha düşük bir rivayette, kalplerin yanında ameller de zikredilerek: “Allah sizin kalplerinize ve amellerinize bakar...” beyânı ise, hâlin devamıyla ulaşılan “makam”a hâl hatırına bir iltifâttır.
Hâl; mutlak irâdenin muradına uygun vakitlerde, ara ara gelen tecelliler.. bu tecellilerin yayılma sahası kalp ufku.. avlayıp bir kalıba ifrağ eden de his ve şuurdur. Bu itibarla makama, dalgaları dinmiş, istikrara ulaşmış bir pâye nazarıyla bakılmasına karşılık; hâl, yüksek takdîrlere bağlı gel-gitlerin ağında, her zuhur bir evvelkisinden ayrı ve farklı kareler içinde, sürekli belirip-kaybolan ve tıpkı güneşden gelen değişik boy ve renklerdeki dalga paketlerine benzetilebilir.
Hassas ruh ve marifete uyanmış şuurlar, suyun üzerindeki kabarcıklarda, güneşin akislerini gördükleri gibi, gönül yamaçlarında da, hâl dalgalanmalarını öyle görür, hisseder ve ayrı ayrı idrâkla mukâbelede bulunurlar. Kalp balansını iyi ayarlayamamış, dolayısıyla da irtibatsız kalmış kopuk ruhlar, bunları birer vehim ve hayâl sanabilirler; varlığa Hakk’ın nûruyla bakanlar için bunlar ayânlardan ayân gerçeklerdir.
En büyük Hâl Eri, bir önceki mazhariyetlerini, bir sonraki durumu îtibâriyle dûn gördüğünden -o dûn hâlin nuruyla Allah gönüllerimizi donatsın!- “Ben günde yetmiş defa istiğfar ediyorum...” buyururlardı.
Zaten, Nâmütenâhî’ye dönük bir ebedî yolculukta, ebedî ışık ve ebedî buraka ihtiyâcını hisseden dupduru bir gönlün, başka türlü düşünmesi de mümkün değildi...
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
KALB-1
Dil beyt-i Hudâdır ânı pâk eyle sivâdan
Kasrına nüzûl eyleye Rahmân gecelerde.
İ. Hakkı
Gönül ve yürek olarak da tanıdığımız kalb başlıca iki ma’nâda kullanılır: Birisi, göğsün sol tarafında, sol memenin altında ve daha çok da çam kozalağına benzeyen, aynı zamanda yapısı ve dokusu itibariyle de bedendeki her uzuvdan farklı bulunan; ihtiva ettiği harika karıncık ve kulakçıkları, bütün his ve duygulara merkeziyeti, bütün damarlara ve damarcıklara merciiyeti ve insan uzuvları arasında bizatihî müteharrik olma gibi imtiyazı; hem bir motor gibi çalışması hem de bir emme-basma pompası gibi faaliyet göstermesi itibariyle çok hayatî bir organdır ki bu organa biz yürek de deriz.
İkincisi ise, öncekinin dublesi, alternatifi, melekûtî buudu ve aynı zamanda, şuur, idrak, ihtisas, akıl ve irade gücünün de merkezi, rûhânî bir lâtîfedir ki, tasavvufçular ona “hakikat-ı insaniye” filozoflar da “nefs-i nâtıka” demişlerdir. İnsanın asıl hakikatı da işte bu kalbdir. İnsana bu mânevî buudu itibariyle “âlim”, “ârif”, “müdrik” denir. Ruh bu lâtifenin esası ve bâtını, biyolojik ruh da bineğidir. Allah’a muhatab olan, sorumluluklar yüklenen, ceza gören, mükâfat alan, hidâyetle kanatlanan, dalâletle yuvarlanan, aziz kabul edilen, hor görülen ve İlâhî marifetin “mir’ât-ı mücellâ” sı olan hep bu lâtifedir.
Kalb, hem idrak eden hem de idrak edilen husûsiyette bir yapıya sahiptir. İnsan; rûhuna, cismine, aklına onunla girer. Kalb rûhun gözü gibidir. Basiret kendi dünyasına göre onun nazarı, akıl, ruhu, irade de iç dinamizmidir.
Umumiyet itibariyle biz “gönül” derken de bu ikinci kalbi kastederiz. Gönül ve kalb farklılığı, bunların mecazen birbirinin yerinde kullanılması bir yana, bu rûhânî lâtife cismânî kalble sımsıkı alâkalıdır. Bu alâkanın keyfiyeti, dünden bugüne filozofları ve İslâm hükemasını bir hayli meşgul etmiştir. Ancak, bu münasebet ister evvelen ve bizzat olsun, ister vasıtalı olsun, ister kalbin faaliyeti, ister onun kabiliyetiyle irtibatlı olsun sinelerimizde taşıdığımız “sanevberiyyu’ş-şekl” et parçası zâhirî kalble, insanın insanlığının remzi ve bütün duygularının hayat kaynağı olan “Lâtife-i Rabbâniye” bir hakikatın iki yüzü denebilecek şekilde birbiriyle iç içe olduğunda şüphe yoktur. Ne var ki, bu alâka ve irtibatın keyfiyeti de, kalb, rûh, akıl ve idrâkin keyfiyeti gibi biraz buğuludur.
Kur’ân’da, dînî ilimlerde, ahlâkta, edebiyatta, tasavvufta kalb dendiği zaman, daha ziyade bu ikinci ma’nâdaki kalb kastedilir. Aynı zamanda iman, marifetullah, muhabbetullah ve zevk-i rûhânîde bu ma’nâdaki kalbin “ille-i gâiyesi” ve varlığının hakikî hedefleridir.
Kalb, iki yönü olan öyle nûrânî bir cevherdir ki, bir yönüyle devamlı ruhlar âlemine, diğer yönüyle de cisimler âlemine bakar. Cisim, şer’î ölçülerin birleştiriciliğinde rûhun emrine girmişse, kalb, ruhlar âlemi yoluyla aldığı feyizleri bedene ve cisme taşır; orada da huzur ve itmi’nân esintileri meydana getirir.
Kalb, eskilerin ifadesiyle “nazargâh-ı ilâhîdir.” Allah, insana insanın kalbiyle bakar. fehvâsınca da, insanla muâmelesi kalbe göre cereyan eder. Zira kalb; akıl, marifet, ilim, niyet, iman, hikmet ve kurbet gibi insan için çok hayâtî hususların kalesi mesâbesindedir. Kalb ayakta ise bu duygular da hayatta sayılır; o yıkılmış veya gediklerle sarsıksa, bu lâtifelerin hayatiyetinden, devam ve temâdisinden bahsetmek de oldukça zordur. Hazreti Sâdık u Masdûk: -Bakın, cesette bir çiğnem et vardır ki, o sıhhatli olunca bütün ceset de sağlam olur; o fesada yüz tutunca da bütün ceset bozulur gider. Dikkat! İşte o kalbdir” buyurarak kalbin insan bedenindeki yer ve önemine dikkati çekmektedir.
Kalbin bundan da ehemmiyetli yanı mahiyetindeki istinad ve istimdat noktaları itibariyle her zaman Cenâb-ı Hakk’ı göstermesi, varlık kitabıyla tafsilen anlatılanları, ihtiyaç ve ihtiyaçların karşılanması diliyle insan gönlüne sürekli ihtar etmesidir ki, hadis diye rivayet edilen bir mübarek sözde onun bu lâhûtî buudu nazara verilmektedir. İbrahim Hakkı, o sözü nazmen şöyle anlatır:
Sığmam dedi Hakk arz u semaya.
Kenzen bilindi dil madeninden.
Böyle, marifet-i ilâhînin pürüzsüz, mücellâ ve yalan söylemeyen sadık bir lisanı olması itibariyledir ki, insânî mülkün melekûtu sayılan kalb, Kâbe’den daha eşref görülmüş ve Zât-ı Hakk adına bütün kâinatların ifade edebileceği yüce gerçeği beyanda biricik hatip kabul edilmiştir.
Kalb, düşünce sıhhati, tasavvur sıhhati ve ruh sıhhati, hatta beden sıhhati için âdeta bir kale gibidir. İnsanın maddî, mânevî duyguları bu kaleye sığınır ve korunmuş olurlar. Bu açıdan insan için bu kadar önemli olan kalbin de karantinaya ve gözetilmeye ihtiyacı vardır. Zira o, yaralanınca tedavisi çok güç ve ölünce de hayata döndürülmesi çok zor bir lâtifedir. Kur’ân bize: -Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalblerimizi kaydırma...” (Âl-i İmrân, 3/8) duâsını öğütlemede, Efendimiz de sabah-akşam el açıp hem de defaatle: -Ey kalbleri evirip çeviren Allah’ım! Kalbimi dininle sabitleyip perçinle!” tazarruunda bulunmakla bu çok önemli korunma ve karantinayı hatırlatmaktadır.
Evet, kalb, bütün hayırların, bereketlerin insana ulaşmasında önemli bir köprü vazifesi gördüğü gibi, aynı zamanda şeytânî ve nefsânî bütün dürtülere ve bütün hâtıralara vize verebilme mevzûunda da tehlikeli işlere âlet olabilir. O, Hakk’a tevcih edilebildiği sürece, bedenin en karanlık noktalarına kadar her yanına ışıklar yağdıran bir projektör olur; yüzü cismaniyete dönük kaldığı zamanlar da şeytanın zehirli oklarının hedefi haline gelir.
Kalb, iman, ibadet ve ihsan rûhunun vatan-ı aslîsi ve her zamanki otağı ve Allah-kâinat-insan arasında ince ince akıp duran duyguların yüksek debili bir ırmağı olmasına rağmen, bu cihanbaha lâtifeyi yerinden etmek ve bu ırmağa mecra değiştirtmek için, onun sayılmayacak kadar da düşmanları vardır. Kasvetten küfre, ucbdan kibre, tûl-i emelden hırsa, şehvetten gaflete, menfaatten makam düşkünlüğüne kadar yığın yığın düşman, taarruz vaziyetinde onun zaaf ve boşluklarını kollamaktadır.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
KALB - 2
İman kalbin canı, ibadet onun damarlarında akıp duran kanı, tefekkür, murâkabe, muhâsebe ise onun bekasının esaslarıdır. İmansız birinde kalb ölü ve ötelere karşı bütün bütün kapalı, ibadetsiz birinde o ölüm ağında ve onulmaz hastalıklarla sürüm sürüm, tefekkürsüz, muhâsebesiz ve murâkabesiz bir bünyede ise her türlü tehlikeye açık ve emniyetsizdir. Birinci kategoriye giren insanlar sinelerinde emme-basma pompaları nev’inden bir et parçası taşısalar da kat’iyen kalblerinin var olduğu söylenemez.. ikinci nev’e girenler, varlık-yokluk arası vehimlerinin sisli dünyasında hep mesafelerin esiri olarak yaşar ve bir türlü hedefe ulaşamazlar.. üçüncü kısma dahil olanlar, bir hayli mesafe almış, bir hayli engebe aşmış olmalarına rağmen, tam zirveye ulaşamadıkları için, her zaman tehlike sath-ı mâilinde sayılırlar: Düşe-kalka yürür, müsâbakasını yene-yenile sürdürür ve ömürlerini bir vefasız, aşılmaz tepenin yamaçlarında tüketirler.
İnanmış, inancını yaşamış ve otağını ihsan düzlüklerine kurmuş olanlara gelince, bunlar sebepler planında emniyet doruğunda, İlâhî himâye açısından da güven kuşağında sayılırlar. Varlığı basiretle süzer, Allah’ın nûruyla eşyanın perde arkasına muttali olur, hep temkinde bulunur; kalbi güvercin kalbi gibi tir tir yaşar ve her yerde O’nun hoşnutluğunu ararlar. Her işlerini Allah rızasına göre ayarlar ve Allah sevgisiyle yatar kalkarlar. Allah da onları hem sever, hem de inanan gönüllere sevdirir. Derken “makbul-u ins u cân” olur her yerde hüsn-ü kabul görürler.
Sûre-i Yusuf’un sıddîk kahramanı, mübarek ismine izâfe edilen sûrede tam beş defa ihsan ehli olarak zikredilir ki; bu, yer-gök, dost-düşman, yaratan-yaratılan herkesin, O’nun yakîn, muhâsebe ve murâkebesine şehadeti demektir.
Yusuf (as) henüz genç bir tomurcukken, Allah O’nun ihsan şuuruna dikkati çeker ve “işte Biz ehl-i ihsânı böyle mükâfatlandırırız” (Yusuf, 12/22) buyurur. Hapishanede, şakî-said herkes O’nun düşünce ufkundaki derinliği, duruluğu ve ledünnîliği sezince, O’nu merci’ kabul eder, O’na koşar, O’na inanır, O’na bağlanır “ve haydi bize te’vil-i ehâdisi bildir; bildir ki, Seni ihsan şuuruyla serfiraz görüyoruz” (Yusuf, 12/36) der ve problemlerini O’na arzederler.. girdiği her imtihanı başarıyla bitirmiş, dost-düşman herkesin sinesine taht kurmuş bu babayiğidi Allah bir kez de, dünya karşısında tavrını değiştirmemesiyle takdir buyurur ve “rahmetimizi dilediğimize nasib kılar ve ihsan şuuruna erenlerin ecrini zayi etmeyiz” (Yusuf, 12/56) der İlâhî te’minâtını ihtarda bulunur.. o güne kadar kalbleri her zaman, O’na karşı kıskançlıkla atan kardeşleri, gün gelip de hased atmosferinden sıyrılabildikleri bir anda “doğrusu, biz seni ihsanla bütünleşmiş kimselerden görüyoruz” (Yusuf, 12/78) diyerek O’na, kapalı da olsa tarziyede bulunur ve sadakatını itiraf ederler.. ve nihayet Hz. Yusuf (as), olgunlaşmış, itmi’nâna ulaşmış bir insan olarak bunca şahidin yanında, mazhar bulunduğu İlâhî lütuflara bir de kendi şehadet eder ve “doğrusu kim Allah’tan korkar, takvâ dairesinde yaşar ve her çeşidiyle sabrı temsil edebilirse, Allah da böyle ihsâna ermişlerin ecrini zayi etmez” (Yusuf, 12/90) der, tahdis-i nimette bulunur.
Evet, böyle herkesin hüsn-ü şehadette bulunduğu bir kalbin, ilâhî âdetler gereği gel-giti, inhirafı düşünülemeyeceği gibi, mahrumiyetine de ihtimal verilemez. Zira o kalb, kâinata nisbeten arş ne ise, insana nisbeten odur ve her an Hakk’ın nazar buyurduğu bir mücellâ aynadır. Hakk’ın bakıp bakıp her an ayrı bir değer verdiği böyle bir ayna kırılıp atılabilecek herhangi bir cisim değildir. O, insanlık gerçeğinin rûhu ve Allah’ın da memdûhudur.
Allah buyuruyor ki: “Bizim nazarımız kalbedir; sudan, balçıktan olan sûrete değildir. Sen, benim içimde kalbim var diyorsun, amma gönül Arş’ın yücesindedir, aşağılarda değil” der, bu hakikatı ihtar eder.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
HÜZÜN
Hüzün; gam, keder, gussa ma’nâlarına gelen Arapçadaki “hazen”den alınmıştır. Sofîye bu kelimeyi; sevinç, neş’e ve sürûrun karşılığı olarak kullanmıştır ki, buna vazife şuuru, dava düşüncesi ve mefkûre buudlu tasa da diyebiliriz. Evet, derecesine göre her kâmil mü’min, dört bir yanda Ruh-ı Revân-ı Muhammedî şehbâl açacağı, yeryüzünde ehl-i İslâm’ın ah u efgânı dineceği, Kur’ân’ın hayata hayat olacağı ve fert planında herkesin kabir çukurunu güvenle geçeceği, bir bir berzah gâilelerini atlatacağı, hesaba, mîzana takılmadan revh u reyhâna ve meydan-ı tayarân-ı ervâha uçacağı “ân”a kadar da onunla oturup kalkacak, onunla zaman atkıları üzerinde hayatını bir gergef gibi işleyecek, ona neş’e ve sevinçle köpüren dakikaları arasında dahi yer verecek, hâsılı onu, yemeklerin tuzu gibi hayatın bütün sâniye, sâlise ve âşirelerinde duyacak, hissedecek ve bu mukaddes burukluğu tâ: -Bizden tasayı, kederi gideren Allah’a hamdolsun; doğrusu Rabbimiz çok bağışlayıcı ve lütufkârdır” (Fâtır, 35/34) müjde buudlu hakikatinin tülleneceği ufka kadar devam ettirecektir.
Hüzün, insanın insanlığı idrâkinden kaynaklanır ve bu mazhariyetin şuurunda olduğu sürece de onun basar ve basiretinde buğulanır durur. Aslında böyle bir hüzün dinamizmi, ferdin sürekli Cenâb-ı Hakk’a yönelmesi, hüzne esas teşkil edecek şeyleri duyup, hissedip O’na sığınması ve nâçâr kaldığı her yerde, “çâre! çâre!” çığlıklarıyla O’na dehalet etmesi bakımından da çok lüzumlu ve çok gereklidir.
Ayrıca, ömrü kısa, iktidârı az, tâlip olduğu şeyler çok pahalı ve birleri bin etme mecburiyetinde olan bir mü’min, maruz kaldığı hastalıklar, yolunu kesen sıkıntılar, mübtelâ olduğu acılar, elemler gidip hüzünle buudlaşınca onlar, günahları silip süpüren öyle bir iksire dönüşürler ki, insan bu sayede muvakkati ebedîleştirir, damlayı deryalaştırır ve zerreyi güneş haline getirebilir.. evet böyle bir hüzün ağında geçirilen ömrün peygamberâne bir ömür olduğu söylenebilir.. ve bu açıdan da, hayat-ı seniyyelerini hüzün televvünâtı içinde geçiren İnsanlığın İftihar Tablosuna -o tabloya canlarımız fedâ olsun!- “Hüzün Peygamberi” denmesi ne kadar mânidardır!
Hüzün, insanın kalb mekanizmasını, duygular âlemini gaflet vadilerinde dağınıklığa düşmekten koruyan bir serâ, bir atmosfer ve cebrî bir çeper, dolayısıyla da cebrî bir konsantrasyon yoludur. Öyle ki, hüzünlü sâlik, bu cebrî teveccüh sayesinde, başkalarının mükerrer “erbâin”lerle elde edemeyecekleri kalbî ve ruhî hayat mertebelerini bu yolla en kısa zamanda elde edebilir.
Cenâb-ı Hakk kılığa, kıyafete, şekle değil; kalblere, kalbler içinde de mahzun, mükedder ve kırık kalblere nazar buyurur, onları maiyyetiyle şereflendirir ki: "-Ben kalbi kırıklarla beraberim" 1sözü de bu ma’nâyı ihtar etmektedir.
Süfyân b. Uyeyne: “Allah bazen, mahzun bir kalbin ağlamasıyla bütün bir ümmete merhamet buyurur” der. Zirâ hüzün, her zaman kalbin samimiyet yanlarında göğerir.. ve insanı Allah’a yaklaştıran davranışlar arasında, hüzün kadar fahre, riyâya, süm’aya kapalı bir başka davranış yok gibidir.
Her şeyin bir zekatı vardır ve zekat, zekatı verilen şeyin yabancı nesnelerden arındırılmasıdır. Hüzün de dimağ ve vicdânın zekatıdır ve bu iki duygunun saflaşmasında, saflaştıktan sonra da dupduru kalmasında hüznün tesiri çok büyüktür.
Tevrat’ta: “Allah bir kulunu sevince, onun gönlünü ağlama hissiyle doldurur; ona buğzedince de çalgı neşvesiyle..” buyrulur.
Bişr-i Hafî de: “Hüzün bir hükümdar gibidir; otağını bir yere kurunca, başkalarının orada ikametine izin vermez...” Sultan ve hükümdârın olmadığı bir ülke karmakarışık ve keşmekeşlik içinde olacağı gibi, hüznün olmadığı bir kalb de darmadağınık ve harabedir. Zaten, O kalbi en ma’mur olanın hali de kesintisiz hüzün ve sürekli tefekkür değil miydi..?
Yakup aleyhisselâm, Yusuf’la arasındaki dağları hüzünden kanatlarla aştı ve gidip bir tatlı rüyanın yorumlanması iklimine ulaştı.
Hüzünle sızlayan bir yüreğin iniltileri, âbidlerin evrâd u ezkarlarına, zâhidlerin takva u verâlarına denk tutulmuştur.
Günah ve ma’siyet dışı, dünyevî huzursuzluklardan dolayı yaşanan tasanın günahlara keffâret olacağını Hazret-i Sâdık u Masduk söylüyor.. ya ukbâ buudlu ve Allah hesabına olursa..!
Hüzün vardır, ibadet ü taatdaki eksiklik mülâhazasından ve vazife-i ubudiyetteki kusur endişesinden kaynaklanır.. ve bu bir avam hüznüdür. Hüzün vardır, kalbin masivâya “Allah’tan başka herşey” meyl ü muhabbetinden ve duyguların teveccühdeki teklemelerinden kaynaklanır.. bu da bir havas hüznüdür. Hüzün de vardır ki, mahzunun bir ayağı nâsut âleminde, diğer ayağı da lâhut âleminde, kalbin kadirşinaslığı ile her iki âleme karşı, muvâzene ve temkine riayet etmeye çalışır; çalışırken de her an muvâzeneyi bozdum veya bozacağım endişesiyle ürperir ve sürekli hüzünle inler ki bu da asfiyânın hüznüdür.
İlk Nebî, hem insanlığın babası, hem peygamberliğin babası, hem de hüznün babasıydı. O, hayata uyanırken aynı zamanda hüzne de gözlerini açıyordu. Peygamberlik ölçüsündeki temkin ve azmindeki za’fın hüznüne, yitirilmiş cennetin hüznüne, kaybedilmiş visal ve maruz kalınmış firak hüznüne. O, bütün bir ömür boyu bu hüzünler ağında inleyip durdu.
Hazret-i Nuh, peygamberliğiyle kendini hüzün cenderesinde buldu. O’nun sînesinde köpüren hüzün dalgaları, okyanuslarınkine denkti.. ve bir gün geldi ki O’nun hüzün kaynağı, okyanusları dağların zirvelerine kadar köpürttü ve yeryüzünü kapkaranlık bir tasa sardı. Derken O da bir tufan peygamberi oldu.
Hz. İbrahim âdetâ, hüzne göre programlanmıştı. Nemrutlarla yakapaça olma hüznü, ateş koridorlarında dolaşma hüznü, eşini ve çocuğunu ıpıssız bir vadiye bırakma hüznü, çocuğunu boğazlamaya memur edilme hüznü ve daha bir sürü melekût buudlu, akılla çatışmalı hüzün silsilesi...
Hz. Musa, Hz. Davud, Hz. Süleyman, Hz. Zekeriyya, Hz. Yahya, Hz. Mesih hemen hepsi hayatı bir hüzün yumağı olarak tanıdı, duydu ve yaşadılar.. ve hele en büyük Nebî, Hüzün Peygamberi ve arkasındakiler...
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
HAVF VE HAŞYET
Arapçada, korkma, ürperme, irkilme ma’nâlarına gelen havf; ıstılâhî ma’nâsı itibariyle; şer’an haram olmayıp da daha hafif mertebede memnu bulunan bir şeyi işlemekten sakınma anlamına, sofiyece de; “recâ” duygusunun yanında, hak yolcusunun emniyete düşüp aldanmaması ve kuruntulara takılıp kalmaması için manevî seyr ü seferde hem bir denge unsuru ve hem de nâz u şatahata götürecek düşünceleri tadîl eden bir iksirdir.
Havf, Kuşeyrî’ye göre; ma’nâ yolcusunun, Allah’ın sevmediği, hoşlanmadığı şeylerden sakınmasını ve uzak kalmasını sağlayan, onun içindeki bir korku duygusu şeklinde yorumlanmıştır ve daha çok da, gelecekle alâkalı gösterilmiştir.
Evet havf, ya bir insanın arzu etmediği şeylere maruz kalacağı endişesinden veya isteyip dilediği şeyleri kaçıracağı düşüncesinden kaynaklanır ki, her iki durum da istikbâl ile alâkalıdır. Kur’ân-ı Kerîm de, pek çok âyât u beyyinatıyla amel ve davranışların ilerideki neticelerini nazara vererek istikbâl buudlu bir dünya kurmayı hedefler.. O’nun kurmak istediği dünyada geleceği iyi ve kötü semereleriyle bir ruh, bir ma’nâ, bir düşünce, hattâ bir aksesuar olarak görmek her zaman mümkündür. O, müntesiplerinin gönlüne bütün bir hayat boyu âkıbetendiş olmayı aşılar ve ayaklarını yere sağlam basmalarını hatırlatır: “ -Hiç hesaba katmamış oldukları şeyler Allah tarafından karşılarına çıkarılıverdi” (Zümer, 39/47) ürperti hasıl eden fermanı: “ -De ki: Amellerin bütün bütün boşa gidenini size haber vereyim mi? Onların ameli ki, dünya hayatında bütün çalışmaları boşa gittiği halde kendilerini güzel iş yapıyor sanmaktadırlar” (Kehf, 18/103) gönülleri hoplatan beyanı gibi daha pek çok âyet var ki bunlar insanın hayat dantelâsının öteden getirilmiş atkı ipleri gibidirler.. -Bu iplerle hayatını kaneviçe gibi örene ne mutlu- Kur’ân sık sık bunlarla gönüllerimize uhrevîlik aşılar ve gözlerimizi ukbâya çevirir.
Cenab-ı Hakk nurlu beyânında, bizi huzûruna celp ve maiyetiyle şereflendirmek için çok defa havfı bir kamçı olarak kullanır. Bu kamçı, tıpkı annenin itaplarının, yavruyu onun şefkatli kucağına çektiği gibi; insanı ilâhî rahmetin enginliklerine cezbeder ve onu cebrî lütufların vâridâtı ile zenginleştirir. Bu itibarla, Kur’ân-ı Kerîm’de havf u haşyetle tüllenen her emir ve direktif, bir buuduyla ürpertici ise de diğer yanıyla rahmet televvünlü ve inşirah vericidir.
Ayrıca, Cenab-ı Hakk’tan havf edip O’na karşı saygılı olan bir vicdanın, başkalarının kasvetli ve yönlendirmeden uzak, yararsız, hatta zararlı korkularından kurtulması bakımından da ayrı bir önem arzeder. Cenab-ı Hakk, nûrefşân ve ümitbahş beyanında yer yer: “ -Eğer gerçek mü’min iseniz, onlardan korkmayın, benden korkun!” (Âl-i İmrân, 3/175) buyurarak, insan mahiyetindeki korku hissinin sağa-sola dağıtılarak dağınıklığa düşülmemesini: “ -Sadece ve sadece benden korkun” (Bakara, 2/40; Nahl, 16/51) diyerek de hiçbir yararı olmayan fobilere girilmemesini ihtar eder ve: “ -Her an üzerlerinde nigehban bulunan Rabbilerinden korkar ve emrolundukları şeyleri titizlikle yerine getirirler” (Nahl, 16/50) ve: “ -Havf u haşyet içinde, aynı zamanda tazarru ve niyazlarının kabul olacağı ümidiyle Rabbilerine dua eder-ler...” (Secde, 32/16) gibi pürenvar beyanlarıyla havfla mamur, haşyetle serfiraz gönülleri senâ eder. Eder, zîra hayatını havfa göre örgüleyen bir ruh, iradesini temkinli kullanır, adımlarını dikkatli atar ve ayağını çürük bir yere basmamaya çalışır. İşte böyle titiz ruhlar rızâ semasının üveykleri sayılırlar. İşte size, Lücce sahibinden havfla alâkalı hoş bir tesbit:
“Eğer Cenab-ı Hakk’ın kahrından korkuyorsan dinde sabit kadem ol; zîra ağaç şiddetli rüzgarlara karşı kökleriyle yere muhkem tutunur.”
Havfın en aşağı mertebesi, imanın şartı ve muktezası olan havftır ki : “ -Eğer gerçek mü’min iseniz benden korkun” (Âl-i İmrân, 3/175) meâlindeki âyet buna işaret etmektedir. Bunun bir üstü ilim buudlu havftır ki: “ -Allah’tan, kulları arasında ancak alimler hakkıyla korkar” (Fâtır, 35/28) âyeti de bu mertebeyi ihtar eder. Daha üst bir mertebe ise marifet mertebesidir ve heybet televvünlüdür ki: “ -Allah size kendisine karşı ürperti içinde bulunmanızı emreder” (Âl-i İmran, 3/28, 30) beyan-ı sübhânîsi de bunu hatırlatır.
Bundan başka, bir kısım sofîler havfı; biri heybet, biri haşyet olmak üzere kendi içinde de ikiye ayırmışlardır. Her ikisi de korku ve saygı düşüncesinden kaynaklanmasına rağmen bunlardan heybet daha ziyade “firar” yörüngeli, haşyet ise “ilticâ” mahreklidir. Seyr u sülûkte heybet sahibi, sürekli firar düşüncesi içindedir; O’nunla oturur-kalkar, O’nu düşler ve O’nu tasarlar; haşyet sahibi ise, her lâhza ayrı bir mülâhaza ile O’na ilticâ etme vesileleri araştırır ve O’na sığınma fırsatları kollar.
Bu itibarla da çok defa, rehbet yolunu seçenler, firarı da devam ettirirler.. firarı devam ettirdikleri için de kolayı zorlaştırır ve ruhbanların maruz kaldığı sıkıntılara maruz kalır, dolayısıyla da firarın hasıl ettiği bu’diyet ölçüsünde, O’ndan uzak kalmanın ızdırabını yaşarlar. Hayatlarının her lâhzasında “hevâ”yı “hüda”ya çevirebilmiş haşyet salikleri ise, her an ayrı bir iltica yol ayrımında ayrı bir “kurb” kevseri içer ve “daha yok mu?” diyerek coşarlar.
Haşyet, kâmil ma’nâda bir enbiyâ hususiyetidir.. nebiler, sürekli içinde âdetâ İsrafil’in sûrunun duyulduğu bu atmosferde ve Hakk’ın, azamet u celâlinin savleti karşısında bir can ile ölür, birkaç can televvünü ile dirilirler. Onların his, şuur ve idrâk ufuklarında her zaman: “ -Cenab-ı Hakk azametle dağa tecelli edince, dağ şâk şâk oldu, parçalandı ve Musa kendinden geçip bayıldı” (A’râf, 7/143) gerçeğinin tulû ve gurûbları yaşanır. Akrabü’l-Mukarrabîn ve Seyyidü’l-Haşiyîn de: “Ben sizin görmediğinizi görüyor, duymadığınızı duyuyorum; bilebilseniz ki, gök bir gıcırdayışla gıcırdayıp inledi ki!. Zaten öyle olması gerekirdi; zira göklerde meleklerin secdegâhı olmayan dört parmak kadar bile boş yer yoktur. Allah’a yemin ederim ki, eğer azamet-i ilâhî adına benim bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız, hatta zevcelerinizle bir arada bulunmaktan kaçınır, dağ ve sahralarda çığlık çığlık Allah’a yalvarırdınız” buyurur. Bu hadiste hem Peygamberin ilticâ buudlu haşyeti -ki, kendi, bilinebilecek herşeyi bildiği halde firarı değil O’na sığınmayı seçmiştir- hem de diğer insanların firar buudlu heybetlerini anlatmıştır.. ve Ebu Zerr hadîsdeki: “Keşke, kökünden sökülen ve kesilip-biçilen bir ağaç olsaydım” ilavesiyle kendi hesabına bu düşünceye beliğ bir tercümandır..!
Haşyet ve mehabete göre programlanmış bir ruh, havf mülâhazası olmasa da günahlara bulaşmaz.. işte mehabet bendesi bir ismet kahramanı!: “ -Süheyb ne yüksek bir karakterdir -muhalfarz- Allah’tan korkmasa da günah işlemez.”
Havf erbabı bazen sızlar, bazen ağlar ve gözyaşlarını ceyhun ederek günde birkaç defa hususiyle de yalnızlık zamanlarında gözyaşlarıyla “bu’d” ateşlerini söndürür ve bu’dlar bu’du cehennem üzerine yürür. Zira: “ -Allah korkusundan ağlayan birinin, sağılmış sütün yeniden memeye dönmesi muhaliyeti gibi cehenneme girmesi mümkün değildir” fehvâsınca, cehennem ateşini söndüren en tesirli iksir gözyaşlarıdır. Bazen de, hem yaptıklarını hem de yapmadıklarını sürekli birbirine karıştırır; yaptıklarının “hüdâî” olmayıp da “hevâî” olduklarından, yapmadıklarının ise bütün bütün şeytânî olmasından, irkilir, devamlı hüzünle yutkunur.. ve isabetli karar verebilirse doğrulur O’na ilticâ eder. Bunlardan birinci şıktakiler: “ -Rabbilerinin huzuruna döneceklerinden ötürü, yürekleri çarparak vereceklerini verirler” (Mü’minûn, 23/60) mealindeki âyet münasebetiyle, Aişe Validemiz’den nakledilen şu vak’ayı misâl olarak gösterebiliriz: Validemiz buyurur ki: “Bu âyet nâzil olunca ‘âyette zikredilenler, zina etme, hırsızlık yapma, içki içme gibi haramları irtikap edenler midir?” diye Rasûlullah’a sordum. İnsanlığın İftihar Tablosu Seyyid’ül-Ma’sûmîn: “Hayır ya Aişe, âyette anlatılmak istenen, namaz kılıp, oruç tutup sadaka verdiği halde, kabul olup olmaması endişesiyle tir tir titreyenlerdir, buyurdular.” Birinci kategoride zikredilenlere “düz mü’minler” diyeceksek ikincilerine “derin mü’minler” veya “kamil insanlar” demek uygun olur zannederim.
Ebû Süleyman-ı Dârânî: “Kulun, havf ve recâ arası bir yol tutup gitmesi esas olmakla beraber, her zaman kalbin korku ve saygıyla atması daha emin bir yoldur” der. Aynı düşünceyi paylaşan Şeyh Galip ise havf mevzuundaki hislerini şu müstesna mısrasıyla âdetâ hülâsa eder:
Bin havf ile ceşm-i cânı bâzet!
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
RECÂ
Gelecek adına emellerle dopdolu olma ve arzu edilen şeylerin elde edilebileceği ümidiyle yaşama ma’nâlarına gelen recâ, sofilerce: “Gönülden istenen bir şeyin tahakkuk etmesi inancıyla meydana geleceğini ümit etme ve bekleme” şeklinde tarif edilmiştir. Bu itibarla, hasenât adına bir şeyi işleyip kabulünü beklemek, kezâ ma’siyetten tevbe edip hüsn-ü kabul göreceği mülâhazasıyla ümitlenmek birer recâdır.
Hata, günah ve seyyiatın şahsa yüklenmesi, hasenâtın ise, Allah’ın rahmetine atfedilmesi esasına dayanan recâ, sâlikin bir kısım yanlışlıkların, kötülüklerin ve yakışıksız şeylerin ağına düşmemesi, iyilikler ve güzelliklerle de şımarıp küstahlaşmaması için, istiğfar ve dua kanatlarıyla sürekli “seyr ilallah” ufkunda seyahatla şerlerden kaçınıp hayırlara sığınması; inâbe ve tazarru lisanıyla da devamlı “seyr maallah” ikliminde Hakk kapısının tokmağına dokunmasından ibaret sayılmıştır. Böyle bir denge kurulabildiği takdirde, ne havfta inkıta ve ye’s, ne de recâda gevşeklik ve şatahat olur.
Evet, günahlardan kaçınıp Allah’dan inâyet beklemek, yarışırcasına hayrât ve hasenât yolunda koşup sonra da Allah rahmetinin enginliği mülâhazasıyla o kapıya yönelmek sadık bir recâ ve sadıkların recâsıdır. Aksine, amelsiz hasenât beklemek veya ömrünü günah vadilerinde geçirdiği halde, Allah’ı kendi hesaplarıyla bir şeylere -estağfirullah- icbar ediyor gibi “buhbuha-i cennet” den dem vurmak yalancı bir recâ ve Hazret-i Rahmanü’r-Rahim’e karşı da bir saygısızlıktır.
Recâ, bir temennî değildir; temennî, herhangi bir tasavvur ve düşüncenin meydana gelmesi mevzuunda kat’iyyet bulunmayan, dolayısıyla da ümid va’detmeyen bir beklenti olmasına mukabil, recâ; matluba ulaştıracak bütün vesileleri değerlendirip, rahmeti ihtizaza getirme yolunda peygamberâne bir basîret ve şuurla bütün iltica kapılarını zorlamanın ad ve ünvanıdır.
Bir diğer ifade ile recâ; ilim, kudret ve irade sıfatları gibi, rahmet ve affediciliğin de ihata ve şümûlüne inanıp, ehadiyet dalga boyunda bir kısım teveccühlere muntazır olmak demektir. Kur’ân-ı Kerim’in rahmetin herşeyi aştığını (A’râf, 7/156); bir kudsî hadîsin de, ilâhî rahmetin her zaman gadabın önünde bulunduğunu ifade etmesi, zannediyorum, bu gerçeği hatırlatmaktadır. Şeytanların bile ümid ve ümniyeye kapılacağı böyle engin bir rahmete karşı lâkayd kalmak, hatta o rahmetin mevcudiyetini inkâr ma’nâsına gelen recâ hissini yitirip ye’se kapılmak affedilmeyen bir günahtır.
Reca:
“Kerem kıl kesme Sultanım keremin bînevâlerden
Keremkâne yakışır mı kerem kesmek gedalerden..”
M. Lütfi Efendi deyip kalben Kerim ü Vedûd’un cömertliği etrafında pervaz ederek O’na sığınma yollarını araştırmaktır. Rabbin mülâtefesi sayılan böyle bir mazhariyeti elde etmiş olanlar hiç tükenmeyen bir hazine bulmuş sayılırlar. Hele insan sahib olduğu şeylerin bütününü kaybettiği veya ona karşı her türlü musibet bendinin yıkıldığı veyahut hayra muvaffak olamamanın, şerden kurtulamamanın ızdırab ve inkisarını vicdanında duyduğu.. yani sebeplerin bitevî sükut edip her yolun “Müsebbibu’l-Esbâb”a döndüğü hengâmda, recâ, bir berk olur, burak olur.. onun yollarını aydınlatır ve onu, ulaşılması insan gücünü aşan ulaşılmazlara ulaştırır.
Gazze’de son dakikalarını yaşayan İmam-ı Şafiî’nin recâ adına şu son ve dolgun soluklarını kaydetmeden geçemeyeceğim:
“Kalbim kasvet bağlayıp yollar da sarpa sarınca, ümidimi affına merdiven yaptım.. günahım gözümde büyüdükçe büyüdü ama, onu alıp affının yanına koyunca, affını tasavvurlar üstü büyük buldum.”
Allah korkusunun insanı günahlardan uzaklaştırıp, O’na yönelttiği, O’na yaklaştırdığı yerlerde sürekli “havf” soluklamak; ye’s çukurlarına düşüldüğü veya ölüm emarelerinin belirdiği zamanlarda da “recâ”ya sarılmak, havf-recâ dengesi adına ölçü sayılacağı gibi, ruhta hâsıl olan emniyet duygusuna karşı korku unsurlarını harekete geçirmek, ümitsizlik hazanlarının esip-savurduğu hengamda da recâ seralarına sığınmak da ayrı bir yaklaşım keyfiyeti sayılabilir. Bu itibarla, bazen en mükemmel amelin yanında duman duman korku tütebilir ve az bir amelin sağında-solunda da recâ tüllenebilir...
Yahya b. Muaz’ın bu mülâhaza için bir tazarruunu kaydetmek istiyorum: “Allahım, çok defa günah ve hatalara bulaştığım zaman, ruhumda taşıdığım recâ, en mükemmel amellere iktiran eden recâdan daha güçlü görünüyor; zira ben arızalarla ma’lûl bir insanım; kat’iyen masun sayılamam.. günahlara bulaştığım zaman hiçbir iş ve amele değil, bilâ kayd u şart senin affına itimat ederim.. nasıl etmem ki, sen cömertlikle mevsufsun!”
Zaten çoklarınca recâ, Zât-ı Uluhiyyet hakkında hüsn-ü zan beslemenin bir başka buudu sayılmıştır. Ve: "-Benim kulumla maiyyet ve muamelem, onun benim hakkımdaki zannına bağlıdır" mealiyle vereceğimiz kudsî hadis de bu mülâtefenin ifadesidir.
Ebu Sehl’i, rüyada tarifler üstü nimetler içinde yüzüyor görür ve sorarlar: “Üstad bu yüksek payeyi nasıl elde ettiniz?” Ebu Sehl cevap verir: “Rabbim hakkında beslediğim hüsn-ü zan sayesinde.”
Bu itibarla denebilir ki, eğer recâ, Cenâb-ı Hakk’ın engin rahmetiyle tecelli etmesi için bir vesile ise, insan iyi-kötü hiçbir halinde bu vesileyi elden bırakmamalıdır. Evet, insanın ameli, ihlâsı, hasbîliği, diğergamlığı önemli birer güzellik buudu sayılsalar da, insan yanlı olmaları itibariyle, Allah’a ait bulunan affın yanında çok önemsiz kalırlar. Zira öncekiler, zâhîrî esbab açısından insanın işi ve davranışları sayılmasına karşılık, ikincisi doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın rahmet buudlu şe’n-i hâssı ve mülâtefesidir.
Havf u recâ insan gönlüne Allah’ın en büyük armağanıdır. Bundan daha büyük bir armağan varsa o da, bu iki duygu arasındaki muvazeneye riayet ederek, onları Allah’a ulaşmada birer nurânî kanat olarak kullanmaktır.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
ZÜHD
Dünyevî hazları terk edip, cismânî meyillere karşı koyma ma’nâlarına gelen zühd; sofilerce daha çok, dünya lezzetlerine karşı alâkasız kalıp, âdeta bir perhiz hayatı yaşamak.. davranışlarında “takva”yı esas tutarak, dünya-nın, kendine ve insanın nefsine bakan yönlerine karşı da kararlı, hatta buğz ve nefret içinde bulunmak ma’nâlarına gelir.
Bir diğer ma’nâda zühd, ebedî ukbâ saadeti için muvakkat dünya rahatını terk etme şeklinde yorumlanmıştır ki, bunu da evvelki tefsire ircâ edebiliriz.
Haram ve helallere karşı hassas olmak, zühdde ilk adım sayılır; ikinci adım ve kâmil merhale ise, meşrû ve mübah şeylerde bile, kılı kırk yararcasına gösterilen titizliktir.
Zühd insanı; hem üzerine aldığı sorumluluklara karşı, hem gelip ona toslayan bela ve musibetlere karşı hem de her köşe başında önünü kesen günah ve ma’siyetlere karşı olabildiğince sabırlı.. küfür ve dalâlet müstesnâ Yaradan’ın her türlü takdirinden hoşnut.. ve O’nun kendisine bahşettiği şeylerle, yine O’nun hoşnutluğunu, ahiret yurdunu ve insanın mutlak hakikate yönlendirilmesini gaye-i hayal haline getiren insandır. Onun kalbinin kulağında sürekli: “ -De ki: Dünya metaı ne de olsa azdır; ahiret ise takva ehli için mahz-ı hayırdır” (Nisâ, 4/77) hakikati tınlamada, beyninin her guddesinde: “ -Allah’ın sana verdiği herşeyde âhiret yurdunu ara; bu arada dünyadan da nasîbini unutma!” (Kasas, 28/77) gerçeği şu’lefeşân ve basîret ufkunun her köşesinde: “ -Bu dünya hayatı bir eğlence ve oyundan ibarettir. Âhiret yurdu ise, doğrusu işte gerçek hayat odur; eğer bilselerdi” (Ankebût, 29/64) İlâhî beyanı, nümâyandır.
Zühdü; müdâyaka ve sıkıntı anlarında dahi şeriatın hududlarını koruyup kollama, zenginlik ve genişlik zamanlarında da başkaları için yaşama şeklinde tarif edenler de olmuştur.. ve yine onu Allah’ın helalinden ihsan ettiği nimetlere karşı şükürle mukabelede bulunma, sonra bu mala terettüb eden bütün hakları yerine getirme.. ve İslâm’ı i’lâ etme mülâhazasının dışında mal biriktirmeme, tûl-i emellere girmeme şeklinde yorumlayanlar da çıkmıştır.
Süfyân-ı Sevrî gibi büyükler, zühdü; âdî şeyler yiyip, basit elbiseler giymekten daha ziyade, Hakk rızasına göre programlanmış ve tûl-i emellere kapalı kalabilmiş bir kalbin ameli olarak görmüşlerdir. Bu anlayışa göre gerçek zühdün emaresi üçtür:
1. Dünya adına elde edilen şeylerden sevinç duymama ve kaybedilen şeylerden ötürü de mahzun olmama,
2. Medhedilince sevinmeme, zemmedilince de yerinmeme,
3. Hakk’a kulluk ve O’nunla halveti herşeye tercih etme.
Evet, zühd de, mebde itibariyle tıpkı havf u recâ gibi bir kalb amelidir. Ancak, zühd duygusunun insanın davranışlarına aksetmesi veya onları yönlendirmesi açısından bir farklılığı söz konusudur ki, bu da onun aksiyon ve davranış buududur. Zühde göre programlanmış bir sine, şuuru taalluk etsinetmesin, yeme-içme, yatma-kalkma, konuşma-sükut etme, halvet peşinde olma veya celvette kalma gibi birbirine zıt bütün davranışlarında zühd düşünür, zühd soluklar, zühd televvünleri içinde bulunur ve sürekli zühd rüyaları görür.. ve bütün bunların arkasında, dünyanın kendine ve insanların hevesâtına karşı ciddî bir tavır alması söz konusudur.
Bu duyguyu Mevlânâ ne hoş terennüm eder:†
“ -Dünya nedir? O Hüda’dan gafil olmaktır; kumaş, gümüş, evlad ve kadın değildir. Eğer dünya malını Hakk rızası için omuzlarsan, ona Hz. Resûl: ‘İyi insan için iyi mal ne güzeldir!’ buyurmuştur. Geminin içindeki su geminin helakine sebep, geminin altındaki su da onun hareketine vesiledir.”
Evet, ne dünyevî imkânlar ne de zenginlik zühde manî değildir. Elverir ki insan onlara karşı hakimiyetini korusun ve onların mahkumu olmasın. Vâkıa İnsanlığın İftihar Tablosu, kalbi, zühde göre programlandığı ve gözlerinin içine başka hayal girmediği halde fakirlerden fakir yaşamayı tercih etmişti. Zirâ O, ümmetine ve husûsiyle de neşr-i hak vazifesinde bulunanlara misal olma mevkiinde idi. Bu itibarla da evvelâ peygamberlik vazife-i kudsiyesi, dünyaya alet ediliyor töhmetine meydan verilmeyecekti. Sâniyen O, bu yüce vazifede: “ «ğÊÚ†«ÓÃÚ—ğÈÓ†«ğ‰«ÒÓ†ŸÓ‰ÓȆ«§ ğ -Benim mükâfâtım ancak Allah nezdindedir” (Yunus, 10/72; Hûd, 11/29) diyen seleflerine iktidâ etme durumunda idi... Sâlisen O, neşr-i hakkı kendilerine vazife edinmiş ümmetinin âlimlerine hem bir nümune hem de rehber olma sorumluluğunu taşıyordu. Bu itibarla da O, hayatını en fakirâne bir çizgide sürdürecekti.. ve sürdürdü de.
“-O, açlıktan bağırsaklarını sargıyla sardı.. ve o latif cildli mübarek böğürlerini taşlarla sıkıştırdı. Koca koca dağlar altın kesilip O’na arz olunmayı niyaz ettiler de, himmeti çok yüksek olan O zat onlara karşı müstağni davrandı. O’nun dünyevî ihtiyaçları da zühdünü te’yid eder; zirâ O masumlar masumunun zaruret ve ihtiyaçları O’nun ismetine ilişememişti. Onun ihtiyaçları, O’nu dünyaya nasıl davet edebilirdi ki, O olmasaydı, dünya ademden kurtulup varlığa eremezdi” diyen Busayrî, O’nun ihtiyaç içindeki istiğnâsını ve zaruret içindeki yüce himmetini ne güzel ifade eder!
Zühde dair daha ne güzel sözler söylenmiştir! Biz onlardan, tevehhüm-i ebediyetin yalanını yüzüne vuran ve tûl-i emeli temelinden sarsan, Hz. Ali’nin bir sözüyle bu faslı noktalamak istiyoruz: “
-Nefs dünyaya karşı ah u efgan içinde.. hem de kurtuluşun, dünya ve içindekilerini terk etmeye bağlı olduğunu bildiği halde. İnsanoğluna öbür âlemde, buradan göçmeden bina ettiği evlerin dışında, içinde oturacağı bir yuva yoktur.
.............................. ........................
Mallarımız ki biz onları mirasçıları için topluyoruz. Evlerimiz ki biz onları dehrin harab etmesi için bina ediyoruz. Çevremizde muhkem yapılmış nice binalar vardır ki harab oldu.. ve öleceklere ölüm gelip çattı. Hemen herkeste şöyle-böyle ölüm korkusu olsa da, dünyaya karşı onları canlı tutan emelleri de var. Kişi onları serer, sergiler, zaman gelir dürer. Nefis dört bir yana yayar, arkadan ölüm gelir katlar...”
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
TAKVÂ
Takvâ, vikaye kökünden gelir; vikaye de gayet iyi korunma ve sakınma demektir. Şer’î ıstılahta takvâ, Allah’ın emirlerini tutup, yasaklarından kaçınmak suretiyle O’nun azabından korunma cehdi şeklinde tarif edilmiştir.
Lügat ve şer’î ma’nâlarının yanında bazen korku, takvâ tabiriyle; bazen de takvâ, korku sözcüğüyle ifade edilmiştir ki, şeriat kitaplarında her iki şekilde de kullanıldığını görmek mümkündür.
Bir de takvânın oldukça şümûllü ve umumî ma’nâsı vardır ki, şeriat prensiplerini kemal-i hassasiyetle görüp gözetmeden şerîat-ı fıtriye kanunlarına riayete; cehennem ve cehennemi netice veren davranışlardan cenneti semere verecek hareketlere; sırrını, hafîsini, ahfâsını şirkten, şirki işmam eden şeylerden koruyup kollamaktan, düşünce ve hayat tarzında başkalarına teşebbühten sakınmaya kadar geniş bir yer işgal eder.
İşte bu ma’nâda takvâ insan için biricik şeref ve değer kaynağıdır ki: “ -Sizin Allah indinde en asil, en şerefliniz takvâda en derin olanınızdır” (Hucurât, 49/13) âyet-i pürenvârı da buna işaret etmektedir.
Kur’ân-ı Kerim’den başka hiçbir kitabın takvâya, bu ölçüde, bu derinlikte, bu şümûlde ve Kur’ân’dakine denk bir ma’nâ yüklediğine şâhid olmadığım gibi, İslâm’ın dışında hiçbir ahlâk ve terbiye sisteminin de bu seviyede, madde ve ma’nâyı kucaklayan.. kökü dünyada, dalları, çiçekleri, meyveleri ukbâda sihirli bir kelimeye rastlamadım. Evet, ma’nâ ve muhtevâ itibariyle takvâda öyle bir büyü var ki, ona sığınmadan Kur’ân’ı tam anlamak ve Kur’ân yörüngesinde yürümeden ona ulaşmak mümkün değildir. Başta, Kur’ân, kapısını müttakîlere aralar ve (Bakara, 2/3) fısıldar; neticede, Hz. Furkan ekseninde yaşamaya işaret eder ve nazarları (Bakara, 2/21) ufkuna çevirir.
Hakk’ın, en çok beğendiği iş takvâ, en temiz, en nezih kulları da müttakîlerdir.. takvâ adına müttakîlere en saf, en duru mesajı da Hz. Furkan-ı Bedîu’l-Beyan’dır. Bu ulu kullar burada Kur’ân’la beslenir, ötede de rü’yet ü rıdvanla. Buradaki vicdânî zevk, oradaki rûhânî haz, takvâdaki derinliğe bir ikinci mevhîbe olması itibariyle Cenâb-ı Hakk:†“-Allah’a karşı olabildiğince takvâ dairesinde olun!” (Âl-i İmrân, 3/102) buyurarak bu ma’nâdaki takvânın önemini hatırlatır.
Evet, bütün hayır vesilelerini değerlendirme, bütün şer yollarına karşı kapalı kalma veya kapalı kalmaya çalışma ma’nâlarına gelen takvâ sayesinde insan, aşağıların aşağısına yuvarlanmaktan kurtulur ve “a’lâ-yı illiyyîn” yolcusu olur. Bu itibarla denebilir ki, takvâyı bulan, bütün hayırların, yümünlerin, bereketlerin kaynağını da bulmuş olur. İşte bir şâhid daha:†
“-Allah din u takvâyı kime verdiyse o, dünya-ahiret muradına ermiştir. Kim ki, Hakk eri ve takvâ sahibidir, o bir şakî değil saiddir ve dosdoğru yoldadır. Kim ki takvâdan nasipsiz ve takvâ emaresinden yoksundur, onun varlığı ayıp ve ardan başka değildir. Aslında, Hazvete (Hakk’a) yol bulandan başkası diri değil, ölüdür.”(Gülşen-i Tevhîd).
Takvâ, paha biçilmez bir hazine, en zengin hazinelerin en mûtenâ yerinde eşsiz, bîhemta bir cevher, bütün hayır kapılarını açan sırlı bir anahtar ve cennet yolunda bir buraktır. Bu müstesnâ yerine binâen o, Kur’ân-ı Kerim’in zülâl beyânıyla, tam yüz elli defa ışık tayfları halinde gelir ve ruhlarımızın dimağına akar.
Takvânın bu umumî isti’mâline mukâbil bir de herkes tarafından bilinen bir has ma’nâsı vardır ki, çok defa “takvâ” denince akla gelen de budur. O da; şeriatın emir ve yasaklarına karşı fevkalâde duyarlı olmak, mükâfattan mahrumiyet veya cezayı gerektiren davranışlardan uzak kalmaya çalışmaktan ibaret görülmüştür ki: “ -Onlar, günahların büyüklerinden ve fuhşiyattan kaçınırlar” (Şûrâ, 42/37) fermanı bu önemli esasın bir yanını; “ -Onlar ki îman edip sonra da salih amel işlemeye koyuldular”(Yunus, 10/9) câmî beyanı da diğer yanını ifade etmektedir. Farzları titizlikle yerine getirme ve büyük günahlardan kaçınma, takvânın zarûrî ve câmî iki esasıdır. Sağâir dediğimiz küçük günahlara gelince: “ -Kul gerçek takvâya ulaşamaz, sakıncalı şeylere girme endişesiyle bir kısım sakıncası olmayan şeyleri de terketmedikçe” gibi pek çok beyan-ı Nebevî var ki, Kur’ân’ın “lemem” dediği şeylere karşı da titiz olmayı ihtar etmektedir.
Evet, tam ihlas, ancak her çeşit şirk şâibesinden sakınmakla, kâmil takvâ da şüphelerden bütün bütün kaçınmakla elde edilebilir. Zirâ; Câmî’ hadîsi; kalb ve ruh seviyesinde bir hayatı, şüpheli şeyler karşısında hassas olmaya bağlamıştır. Hadîs; helâlin belli, haramın da belli olduğunu, Sahib-i Şeriatın bu iki hususu herhangi bir kuşkuya meydan vermeyecek şekilde beyan ettiğini, ancak bu ikisinin arasında, ikisine de benzeyen bir kısım şüpheli şeylerin bulunduğunu.. ve insanların çoğunun bunları bilemeyeceğini, bu itibarla da, şüpheli şeylerden sakınmak lazım geldiğini.. ancak şüpheli şeylerden sakınan kimsenin dinini, ırzını koruyabileceğini, şübühâta düşen kimsenin ise, harama girme ihtimali olduğu; tıpkı, koru kenarında koyun güden çobanın koyunlarının, koruya girmesi melhuz bulunduğu gibi hususları anlattıktan sonra Hz. Ruh-u Seyyidü’l-Enâm buyuruyor ki: “Biliniz ki, her melikin bir korusu vardır; Allah’ın korusu da haramlardır. Şu da bilinmelidir ki, cesette bir et parçası vardır, o sıhhatli olunca beden de sıhhatli olur; o bozulunca beden de bozulur. İşte o kalbdir!”
Bu esaslara binâen, takvâyı tâmmın, ancak şüpheli şeyler ve küçük günahlardan sakınmakla elde edilebileceğini söyleyebiliriz. Böyle bir içtinâb ise her şeyden evvel iyi bir haram ve helal bilgisine, bundan da öte sağlam bir mârifet ve vicdan kültürüne vâbestedir. İş gelip bu noktaya dayanınca: “ -Sizin Allah nezdinde en asil ve en şerefliniz, takvâda en ileri olanınızdır” (Hucurât, 49/13) âyetiyle; “ -Kulları içinde Allah’dan hakkıyla ancak âlimler korkar” (Fâtır, 35/28) beyanı âdetâ kutuplaşır.. takvâ, asâlet ve şerefe inkılâp eder, ilim de saygıya bürünür ve bir bayrak gibi tüllenir. Kalbini ve sırrını bu renklerle bezeyen ruhlar, “ -İşte o kâmet-i bâlâlar, kalblerinde, Allah’ın takvâ imtihânına tabî tuttuğu kimselerdir” (Hucurât, 49/3) İlâhî iltifatıyla da birer imtihan kahramanı olarak anlatılırlar.
İbadet ve itaat kutbunda takvâ denince, daha çok iç safveti, gönül derinliği ve ihlâs enginliği anlaşılır; ma’siyet dairesinde de günah ve şüpheli şeylere karşı kesin tavır ve kararlılık. Bu itibarla da, kulluğun çeşitliliğine göre, aşağıdaki hususların hepsini takvânın ayrı bir buudu sayabiliriz:
1. Kulun mâsivâullah’tan (Allah’dan gayrı her şey) kaçınması.
2. Onun şeriat ahkâmına bihakkın riayet etmesi.
3. Esbab dairesinde cebre düşecek davranışlardan, kudret dairesinde i’tizâle sapacak inhiraflardan sakınması.
4. Hakk’tan uzaklaştıracak şeylere karşı sürekli tetikte bulunması.
5. Yasaklara muhalefet etmeye çekecek nefsî hazlara karşı devamlı uyanık olunması.
6. Maddî-manevî herşeyin Allah’dan bilinip, nefse hiçbir şeyin temlik edilmemesi.
7. Kendini hiç kimseden daha âlî ve daha hayırlı görmemesi.
8. Allah’dan başka hiçbir şeyi gaye-i hayal edinmemesi.
9. Hazret-i Rehber-i Küll’e bilâ kayd u şart inkıyâd edilmesi.
10. Âyât-ı tekviniyenin sürekli tetkik ve tefekkürüyle kalbî ve ruhî hayatın yenilenmesi.
11. Ve değişik buudlarıyla râbıta-ı mevtte kusur edilmemesi.
Hâsılı, takvâ bir kevser, müttakî de ona ulaşmış bahtiyardır; Hakk katında bu mazhariyeti elde etmiş insan da azdır. Bir şâirimizin sözüyle bitirelim:
“Hakk Teâlâ eder takvâ ehlidir ulunuz
Müttakinin makamı cennet, içtiği kevser olur.”
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
VERA
Lügat ve kâmuslarda; uygunsuz, yakışıksız ve gereksiz şeylerden sakınmak, haram ve yasaklara karşı da, titiz davranmak, tetikte olmak.. veya memnû şeylere girme endişesiyle, bütün şüpheli hususlara karşı kapanma ma’nâsına hamletmişlerdir ki; “ -Sana kuşku vereni bırak, şüphesiz olana geç” İslâmî prensibine uygun olan da budur.
Sofîlerden bazıları vera‘ı; yakînin sıhhati, davranışların istikâmeti ve Cenâb-ı Hakk’la münasebetlerde de âlî himmet ve temkinli olma şeklinde yorumlamışlardır.
Bir ehl-i dil; göz açıp-kapayıncaya kadar olsun Hakk’tan gâfil olmamak.. bir diğeri ise, hayatın her lâhzasında, O’ndan başka herşeye kapalı kalmak.. daha bir başkası ise, hâliyle olsun diliyle olsun, kulun dünya ve ehl-i dünyaya tezellül ve tenezzülde bulunmayıp, varlığı, kendini ve bütün dünyayı aşması şeklinde tarif etmişlerdir ki:
“ -Zinhar halka dilencilik etmekten sakın! Ve istediğini sadece keremi çok engin Rabbinden iste! Birgün mutlaka, geldiği gibi gidecek olan dünyanın zînet ve debdebesini bırak!” sözleri de bu mülâhazayı çok güzel ifâde eder. Vera‘ı hayat ve davranışlarını gerekli, lüzumlu ve ötelere uzanan şeylere kilitleyip, lüzumsuz, fânî ve zâil şeylerin gerçek konumlarını kavrama şuuruyla hareket etme şeklinde de yorumlayabiliriz ki; yâni kıvamında ve kendi iç güzellikleriyle yaşanan Müslümanlık, mâlâyâniyâta karşı kapalı olan Müslümanlıktır, ölçüsü de bunu hatırlatmaktadır.
Pend-i Attar sâhibi attarca üslûbuyla bu düşünceye hoş ve enfes bir ses katar:
“-Vera‘ duygusundan Allah korkusu peydâ olur, vera‘sız kimse ise kıyamette rüsvay olur. Kim ki vera‘ çizgisinde istikametini buldu, onun duruşu da, kalkışı da, hareketi de, sükûtu da Allah için oldu. Bir kimse ki, Hakk dostluğunu umar, eğer vera‘ yoksa, o kimse muhabbet iddiasında yalancıdır.”
Vera‘, zâhir ve bâtın buudlarıyla yerine getirilmesi kulluk borcu bir külldür. Vera‘ yolcusu, takva ile ulaşılan zirvelerde dolaşırken, bir taraftan zahiriyle, emr u nehiylerin âzâd kabul etmez kölesi olarak hayatını onlarla örgüler.. ve “Allah için işler, Allah için başlar”, Allah için oturur, Allah için kalkar. Allah için yer, Allah için içer, “lillah, livechillah dairesinde hareket eder” diğer taraftan da bâtınını “Haziratü’l-Kuds”ün izdüşümü haline getirerek, kalbindeki “kenz-i mahfi” ile halvet olur ve bütün bütün ağyara kapanır. Yani, O’na götürmeyen düşüncelerden uzaklaşır.. O’nu hatırlatmayan görüntülere sırtını döner, O’nu söylemeyen beyanlara -onlara beyan denecekse- kulaklarını tıkar ve O’nun kıymetler listesine girmeyen şeylerden de elini-eteğini çeker.
Bu ma’nâdaki vera‘, insanı Allah’a amûdî (dikey) olarak yükseltir. Bundandır ki, Cenâb-ı Hakk, Hz. Musa’ya: “Bana yaklaşmak isteyenler vera‘ ve zühd gibisini bulamamışlardır” ferman eder.
Asr-ı Saadetle insanlığın tanıdığı vera‘, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn döneminde âdetâ semavîleşti ve her mü’-minin gâye-i hayâli haline geldi. Bu dönemde idi ki, Bişr-i Hâfî’nin kızkardeşi, Ahmed b. Hanbel’e gelerek: “Ya İmam! Ben çok defa dam üstünde iplik büküyorum.. bazen de devlet memurları ellerinde meş’aleler oradan geçiyorlar ve elimde olmayarak o ışıktan da istifade etmiş oluyorum.. bu ipliğe haram karışıyor mu?” deyince, koca İmam hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve “Bişr-i Hâfî’nin hanesine şüphenin bu kadarcığı bile bulaşmış bir şey girmemeli” fetvasını veriyor.
Ve yine bu dönemde idi ki, gözü bir kere harama ilişen biri bütün bir ömür boyu “Günâhım!” deyip feryâd ediyordu. Bu dönemde idi ki, bilmeyerek haram bir lokmanın girdiği mide, istifrâya zorlanıyor ve bunun için günlerce gözyaşı dökülüyordu.
Yanlışlıkla cebine koyduğu başkasına âit bir kalemi, sâhibine ulaştırmak için Merv’den Mekke’ye yolculuk yapıldığını, bunlardan birinin kahramanı olan büyük muhaddis, üstün fakih ve derin zâhid İbn Mübârek anlatıyor. Üzerinde başkasına ait bir hak varolduğu mülâhazasıyla, alacaklıya, ömrünün sonuna kadar hizmetkâr olmaya azmetmiş insan sayısı hiç de az değil.. meşhur zâhid Fuzayl b. İyâz da bu vâdinin hâl tercümanlarından!. ve bu aydınlık dünyada daha niceleri..! Evliyâ, tabakat ve menkıbe kitapları bu altın insanların ruhânîleri aşan hayatlarıyla lebâleb.. bu sâhifeler, onlara sâdece hatırlatma ölçüsünde açılıyor. Şâyet hatırlatabiliyorlarsa.?
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
İBÂDET, UBÛDİYET ve UBÛDET
Allah’ın emirlerini yerine getirme, O’na kullukta bulunma ve kulluğunun şuurunda olma ma’nâlarına gelen ibâdet ve ubûdiyet; bazılarına göre aynı ma’nâya hamledilmiş ise de, büyük çoğunluğun nokta-i nazarı, bu kelimelerin lâfızları gibi ma’nâlarının da ayrı ayrı olduğu merkezindedir.
İbâdet, Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini yerine getirip yaşama ve kulluk sorumluluklarını temsil etme ma’nâlarına gelmesine mukabil, ubûdiyet, kul olma ve kölelik şuuru içinde bulunma şeklinde yorumlanmıştır. Zaten, ibâdette bulunana “âbid”, ubûdiyette bulunana “abd” denmesi de açıkça bu farkı göstermektedir. “Fâtiha Üzerine Mülâhazalar”ın ilgili bölümü, daha farklı şeyler de hatırlatabilir.
Ayrıca, ibâdet ve ubûdiyet arasında şöyle ince bir fark daha söz konusudur: Meşakkat ve külfetle edâ edilen, havf ve recâ derinlikleri olan, niyet ve ihlâs yörüngeli bütün malî ve bedenî mükellefiyetler birer ibâdet; îfâsında bu türlü buudların söz konusu olmadığı iş ve vazifeler de birer ubûdiyettir. Zannediyorum İbn-i Fard da:
“-Seyr-i sülûkte aştığım mertebelerde her ubûdiyeti, ibâdet-i hâlisemle gerçekleştirdim” sözleriyle bu farka işaret etmektedir.
Ayrıca sofîlerden bir kısmı, ibâdeti avamın kulluğu, ubûdiyeti şuur ve basîret insanlarının îfa ettiği vazife, ubûdeti de saflar üstü safların sorumluluklarını yerine getirme şeklinde tarif etmişlerdir ki; birincisi, mücâhede insanının işi, ikincisi aşılmaz zorlukları göğüsleyen civanmertlerin tavrı, üçüncüsü de, kalb ve ruhlarının enginlikleri ile Hakk’a müteveccih olanların hâli olarak yorumlanabilir.
Bir diğer tevcihle, yukarıda sözü edilen hususların hemen hepsini “İbâdet-i zâtiyye-i mutlaka” ve “İbâdet-i sıfatiyye-i mukayyede” ye ircâ edenler de olmuştur. Bunlardan birincisi; sürekli, Hâlık-mahlûk, abd-Ma’bûd, Görüp-Gözeten, görülüp-gözetilen, münasebetlerinin şuurunda bulunma; duygu, düşünce, tavır ve davranışlar itibariyle hep bu ruhu temsil etme ve hep bu ma’nâya kilitli kalma; ikincisi de, bu icmâli tafsil etme, bu ma’nâyı canlandırma ve bu duyguları, bu düşünceleri irade ile renklendirme diye ifade edebiliriz ki; bu da irade, azim, niyet ve hulûsa göre aşağıdaki bölümlere ayrılır:
a- Sırf cennet arzu ve iştiyakiyle îfa edilen ibâdetler.
b- Cehennem korkusu ve endişesiyle yerine getirilen sorumluluklar.
c- Mehâbet, mehâfet ve muhabbet duygusuyla edâ edilen vazifeler.
d- Abd-Ma’bûd, Hâlık-mahlûk münasebetlerinin gereği olarak temsil edilen hizmetler.. bazıları, bunlardan birincilere “Tacirân”, ikincilere “Bendegân”, üçüncülere “Sâdıkân”, dördüncülere de “Âşıkân” demişlerdir. Bir ölçüde bu tasnife ışık tutması bakımından, Râbia Adeviyye’nin: “Ya Rab, kurb-i cemâline yemin ederim ki, ben Sana ne cehennem korkusu ne de cennet arzu ve iştiyakiyle ibâdet etmedim.. ben, Sen Sen olduğun için Sana ibâdet ettim” sözleri oldukça mânidardır.!
Hangi şekliyle olursa olsun kulluk, insanın şerefinin rengi ve ona bahşedilmiş en büyük pâyedir. Esasındaki sürekliliği itibariyle onu aşan ve onun önüne geçen, fakat sürekli olmayan en büyük İlâhî payelere bile bir ma’nâda fâikiyeti vardır.. fâikiyeti vardır ki, Allah O Rehber-i Küll ve Muktedâ-yı Ekmel’ini, sözlerin en ekmeli içinde anarken, önce òŸÓ»ÚœÔÁÔå demiş, sonra ò—Ó”ÔˉÔÁÔå sözüyle o mübarek cümleyi taçlandırmıştır. Keza, O “Şeref-i Nev-i İnsan”ı O “Ferîd-i Kevn-i Zaman”ı miraç adı altında gökleri şereflendirmeye dâvet ederken, dâvetiyenin başına: ò«Ó”Ú—¢È†»ğŸÓ»ÚœğÁğå (İsrâ, 17/1) iltifat-bahş kaydını koymuş ve O’nun ubûdiyetinin bu husûsi fâikiyetine işaret buyurmuştur. Hele, bu gök yolculuğunda, mekânın lâmekân olduğu, cânânın o mübârek cisme cân olduğu ve “Subuhât-ı Vech” şualarının hoşâmedî televvünüyle her yanı sardığı o muhteşem istikbâlde, binbir tebcil arasında kulluğun çekilip öne alınması, alınıp†“ -kuluna vahyetti ha vahyetti” (Necm, 53/10) denmesi ne mânidardır!
Hz. Mevlânâ, söz sultanlığı, zamanı aşmışlığı ve baş döndüren derinlikleriyle değil, kulluğuyla övünür, kulluğuyla coşar ve şöyle haykırır:
-Kul oldum, kul oldum, kul oldum! Ben Sana hizmette iki büklüm oldum. Kullar âzad olunca şâd olur; ben Sana kul olduğumdan dolayı şâd oldum.”
Bazıları ibâdet ve ubûdiyete daha farklı ma’nâlar da yüklemişlerdir:
* Kulluğunu tam tekmil yerine getirirken bile, kusurlarının şuurunda olup onlarla ürperme.
* Başlangıçta kusursuz bir teşebbüs ve iradenin hakkını verme, neticenin değerlendirilmesinde de kendi havl ve kuvvetinden teberrî etme. Allah’ın ezelî ve ebedî rubûbiyetine karşı hayatın bütün sâniye ve sâliselerini kulluk şuuru ile bezeme.
* Bütün vücudî şeyleri, O’nun varlığının ziyasının gölgesi bilip onları gasp ve temellük edip övünmeme, yokluklarla da miskinleşmeme.
* Her zaman vicdanda ona intisap şerefinin duyulması ve başka pâyelerle şeref ahz u atâsının da nisbetsizlik ve nesepsizlik sayılması.. gibi hususlar bunlardan bazılarıdır.
Bu itibarla, diyebiliriz ki, kulluktan daha yüksek bir pâye ve bir mansıp yoktur. Eğer varsa, o da yine kulluğun bir buudu olan hürriyettir. Mübtedîler için duyulup hissedilen, müntehîler için yaşanıp zevk alınan, Allah’la münasebetlerin ve O’nunla irtibatlanıp mukayyed bulunmanın dışında herşeyden kalben tecerrüd etme ma’nâsına hürriyet. Zannediyorum insanın mücehhez bulunduğu değerler itibariyle de gerçek hürriyet, işte bu hürriyettir.
Bu ince hususa dikkati çeken bir Hakk dostu:
“-Ey oğul, zincirleri çöz ve âzad ol! Altın ve gümüş ağı içinde daha ne kadar zaman kalacaksın!” der.
Ayrıca Cüneyd-i Bağdadî de: “Kul, Allah’dan başkalarının esâretinden sıyrılmadıkça gerçek kulluğa eremez” tembihinde bulunur.
Bir başkası, bir adım daha atarak, duygu, düşünce, tavır ve davranışların müstetbaatının bile ağyara kapalı olmasını salıklar ve şöyle seslenir:
“-Eğer nâmus davulunu çalmak istersen, yıldızlar çarkından geç; zira, bu zillerle mâlemâl çember, bir rüsvaylık defidir.”
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
MURÂKABE
Gözetme, mülâhazaya alma, intizarda bulunma, kontrol etme ve kontrol edildiği şuuruyla yaşama ma’nâlarına gelen murâkabe; hâl ehlince Allah'tan gayrı her şeyden alâkayı keserek kalben Cenâb-ı Hakk'a yönelmek, İlm-i İlâhî'nin her şeyi kuşatmış olduğu inanç ve mülâhazasıyla nefsini menhiyâta karşı gemleyip ve hayâtını Allah'ın emirleri ışığı altında dizayn edip yaşamaktan ibâret görülmüştür. Murâkabeyi; her zaman Hakk'ın murâdını ta’kîb etme ve Cenâb-ı Hakk tarafından ta’kîb edilme mülâhazasıyla iç ve dış bütünlüğü içinde, hayat ve davranışlarımızı ciddî bir çizgide sürdürme şeklinde de yorumlayabiliriz. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, insanın her hâline nâzır bulunduğuna; yani onun sözlerini duyar ve işitir, ahvâlini bilir ve değerlendirir, yaptıklarını görür ve kaydeder olduğuna inanmakla mümkündür. Kur'ân-ı Kerîm: “ -Sen ne halde bulunsan ve Kur'ân'dan ne tilâvet etsen, sizler de amelden ne işlerseniz, ona dalıp gittiğiniz esnâda mutlaka Biz üzerinizde nigehbân bulunuruz...” (Yunus, 10/61) nûr-efşân beyânıyla bu gerçeği ihtar etmektedir.
Murâkabe, Hakk'ın hoşnut olmadığı uygunsuz hâtıralara, huzurdan uzaklaştıran yaramaz düşüncelere, davranışları baskı altına alan sevimsiz mülâhazalara karşı kalbin kapanması ve rûhun sonsuza açık bütün kanallarının İlâhî vâridâta göre ayarlanması ise, bize, menfî-müsbet bu açıp-kapama işini çok iyi değerlendirmek düşer.. Allah'ın değer verip öne aldığı şeyleri, en içli, en derin arzularımız dâhil, her kıymetin üstünde tutma; O'nun büyük gördüklerini büyük görüp başlarda gezdirme, değer vermediği şeyleri de hatırdan, gönülden çıkarıp atma, bu mevzûda ilk adım sayılır. Hakk rahmetinin enginliğinin düşünülmesi, insanda Allah sevgisini ve ibâdet aşkını coşturur; O'nun mehâfet ve mehâbetinin mülâhazası ise, mâsiyet iştihâsını kaçırır ve insanı dikkatli yaşamaya zorlar; murâkabeye gelince, ibâdet ü tâatı, bir kısım cisimlerin tülbentten geçirilmesi gibi öyle bir eler ki, onların içinde Hakk mülâhazasından başka bir şey kalmaz; zîrâ murâkabe aynı zamanda ferdin yapayalnız anlarında dahî, her an görülüp gözetildiği şuuruyla duygu ve düşüncelerini bulandırmama gayretidir.
Murâkabe yolu, mürşid ve rehbere ihtiyaç hissetmeden, gidip Hakk'a ulaşan kestirme yolların en önemlilerindendir.. ve velâyet-i kübrâ çeşnilidir. Bu yolun bahadırları, her zaman ve her yerde, acz ü fakr nâmeleriyle Cenâb-ı Hakk'a yönelebilir ve ihtiyaç tezkeresiyle halvethâneye alınabilirler. Bunlar, hayatlarının her ânında tabiatı süzerken, Allah'ın kendilerini kontrol ettiğini hisseder ve her türlü ağyâr mülâhazasından uzaklaşır; eşyâyı dinlerken, O'nu söylemeyen bütün seslere karşı kapanır, O'na âit nağmeleri duymaya çalışır; varlığı konuşurken, O'nun güzelliklerini şakıyan bir bülbül olur ve O'nunla irtibatlandıramadığı her şeyi mâlâyanî sayar, onlara karşı da ebkem (dilsiz) kesilir. Zaten, göz, O'nun görmesini, kulak O'nun işitmesini, dil de O'nun beyânını hatırlatmıyorsa, bu uzuvların birer et parçasından farkı ne..? “Cenâb-ı Hakk, Kendine ‘Basîr’ dedi ki, seni fenâlıklara karşı her zaman korkutucu.. O Kendine ‘Semî'’ dedi ki, dudaklarını fenâ şeylere karşı kapatıcı.. ve O Kendine ‘Alîm’ dedi ki, seni bildiğini bildirip fesat düşüncesine karşı kararlı olasın” diyen Hz. Mevlânâ da, murâkabeyi, fenâ duygu, fenâ tutku ve fenâ davranışlara karşı koruyucu bir sütre ve Cenâb-ı Hakk’ın hukûkunu görüp gözetmede de biricik te’mînât saymaktadır.
Murâkabenin başlangıcı ve birinci merhalesi, Allah'ın hâzır ve nâzır olduğuna ve her hâlimize şâhid bulunduğuna yakîn hâsıl ederek O’nun İrâde ve Meşîetine kalben teslîm olup, dileklerimizden daha çok, dileklerini kollayarak “ -Allah her şey üzerinde rakîb ve gözetleyicidir” (Ahzâb, 33/52) ufkunda seyâhat etmektir.
İkinci merhalesi, sâlikin huzûru kalble Cenâb-ı Hakk’a yönelip, İlâhî feyizlerin kalbine akmasını sabır, temkîn ve teyakkuz içinde beklemektir. Böyle bir yönelişte, mürşid, zikir ve râbıtaya da ihtiyaç yoktur. Ancak şer’î âdâba muvâfakat kaydıyla bunların bulunması “nûrun alâ nûr” olur. İster birinci merhale olsun ister ikinci merhale, Hakk yolcusu, bütün benliğiyle ile ifâde edilen ‘ihsân’ rûhunu tam temsil edebildiği ve bu mülâhazada herhangi bir kopukluk olmaması için, her zaman kendini kolsuz, kanatsız, âciz, fakîr ve muhtâç gördüğü ve: “Tut beni Allahım, tut ki, edemem Sensiz” iz’ânıyla sâdece O'nu nokta-i istinâd ve nokta-i istimdâd bildiği ölçüde sağlam bir murâkabe yolunda ve dolayısıyla da emniyette sayılabilir.
Hayâtını sürekli bu çizgide sürdürenlerin rûhunda zamanla bir meleke hâsıl olur ki -buna huzûr-u kalb de diyebiliriz- bu meleke sâyesinde vicdân sürekli ilâhî vâridâta açık kalır ve Hazret-i Ehadiyet’ten ona devamlı feyizler akmaya başlar.
Murâkabenin en önemli vâsıtalarından biri “muhâsebe”dir. -Müstakil tahlîl ister.- İnsanın kendi kendini kontrol edip hesâba çekmesi, günah, hatâ ve benliği baskı altına alan daha başka duyguların şuurunda olunması ma’nâsına gelen muhâsebe yoluyla ferd, kalbinde doğruyu bulabilir, onu davranışlarıyla temsîl edebilir.. ve rûhunda “ -Tesbîh ve takdîs ederim beni göreni, görüp mekânımı bileni ve konuşmalarımı işiteni” sırrı bütün vuzûhu ile belirir.. bütün benliğiyle ilim ve meşîetçe yakın ta'kîbe alınmış olduğunu hisseder ve ürperir.. ve derken, gözlerini açar-kapar her yerde O'nun murâdını arar.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
İHLÂS
İhlâs; doğru, samimi, katışıksız, dupduru; riyâdan uzak olma ve kalbi bulandıracak şeylere karşı kapalı kalma, kapalı yaşama.. veya gönül safveti, fikir istikameti, Allah’la münasebetlerinde dünyevî garazlardan uzak kalma ve tam bir sadakatla kullukta bulunma şeklinde yorumlanmıştır ki, daha sonra, meşâyih-i kiramın, onun tarifi ile alâkalı söyledikleri sözlerin hemen büyük bir bölümü de yukarıda sunulan tarif etrafında cereyan etmiştir.
İhlâs; ferdin, ibadet ü taatinde, Cenab-ı Hakk’ın emir, istek ve ihsanlarının dışında herşeye karşı kapanması.. abd ve Ma’bud münasebetlerinde sır tutucu olması.. yaptığı şeyleri Hakk’ın teftişine arz mülâhazasıyla yapması.. tabir-i diğerle; vazife ve sorumluluklarını O emrettiği için yerine getirmesi, yerine getirirken de O’nun hoşnutluğunu hedeflemesi ve O’nun uhrevî teveccühlerine yönelmesinden ibarettir ki, saflardan saf sâdıkların en önemli vasıflarından biri sayılır.
Bu itibarla, sadâkat bir asıl ve kaynak, ihlâs da ondan nebean eden bir “mâ-i zülâl” sayılmıştır. Kırk gün bu mâ-i zülali içen birinin kalbinden lisanına hikmet kanallarının açıldığı ve açılacağı, sözleri “lâl ü güher” Söz Sultanı’nın beyanı.
Sadakat, peygamberlik âleminin en birinci vasfı, ihlâs ise en nûrânî buududur. Başkalarının hayat boyu elde etmek için uğraşıp durdukları ihlâsa onlar doğuştan mazhardırlar. Kur’an-ı Kerim nebî ihlâsını anlatma sadedinde: “ -Şüphesiz o ihlâsa erdirilmişti” ferman-ı sübhânîsiyle bu önemli mazhariyeti ihtar eder.
Sadâkat ve ihlâs, Enbiyâ-i İzâm için hayâtî birer sıfat oldukları kadar, da’vâyı nübüvvetin temsilcileri için de su kadar, hava kadar önemli birer vasıftırlar. Bu iki husûsiyeti elde etmek ve bu nûrânî iki kanatla kanatlanmak, Onların en ehemmiyetli güç kaynaklarıdır. Birinciler, ihlâssız bir adım atamayacaklarına inanırlar; ikinciler de atamayacaklarına inanmalıdırlar.
Gerçekten de, sadakat ve ihlâs bir ucu insan gönlünde, diğer ucu Hakk’ın inayet katında öyle bir derinliktir ki, o derinliklere yelken açmış ve o kanatla kanatlanmış bir babayiğidin takılıp yollarda kaldığı görülmemiştir. Zira onlar, Allah tarafından te’minat altındadırlar.. ve Allah, çok iş ve çok semereden daha ziyade, her işte rızasının gözetilmesine önem verir. O’nun nazarında bir dirhem ihlâslı iş, batmanlarla halis olmayana müreccahtır.
İhlâs, bir kalb amelidir.. ve Allah da, kalbî temayüllerine göre insana değer verir.. evet: “ -(fehvasınca) O, sizin sûret, şekil ve dış görünüşlerinize değil; kalblerinize ve kalbî temayüllerinize bakar.”
İhlâs, Allah tarafından temiz kalblere bahşedilmiş, azları çok eden, sığ şeyleri derinleştiren ve sınırlı ibadet ü taatı sınırsızlaştıran öyle sihirli bir kredidir ki, insan onunla dünya ve ukbâ pazarlarında en pahalı nesnelere talip olabilir ve onun sayesinde âlemin sürüm sürüm olduğu yerlerde, hep elden ele dolaşır.
İhlâsın bu sırlı gücünden dolayıdır ki, Allah Rasûlü: “ -Dinî hayatında ihlâslı ol, az amel yeter” buyurur.. ve: “ -Her zaman amellerinizde ihlâsı gözetin; zira Allah, sadece amelin halis olanını kabul eder” diyerek amellerin ihlâs yörüngeli olmasına tembihte bulunur.
Amel bir cesetse ihlâs onda can, amel bir kanatsa ihlâs da diğer kanattır. Ne ceset cansız olabilir, ne de tek kanatla bir yere varılabilir:
"-Sana bütün davranışlarında ihlâs gerektir; ta ki, Rabb-i Ecell senin amelini kabul ede.. zira ihlâs taat kuşunun kanadıdır; siz, kanatsız felah semtine nasıl uçabilirsiniz ki..!” deyip inleyen Mevlânâ ne hoş söyler! Bir hoş söz de Bâyezid-i Bistâmî’den: “Bütün iç dinamizmimi kullanarak Cenab-ı Hakk’a tam otuz sene ibadet ettim. Sonra gaybdan: ‘Ey Bâyezid, Cenab-ı Hakk’ın hazineleri ibadetle doludur. Eğer gayen O’na ulaşmaksa, Hakk kapısında kendini küçük gör ve amelinde ihlâslı ol’ sesini duydum ve tembihini aldım...”
Bazılarına göre, ibadet ü taatta, halkın görüp hissetmesinden kaçınmak ihlâs.. bazılarına göre ise, halk mülâhazasını bütün bütün unutmak.. bazılarına göre de, ihlâsı dahi hatırlamamak.. evet bunlara göre ihlâs; ameli her türlü mülâhazadan uzak bulundurmak ve sürekli murâkabe ile maddî-mânevî bütün hazları unutmaktır.
İşin daha doğrusu ihlâs, kul ile Ma’bud arasında bir sırdır ve bu sırrı Allah sevdiklerinin kalbine koymuştur. Kalbi ihlâsa uyanmış bir insanın nazarında, medh u zem, tâzim ü tahkir ve yaptığı işlerle bilinip bilinmemesi, hattâ sevap ve mükâfat mülâhazası kat’iyen söz konusu değildir. Ve böylelerinin gizli-açık her halleri aynı çizgidedir...
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
İSTİKÂMET
Doğruluk demek olan istikâmet; ehl-i hakîkatça, itikatta, amelde, yemede, içmede, hâlde, sözde ve bütün davranışlarda ifrat ve tefritten sakınıp nebîler, sıddîkler, şehidler ve sâlihlerin yolunda yürümeye îtinâ gösterme şeklinde yorumlanmıştır ki, (Fussîlet, 41/30) âyeti de, işte bu, Allah’ın rubûbiyetini itiraf ve birliğini tasdik edip, iman, amel ve muâmelelerinde peygamberlerin yürüdüğü şehrahta yürüyenleri, ötelerde saf saf meleklerin karşılayıp, korku ve tasanın kol gezdiği o ürpertici vasatta onları müjdelerle coşturacaklarını haber veriyor.
İstikâmet, tabiat mertebesinde mükellefiyetleri edâya, benlik mertebesinde hakîkat-ı şeriata, ruh mertebesinde marifete, sır mertebesinde de ruh-i şeriata riâyetle yaşanır ve temsil edilir. Bu mertebeleri bihakkın görüp gözetmenin ne kadar güç olduğunu anlatması bakımından, en büyük ruh ve mâ’nâ insanının: “Hûd suresi ve benzerleri iflahımı kesip beni yaşlandırdı” sözü ki†- “ Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” (Hûd, 11/112) âyetine işâret buyuruyorlardı- ne mânidardır!
Zâten O’nun, duygu, düşünce ve davranışları da hep istikâmet edâlı değil miydi.? Ve huzur-u ruhefzâlarına kurtuluş ve ebedî saadete eriş beklentileriyle sığınan bir sahâbiye: “ -Allah’a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol” diyerek, iki cümlelik “cevâmiu’l-kelim” ile, bütün itikâdî ve amelî esasları ihtiva eden istikâmeti hatırlatmıyor muydu?
Hâlinde istikâmet olmayan hak yolcusunun; bütün sa’y u gayreti boşa gideceği gibi heder ettiği zamanından ötürü de her zaman sorgulanması söz konusu olabilir. Yolun başında, neticeye ulaşmak için istikâmet şart ve bir yol azığıdır; sulûkün nihâyetinde ise, Hakkı bilmenin bedeli ve Hakk marifetine ermenin şükrüdür ve bir vâcibtir. İşin başında zikzakların yaşanmaması, yol esnâsında ferdin kendini murâkabesi, nihâyette de yabancı düşünce ve davranışlara bütün bütün kapanması istikâmetin önemli alâmetlerindendir..
"-İstikâmet erlerinden birini bilirim ki, hidâyet köyünün başını tutmuş durur. Bu hüviyet nurlarına canını ısmarlamış ve tabiat kirlerinden pâk olarak ölmüştür” diyen hak dostu ne hoş söyler!
Kul, istikâmetin tâlibi olmalı, keşf u kerâmetin değil; zîrâ istikâmeti isteyen Allah, harikulâdelere dilbeste olan da kuldur. Gönül kaptırdıklarımız mı, yoksa Allah’ın istedikleri mi..?
Bâyezid-i Bistâmî’ye: “Falan kimse suda yürüyor, havada uçuyor” dediklerinde, Hazret: “Balıklar, kurbağalar da suda yüzüyor.. sinekler, kuşlar da havada uçuyor.. görseniz ki bir adam seccadesini suya sermiş yüzüyor veya havada bağdaş kurmuş oturuyor; zinhar iltifat etmeyiniz! Onun hâl ve hareketlerindeki istikâmete ve onların da sünnete uygunluğuna bakınız!” buyurur. Ve bize, hârikalar atmosferinde pervâz etmeyi değil, istikâmeti ve kulluk zemîninde yüzü yerde olmayı salıklar..
İstikâmet, Hakk’a kurbet yolunda üç basamaklı bir merdivenin son basamağıdır. İlk menzil “takvim” dir ki; Hakk yolcusu, bu mertebede İslâm’ın nazarî ve amelî kısımlarında temrinat yapa yapa onu tabiatının bir parçası hâline getirerek bir ölçüde nefsini aşmaya muvaffak olur. İkinci menzil “ikâmet” ve “sükûn” dur ki; sâlik âlem-i emre âit mesâvî -ki riyâ, süm’a, ucub gibi kullukla te’lifi imkânsız yaramaz şeylerdir- bunlardan uzaklaşarak, kalbini şirke ve şirk şâibelerine karşı korumaya alır. Üçüncü menzil, “istikâmet” dir ki, bu makam seyyâha sır kapılarının aralandığı makamdır ve ilâhî vâridâtın kerâmet ve ikram ünvânıyla indiği kutub noktadır. Bu ma’nâdaki istikâmet ehl-i hak arasında bilinegeldiği şekliyle çok defa âdiyattan sıyrılarak, “Yedullah” kuşağında “Kadem-i Sıdk” üzere yaşamaktır ve ilâhî eltâfın sağnak sağnak olduğu bir hârikalar iklimidir. Bu iklimde çiçekler hiç solmaz.. burada yamaçlar kar-kış bilmez.. ve burada hep baharlar tüllenir durur ki “ ” (Cin, 72/16) beyânı da bu temâdi ve ölümsüzlüğü ifade etmektedir. Zîra, âyette ò”Ó‚ÓÍÚÊÓ«å yerine ò«Ó”Ú‚ÓÍÚÊÓ«å buyurulması bu gerçeğe parmak bastığı gibi, òÂÓ«¡Î†/ӜӂΫå nın bol su ma’nâsına gelmesi ve ò«ğ”Ú Ó‚Ó«ÂÔË«å daki ò”å in de talebi tazammun etmesi, burada şu husûsu hatırlatmaktadır: Siz tevhid üzere taleb-i ikâmet, Allah ve Resûlüyle aranızdaki ahitlere riayet ve ilâhî hudutları da koruyup-kolladığınız sürece suyu kesilmez bu çeşme hep akacaktır.
Efendimiz de, bu husûsa temas buyururken: “Kulun kalbi müstakim olmadıkça îmânı müstakim olamaz, lisânı dosdoğru olmayınca da kalbi müstakim olamaz” ferman ederler. Bir başka beyanlarında ise: “Her sabah insanoğlunun uzuvları lisâna karşı: ‘Bizim hakkımızda Allah’tan kork; zîra sen müstakim olursan biz de müstakîm oluruz; sen eğri-büğrü olursan biz de eğriliriz’ derler” diye önemli bir mevzûu ihtarda bulunur.
Son olarak bir can alıcı hatırlatmayı da Es’ad Muhlis Paşa’dan dinleyelim:
“İstikâmette gerektir reviş-i sıdk u sebat
Kademin merkeze koy devrede perkârın ucu.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
TEVEKKÜL, TESLİM, TEFVİZ ve SİKA
Allah’a güven ve itimad ile başlayıp, kalben beşerî güç ve kuvvetten teberri kuşağında sürdürülen ve neticede herşeyi Kudreti Sonsuz’a havale edip vicdânen itimad-ı tâmmeye ulaşma ile sona eren âlem-i emre ait ahvâl veya rûhanî seyrin mebdeine “tevekkül”, iki adım ötesine “teslim”, bir tur ilerisine “tefviz” ve müntehasına da “sika” denir.
Tevekkül; kalbin Allah’a tam itimad ve güveni, hattâ başka güç kaynakları mülâhazasından rahatsızlık duyması ma’nâsına gelir. Bu ölçüde bir güven ve itimad olmazsa, tevekkülden söz edilemez; kalb kapıları ağyara açık kaldığı sürece de hakiki tevekküle ulaşılamaz.
Tevekkül; sebepler dairesinde arızasız esbaba riayet edip, sonra da Kudreti Sonsuz’un üzerimizdeki tasarrufunu intizardır ki, iki adım ötesi, çok Hakk dostu tarafından “gassalin elindeki meyyit” sözüyle ifadelendirilen teslim mertebesidir. Birkaç kadem ötede de herşeyi bütün bütün Allah’a havale edip, yine herşeyi O’ndan bekleme makamı sayılan tefviz gelir. Tevekkül, bir başlangıç, teslim onun neticesi, tefviz de semeresidir. Bu itibarla da, tefviz hem daha geniş hem de müntehilerin haline daha uygundur. Zira onda, insanın, kendi havl ve kuvvetinden teberri etmenin, -ki teslim mertebesidir- ötesinde ".." ufkuna ulaşıp, o kenz-i mahfiyi her an içinde duyması ve kendi güç, kuvvet ve servetine bedel, olan cennet hazinelerinden istimdadı ve onlara istinadı söz konusudur. Diğer bir ma’nâ da bu, vicdanın kendi özündeki nokta-i istinad ve nokta-i istimdadın ihtarıyla, aczini, fakrını duyup, hisettikten sonra “Tut beni elimden tut ki, edemem sensiz!” diyerek o biricik güç, irade ve meşiet kaynağına yönelmesidir.
Tevekkül; dünyevî olsun, uhrevî olsun, ferdin kendi maslahatlarına Rabbini vekil kabul etmesi ise; tefviz, bu vekaletin arkasındaki asaleti vicdânî bir şuurla itirafın adıdır.
Tevekkül; Cenâb-ı Hakk ve O’nun nezdindekilere bel bağlayıp itimad etme ve O’ndan başkasına kalbin kapılarını bütün bütün kapamak demektir ki; buna, bedenin ubûdiyete, kalbin de rubûbiyete kilitlenmesi de diyebiliriz. Bu mülâhazayı merhum Şihab:
“ -Her işinde sadece ve sadece Allah’a tevekkül ol -ki O’na tevekkül eden asla kaybetmez- Allah’a güven ve O’na itimad içinde bulun ve senin hakkındaki hüküm ve kazasına da sabret; zira O’ndan beklediğin şeyleri, ancak, yine O’nun ihsanı olarak elde edebilirsin” sözleriyle ifade eder. Zannediyorum, Hz. Ömer Efendimiz de, Ebu Musa el-Eş’arî’ye yazdıkları bir mektuplarında: “Eğer kazaya rıza gösterebilirsen, o bütünüyle hayırdır. Buna gücün yetmezse, dişini sık, sabret” söyleriyle bu hususu hatırlatmak istemişlerdi...
Bir başka zaviyeden tevekkül; hemen herkes için Hakk’a itimad ve güvenmenin adı; teslim, kalbî ve ruhî hayata uyanmışların hali; tefviz ise, esbab ve tedbire takılmamanın ünvanı ki, haslar üstü haslara mahsus bir hal veya makamdır. Tefviz semasında seyahat eden Hakk yolcusu, zâhiren tedbir ve sebeplerle meşgul olsa da, bu iştigal sırf esbab dairesinde bulunmanın gereği ve onun memuriyetinden dolayıdır. Öyle yapmayıp da onları doğrudan doğruya nazara alsa semaların üveyki iken arzın sürüm sürüm sürünen haşereleri haline gelir. Menkıbe kitaplarında bu mülâhazayla alâkalı şu hadiseyi zikrederler: Bir Hakk dostu, sebepler ağında tedbir kıskacında yol aldığı esnada hâtiften şu sesi duyar:
“-Vazgeç tedbir kuruntularından; zira tedbirde helâk vardır. İşleri bize havale eyle, çünkü biz sana senden daha evlayız.” Sebepler dağdağasından sıyrılıp, vasıtalara gönlünde yer vermeme ma’nâsına gelen “tedbiri terk eylemek” halkın içinde Hakk’la münasebetlerini sımsıkı tutabilen koçyiğitlere mahsus bir derinliktir.
Sebeplere tevessül ile beraber onlara te’sir-i hakiki vermeme, derecesine göre hem bir tevekkül -herkes için- hem bir teslimiyet -eşyanın perde arkasına uyananlar için-, hem de bir tefviz ve sikadır -huzur erleri için-.. Allah Rasûlü sallallahü aleyhi ve sellem irade ve cehd u gayreti, tefviz u tevekkül ile iç içe ne hoş ifade buyururlar: -Eğer Cenâb-ı Hakk’a layıkıyla tevekkül edebilseydiniz, sizi, sabah yuvasından aç ayrılıp, akşam tok olarak dönen kuşların beslendiği gibi rızıklandırırdı.” Bu peygamberâne sözden herkes seviyesine göre birşeyler anlar:
1- Avam, bundan Hz. Mevlana’nın hadis iktibaslı:
“ -Evet, tevekkül her ne kadar rehber ise de, sebeplere riayet de Peygamber sünnetidir. Hz. Peygamber (huzuruna girip de: “Devemi bağlayayım mı, yoksa tevekkül mü edeyim?” diyen bedeviye) yüksek sesle, “Devenin dizine ipini vur, öyle tevekkül eyle!” beyanı çizgisinde herkese açık Allah’a itimad ma’nâsına anlar ki: “ ËÓŸÓ‰ÓȆ«§ğ†·Ó‰ÚÍÓ ÓËÓ„ÒÓ‰ğ†«‰ÚÂÔ ÓËÓ„ğÒ‰ÔËÊÓ -Tevekkül edecekler başkasına değil, sadece ve sadece Allah’a güvenip dayansınlar” (İbrahim, 14/12) ayeti buna işaret eder.
2- Hayatını kalp ve ruhun yamaçlarında sürdürenler ise bundan, kendi havl ve kuvvetlerinden teberri ile Allah’ın havl ve kuvvetine teslim olup, gassalin elinde meyyit haline gelmeyi anlarlar ki: “ -Gerçek mü’minler iseniz Allah’a itimad-ı tâmme içinde bulunun!” (Mâide, 5/23) fermanı bunu ihtar eder.
3- Fenâfillah ve bekâbillah zirvelerinde dolaşanlara gelince, bunlar Hz. İbrahim gibi ateşe atılırken bile deyip, “Cenâb-ı Hakk’ın benim halimi bilmesi, benim birşey istememe ihtiyaç bırakmamıştır” (Zümer, 39/38) tefvizi veya İnsanlığın İftihar Tablosu gibi, düşman gölgelerinin mağaranın içine düştüğü ve herkese ürperti veren tehditlerinin Sevr’in duvarlarına çarpıp yankılandığı esnada bile, fevkalâde bir güven ve emniyet içinde: “Tasalanma, Allah bizimle beraberdir!” (Tevbe, 9/40) sözleriyle ifade edilen sikayı anlarlar ki: “ -Kim Allah’a tefviz-i umûr ederse O, ona kâfidir” (Talâk, 65/3) beyanı da bu gerçeği hatırlatır.
Tefviz en yüksek mertebe, sika en âlî makamdır. Bu mertebeyi tutan ve bu makamın hakkını veren, sadece aklıyla, mantığıyla, inançlarıyla değil, bütün zâhir ve bâtın duygularıyla Hakk’ın emir ve iş’arlarında erir ve O’na bir mir’ât-ı mücella olur. Mertebeler üstü bu mertebenin kendine göre bir kısım emareleri de vardır:
1- Tedbiri takdir içinde görüp sükûnet bulmak,
2- İradesini gerçek iradenin gölgesi bilip asla yönelmek,
3- Kahrı, lütfu aynı görüp bütün benliğiyle kazaya rıza göstermek bunlardan bazılarıdır.
Bu ma’nâda tefvizi, Minhac sahibi şöyle resmeder:
“-Ben her işimi Sevgiliye bıraktım; artık o ister beni ihya eder, isterse itlaf.” Bir güzel söz de Enderûnî Vâsıf’-tan:
“Gelir elbet zuhûra ne ise hükm-i kader
Hakk’a tefviz-i umûr et ne elem çek, ne keder.”
Tefvizle alâkalı sözlerin en güzellerinden birini de:
“Hakk şerleri hayreyler,
Sanma ki gayreyler,
Arif anı seyreyler
Mevla görelim neyler,
Neylerse güzel eyler
Sen Hakk’a tevekkül kıl,
Tefviz et ve rahat bul,
Sabreyle ve razı ol
Mevla görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.”
matlaıyla başlayan tefviznamesinde İbrahim Hakkı söyler.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
HULUK
Huy, tabiat, seciye de diyebileceğimiz huluk; yaratılışın en önemli gayesi, cebrî halkînin gerçek buudu ve insan iradesinin “halk” hakikatı üzerinde ilâhî ahlâk hedefli tasarrufudur. Bu tasarrufu iyi kullanıp, “halk”a huluk urbası giydirebilen kimseye, bütünüyle iyi işler kolaylaşır.
Evet halk da huluk da aynı kökten gelir ve temel yapıları itibariyle birbirinden farkı yoktur. Ancak; halk, gözle görülen, dış duygularla idrak edilen sûret, hey’et, şekil ve heykel ile alâkalı madde ağırlıklı ma’nâ olmasına mukabil; huluk, gönül ile idrak olunup, hislerle duyulan ve ruhla temsil edilen bir öz, bir muhteva ve bir ma’nâdır.
Dış yüzü itibariyle bilinmez bir meçhul olan insan, gerçek kimliğini ancak, huyu, seciyesi ve tabiatıyla ortaya koyar. İnsanlar ne kadar farklı görünürlerse görünsünler, huyları ve karekterleri bir gün onları mutlaka ele verir. Cahiliye şairinin şu ârifâne sözü ne mânidardır:
“-Herhangi bir kimsenin gizli bir huyu varsa, varsın o huyunun gizli kalacağını zannededursun, o er-geç ortaya çıkar ve bilinir.”
Bir başka ifadeyle, şekil ve şemâilin aldattığı yerlerde, huy bütün yanılmaları tashih eder ve insanın özündeki gizliliklere tercüman olur. Gerçi, “huluk” dediğimizde akla hemen güzel ahlâk gelmekle beraber, meleke ve rüsûh esasına binaen ve hem hayrın hem de şerrin îtiyâd haline getirilebileceğine nazaran, “ahlâk-ı hasene” ve “ahlâk-ı seyyie” diye, diğer bir taksimden söz edenler olsa da , bizim burada “huluk” sözcüğüyle ifade etmek istediğimiz güzel ahlâktır.
Tasavvufun en sağlam kriteri huluk “iyi huy”dur. Hulukta birkaç kadem önde bulunan tasavvufta da ileride sayılır. Fevkalâde haller, baş döndüren makamlar ve beşer üstü tasarruflar iyi huy zemininin gülü, çiçeği, meyvesi olması itibariyle makbul sayılsa da ahlâk-ı haseneye iktiran etmedikleri zaman hiçbir kıymet ifade etmezler.. ve üzerinde durmaya da değmez.!
Zaten, Hz. Sahib-i Şeriat da; “hangi mü’min îmânı itibariyle daha faziletlidir?” sorusuna: “ -Huyu en güzel olandır” demiyor mu?
Niye olmasın ki, bir kere Allah, en mümtaz kulunu, tesliye, te’min ve senâ makamında, O’nun üzerinde onca nimet ve lütufları varken “ -Herhalde sen, ahlakın -Kur’ân buudlu, ulûhiyet eksenli olması itibariyle- ihâtası imkansız, idraki nâkabil en yücesi üzeresin” (Kalem, 68/4) diyerek O’nun bu yüce ahlâkı ve rûhî mezâyâsıyla, yani hilkatinin gayesi, hedefi ve gerçek ma’nâsı sayılan hulukuyla nazara veriyor. İlk insanla başlayıp Işık Çağı’na kadar tekemmül edegelen ve O’nunla noktalanan Kur’ân buudlu hulukuyla..
Esasen, huluk dediğimiz gerçeğin, dinin derinlemesine yaşanması ve Kur’ân’ın arızasız temsil edilmesi ma’nasına geldiğini, Said b. Hişam’ın, Hz. Âişe Validemiz’den, Efendimiz’in ahlâkına dair sorduğu suale, Hz. Âişe’nin: “Kur’ân okumuyor musunuz?”; “okuyoruz” deyince de: “O’nun ahlâkı Kur’ân’dı” şeklindeki sözleri de te’yid etmektedir.
Ayrıca, bu mevzuda şeref-nüzûl olan âyette, âyeti teşkil eden kelimelerle bu ahlakın ilâhî, Kur’ân orijinli ve idrak üstü olduğunu hasseten hatırlatmakta ve onun tecelli ve zuhûrunu, muhatab-ı mükerreme mahsus görmenin ötesinde, “huluk” kelimesindeki tefhim tenviniyle, O’nun Kur’ân derinlikli ve lahut enginlikli hulukunun hiçbir ahlâk sistemiyle kabil-i kıyas olmadığına ve bu yüce ahlâkın nâkabil-i idrak bulunduğuna bilhassa işaret etmektedir ki, bu da O’nun gelmiş-geçmiş bütün insanlar arasında eşi-menendi olmayan bir güzeller güzeli huy peygamberi olduğunu gösterir.
Evet O, maddesimâ’nâsı, zarfı-mazrufu, halkı ve huluku itibariyle bütün salihata açık, hayrın her çeşidini elde etmeye namzed ve büyüklüğün her türlüsüne mazhar olabilecek fıtrat, seciye ve melekelerle serfiraz kılınmış; sonra da bu ilk mevhibeleri en iyi şekilde değerlendirerek “a’lâ-i İlliyyîn-i kemalât”a yürümüş; sadece yürümekle de kalmamış; bilasale kendisinde tecelli eden bütün lütufları, bütün akdes ve mukaddes feyizleri: “ -Şânım hakkı için Rasulullah’ta size örneğin en güzeli vardır...” (Ahzâb, 33/21) gerçeğiyle uyanmış o saflardan saf muasırı temiz ruhların elinden tutup, onları da tebaiyetlerine terettüp eden şahikalar üstü şâhikalara çıkarmıştır.
Dilinde:
1- “Îmânı en kamil mü’minler ahlâken de en güzel olanlardır.”
2- “İnsan ibadet u taatla katedemediği mesafeleri ahlâk-ı hasene ile alır.”
3- “Teraziye ilk konulacak şey güzel ahlâktır” gibi pırlanta sözler.. ve elinde insan-ı kâmil olmanın sırlı formülü, arkasına düşenleri hep meleklerin dolaştığı vadilerde dolaştırmıştır.
Hüsn-ü hulukun alametini, kavlî-fiilî kimseye eziyette bulunmama.. kendine eziyet edenleri görmeme, görse de unutma.. ve fenalıklara iyilikle mukabelede bulunma.. cümleleriyle hülasa etmişlerdir ki “ ËÓ«ğÊÒÓ„Ó†‰ÓŸÓ‰È¢†ŒÔ‰Ô‚̆ŸÓÿğÍ ÂÌ ” hakikatıyla serfiraz olan Zat, buna en canlı ve çarpıcı misaldir. O, ne karşısına dikilip “adil ol!” diyene, ne arkasından cübbesini çekip eziyet edene, ne başına toz-toprak saçıp yüzüne hakaret savurana ne de muallâ zevcesine iftira edene gönül koymuştur. Gönül koymak şöyle dursun, hastalandıklarında gidip onları ziyaret etmiş, öldüklerinde cenazelerini teşyide bulunmuştur. Bulunmuştur; zira ahlâk-ı hasene O’nun tabiatının rengi, varlığının da bir buuduydu.
Nice güzel huylu, yumuşak ve hümanist görünenler vardır ki, onların hayatlarında ahlâk-ı hasene ve mülâyemet plastize bir yalan ve hemen kırılacak bir kristal gibidir. Küçük bir öfke, az bir şiddet, hafif bir damara dokundurma, onların gerçek yüzlerini ve hakiki düşüncelerini ortaya çıkarmaya yeter.
Güzel ahlâkla donanmış bir sine, ihtimal cehenneme konsa bile tavrını değiştirmez.. orada da hilm u silm çizgisinde yaşar; zebanilerle hasbihal eder, başına gelenleri geniş bir yürekle karşılar.
Güzel ahlâka açık bir gönül, geniş bir mekâna benzer ki, dünya kadar gâile dolsa da , o yine öfkesini, şiddetini gömebilecek bir yer bulabilir. Huyu kötü, sinesi de dar kimselere gelince, bunlar kargadan bile aptal öyle Kabil’lerdir ki, koskocaman arzda bile, kötü duygularını, hiddet ve nefretlerini gömebilecek bir mezar bulamazlar.
Biz, “Ahlak iledir kemâl-i âdem
Ahlak iledir nizâm-ı âlem”
deyip şimdilik bu faslı da kapatalım...
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
TEVÂZU
Tevâzu; yüzü yerde olma ve alçakgönüllülük ma’nâlarına gelir ki, tekebbürün zıddıdır. Onu; insanın Hakk karşısında gerçek yerinin şuurunda olup, ona göre davranması ve halk arasındaki durumunu da bu anlayış zâviyesinden değerlendirip, kendini insanlardan bir insan veya varlığın herhangi bir parçası kabul etmesi şeklinde de yorumlayabiliriz. İster öyle-ister böyle, insan tevâzu ruh ve düşüncesiyle kendini kapının alt eşiği, meskenin sergisi, yolların kaldırım taşı, ırmakların çakılı, başakların samanı kabul etmiş.. ve Alvar İmamı edasıyla: “Herkes yahşi men yaman, herkes buğday men saman” diyebilmişse, o baş, göklerde en yüce kametlerin dahi bûsegâhı demektir. Zaten, Hz. Sadık u Masdûk’a isnad edilen bir hoş sözde de: “ -Yüzü yerde olanı Allah yükselttikçe yükseltir, kibre girip çalım çakanı da yerin dibine batırır” demiyor mu? Demek ki, büyük görünmekle büyük olma ve küçük görünmekle küçük olma ma’kûsen mütenasip şeyler...
Bazıları tevâzuu, kendinde zâtî hiçbir kıymet görmeme; bazıları, insanları, insana yakışır saygıyla karşılayıp onlarla muamelesinde mahviyet içinde bulunma; bazıları İlâhî inayetle fevkalâde bir muameleye tâbi tutulmazsa, kendini halkın en şerlisi görme; bazıları da benlik hesabına içinde beliren büyük-küçük her çeşit dahilî kıpırdanışa karşı hemen harekete geçip onu olduğu yerde boğma cehdi ve gayreti şeklinde tarif etmişlerdir ki, herbirinin kendine göre hem bir mahmili, hem de tarz-ı telâkkisi vardır. Ancak, sonuncusu daha çok mukarrabîn ve muhlasîni alâkadar etmektedir.
Halifeler halifesi Hz. Ömer’i (ra) omuzunda kırba, su taşırken gören bir sahabi sorar: “Bu ne hal ey Allah Rasulü’nün halifesi!” Mukarrebliğin mukimi Ömer: “Dış ülkelerden bir kısım elçiler gelmişti, içimde şöyle böyle birşeyler hissettim -hâşâ ki o, bizim anladığımız ma’nâda bir bulanıklık hissetsin- o hissi kırmak istedim” der. Onun sırtında un taşıması, minberde kendini levmetmesi, levmedenlere ses çıkarmaması hep bu kabil hazm-ı nefisle alâkalı hususlardan olduğu gibi; valiliği döneminde Ebû Hureyre’nin, şuna-buna sırtında odun taşıması; Zeyd b. Sâbit’in kadı olduğu bir dönemde İbn Abbas’ın elini öpmesi; buna mukâbil Tercümânü’l-Kur’ân’ın da onun atının üzengisini tutması; Hz. Hasan’ın, ekmek kırıklarıyla oynayan çocuklarla oturup, onların yediğinden yemesi ve Hz. Ebu Zerr’in başını Bilâl-i Habeşî’nin ayağının altına koyması hep birer mahviyet ve tevâzu örneğidir.
Allah, Kelâm-ı Kadîm’inde, Rasûlullah da sünnet-i mutahharasında tevâzu etrafında o kadar tahşidat yaparlar ki, onları duyup-işitenin, gerçek kulluğun tevâzu ve mahviyet olduğunda şüphesi kalmaz. Kur’ân’ın: “ -Rahmân’ın has kulları, yeryüzünde alçakgönüllü olmanın örneğidirler ve ağırbaşlı, yüzleri yerde hareket ederler.. cahiller kendilerine sataşınca da “selâm” der geçerler” beyanı onlardan sımsıcak bir ses; “ -Onlar mü’minlere karşı şefkatli ve mahviyet içindedirler”(Fetih, 48/29) beyanı da onların gönüllerinden kopup gelen ve davranışlarına akseden yumuşak bir nefestir. Hele: “ -Onlar, birbirlerine karşı şefkat ve merhamet timsalidirler.. her zaman onları rükûda iki büklüm ve secdede kıvrım kıvrım bulursun!” (Fetih, 48/29) fermanı ise onlara tasavvurları aşan bir iltifatın ünvanı olmuştur.
İnsanlığın İftihar Tablosu, bu mevzûyla alâkalı şu incileri saçar gönül gözlerimizin önüne:
1- Allah bana, tevâzu ve mahviyet içinde bulunmanızı.. ve kimsenin kimseye karşı fahirlenmemesini emretti.
2- Size ateşin kendine ilişmeyeceği insanı haber vereyim mi? Ateş; Allah ve insanlara yakın, yumuşak huylu, herkesle geçimli ve rahat insanlara dokunmaz.
3- Allah için yüzü yerde olanı, Allah yükseltir ha yükseltir; aslında o kendini küçük görmektedir ama, halkın gözünde asıl büyük odur.
4- Allahım, beni benim gözümde küçük göster! ve daha niceleri... Zaten O, hayatını hep bu çizgide geçirmemiş miydi:
a- Çocuklara uğrar, onlara selâm verir;
b- Herhangi biri elinden tutup bir yere götürmek isteyince, tereddüt etmeden kalkıp gider;
c- Ev işlerinde hanımlarına yardım eder;
ç- Herkes bir iş görürken, O da iştirak ederek, onlarla beraber olmaya çalışır;
d- Ayakkabılarını tamir eder, elbisesini yamar, koyun sağar, hayvanlara yem verir;
e- Sofraya hizmetçisiyle beraber oturur;
f- Meclisini her zaman fakirlere açık tutar;
g- Dul ve yetimleri görür-gözetir;
h- Hastaları ziyaret eder, cenazelerde hazır bulunur ve kölelerin davetine icabet ederdi..
Allah Rasûlü’nden Hz. Ömer’e, ondan Ömer b. Abdülaziz’e, ondan da dünya kadar evliyâ, asfiyâ, ebrâr, mukarrabîn ve çağın devâsâ gönül erlerine kadar, binler-yüzbinler hep aynı çizgide: “Büyüklerde büyüklük alâmeti tevâzu ve mahviyet, küçüklerde küçüklük emaresi de kibir ve enaniyettir” demiş, ilk mevhibelerini yitirmemiş olanlara insan-ı kâmil olma yolunu göstermiş ve hep tevâzuu yeğlemişlerdir.
Gerçek tevâzu; Hakk’ın büyüklük ve sonsuzluğu karşısında, sıfır-sonsuz nisbetlerine göre insanın kendi yerini belirleyip, bu düşünce, bu tesbiti benliğine mal etmesidir. Bu anlayış tabiatına işlemiş ve bu işleyişle ikinci fıtrata ulaşmış olgun insanlar, halkla münasebetlerinde mütevâzî, mahviyet içinde ve olabildiğince de dengelidirler. Zira, Allah’a karşı yer ve konumunu belirlemiş olanlar, dînî hayatlarında da, halkla münasebetlerinde de, husûsî murakabelerinde de hep muvazene içindedirler.
1- Dine karşı tevâzu ve mahviyet içindedirler; onun ne menkûlüyle ne de ma’kûlüyle hiçbir çelişkileri yoktur. Kur’ân-ı Kerîm’in beyânât-ı neyyiresi, sünnet-i sahiha ve hasene ile sabit olan her hususa karşı teslimiyet ve iz’ân içinde bulunurlar. Rasûlullah tarafından tebliğ edilen, bilhassa temsil edildiği bilinen hiçbir mes’eleye, akla, kıyasa, zevke, siyasete -aslında, dinin ruhunda müstakim akla, sahih kıyasa, selim zevke, şer’i siyasete aykırı hiçbir mevzû yoktur- muhalif görseler bile karşı çıkmazlar.
Bu itibarla, “akıl-nakil çatıştığında, aklı nakle tercih ederiz” sözü tevâzudan nasipsiz bencillerin lakırdısı olduğu gibi, “re’y ve kıyas nasların önünde gelir” düşüncesi bir inhiraf ve sünnet yolunun dışındaki zevkler, keşifler, kerametler de birer istidracdır.
2- Ve yine onlar, tebliğle tanıyıp, temsil ile en küçük farklı alternatiflere bile geçit verilmemesi lâzım geldiğine inanarak, Hz. Şâri’in beyanının dışında herşeye karşı kapanır; zevk ve idraklerine açılan farklı mülâhazaları da:
“-Nice sağlam ve kusursuz sözleri ayıplayanlar vardır ki, kabahat onların sakat idraklerindedir” sözüyle karşılar ve kendi yetersizlikleriyle yorumlarlar.
3- Yine onlar, Kitap ve sünnete muhalif yollarla kurtuluşa erilemeyeceğinin idraki içindedirler.. ve en büyük güç kaynaklarını da Allah’a kullukta ararlar. Zaten, Allah’a kul olanın başkasına kulluk yapması mümkün olmadığı gibi, başkalarına kulluk zilletinden kurtulamayanın da O’na sağlam bir kul olması düşünülemez. Hz. Bediüzzaman bir yerde meâlen ne hoş söyler: “Allah’tan başka hiçbir şeyi O’na kulluk yapacak derecede kendinden yüksek görme!. ve kendini herhangi bir kimseden büyük görecek şekilde de kibre girme!. Zira mahlukat ma’bûdiyetten uzaklık noktasında müsâvi oldukları gibi, yaratılmış olmaları itibariyle de birdirler.”
4- Onlar, sa’ylerinin semeresini kendilerinden bilmez ve Allah’ın bir imtihan olarak onlara verdiği kıdemi.. ve kimbilir, hangi mülâhazayla ortaya koydukları sa’y u gayreti başkalarına üstünlük vesilesi saymazlar.. halkın hüsn-ü zan ve teveccühlerine bel bağlamaz ve bedel arayışına girmezler.. sevilip sayılmalarını bir iptilâ kabûl ederek, Allah’ın kendilerine olan lütuflarını etraflarına karşı minnet ve eza vesilesi görüp, Hakk’ın ihsanlarını halka karşı sebeb-i istibdat yapmazlar.
Hâsılı, tevâzu hulûkullah sarayının cümle kapısı olduğu gibi, Hakk’a ve halka yakın olmanın da en birinci vesilesidir. Gül toprakta biter.. insan semâlarda değil, yerde yaratılmıştır. Mü’min, secde ünvanıyla başı ile ayakları aynı noktada birleşince Allah’a en yakın olur.. Hz. Muhammed Mustafa (sav)’e yapılan gökler davetiyesinin başında, tevâzu ve mahviyetinin remzi olarak òŸÓ»ÚœÔÁÔå (İsrâ, 17/1) kelime-i mübeccelesi yazılmıştır.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
FÜTÜVVET
Gençlik ve yiğitlik sözcükleriyle karşılamağa çalıştığımız fütüvvet, örfî ma’nâsı itibariyle, kerem, sehâ, iffet, emanet, vefa, şefkat, ilim, tevâzu ve takvâ gibi gerçekleri özünde toplayan bir ma’nâlar ve dinamikler halitası, Hakk yolcusunun uğradığı makamlardan bir makam, fakr u fenâdan bir renk, velayetten de bir sestir.
Tamamen başkalarına iyilik yapma anlayışına düğümlenip, her türlü eza ve cefa düşüncesine kapanma da diyeceğimiz fütüvveti, bir yerde hüsn-ü hulukun derin bir buudu ve mürüvvetin ayrı bir televvünü saymak da mümkündür.
Delikanlı ma’nâsına gelen “fetâ”dan türetilmiş “fütüvvet”, erbabınca her türlü fenalığa baş kaldırmanın remzi ve ihlaslı ubudiyetin de ünvanı olmuştur. “ -Gerçekten onlar Rabbilerine inanmış yiğitlerdir; biz de onların hidayetlerini artırdık ve kalplerini irtibatlandırarak metanetleştirdik.. metanetleştirdik de o zaman baş kaldırıp: “Bizim Rabbimiz bütün semâvat ve arzın da Rabbidir, dediler. Biz asla O’ndan başkasına ilâh diyemeyiz. Dersek, o zaman hadden efzun bir yalan söylemiş oluruz” (Kehf, 18/13-14) âyeti bunun beliğ bir tercümanı ve gürül gürül bir beyanıdır. “ -Putları diline dolayan, İbrahim dedikleri bir yiğit işittik” (Enbiyâ, 21/60) fermanı ise, himmeti insanlık, tek başına bir millet sayılan ve ferdiyet üstü bir şahsiyete sahip bulunan gerçek bir fütüvvet erinin tanınıp bilindiği bir daire içindeki ağırlık ve tesirini ifade etmektedir. “ -Onunla beraber iki genç de zindana girmişti” (Yusuf, 12/36) veya “ -Yusuf gençlere: Onların erzak bedellerini yüklerinin içine koyun dedi” (Yusuf, 12/60) gibi yerlerde ise, yiğitlik söz konusu değil, düz bir delikanlılıktan, hatta ayarı düşük bir gençlikten, daha doğrusu emir kulu hizmetçilerden bahsedilmektedir.
Işık Çağı’ndan bu yana birçok kimse fütüvvete dair dünya kadar söz söylemiştir: Kimilerine göre o, fakiri hor görmeme, ganinin ağına düşmeme.. kimilerine göre herkese karşı insaflı olup ama kimseden insaf beklememe.. kimilerine göre ömür boyu nefsinin amansız düşmanı olarak yaşama.. kimilerine göre bu dünyaya ve öteki âleme daha adımını atar atmaz “Ümmetî! Ümmetî!” iniltileriyle yakarışa geçip kendini unutma ölçüsünde arkasında gidenleri düşünme.. kimilerine göre, Ma’bûd-u bilhakk’a yönelmeye mâni bütün putları kırıp, her çeşit bâtıla karşı kıyam etme.. kimilerine göre de, nefsi adına her türlü kötülüğü sineye çekip Allah’a ait hakların söz konusu olduğu yerde de arslanlar gibi kükreme.. kimilerine göre en küçük şahsî kusurları karşısında ömür boyu inleyip durmasına karşılık başkalarının en büyük günahlarını görmemezlikten gelme; hatta başkalarına velayet mertebelerinde yer ararken kendisine sıradan kulluğu bile fazla bulma.. kendinden uzaklaşana yaklaşma yolları arama; eziyet edene ikramda bulunma.. hizmette ön sıralarda, ücret almada gerilerin gerisinde kalabilme gibi vasıflardan ibarettir.
Bu arada, bütün bu vasıfları dört ana esasa ircâ edenler de olmuştur ki, o da Hz. Haydar-ı Kerrar’ın beyanı vechiyle: - Güçlü olduğu yerde affetmek, 2- Hiddet u şiddet anında hilm u silmle muamelede bulunmak, 3- Düşmanları hakkında bile hayırhahlıktan geri kalmamak, 4- İhtiyaç içinde kıvrandığı durumlarda bile “îsâr” ruhuyla hareket edip başkalarını düşünmek şeklinde hülasa edilebilir. Aslında, Hz. İmam’ın hayatı da âdetâ bu esaslarla örülmüş bir dantela gibidir. İbn Mülcem hakkındaki muamelesinden, muharebede yere yıktığı düşmanını affetmesine, sahabeden kendisiyle harbetmiş bir hasmının öldürülmesi karşısında duyduğu teessürden, ömrünü îsâr esaslarına göre yaşadığından dolayı bir kış günü yazlık elbise içinde tir tir titremesine kadar O, her haliyle fütüvvetin temsilcisi kahraman bir fetâ idi ve “ -Ali gibi yiğit, Zülfikar gibi de kılıç bulunmaz” sözünün tam mâsadakıydı.. O, tertemiz olarak dünyaya gelmiş, nezahet içinde ve yiğitçe yaşamış, dünyanın kirlerine bulaşmadan da Allah’a ulaşmıştı ki, bu haliyle Hz. Musa’nın, fütüvvetle alâkalı sorusuna Cenab-ı Hakk’tan aldığı cevaba tıpatıp uyuyordu. Evet Cenab-ı Hakk, Hz. Kelim’in fütüvvetle alâkalı sualine: “Nefsini benden tertemiz aldığın gibi, yine bana tertemiz iâde etmendir” şeklinde cevap vermişti. Tevhîd ve İslâm düşüncesini kabule müheyyâ olarak yaratılan ruhun; bütün letâifiyle gerçek tevhide yönelmesi nefsânî ve bedenî hazları aşarak kalbin enginliklerine açılması ve memuriyetinin gereği esbaba tevessülün dışında herşeye karşı kapanması, Hakk mülahazasını sarsacak her türlü duygu ve düşünceye daha baştan tavır alması fütüvvetin en bariz emareleri ve insan-ı kâmil olmanın da merdivenleridir. Başta bu aksiyonu göstermeyen, nefis, heva, şeytan, dünyaya meyl ü muhabbet ve nefsânî hazlardan da sıyrılmayan fütüvvet zirvesine ulaşamaz.
Fütüvvet yolu Kafdağı’ndan geçen define,
Bu defineden düz yolda yorulanlara ne!
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
SIDK
Doğru düşünce, doğru söz, doğru davranış ma’nâ-larını ihtiva eden sıdk; Hakk yolcusunun her çeşit yalana karşı kapanıp, hayatını doğruluğa göre planlaması, sadâkatin emin bir temsilcisi olması; diğer bir tabirle, duygu, düşünce, söz ve davranışlarında doğruluğu tabiatının bir parçası haline getirip, şahsî hayatından insanlarla olan muamelesine, hakkı i’lan adına şehâdetinden mizahlarına kadar; hattâ “ -Her zaman doğrularla beraber olun!”(Tevbe, 9/119) fehvâsınca, dost ve arkadaş çevresi itibariyle hep doğruluk aramasıdır ki; hadisin ifadesiyle böyleleri yüce divanda “sıddîk”, aksine tasavvur ve düşüncelerinden davranış ve muamelelerine kadar yalanlarla içli-dışlı yaşayan ve hayatını hilâf-ı vâkiler çizgisinde sürdürenler de o ulu divanda “kezzâb” olarak kaydedilir.
Sıdk, Hakk’a ulaştıran yolların en sağlamı, sâdıklar da bu vuslatın talihli namzetleridir. Sıdk, amelin rûhu ve özü, düşünce istikametinin de en yanıltmaz mihengidir. Sıdkla mü’min münafıkdan, ehl-i cennet de ashâb-ı nâr-dan ayrılır. Sıdk, peygamber olmayanlarda bir peygamberlik sıfatıdır ve bu sıfat sayesinde halâyık ve kapı kulları, sultanlarla aynı nimetleri paylaşırlar. Allah bu dîn-i mübî-nin başlangıcında, hem onun tebliğcisini hem de bu İlâhî mesaja ilk defa “evet” deyip koşanı sıdkıyla tavsif ederek “-Sıdk mesajıyla gelen ve O’nu gönülden tasdik eden...”(Zümer, 39/33) diyerek tebcil buyurmuştur.
Sıdk; ferdin, amel ve davranış bütünlüğünü koruyup, tehlike anında ve yalanla kurtulması söz konusu olduğu yerlerde bile, gizli-açık iç ve dış ayrılığına düşmemesi, düşünce ve davranış mutâbakatını yakalayabilmek için halden hale girmesi ve kıvrım kıvrım kıvranmasıdır ki; Hz. Cüneyd: “Sâdık kimse günde kırk defa halden hale döner durur; mürâî ise, kırk sene ızdırapsız olduğu yerde kalır” der.
Sıdkın en aşağı mertebesi, şahsın iç-dış, gizli-açık her halinin aynı çizgide cereyan etmesidir. Bundan sonra duygu, düşünce, tasavvur ve niyetlerde sâdık olma derecesi gelir. Bu itibarla sâdıklar, söz ve davranışlarında doğruluktan ayrılmayan kahramanlar; sıddîklar da, hayal, tasavvur, duygu, düşünce hattâ mimiklerine kadar her hal ve tavırları doğruluğa kilitlenmiş Hakk eri babayiğitlerdir.
Sözde, davranışta, azimde, azme vefâda, amelde ve muamelede bütün meleke ve kabiliyetlerini doğruluğa yönlendirme kâmil bir sadâkat ve aynı zamanda bir peygamberlik vasfıdır ki, Kur’ân-ı Kerim: “ -O yüce kitapta olanlar arasında İbrahim’i hatırla ki O sıddîk bir nebiydi” (Meryem, 19/41) diyerek, mutlak zikrin masruf olduğu işte bu zirveyi ihtar etmiştir. Sıdk, Enbiyâ-i İzâmın en önde gelen vasfı, her devirde îmâna ve Kur’ân’a hizmet mesleğinin en güçlü dinamiği olduğu gibi, öteki âlem itibariyle de her mü’min için en sağlam bir kredi kartı ve en geçerli bir itibar senedidir. Allah: “ -Doğru olanlara doğruluklarının fayda verdiği gün bugündür” buyurarak bu önemli hakikate dikkatlerimizi çeker.(Maide, 5/119)
Enbiyâ, asfiyâ ve mukarrabîni zirveler zirvesine ulaştıran ve onlara mânevî terakkilerinde berk ve burak olan sıdk, şeytan ve onun avanesini aşağıların aşağısına sürükleyen de yalandır. Düşünceler ancak sıdkın kanatlarıyla pervaz eder ve değerler ufkuna ulaşabilir.. davranışlar ancak sadâkat zemininde neşv ü nemâ bulur.. yalvarış ve yakarışlar ancak sıdkla edâ edildiği ölçüde “İsm-i A’zam”a iktiran etmiş gibi, rahmet arşına ulaşır ve hüsn-ü kabûl görür.. evet sıdk, âdetâ İsm-i A’zam iksiri gibi tesir eder. Beyazid-i Bistâmî, kendisinden İsm-i A’zam’ı soranlara: “Siz, Allah’ın isimleri içinde İsm-i Asgar (küçük isim) gösterin, ben de size İsm-i A’zam’ı göstereyim” der ve ilâve eder: “Bence İsm-i A’zam tesiri yapacak birşey varsa, şüphesiz o da sıdktır; sadâkatle hangi isim okunsa, o İsm-i A’zam olur.”
Evet, Hz. Adem’in alnında tevbe nûrunu parlatan sıdktır.. dünyanın tûfana gömüldüğü bir dönemde, tufan peygamberine sefîne-i necât olan sıdktır. Alev alev ateşler içinde Hz. Halil’i berd u selâma ulaştıran sıdktır.. evet o, âdiyât içinde emekleyip duran kimseleri hârikulâdeliklere yükselten bir peyk ve varlığın perde arkası kapılarını açan sırlı bir anahtardır. O peykle seyahat eden takılıp yollarda kalmaz, o anahtarı kullananın da yüzüne kapılar kapanmaz. Bu engin mülâhaza, aşıklar sultanı Hz. Mevlânâ tarafından ne hoş terennüm edilir..
“ -Âşığın sıdkı cansızlara da tesir eder; insanın kalbine müessir olması neden tuhaf sayılsın? Hz. Musa’nın sıdkı; dağa, asâya, hattâ o muhteşem deryâya bile tesir etmişti. (Hz. Musa’nın, Tur dağındaki tecelli esnasında asâsının yılan olduğu,(Tâ-Hâ, 20/17-20) Benî İsrâil’i Nil’den geçirirken onu deryâya çalınca, oniki yolun açıldığına işaret ediyor ki,(Şuara, 26/63) bunların hepsi Kur’ân âyetleriyle sabittir). Hz. Ahmed’in sıdkı ise Ay’ın cemâline, hattâ o parlak Güneş’e tesir etmişti.”
Kur’ân, değişik âyetleriyle, gerçek mü’min olmayı, insanın söz ve davranışlarından iç âlemine kadar her hal ve tavrını sıdka göre dizayn etmesine ve sadâkat etrafında örgülemesine bağlamıştır. Ayrıca böyle bir tanzim ve düzenlemeyi de dünyevî mutluluk ve uhrevî saadetin esası saymıştır. İşte Beyân-ı Sıdk’tan birkaç pırlanta:
1- “ -De ki: Rabbim! Gireceğim yere doğrulukla girmeye, çıkacağım yerden doğrulukla çıkmaya beni muvaffak eyle!..”(İsra, 17/80)
2- “-Bana sonrakiler içinde bir lisân-ı sıdk (ve bir yâd-ı cemil) lûtfeyle!” (Şuara, 26/84)
3- “ -İman edenleri Rableri nezdinde kadem-i sıdk (ve hüsn-ü istikbâl)le müjdele!”(Yunus 10/2)
4- “ -Şüphesiz müttakîler, cennet bahçelerinde ve ırmaklar başında, O gücü herşeye yeten Sultanlar Sultanı’nın nezdinde sıdk oturağı (ve otağında) dırlar..”(Kamer, 54/54-55)
Evet, müdhal-i sıdk, muhrac-i sıdk, lisân-ı sıdk, kadem-i sıdk, mak’ad-ı sıdk ünvanıyla dünyadan ta ukbâya uzanan bir çizgide, hem uzun bir yola, hem yol azığına hem de neticeye işaret buyrulmuştur.
Dünya bir sistem ve bir fabrika gibi bütünüyle ahiret hesabına işlediği için, onlar bir işe teşebbüs ederken, bir beldeye girerken, bir yere hicret ederken, bir yerde ikamete karar verirken; otururken, kalkarken hep sıdkı, sadâkati gözetler, bir müdhal-i sıdk, muhrac-i sıdk, lisan-ı sıdk, kadem-i sıdk ve mak’ad-ı sıdk mülâhazasıyla davranır.. öbür âlem hedefli yaşar ve sürekli bahtlarına tebessümler yağdırırlar.
Niyet ve kasıtta sâdık olmak başta gelir.. evet, doğru düşünce, doğru karar ve doğru davranışa niyet, sıdkın ilk basamağıdır. Ayrıca sıdka azmeden insanın, karar ve niyetinden dönmemesi, düşünce ve azmini sarsacak ortam ve sâiklerden de uzak kalması şarttır.
İkinci basamak; dünyada kalmayı ve yaşamayı, sırf hakkı tutup kaldırmak ve Allah’ın rızasına mazhar olmak için arzu etmektir ki; bunun da bir kısım emareleri vardır: Her zaman nefsinin eksik ve kusurlarını görmek, dünyanın cazibedâr güzellikleri karşısında “pes” etmemek, dünyevî endişelerle yol ve yön değiştirmemek bunlardan sadece birkaçı..
Üçüncü basamak; sıdkın tamamen bir vicdan ma’rifeti haline getirilmesi ve insan tabiatının her hal ve her tavrında sadâkate düğümlenmesidir ki, o da, en büyük mertebe sayılan rıza makamının ifadesi olan şu mübarek sözle ifade edilir: 4 Evet, en büyük sadâkat, Rabbin rubûbiyyetine rızâda, İslâm’ın İlâhî sistem olarak kabullenilmesinde ve Rûh-u Seyyidü’l-Enâm’ın rehberliğine teslimiyettedir. Gerçek insan olmanın yolu da bu çok ağır, çok zor sorumluluğu yüklenmekden geçer. Sözlerimizi bir güzel manzumeyle noktalayalım:
İnsana sadâkat yaraşır görse de ikrâh;
Yardımcısıdır doğruların Hz. Allah!
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
HAYÂ
Çekingenlik ve utanma da demek olan hayâ; sofiye ıstılahında, Allah korkusu, Allah mehâfeti ve Allah mehâbetiyle O’nun istemediği şeylerden çekinmek ma’nâsına gelir. Böyle bir hissin, insan tabiatında bulunan hayâ duygusuna dayanması, şahsı, edep ve saygı mevzuunda daha temkinli, daha tutarlı kılar. Temelde böyle bir hissi bulunmayan veya yetiştiği çevre itibariyle onu yitiren şahıslarda hayâ duygusunu geliştirmek zor olsa gerek.
Evet, yukarıdaki işaretlerden de anlaşıldığı gibi hayâyı ikiye ayırmak mümkündür:
1- Fıtrî hayâ ki, buna hayâ-i nefsî de diyebiliriz; insanı pek çok ar ve ayıp sayılan şeyleri işlemekten alıkor.
2- Îmândan gelen hayâdır ve İslâm dîninin önemli bir derinliğini teşkil eder.
Fıtrî hayâ, İslâm dîninin rûhundaki hayâ ile beslenip gelişince ar ve ayıplara karşı en büyük mânia teşekkül etmiş sayılır. Tek başına kaldığı zaman, bazı ahvâl ve şerâit altında sarsılır, yırtılır, hatta bazan bütün bütün yıkılabilir..
Evet, insan tabiatında bulunan bu sıkılma ve çekinme hissi, “ Allah’ın kendisini gördüğünü bilmez mi?”(Alak, 96/14) gibi âyetlerle anlatılan îmân şuuruyla.. “ - Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde her şeyi görüp gözetendir”(Nisâ, 4/1) misillü beyanlarla ifâde edilen ihsan anlayışıyla beslenmezse uzun ömürlü olamaz. Olamaz, zira hayânın hem var olup gelişmesi hem de devam ve temâdisi îmâna bağlıdır. Bu münâsebeti Hz. Seyyidü’l-Enâm (sav), ashâbından birinin diğerine, hayâyla alâkalı nasihatlarını duyunca: “ - Bırak onu, hayâ îmândan gelir..” Diğer bir ifâdelerinde: “ - Îmân yetmiş şu kadar şûbeden ibârettir, hayâ da îmândan bir şûbedir” buyururlar.
Bu itibarla diyebiliriz ki; fıtrî hayâ, tıpkı insan tabiatında saklı bulunan diğer iyilik nüveleri gibi, insanı insan yapan ma’rifet dinamikleriyle beslendiği ve takviye edildiği ölçüde gelişir, kalbî ve rûhî hayâtın bir buudu hâline gelir ve nefsin pek çok bâlâpervâzâne isteklerine sed çeker ve engeller. Aksine bu duygu îmân ve ma’rifetle geliştirilemez, ihsan şuuruyla takviye edilemez; takviye edilmek şöyle dursun nefsânîlik gayyâlarında açılıp-saçılarak köreltilecek olursa, fert ve toplum plânında insanı insanlığından utandıran yırtıklıklar ve sürtüklükler kaçınılmaz olur. İnsanlığın İftihar Tablosu, hayâ âbidesi aleyhi ekmelüttehâyâ Efendimiz, bu hususa temas eder ve “ - Hayâsız olduktan sonra istediğini yap!” buyurur. Hayâ ve hayat birbirine bakan kelimelerdir ve bu yakınlıktan, kalbin ancak, îmân ve ma’rifet sağnaklarıyla beslendiğinde hayattar kalabileceği esprisini çıkarmak mümkündür. Evet hayat kendi dinamikleriyle, hayâ da kendi dinamikleriyle var olur ve yaşar.. yoksa her ikisi için de inkıraz kaçınılmazdır.
Hz. Cüneyd’e göre hayâ, Cenâb-ı Hakk’ın üzerimizdeki maddî-ma’nevî nimetlerini idrâk etmenin yanında eksiklerimizin ve kusurlarımızın endişesini yaşamaktır.
Zünnûn’a göre, sürekli gönüllerimizde olumsuz davranışların dehşetini duymak, duyup yönümüzü bir kere daha kontrol etmektir.
Bir başkasına göre insanın, Cenâb-ı Hakk’ın gizli-açık herşeye nigehbân olmasına göre hayatını tanzim edip onun kendisine olan muâmelesini esas alarak yaşamasıdır ki, bir İlâhî eserde bu husus hatırlatılarak şöyle buyurulmaktadır:†“ -İnsanoğlu! Sen Benden hayâ ettiğin sürece insanlara ayıplarını unuttururum.” Bu arada Cenâb-ı Rabbi’l-İzzet’in, Hz. Îsâ’ya: “ -Yâ Îsa evvelâ nefsine nasihatte bulun, o bu nasihati kabul ederse halka va’zet; yoksa benden utan!” şeklindeki sözünü de kaydedebiliriz..
Hayâ mevzuunda daha değişik tasnifler de vardır. Bu cümleden olarak: Affına ferman geleceği âna kadar, Hz. Âdem’in tavırlarından dökülen suçluluk hayâsı.. gece-gündüz ara vermeden Cenâb-ı Hakk’ı tesbih ettikleri halde: “-Sana hakkıyla ibâdet edemedik” diyen meleklerin taksîr hayâsı.. ma’rifet erbâbının onca derinliklerine rağmen: “- Seni hakkıyla bilemedik” sözleriyle solukladıkları iclâl hayâsı.. hayatlarını kendi arzu ve isteklerinden tecerrüd ufkunda seyahatle sürdüren ruh ve kalp insanlarının her zaman duyup hissettikleri heybet hayâsı.. her an kurb içinde bu’d; bu’d içinde de kurb televvünüyle, sonsuz uzaklıklarında sonsuz yakınlığı duyan yakîn insanlarının minnet hayâsı.. Hz. Mahbûb’u sevilmesi gerektiği ölçüde sevememe endişesinden kaynaklanan vefâsızlık hayâsı.. duâ ve talep makamında istediklerini iyi seçememiş olma tedirginliğini taşıyanlarda ihlâsı ihlâl hayâsı.. her zaman ahsen-i takvime mazhariyetlerinin şuurunda olan yüksek ruhların, mazhariyetleriyle te’lif edemedikleri “pes” işler karşısında hissettikleri gayret hayâsı sayılabilir..
Hayâda ilk mertebe, insanın kendisine, Hakk’ın nazarıyla bakmasıyla başlar. Bir insanın, O’nun ölçüleri ve O’nun murâkabesi açısından kendini yakın takibe alması onda temkin derinlikli bir hayâ hâsıl eder ki, böyle bir insan duygu ve düşünceleriyle hep diri sayılır.
İkinci mertebe; kurbet ve maiyyet şuuruyla mebsûten mütenâsiptir ve: “ - Nerde olursanız O sizinle berâberdir”(Hadîd, 57/4) ufkunda seyahat edenlere müyesserdir ki, bu hususla alâkalı Efendiler Efendisi’nin şöyle buyurduğunu naklederler: “ - Allah’a karşı olabildiğince hayâlı davranın! Allah’a karşı gerektiği ölçüde hayâlı olan, kafasını ve kafasının içindekilerini, midesini ve midesindekilerini kontrol altına alsın! Ölüm ve çürümeyi de hatırından dûr etmesin! Âhireti dileyen dünyanın sûrî güzelliklerini bırakır.. işte kim böyle davranırsa, o Allah’tan hakkıyla hayâ etmiş sayılır.”
Üçüncü mertebe; “ - En son durak Rabbindir”(Necm, 53/42) hedefine ulaşma yolunda, rûhî ve kalbî hayâtın şühûd enginliklerinin sezilmesiyle gerçekleşir ve seyr-i rûhânînin kanatları altında sonsuza kadar sürer gider.
Bir insanın gerçek insanlıktan nasîbi, hayâdan hissesi ölçüsündedir. Eğer Hakk yolcusu, menfî-müsbet bütün teşebbüslerinde başını sonsuza çevirip davranışlarını ötelere göre ayarlayamıyor, mahviyet içinde iki büklüm olup edeple yaşayamıyorsa, onun mevcûdiyeti bir bakıma kendisi için ar, başkaları için de bârdır. Bu mülâhazaya binâendir ki:
“ -Hayır hayır Allah’a yemin ederim ki, hayâ sıyrılıp gittiği zaman, ne hayatta ne de dünyada hayır kalır” demişler.
Hayâ, İlâhî bir ahlâk ve bir Allah sırrıdır. Eğer insanlar onun nereye taalluk ettiğini bilselerdi daha temkinli olur ve daha titiz davranırlardı. Bu hususu tenvir edecek şöyle bir vak’a naklederler:
Cenâb-ı Hakk mahşerde hesâba çektiği bir ihtiyara: "-Niçin şu günahları işledin?” diye sorar. O da inkâra saparak günah işlemediğini söyler. Bunun üzerine Hz. Erhamürrâhimîn:
-“Öyle ise onu cennete götürün” buyurur. Bu defâ da melekler araya girerek:
-“Yâ Rab, bu insanın şu günahları işlediğini siz biliyorsunuz” derler. Allah da onlara:
-“Evet öyledir ama ümmet-i Muhammed’den biri olarak ağaran saçına-sakalına baktım; ayıbını yüzüne vurmaya hayâ ettim” fermân eder. Kenz’in rivâyetine göre; Cibrîl bu haberi Efendimiz’e iletince, o şefkat ve hayâ insanının gözleri dolar, ağlar ve şöyle buyurur: “Cenâb-ı Hakk ümmetimin ak sakallılarına azap etmekten hayâ ediyor da ümmetimin ak sakallıları günah işlemekten utanmıyorlar.”
Hâsılı: “-Hayiy, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerindendir. Bunun böyle olduğu hadisle sâbittir. Öyleyse gel, sen de bundan nasîbini al!”
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
ŞÜKÜR
Görülen herhangi bir iyiliğe karşı gösterilen memnûniyet ve minnettarlık ma’nâlarına gelen şükür; ıstılahta, insana bahşedilen duygu, düşünce, âzâ ve cevârihi yaratılış gâyeleri istikametinde kullanmaya denir ki; kalple, lisanla, îfâ edilebileceği gibi bütün uzuvlarla da yerine getirilebilir.
Lisanla şükür; vehmî bütün güç, kuvvet ve ihsan kaynaklarını nefyederek her türlü lütûf ve nimetlerin Allah’tan geldiğini kabul ve itirafla gerçekleşir. Evet, bütün iyilikleri, güzellikleri kısmet eden ve mebde’den müntehâya sebeplerini hazırlayan O olduğu gibi, vakt-i münâsibinde gönderen de yine O’dur. Takdir ve taksim eden, vakti gelince yaratıp semâvî sofralar halinde önümüze seren O olduğu için neticede minnet ve şükran da O’nun hakkıdır. O’nu görmemezlikten gelerek sebeplere takılmak, hatta onlara serfürû edip minnettarlıkta bulunmak, hazırlanıp ayağımızın ucuna kadar getirilen bu sofranın, hazırlanışını ve hazırlayanını nazara almadan, getirip önümüze koyan tablacıyı bahşişlere boğmaya benzer ki: “ - Onlar, dünya hayatının sadece kendilerine bakan dış yüzünü bilirler, ahirete bakan yönünden ise bütün bütün gafildirler.”(Rûm, 30/7) Evet bunlar, sırf sebeplere bakıp ilim ve marifet itibâriyle daha ilerisini göremeyen cahiller, nâkıslar ve nankörlerdir.
Kalple şükür; zâhir ve bâtın bütün nimetleri, bu nimetlerden yararlanmayı Allah’tan bilip hayatın bu anlayışa göre yönlendirilmesi, şekillendirilmesidir.. ve aynı zamanda lisan ve cevârihle yapılan şükrün de esasını teşkil eder ki: “ - O, gizli-açık nimetlerini bol bol size ihsan etmiştir”(Lokman, 31/20) beyânı onun keyfiyet buudlarını; "Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız da saymakla bitiremezsiniz”(İbrahim, 14/34) fermân-ı sübhânîsi de kemmî sonsuzluğuna işaret etmektedir.
Cevârih ile şükre gelince, o, her uzuv ve her latifeyi yaratılış gayesi istikametinde kullanmak ve onlara mahsus kulluk vazifelerini yerine getirmekten ibaret sayılmıştır.
Ayrıca, lisânın şükrünü evrâd u ezkâr, kalbin şükrünü yakîn ve istikamet, cevârihin şükrünü de ibadet u tâat şeklinde yorumlayanlar da olmuştur. O’nun böyle bütün bir îmân ve ibadete taallukundan ötürüdür ki, O’na îmâ-nın yarısı nazarıyla bakmış, kendi şümûlü içinde sabırla müşterek mütalâa etmişlerdir.
Allah, kelâmında pek çok defa şükrü emretmiş ve onu: ve gibi âyetleriyle emrin ve halkın gayesini göstermiş; göstermiş ve: “ -Eğer şükrederseniz ben de nimetimi artırırım; şayet nankörlük yaparsanız, biliniz ki azabım çok şiddetlidir”(İbrahim, 14/7) fermanıyla şükredenlere mükâfat vaadinde, küfrân-ı nimetde bulunanları da cezalandıracağı tehdidinde bulunmuştur. Bundan başka O, kendisine “Şekûr” demiş ve bütün nimetlerin asıl kaynağına ulaşma yolunu da şükre bağlamıştır; bağlamış ve bu mevzuun dolu dizgin şehsuvarlarından Hz. İbrahim’i : “ O’nun nimetlerine karşı şükürle gerilmiş”(Nahl, 16/121) sözüyle; Hz. Nuh’u da: “-Şüphesiz, o, şükürle oturup kalkan sadık bir bende idi” (İsrâ, 17/3) beyanıyla tebcil ve takdir etmiştir. Şükür önemli bir amel ve kıymetli bir sermaye olmasına rağmen “-Kullarımdan şükredenler pek azdır” (Sebe, 34/13) fehvasınca, hakîki ma’nâda âmili fazla olmayan bir ameldir. Gerçi, “-Rabbime çok şükreden bir kul olmayayım mı!” duygusuyla kıvrım kıvrım kıvrananlar ve bütün ömürlerini şükür kuşağında geçirenler de vardır ama, yine de sayıları oldukça azdır.
Evet, İnsanlığın İftihar Tablosu Şükür Kahramanı, değeri çok yüksek, âmili çok az bu önemli amelin en önde geleniydi. O, oturur-kalkar şükreder ve yanına gelenlere de şükür tavsiyesinde bulunurdu. “ -Allahım! Seni anmam, Sana şükredebilmem ve Sana ibadetlerin en güzeliyle yönelebilmem için bana yardım et.” O’nun sabah akşam dilinden düşürmediği nurlu sözlerindendi.
Şükür, nimete mazhar olanın onu verene karşı iki büklüm olması, sevgi ve alâka ile O’na yönelmesi, bütün mazhariyetlerini itiraf etmesi ise, yukarıdaki peygamber sözü bu hususların en kestirmeden ifadesi sayılır.
Kimi aşa-ekmeğe, evlâd u ıyâle ve barınacağı mekâna; kimi bunlarla beraber varlığa, sıhhate ve afiyete; kimi bir adım daha ileri atarak îmâna, irfana, rûhânî zevklere ve itmi’nâna; kimi de hamd ve minnet şuuruna şükreder. Bu sonuncusuyla insan, acz, fakr ve yetersizliklerini birer sermaye olarak kullanabilir de teşekkür devr-i dâimleri salih dairesi içine girerse, gerçek şâkirînden olur. Bir hadîste ifade buyrulduğu gibi, Dâvud Aleyhisselâm, Cenâb-ı Hakk’a: “Yâ Rabb! Senin şükrünü nasıl eda edebilirim ki, Sana şükür etmem dahi üzerimde şükrü gerektiren ayrı bir nimettir!” deyince, Cenâb-ı Hakk: “İşte şimdi tam şükrettin” buyururlar ki, zannediyorum “ - Ey her dilde meşkûr olan Allahım, Sana hakkıyla şükredemedik” sözüyle anlatılmak istenen de budur.
Hakîkî şükür, nimetin tam bilinmesiyle gerçekleşir; zira nimetin kaynağı ve onu verenin takdir edilmesi büyük ölçüde nimetin bilinmesine bağlıdır. Nimetin bilinmesinden kabûlüne, ondan da Cenâb-ı Hakk’a yönelmeye uzanan çizgide îmân ve İslâm’ın hazırlayıcılığı, Kur’ân’ın belirleyiciliği üzerinde her zaman durulabilir. Evet, Allah’ın üzerimizde olan lütûfları îmânın ışığı altında ve İslâm’ın emirlerini yaşarken daha bir belirginleşir, netleşir, duyulur-hissedilir hâle gelir ve Allah tarafından aczimize, fakrımıza merhameten ve ihtiyaçlarımıza binâen, hem de karşılıksız olarak verildiği görülür ki; bu da, o ihsan ve lütufları bahşeden Zât’a karşı bizde senâ hislerini coşturur; coşturur ve “ - Şimdi gel Rabbinin nimetini anlat da anlat!”(Duhâ, 93/11) gerçeğine uyanarak emrolunduğumuz minnet ve şükran vazifesini rûhumuzun derinliklerinden fışkıran bir heyecanla yerine getiririz.
Aslında her insanda, nimete ve nimet verene karşı perestiş hissi vardır. Ama bu hissin uyarılacağı, uyarılıp yönlendirileceği âna kadar, tıpkı deryâda yaşayan mâhîler gibi başından aşağıya yağan nimetleri ne duyar ne de hisseder. Dahası, onları çevresindeki basit sebeplere bile verebilir.. şayet etrafımızdaki nimetleri görmemeye körlük, sağırlık ve duygusuzluk diyeceksek, mazhar olduğumuz bunca şeyi kör, sağır ve duygusuz sebeplere havâle etmenin de inhiraf olmasında şüphe yoktur. "-İnsanlara karşı şükran ve minnet hissi taşımayan Allah’a da şükretmez” sözleri birinci şıkka bakar ve mutlak şükrün önemini hatırlatır. “ - Sadece bana şükredin ve zinhâr nankörlükte bulunmayın” (Bakara, 2/152); veya “-Yalnız O’na kullukta bulunun ve O’na şükredin” (Ankebût, 29/17) gibi âyetler de ikinci şıkkı nazara verir ve hakîkî tevhîdi ihtar eder.
Ayrıca şükrün esasını teşkil eden hususlar itibâriyle onu şu üç bölüm içinde mütâlaa etmek de mümkündür :
1- Herkes tarafından nimet olduğu kabul edilen, avam-havas, müslim-gayr-i müslim herkesin sevip arzu ettiği nesnelere karşı şükür ki açıktır, üzerinde fazla durmaya değmez.
2- Zâhiren bir kısım sevimsiz şeylere karşı şükür ki, dış yüzü itibâriyle ağır, îfâsı zor ve ancak hadiselerin perde arkasına muttali olanlara Allah’ın lütfûdur ve rıza televvünlüdür.
3- Hayatlarını mahbûbiyet yörüngesinde sürdürenlerin şükrüdür ki, nimetlere hep nimeti veren açısından bakar, O’nun büyüklüğüyle lütûfları, ihsanları duyar ve ömürlerini şuhûdun engin hazları içinde geçirirler.. kullukları ayrı bir zevk zemzemesi, gönül hayatları ayrı bir aşk u şevk tûfânı ve Hakk’la münasebetleri ayrı bir temkin disipliniyle şuhûdun engin hazları içinde.
Böyleleri, sürekli mevcudu bağlama ve mefkudu avlama peşindedirler. Elde ettikleri mukaddes ve akdes feyizlerle her an daha bir renklenip, derinleşip yollarına devam ederken, nazar ağları da her an ayrı ayrı vâridlerle dolar ve taşar..
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
SABIR
Ağrı, acı, tahammülü güç ve katlanması zor hâdise ve vak’alar karşısında dişini sıkıp dayanma ma’nâlarına gelen sabır; açık-kapalı “ -Sabırla yardım isteyiniz.”, (Bakara, 2/45) “-Sabredin ve sabırda yarışın” (Âl-i İmrân, 3/200) âyetlerinde ifade edildiği gibi sabrın aynını emir.. yahut “-Onlara karşı acelecilik etme”, (Ahkaf, 46/35) “ -Onlara arkalarınızı dönüp kaçmayın.”(Enfâl, 8/15) beyanlarında olduğu gibi onun zıddını yasaklama.. “-Sabredenler, hayatlarını sadakat çizgisinde sürdürenler” (Âl-i İmrân, 3/17) ifadelerinde geçtiği gibi bu vasıflarından dolayı senada bulunma.. “ -Allah sabredenleri sever” (Âl-i İmrân, 3/146) fermanında görüldüğü gibi Allah sevgisine mazhariyetlerini anlatma.. “ -Allah sabredenlerle beraberdir”(Bakara, 2/153) iltifatında müşahede edildiği gibi sabrı yaşayanları maiyet-i İlâhiye ile payelendirme.. “ - Şayet sabredecek olursanız bu sabredenler için işin en hayırlısıdır” (Nahl, 16/126) irşadkâr beyanından anlaşıldığı gibi sabırla mahz-ı hayra erilmesini beyan “ - Elbette o sabredenlere mükafatlarını, yaptıkları işlerin en güzeline göre vereceğiz” (Nahl, 16/96) uhrevî mücazatı nazara veren tesellibahş fermanıyla sabirîn olanları müjdeleme.. “ -Şayet sabr u sebat eder ve itaatsizlikten sakınırsanız, şunlar da şu dakikada üzerinize geliverirlerse...”(Âl-i İmrân, 3/125) yardım vaadeden beyanlarıyla sabredenlere İlâhî imdadı hatırlatma gibi, Allah tarafından, değişik yönleriyle sürekli nazara verilen çok önemli bir kalbî ameldir.. ve bir zaviyeden de, diyanetin yarısını şükrün teşkil etmesine karşılık diğer yarısının ünvanıdır.
Bu mülâhazayı pekiştiren Hz. Ruh-i Seyyidi’l-En-am’dan şeref-südur olmuş: “ -Mü’minin durumu şayan-ı takdirdir; niye olmasınki; onun her işi hayırdır ve bu da mü’minden başkası için müyesser değildir. O, neş’e ve sevinç ifade eden bir duruma mazhar olunca şükreder, bu onun için hayır olur; herhangi bir sıkıntıya maruz kaldığında da sabreder, bu da yine onun için hayır olur” sözü ne manidardır.
Sabır; sabredilen hususlar itibariyle aşağıdaki bölümlere ayrılır!
1- Allah’a kulluğun zorluklarına katlanma ma’nâsına ibadet u taate karşı sabır..
2- Günah yolunun nefse hoş gelmesine mukabil masiyet duygusuna karşı sabır..
3- Hakk’ın kaza ve kaderine rıza göstermeyi de ihtiva eden semavî ve arzî belalara karşı sabır..
4- Dünyanın cazibedar güzellikleri karşısında yol-yön değiştirmeden çizgiyi korumada sabır..
5- Zaman ve vakit isteyen işlerde, zamanın çıldırtıcılığına karşı sabır..
Bunlardan bazıları kulun iradesiyle alâkalı olsa da, bazılarında asla insanın dahli söz konusu değildir...
Sabır; kendi keyfiyeti ve tahakkuk itibariyle de altı kısım içinde mütalâa edilmiştir:
1- Sabr lillah ki; Allah için sabretme ma’nâsına gelir ve sabır mertebelerinin ilkidir.
2- Sabr billah ki; sabrın Allah’tan bilinmesidir ve evvelki mertebeye göre bir kadem daha ileri sayılır.
3- Sabr alallah ki; “Her işte hikmeti vardır” deyip, Hakk’ın celâlî ve cemâlî tecellileri karşısında aceleciliğe girmeme sabrıdır.
4- Sabr fillah ki; Allah yolunda kahr u lütfu bir bilme sabrıdır.. ve evvelkilere göre hem ağırlığı hem de derece farkı vardır.
5- Sabr maallah ki; maiyet ve kurbiyet-i İlâhiyeye dair hususiyetleri itibariyle bulunduğu makamın esrarına riayetle beraber Hakk’la beraber olabilme sabrıdır.
6- Sabr anillah ki; vuslata karşı dişini sıkıp dayanma azmidir ve hakikat aşıklarının sabrıdır.
Bunlardan başka bazıları, sabrı, başa gelen şeyler karşısında edebini bozmamak.. bazıları, iyi-kötü hâdiseleri tefrik etmemek.. bazıları, kendine rağmen yaşamak.. bazıları, kahr u lütfu aynı ruh haletiyle karşılamak.. bazıları, Kitap ve sünnetle gelen mesajları cennet davetiyesi gibi kabul etmek.. bazıları, Sevgili uğrunda can-canan herşeyi feda edebilmek şeklinde ifade etmişlerdir ki; hepsinin kendine göre bir mahmilinin bulunduğu söylenebilir.
Ayrıca sabredilecek herhangi bir mes’ele karşısında dişini sıkıp dayanana “sâbir”; sabretmeyi tabiatiyle bütünleştirmiş olana “mustabir”; sabır mevzuunda tam bir vicdan rahatlığına ermiş bulunana “mutasabbir”; bu hususta hiç zorlanma hissetmeyene “sabûr”; herkesin sabrettiği şeylerden daha ağırlarını göğüsleyebilecek babayiğite de “sabbâr” denir.
Bu arada işarî tefsirciler de, sabrı, Kur’ân-ı Kerim’in bazı âyetleriyle irtibatlandırarak şu kabil yorumlarda bulunmuşlardır: (Âl-i İmran, 3/200) âyetinde ile insan nefsinin taate karşı sabrı, kelimesiyle maruz kalınan şeyler karşısında dayanılması, sözüyle de Allah’a karşı aşk u iştiyakın devam ettirilmesi.. veya ile sabr fillah, ile sabr billah, ile de sabr maallah.. yahut ifadesiyle nimetlere karşı duygu, düşünce istikameti, ile zorluk ve sıkıntılara katlanma azmi, ile de herşeye rağmen Allah’la münasebetin devam ettirilmesi kastedilmiştir.
Erbab-ı Hakikatçe sabra bir diğer yaklaşım ise; iyi-kötü herşeyin Cenab-ı Hakk’tan bilinip, aklın zahirî nazarında iyi olanlara şükürle, nahoş görünen şeylere karşı da rıza ile mukabelede bulunma şeklindedir. Ancak insanın, altından kalkamayacağı musibetler, zor eda edeceği mükellefiyetler ve çoklarının yuvarlanıp içine düştüğü günahlara girme endişesiyle halini Allah’a arzetmesi, o çok ağır sorumlulukları için O’ndan yardım istemesi ve günahlardan korkup O’nun sıyanetine sığınması da kat’iyen şikayet değildir. Şikayet olması şöyle dursun, böyle bir tavır çok defa şahsın niyet ve düşüncesine göre tazarru, niyaz, tevekkül ve teslimiyet bile sayılabilir.
Hz. Eyyub’un: “ -Rabbim gerçekten bana zarar dokundu; Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin” (Enbiyâ, 21/83) şeklindeki sızlanışı.. ve Hz. Yakub’un: “ - Ben bu dağınıklık ve tasamı sadece Allah’a açıyorum” (Yusuf, 16/86) mahiyetindeki iniltisi isti’taf buudlu böyle bir tazarru ve niyazdır. Zaten Cenâb-ı Hakk da Hz. Eyyub için: “ -Doğrusu biz onu sabırlı bulduk, O ne güzel kuldur! Zira O hep evvab ve yüzü Allah kapısındadır” (Sâd, 38/44) diyerek onun tevekkül ve teslimiyet derinlikli sözlerini sabır içinde aynı şükür kabul etmiyor mu?
Başta büyük peygamberler olmak üzere, bütün enbiyâ, asfiyâ ve evliyâ sabrın her çeşidini temsilin yanında, Hakk’la sımsıkı irtibatlı oldukları halde, halkın içinde dişlerini sıkıp “sabr anillah” yaşamaları, onların en mümeyyiz vasıflarıdır ve erişilmezliklerinin emaresidir. Zaten İnsanlığın İftihar Tablosu ve peygamberlik semasının güneşi Efendiler Efendisi de: “ -Belanın en zorlusuna maruz peygamberlerdir; sonra da derecesine göre diğer makbul insanlar”3 buyurmuyor mu?
Sabır; hem zirve insanların hali hem de zirveleşme yolunda olanların güç kaynağıdır. Zirvelere ulaşmış kimseler, o makamın gereği olarak, sabrın her çeşidini hem de en iyi şekilde temsil ederek mazhariyetlerinin bedelini ödemeye çalışırlar; haklarında zirvelere ulaşma takdiri yapılmış kimseler de çeke çeke, katlana katlana, başkalarının bin türlü ibadetle ulaştıkları şahikalara sabır dinamizmiyle ulaşırlar. Bir hadîste: “Cenab-ı Hakk, kuluna, ameliyle ulaşması zor bir makam takdir buyurmuşsa ibadet u taatıyla o zirveye ulaşması imkânsız görünen o kimseyi nefsi ve ailesi itibariyle müptela kılar.. sonra da o iptilaya karşılık ona sabır verir; derken, kulunu yükseltip o menzile erdirir” buyrulur.
Bu açıdan denebilir ki; bela, mükellefiyetin ağırlığı ve masiyetin baskısı, potansiyel birer rahmet olduğu gibi, bunlar karşısında gerekli tavrı almak da bu rahmetin özü sayılabilir. Bu özün özü ve esası da, ne bu ağır yükten ne de ona katlanma keyfiyetinden kimsenin haberdar olmamasıdır.. bu hususla alâkalı ne hoş söyler Fuzûlî :
Aşıkım dersin belâyı aşktan âh eyleme
Âh edip ağyarı âhından âgâh eyleme.!
Evet, insan yerinde ocaklar gibi yanmalı ama, gam izhar etmemelidir. Yerinde dağların altında kalıp ezilmeli ama, kimseye dert dökmemelidir.
Bu ölçüler içindeki bir sabır mülâhazasını Hz. Mevlâna, Mesnevi’sinde şöyle özetler:
Bir buğdayın, insana gıda ve kuvvet, onun dizlerine derman, gözlerine nur ve yaşamasına esas olabilmesi için, onun toprağın bağrına gömülmesi, toprakla mücadele ede ede filizlenip gelişmesi, sonra biçilip harmanda dövülmesi, samandan ayrılıp değirmende öğütülmesi, teknelerde yoğrulup hamur haline getirilmesi, fırınlara atılıp ateşte pişirilmesi, sonra dişlerle bir kere daha parçalanıp mideye gönderilmesi şart ve zaruridir.
Bunun gibi, insanın insanlığa yükselip bir işe yarar hale gelmesi için de, onun çeşitli imbiklerden geçirilerek defaatla elenmesi, elenip özünü bulması elzemdir. Yoksa, insânî kabiliyetlerle mücehhez olduğu halde hedefe ulaşamayıp yollarda kalabilir.
“- Kul bela çekici olunca, öd ağacı da yanıcı olunca iyi olur” (Mecmuatü’l-Maarif) demişlerdir ki gayet latiftir.!
Her çeşidiyle sabır kullukta bir zirvedir. Bu zirvenin zirvesi de rızadır.. ve zannediyorum Allah katında rıza mertebesinden daha yüksek bir paye de yoktur.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
RIZA
Rıza; insan kalbinin, başa gelen hadiselerle sarsılmaması ve kaderin tecellileri karşısında huzur duyması.. ve diğer bir yaklaşımla başkalarının üzülüp müteessir oldukları, şaşırıp dehşete düştükleri olaylar karşısında gönül mekanizmasının sükûn ve itmi’nân içinde olmasıdır. Bu konuda diğer bir enfes yorum da şöyledir: Rıza, Allah’ın kaza, takdir ve muâmelelerinin, nefislerimize bakan yanlarıyla, acılık, sertlik ve anlaşılmazlıklarına katlanıp herşeyi gönül hoşnutluğuyla karşılamak demektir.
Rıza yolu, başlangıç itibariyle irâdî olsa da sevdiklerine Hakk’ın bir mevhibesi olması itibariyle irade ve ihtiyar üstü ilâhî bir armağandır. Bu bakımdan da o, Kur’ân ve sünnette sabır gibi emredilmemiş, bir ma’nâda sadece tavsiye olarak hatırlatılmıştır. Vakıa “Belalara karşı sabretmeyen, kazaya rıza göstermeyen kendisine başka Rabb arasın” meâlinde bir hadis var ise de bu söz, hadis kriterleri açısından hüsn-ü kabul görmemiştir.
Ehlullahtan bir kesim, rızayı, tevekkül ve teslimin nihayetinde bir makam olarak görmüş.. bazıları da, sâlikin diğer halleri gibi, kesbî olmayıp zaman zaman zuhur eden, zaman zaman da kaybolan bir vârid olarak kabul etmişlerdir. İmam Kuşeyrî’nin de içinde bulunduğu diğer bir kısım kimseler ise onu, başlangıç itibariyle irâdî ve kulun kesbine bağlı olduğunu, nihayeti itibariyle de bir tecelli ve halden ibaret bulunduğunu söylemişlerdir.
Efendimiz’den şerefsudûr olan: “ -Allah’ı Rabb, İslâm’ı din, Hz. Muhammed (sav)’i de nebî kabul edip razı olan îmânın zevk-i ma’nevîsini tatmış olur” hadisi mebde’ itibariyle rızanın irâdî ve kulun kesbine bağlı bulunduğuna, nihayetinin de meşîet-i hâssaya ait bir mevhibe olduğuna işaret buyurmaktadır.
Cenâb-ı Hakk’ın ulûhiyetine rıza, O’nu sevmek, O’na karşı saygılı olmak, O’na yönelmek ve beklediklerini de yalnız O’ndan beklemek.. rubûbiyetine rıza, hakkımızdaki takdir ve tedbirlerini gönül rahatlığıyla karşılamak, başlangıcı acı görülen hadiselerde, şokun atlatılacağı âna kadar sükûtu ihtiyar edip acele karar vermemek.. ve kulları hakkındaki tasarruflarında O’na inanıp O’na güvenmek, dolayısıyla da O’nun yaptığı herşeyden hoşnut olmak şeklinde.. nebînin elçiliğine rıza ise, bilâ kayd u şart O’na teslim olup, O’nun hedy u hidâyetini kendi hevâ ve hevesinin önünde tutmak, akıl, mantık ve muhâkemesini O’nun emrine vermek ve kendi zekâsını, O’nun ilâhî vahyi kucaklayan engin fetânetinin aynası haline getirerek, gölgeye değil asla yönelmek mâhiyetinde.. İslâm’dan razı olmak ise, “ Her kim İslâm’ı bırakıp da başka dîn ararsa, o asla kabul olunmaz” (Âl-i İmrân, 3/85) esasından hareketle, dînin, ferdî, ailevî, içtimâî, idârî hayata hayat yapılması şeklinde özetlenebilir.
Bazı zamanlarda ve bazı şerâit altında böyle bir rıza arayışı insanı, halk içinde de olsa, yalnızlığa ve gurbete itebilir. Ne var ki, Allah maiyyetine ermişlerin ve peygamber çizgisini paylaşanların yalnız kalmayacakları ve gurbet yaşamayacakları da bir gerçek.. hayatlarını “üns billâh” atmosferinde sürdürenlerin vahşet ve yalnızlığı olmaz ki.! Böylelerinin yalnızlık ve vahşeti bir yana, muvakkat gurbetleriyle, Hakk’a daha bir yaklaştıklarını, yaklaşıp “üns” esintileriyle coştuklarını ve sonsuzdan gelen meltemleri duyarak gerinip “Allahım gurbetimi arttır, beni, senden uzaklaştıracak şeylerin insafsızlığına terketme ve gönlüme maiyyetini duyur!” dediklerini çok işitmişizdir.
Daha önce de ifade edildiği gibi, rıza, hakikati itibariyle ilâhî bir armağan, sebepleri itibariyle de insan iradesiyle alâkalı bir mazhariyettir. İnsan ancak, îmânının derinliği, amelinin ciddiyeti ve ihsan şuurunun enginliğiyle, tevekkül, teslim, tefvîz fasıllarından geçerek rıza ufkuna ulaşabilir. Rıza, böylesine tahsili güç ve insan iradesiyle elde edilmesi zor olduğundan Cenâb-ı Hakk onu doğrudan doğruya emretmemiş; sadece tavsiyede bulunmuş ve o mertebeye erenleri de tebcillerle, takdirlerle pâyelendirmiştir.
Esbap açısından, rıza mertebesine ulaşma adına; Rabbiyle muâmelelerinde ciddi olmak; talepsiz gelen nimetleri, “tahdis-i nimet” ve şükre vesile olmaları mülâhazasıyla kabullenmek; her türlü mahrumiyeti rıza ve iç rahatlığıyla aşmak; vahşetlerin, yalnızlıkların, kabzların pençesinde kıvranırken bile, derin bir iç inşirâhıyla bütün sorumluluklarını yerine getirmek; Hakk’ın emir ve yasaklarını “şeb-i arûs” davetiyesi gibi kabul etmek misillü bir kısım esaslar söz konusu olsa da, mebde’ itibariyle onun en önemli rüknü duygu, düşünce ve davranışlarıyla ferdin, Allah’a yönelip O’nu duyması, O’nunla doyması, O’nunla oturup-kalkması ve gönlünde her gün lâhûtîliğe ait yeni yeni kurgular geliştirmesidir.
Havf u recâ, insan üzerindeki tesirleri itibariyle dünyevîdirler. Bu iki his, dünyada ümitsizlik ve mutlak emniyete karşı önemli birer misyon eda etseler de, semerelerinin dışında ötede mevcudiyetleri söz konusu değildir. Rıza ve muhabbete gelince, onlar dünya ve ukbâyı kucaklayan enginlikleriyle ötelerde ve ötelerin de ötesinde sürer giderler.
Rıza hem dünyada hem de âhirette çok önemli bir huzur kaynağıdır; ama bu, rızaya ermiş olanların bütün bütün ızdırap ve sıkıntılardan kurtulmuş olmaları ma’nâsına da gelmez. Aksine rıza yollarında dış yüzleri itibariyle dünya kadar sevimsiz ve ürperten şeyler vardır. Ne var ki, rıza kahramanları, o yolda karşılaştıkları zahmetleri aynı rahmet kabul eder.. içtikleri zehirleri tiryâka çevirir.. maruz kaldıkları meşakkatleri de Sevgiliyle alış-veriş ve muâşaka sayarlar.
Aslında, rıza yolu ağır ve sıkıntılı olduğu kadar emin ve kestirmedir de. Bu yol, bazen bir hamlede, bir nefhada Hakk yolcusunu, insânî kemâlâtın tâ zirvelerine ulaştırabilir. Bu, bütün aktivitesiyle mü’min, cepheden cepheye koşarken veya kâinâtı bir kitap gibi süzerken, süzüp her yerde Hakk’ı soluklarken böyle olduğu gibi, imkânsızlıklar ağında, kolu-kanadı kırık inlediği ve niyetleriyle mefkûresinin semâlarında dolaşmaya çalıştığı, hatta evinde, kanepesinin üstünde oturup idealleriyle oynaştığı zamanlarda da böyledir.
Rızanın neticesi, biraz da insanın ümit ve recâ derinlikleriyle mebsûten mütenâsip (doğru orantılı) olarak Rabbin hoşnutluğundan esip-gelen büyülü bir sevinç ve sürurdur. Bu, ne kurb mülâhazasının hâsıl ettiği zevk, ne ibadet u taatten duyulan lezzet ne de günahlara karşı verilen savaştan meydana gelen vicdandaki hazdır. Bu, ümit zaviyeli, recâ dalga boylu ve temkin edâlı rûhânî bir halâvettir.. ve doğrudan doğruya O’ndan rıza makamına husûsi bir teveccüh ve bir rahmet esintisidir. Rıza mertebesi bütün mülâhazaların Hakk’a kilitlenmesi makamı olması itibariyle, onu zevklere, lezzetlere, hazlara vesile saymak veya o türlü beklentiler içinde bulunmak, esası duruluk ve safvet olan o makama karşı saygısızlıktır. Aslında, kalp ameli olarak mütâlaa ettiğimiz diğer bütün ahvâl ve makâmât için de aynı şeyleri düşünebiliriz. O’nu sevmek ve her hâlukârda O’nun hoşnutluğunu aramak, başka sebeplerden dolayı değil, yine O’ndan ötürü olmalıdır.
Dünden bugüne, ruh ve kalp dünyasının kahramanları, rıza ile alâkalı, birbirine yakın ve birbirinin tamamlayıcısı pek çok şey söylemişlerdir:
Zünnûn’a göre rıza; olacak şeyler henüz olmadan, ferdin, Hakk’ın ihtiyârını kendi iradesine tercih etmesi; kaza yerine gelip herşey olup bittikten sonra da, “Hayır Allah’ın ihtiyar ettiğindedir” deyip herhangi bir rahatsızlık duymaması; ve musibetlerin pençesinde kıvranırken O’na karşı en âşıkâne duygularla coşmasıdır.
Hz. Zeynelâbidîn’e göre rıza; Hakk erinin, Allah’ın irade ve ihtiyarına muhalif bütün arayışlara karşı kapanıp herhangi bir yabancı dilek ve temennide bulunmamasıdır. Ebû Osman’a göre; Cenâb-ı Hakk’ın bütün celâlî ve cemâlî tecelli ve takdirlerini hoşnutlukla karşılayıp, celâlin aynı cemâl ve cemâlin de aynı rahmet olarak kabul edilmesidir ki Allah Rasûlü’nün “ -Olacak olduktan sonra senin rızanı isterim” nurlu beyânı da buna işaret etse gerek. Evet, Allah’ın hükmü henüz yerine gelmeden O’na karşı rıza, rızaya azimdir; gerçek rıza ise, başa gelen şeylerin şoku yaşanırken dişini sıkıp ona katlanmaktır.
Bu arada, yukardaki mütalâalardan herhangi birine ircâ edeceğimiz ve rızanın ayrı birer buudu sayılan şu küçük mülâhazaların tesbitinde de yarar var. İşte onlardan birkaçı:
1- Rıza, ulûhiyet ve rubûbiyet kaynaklı hiçbir karara karşı rahatsızlık duymamak..
2- Allah’tan gelen herşeyi sevinçle karşılamak..
3- Kader rüzgarları ne yandan eserse essin gönül rahatlığıyla göğüslemek..
4- En sarsıcı ve ciğersûz hadiseler karşısında bile kalp balansının ayarını korumak..
5- Allah’ın “levh-i mahfûz-ı hakikat” taki takdirlerini düşünerek başa gelenler karşısında yok yere vurunup dövünmemek..
Rızayla alâkalı bu tâli esaslar içinde mütalâa edebileceğimiz daha başka hususlar olsa da, mevzuu dağıtmamak için bu faslı da noktalamak istiyoruz.
Düz insanların rızası, haklarındaki ilâhî takdir ve tecellilere itiraz etmeme.. marifette derinliklere ulaşmış kimselerin rızası, kaza ve kaderden gelen herşeyi gönül rahatlığıyla karşılama.. kendini aşmış kalp ve ruh insanlarının rızası ise, kendi mülâhaza ve mütalâalarını devreden çıkarıp sadece ve sadece O’nun istek ve teveccühlerini rasat etme şeklinde yorumlanmıştır ki: “ -Ey itmi’nâna ermiş nefis! Dön Rabbine O senden hoşnut sen de O’ndan hoşnut olarak.. dön de gir kullarımın arasına ve ardından da cennetime”(Fecr, 89/27-30) âyeti hemen bu mertebelerin hepsini ihtivâ etmekte ve hepsiyle alâkalı teveccühlere cevap mâhiyetindedir.
Evet, bu âyetten de anlaşıldığı gibi, rıza mertebesine ulaşabilmek, nefsin Allah’a yönelişiyle kayıtlanmıştır. Bu yöneliş bizim, zaman ve mekânla alâkalı durumumuz açısından ve dünyevî-uhrevî buudlarımız itibariyle değil; Hakk’ın zamanları ve mekânları aşan tecelli ve teveccühlerine göre değerlendirilmelidir. Bu itibarla da diyebiliriz ki, bu yöneliş; dünyada, tevekkül, teslimiyet ve tefvîz televvünlü; vefat esnasında, kalp itmi’nânı ve Rabbiyle karşılıklı hoşnutluk münâsebeti şeklinde; ikinci dirilişten sonra da, sâlih kullar arasında yerini alma ve cennete girme lütuf buudlarıyla tecelli edecektir.
Bir başka zaviyeden umum halk ve düz insanların rıza telakkisi, Cenâb-ı Hakk’ın rubûbiyetini rıza ile karşılama ve başka arayışlara, başka yönelişlere bütün bütün kapanma ve hayatını “ O herşeyin Rabbiyken, ben Allah’tan başka bir Rabb mi arayacağım?” (En’âm, 6/164) ve “ - De ki: Gökleri ve yeri yaratan, yediren-içiren ve yiyip-içmeye muhtaç olmayan Allah’tan başkasını mı Rabb edineyim?” (En’âm, 6/14) gerçekleri etrafında örgülenme şeklinde yorumlanmıştır ki, böyle bir rıza düşüncesi, aynı zamanda hakiki tevhidi ifade etmesi bakımından her mü’min için mutlaka gereklidir. Bu seviyedeki rıza, Hakk sevgisinin kalbe hâkim olması ve o kalpte âdetâ başka sevgilere yer kalmaması, hatta ağyar adına sevilen şeylerin de O’ndan ötürü sevilmesi ve sevginin de ibadet şekline dönüşmesiyle gerçekleşir.
İkinci derecedeki rıza, marifet erbâbının rızası ve buna “rıza anillâh” da denir ki, Hakk’ın kaza ve kaderini gönül hoşnutluğuyla karşılayıp, kalp ibresinin en az bir zaman içinde, en küçük sapmasına dahi meydan verilmemesi hâli diyebiliriz. Birincinin, rıza adına avamca bir yaklaşım sayılmasına karşılık, bu, marifetle donanmış kalplerin Hakk’la muâmelesi olarak kabul edilmiştir.
Üçüncü derecedeki rızaya gelince o, asfiyânın rızasıdır.. ve Hakk’ın rızasına rıza şeklinde özetlenebilir. Bu makamla şereflendirilen fert, kendi namına öfkelenmez.. kendi namına huzur ve sevinç hissetmez.. kendi duygu, düşünce ve arzularından vazgeçerek, hep Rabbinde fâni olmanın zevk ve lezzetlerini yaşar.
Birinci derecedeki rıza; irâdî olması ve tevhidi ifade etmesi bakımından farz ve aynı zamanda kurbet yolunun da mebdei; ikincisi ise, öncekinin devamı, son mertebenin de esası olması açısından vacip mesâbesinde ve kurbet mülâhazalarıyla dopdolu; üçüncüsüne gelince, o, kesbîlikten daha çok mevhibe televvünlü ve aynı kurbet olan nafileden sayılmıştır.
Ayrıca, bu derecelerden sonuncusunun, ikinci ve birinci dereceleri ihtivâ ettiğini söylemek de mümkündür. Zira, rıza yolunda olma ve rıza mülâhazasıyla yaşama, bir asıl ve esas, bütün bütün rızayla bütünleşme ve rızalaşma da onun neticesi ve semeresidir. Tâbir-i diğerle, ilk iki mertebe Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarıyla alâkalı; üçüncüsü ise, buna terettüp eden sevap, mükâfat, tecelli, vâridât ve mukabeleyle alâkalıdır ki, zannediyorum “ - Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan.. işte bu, Rabbilerinden korkan kimselere ait bir mazhariyettir” (Beyyine, 98/8) âyet-i pürenvârı da bu üç hususa birden işaret etmekte... Aynı gerçeğin bundan daha açık bir ifadesini de “ - Rabbim diye Allah’tan, dînim diye İslâm’dan, peygamberim diye de Hz. Muhammed (sav)’den hoşnut olan îmânın zevk-i ledünnîsini tatmış sayılır”sözleriyle Efendimiz dile getirmektedir.
Aşağıdaki mülâhazalarla, rıza adına duygu ve düşüncenin beslenebileceğini, bu çetin yolun bir kısım sertliklerinin kırılabileceğini, cismânî ve dünyevî tepkilerin de bir ölçüde ta’dîl edilebileceğini düşünüyoruz:
* Hakk’ın takdir ve tecellileri karşısında insan bir figürdür; o, üzerine aldığı rolün şekil ve keyfiyetine karışamaz..
* Başa gelen herşey, şart-ı âdî plânında insanın eğilimlerine göre tesbit edilmiştir. Ve bunu değiştirmeye de Yaratan’dan başka kimsenin gücü yetmez..
* İnsan herşeyiyle Allah’ın mülkü ve kölesidir; köle efendisinin tasarruflarına müdahale edemez..
* Eğer insan, gerçekten Allah’ı seviyorsa, O’ndan gelen gülü de, dikeni de hoş görmelidir.
* İnsan başına gelen şeylerin neticelerini pek kestiremez; oysaki bunların içinde dünya kadar maslahatlar da olabilir. “ - Olur ki siz bir şeyden hoşlanmazsınız ama, o sizin hakkınızda hayırlıdır.. ve yine olur ki siz birşeyi seversiniz ama, o sizin için şerdir; siz bilmezsiniz herşeyi Allah bilir” fermân-ı sübhânîsiyle bunu tasrih etmektedir.(Bakara, 2/216)
* Müslüman Allah’a teslim olmuş kimse demektir.. bu itibarla da onun Cenâb-ı Hakk’ın icraatına karşı hoşnutsuzluğu söz konusu olamaz.
* Herşeyden evvel mü’min bir hüsn-ü zan insanıdır; insanlara karşı hüsn-ü zanla emredilen birinin Rabbisinin muâmelelerine karşı sû-i zan ifade eden hoşnutsuzluğu nasıl söz konusu olabilir ki.?
* Kaderden gelen hadiseler karşısında, iyi görmek, iyi düşünmek ve hüsn-ü te’vilde bulunmak, herşeye rağmen insanın içini huzur ve inşiraha garkeder.
* Burada, yerine getirme mecburiyetinde olduğumuz sorumluluklar veya maruz kaldığımız hususlar, öteler hesabına şekillenmemiz için birer esas ise, cebrî eğitim ve öğretim gibi, insanın bunları severek yerine getirmesi lazım gelir.
* Kulun, Rabbisinden gelen şeylere karşı rıza göstermesi, Rabbisinin de ondan razı olması demektir.
* Cenâb-ı Hakk’ın rubûbiyetine karşı rahatsızlık duymak, gam, keder ve dağınıklığa sebebiyet vermesine karşılık, hep rıza yörüngeli yaşamak, hislerin cehennemi içinde bile olsa, cennet televvünlüdür.
* Rızanın gerektirdiği yerlerde sebepleriyle hep onu arama ilâhî te’yidâtın reddedilmeyen davetiyesidir.
* İnsanlara karşı kalp bulanıklığı ve gıll ü gış eğer bir sû-i edepse, bunun, Allah’ın icraatına karşı duyulup hissedilmesini ifadelendirmeye saygımız müsaade etmeyecek ve gücümüz de yetmeyecektir.
* Bir insan için kader ve Hakk’ın tecellilerine rıza en önemli bir saadet vesilesidir. Konuyla alâkalı Hz. Sadık u Masdûk’un “ - Âdemoğlunun en ehemmiyetli saadet kaynaklarından biri hiç şüphesiz Allah’ın kazasına razı olması.. ve onun en önemli tâli’sizliği de Allah’ın takdirlerini öfkeyle karşılamasıdır” şeklindeki mübarek sözleri de bu hususu tenvir etmektedir.
* Bir insanda Allah’ın icraatına karşı hoşnutluk hissi, onun kalbini lâhûtî esintilerle doldurur; hoşnutsuzluk ise, şeytânî vehimlerle.
* Hayatlarını rıza yörüngeli yaşayanlar, ömürlerini âdetâ bir şükür dantelası haline getirirler; hep hoşnutsuzluk homurdanıp duranlar ise, bu nankörlük değirmeniyle, en müsbet, en olumlu işlerini bile ezer, öğütür ve bitirirler...
* Hakk’ın icraatına karşı adem-i rıza ve öfke, şeytanın insana nüfûz yollarının en müessiridir. Böyle bir ruh hâleti içinde bulunup da şeytana yenik düşmeyen az insan vardır.
* Hakk’ın seninle olan muâmelesini gönül rızasıyla karşılaman, seninle gök sâkinlerinin ortak paydasıdır.. ve bu da, şeref olarak sana yeter.
* Razı olan Hüdâ’ya, olmayan da hevâya uymuş demektir.
* Allah’ın, hakkımızdaki hükümlerine razı olmak, O’nun istediklerini, şahsî arzu ve isteklerimizin önüne geçirme ma’nâsına gelir. Bilmem ki, aksi mülâhazaları hatırlatan madalyonun öbür yüzünü ifadeye gerek var mı?
* Bütün ibadet ve tâat rıza meşcereliğinin meyveleri, bütün mâsiyetler de rızadan mahrumiyetin..
* Rıza, insanı, Rabbiyle iç cedelleşmeden kurtarır. Böyle bir cedelleşmenin nasıl bir sû-i edep olduğunu söylemeyi isrâf-ı kelam sayarız..
* Hakk’a karşı rıza duygusu “ - Hakkımdaki her hükmün aynı adâlettir” düsturuna saygı ve inancın ifadesidir..
* Yeryüzünde ilk mâsiyet, şeytanın, kendi hakkındaki takdire rıza göstermemesiyle başlamıştır.
* Bir insan için rızadan daha büyük bir pâye yoktur; eğer olsaydı Allah, cennet ötesi âlemlerde sevdiklerini onunla pâyelendirirdi.. oysaki, ötelerde sonu olmayan en son nimet fehvâsınca Hakk’ın hoşnutluğudur..
* Rıza, dînin temeli sayılan en önemli esaslar üzerine bina edilmiştir. O, tevekküle dayanmakta ve onun hakikati, yakînle kanatlanmakta ve onun özü, muhabbetle ebediyete mazhar olmakta ve onun mâyesi, sadâkatin şahidi, şükrün de fiilî beyânıdır.
* Rıza bir hamlede insanı evc-i kemâlâta çıkaran öyle büyülü bir asansördür ki, ona binebilenler, hedeflerine zamanüstü bir hızla ulaşırlar.
* Muhabbet, ihlas, inâbe, evbe, rıza yamaçlarının çiçekleridirler. Hakk rızasına kilitlenmemiş gönüllerde bu vasıfları aramak ise beyhûdedir.
Zâhirî duygularla îfâ edilen amellerin mükâfatları, kat kat da olsa, kemmiyetin dar kalıplarıyla ifade edildiğinden az sayılır. Rıza ve rıza buudlu kalbî amellerin sevapları ise, kalbin enginliğiyle mebsûten mütenâsip (doğru orantılı) ve tasavvurlar üstüdür.
Rıza, Hakk katında en büyük bir mertebedir ve onun en seviyelisi de en büyüklerin ortak vasfıdır. Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’dan diğer peygamberlere, onlardan da diğer bütün asfiyâ ve evliyâya uzanan çizgide, ihlas, yakîn, tevekkül, teslimiyet ve tefvîzde finale kalmış devâsâ kametlerin, ona ulaşabilmek için soluk soluğa yarış yaptıkları mübarek bir hedeftir. Bu hedefe ulaşma uğrunda nelere katlanılmış, ne tahammülfersâ şeyler göğüslenmiş ve ne kandan irinden deryâlar geçilmiştir.
İşte rızaya kilitli bir çilekeşin initlileri:
- Ey sevgili senin cevr u cefân devletli olmaktan daha güzeldir. Senin intikamın candan daha sevgilidir. Ben cidden O’nun kahrına da lütfuna da âşığım. Ne gariptir ki ben zıtların âşığıyım. Allah’a kasem olsun ki, bu hâr-ı belâdan bostân-ı safâya gidersem, hep bülbül gibi inleyici olacağım. Gariptir bülbül ağzını açtığında hem hâr hem de gülistan söyler. (Mesnevî)
Bu sahada hoş bir söz de hurûfî şair Nesîmî’den:
Bir cefâkeş aşıkem ey yâr senden dönmezem
Hançer ile yüreğimi yar senden dönmezem
Ger Zekeriya tek beni baştan ayağa yarsalar
Başıma koy erre Neccâr senden dönmezem
Ger beni yandırsalar, toprağımı savursalar
Külüm oddan çağırsalar Settâr senden dönmezem.
Evet, rıza makamı, cem u fark üstü bir makamdır ve o makamın solukları da: “(*) - Lûtfun da hoş kahrın da hoş” sözleridir.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
İNBİSÂT
Genişleme, yayılma, içte derinleşme ve kendi tabiatını aşma ma’nâlarına gelen inbisât; erbâbınca, şer’î hududlar çerçevesinde, gönlün herkese açılması, tatlı dil ve güler yüzle hoşnûd edilebilecek herkesin hoşnûd edilmesi.. ve Allah'la münâsebet açısından da havf u recâ halîtası bir hâletin, insan benliğine hükmetmesinden ibârettir ki, bu seviyeye ulaşan kalpler, huzûrda bulunmanın heybetiyle soluklarını yutar, huzur esintilerinin neş’e ve sevinciyle de dışarıya çıkarırlar. Nefes alırken ürperir verirken de inşirâh duyarlar.
Bu itibârla inbisâtı, halkla alâkalarımız ve Hakk’la münâsebetlerimiz içindeki inbisât olmak üzere ikiye ayırabiliriz:
1. Halkla alâkalı münâsebetlerimiz içinde inbisât; Hakk’la aramızdaki irtibâtı koruyup-kollama kaydıyla, insanlar arasında, insanlardan bir insan olarak, herkesi kabûl edip ve onlara kendi idrâk ve anlayışları içinde muâmelede bulunmaktan ibârettir. Hazret-i Rûh-u Seyyidi’l-Enâm (sav), çevresiyle münâsebetlerinde, yer yer işi lâtifeye vardıracak şekilde, tekellüfsüz, yumuşak ve rahat davranır; hikmet dolu nükteleriyle onların havsala ve idrâk seviyelerinde dolaşır ve o murâkabe insanlarına tebessüm eder, tebessüm ettirir ve nefes aldırırdı. “Kalp tıpkı bir âyine gibidir. Zaman zaman ciddilik o âyineyi buğulandırabilir.. o buğuları da lâtif lâtifelerden başka bir şeyle silip âyineyi cilalamak mümkün değildir.” (Az bir tasarrufla Minhâc.)
2. Hakk’la irtibâtımız içinde inbisât; hâller üstü bir hâlle, korku ve ümîdi birden ruhda yaşama ve “inbisât” halîtasını, soluklamadan ibarettir. Havf u recâ, nefsin hâllerinden olup, yolun başındakilerin Hakk'la münâsebetlerine bir ünvan; tamamen âriflerin hâli olan inbisât ise, kalbî hayatın ayrı bir buudu ve gönül erlerine has bir hâlettir. İnbisât seviyesine ulaşamayanların inbisât gibi görünen halleri, çok defa kendilerinde hâsıl olan bir ülfet-i marifetle, temkîni tahrîb ve insanı Allah'a karşı sû-i edeb sayılabilecek lâubaliliklere sevk edebilir...
İnbisât; insanın cismânî arzulardan sıyrılarak, bedenî tutkuların te’sirinden kurtularak Hakk'ın isim ve sıfatlarına mücellâ (pırıl pırıl) bir âyine olma makamında zuhûr eder ki -bu makama ister “cem‘ ” ister “mahv” mertebesi diyelim netice değişmez- şahsın, Hakk'tan gelen esintilerle şekillendiği ve renkler üstü renklere büründüğü sırlı bir noktadır. Bu noktaya ulaşanların inbisâtı ketmetmeleri imkânsız, ulaşamayan müptedilerin inbisâttan dem vurmaları ise küstahlıkdır. “Eğer şâhın nedîmi naz ve cilve yaparsa, sen de onu yapmaya kalkma! Çünkü sen, o senede mâlik değilsin! Ey bu fânî âlemin kayıtlarından kurtulamayan kimse, sen mahv u sekr ve inbisâtı ne bilirsin!” Ruhun şâd olsun Mevlânâ! Beden ve cesedin kulları rûhu ne bilir! Bedenin mahbûsu rûhâniyât ve ledünniyâtı ne bilir! Hakk ateşi ile elli defa yanıp püryân olmuş gönüllere sormalı şâk şâk sînelerin derdini ve verâların rengiyle tüllenen inkibâz ve inbisâtları..!
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
KAST VE AZİM
Kast; teveccüh, îtimat, dosdoğru yürüme, bir hedef belirleyip o istikamette hareket etme, ifrat ve tefrite düşmeden itidalli düşünme, itidalli yaşama ve hep itidali takip etme ma'nâlarına gelir ki, lûgatlara mevzû teşkil eden bu mefhumlarla erbabının: Mahbûb-u Hakîkî olan Allah sevgisini, Allah hoşnutluğunu elde etme yolunda, O’ndan başka herşeyden kalbî alâkayı kesme şeklindeki tariflerini irtibatlandırmak her zaman mümkündür.
“Dil Beyt-i Hüdâdır, ânı pâk eyle sivâdan,
Kasrına nüzûl eyleye Rahman gecelerde”
İ. Hakkı
Yani, “gönül bir Hüdâ evidir, onu Allah'tan gayrı her şeyden pâk tut ki, o sarayın gerçek sahibi, tecellî köşkünü rahmetle şereflendirsin” ifadesinde bu yüksek teveccüh ve îtimadı ve bu yüksek hedefi tahakkuk ettirme istikametindeki niyet ve kararlılığı anlatmaktadır ki, kasttan azme azimden hedefe çok uzak ve yakın, çok uzun ve kısa bir mesafeyi kuşbakışı gözlerimizin önüne sermektedir.
Aslında ifrat ve tefrite, dolayısıyla da kalbî ve rûhî sıkıntılara mârûz kalmadan huzûr ve itmi’nân içinde bulunmanın tek önemli bir yolu vardır; o da, Hakk rızası ve Hakk sevgisinin esas alınıp, hayâtın bir dantelâ gibi bu esaslar çerçevesinde nakşedilip yaşanmasıdır. “Bir gönül ki, Dost’tan Dost talebinden hâlidir, o ızdırap ve sıkıntılardan kurtulamaz! Bir baş ki, onda Dost sevgisi yoktur; o başta öz ve ma'nâ arama! Zira o baş, bir post ve deriden ibarettir.” (Mesnevi)
Gönlünde O’na doğru seyahate karar vermiş ruhlar, bir lâhza bile yolculuktan, yol tasavvurundan ve o yolda hedeflenen yüce ma’nâ ve yüce gâyelerden gafil olmazlar. Bir kere gözleri ağyâra kaysa ve ağyâra “yâr” deseler, bir ömür boyu efgân eder inlerler. O’nun yoluyla hiç tanışmama büyük bir tali’sizlik “tanıyıp-tanıştım” dedikten sonra takılıp yollarda kalma ise bir hüsran ve haybettir. Hem de ne hüsran ve haybet!
Kast, evvelâ, kalp yamaçlarında doğar ve gelişir, his va’dilerinde bir çağlayan haline gelir ve gürler. Sonra da insanın bütün benliğini sarar.. ve trafik işaretleri gibi ona gideceği hedefi gösterir. Bu ma’nâda kast, şuurlu bir niyet ve gönül tepelerine saçılmış bir tohum gibidir. Bu niyetle gerilen ruh ve gönül tepelerine tohum saçan el, bir de ilahî te’yidle desteklenirse, her hamle ve gayret döl yatağını yüzlerce hayr u berekete açar ve beklemeye koyulur. Kast ile belli bir turnikeye giren insan, iki adım ötede azimle buluşur ve azim atmosferinde yüzmeye başlar.
Azmi; herhangi bir mevzûda kararlı olmak, karar verdiği şeyde çeşitli alternatiflere kapalı bulunmak, arkasına düşüp talep ettiği hususlarda sebât etmek ve üzerine aldığı sorumlulukları ciddî bir mes’ûliyet şuuru ile yerine getirmek şeklinde tarif edebiliriz.
Azim, kastın ötesinde irâdenin daha derince bir buududur. Ve aynı zamanda, tevekkül ve teslimiyet semâsına yükselme yolunun da ilk basamağıdır. Kur’ân-ı Kerim, bu başlangıç ve sonu o kendine mahsus büyüleyici ifâdeleriyle sadece dört-beş kelime içinde şöyle noktalar: “Bir kere de azmettin mi, artık Allah’a tevekkül ol..!” (Âl-i İmrân, 3/159) Bu ilk basamak tevekkülle aşılır ve teslimiyetle tesbit edilirse, tepeler dümdüz, düz yollar da bütün bütün pürüzsüzleşir ve insan havada uçuyor gibi gider maksûduna ulaşır.
Kast u azim, kendilerine mahsus derinliklerle, irâdenin buudlarından iki buud ve önemli iki esasıdırlar. Uzun seyahatlere niyet etmiş her yolcu, mutlaka kast u azim menziline uğrayıp “vize” alma mecburiyetindedir. Bu menzilden vize aldıktan sonradır ki gerçek yolculuk başlar. Amma, kast u azim kanatları altında ve onlarla başlayan bir sırlı derinlik içinde... İrade murada inkılâb edip onun içinde eriyince, birer proje ve taslaktan ibaret olan kast u azim de itibârî birer ünvan haline gelir ve silinir-giderler. Hakk dostu: “Her kim mükellefiyetlerinin üstünde, Allah’a vuslat arzusuyla şahlanırsa, Hüdâ ona gelir” der. Gelir de, onun gören gözü, işiten kulağı ve konuşan lisânı şeklinde tecelli eder.
Evet, kast u azmin kanatlarıyla yoldakiler için vuslat, fenâ içinde bir bekâdır. Yolları aşmış ve muratlaşmış ruhlar içinse, vuslat bekâ içinde bekâdır ve hayırların hayır doğurduğu bu doğurgan dâire içinde elemin izine bile rastlanmaz. Elemin izine rastlamak şöyle dursun, orada elemler lezzet ufkunda doğar-batar, kahırlar da lütûflarla iç içe yaşar. Başı bu noktaya ulaşmış bahtiyar bir ruh her zaman “kahrın da hoş lütfun da hoş” der.. ve elinde rıza kâsesi, Hakk’tan gelen herşeyi cennet kevserleri gibi yudumlar gezer.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
İRÂDE, MÜRÎD VE MURÂD
İsteme, dileme, arzu ve isteklerin gerçekleştirilip ortaya konması yeteneği veya iki şeyden birini tercih etme ma’nâlarına gelen irâde; hayatını kalp ve ruh seviyesinde yaşayanlarca: “Nefsin isteklerini aşma, bedenin arzularına başkaldırma, Hakk’ın rızâ ve hoşnutluğunu kendi istek ve dileklerine tercih ederek kendine rağmen her yerde ve her durumda O’nda ve O’nun murâdında fâni olma” şeklinde anlaşılmış ve ta’rif edilmiştir.
Mürîd; kendi güç ve kuvvetinden teberrî edip, zerreden sistemlere kadar herşeyi kabza-i tasarrufunda tutan Kudreti Sonsuz’un irâdesine râm olan.. murâd ise, Hakk arzusuyla dopdolu hâle gelmiş; bütün bütün mâsivâya “O’ndan başkası” kapanmış.. O’nun hoşnutluğundan başka hiçbir şeye istek ve iştihası kalmamış.. dolayısıyla da Hakk’ın murâd ve matmah-ı nazarı “gözde” olmuş bahtiyar ruh demektir.
İrâde; “ -İş ve davranışlarında sırf O’nu ister ve dilerler” (En’âm, 6/52; Kehf, 18/28) gerçeğine göre, Hakk yolunun yolcuları için ilk menzil ve Sonsuz’a yelken açanlar için de bir ilk konaktır. Nâmütenâhîye açılan hemen herkes, ilk defa bu liman ve bu piste uğrar.. sonra da bu birinci durağın anilmerkez gücüyle yükselir, hedefe doğru yol almaya başlar. Bu yol alış, şahsın safveti, madde ile irtibatı ve merkezdeki gücün iticiliğiyle mebsûten mütenâsib (doğru orantılı) dir. Hakk’ın tevfîki ve irâde gücüne göre, kimileri bu mesafeyi yerde yürüme sür’atiyle, kimileri peyk, füze ve ışık hızıyla, kimileri de her türlü kemmiyet ölçüleri üstünde kat’eder. Nebî’de miraç, velîde arşiye, dervişte seyr-i sülûk, Hakk’ın tevfîkiyle desteklenmiş irâde, mürîd ve murâda ne parlak birer misâldirler.
Mürîdle irâde arasında bir alâka vardır ama, bu daha çok bir iştikâk alâkasıdır. Sebeblerin, sathî akıllar nazarında, ilâhî izzet ve azamete perde olması gibi, izâfî bir varlık sayılan insan irâdesi de “ -Dilediğini dilediği gibi yapan” (Bürûc, 85//16) Zât’ın irâdesinin gölgesinin gölgesidir. Gölge asla tâbi olduğu gibi, yaratılan irâdeler de yaratıcı irâdeye tâbidirler. Gölgede vehmedilen parlaklık, canlılık ve câzibenin, aynalara akseden sûretlerin parlaklık, canlılık ve câzibesinden farkı yoktur... Ne var ki, yolun başındakiler için bunu anlayıp kavramak pek de kolay değildir.
Mürîd, irâdesini mutlak irâdeyle irtibatlandırıp murâd ufkuna ulaşacağı ve bedenden rûha, cisimden kalbe, düşünceden vicdana yükseleceği âna kadar, kat’iyen “fark”tan kurtulamaz.. kurtulamaz da, irâdeyi ayrı, irâde edeni ayrı ve murâdı da hep ayrı görür. Evet, Hakk yolcusu, yolun başlangıcında mürîd, nihâyetinde murâd.. kulluğu tabiatına mâletme gayreti içinde mürîd, Hakk’la münâsebetlerin, fıtratın ayrılmaz bir yanı haline geldiği noktada murâd.. sevilip-arzu edilme yollarını araştırma faslında mürîd, herşeyde O’ndan bir kısım izler görüp sevgi ve ma’rifet arası gelip-giden ve bu geliş-gidişiyle zevk-i rûhânî kaneviçesini ördüğü zaman da murâddır.
“İlme’l-yakîn”in başlangıcından “Hakka’l-yakîn”in nihâyetine kadar bu çok geniş mesafede, nisbî pek çok ibtidâ ve intihâlar vardır. Meselâ: Pek çoklarına göre “ -Rabbim sînemi aç, rûhuma genişlik ver” (Tâ-Hâ, 20/25) bir intihâdır. Ama “ -Biz, Senin sîneni açıp rûhuna genişlik vermedik mi?” (İnşirâh, 94/1) mazhariyetine göre bir ibtidâdır. Kezâ “ -Rabbim göster cemâlini göreyim Seni” (A’râf, 7/143) kendi makamında bir son ama,“ - O’nun gözü ne kaydı ne de kamaştı” (Necm, 53/17) ufkuna göre bir başlangıçtır. Bunun gibi “ -Şüphesiz benimle beraberdir Rabbim ve bana yol gösterecektir” (Şuarâ, 26/62) bir maiyyeti idrâk ifâdesidir. Ama, “ -Tasalanma, şüphesiz Allah bizimle beraberdir” (Tevbe, 9/40) hakikat-ı âliyesiyle kâbil-i kıyas değildir.
Mebde’de, sadâkat, vefâ ve azim esastır.. müntehâda, ciddiyet, temkîn ve edeb. Mebde’de kusur edenler, takılır yollarda kalırlar.. müntehâdakiler ise itab görür ve hırpalanırlar.
Mükellefiyetleri yerine getirmede hassasiyet ve sürekli Hakk’a yalvarıp yakarma irâdeyi besleyen önemli kaynaklarından biridir. Bunun ötesinde, Hakk inâyetinin, insanın gören gözü, işiten kulağı, söyleyen dili ve tutup yakalayan eli haline gelmesi ise, onun nâfilelerdeki titizliğine bağlıdır.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
YAKÎN
Yakîn, şekten, şüpheden kurtulmak; doğru, sağlam ve kesinlerden kesin bir bilgiye, hem de herhangi bir tereddüt ve kuşkuya düşmeyecek şekilde ulaşmak, bütünleşmek demektir. Yerinde îkân, istîkân ve teyakkun da diyeceğimiz yakîn, ma’rifet yolcusunun ruhânî seyahatında erip zevkettiği ma’nevî bir makamdır; aynı zamanda, derece, mertebe, terakkî ve inkişâfa açık varlıklar için söz-konusudur. İçinde derece ve mertebelerin bulunmadığı, onun için inkişâf ve terakkînin bahis mevzû olmadığı ilm-i ilâhî için yakîn kat’iyen söz konusu değildir. Bir kere ilâhî isimler tevkîfîdir.. ve gaybın lisân-ı fasîhi Hz. Şâri’ tarafından -tabiî kendisine verilen vâridat ölçüsünde- nelerden ibâret olduğu bildirilmiştir ama, bunlar arasında, yakîne kaynaklık yapabilecek “mûkin” diye bir isme rastlanmamaktadır. Sâniyen yakîn, şek, şüphe, tereddüt şânından olan nesneler hakkında kullanılır; Zât-ı Ulûhiyyet ise bunlardan münezzeh ve müberrâdır.
Hakîkat ehlince yakîn; îmân esaslarını ve bilhassa, îmânın kutb-u a’zâmını, aksine ihtimal vermeyecek şekilde bilmek, kabullenmek, duyup hissetmek ve onun insan benliğiyle bütünleştiği irfan ufkuna ulaşmak demektir. Onu, îmânda delîl ve bürhanları aşarak, “latîfe-i rabbâ-niye” yoluyla gaybları müşâhede, eşyânın perde arkasını murâkabe ve sırları muhafaza şeklinde de târif etmişlerdir. Ona, bütün bilgi kaynaklarını, bütün müşâhede ve murâkabe yollarını kullanarak varılan noktalar ötesi nokta -ki, o nokta bir yönüyle intihâ, diğer yönüyle de ibtidâ sayılır- demek, zannederim daha uygun olur. O noktaya ulaşan hakîkat eri, sık sık sonsuza yelken açar.. kalben mi’râca, rûhen “ -Ne göz kaydı ne de haddi aştı” (Necm, 53/17) ufkuna ulaşır.. pâr pâr yanan ilâhî tecellîler kehkeşânları arasında seyahat eder ve “âyetü’l-kübrâ”yı heceleyecek lisân, görüp duyacak sem’ u basarla taltif edilir. Yani sonsuzluk yolcusunun kâinat kitâbını tekrar ber tekrar mütalâa, eşyâyı tekrar ber tekrar hallac etmesi neticesinde, büyük-küçük her varlık üzerinde, Allah’a mahsus taklid kabul etmez sikke ve tuğrâların ifâde ettikleri ma’nâları.. âfâkta ve enfüste müşâhedesine takdim edilen ibret levhalarını seyr ede ede ulaşılmaz perde arkası sırların inkişâfına.. hayatını vahyin tılsımlı ve aydınlık ikliminde sürdüre sürdüre insânî güçle aşılamayan ve ihâta edilemeyen “kenz-i mahfî”nin tenezzül dalga boyuyla kalpte tecellîsine.. ve bu kaynaklardan süzülüp gelen ışık dalgaları mahiyetindeki vâridâtı göz, kulak ve diğer latîfelere hem de hiç kırmadan, değiştirmeden aksettiren vicdan menşûrunun iş’âr ve işâretlerine âşina olması, duyup hissetmesi, zevkedip tatmasıdır ki, ancak, çok hususî ma’nâda Allah’a yakın olanların lütuflandırılacakları bir keyfiyettir.
Yakînin en azı bile, kalbi nurlarla dolduracak, tereddüt sis ve dumanlarını silip süpürecek ve insanın iç dünyâsında, sevinç, itmi’nân ve revh u reyhân esintileri meydana getirecek kadar güçlüdür. Hz. Zünnûn’un da dediği gibi; yakîn, kalbi ebediyet arzusu ve sonsuzluk emeliyle coşturur. Bu yüksek duygu ise, insanda zühd düşüncesini uyarır ve geliştirir.. zühd yamaçları hikmete açık düşünce kuşaklarıdır.. zühdle kanatlanıp hikmete ulaşan ruh, benliğine âkıbet mülâhazasını perçinler ve hâkim kılar.. ukbâ mülâhazasıyla oturup kalkanlar ise, halk içinde olsalar dahi hep Hakk’la beraberdirler.
Yakînin başlangıcı, perde aralanması berzâhı, iki adım ötesi mükâşefe -kalbin ilâhî tecellîlerle doygunluğa ulaşıp, şüphe, tereddüt ve bütün kuşkulara kapanması ki; bu noktaya ulaşanlardan bazıları: “Perde açılsa yakînim ziyâdeleşmez” demişlerdir- eşyânın hakîkatını renkler ve keyfiyetler üstü tüllendiği bu iklimden iki soluk sonra da müşâhede -gözle görülmemişler, kulakla işitilmemişler ve insan tasavvurlarını aşan mevhibeler âleminde seyahat- ufkudur.
Yakîn mebde itibâriyle kesbî, müntehâ ve netice itibâriyle de bedîhî, lutfî -kesbî sözüyle, Ehl-i Sünnet imamlarının; eğilim ve eğilimdeki tasarruf dedikleri cüz-î irâde ve onun taallukunu kastediyorum- ve mutlaka ma’rifet vizelidir. Ma’rifet; bakış zâviyesi, isabetli nazar, dupduru niyet ve sâlikin delîllerle buluşup tanışmasına, Allah ihsânının iktirân etmesiyle meydana gelir, billûrlaşır, benliğin bütün derinliklerini aydınlatır.. derken dört bir yandan insan rûhuna ışıklar yağmaya başlar.. varlığın her ufkunda peşipeşine şafaklar sökün eder.. meşrıkların yanında mağribler de ağarır ve istidâdına göre her fert, kendini ışıklarla muhat bir nokta gibi görür rûhunun derinliklerinde, kesret dağdağasının silinip gittiğini müşâhede eder ve herşeyin bir vahdet zemzemesi içinde zevke inkılab ettiğini duyar ve yaşar...
Evet, yakîn, başlangıcı itibâriyle, biraz tozlu-dumanlı, dolayısıyla da huzursuzluk esintilerine açık geçer; neticesi itibâriyle ise, tasavvurlar üstü bir huzurla iç içedir. Mebde ve müntehâdaki bu farklılığı göremeyenler, yakînde hatarât, huzurda tavattun ve emniyet varolduğu iltibâsına düşmüşlerdir. Oysa ki mes’ele, tamamen bir mebde ve müntehâ mes’elesi.. hatarât ise "AYET" fehvâsınca herkes için bahis mevzûu.. tavattun ve emniyete gelince onlar, Allah’ın yakîn seralarında yetiştirdiği inâyet turfandalarıdır.
Bir kısım Kur’ân âyetlerinde işâret buyurulduğu gibi, yakîn, tasavvuf erbâbınca üç bölüm içinde mütâlaa edilmiştir:
1- İlme’l-yakîn ki: Apaçık delîl ve bürhanların aydınlık dünyâsında, o delîl ve bürhanlar vesâyasında hedeflenilen hususlarla alâkalı en sağlam inanç ve en kesin iz’âna ulaşma keyfiyeti..
2- Ayne’l-yakîn ki: Keşif, müşâhede ve duyup hissetmenin, rûha kazandırdığı engin ve tarifler üstü ma’rifete ulaşabilme hâli..
3- Hakka’l-yakîn ki: Perdesiz, hâilsiz; aynı zamanda kemmiyetsiz, keyfiyetsiz ve tasavvurları aşan sırlı bir maiyyeti ihrâz mazhariyetidir.. bazıları bu mazhariyeti, kulun, benlik, enâniyet ve nefis cihetiyle fenâ bulup Zât-ı Hakk’la kâim olması şeklinde de yorumlamışlardır.
Bu üç husûsu, avamca şöyle bir misâl ile anlatmak da mümkündür: Bir insanın ölmeden ölümü bilmesi “ilme’l-yakîn”, gözünden perdenin kaldırılıp canını almaya gelen melekleri görmesi, sekerât öncesi bir kısım metafizik hâdiselere şâhit olması “ayne’l-yakîn”, ölümün kendine has keyfiyetini tadıp duyması da “hakka’l-yakîn”dir. Buna göre bir insanın, ilmî istidlâl yoluyla herhangi bir mevzûda elde ettiği kesin bilgiye ilme’l-yakîn, gözüyle, kulağıyla ve diğer sâlim duygularıyla ulaştığı ma’rifete ayne’l-yakîn, istidlâl ve müşâhade üstü ve doğrudan doğruya onun vicdanına gelen, vicdanından fışkıran ve bütün zâhir-bâtın duygularının ufkunu saran irfâna da hakka’l-yakîn denir.
Yakînin, husûsiyle de hakka’l-yakînin, hakâik-i mücerredeye tatbîkine gelince, yukarıdaki mülâhazalarda da işaret edildiği gibi, o, tamamen hâlî, zevkî bir mes’eledir.. ve bundan öte fazla bir şey söylemek de bizim boyumuzu aşar.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
ZİKİR
Anmak, hatırlamak, yâdetmek ma’nâlarına da gelen zikir; sofîlerce, Allah’ın ad ve ünvanlarının teker teker veya birkaçının birarada tekrar edilmesinden ibarettir. Zikir, Allah’ı münferiden veya topluca anma yollarının (tarikatlar) bazılarında ò«Ó§Ôå, bazılarında mürşid ve rehberin tayinine göre bazılarında da daha değişik isim ve ünvanlarla edâ edilir.
Zikir de, tıpkı şükür gibi hem lisân, hem kalb, hem beden, hem de vicdanın bütün erkânıyla yerine getirilen bir vazife ve bir kulluk borcudur. Cenâb-ı Hakk’ı bütün esmâ-i hüsnasıyla, bütün sıfât-ı kudsiyesiyle yâd etmek, hamd ü senâsıyla gürlemek, tesbih u temcîdlerle gerilmek, kitabını okumak, O’nun rehberliğine sığınmak; kâinat kitâbındaki âyât-ı tekvîniyesini ma’nâyı harfiyle mırıldanmak; aczini, fakrını duâ ve münâcât lisânıyla ilân etmek... Evet, bütün bunların hepsi lisâna âit birer zikirdir.
Başta “Latîfe-i Rabbaniyye” olmak üzere vicdanın bütün rükünleriyle Allah’ı yâdetmek, yâni O’nun varlığına dair delillerin mülâhazasıyla oturup-kalkmak, varlık kitabında sürekli parlayıp duran ve her an bize ayrı ayrı şeyler fısıldayan ilâhî isim ve sıfatları düşünmek; sonra da O’nun cihan çapındaki rubûbiyet ahkâmını, bu ahkâm karşısında sorumluluklarımızla alâkalı mes’eleleri, emr ü nehiyleri, va’d u vaîdleri, mükafât u mücazâtları tefekkür etmek; enfüsî ve âfâkî yollarla varlık ve varlığın perde arkası sırlarını araştırmak; bu araştırmalar esnasında basar ve basîrete açılan uhrevî güzellikleri tekrar ber tekrar temâşâ etmek.. zerreden seyyârelere kadar herşeyin, “âlem-i kuds” hesabına atan birer nabız, âlem-i lâhut’a nûrefşan birer tercüman ve “Hakîkatü’l-Hakâik”a birer menfez olduklarını tasavvur etmek de bir kalbî zikirdir. Her zaman bir nabız gibi atan varlığı duyabilenler, bir hatîb gibi konuşan âlem-i lâhutu dinleyebilenler ve bu menfezlerden celâl ve cemâl tecellilerini temâşâya muvaffak olanlar, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği öyle rûhanî zevklere ulaşırlar ki bu zevk zemzemesi içinde geçen hayatın bir saati yüzlerce seneye muâdil gelebilir.. gelebilir ve bu kudsî seyahat o zevkli sonsuzluğuyla, vâridât ve manevî hazlar “salih dâiresi” içerisinde köpüre köpüre devam eder gider. Sübühât-ı Vechin nurları her yanı sardığı bu noktada insanın müşâhedeleri insanı aşar. Aşar da her gönül erbâbı ve her isti’dât, zâtü’l-emre muvâfık olsun-olmasın, duyup hissettiği şeylerle bir zikir velvelesi içine çekilir; derken, ihtiyârî-gayri ihtiyârî, esmâ-i ilâhîyi mırıldanmaya başlar.
Herhalde böyle bir kurbiyet, böyle bir maiyyet atmosferinde geçen saniyeler, -tabiî vâridâta açık münevver saniyeler- kapalı ve nursuz senelerden daha bereketli ve daha ebediyet buudludurlar. Bu mübârekiyete işâret için hadîs olarak rivâyet edilen bir kutlu sözde: “ - Benim Allah ile öyle bir ânım vardır ki o esnâda Bana ne bir mukarreb melek ne de bir nebiyy-i mürsel ulaşamaz” buyurulur.
Emir ve yasakları ciddî bir duyarlılıkla hayata taşıyıp yaşamak, her emir ve her yasakla kendisine yapılan teklifleri vicdanında hissederek, iştiyakla emirlerin ifâsına koşmak ve derin bir mes’ûliyet şuuruyla yasaklardan kaçınmak da bedenî zikirdir ki lisânla yapılan zikrin derinliği de büyük ölçüde bu ikinci zikirden kaynaklanmakta ve bu “anilmerkez” güçle bir ölümsüz ses hâline gelmektedir. Bedenî zikir daha çok, ulûhiyet kapısının tokmağına dokunarak, o dergâha kabul yollarını araştırarak ve beşerî olan acz u fakrimizi îlân ederek İlâhî kudret, İlâhî kuvvet ve İlahî gınâya ihtiyacımızı arz hamlesidir.
Evet, zikreden ve zikrinde ısrarda bulunan zâkir, Cenâb-ı Hakk’la mukâvele yapmışçasına hıfz u himâye ve inâyet seralarına alınmış olur ki “ -Anın Beni ki anayım sizi” (Bakara, 2/152) İlâhî fermânı da fakrın ayn-ı kuvvet, aczin ayn-ı gınâ hâline geldiği bu sırlı keyfiyeti ifâde etmektedir.
Yani siz, Allah’ı zikr u fikr u ibadetle yâdedeceksiniz, O da sizi teşrîf ve tekrîmle anacak.. siz duâ ve münacâtlarla O’nu mırıldanıp duracaksınız, O da icâbetle size lütuflar yağdıracak.. siz dünyevî işlerinizin arasında O’nu unutmayacaksınız, O da dünya ve ukbâ gâilelerini bertaraf ederek sizi ihsanla şereflendirecek.. siz yalnız kaldığınız zamanlarda da O’nunla dolup taşacaksınız, O da yalnızlıklara itildiğiniz yerlerde size “Enîs u Celîs” olacak.. siz rahat olduğunuz zamanlarda O’nu dilden düşürmeyeceksiniz, O’da rahatınızı kaçıran hâdiseler karşısında rahmet esintileri gönderecek.. siz O’nun uğrunda cihad edip O’nu cihana duyuracaksınız, O da sizi dünya ve ukbâ zilletlerinden kurtaracak.. siz O’nun yolunda ihlâslı olacaksınız, O da sizi gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, insan tasavvurunu aşan hususî iltifat ve hususî pâyelerle şereflendirecek... Böylece, zikir arzusu, zikir cehdi, zikre mazhariyet nimetiyle kıymete ulaşacak, derken Allah da bu tevfîk ve hidâyet lütfunu hususî ihsanlarıyla daha bir buudlaştıracaktır ki, “ Bana sürekli şükredin ve sakın nankörlüğe düşmeyin!” (Bakara, 2/152) Emr-i Rabbanisi de işte, zikirden şükre, şükürden zikre bu salih dâireyi ihtar etmektedir.
Zikir bütün ibâdetlerin özüdür ve bu özün özü de Kur’ân-ı Kerîm’dir. Ondan sonra da, Hazret-i Sâhib-i Şeriat’tan sâdır olan nurlu sözler gelir.
Cehrî, hafî her şekliyle zikir, duygu, düşünce ve şuur çevresinde halkalanan ziyâ-i sübuhât-ı vechin bedene taşınması ve rûha mâl edilmesi ameliyesidir.
Zikir, Cenâb-ı Hakk’ın gizli-açık nimetleri karşısında O’nu ins-cin herkese ilân etmenin ünvânıdır. Bu ilân kesildiği an yeryüzü ve ondaki varlıkların da hikmet-i vücudu kalmaz. Peygamber beyânıyla -aleyhi ekmelü’t-tehâyâ- yeryüzünde “Allah Allah” diyenlerin kalmayışı Kıyametin kopmasıyla irtibatlandırılmıyor mu?..
Hangi şekliyle olursa olsun “zikrullah” yolu Hakk’a ulaşma yollarının en kavîsi ve en emînidir. O olmadan Hakk’a vuslat zordur. Evet, vicdanların şuurla O’nu anması, letâifin O’na dem tutması ve lisânın bu armoniye tercümân olması sonsuzluk yolunun yolcuları için ne tükenmez bir zâd u zahîre ve ne bereketli bir kaynaktır!
Zikrullah, kurbet helezonunda bir seyahattır; dil, duygu, gönül bir koro teşkil edip de Allah’ı anmaya durdu mu insan bir anda kendini sırlı bir asansör içinde bulur ve bir lahzada rûhların uçuşup durduğu iklime ulaşır. Ulaşır da gök kapılarının aralığından neler neler seyreder..!
Zikrullahın muayyen bir vakti yoktur. Namaz bütün ibâdetlerin pîri ve din sefinesinin direği olduğu hâlde belli zamanlarda edâ edilir ve edâ edilmesi caiz olmayan vakitler de vardır.
Zikrullah ise, zamanın her diliminde serbest dolaşıma sahiptir ve herhangi bir hâl ile de mukayyet değildir. “ -Onlar Allah’ı ayakta, oturarak, hatta yan gelip yatarken de anarlar” (Âl-i İmrân, 3/191) fehvâsınca, ne zaman itibâriyle ne de hâl itibâriyle zikrullah’a tahdid konmamıştır.
Kitab, sünnet ve selef-i salihînin eserlerinde, zikrullahdan daha fazla birşeye tergîb ve teşvîk yapıldığını hatırlamıyorum. Namazdan, cihada kadar o, her ibadetin içinde can gibidir, kan gibidir.
Ancak, herkesin zikri, zikredilenin onun duyguları üzerinde te’siri ölçüsündedir ki; sofiler buna “müşâhede” veya “huzur-u kalb” derler. Bazıları, Cenâb-ı Hakk’ı anarak bir sırlı yol ile kalbinde O’na ulaşır. Bazıları da vicdanlarında O’nu “kenzen” bilir ve derûnlarındaki nokta-i istinât ve nokta-i istimdât sayesinde sürekli maiyyette olur. Bu seviyenin insanları için her yeni anış, bir inkıtâ vesilesi olması itibariyle cehalettir. “ - Allah biliyor ki ben O’nu şimdi anmıyorum, anmak ne demek, ben O’nu hiç unutmadım ki..!” sözü de bu anlayıştaki insanların düşüncelerini ifâde etmek için sadır olmuştur.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
İHSAN
İhsan; lügat itibari ile iki şekilde kullanılır: Biri “Ahsenehu” dur ki; birşeyi güzel ve mükemmel yaptı, ihsan şuuru ile davrandı ma’nâlarına gelir; diğeri ise “Ahsene ileyhi” dir ki; iyilik etti, ihsan ve cemilede bulundu ma’nâlarına gelir.
Her iki ma’nâ da, Kur’ân’da ve sünnette nazar-ı itibara alınmış, yer yer bunlardan birisine, zaman zaman da her ikisine birden tevcih yapılarak telvine gidilmiştir ki, Hazret-i Yusuf “Alâ nebiyyinâ ve aleyhisselâm” ın ihsan şuurunu tescil bölümünde buna işaret edilmişti.
Hakikat ehlince ihsan; hak ölçülerine göre iyi düşünme, iyi şeyler planlama, iyi işlere mukayyed olma ve kullukla alâkalı davranışların, Allah’ın nazarına arzedilmesi şuuruyla, fevkalâde bir titizlik içinde temsil edilmesinden ibaret kalbî bir ameldir.
İhsana ulaşabilmek için, duygu, düşünce ve tasavvurların sağlam bir îmana bina edilmesi, îman gerçeğinin İslamî esaslarla derinleştirilmesi ve kalbin kadirşinas ölçüleri ile İlâhîleştirilmesi şarttır. Başkalarına ve başka şeylere ihsan duygusu ise Hakk murakabesi ile bütünleşmiş böyle bir kalbin tabiî tavrıdır.
Evet, “ -İhsan, görüyormuşcasına senin, Allah’a ibadet etmendir; sen O’nu görmesen de O seni görüyordur.” 1 hakikatınca, yapılan her şeyi arızasız ve Cenab-ı Şâhid-i Eze-lî’nin nazarına arz edilebilecek şekilde, inanarak, duyarak, irade, his, şuur ve latife-i rabbaniye buutları ile yerine getirmek bir esas, bir temel prensip ve hakikat erlerince ulaşılması gerekli olan bir ufuk; başkalarına karşı iyilik duygusu, iyilik düşüncesi ve iyi davranmak ise, insan ruhu ile bütünleşmiş böyle bir ihsan şuurunun zuhuru, taşması ve intişarıdır ki; birinci şıkkın tabiî neticesi ve ihsana programlanmış bir vicdanın programlandığı şeyi ifade etmesinden ibarettir.
Bu ma’nâdaki, ihsanın insanlara bakan yanını: “ -Kendin için sevdiğini kardeşin için de sevmen” düstûru; bütün yaratıkları içine alan evrensel buudunu da; “ - Allah, herşeye karşı ihsanı kabul etmiştir: öyle ise öldürürken (ölümü hak etmiş kimseleri) - ihsan tutkusu ile öldürün! (Bir hayvanı) boğazlarken ihsan hissi ile boğazlayın (yani) bıçağını iyi bilesin ve keseceği hayvanını rahat ettirsin! hadis-i şerifleri ifade etmektedir.
İhsan şuuru, salih bir dairenin (kısır döngü karşılığı olarak kullanıyorum) kapısını açan sırlı bir anahtar gibidir. O kapıyı açan ve o aydınlık koridora adımını atan insan, yürüyen merdivenlere binmiş gibi, kendini sihirli bir yükselişin helezonunda bulur. Bir de, bu mazhariyetiyle beraber, iradesinin hakkını verip kendi de yürüyüşünü devam ettirirse, her adımda iki basamak birden yükselir ki; zannediyorum, “ - İhsanın mü-kâfatı da başka değil yine ihsandır.” (Rahman, 55/60) İlâhî beyanı da bize bunu hatırlatmakta.. Nitekim birgün, Hazret-i Sadık u Masduk bu âyeti okumuş ve ashabına sormuştu: “Biliyor musunuz Rabbiniz bununla ne anlatmak istiyor?” Ashab: Allah ve Resulü bilir; cevabını verince, O sözlerine şöyle devam etmiş ve Cenab-ı Hakk’ın “ -Benim kendisine îman ve tevhidi ihsan eylediğim kimsenin mükâfatı başka değil cennettir..!” dediğini hikaye buyurmuşlardı.
İhsan şuuru, yağmur yüklü bulutlar gibi bir baştan bir başa bütün kalp tepelerini sarınca, İlâhi eltaf sağnak sağnak boşalmaya başlar.. ve insan kendini “ -İhsan ruhu ile yatıp-kalkanlara, ihsan üstü ihsan ve bir de ziyade vardır” (Yunus, 10/26) kuşağında bulur.. bulur ve insan olma mazhariyetini en engin hazlarıyla duyar ve yaşar.
Bu mevzûda bir de, amel ve davranışların ötesinde, kalplerin kurup durduğu hâlis niyetlere terettüp eden, fazl ve lütûf kaynaklı İlahî varidât vardır ki, onun tasavvuru bizi de bizim düşüncelerimizi de aşar..!
İnsanı Hakka ulaştırmada en aldanmaz vesilelerden biri kalptir ve kalbin en büyük ameli de ihsandır. İhsan, ihlâs yamaçlarına açılmanın en emin yolu, rıdvan tepelerine ulaşmanın en sıhhatli vasıtası ve Şâhid-i Ezelî’ye karşı da bir temkin şuurudur. O’na doğru hergün, îmanla donanmış, amelle kanatlanmış ve takvâ ile derinleşmiş yüzler-binler “şedd-i rihal” eder yolculuğa koyulurlar ama, o zirveye, ya birkaç insan ulaşır, ya da ulaşamaz. Ulaşamayanlar ulaşma adına didinmelerini sürdüredursunlar; ulaşanlar orada Allah’ın sevmediği şeyleri bütün çirkinlikleriyle duyar, hisseder ve onlara karşı kapanır; Allah’ın güzel gördüğü şeylerle de fıtratının gereğiymişçesine birleşir, bütünleşir ve sürekli “mâruf” soluklarlar.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
BASÎRET VE FİRÂSET
Sözlüklerin; idrâk, fetânet, delîl ve şâhit kelimeleriyle karşılamaya çalıştıkları basîret, kâmus ve ta’rifât kitaplarında: “Kalp gözünün açıklığı, idrâk genişliği, daha başlangıçta iken neticeyi görüp-sezme ve yarınları bugünle beraber değerlendirebilme istidâdı” olarak ta’rif edilmiştir.
Gönül erlerinin muhâverelerinde basîret, bir başka derinlik ve ihâtaya ulaşır. Şöyle ki; o, tefekkür ve ilhâmın rehberliğinde biricik irfan kaynağı, eşyânın hakikatını kavramada rûhun ilk idrâk mertebesi; aklın, renk, şekil ve keyfiyetlere takılıp kaldığı noktalarda, rûhî değerleri görüp tesbit eden bir vicdânî şuur ve ilâhî tecellîlerle nurlanmış, Zât-ı Ulûhiyyetin ünsiyeti ziyâsıyla sürmelenmiş öyle bir idrâkdır ki, idrâkların yalın ayak, baş açık hayâllerle yorulup bîtâp düştükleri vâdilerde o, delîl ve şâhide ihtiyaç duymadan eşyânın perde arkası sırlarıyla halvet olur ve aklın şaşkın şaşkın dolaştığı yerlerde gider hakikatler hakikatine ulaşır.
Basar, Allah’ın nûrefşân bir sıfatıdır; her müstaidin basîreti de “ -Aralarında taksimi yapan Biz’iz” (Zuhruf, 43/32) mîzânıyla bu ilâhî sıfattan hissesi ölçüsündedir. Böyle kaderî bir tecellîde en büyük hisse ile, bu lâhûtî kaynaktan kana kana istifâde edip, sonra da rûhunun ilhâmlarını arkasında saf bağlamış bendelerinin sînelerine boşaltma mazhariyetinin biricik sîmâsı, Hakk tecellîlerinin mücellâ âyinesi Hz. Muhammed (sav)’dir ve bu mevzûda O’nun eşimenendi yoktur. “ -De ki: İşte benim yolum! Ben Allah’a -körü körüne değil- basîret üzere da’vet ediyorum.. bana tâbi’ olanlar da öyle...” (Yusuf, 12/108) beyanı, Nebîler Sultanı ve arkasındakilerin bu ilâhî mevhibe ve onun vâridâtından istifâdelerinin azametine işâret etmektedir.
Bu ışıktan idrâk sayesindedir ki, mi’râcın kutlu yolcusu, idrâksizler için hemen her zaman, anlaşılmaz bir amâ sanılan varlığın perde arkasını, hem de bir solukta gezip gördü. Bir kitap gibi mütâlaa etti.. îmân rükünlerinin misâlî levhalarının sergilendiği gayb yamaçlarında dolaştı.. kader kalemlerinin yürekleri hoplatan nağmeleriyle ürperdi.. hûri-gılman teşrifatçılığına uğrayıp geçti.. “ne mekân var ânda, ne arz u semâ...” duygularının mûsikîleştiği noktada “ -İki yay arası kadar hatta daha da yakın...” (Necm, 53/9) nefehâtiyle istikbâl edildi ve armağanlandırıldı...
Bazen basîretdeki temâşâ zevki firâsetle ayrı bir derinliğe ulaşır ki, o zaman idrâk “Te’vîlü’l-ehâdîs’e= Eşyânın melekûtî yönlerine nüfuz ve hâdiselerin yorumu” uyanır ve ruh, üç buudlu şu mekânda birkaç buudu birden yaşamaya başlar. Derken vicdan, varlığın gören gözü, atan nabzı ve kavrayan aklı olur.
Sezme, anlama ma’nâlarına gelen firâset, idrâkin, iz’ânlaşması ve basîretin daha da derinleşmesi demektir. Hakk nûrunun tecellîsine açık firâsetli gözler, gölgelere aldanmayan öyle ay yüzlülerdir ki, basîretlerinin nuruyla en karanlık zeminde dahi herşeyi apaçık görür, iltibasları aşar, benzerliklere takılıp kalmaz.. cüz’iyyâtın esiri olmaz.. kamışın içinde şekeri, suyun ruhunda oksijen ve hidrojeni birden müşâhede ve idrâk eder ve gönlü hep “fark” ikliminde dolaşır.
İnsan sîmâsından kâinat çehresine kadar her nokta, her kelime, her satır “ -Elbette bunda basîret ve firâseti olanlar için ibretler vardır” (Hicr, 15/75) gölgesinde seyahat edenlere çok ma’nâlı birer lafız, hatta birer kitaptır. “ -Mü’minin firâsetinden korkun ve titreyin. Çünkü o, Allah’ın nuruyla nazar eder” sırrıyla her tarafı görebilecek bir tarassut noktasına oturmuş bu yüksek kâmetler, eşyânın hakikatıyla temasa geçer, varlığın perde arkası çehresine muttali’ olur, herşeyin gerçek yüzünü ortaya koyarak hâdiselerin yüzlerine nur saçar. Ve ömrünü karadelikler etrafında geçirenlere rağmen hep firdevsî yamaçlarda zevkten zevke koşar dururlar.
Gözleri firâsetle açılıp-kapanan bir rûhun nazarında, varlık, yaprak yaprak bir kitap, canlı-cansız bütün eşyâ binbir ma’nâ ile ışıldayan kelimeler, varlığın çehresi ve insanların sîmâları aldatmayan birer beyan olur. Gönül erleri o kitabın tekvînî âyetlerinden, o âyetlerin nûrefşân cümlelerinden, her gözün göremediği, her kulağın işitemediği öyle şeyler duyar, öyle şeyler görürler ki, en muhteşem dimağlar dahi tasavvurundan âciz kalır. Her mü’minin derecesine göre, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiçbir insanın tasavvur edemeyeceği sürprizleri, onlar her lâhza burada duyar, sezer ve zevk ederler.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
SEKÎNE VE TUMA'NÎNE VEYA İTMİ'NÂN
Sekîne; sukûn kökünden, vakâr, ciddiyet, mehâbet, ünsiyet, dalgaların dinmesi ve sakinleşme ma’nâlarına gelir ki, hafiflik, huzursuzluk, kararsızlık ve telâşın zıddıdır. Sekîne, tasavvuf erbâbınca; gaybî vâridatla kalbin oturaklaşmasıdır ki, böyle bir kalp, sürekli bir dikkat ve temkin içinde öteleri kollar, sermedî esintilere açık bulunur ve itmi’nân etrafında dolaşır.. bu makam aynı zamanda “ayne’l-yakîn” mertebesinin de başlangıcıdır. Bu i’tibârla da, çok defa ilim yoluyla gelen vâridatla basîretin avladığı şeyler birbirine karışır; muvakkaten müşâhede ufku buğulanır; bundan da bir kısım iltibaslar doğar.
Sekîne, bazen, sezilip-sezilmedik gizli işaret ve emâreler şeklinde zuhûr eder; bazen de bizim gibi avamdan insanların bile tanıyıpbileceği kadar açık tecellîlerle gelir. Sekîne ve ona refreflik eden işaret ve emâreler ister vicdan kulağına fısıldanan birer ma’nevî esinti, birer ilâhî nefha gibi ancak çok dikkatle sezilebilecek türden olsun, isterse, İsrailoğullarına ihsan edildiği gibi herkesin görebileceği şekilde ve hârikalar izhâr ederek gelsin, gelsin ve sekîne erbâbı arasında bulunsun -Üseyd b. Hudayr'ın Kur'ân okuduğu esnada ve daha başkalarını farklı durumlarda bürüyen buğusu şeyler hatırlansın kendini hissettirsin, kuvve-i ma’neviyyeyi kanatlandırsın ve irâdelere fer olsun, o her zaman, “îmânlarına îmân katmak için mü’minlerin kalblerine sekîne ve emniyet indiren O’dur” meâliyle ifâde edeceğimiz (Fetih, 48/4) âyetiyle anlatılan, aczini-fakrını müdrik ve ihtiyaçlarının şuurunda olan mü’minlere medâr-ı şükran ve medâr-ı şevk olmak üzere ilâhî bir te’yiddir. Bu te’yide mazhar olmuş bir mü’min artık dünyevî korku, tasa ve endişelerle sarsılmayacağı gibi, aynı zamanda onunla iç ve dış âhenge ulaşır ve bir huzur insanı haline gelir.
Sekîneye mazhar bu âhenk ve huzur insanı, davranışları itibâriyle vakûr, emniyet telkîn edici, inandırıcı ve ciddî, iç âlemi itibâriyle ve Allah’la münâsebetleri açısından da temkinli, dikkatli, benlik, çolpalık ve şatahat düşüncesinden uzak ve bektâşiyâne hezeyanlara karşı da hep kapalıdır. Her vâridat ve her inşirâh veren esintiyi O’ndan bilir, edep ve şükranla iki büklüm olur, her huzursuzluk ve tatminsizliği de mahiyetindeki boşluklarla irtibatlandırır, kendini sorgular ve nefsiyle hesaplaşır.
Tuma’nîne veya itmi’nân, tam sukûn, tam oturaklaşma ve kalbî hayat adına gelgitlerin bütün bütün sona ermesi şeklinde ta’rîf edilmiştir ki, o da, itmi'nânın sekîne üstü bir hâl olduğunu göstermektedir. Sekîne, nazarî bilgilerden kurtulup, gerçeğe uyanma mevzuunda bir başlangıç ise, tuma’nîne bir nihâî nokta ve bir son duraktır.
Tasavvuf erbâbının, tuma’nîne üstünde gösterdikleri “râdiye” ve “merdiyye” dereceleri itmi’nânın, ebrâra âit birer buudu ve rızâ semâsının iki derinliği; “mülheme” ve “zekiyye” de onun mukarrabînle alâkalı, zor idrâk edilir iki diğer mertebesidir.. ve vâridatı gibi bişâreti de hem çok hem de dupdurudur.
Sekîneye mazhar ruhlarda, yer yer ters akıntılar kendisini hissettirebilir, ama tuma’nîne de herşey rayına oturmuşluk içinde cereyan eder; kalp tıpkı bir kıblenümâ gibi sürekli Hakk hoşnutluğunu gösterir ve vicdan ibresinde de en küçük bir sapma olmaz. Bu öyle yüksek bir “yakîn” mertebesidir ki, bu mertebede seyahat eden ruh, her konakta ayrı bir “-İsterim ki kalbim itmi’nâna ulaşsın” (Bakara, 2/260) gerçeğine şâhid olur ve her menzilde ayrı bir vâridatla taltif edilir. Dolaştığı her yerde “ -Hak dostları için ne bir korku vardır ne de onlar tasalanırlar..” (Bkz. Bakara, 2/62, 112, 262, 274, 277) nefehatını duyar.
“-Onların üzerine melekler iner ve derler ki: Korkmayın! Tasalanmayın, size va’dolunan cennetle sevinin!” (Fussilet, 41/30) bişâretini hisseder, “-Biliniz ki, kalbler ancak, Allah’ın zikriyle huzura erer” (Ra’d, 13/28) kevserini zevk eder, tabiat ve cismaniyet üzerinde yaşar.
Tuma’nîne, insanın sebepler üstü ve vasıtalar ötesi bulunmasının ünvanıdır. Akıl, tabiatüstü seyahatini bu mertebede noktalar.. ruh, bu noktaya ulaşınca dünyâ kaygılarından kurtulur.. his, bu sihirli konakta bütün aradıklarını bulur ve damla iken deryâ olur.
Bu mertebeyi elde etmiş kimsenin ünsü “üns-Billah” şevki “şevk-İlâllah” bekâsı “bekâ-Billah” kelâmı da “maa-Allah”dır. O, kendine aralanan bu panjurdan, kendi sınırlılığı içinde sınırsız görmeye, sınırsız işitmeye ve sınırsız iktidara ulaşır.. ulaşır da, herkesin bocaladığı, şaşkınlığa düştüğü en girift, en karmaşık hâdiseler girdabından dahi bir solukta sıyrılıp çıkar.
Böyle bir ruh, dünyevî telaş ve endişelerden kurtulduğu gibi, herkesin korkup tir tir titrediği ölüm ve ölüm ötesi handikapları da “ -O senden, sen de O’ndan hoşnud olarak dön Rabbi’ne” (Fecr, 89/28-30) iltifat ve teveccühleriyle gülerek karşılar ve ölümü var olmanın en tatlı, en imrendirici neticesi olarak görür. O, ölümle noktalanan dünyâ hayatından sonra -İbni Abbas’ın mezarının başında duyulduğu gibi- her menzilde (Fecr, 89/28-30) fermânını işitir, kabir hayatını cennet yamaçlarında geçirir, mahşeri bir hayret ve hayranlık olarak duyar, mizanı bir mehâfet ve mehâbet neşvesi içinde yaşar, köprüyü de mecburi istikamet olduğu için geçer.. geçer ve ruhunda itmi'nâna ermiş gönüllerin karargâhı olan cennete ulaşır.
Böyle bir ruh için dünyâ affa giden yolda hazırlanmış bir Arafat, ondaki zaman, büyük bayram için bir arefe, ukbâ ise bayramlar bayramıdır.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
KURB - BU’D
Yakınlık ma’nâsına gelen kurb, sofîyece, insanın mâverâîleşip cismâniyet çeperini aşması ve Allah’a yaklaşması demektir. Kurbu, Allah’ın kullarına yaklaşması şeklinde anlayanlar olmuş ise de, bu O’na mekân ve mesafe izâfe ma’nâlarını işmâm etmesi itibariyle yanlıştır. Kaldı ki, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına olan yakınlığı keynûnetler ve sayrûretler üstü bir yakınlıktır. Değilken sonradan meydana gelen bir kurb, sonradan var olanların ve varlıklarını değişik tekevvünlerle sürdürenlerin husûsiyyetidir. Bu iki kurbu, birkaç kelime içinde “ -Her nerede olursanız o sizinle beraberdir” (Hadîd, 57/4) nûrefşân beyânı ne güzel ifâde eder! Böyle bir yakınlık aynı zamanda, imân ve amel-i sâlihle elde edilen husûsî yakınlık da değildir.. şakî-saîd, hayırlı-hayırsız, salih-tâlih, canlı-cansız zerreden sistemlere kadar herkesi kanatları altına alan umûmî bir kurbiyettir.
Evet, kurb-i umûmî, herkesi ve herşeyi şemsiyesi altına almasına mukâbil, kurb-i husûsî; imâna dayanır ve Allah’ın, iyi-güzel-doğru dediği hususların yaşanıp yerine getirilmesiyle gerçekleştirilir ki, bu da ancak, kurb yolunu bulmuş olan, sonsuza uzayan koridora girmiş bulunan, hergün ayrı bir iman derinliğiyle sabahlayan-akşamlayan ve “ -Şüphesiz Allah, takvaya sarılanlar ve ihsan şuuruyla iyiliği ve güzelliği tâkip edenlerle beraberdir” (Nahl, 16/128) ufkunda seyahat eden bahtiyarlar için bahis mevzuudur. Bu mertebeyi yakalayanlar nefes alırken “ -Şüphesiz beraberimdedir Rabbim ve bana yol gösterecektir” (Şuarâ, 26/62) derler; nefislerini verirken de “ -Şüphesiz Allah bizimle beraberdir” (Tevbe, 9/40) der kurbet soluklarlar.
Kurb-i hususide îman şuuru ve ihsan hakikatı, gözde ziyâ ve cesette can gibidir. Bu iki temel esasa bağlı olarak farz ve nâfilelerin yerine getirilmesi ise, nâmütenâhinin semâlarına açılmada iki nûrânî kanat mesâbesindedir. Evet, insanı Allah’a yaklaştırma yollarının en emini, en kestirmesi ve en makbûlü farzları edâ yoludur. Ve gerçek mahbubiyet ve dolayısıyla da kurbet ise, sınırlı ve kayıtlı olmayan nâfilelerin nâmütenâhî, engin ve vefâ tüten iklîminde tahakkuk eder. Hakk yolcusu, her an ayrı bir nâfilenin kanatları altında sonsuza uzanan yeni bir koridorda kendini bulur, yeni bir mazhariyete ulaştığını hisseder; farzları edâya daha bir iştihâlı ve nâfilelere karşı da daha bir iştiyaklı hâle gelir. Bu nokta ve bu ma’nâya uyanan her ruh, Allah’ı sevdiği ölçüde, vicdanında Allah tarafından sevildiğini de duyar.. ve bir kudsî hadiste ifâde buyurulduğu gibi, artık onun işitmesi, görmesi, tutması, yürümesi doğrudan doğruya meşîet-i hâssa dairesinde cereyan etmeye başlar.
Diğer bir ifâde ile, farzlarla “kurbet” insanın makâm-ı mahbûbiyete ulaşmasının ve Hakk’ın sevip hoşnud olduğu kimseler arasında bulunmasının ayrı bir ünvânı, nâfilelerle kurbet ise, onun hareket ve davranışlarının Zât-ı Hakk’a izâfe edilmesi makamıdır ki, “ -Onları, siz öldürmediniz, bilakis onları Allah öldürdü, attığın vakit de sen atmadın ve lâkin Allah attı” (Enfâl, 8/17) gölgesinde herkese husûsî bir iltifat ve teşriftir.
Husûsî bir teveccühten ibaret olan kurbette, teveccüh noktasını görmemezlikten gelerek onu, insanın ef’âl ve davranışlarıyla izâha kalkışmak da yanlıştır. Yakınlık O’nun ululuğunun şe’ni ve rahmetinin bir buudu, uzaklık da bizim halimiz ve mahiyet boşluğumuzun bir çukurudur. Gülistan sahibi:
““Dost bana benden daha yakındır; ne acaib ki ben ondan uzağım... Ne yapıp ne diyebilirim ki; dost benim yanımda, kucağımda oysa ki ben ondan uzağım” diyerek, kurbun kime âit, bu’dun kime ait olduğunu çok güzel göstermektedir.
Bu’d; uzaklık ve helâk ma’nâsına gelir. Tasavvufçular onu, mebde’ itibâriyle füyûzâtın kesilmesi ve Hakk’tan uzaklaşma, netice itibâriyle de - tabiî bir inâyet-i hâssa olmazsa- hizlân ve mahrûmiyet şeklinde görmüş ve anlamışlardır.
Kurbun; avâm-ı mü’minîn, evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrabîne göre dereceleri bulunduğu gibi, “bu’d”un da kendi içinde alt alta dereke ve mertebeleri vardır; bu mertebelerin mutlak helâk noktasını da şeytan işgâl eder.
Kurbun-bu’dun birer teveccüh veya mahrûmiyet şeklinde bulunması ayrı şey, sezilip bilinmeleri ayrı şeydir. Bazen, en büyük ikram, ikramın hissettirilmemesi şeklinde gelir ve “akrabü’l-mukarrabîn: En üst seviyede kurba maz-har olan” kendi yakınlığını bilemez. Bazen mekr tam olur bu’dun zulmetleri sezilemez.. bazen de sekir hâli hâkim olur, kurb-bu’d tefrik edilemez.. ve dolayısıyla da böylelerinde kurb iştiyâkı ve bu’d endişesi görülmez.
“Câmi sen yakınlık ve uzaklık endişesine düşme, zirâ aslında ne uzaklık ne yakınlık ne vuslat ne de ayrılık diye birşey yoktur” sözleri bu serâzâd ve sermest ruhların düşüncelerini ifâde eder.
Bu’dun gerçek ürperticiliği ve mahrumiyeti müsellem; bazı ruhlar da var ki kurbun mehâbet esintileri karşısında tir tir titrer ve o andaki ruh hâletiyle kendilerini kahr u tedmîrin pençesinde sanırlar, “Kurb-i sultân âteş-i sûzân buved” bu münasebetle ve bu ma’nâda söylenmiş olsa gerek. Bütün bunlara rağmen kurb, ilâhî nefehât ve üns esintilerine açık cennet yamaçlarına benzetilecekse, bu’da, mahrûmiyyet ve hizlân gayyâları demek uygun olur.
-
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
MA’RİFET
Herkesin elinden gelmeyen ustalık, mehâret; her yerde ve herkeste görülmeyen husûsiyet, hüner ve vasıtalı bilme diye ma’nâlandıracağımız ma’rifet; Hakk yolunun yolcularınca, bilmenin bilenle bütünleşip onun tabiatı haline gelmesi ve bilenin her hâlinin bilinene tercüman olması mertebesidir. Ma’rifeti, vicdânî bilginin zuhûr ve inkişâfı şeklinde tarif edenler de olmuştur ki, bu zuhûr ve inkişâf aynı zamanda insanın kendine has değerlerle zuhûr ve inkişâfı da sayılır. “Nefsini bilen Rabb’ini bilir” sözünün bir mahmili de bu olsa gerek.
Ma’rifetin ilk mertebesi, dört bir yanımızda çakıp duran isimlerin tecellîlerini görüp sezmek ve bu tecellîlerle aralanan sır kapısının arkasında sıfatların hayret verici iklîminde seyahat etmektir. Bu seyahat esnasında sürekli Hakk yolcusunun gözünden, kulağından lisanına nurlar akar; kalbi, davranışlarına hükmetmeye başlar; davranışları Hakk’ı tasdîk ve ilân eden birer lisan kesilir ve bu lisan da âdetâ bir “kelime-i tayyibe” disketi hâline gelir.. derken her an vicdan ekranına “ -Ona ancak güzel kelimeler yükselir. Onu da amel-i sâlih yükseltir” (Fâtır, 35/10) pür-envâr hakîkatından ayrı ayrı ışıklar aksetmeye başlar. Artık böyle bir ruh bütün kötü duygu ve tutkulara karşı kapanır ve böyle bir gönül, öteden esintilerle sarılır. Sarılır da, ruhuna açılan bir sırlı menfezden, kalplerde kenzen bilinene -sığmam dedi Hakk arz u semâya, kenzen bilindi dil ma’deninden mealiyle anlatılmak istenen† “ ”2 bir müteşâbih beyânda ifâde edildiği gibi- ışıktan koridorlar açılır ve insan bir daha da ayrılıp geriye dönmeyi düşünmeyeceği bir temâşâ zevkine erer.
Hakk yolcusunun bütün bütün ağyara kapandığı, tamamıyla nefsânîliğe karşı gerilime geçtiği ve kendini huzûrun gel-gitlerine saldığı bu nokta ma’rifet noktasıdır. Bu nokta etrafında dönüp durana irfan yolcusu, başı bu noktaya ulaşana da “ârif” denir.
Ma’rifet mevzûunda söylenen sözlerin farklılığı, istidat ve meşrep ayrılıklarından kaynaklandığı gibi, seviye farklılığıyla da alâkalı olabilir; kimileri, ma’rifeti, sadece tecellîgâhta aramış; ârifteki heybet hissini ma’rifetin tezâhürü sanmış.. kimileri, ma’rifetle sekîneyi birbiriyle irtibatlandırmış ve ikincisinin vüs’ati ölçüsünde birincisinin derinliğine hükmetmiş.. kimileri onu, bütün bütün kalbin mâsivâya -Allah’tan gayrı herşeye- kapanması şeklinde anlamış.. kimileri de, onu, ilâhî tecellîlerin gel-gitleri arasında kalbin hayret ve hayranlıkları olarak yorumlamışlardır ki, böylelerinin -bulundukları makamın gereği- gönülleri her zaman hayretle atar, gözleri hayranlıkla döner ve dillerinde: “ -Zâtını senâ ettiğin ölçüde, Sen’i senâ etmekten âciz olduğumu itiraf ederim” sözleri.. zuhûr ve tecellîlerin ağında takdir soluklarlar...
Ma’rifet iklîminde hayat, cennet bahçelerinde olduğu gibi dupduru ve âsûde; ruh, sonsuza ulaşma duygusuyla hep kanatlı; gönül itmi’nâna ermişliğin hazlarıyla bir çocuk gibi pür-neş’e, fakat tedbirli ve temkinlidir.. “ -Allah’a emrettiği şeylerde isyan bilmez ve emrolundukları şeyleri yerine getirirler” (Tahrîm, 66/6) ikliminde sabahlar-akşamlar ve hep meleklerle atbaşı olurlar. Duyguları tomurcuk tomurcuk ma’rifete uyanmış bu ruhlar, günde birkaç defa cennetlerin cuma yamaçlarında seyahat ediyor gibi yaprak yaprak açılır ve her an ayrı bir buudda dostla yüz yüze gelir, onunla hemhâl olmanın hazlarına ererler. Gözleri Hakk kapısının aralığında olduğu sürece, hergün, belki her saat birkaç defa visâlle mest ü mahmûr hâle gelir ve her an ayrı bir tecellî ile köpürürler.
Âlim geçinenler, ilimleriyle emekleye dursun, felsefeden dem vuranlar hikmet hecelemeye devam etsin! Ârif nurdan bir menşûr içinde hep huzûr yudumlar ve huzûr mırıldanır. Hatta mehâfet ve mehâbetle sarsıldığı anlarda bile o, sonsuz bir haz duyar.. ve âdetâ gözleri ağlarken kalbi sürekli güler.
Bu müşterek husûsiyetlerin yanında, mizaç ve meşrep farklılığıyla bir kısım ayrılıklar da göze çarpar ârifler arasında. Bazıları sessizlik ve derinlikleriyle girdapları andırırken; bazıları çağlayanlar gibi gürül gürüldür. Bazıları bir ömür boyu günahına-sevabına ağlar, ağlar da ne âh u vâhdan ne de Rabbi’ni senâ etmekten doymaz. Ve doymadan göçer-gider bu dünyâdan. Bazıları da hep, heybet-hayâ-üns atmosferinde seyahat eder-durur ve bu deryâdan ayrılıp sahile ulaşmayı aslâ düşünmez. Bazıları tıpkı toprak gibidir; gelip geçen herkes basar-geçer başlarına. Bazıları bulut gibidir; sâlih-tâlih alır herkesi şemsiyesi altına ve ona damla damla rahmet sunar. Bazıları da hava gibidir; her zaman duygularımız üzerinde binbir râyiha ile eser-durur.
Ma’rifet ehlinin kendine göre emâreleri de vardır; ârif, Ma’rûf’tan başkasının teveccüh ve iltifâtını beklemez.. O’ndan gayrısıyla halvet olmaz.. göz kapakları ve kalp kapılarını O’ndan başkasına açmaz. Gerçek ârifin, başkasına teveccühü, başkasıyla halvet arzusu ve gözlerinin içine başka hayâlin girmesi onun için en büyük azaptır. Gerçek ma’rifete ermeyen yârı-ağyârı tefrîk edemez. Yârla hemdem olmayan hicrandaki azâbı bilemez...