-
Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
BİR TAKRİZ
Risale-i Nur talebesi, Kur’an-ı Azimüşşan’ın hükümlerini hakkıyla yaşa*mayı ve Resul-u Zişan’ın Sünnet-i Seniyyesiyle amel etmeyi hayatının en bü*yük gaye ve maksadı olarak bilir.
Risale-i Nur’dan aldığı iman nurunun aşk ve şevkiyle marifet-i İlâhiye mer*te*belerinde terakki etmek ve Risale-i Nur’da serpilen Esasat-ı Kudsiye’ye ve Desâtir-i Nuriye’ye tam ittiba ile sırat-ı müstakimde evc-i kemâlata doğru ta*yaran edebilir.
Risale-i Nur’daki Esasat-ı Kudsiye, Kelam-ı İlâhiden nebean etmiş olup, Desâtir-i Nuriye’de Resul-u Ekrem’in meslek-i âliyesinden lemean etmiştir. Risale-i Nur’da serpilmiş olan Esasat-ı Kudsiye ve Desâtir-i Nuriye’nin, toplanıp bir araya getirilmesi ile efradını câmi olarak o hakikatlerin her köşesini açığa çı*karıp o esas ve düsturların daha iyi anlaşılmasına ve daha ciddi bir şekilde sa*rılıp it*tibaına vesile olacaktır inşaallah.
Aksi takdirde o Esasat-ı Kudsiye’ye ve Desâtir-i Nuriye’ye ittiba olmazsa o Nur yolunda devam edemez. Nefis ve şeytanla mücadele edemez. Bir çok maddi, manevi felaket ve helaketlerle karşılaşır ve belki menzil-i maksuda da vasıl olamaz; mesuliyet-i maneviyeyi bedbaht ruhuna yüklenerek ebedi hayata göçer gider.
Fakat o Esasat-ı Kudsiye’ye ve Desâtir-i Maneviye’ye ittiba ettiği takdirde Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin buyurduğu gibi:
«Muhabbet-i İlâ*hiyenin ziyasını tazammun eden imanın nuruyla münev*ver olan İslâmiyetin terbiyesiyle tekemmül edip, insaniyet cihetinde, abdiyetin içinde bir sul*tansın; ve cüz’iyetin içinde bir küllîsin; küçüklü*ğün içinde bir âlemsin; ve hakaretin içinde öyle makamın büyük ve daire-i nezaretin geniş bir nâ*zırsın ki, diyebilirsin: “Benim Rabb-i Rahîmim dünyayı bana bir hane yaptı. Ay ve güneşi o ha*neme bir lâmba; ve baharı, bir deste gül; ve yazı, bir sofra-i nimet; ve hayvanı bana hizmetkâr yaptı. Ve nebâtâtı o hanemin ziynetli leva*zımatı yapmıştır.”
Netice-i kelâm: Sen eğer nefis ve şeytanı dinler*sen, esfel-i sâfilîne düşer*sin. Eğer hak ve Kur’ân’ı dinlersen, âlâ-yı illiyyîne çıkar, kâinatın bir güzel tak*vimi olursun.»
Cenab-ı Hak, bu kitabta dercedilen Kudsî Esaslara ve Nur’un düsturla*rına ittibaı müyesser kılsın ve Üstadımızın yukarıda beyan buyurduğu kelâ*mına ve himmetine bizleri mazhar eylesin. Amin.
M.Said Özdemir
28 Mayıs 1998 Ankara
TAKRİZ
Müdakkikâne ve mahirâne hazırlanmasıyla şu “Esasat-ı Nuriye” isimli ki*tab, Risale-i Nur’un müştâk okuyucularına, onun temel esas ve düstûrlarına suhû*letle götüren ve yol gösteren delil ve rehber bir eserdir diyebilirim.
Kitabın mukaddemesinde de buna işâret edilmiştir. Yani bu kitab, Risale-i Nur’un hakikatlerinin müteferrik yerlerindeki temel düstur ve esaslarını çabuk bulup ulaşmak hususunda kolaylık sağlayan bir alettir. Dolayısiyle eser, sa*dece kendisiyle iktifa edilmek suretiyle, müstakil ve yegâne bir kitab niyetiyle hazırlanmış değildir. Belki arzolunduğu vechile bir delil, bir kılavuz nitelik ve vazifesini görmesi ümidiyle çalışılmış ve vucûda getirilmiştir.
Binâenaleyh eser ilmî ve şer’i kaideler ışığında hazırlanmış olduğundan Risale-i Nur okuyucularına has, umum ehl-i imana ise âmm bir rehber-i eser vasfını taşımaktadır.
Her hakikat aşığının, her keşf-i esrâr meraklısının elinde kılavuz bir eser olarak bulunabilmesini tavsiye eder, emek verip hazırlayanlardan Cenâb-ı Hakkın razı olmasını niyaz ederim.
Abdülkadir Badıllı
11 Muharrem 1419 / 7 Mayıs 1998 Şanlıurfa
-
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
MUKADDEME
Hakiki bir Nur Şakirdi, manevî mesuliyet duy*gusuna sahibtir. Bu hissin, vicdanî bir neticesi olarak da, Kur’andan alınmış olduğunu bil*diği Risale-i Nurdaki ha*kikatlara ve düsturlara tam bir teslimi*yeti vardır. Yani kendi arzu*suna ve şahsi anlayışla*rına göre değil, kitaba uygun düşünür, inanır, konuşur ve yaşamaya çalışır.
Nur Dairesinde olan birisi, Risale-i Nura zıd dü*şen hareket ve konuşma*larının kitaba, yani açık be*yan*ları*nın getirdiği kat’i hükümlere ters düştüğü ha*tırlatı*lınca, ken*disinin doğru düşündüğüne dair ki*taptan açık delil gös*termeye bedel yine kendi anlayış*larıyla konu*şursa ve açık beyanlara ve hükümlere karşı te’villere kaçarsa, bu söz*leri artık na*zar-ı itibara alınmaz.
Dinî hükümlerde kitabın esas alınması de*ğişmez bir kaide*dir. Aksi halde dine bağlılık id*diası, mânâsız ve mantıksız olur ve böyle kimse*lerle de dinî me*seleleri ko*nuşmak gerekmez. Ancak ma*nevî mes’u*li*yetten kurtul*mak için kitap*taki hakikat*ler ve düstur*lar*dan dersler ve imkân nisbetinde tebliğ yapılır. Ve iyi ni*yetli ve teslimi*yetli olanların yanlışa düşme*melerine ça*lışılır.
Esasatın tesbit şekli ise:
Kitabdaki sarih beyanların getirdiği mânâ ve hü*küm*dür.
Bu hükme muhalif düşen aynı sarahatta başka bir beyan ve te’vili gerek*tiren bir mecaz veya makamda ol*mamak şartiyle or*taya konu*lan bu hüküm sa*bitiyet ve bağlayıcılık vasfını kazanır.
Evet, terk edilemez mânâsında ve terkinde ehl-i hak dairesinin haricine çıkmaya sebebiyet vermesi cihe*tiyle “zaruriyat” denilen dinî hükümlerde.. ve dinde sarahaten sâbit olduğundan bilâkayd u şart teslimiyeti ge*rekli olması mâ*nâsıyla “müsellemat” tabir edilen şer’î düsturlarda.. ve beşerî anlayışlarla ta*sarruf ve te’*vil edi*lemezlik hu*susiye*tiyle “muhkemat” vasfiyle tavsif edi*len Kur’anî beyyi*natta.. ve temeli teşkil etmek mâ*nâsıyle nazara veri*len ve “esasat” denilen İslâmî rü*künlerde ve kaide*lerde ittifak edilir ve edilme mecbu*riyeti var*dır.
Bu esaslardan birinin bilerek ve bilihtiyar zıd*dını ileri sürüp tamim et*meye çalışanlarla, -tasviben ve bi*lih*tiyar ittifak eden de aynı manevî mes’uliyete ortak ola*ca*ğından ([1]) hizmet beraberliği yapılmaz. Demek esas*larda yapılan bu tarz yanlış hareketler, it*tifak yolunu ka*payan sebeb*lerden sayılır. Bu itibarla ehl-i İslâmın ittifa*kına çok şid*detli ihtiyaç duyulan bu dev*rede, hamiyetkâr her müslü*manın, hattâ her insanlık vasfını taşıyan herkesin dahi, şe*r’î ittifakın tek yolu olan esaslarda ittifakla bera*ber tefer*ruatın ih*tila*fını bırakmanın elzemiyetini lisanen ve fiilen ve tekraren nazara verip telkin etme*leri zarurîdir.
Salâhiyet ve mes’uliyeti kendinde toplayan resm*î*ye*tin haricinde, yani samimi uhuvvetkârane cemaatta, mezkûr yanlış ha*re*ketlere iştirak edilemediği gibi menfî mücadeleler de yapıl*maz. Ancak hakikat tebliğ ve izhar edilir. İslâmî resmî*yette ise, (49: 9) âyetinde zikredildiği üzere, birbi*riyle mü*cadeleye girişmiş iki İslâm taifesini, vazifeli resmî ma*kam, ahkâm-ı şer’îye adaleti dairesinde sulh’a davet eder. Yani, şa*hısların hâkimiyetini bertaraf ile şer’î esasların hâki*mi*yetini ikame etmek is*ter. Eğer bu şer’î davet dinlenil*mezse, resmî makam, itaatsızlara karşı mezkûr âyette bildirilen kıtal hakkını kul*lanır. İmam-ı Ali’nin (R.A.) yap*tığı gibi...
Tesbit edilen esaslar için toplanan parçalarda, kat’î ve sarih hü*küm ifade eden kısımları koyu siyah yazı ile yazdık. Koyu (bold) yazı haricindeki yazılar ise, nazara verilen hükmü, biraz daha etraflıca tahkik edebilmek içindir. Daha etraflıca geniş araştır*mak isteyenler, gösteri*len me’haz kitabın verilen sahi*fe*sine göre tahkik edebilir*ler.
Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.) Kaside-i Celcelûtiyesinin Risale-i Nurdan haber verdiği kısmında:
«Risale-i Nur’u tari*hiyle ve ismiyle ve mahiye*tiyle ve esasla*riyle ve hizme*tiyle ve vazifesiyle gös*terdikten sonra...» (Şualar sh: 750)
Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anhü’nün mezkûr tarzdaki be*yanın*dan, bu esasların varlığına bin*dörtyüz sene önceden işaret ettiğini anlıyoruz.
Ve keza Bediüzzaman Hazretleri de aynı mânâda Risale-i Nur esasatının kurtuluş için yegane çare olduğunu beyan ederken şöyle der:
«Bu memlekette, bu asırda, milleti anarşilikten, tereddî ve te*dennî-i mutla*ka*dan kurtaracak yegâne çaresi, Risale-i Nur’un esasatıdır.» (Kastamonu Lâhikası sh:131)
Her meselemizde kitabın sarih hükümlerini esas al*mak olan bu tarzın ta*hakkuku için, külliyattaki de*ğişmez esasat ve düsturların bi*linmesi şarttır. Fakat ev*velen Risale-i Nur Külliyatında sarih be*yanların ne*ticesi olan ve esasat, zaru*riyat, müsellemat gibi ifadelerle nazara veri*len ve cemaatı hak daire*sinde tam it*tifak ettiren değiş*mez düsturlar hakkındaki bazı beyanları görmek gerekir
-
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
a) ESASLARDA İTTİFAK ZARURİDİR
1- Şöyle ki: «Hak namına, hakikat hesabına olan te*sa*düm-ü ef*kâr ise, maksatta ve esasta ittifakla be*raber, ve*sâilde ihti*lâf eder. Hakikatin her köşe*sini izhar edip hakka ve hakikate hizmet eder. Fakat ta*rafgi*râne ve ga*razkârâne, firavunlaşmış nefs-i emmâre he*sabına hodfu*ruşluk, şöhretperverâne bir tarzdaki te*sa*düm-ü efkârdan bârika-i hakikat değil, belki fitne ateş*leri çıkıyor. Çünkü, maksatta ittifak lâzım gelirken, öy*lelerin efkârının küre-i arzda dahi nokta-i telâkîsi bulunmaz. Hak namına olma*dığı için, nihayetsiz müfritâne gider, kabil-i iltiyam ol*mayan inşi*kaklara sebebiyet verir. Hal-i âlem buna şa*hit*tir.» (Mektubat sh: 268)
2- «S – Âlem-i İslâmdaki ihtilâfı tâdil edecek çare ne*dir?
C – Evvelâ: Müttefekun aleyh olan makasıd-ı âliyeye nazar etmektir. Çünkü, Allah’ımız bir, Peygamberimiz bir, Kur’ân’ımız bir… Zaruriyat-ı di*niyede umumumuz mütte*fik… Zaruriyat-ı diniye*den başka olan teferruat veya tarz-ı te*lâkki veya tarik-i te*fehhümdeki tefavüt, bu ittihad ve vahdeti sarsamaz, râcih de gelemez. El-hubbu fillah düstur tu*tulsa, aşk-ı hakikat harekâtımızda hâkim olsa—ki zaman dahi pek çok yar*dım ediyor—o ihtilâfat sahih bir mec*râya sevk edilebilir.
Esefâ, gaye-i hayalden tenâsî veya nisyan ol*makla, ezhan ene’lere dönüp etrafında gezerler. İşte gaye-i hayal, maksad-ı âli bütün vuzuhuyla meydana atılmıştır.» (Sünuhat Tuluât İşârât sh: 83)
3- «BİRİNCİ NÜKTE: “Kur’ân-ı Hakîmin esrarı bi*linmiyor müfessirler hakikatini anlamamışlar” diye beyan olunan fikrin iki yüzü var. Ve onu diyen, iki ta*ifedir.
Birincisi: Ehl-i hak ve ehl-i tetkiktir. Derler ki: “Kur’ân bitmez ve tükenmez bir hazinedir. Her asır, nu*sus ve muhkemâtını teslim ve kabul ile bera*ber, tetim*mat kabilinden, hakaik-i hafi*ye*sinden dahi hisse*sini alır, başkasının gizli kalmış hissesine iliş*mez.”
Evet, zaman geçtikçe Kur’ân-ı Hakîmin daha zi*yade hakaiki inkişaf eder demektir. Yoksa—hâşâ ve kellâ—Selef-i Sâlihînin be*yan ettikleri hakaik-i zâhi*riye-i Kur’âniyeye şüphe getir*mek değil. Çünkü onlara iman lâzımdır. Onlar nasstır, kat’îdir, esastırlar, temeldirler. [2] fermanıyla, mânâsı vâzıh olduğunu bil*di*rir. Baştan başa hitab-ı İlâhî o mânâ*lar üzerine döner, takviye eder, be*dâhet derecesine getirir. O men*sus mânâ*ları kabul et*memek*ten—hâşâ sümme hâşâ—Cenâb-ı Hakkı tekzip ve Hazret-i Risaletin fehmini tezyif et*mek çıkar.
Demek, maânî-i mensûsa, müteselsilen menba‑ı Risaletten alınmıştır. Hattâ İbni Cerîr-i Taberî, bütün ma*ânî-i Kur’ân’ı, mu*an’an senetle müteselsilen menba-ı Risalete îsal etmiş ve o tarzda, mühim ve bü*yük tefsirini yazmış.» (Mektubat sh: 388)
Kabul edilmemesi halinde küfrü netice veren Kur’an’ın kat’î hükmü hak*kında, Bediüzzaman Hazretlerinin örnek teşkil eden bir izahı:
4- «Bundan sonra zarurî ve gayr-ı zarurîyi tefrik edece*ğiz. İşte, cevab‑ı Kur’ânîde olan za*rurî hü*kümler ki, inkârı kabul etmez, şudur:
Zülkarneyn müeyyedün min indillah bir şahıstır. Onun irşad ve tertibiyle, iki dağ arasında bir sed bina edilmiştir: zâlimlerin ve bedevîlerin def-i fesatları için... Ve Ye’cüc-Me’cüc, iki müfsit kabi*ledirler. Emr-i İlâhî geldiği vakit sed harap olacaktır, ilâ âhirihî. Bu kı*yasla, ona Kur’ân delâlet eden hükümler, Kur’ân’ın zaruriyatındandırlar. Bir har*fin in*kârı dahi kabil değil*dir. Fakat o mevzuat ve mah*mulâtın keyfiyatlarının teşrihatları ve mahiyetlerinin hu*dudu ise, Kur’ân onlara kat’iyyü’d-delâlet değil*dir.» (Muhakemat sh: 66)
-
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
b) ESASAT-I ŞERİATI ESAS TUTMAK
1- «Makamât-ı enbiya ve eâzım-ı evliyanın ma*ka*mâtının bazı gölgeleri ve zılleri var. Ehl-i sülûk on*lara gi*rer, kendini o evliya-yı azîmeden daha azîm gö*rür, belki enbiyadan ileri geçtiğini zanne*der, vartaya düşer.
Fakat bu geçmiş umum vartalardan zarar görme*mek için, usul-ü imaniyeyi ve esâsât-ı şeriatı da*ima reh*ber ve esas tutmak ve meşhudunu ve zevkini onlara karşı muhalefetinde it*ham etmekledir.» (Mektubat sh: 455)
2- «Şeytanın evvelki desiselerine karşı mü’minin ta*hassun*gâhı, muhakkıkîn-i asfiyanın düsturla*rıyla hudut*ları ta*ayyün eden hakaik-i imaniye ve muhkemât-ı Kur’âniyedir.» (Lem’alar sh: 75)
3- «Ey ehl-i hak ve ehl-i hidayet! Şeytan-ı ins ve cinn*înin mez*kûr desiselerinden kurtulmak çaresi: Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan ehl-i hak mezhebini karargâh yap ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın muhkemat kale*sine gir ve Sünnet-i Seniyyeyi rehber yap, selâ*meti bul.» (Lem’alar sh: 78)
4- «Ey şeytanın desiselerine müptelâ olan biçare in*san! Hayat-ı diniye, hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtima*iyenin selâmetini dilersen ve sıhhat-i fikir ve istika*met-i nazar ve selâmet-i kalb is*tersen, muhkemât‑ı Kur’âniyenin mizan*larıyla ve Sünnet-i Seniyyenin terazileriyle a’mâl ve hâ*tırâtını tart. Ve Kur’ân’ı ve Sünnet-i Seniyyeyi daima reh*ber yap. Ve Eûzü billâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm de, Cenâb-ı Hakka ilticada bulun.» (Lem’alar sh: 89)
5- «Bu hale giriftar olanlar, mizan-ı şeriatı elde tut*mak ve usulüddin ulemasının düstur*la*rını kendine ölçü itti*haz etmek ve İmam-ı Gazâlî ve İmam-ı Rabbanî gibi mu*hakkıkîn-i evliyanın talimatlarını rehber etmek ge*rektir. Ve daima nefsini itham etmektir.» (Mektubat sh: 447)
6- «Ruh-u beşerde pek çok istidat ve kabiliyetlerin tohumlarını ekmiştir. Fakat o istidatların terbiyesini ve neticesini, cüz-ü ihtiyar*înin eline vermiştir. O cüz-ü ihti*yarînin yuları da, şeriatın, yani delâil-i nakliyenin eline verilmiştir.» (İşarat-ül İ’caz sh: 173)
7- Evet, «Mâlikinin izni olmaksızın Onun mül*küne el uzatma. Binaenaleyh, gafletle, kendi hesabına bir iş yaptı*ğın zaman, had*dini tecavüz etme. Eğer Mâlikin hesabına olursa, istediğin şeyi al ve yap—fakat izin ve meşiet ve emri dairesinde olmak şar*tıyla. İzin ve meşîetini de şe*riatından öğrenir*sin.» (Mesnevi-i Nuriye sh: 82)
8- «Hâdisât-ı zamaniye bahanesiyle Vehhâbîlik ve Melâmîliğin bir nev’ine zemin ihzar etmek tarzında, bazı ruhsat-ı şer’iyeyi perde yapıp eserler yazılmış. Risaletü’n-Nur, gerçi umuma teşmil suretiyle de*ğil, fakat herhalde hakikat-i İslâmiyenin içinde cereyan edip gelen esas-ı velâyet ve esas-ı takvâ ve esas-ı azimet ve esâsât-ı Sünnet‑i Seniye gibi ince, fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zaruretle, hâdisâtın fetva*larıyla onlar terk edilmez.» (Kastamonu Lâhikası sh: 77)
-
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
c) ZARURİYATTA İCTİHAD OLAMAZ
1- «Peygambere bildirilen umûr-u gaybiye, bir kısmı tafsil ile bildirilir. Bu kısımda hiç ta*sarruf edilmez ve karışamaz: Kur’ân’ın ve ha*dis-i kudsînin muhkematı gibi.» (Şualar sh: 579)
2- «Dinin zaruriyâtı ki, içtihad onlara gi*remez çünkü kat’î ve muayyendirler. Hem o zaruriyat, kut ve gıda hükmündedir*ler.» (Sözler sh: 480)
3- «O kısım ehl-i dalâlet baktılar ki, müçtehi*dînlerle iş bitmi*yor. Onların omuzlarındaki, yalnız na*zariyât-ı di*niyedir. Halbuki, bu kısım ehl‑i dalâlet, zaru*riyât-ı dini*yeyi terk ve tağyir etmek isti*yorlar. “Onlardan daha iyi*yiz” deseler, meseleleri tamam ol*muyor. Çünkü, müçte*hidîn, nazariyâta ve kat’î olmayan teferru*âta karışabilir*ler. Halbuki, bu mezhepsiz ehl-i dalâlet, zaruri*yât‑ı di*niyede dahi fikir*le*rini karıştırmak ve kabil-i tebdil olma*yan mesâili teb*dil etmek ve kat’î erkân-ı İslâmiyeye karşı gelmek iste*dik*lerinden, elbette, zaruriyât-ı diniyenin ha*meleleri ve di*rekleri olan Sahâbelere ilişecekler.» (Sözler sh: 496)
4- «Din ve şeriat-ı İslâmiyenin sahibi olan Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm iki cihanın sultanı, şark ve garp ve Endülüs ve Hind birer taht-ı saltanatı oldu*ğundan, din-i İslâmın esâsâtını bizzat kendisi gösterdiği gibi, o dinin teferru*atını ve sair ah*kâmını, hattâ en cüz’î âdâbını dahi bizzat o ge*tiriyor, o haber veriyor, o emir veriyor. Demek, fü*ruat‑ı İslâmiye, değişmeye kabil bir libas hükmünde değil ki, onlar tebdil edilse esas din bâki ka*labilsin. Belki, esas-ı dine bir cesettir, lâakal bir cilttir. Onunla imtizaç ve iltiham etmiş kabil-i tefrik değildir. Onları tebdil etmek, doğrudan doğruya Sahib‑i Şeriati inkâr ve tekzip etmek çıkar.
Mezâhibin ihtilâfı ise, Sahib-i Şeriatin gösterdiği na*zarî düs*turların tarz-ı tefehhümünden ileri gelmiştir. “Zaruriyât-ı di*niye” denilen ve kabil-i tevil olmayan ve “muhkemat” de*nilen düsturları ise, hiçbir cihette kabil-i tebdil değildir ve me*dar-ı içtihad olamaz. Onları tebdil eden, başını din*den çıkarıyor, [3] ka*ide*sine dahil oluyor.» (Mektubat sh: 435)
5- «S – Kur’ân, zaruriyat-ı diniyedendir. Zaruriyatta ihtilâf olamaz. Halbuki müfessirlerce verilen ayrı ayrı mânâların bir kısmı birbirine muhalif*tir.
C – Azizim! Kur’ân’ın herbir kelâmı, üç kaziyeyi müştemil*dir.
Birincisi: Bu, Allah’ın kelâmıdır.İkincisi: Allah’ca mu*rad olan mânâ, haktır.Üçüncüsü: Mânâ-yı murad, bu*dur.
Eğer Kur’ân’ın o kelâmı, başka bir mânâya ihti*mali olmayan muhkemattan olursa veya Kur’ân’ın başka bir yerinde beyan edilmişse, birinci ve ikinci kaziyeleri aynen kabul etmek lâzımdır ve inkârları da küfürdür.» (İşarat-ül İ’caz sh: 66)
-
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
d) ZAHİR-İ ŞERİATA MUHALEFET EDİLEMEZ
1- « sırrıyla, ehl-i velâyet, gaybî olan şeyleri, bil*dirilmezse bilmezler. En büyük bir velî dahi, hasmının hakikî ha*lini bilmedikleri için, haksız olarak mü*bareze etmesini Aşere-i Mübeşşerenin mabeynin*deki mu*harebe gösteriyor. Demek, iki veli, iki ehl-i ha*kikat birbi*rini inkâr etmekle makamlarından sukut et*mezler. Meğer, bütün bütün zâhir-i şeriate muha*lif ve ha*tâsı zahir bir içtihadla hareket edilmiş ola.» (Kastamonu L. sh: 195)
2- «İnsanda bazı letâif var ki, teklif altına giremez o lâtife hâ*kim olduğu vakit, tekâlif-i şer’iyeye muhale*fe*tiyle mes’ul tutulmaz. Ve madem insanda bazı letâif var ki, teklif altına girmediği gibi, ihtiyar altına da gir*mez, hattâ aklın tedbiri altına da girmez o lâ*tife, kalbi ve aklı dinle*mez. Elbette, o lâtife bir insanda hâkim ol*duğu za*man—fakat o zamana mahsus olarak—o zat, şeriata mu*halefette velâyet derecesinden sukut etmez, mâzur sayı*lır. Fakat bir şartla ki, hakaik-i şeriata ve kavâid-i imanîye karşı bir in*kâr, bir tezyif, bir istihfaf olmasın. Ahkâmı yapmasa da, ahkâmı hak bilmek gerektir. Yoksa, o hale mağlûp olup—neûzü billâh—o hakaik-i muhkemeye karşı in*kâr ve tek*zibi işmam edecek bir vaziyet, alâ*met-i sukuttur.» (M. sh: 452)
3- «Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm fer*man etmiş: [4] Yani, [5] sırrıyla, kavaid-i Şeriat-ı Garrâ ve desâtir-i Sünnet-i Seniyye tamam ve kemâlini bulduktan sonra, yeni icad*larla o düsturları be*ğenmemek veyahut—hâşâ ve kellâ—nâkıs görmek hissini veren bid’aları icad etmek dalâ*let*tir, ateştir.
Sünnet-i Seniyyenin merâtibi var. Bir kısmı vâ*cip*tir, terk edilmez. O kısım, Şeriat-ı Garrâda tafsilâ*tıyla beyan edilmiş. Onlar muhkemattır, hiçbir ci*hette tebeddül et*mez.» (Lem’alar sh: 53)
-
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
e) SARİH BEYANLARIN HÜKÜMLERİNDE TE’VİL YAPILAMAZ
1- «Halk-ı şer, şer değil belki kesb-i şer, şerdir. Çünkü, halk ve icad umum neticelere bakar. Bir şerrin vü*cudu çok hayırlı neti*celere mukaddeme olduğu için, o şerrin icadı, neticeler itibarıyla hayır olur, hayır hük*müne geçer...
...Mutezile bu sırrı anlamadıkları için, “Halk-ı şer, şerdir ve çirkinin icadı çirkindir” diye, Cenâb-ı Hakkı takdis için, şerrin icadını ona vermemişler, dalâlete düşmüşler, ve bi’l-kaderi hayrihî ve şerrihî olan bir rükn-ü imani*yeyi tevil etmişler.» (Lem’alar sh: 76)
2- «Kâfir ve münafıkların Cehennemde yanmala*rını ve azap ve cihad gibi hadiseleri kendi şefkatine sı*ğıştır*mamak ve tevile sap*mak, Kur’ân’ın ve edyân-ı se*mâvi*yenin bir kısm-ı azîmini inkâr ve tekzip olduğu gibi, bir zulm-ü azîm ve gayet derecede bir merhametsiz*liktir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 75)
2.1- «Mûsâ Bekûf ise, ziyade teceddüde taraftar ve asrî*liğe mümâşâtkâr efkârıyla çok yanlış gi*diyor. Bazı ha*kaik-i İslâmiyeyi yanlış tevil*lerle tahrif ediyor.» (L. sh: 274)
2.2- «Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan, o derece cismanî lez*zetleri sa*rih bir surette beyan eder ki, başka tevillerle mânâ-yı zâhirîyi kabul etmemek imkân hari*cindedir.» (Şualar sh: 229)
3- «Ey insafsız hey’et! Eğer her asırda üç yüz elli mil*yonun kudsî ve semâvî rehberi ve bütün saadetle*rinin programı ve dün*yevî ve uhrevî hayatın mukad*des hazi*nesi olan Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın te*settür ve irsiyet ve teaddüd-ü zevcat ve zikrul*lah ve ilm-i dinin dersi ve neşri ve şeâir‑i di*ni*yenin muha*fazası haklarında gelen ve tevil kaldırmaz sa*rih çok âyât-ı Kur’âniyeyi inkâr et*mek ve bütün İslâm müç*tehidlerini ve umum şeyhü*lislâm*ları suçlu yapmak..»tır. (Şualar sh: 432)
4- «Sarahat-ı Kur’aniye te’vil kaldırmaz.» (O.L. sh: 125)
4.1- «Ey aklı nakl üzerine tercih eden müte*felsif, bil ki! Sen kendi felsefî aklınla nakli tevil edi*yor, belki de tah*rif ediyorsun. Öyledir, zira gururdan ve fel*sefiyatta tegal*guldan tefessüh etmiş olan aklın ona dar gelir.» (Mesnevî-i Nuriye sh: 191, Tercüme: A. Badıllı)
4.2- «Risale-i Nur’un mesleği, sair tarikatlar, mes*lek*ler gibi mağlûp olmayarak, belki galebe ederek pek çok muannidleri imana getirmesi, pek çok hâdisâtın şe*hade*tiyle, bu asırda bir mucize-i mâneviye-i Kur’âniye oldu*ğunu ispat eder. O dairenin hari*cinde, ekseri*yetle, bu memlekette, bu hususî ve cüz’î ve yal*nız şahsî hizmet veya mağlûbane perde altında veya bid’alara müsamaha suretinde ve te’vilât ile bir nevi tah*rifat içinde hizmet-i diniye tam olamaz diye, hâdisat bize kanaat vermiş.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 63)
5- «Hazret-i Ali radiyallahu anhü’nün Kaside-i Ercûze ve Celcelûtiyesindeki şiddetli alâkadarlığını murad et*tiği bir Varis-i Nebi ve Mukavvi-i Din ve Hâmil-i İsm-i Âzam olan Risale-i Nur ve müellifi olduğu. Çünkü, bütün dünya meydandadır ve bütün nida*ları işitiyoruz ekse*riya hare*ketleri görüyoruz ki hak ve hakikatte ya*nılma*yan ve Kur’ân’ın hukukunu emrolunduğu gibi te*’*vilsiz muha*fazaya çalışan “Risale‑i Nur’dur” diye şek ve şüphesiz olarak Hazret-i Ali ra*diyallahu Anhü’nün muhatabı o ol*du*ğunu kat’i ispat eder.» (Lem’alar sh: 449)
6- «Hazret-i Ali’nin hilâfetinin teahhur etmesi*nin bir sırrı da şudur ki: Gayet muhtelif akvâmın birbi*rine karış*masıyla, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın ha*ber verdiği gibi sonra in*kişaf eden yetmiş üç fırka ef*kâ*rının esaslarını taşıyan o akvam içinde, fitne-engiz hâ*disâtın zu*huru zamanında, Hazret-i Ali gibi hariku*lâde bir cesaret ve feraset sahibi, Hâşimî ve Âl-i Beyt gibi kuvvetli, hür*metli bir kuvvet lâzımdı ki dayanabil*sin. Evet, dayandı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın haber verdiği gibi, “BenKur’ân’ın ten*zili için harb ettim. Sen de tevili için harb ede*ceksin.”[6]» (M: 99)
-
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
f) NAKLÎ DELİLLERE TESLİMİYET ESASTIR
1- «Mezheb-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat der*ler ki: “Cenâb-ı Hak bir şeye emreder, sonra ha*sen olur. Nehyeder, sonra kabih olur.” Demek emirle güzellik, nehiyle çirkinlik tahakkuk eder. Hüsün ve kubh, mükelle*fin ıttılaına bakar ve ona göre takarrur eder.» (Sözler sh: 276)
2- «Ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaatin mez*he*binde bir*şeyin şer’an çirkinliği, pisliği, nehy-i İlâhî se*bebiyledir.» (Mektubat sh: 39)
3- « Yahut, acaba akıllarına gü*ve*nen akılsız feylesoflar gibi, “Aklımız bize yeter” deyip sana ittibâdan istinkâf mı ederler? Halbuki, akıl ise sana it*tibâı emreder. Çünkü bütün dedi*ğin makuldür. Fakat akıl kendi başıyla ona yetişemez.» (Sözler sh: 386)
4- « Veyahut, aklı hâkim yapan müte*hakkim Mutezile gibi, kendilerini Hâlıkın işlerine rakîb ve müfettiş tahayyül edip Hâlık-ı Zülcelâli mes’ul tut*mak mı istiyor*lar? Sakın fü*tur getirme. Öyle hodbinlerin inkârlarından birşey çık*maz. Sen de aldırma.» (Sözler sh: 387)
5- « Veyahut, gayb-âşinâlık dâvâ eden Budeîler gibi ve umur-u gaybiyeye dair tah*minlerini yakîn tahay*yül eden akılfuruşlar gibi, senin gaybî haberle*rini beğenmiyorlar mı? Gaybî kitapları mı var ki senin gaybî kitabını kabul etmiyorlar? Öyleyse, vahye mazhar resullerden başka kimseye açıl*ma*yan ve kendi başıyla ona girmeye kimsenin haddi olma*yan âlem-i gayb kendi yanlarında hazır, açık tahayyül edip ondan malûmat ala*rak yazıyorlar hülyasında bulu*nuyorlar. Böyle haddin*den hadsiz tecavüz etmiş mağrur hodfu*ruşların tekzipleri sana fütur vermesin. Zira az bir zamanda se*nin hakikatle*rin onların hülyalarını zirüzeber edecek.» (Sözler sh: 388)
6- «Kur’ân’ın hakaik-ı İlâhiyeye dair beyanatı ve tıl*sım-ı kâ*inatı fethedip ve hilkat‑i âlemin muammâ*sını açan beyanat-ı kev*niyesi, ihbârât-ı gaybiyenin en mü*himmidir. Çünkü, o hakaik-ı gaybiyeyi, hadsiz da*lâlet yolları içinde istikametle onları gidip bulmak, akl-ı beşerin kârı değildir ve olamaz. Beşerin en dâhi hükemaları o mesâ*ilin en kü*çüğüne akıllarıyla yetişmediği malûmdur.
Hem Kur’ân gösterdiği o hakaik-ı İlâhiye ve o ha*kaik-ı kevni*yeyi beyandan sonra ve safayı kalb ve tez*kiye-i nefisten sonra ve ruhun terakkiyatın*dan ve aklın tekemmülünden sonra beşerin ukulü “Sadakte” deyip o hakaikı kabul eder, Kur’ân’a “Bârekâllah” der.» (Sözler sh: 406)
7- «Hükema-yı işrâkıyyunun kitaplarına ve sün*ne*tin miza*nıyla tartmayıp keşfiyat ve meşhudâtına iti*mad eden mutasavvıfî*nin kitaplarını teemmül eden, bu hük*mümüzü bilâşüphe tasdik eder. Demek, hakaik-ı Kur’âniyenin cin*sinden ve Kur’ân’ın der*sinden aldık*ları halde—çünkü Kur’ân değiller—böyle nâkıs geli*yor.» (Sözler sh: 440)
8- «Bütün uhrevî ve dünyevî, ilmî ve amelî er*kân-ı sitte-i imaniyenin herbirisini tafsilen, erkân-ı hamse-i İslâmiyenin her*birisini kasten ve cidden ve sa*adet-i dâ*reyni temin eden bütün düsturları görür, gös*terir. Muvazenesini muhafaza edip, tenasü*bünü idame edip, o hakaikın heyet-i mecmuasının tenasübünden hasıl olan hüsün ve cemâlin menbaından, Kur’ân’ın bir i’câz‑ı mâ*nevîsi neş’et eder.
İşte şu sırr-ı azîmdendir ki, ulema-i ilm-i kelâm, Kur’ân’ın şakirdleri oldukları halde, bir kısmı onar cilt olarak erkân-ı imaniyeye dair binler eser yaz*dıkları halde, Mutezile gibi aklı nakle tercih ettik*leri için, Kur’ân’ın on âyeti kadar vuzuhla ifade ve ka*t’î ispat ve ciddî ikna ede*memişler. Adeta onlar, uzak dağların altında lâğım yapıp, borularla tâ âlemin niha*yetine kadar silsile-i esbabla gidip orada silsileyi keser, sonra âb-ı hayat hük*münde olan marifet-i İlâhiyeyi ve vücud-u Vâcibü’l-Vücudu ispat eder*ler.
Âyet-i kerime ise, herbirisi birer asâ-yı Mûsâ gibi, her yerde suyu çıkarabilir, herşeyden bir pencere açar, Sâni-i Zülcelâli tanıt*tırır. Kur’ân’ın bahrinden tereşşuh eden Arabî Katre risalesinde ve sair Sözlerde şu hakikat fi*ilen ispat edilmiş ve göstermişiz.
İşte, hem şu sırdandır ki, bâtın-ı umura gidip, sün*net-i seniy*yeye ittibâ etmeyerek, meşhudatına itimad ederek yarı yol*dan dönen ve bir cemaatin riyasetine geçip bir fırka teşkil eden firak-ı dâllenin bütün imamları, ha*kaikın tenasübünü, mu*vazene*sini muha*faza edemediğin*dendir ki, böyle bid’aya, da*lâ*lete dü*şüp bir cemaat-i be*şeriyeyi yanlış yola sevk etmişler. İşte bunların bütün acz*leri, âyât-ı Kur’âniyenin i’câzını gösterir.» (Sözler sh: 441)
9- «Bütün mucizât-ı Ahmediye (a.s.m.) dahi Kur’ân’ın bir mucizesidir ki, Kur’ân’ın Cenâb-ı Hakka karşı nisbetini gösterir ve o nisbetin zu*huruyla herbir kelimesi bir mu*cize olur. Çünkü, o vakit birtek kelime, bir çekirdek gibi, bir şecere-i hakaikı mânen tazammun edebilir. Hem mer*kez-i kalb gibi, hakikat-i uzmânın bü*tün âzâ*sına münasebettar olabilir. Hem bir ilm-i muhite ve nihayetsiz bir iradeye isti*nad ettiği için, huru*fuyla, heyetiyle, vaziyetiyle, mevki*iyle hadsiz eşyaya bakabi*lir. İşte, şu sırdandır ki, ulema-i ilm-i huruf, Kur’ân’ın bir harfinden bir sayfa kadar esrar bul*duklarını iddia ederler ve dâvâlarını o fennin ehline is*pat ediyorlar.» (Sözler sh: 443)
10- «İslâmiyetin dairesine Selef-i Sâlihîn gibi takvâ-yı kâmile kapısıyla ve zaruriyât-ı diniyenin imti*sali tarikiyle dahil olanlarda meylü’t-tevessü ve irade-i içtihad bulunsa, o kemaldir ve tekem*müldür. Yoksa, za*ruriyâtı terk eden ve hayat-ı dünyeviyeyi ha*yat-ı uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i mad*diye ile âlûde olanlardan olan o meylü’t-tevsi ve irade-i içtihad, vücud-u İslâmiyeyi tahrip ve boy*nun*daki şer’î zinci*rini çıkarmaya vesiledir...
Üç nokta-i nazar, şu zamanın içtihadâtını arziye ya*par, se*mâvîlikten çıkarıyor. Halbuki, şeriat semâ*viyedir ve içtihadât-ı şer’iye dahi, onun ah*kâm-ı mesturesini iz*har ettiğin*den, semâviye*dirler.
Birincisi: Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrı*dır. Hikmet ve maslahat ise, tercihe sebeptir icaba, icada me*dar değildir. İllet ise, vücuduna medardır...
Şu zamanın nazarı, evvelâ ve bizzat saadet-i dün*ye*viyeye ba*kıyor ve ahkâmları ona tevcih ediyor. Halbuki, şeriatın nazarı ise, evvelâ ve bizzat saadet-i uh*reviyeye bakar ikinci derecede, âhirete vesile olmak do*layısıyla, dünyanın saadetine nazar eder. Demek, şu zamanın na*zarı, ruh-u şeriattan yabanîdir. Öyleyse şe*riat namına iç*tihad edemez.» (Sözler sh: 482)
11- «Şu zamanın ehl-i içtihadı, o zaruratı ahkâm-ı şer’iyeye medar yaptıklarından, içtihadları arziyedir, he*vesîdir, felsefîdir semâvî olamaz, şer’î değil. Halbuki, se*mâvat ve arzın Hâlıkının ahkâm-ı İlâhiyesinde tasarruf ve ibâdının ibâ*dâtına müdahale ve o Hâlıkın izn-i mâ*nevîsi ol*mazsa, o tasarruf, o müdahale merduddur.» (Sözler sh: 483)
12- «Rüyadaki adam kendi rüyasını tabir edeme*diği gibi, o kı*sım ehl-i keşif ve şuhud dahi rüyetlerini o halde iken kendileri ta*bir edemezler. Onları tabir edecek, “asfiya” denilen veraset-i nübüvvet mu*hakkikleridir. Elbette o kısım ehl-i şuhud dahi, asfiya makamına çıktık*ları zaman, kitap ve sünnetin ir*şa*dıyla yanlışlarını anlarlar, tashih ederler, hem etmiş*ler.» (Mektubat sh: 81)
13- «Şu meseleden anlaşılıyor ki, derece-i şuhud, de*rece-i iman-ı bilgaybdan çok aşağıdır. Yani, yalnız şuhu*duna istinad eden bir kısım ehl‑i velâye*tin ihatasız keş*fiyatı, veraset-i nübüvvet ehli olan asfiya ve muhakkikî*nin, şuhuda değil, Kur’ân’a ve vahye, gaybî fakat daha sâfi, iha*talı, doğru hakaik-i imaniyelerine dair ahkâm*larına yetişmez.
Demek, bütün ahval ve keşfiyatın ve ezvak ve mü*şahe*datın mizanı, Kitap ve Sünnettir. Ve mihenkleri, Kitap ve Sünnetin desâtir-i kudsi*yeleri ve asfiya-i mu*hakkikînin kavânin-i had*siyeleridir.» (Mektubat sh: 83)
14- «Bu fakir Said, Eski Said’den çıkmaya çalış*tığı bir za*manda, rehbersizlikten ve nefs-i emmârenin gu*rurun*dan gayet müthiş ve mânevî bir fırtına içinde akıl ve kal*bim hakaik içerisinde yuvarlandılar. Kâh Süreyya’dan se*râya, kâh serâdan Süreyya’ya kadar bir sukut ve suud içerisinde çalkanıyorlardı.
İşte, o zaman müşahede ettim ki, Sünnet-i Seniyyenin mesele*leri, hattâ küçük âdâbları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıble*nâmeli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde bi*rer düğme hük*münde görüyordum. Hem o seyahat-i ruhiyede, çok taz*yikat altında, gayet ağır yükler yüklenmiş bir vazi*yette kendimi gördüğüm zamanda, Sünnet-i Seniyyenin o vazi*yete temas eden meselelerine ittibâ ettikçe, benim bü*tün ağırlıklarımı alıyor gibi bir hiffet buluyordum. Bir teslimi*yetle, tereddütlerden ve vesve*seler*den, yani, “Acaba böyle hareket hak mıdır, maslahat mıdır?” diye endişe*lerden kurtulu*yordum. Ne vakit elimi çektiysem, bakı*yordum, tazyi*kat çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı. Ne vakit Sünnete yapışsam yol ay*dın*laşıyor, selâ*metli yol görünüyor, yük hafifleşi*yor, tazyikat kalkı*yor gibi bir hâlet hissediyor*dum. İşte o za*manlarımda İmam‑ı Rabbanînin hük*münü bilmüşahede tasdik ettim.» (Lem’alar sh: 50)
İşte birkaç kısa nümuneler olarak nakledilen yuka*rı*daki ifade ve beyan*larda sarahaten görülüyor ki, dinde, te*’*vil kaldır*maz ve bağlayıcı bazı hüküm ve düs*turlar ve mu*karrer kaideler, muhkemat ve esaslar var*dır. Bunlara iman ve teslimiyet şart ve zaruridir. Aksi halde şerî’at daire*sinden çıkmak tehlikesi do*ğar. Teferruat sayılan hükümler ise bu esaslara ters düşe*mez.
İşte bu gibi esaslarda bütün müslümanların itti*fakı mecburî olduğundan bu esaslar sağlam bir İslâm birliğini tahakkuk ettirir.
Dinî cemaatlerde sözü geçerli olan şahıslar, bu gibi esasları ve bu esas*larda birleşmenin zaruret ve el*zemiye*tini tekraren be*yan ve telkin etmeleri icab eder.
Dinî cemaatler de aynı kaide ile, yani meşru mes*lek esas*larında ittifak etmeyi esas almalıdırlar. Çünkü başka meşru bir ittifak yolu yoktur.
Esaslara muhalefet edenlerle hak ve şer’i mânâda it*ti*fak et*mek ve hizmet beraberliğinde olmak, aynı ha*tayı des*teklemekle aynı suça ortak olmayı netice verdi*ğinden ittifak edilemez.
Ezcümle: Hazreti Üstad Bediüzzaman, Eğirdir Müftüsüne yazdığı (Son İhtar) yazısında diyor ki:
15- «Zatınız, herkesten ziyade hizmetimize taraf*tar ve hara*retle himayetkâr olmak lâzım gelirken, ma*atte*es*süf, meçhul se*bep*lerle, aksimize tarafgirâne ve bize karşı soğukça rakîbane bak*tığı*nızdan, oğlunuzu bu köyde yer*leştirip ona dost-ahbap buldur*mak için çalıştı*nız. Neticesinde, burada öyle bir vaziyet hasıl olmuş ki, mahi*yetini düşündükçe senin bedeline ruhum titriyor. Çünkü, Es-sebebü ke’l-fâil kaidesince, bu vaziyetten ge*len günah*lardan, seyyi*attan siz mes’ulsünüz.
Zehire tiryak namı vermekle tiryak olmadığı gibi, zendeka hissiyatını veren ve dinsizliğe zemin ihzar eden bir heyetin vaziye*tine, ne nam verilirse verilsin, Genç Yurdu denilsin, hattâ Mübarekler Yurdu denilsin, ne de*nilirse denilsin, o mânâ değiş*mez. Başka yerlerde, Genç Yurdu ve Türklük Meclisi, Teceddüt Mahfeli gibi isim ve ünvan*larla bulunan heyetler, başka şekillerde zararsız bir surette bulunabilirler...
...İşte, sizin ilminize ve makam-ı içtimaînize ve men*sab-ı fet*vanıza ve bu havalideki nüfuzunuza ve evlât hakkındaki müfrit şefkatinizden gelen teşvikkâ*râne mu*avenetinize istinad ederek, bu*rada hem beni, hem seni pek ciddî alâkadar edecek bir vaziyet vü*cuda geli*yor.
Ben kendim burada muvakkatım ıslahına da mü*kel*lef deği*lim belki bir derece mesuliyetten kurtulabili*rim. Fakat zatınız hem sebep, hem nokta-i istinad oldu*ğunuz*dan, o vaziyetten gelen müt*hiş meyveler defter-i a’mâli*nize geçmemek için, herşeyden evvel bu vaziyeti ıslah etmelisiniz. Veyahut oğlunu buradan çek. O da*imî senin mânevî zararına günah işleyecek tezgâhı tebdil etmeye ça*lış.» (Barla Lâhikası sh: 196)
Aynı mesele ile alâkadar diğer birkaç kısa nümu*neler de şöyledir:
16- «Umumî musibet, ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın o zalim eşhâsın ha*rekâ*tına fiilen veya iltiza*men veya iltihaken taraftar olma*sıyla mâ*nen iştirak eder, musibet-i âmmeye sebe*biyet ve*rir.» (Sözler sh: 172)
17- «Bazen bu harp boğuşmalarını merakla takip eden, bir tarafa kalben taraftar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur.» (Şualar sh: 202)
18- «Zulme rıza zulümdür taraftar olsa, zâlim olur.
Meyletse [7] âyetine maz*har olur.» (Kastamonu Lâhikası sh: 207)
19- «İKİNCİ NOKTA
âyet-i kerimesi ferma*nıyla, zulme değil yalnız âlet olanı ve taraftar olanı, belki ednâ bir meyil edenleri dahi dehşetle ve şiddetle tehdit ediyor. Çünkü, rıza-yı küfür küfür olduğu gibi, zulme rıza da zulümdür.» (Mektubat sh: 361)
20- «Küfre rıza küfür olduğu gibi dalâlete, fıska, zulme rıza da fısktır, zulümdür, dalâlettir.» (Em.L.-ll sh: 175)
21- «Bu asırdaki ehl-i İslâmın fevkalâde safderun*luğu ve dehşetli cânileri de âlicenâbâne affetmesi ve bir tek ha*seneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler mânevî ve maddî hukuk-u ibâdı mahveden adamdan görse, ona bir nevi ta*raftar çıkmasıdır. Bu suretle, ekall-i kalîl olan ehl-i dalâlet ve tuğyan, safdil taraftarla ekseriyet teşkil ederek, ekseri*yetin hatâsına terettüp eden musibet-i âm*menin de*va*mına ve idamesine, belki teşdidine ka*der-i İlâhiyeye fetva verirler “Biz buna müstehakız” derler.» (Kastamonu Lâhikası sh: 25)
Bunlar gibi hayli ifade ve beyanlar açıkça göste*riyor ki, şe*r’î kaidelere muhalif düşen faaliyetlerde bu*lunanlarla beraberlik veya taraftarlık yapılamıyor.
Keza iyi niyetli dinî cemaatlerle ittifak için, şer*’iatın yasak*ladığını yasak, serbest bıraktıklarını serbest görüp, ona göre hareket etmeyi** ifade eden “hürriyet-i şer*’iye” ile beraber, anar*şiye kapı açan menfî hareket*leri terketmeyi şart koşan Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
22- «Muhabbet-i din saikasıyla teşekkül eden ce*ma*atlerin iki şartla umumunu tebrik ve onlarla ittihad ederiz.
Birinci şart: Hürriyet-i şer’iyeyi ve âsâyişi muha*faza etmektir.
İkinci şart: Muhabbet üzerinde hareket etmek, başka cemiyete leke sürmekle kendisine kıymet ver*meye çalış*mamak birinde hatâ bulunsa, müfti‑i ümmet olan cemiyet-i ulemâya havale etmektir.» (Hutbe-i Şamiye sh: 98)
Yani, çözüm isteyen teferruat meselelerindeki ih*tila*fın, usul-i şeri’ata ve şeri’atın temel kitablarına is*tinaden halledilmesini is*ter. Aksi halde meşru ittifa*kın sağ*lana*mıyacağını bildirir.
Şimdi bu umumî esaslardan sonra Risale-i Nur’un meslekî esaslarının ehemmiyetli bir kısmını, Külliyatın hü*küm ifade eden beyanlarından sarih olan*ların tesbitine ge*çiyoruz.
-
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
1-İHLÂS DÜSTURU VE ESASI
İhlâsın Tarifi:
1- «İhlâsı kazandıran, harekâtındaki sebebi sırf bir emr-i İlâhî ve neticesi rıza-yı İlâhî olduğunu düşünmeli ve vazife-i İlâhiyeye karışmamalı.» (Lem’alar sh: 133)
2- «İbadetin ruhu, ihlâstır. İhlâs ise, yapılan iba*detin yal*nız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir fayda ibadete illet gös*terilse, o ibadet bâ*tıldır. Faydalar, hikmetler yalnız müreccih olabilirler, illet olamazlar.» (İşarat-ül İ’caz sh: 85)
3- Kur’an (2: 22) ayetinde geçen « kelimesi... iba*detin ancak ihlâs ile ibadet olduğuna ve iba*de*tin mahzan vesile ol*mayıp maksud‑u bizzat oldu*ğuna ve ibadetin se*vap ve ikab için yapılmaması lüzu*muna işarettir.» (İşarat-ül İ’caz sh: 99)
İhlâs hakkındaki mezkûr tarife göre yapılan bir ha*re*ketin ibadet ve hiz*metin makbul olması için önce dinde emir veya tav*siye edil*miş ol*ması şarttır. O halde kişi, kendi düşünce ve tema*yülü ile bir hizmet, bir hareket yapıyorsa, mez*kûr İhlâs tari*fine girmez. Evet, yapılan hizmetin ki*tabta yeri olmadığı halde İhlâstan dem vurmak, aldanmak veya aldatmaktır. Yapılan bir işin emredi*lip emredilmediği de ancak kitabtan öğrenilir.
4- Evet, «Gafletle, kendi hesabına bir iş yaptığın za*man, had*dini tecavüz etme. Eğer Mâlikin hesabına olursa, istediğin şeyi al ve yap—fakat izin ve meşiet ve emri da*iresinde olmak şartıyla. İzin ve meşîetini de şeriatından öğrenirsin.» (Mesnevî-i Nuriye sh: 82)
Kezalik Kur’anda bizzat Resulullaha (a.s.m.) ve do*layı*siyle de bütün üm*mete (emrolunduğu gibi hareket etmeyi) kat’i bir tarzda beyan eden şu ayette Peygamberimiz (a.s.m.):
5- «[8] emrini tamamıyla imtisal et*tiği için, bütün ef’al ve akval ve ahvâlinde istikamet, kat’î bir surette görünüyor.» (Lem’alar sh: 60)
Hem, Resulullaha (a.s.m.) ittibaen bu emrin imtisa*linde, bu fitne asrında mânen vazifeli olan Üstad Bediüzzaman, bu istika*meti Risale-i Nura atfederek di*yor ki:
6- «On dördüncü asırda Kur’ân’dan iktibas edip, is*ti*kametsiz sakim yollar içinde sırat-ı müstakîmi gös*te*recek âsârı neşreden bir adamı, o hadsiz efrad içinde dahil edi*yor.
Hem o istikametin bir hususiyeti var ki, tarihiyle işa*ret ediyor. Halbuki, o asırda şahsen istikamette müm*taz bir hususiyet kesb etmek çok uzaktır. Demek, şahsî isti*kamet değil. Öyleyse, o adamın teşebbü*süyle neş*redilen esrar-ı Kur’âniye, o asırda isti*kamette imtiyaz kesb ede*cek. O adam şahsen gayr-ı müsta*kim olduğu halde, müs*takimler içine ithali, o imtiyaza remzeder.» (Sikke-i Tasdik-i Gaybî sh: 163)
Demek İhlâs, kitabın sarih hükümlerine teslimi*yeti ik*tiza eder ve o zaman yapılan hareket ibadet olur ve ibadet hakikatini kazanır.
7- Evet «Rıza-yı İlâhî kâfidir. Eğer o yâr ise, herşey yârdır. Eğer o yâr değilse, bütün dünya alkışlasa beş para değ*mez. İnsanların takdiri, istihsanı, eğer böyle işte, böyle amel-i uhrevîde illet ise, o ameli iptal eder. Eğer mü*reccih ise, o ameldeki ihlâsı kırar. Eğer müşevvik ise saffetine izale eder. Eğer sırf alâmet-i makbuliyet ola*rak, istemeyerek, Cenab-ı Hak ihsan etse, o amelin ve ilmin insanlarda hüsn-ü tesîri namına kabul etmek gü*zeldir ki, [9] buna işarettir. Said» (Barla Lâhikası sh: 78)
İhlâs Esastır:
8- «Eğer İslâmiyetin bir sırr-ı esası olan ihlâs ve rıza-yı İlâhî cihetinde, Kur’ân-ı Hakîmin ders verdiği ah*kâm ve hakaik-i kudsiyeye dair harekât ve a’mâl ondan sudur etse, lisan-ı hali mânen âyât-ı Kur’âniyeyi okusa, o vakit mânen âlem-i İslâmın herbir ferdinin vird-i zebânı olan
duasında dahil olup hissedar olur ve umumuyla uhuvvetkârâne alâkadar olur.» (Mektubat sh: 413)
9- «Faraza hubb-u cahı kalbinden çıkarmazsa, fa*kat ihlâsı ve rıza-yı İlâhîyi esas tutmak ve hubb-u cahı hedef ittihaz et*memek şartıyla, bir nevi meşru makam-ı mâ*nevî, hem muhte*şem bir makam kazanır ki, o hubb-u cah damarını kemâliyle tat*min eder.» (Mektubat sh: 414)
10- «Velâyet yollarının ve tarikat şubelerinin en mü*him esası, ihlâstır. Çünkü ihlâs ile hafî şirkler*den halâs olur. İhlâsı kazanmayan, o yollarda geze*mez.» (Mektubat sh: 450)
11-
[10]
âyetiyle ve
(ev kemâ kàle) hadis-i şerifi, ikisi de ihlâs ne ka*dar İslâmiyette mühim bir esas olduğunu gösteri*yor*lar.» (Lem’alar sh: 148)
12- «Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en makbul bir şe*faatçi, en metin bir nokta-i istinad, en kısa bir ta*rik-i haki*kat, en makbul bir dua-yı mânevî, en kera*metli bir vesile-i makasıd, en yüksek bir haslet, en sâfi bir ubudi*yet, ihlâs*tır.» (Lem’alar sh: 149)
13- «En kıymetli ve en lüzumlu esas, ih*lâs*tır.» (Lem’alar sh: 201)
14- «Risale-i Nur’un meslek-i esası, ihlâs-ı tam ve terk-i enâniyet...» (Şualar sh: 302)
15- «Kendimizi satmak ve beğendirmek ve te*med*düh etmek ve hodfuruşluk etmek ise, Risale‑i Nur’un ehemmiyetli bir esası olan ihlâs sırrını bozmaktır.» (Şualar sh: 681)
16- «Mesleğimizde, ihlâs-ı tâmmeden sonra en bü*yük esas, sebat ve metanettir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 248)
17- «Mesleğimizin “hıllet” ve “ihlâs” ve “uhuvvet” esas*ları...» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 166)
18- «Acip bir riyakârlık olan şöhretperestlik ve câzi*bedar bir hodfuruşluk olan tarihlere şâşaalı geçmek ve insanlara iyi görünmek ise, Nurun bir esası ve mesleği olan ihlâsa zıttır ve münafidir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 195)
19- «Mesleğimizin esası, âzamî ihlâs ve terk-i ena*niyet*tir. İhlâslı bir dirhem amel, ihlâssız yüz batman amele müreccah*tır. İnsanların maddî mânevî hediyelerinden hürmet ve teveccüh-ü âmmeden, şöh*retten şiddetle kaçı*yorum” der. Ziyaretçi kabul etme*me*sinin bir hikmeti de bu sır olsa gerek.» (Tarihçe-i Hayat sh: 699)
-
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
İhlâsın lüzumu ve şartiyeti:
20- «Madem çok sevap istersin ihlâsı esas tut ve yalnız rıza-yı İlâhîyi düşün. Tâ ki senin ağzından çı*kan mübarek kelime*lerin havadaki efradları, ihlâs ile ve niyet-i sâdıka ile hayatlansın, canlansın, hadsiz zîşu*urun kulakla*rına gidip onları nurlandırsın, sana da se*vap kazandırsın.... Eğer rıza-yı İlâhî ve ihlâs o havadaki kelimelere hayat vermezse, dinlenilmez. Sevap da yalnız ağızdaki kelimeye münhasır kalır.» (Lem’alar sh: 152)
21- «A’mâl-i salihanın ruhu, esası, ihlâs oldu*ğunu derk etmiyor.» (Lem’alar sh: 157)
22- «Bizler imkân dairesinde bütün kuvvetimizle Lem’a-i İhlâsın düsturlarını ve hakikî ihlâsın sırrını mâ*beynimizde ve birbirimize karşı istimal etmek, vü*cup de*recesine gelmiş.» (Şualar sh: 500)
23- «Niyette öyle bir hâsiyet vardır ki, seyyiatı ha*se*nata ve ha*senatı seyyiata tahvil eder. Demek, niyet bir ruhtur. O ruhun ruhu da ihlâstır. Öyleyse, necat, ha*lâs, an*cak ihlâs iledir.» (Mesnevî-i Nuriye sh: 70)
24- «Duayı ibadet kastıyla yapmayıp, matlubun tah*siline tah*sis ettiğinden, aksülâmel olur. O dua ibade*tinde ihlâs kırılır, makbul olmaz.» (Mesnevî-i Nuriye sh: 225)
25- «Hâfız Ali Efendi, kendine rakip olacak diğer bir karde*şimiz hakkında gösterdiği hiss-i uhuvveti, çok kıy*mettar gördüğüm için size beyan ediyorum:
O zat yanıma geldi ötekinin hattı, kendisinin hat*tın*dan iyi ol*duğunu söyledim. “O daha çok hizmet eder” dedim. Baktım ki, Hâfız Ali kemal-i samimiyet ve ih*lâsla, onun tefevvukuyla if*tihar etti, telez*züz ey*ledi. Hem Üstadının nazar-ı muhabbetini celb et*tiği için memnun oldu. Onun kalbine dikkat ettim, gös*teriş değil, samimî olduğunu hissettim. Cenab-ı Allah’a şükrettim ki, kardeş*lerim içinde bu âli hissi taşıyanlar var. İnşaallah bu his bü*yük hizmet görecek.» (Barla Lâhikası sh: 125)
Hazret-i Üstad bir talebesi için diyor:
26- «Ara sıra birer bardak çay ısrar ediyordum, il*hâhıma karşı istinkâf ediyordu. “Niçin böyle yapıyor*sun?” derdim. “Hizmetimize maddî fayda girme*yip, fîsebîlil*lâh, ihlâslı olmak istiyoruz” derdi.» (Barla Lâhikası sh: 200)
27- «Haddinden fazla fevkalâde hüsn-ü zan ve müf*ritane âlî makam vermek yerine, fevkalâde sadakat ve se*bat ve müfritane ir*tibat ve ihlâs lâzımdır. Onda terakki etmeliyiz.» (Kastamonu Lâhikası sh: 89)
28- «Risale-i Nur dairesine sıdk ve ihlâsla gi*renlerin ka*zançları pek azîm ve küllîdir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 94)
29- «Elbette, bu büyük kazancı kaçırmamak için, tak*vâda, ihlâsta, sadakatte çalışmak gerek*tir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 96)
30- «Bu acip asrın bu acip hastalığına ve dehşetli ma*razına karşı Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın tiryak misâl ilâçla*rının nâşiri olan Risale-i Nur dayanabilir ve onun metîn, sarsılmaz, sebatkâr, hâlis, sâdık, fedakâr şakird*leri muka*vemet edebilir. Öyleyse, her*şeyden evvel onun dairesine girmeli, sadakatle, tam metanet ve ciddî ihlâs ve tam itimadla ona yapışmak lâzım ki, o acip hastalığın tesirin*den kurtulsun.» (Kastamonu Lâhikası sh: 105)
31- «Madem mesleğimiz âzamî ihlâstır değil benlik, enaniyet, dünya saltanatı da verilse, bâki bir mesele-i imaniyeyi o saltanata tercih etmek âzamî ihlâsın ikti*zasıdır.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 246)
32- İkinci hizmet safhası: Hazret-i Üstad, «Van’da in*zi*vada iken garba nefyedilip Isparta’nın Barla nahi*yesinde ika*mete me*mur edildiği zamandan başlar ki, Risale-i Nur’un zuhuru ve inti*şarıdır. Âzamî ihlâs, âzamî fedakârlık, âzamî sadakat, meta*net ve dikkat ve iktisat içinde Risale-i Nur’la giriştiği hizmet-i imaniye ve mâ*nevî cihad-ı diniye*dir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 27)
33- «Evet, Molla Said’in istikbalde Risale-i Nur’la gö*receği hizmet-i imaniyeyi kemâl-i ihlâsla ifası ve bu hizmetin meydana gelebilmesi için “Uhrevî hizmetin mu*kabilinde hiç bir şey talep etme*mek” olan kudsî düsturun icmâlî bir fihris*tesi, daha küçük yaşında iken rahmet-i İlâhiye tarafından ru*hunda yerleştirilmişti.» (Tarihçe-i Hayat sh: 31)
34- «Haklı şûrâ ihlâs ve tesanüdü netice ver*diğinden, üç elif, yüz on bir olduğu gibi, ihlâs ve te*sanüd-ü hakiki ile, üç adam, yüz adam kadar millete fayda verebi*lir. Ve on adamın ha*kikî ihlâs ve tesa*nüd ve meşveretin sırrıyla, bin adam kadar iş gördüklerini, çok vukuat-ı ta*rihiye bize haber veriyor.» (Hutbe-i Şamiye sh: 62)
35- «Sual: Herşeyden evvel bize lazım nedir?
Sıdk, ihlâs, sadakat, sebat, tesanüd.(*) » (Münazarat sh: 64)
İhlâsı Kazanabilme Sebebleri:
36- «Hizmet-i Kur’âniyede bulunana, ya dünya ona küs*meli veya o dünyaya küsmeli—tâ, ihlâsla, ciddiyetle hizmet-i Kur’âniyede bulunsun.» (Lem’alar sh: 42)
37- «İktisat ise, kanaati intaç eder. ... Kanaat vası*ta*sıyla in*sanlardan istiğnâ etmek cihetinde, tevec*cühlerini aramaz. İhlâs kapısı açılır, riyâ kapısı kapanır.» (Lem’alar sh: 146)
38- «İşte bu müthiş marazın merhemi, ilâcı, ih*lâs*tır. Yani, hakperestliği nefisperestliğe tercih etmekle ve hakkın ha*tırı, nefsin ve enâniyetin hatı*rına galip gelmekle, [11] sırrına mazhar olup, nâstan gelen maddî ve mânevî ücretten is*tiğnâ etmekle ..... hüsnü kabul ve hüsn-ü tesir ve te*veccüh-ü nâsı kazanmak noktalarının Cenâb-ı Hakkın vazifesi ve ihsanı ol*duğunu ve kendi vazi*fesi olan teb*liğde dahil olmadığını ve lâzım da olmadığını ve onunla mükellef olmadığını bilmekle ihlâsa mu*vaf*fak olur. Yoksa ihlâsı kaçırır.» (Lem’alar sh: 149)
39- «Vahîm neticeleri görmemenin yegâne çaresi, Dokuz Emirdir.
1. Müsbet hareket etmektir ki, yani, kendi mesleği*nin muhabbetiyle hareket etmek. Başka meslek*lerin adâ*veti ve başka*larının tenkîsi, onun fikrine ve ilmine müda*hale etmesin, onlarla meşgul olmasın.
2. Belki, daire-i İslâmiyet içinde, hangi meş*repte olursa olsun, medar-ı muhabbet ve uhuvvet ve ittifak ola*cak çok rabıta-i vahdet bulunduğunu dü*şünüp it*tifak ede*rek,
3. Ve haklı her meslek sahibinin, başkasının mesle*ğine ilişmemek cihetinde hakkı ise, “Mesleğim haktır,” yahut “daha gü*zeldir” diyebilir. Yoksa, başkası*nın mesle*ğinin haksızlığını veya çirkinliğini ima eden “Hak yalnız benim mesleğimdir” veyahut “Güzel be*nim meşrebim*dir” diyemez olan insaf düsturunu reh*ber etmek,
4. Ve ehl-i hakla ittifak, tevfik-i İlâhînin bir se*bebi ve diya*netteki izzetin bir medarı olduğunu düşün*mekle,
5. Hem ehl-i dalâlet ve haksızlık, tesanüd sebe*biyle, cemaat suretindeki kuvvetli bir şahs-ı mânevînin dehâ*sıyla hücumu za*manında, o şahs-ı mânevîye karşı, en kuvvetli ferdî olan mukave*metin mağlûp düştü*ğünü an*layıp, ehl-i hak tarafındaki ittifak ile bir şahs-ı mânevî çı*karıp, o müthiş şahs-ı mânevî-i da*lâ*lete karşı hakkaniyeti muhafaza ettirmek,
6. Ve hakkı, bâtılın savletinden kurtarmak için,
7. Nefsini ve enâniyetini,
8. Ve yanlış düşündüğü izzetini,
9. Ve ehemmiyetsiz, rekabetkârâne hissiyatını terk et*mekle ihlâsı kazanır, vazifesini hak*kıyla ifa eder.» (Lem’alar sh: 151)
40- «Tarîk-i hakta gidenlere refakatle iftihar etmek ve ar*kalarından gitmek ve imamlık şerefini onlara bı*rakmak ve o hak yolunda kim olursa ol*sun kendinden daha iyi olduğunun ih*timaliyle enâni*yetinden vazgeçip ihlâsı kazanmak ..... tâbi*iyeti dahi, sebeb-i mes’uliyet ve hatarlı olan metbûiyete ter*cih etmekle o marazdan kurtu*lur ve ihlâsı kaza*nır.» (Lem’alar sh: 153)
41- «O ehl-i hakkın kafilesine fedakârâne, sami*mâne ilti*hak etmektir, şahsiyetini unutmakla riyâ ve ta*sannudan kurtulup ihlâsı elde etmektir.» (Lem’alar sh: 154)
42- «İnsaflı hakperest, hakkın hatırı için nefsin ha*tırını kırıyor. Hasmının elinde hakkı görse, yine rıza ile kabul edip taraftar çıkar, memnun olur.
İşte bu düsturu ehl-i din, ehl-i hakikat, ehl-i tarikat, ehl-i ilim kendilerine rehber ittihaz etseler, ihlâsı kazanır*lar. » (Lem’alar sh: 158)
43- «İhlâsı kazanmak ve muhafaza etmek ve mâni*leri def etmek için, gelecek düsturlar rehberiniz ol*sun.
44- BİRİNCİ DÜSTURUNUZ: Amelinizde rıza-yı İlâhî ol*malı.....
45- İKİNCİ DÜSTURUNUZ: Bu hizmet-i Kur’âniyede bulu*nan kardeşlerinizi tenkid etme*mek ve onların üstünde fazilet*furuşluk nev’inden gıpta damarını tahrik etmemektir.» (Lem’alar sh: 160)
46- «ÜÇÜNCÜ DÜSTURUNUZ: Bütün kuv*ve*ti*nizi ihlâsta ve hakta bilmelisiniz. Evet, kuvvet haktadır ve ih*lâstadır. (Lem’alar sh: 161)
-
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
DÖRDÜNCÜ DÜSTURUNUZ: Kardeşlerinizin mezi*yetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasav*vur edip, onla*rın şerefleriyle şâkirâne iftihar et*mektir... Kardeşler arasında buna tefânî denilir. Yani, bir*birinde fâni ol*maktır. Yani, kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unu*tup, kar*deşlerinin meziyat ve hissiyatıyla fikren yaşa*mak*tır.» (Lem’alar sh: 162)
48- «İhlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi, rabıta-i mevttir. Evet, ihlâsı zedele*yen ve riyâya ve dünyaya sevk eden tûl-i emel olduğu gibi, ri*yâdan nefret veren ve ihlâsı ka*zandıran, ra*bıta-i mevttir. Yani, ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülâ*haza edip, nefsin desiselerinden kurtul*mak*tır..... Evet, hiç hayale, faraza lüzum kalma*dan, bu kısa ömür ağa*cının başındaki tek meyvesi olan kendi cenazesine bakabilir. Onunla yalnız kendi şahsı*nın mevtini gördüğü gibi, bir parça öbür tarafa gitse as*rının ölümünü de görür daha bir parça öbür tarafa gitse dün*yanın ölümünü de müşahede eder, ihlâs-ı etemme yol açar.» (Lem’alar sh: 163)
49- «O kader-i İlâhî, o ehl-i marifet adamın dost*luk ümit et*tiği yerden adâvet gösterdi ki, hürmet yü*zün*den ilmi riyâya girmesin ve ihlâsı kazan*sın.» (Lem’alar sh: 174)
50- «Kardeşlerimin takvâ ve ihlâsları ve ziyaretçi*le*rin hür*met ve hüsn-ü zanları içinde, ben bilmeyerek, nef*sim müftehirâne, güya müteşekkirâne perdesi al*tında ri*yâkârâne bir enâniyet vazi*ye*tini almak istedi. Birden bu ehl-i dünyanın hadsiz hassasiyetle ve hattâ riyâkârlı*ğın zerrelerini de hissedebilir bir tarzda, birden bana iliştiler. Ben Cenâb-ı Hakka şükrediyorum ki, bunla*rın zulmü bana bir vasıta-i ihlâs oldu.» (Lem’alar sh: 175)
51- «Risale-i Nur şakirdlerinde sırr-ı ihlâsın ne derece yük*sek bir terk-i enaniyet ve hazz‑ı nefsî*den teberri et*mek gibi, ihlâsın en yüksek seci*yeleri Risale-i Nur şakird*lerinde tezahür ediyor.» (Kastamonu Lâhikası sh: 250)
52- «Risale-i Nur’un hakikî şakirdleri, hizmet-i imani*yeyi herşeyin fevkinde görür kutbiyet de ve*rilse ihlâs için hiz*metkârlığı tercih eder» (Kastamonu Lâhikası sh: 251)
53- «Hakikat-i ihlâs, benim için şan ve şe*refe ve maddî ve mânevî rütbelere vesile olabi*len şeylerden beni men edi*yor.... hâlis bir hâdim ola*rak, hakikat-i ihlâs ile, herşeyin fevkinde hakaik-i imani*yeyi on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetle bin*ler adamı irşad etmekten daha ehemmiyetli görüyo*rum.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 75)
54- «Dünyada muvakkat zevkler, kerametler tam nefsini mağlûp etmeyen insanlara bir maksat olup, uh*revî ameline bir se*bep teşkil eder, ihlâsı kırılır. Çünkü amel-i uhrevî ile dünyevî maksatlar, zevkler aranılmaz ara*nılsa, sırr-ı ihlâsı bo*zar.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 86)
55- «Dine, imana hizmeti ve Risale-i Nur’u değil dünya siya*setine, belki kemâlât-ı mâneviyeye ve maka*mat-ı âliyeye âlet ede*mediğim gibi, herkesin hoş gör*düğü saadet-i uhreviye ve Cehennemden kurtulmaya vesile etmemek ve yalnız emr-i İlâhî ve rıza-yı İlâhîden başka hiçbir şeye âlet etmemek bu za*manda Nurun hakikî kuv*veti olan sırr-ı ihlâs-ı ha*kikîyi mu*ha*faza etmeye beni mecbur etmiş.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 152)
56- «“Benim vazifem hizmet-i imaniyedir mu*vaf*fak etmek veya etmemek Cenab-ı Hakkın vazifesi*dir” deyip ihlâs ile hare*ket etmeyi Kur’ân’dan ders al*mışım.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 242)
57- «Bu zamanın bir hastalığı daha var o da ben*lik, enani*yet, hodfuruşluk, hayatını güzelce me*deniyet fan*taziye*siyle geçirmek iştihası, tiryaki*lik gibi hastalıklardır. Risale-i Nur’un Kur’ân’dan al*dığı dersin en birinci esası benlik, enaniyet, hodfuruş*luğu terk etmek lüzumudur. Tâ ihlâs-ı hakikî
-
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
İhlası bozan şeyler:
58- «Eğer asılsız ve riyaya sebep ve ihlâsı kıra*cak bir şöh*ret-i kâzibeyi kırmak için teveccüh-ü âmmeyi hakkımda boz*mak murad ise, onlara rahmet! Çünkü te*veccüh-ü âmmeye maz*har olmak ve halkla*rın nazarında şöhret kazanmak, benim gibi adamlara za*rardır zannede*rim.» (Mektubat sh: 65)
59- «Ben onlara müracaat ve dehalet ettikçe âdil olan kader-i İlâhî, beni onların zalim eliyle tâzip ede*cek*tir. Çünkü onlar diya*nete merbutiyetimden beni sı*kıyor*lar kader ise, benim diya*nette ve ihlâsta noksa*niyetim var, ara sıra ehl-i dünyaya riya*kârlık*larımdan için beni sıkı*yor. Öyleyse, şimdi*lik şu sıkıntıdan kurtuluşum yok. Eğer ehl-i dünyaya müracaat etsem, kader der: “Ey riyakâr, bu müracaatın cezasını çek.” Eğer müra*caat etmezsem, ehl-i dünya der: “Bizi ta*nımıyorsun, sıkıntıda kal.”» (Mektubat sh: 74)
60- «Keşf ü keramet, ezvak u envar veril*diği vakit, bir iltifât-ı İlâhî nev’inden kabul edip setrine çalışıyor*lar. Fahre değil, belki şükre, ubudiyete daha ziyade giri*yorlar. Çokları o ahvâlin isti*tar ve inkıtâını istemişler, tâ ki amellerindeki ihlâs ze*delenmesin. Evet, makbul bir insan hakkında en mü*him bir ihsan-ı İlâhî, ihsanını ona ihsas etmemektir—tâ ni*yazdan naza ve şü*kürden fahre girme*sin.
61- İşte bu hakikate binaendir ki, velâyeti ve tari*kati isteyen*ler, eğer velâyetin bazı tereşşuhâtı olan ez*vak ve kerâmâtı ister*lerse ve onlara mütevec*cih ise ve onlardan hoşlansa, bâki, uhrevî meyve*leri fâni dünyada, fâni bir su*rette yemek kabilinden ol*makla beraber, velâyetin mayası olan ihlâsı kaybedip velâye*tin kaçmasına meydan açar.» (Mektubat sh: 451)
62- «Hakaik-i Kur’âniye nurdur, ziyadır. Tasannu, temellük, tezellül zulmetleriyle birleşemiyor. Onun için, bu nurların hakikat*lerinin meâli benden uzaklaşıyor tar*zında bulunarak bana yabanî görünüyor, yabanî kalı*yordu. Cenâb-ı Haktan niyaz ediyorum ki, bundan sonra Cenâb-ı Hak bana o hizmete lâyık ihlâs ihsan et*sin, ehl-i dünyaya tasannu ve riyâdan kurtarsın.» (Lem’alar sh: 44)
63- «Hırs, ihlâsı kırar, amel-i uhreviyeyi zedeler. Çünkü, bir ehl-i takvânın hırsı varsa, teveccüh-ü nâsı is*ter. Teveccüh-ü nâsı mürâât eden, ihlâs-ı tâmmı bulamaz. » (Lem’alar sh: 146)
64- «Teveccüh-ü nâs istenilmez, belki veri*lir. Verilse de onunla hoşlanılmaz. Hoşlansa ihlâsı kaybe*der, riyâya girer. Şan ve şeref arzusuyla teveccüh‑ü nâs ise, ücret ve mükâfat değil, belki ihlâs*sız*lık yüzünden ge*len bir itab ve bir mücazattır. » (Lem’alar sh: 149)
65- «Hizmet-i diniyenin mukabilinde dün*yada bir*şey istenilmemeli ki, ihlâs kaçmasın. Çendan hakları var ki, ümmet onların maişetlerini te*min etsin. Hem zekâta da müstehak*tırlar. Fakat bu iste*nilmez, belki verilir. Verildiği vakit de “Hizmetimin üc*retidir” denilmez.» (Lem’alar sh: 150)
66- «“Şakirdlerim ne için onun yanına gidiyorlar? Ne için onun kadar şakirdlerim bulunmuyor?” diye, enâniyeti oradan fır*sat bulup, mezmûm bir haslet olan hubb-u câha temayül etti*rir, ihlâsı kaçırır, riyâ kapısını açar.
67- İşte bu hatanın ve bu yaranın ve bu müthiş ma*raz-ı ru*hanînin ilâcı şudur ki: Cenâb-ı Hakkın rı*zası ihlâs ile kaza*nılır kesret-i etbâ’ ile ve fazla muvaffakiyetle değildir.» (Lem’alar sh: 152)
68- «Enâniyetten tecerrüd edemedikleri için, ifrat ve tefrit yüzünden, ulvî bir menba-ı kuvvet olan ittifakı kaybedip, ihlâs da kırılır. Ve vazife-i uh*reviye de zede*lenir. Kolayca rıza-yı İlâhî de elde edil*mez.» (Lem’alar sh: 153)
69- «Galebe neticesinde ehl-i hak zillete ve mah*kû*miyete ve tasannua ve riyâya düşüp ihlâsı kay*beder. O nâmert, him*metsiz, hamiyetsiz bir kısım ehl-i dünyaya dalkavukluk etmeye mecbur olur.» (Lem’alar sh: 155)
70- «Bazı hissiyat-ı süfliye ve menâfi-i cüz*’iyenin ha*tırı için ihlâsı kırmakla, hem bu hiz*metteki umum kardeşle*rimizin hukukuna tecavüz, hem hizmet-i Kur’âniyenin hürmetine taarruz, hem hakaik-i imaniyenin kudsiyetine hürmetsizlik etmiş oluruz.» (Lem’alar sh: 160)
71- «İhlâsı kıran ve riyâya sevk eden pek çok es*bab*dan iki üçünü muhtasaran beyan edeceğiz.
BİRİNCİSİ: Menfaat-i maddiye cihetinden gelen reka*bet, yavaş yavaş ihlâsı kırar..... sadaka ve he*diye gibi maddî men*fa*atlerle yardım edip hürmet et*mişler. Fakat bu muavenet ve men*faat istenilmez, belki verilir. Hem kalben arzu edip muntazır kal*makla, lisan-ı hal ile dahi istenilmez. Belki ummadığı bir halde verilir. Yoksa ih*lâsı zede*lenir. » (Lem’alar sh: 164)
72- «İHLÂSI KIRAN İKİNCİ MÂNİ: Hubb-u cahtan gelen şöh*retpe*restlik saikasıyla ve şan ve şeref perdesi al*tında te*veccüh-ü âmmeyi kazanmak, nazar-ı dikkati kendine celb etmekle enâniyeti okşa*mak ve nefs-i emmâreye bir makam vermektir ki, en mühim bir ma*raz-ı ruhî olduğu gibi, “şirk-i hafî” tabir edilen ri*yâkâr*lığa, hodfuruşluğa kapı açar, ihlâsı ze*deler.» (Lem’alar sh: 165)
73- «Temeddühü ve sevdirmesi ise, aksülâ*melle is*tiskali celb eder, soğuk düşürtür. Hem amel-i uhrevîde ihlâsı kaybe*der, riyâyı karıştırır.» (Lem’alar sh: 275)
74- «“Mustafa Kemal sana üç yüz lira maaş verip, Kürdistana ve vilâyât-ı şarkiyeye, Şeyh Sinûsî yerine vâiz-i umumî yapmak teklifini neden kabul etme*din?.... Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye âlet olamayan ve tâbi olmayan ve sırr-ı ihlâsı taşı*yan Risale-i Nur mey*dana gelmezdi. » (Şualar sh: 289) (*)
75- «Hem şimdi hükmeden öyle kuvvetli ce*reyan*lar içinde siyasete girenlerden hiçbir kimse, istiklâliye*tini ve ihlâsını muhafaza edemez. Herhalde bir cereyan onun hareke*tini kendi hesabına alacak, dünyevî maksa*dına âlet edecek, o hiz*metin kudsiyetini bozacak.» (Şualar sh: 362)
76- «Mahdud birkaç arkadaşına bedel çok diplo*mat*ları kendisine taraftar kazanmak için ze*min hazır iken, sırf siyasete karışmamak ve ihlâ*sına zarar vermemek ve hükûme*tin nazarını ken*dine celb etmemek ve dünya ile meşgul olmamak için, bütün arkadaşlarına yazıp ki, “Sakın cereyanlara ka*pıl*mayı*nız, siyasete girmeyiniz, âsâyişe dokunmayınız” dediği... » (Şualar sh: 374)
77- «Siyasetten ve siyasî mânâsını işmam eden maddî ve mânevî mertebelerden ihlâs sırrıyla bütün kuvvetiyle ka*çan...» (Şualar sh: 388)
78- «Ben, değil dünyevî makamatı ve şan ve şe*refi şahsıma kazandırmak, belki mânevî büyük ma*ka*mat fa*raza bana ve*rilse de, fakat hizmetteki ih*lâsıma nefsimin hissesi ka*rışmak ihtimaline binaen korkarak o makamatı da hizmetime feda et*meye karar verdiğim ve fiilen de öy*lece hareket... » (Şualar sh: 395)
79- «İbadetlerde rekabet edilmemelidir. Olduğu takdirde ih*lâsı kaybolur. Ve o rekabeti yapan, halkın takdir ve tahsinleri gibi dünyevî bir mükâfatı düşünür. Zavallı düşünmüyor ki, o düşünceyle ame*lini adem-i ih*lâsla ibtal eder. » (Mesnevî-i Nuriye sh: 227)
80- «Çok rica ederim ki, gücenmeyiniz, hediyeyi kabul edemedim. Adem-i kabulün esbabı çoktur. En mühim bir se*bep, benim kardeşlerim ve talebele*rimle olan münasebetin sami*miyetini ve ihlâsı zede*leme*mek*tir.» (Barla Lâhikası-l sh: 122)
81- «Hakaik-i diniyenin fevâid-i dünyeviyesi, yal*nız müreccih (tercih edici) ve teşvik edici derecesinde olabilir. Eğer illet derece*sine çıksa ve o amel-i hayrın yapmasına sebep o fayda olsa, o ameli ibtal eder lâ*akal ihlâsı kırılır, sevabı kaçar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 110)
82- «A’mâl-i sâlihanın ücretleri, meyve*leri, nurları berzahta, âhirettedir. O bâki meyve*leri bu dünyaya çek*mek ve bu dünyada onları iste*mek, âhireti dünyaya tâbi etmek demektir. O amel-i salihin ihlâsı kırılır, nuru gider. Evet, o meyveler istenilmez, niyet edilmez. Verilse, teşvik için verildiğini düşünüp şükreder.» (Kastamonu Lâhikası sh: 134)
83- «Risale-i Nur dünya işlerine âlet olamaz, dünya işlerine siper edilmez. Çünkü, ehemmiyetli bir ibadet-i tefekküriye olduğu cihetle, dünyevî maksat*lar onunla kasten istenilmez. İstenilse, ihlâs kırı*lır.... Eğer istemekle olsa, illet olur, ihlâsı kırar, o ibadeti kısmen iptal eder. » (Kastamonu Lâhikası sh: 262)
84- «Benim iaşem için her gün iki buçuk banknot, hem yeni*den benim için bir hane—mobilyasıyla beraber ve istediğim tarzda—yaptırmak için emir gelmiş. Halbuki elli-altmış senelik bir düstur-u hayatım bunu kabul etme*mek iktiza eder..... Eğer kabul etsem, yetmiş senelik ha*yatım gücenecek ve bu zamandan haber ve*rip tama’ ve maaş yüzünden bid’alara giren ve ih*lâsı kaybeden âlim*leri tokatlayan İmam-ı Ali Radıyallahu Anh dahi benden küsecek ihtimali var ve Risale-i Nur’un hakiki ve sâfi olan ihlâsı beni de ihlâs*sızlıkla itham etmek ciheti var. » (Emirdağ Lâhikası-l sh: 24)
85- «Neden, ne dahilde, ne hariçte bulunan cere*yan*lara ve bilhassa siyasetli cemaatlere hiçbir alâka peydâ etmiyor*sun? Ve Risale-i Nur ve şakird*lerini mümkün ol*duğu kadar o ce*reyanlara temastan men ediyorsun? Halbuki, eğer temas etsen ve alâ*kadar olsan, birden bin*ler adam Risale-i Nur da*iresine girip, parlak hakikatle*rini neşrede*ceklerdi hem bu kadar sebepsiz sıkıntılara hedef olma*yacaktın.
86- Elcevap: Bu alâkasızlık ve içtinabın en ehem*mi*yetli sebebi: Mesleğimizin esası olan ihlâs bizi men edi*yor. Çünkü, bu gaflet zamanında, hususan ta*rafgirâne mefkûreler sahibi, herşeyi kendi mesleğine âlet ederek, hattâ dinini ve uhrevî harekâtını da o dün*yevî mesleğe bir nevi âlet hükmüne getiriyor. » (Emirdağ Lâhikası-l sh: 38)
87- «Kendimizi satmak ve beğendirmek ve temed*düh etmek, hodfuruşluk etmek ise, Risale-i Nur’un ehemmi*yetli bir esası olan ih*lâs sır*rını bozmaktır.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 52)
88- «Tekellüfe ve kıymetten ziyade kendimi gös*termeye ve zi*yade hüsn-ü zan edenlere karşı hoş görün*mek için ken*dimi makam sahibi göster*mek ve sırr-ı ih*lâsa tam münâfi kendini büyük göstermek ve vakar per*desi altında benliğin zararlı ve fâni zevkini aramak» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 201)
89- «Faraza velâyet olsa da, bilerek, isteyerek ma*kam yapmak tarzında, velâyetin mahiyetin*deki ihlâs ve mah*viyete münafidir. Nübüvvetin vereseleri olan Sahabeler gibi iz*har ve dâvâ edemezler onlara kıyas edil*mez. » (Emirdağ Lâhikası-l sh: 227)
90- «Sırr‑ı ihlâsa ve hiçbir şeye âlet olmamaya bina edilen hizmet-i imaniye ile şahsî makam-ı mâ*neviyeyi aramamak iktiza ediyor. Harekâtında onları istememek ve düşünmemek lâ*zımdır ki, hakikî ihlâsın sırrı bozul*masın. » (Emirdağ Lâhikası-l sh: 244)
91- «Tarafgirlik damarı ihlâsı kırar, ha*ki*kati değiş*tirir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 272)
92- «Kendim sadaka ve yardımları kabul etmedi*ğim gibi, öyle yardımlara da vesile olamadığımdan, kendi elbi*semi ve lüzumlu eşyamı satıp o parayla kendi kitaplarımı, yazan kardeşlerimden satın alıyorum. Tâ Risale-i Nurun ihlâsına dünya menfaat*leri girmesin, bir zarar vermesin ve başka kardeşler de ib*ret alıp hiçbir şeye âlet edilmesin.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 272)
93- «İman dersi için gelenlere tarafgirlik naza*rıyla bakılmaz. Dost düşman, derste farketmez. Halbuki si*ya*set tarafgirliği, bu mânâyı zedeler, ihlâs kırı*lır. Onun içindir ki, Nurcular em*salsiz işkence*lere ve sıkıntılara ta*hammül edip Nuru hiçbir şeye âlet etme*diler. Siyaset to*puzuna el atmadılar.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 36)
94- «Risale-i Nur gibi sırf imanî ve uhrevî bir hizmet-i kudsi*yeyi dünyaya âlet etmemek ve menâfi-i şahsiyeye vesile yap*mamak için, o makbul âdete ve o zararsız seci*yeye karşı bana bir nefret ve bir kaçınmak ve şiddet-i fakr ve zarureti kabul edip elini insanlara açmamak hâleti ve*rilmişti ki, Risale-i Nur’un hakikî bir kuvveti olan hakikî ihlâs kırılmasın. Ve bunda bir işaret-i mânevî hissediyor*dum ki, gelecek zamanda maişet derdiyle ehl-i ilmin mağ*lûbiyeti bu ihtiyaçtan ge*lecektir.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 74)
95- «Mahkemelerce Nurun serbestiyet-i tâmmesi için karar vermek, hariç âlem-i İslâmda Nurların ha*kikî ihlâ*sına böyle bir şüphe gelecekti ki, ya Nurcular riyakârlığa mecbur olmuş*lar veyahut böyle medenîleşmek fikrinde olanlara ilişmiyor*lar, zaaf gösteriyorlar diye...» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 107)
96- «O gelecek zatın ismini vermek, üç vazi*fesi bir*den hatıra geliyor yanlış olur. Hem hiçbir şeye âlet olma*yan Nur’daki ihlâs zedelenir.» (Sikke-i Tasdîk-i Gaybî sh:10)
Risale-i Nur Külliyatından nakledilen yukarıdaki sarih ifade ve beyanların kati neticesi olarak ihlâs düsturu, de*ğişmez bir esastır. Hatta yapılan hizmetin makbuliyeti ve ibadet vasfını ka*zanması için ihlâs şarttır.
-
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
2-SADAKAT VE FEDAKÂRLIK DÜSTUR VE ESASI
Bir ameli, Allah emrettiği için yapmak ihlas, em*re*dil*diği gibi yapmak ise sadakattır. Sadakatın biri ma*nevî, di*ğeri fiilî olarak iki ciheti vardır. Kişinin bağ*landığı davaya ciddi ve kalbî samimi*yeti, sa*dakatın manevî ci*he*tidir. Bu manevî bağlılığın fiilî te*za*hürü ise; bağlandığı şeyin icablarını harfiyyen ve ta*sarruf et*me*den yerine ge*tirmek ve fi*ilen sadakatını isbat etmeye çalışmak*tır.»
Evet bu fiilî sadakata bakan ve sadece kalb temiz*liğine gü*venenleri ikaz eden şu beyan, cidden dikkate alınmalıdır. Şöyle ki:
1- «O biçareler, “Kalbimiz Üstadla beraberdir” fik*riyle kendi*lerini tehlikesiz zannederler. Halbuki, ehl-i il*hâdın cere*yanına kuvvet veren ve pro*pa*gandalarına ka*pılan, belki bilmeyerek hafiye*likte istimal edilmek tehli*kesi bulunan bir adamın “Kalbim sâfidir, Üstadımın mes*leğine sâdıktır” demesi bu misale benzer ki: Birisi namaz kılarken karnındaki yeli tutamıyor, çıkıyor, hades vuku buluyor. Ona “Namazın bozuldu” denildiği va*kit, o diyor: “Neden na*mazım bozulsun? Kalbim sâfidir.” (Mektubat sh: 412)
Hizmet Rehberinin mukaddimesinde, Risale-i Nur’dan der*lenmiş olan muhteviyatı hakkında deniliyor ki:
2- «Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin meslek ve meşrebine dair Kur’andan ders aldığı çok mu*azzam bazı haki*katleri, hizmet-i imani*yede bulunan Nur Şakirdleri için daima ta*ze*lenen bir dersimiz ve her vakit temessük edeceğimiz de*ğiş*mez düsturumuz, maddî-ma*nevî her türlü engel*ler karşısında muvaffakiyete, rıza-yı İlahîye îsal edici en ehemmiyetli rehberi*miz...» (Hizmet Rehberi sh: 5) diyerek eser*deki düsturlar nazara verili*yor. Yazının deva*mında ise:
3- «Üstad Bediüzzaman’ın azamî ihlas, azamî sada*kat ve azamî fedakârlık manasını ihtiva eden, gösteren ve işaret eden mesleğini nazara vermek lâzım gelmektedir. Ta ki, hizmet-i Nuriyede buluna*cak Kur’an Şakirdleri kı*yamete kadar bu düstur*lar müvacehesinde hareket etsin*ler. Muvaffakiyetin ve rıza-yı İlahîye nailiyetin, ancak bu suretle mümkün olacağına kat’i kanaat getirsinler.» (Hizmet Rehberi sh: 6)
Şeklindeki ifade ile de sadakatın, düsturlara bağlı*lık ol*du*ğuna ve kıyamete kadar da değişmeyeceğine dikkat çe*kili*yor. Yine aynı yazıda:
4- «Risale-i Nur hizmetinde tecelli eden rıza-yı İlahî ve tevfik nurlarının tevali ve devam etmesi için herhalde Hazret-i Üstad Bediüzzaman’ın takib ettiği meslek ve meşrebi, yarım asra yak*laşan uzun bir hizmet devresinde muhtelif hâdiseler, şiddetli tazyi*kat ve hücumlar karşı*sında maddî ve manevî engeller içe*ri*sinde takındığı tavır, niyaz ve yaşadığı halet-i ruhiye ve gösterdiği azim ve sa*dakat gibi ahvali olan “sıddıkiyet mesleğidir” ki Nur Talebeleri için ehemmiyetle bi*linmek, anlaşılmak ve ya*şanmak îcab eder.» (Hizmet Rehberi sh: 7) diye sadakatın lüzu*mu*nun nazara veril*mesi tavsiye edilir. Aynı yazıda aynı hükmü te’yi*den şu tavsiyeler var:
5- «Dersimizi hakaik-ı Kur’aniye ve envar-ı ima*niye hazinesi olan Risale-i Nur’dan aldığımız gibi, bir*birimizle manevî münase*bet, alâka, uhuvvet ve mu*habbet düstur*larımızı da hep o Risale-i Nur’dan ders alacağız. Evet bu zamanda, bu dehşetli ve cihanşü*mul hâdiseler hengâ*mında Kur’an Şakirdleri cüz’î ve küllî, ferdî ve içtimaî bütün ders ve ikazlarını Risale-i Nur’la tahsil edecek*lerdir.» (H. Rehberi sh: 8)
6- «Risale-i Nur’daki hakaik, nasılki doğrudan doğ*ruya feyz-i Kur’andan mülhem hakaik-ı imaniyedir, za*man ve zemine göre değişmez ebedî hakikatlardır. O kudsî hakaikın ders ve tali*minde, neşir ve ilâ*natında da hizmete taalluk eden irşad, ikaz, teşvik ve tergibi ta*zammun eden şu gelecek me*s’ele*ler de herhalde değiş*mez dersler ve esa*sat*tır ki, Nur Talebeleri hayatın ve hizmetin muhtelif saha ve safhala*rında onlardan istifade edrler, müşkilatlarını giderir*ler.» (Hizmet Rehberi sh: 9)
Bazan çok zor şartlar ve tehlike karşısında kalan şâ*kirdlerin o tazyikat içinde sadakatı muhafaza ede*meme ha*linde duadan mahrum kalmamaları için duada sâdıkîn ke*limesinin kaldırı*labile*ceğine cevaz veren mektubunda Üstad Bediüzzaman diyor ki:
7- «Ben, birkaç gündür bir duamı değiştirdim. Şimdiye kadar bazen yüz defa tekrarla veya gibi dualarda cümlesinden kelimesini kaldırdım—tâ ki ruhsatla amele kendini mecbur bilen ve sıkıntının ver*diği evham ve me’yusiyet cihetiyle zâhirî inkâr ve çe*kin*mekle azimet ve sadakate muha*lif hareket eden kar*deşleri*miz o dualardan mahrum kalmasınlar.» (Şualar sh: 328)
Demek oluyor ki, normal şartlar içinde sadakat şarttır.
8- «Kardeşlerim! Herhalde bu kadar sıkıntı ve za*rarı çeken zayıf bir kısım aile sahipleri, bir derece Risale-i Nur’dan ve bizden çekinmek, belki vazgeçmek için bir mazeret olabilir zannıyla, tahli*yeden sonra de*ğişmek ih*timaline binaen derim: Bu derece kıymet*tar bir mala bu maddî ve mânevî fiyat veren ve bu azabı çeken, o maldan vazgeçmek büyük bir hasârettir. Hem herbirisi, Risale-i Nur’un eczalarını ve alâkadarlarını ve bizi mu*hafaza ve yardım ve hizmeti birden bıraksa, hem ona, hem bizlere lüzumsuz bir zarar*dır. Onun için, ihtiyatla beraber, sada*katı ve irtibatı ve hiz*meti değiştir*memek lâzımdır.» (Şualar sh: 342)
9- «Böyle ihlâslı sadakat, liveçhillâh uhuvvet ve fi*se*bîlillâh muavenet, ancak âlî-himmet sıddîkînlerde bu*lunur. » (Kastamonu Lâhikası sh: 20)
10- «Dört senedir Üstadın çarşı işinde hizmet eden bir zat, bir*den sadakati bırakıp mesleğini de*ğiş*tirdi. Birden şefkat*siz bir tokat yedi. Bir senedir daha çekiyor.» (Kastamonu Lâhikası sh: 51)
11- «Haddinden fazla fevkalâde hüsn-ü zan ve müf*ritane âlî makam vermek yerine, fevkalâde sa*dakat ve sebat ve müfri*tane irtibat ve ihlâs lâ*zımdır. Onda terakki etmeliyiz. » (Kastamonu Lâhikası sh: 89)
12- «Yirmi senedenberi tahribkârâne eşedd-i zu*lüm altında o derece ahlâk bozulmuş ve metanet ve sadakat kaybolmuş ki, on*dan, belki de yirmiden bi*risine itimat edilmez. Bu acip hâlâta karşı çok fevkalâde sebat ve meta*net ve sadakat ve hamiyet-i İslâmiye lâzım*dır, yoksa akîm kalır, zarar verir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 90)
Risale-i Nurun şirket-i uhreviyesinden istifade ede*bilmek için gereken şartlardan birisi de sadakattır. Şöyle ki:
13- «Risale-i Nur dairesinde sadakat ve hizmet ve takvâ ve iç*tinab-ı kebâir; derecesiyle o ulvî ve küllî ubu*di*yete sahip olur. Elbette, bu büyük kazancı kaçır*mamak için, takvâda, ihlâsta, sada*katte çalışmak gerektir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 96)
Dünya hayatını ahirete tercih ettiren, bu asrın dehşetli has*talığından ikaz eden bir ayetin izahında Bediüzzaman Hazretleri, kurtuluş sebeblerinden biri olarak sadakatı şart ko*şar. Şöyle ki:
14- «Bu acib asrın bu acib hastalığına ve dehşetli ma*razına karşı Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın tiryak misâl ilâçla*rının nâşiri olan Risale-i Nur dayanabilir ve onun metîn, sarsılmaz, sebat*kâr, hâlis, sâdık, fedakâr şakird*leri muka*vemet edebilir. Öyleyse, herşeyden evvel onun dairesine girmeli, sadakatle, tam metanet ve ciddî ihlâs ve tam iti*madla ona yapışmak lâ*zım ki, o acib hastalığın tesirinden kurtulsun.» (K. Lâhikası sh: 105)
15- «Risale-i Nur, kendi sâdık ve sebatkâr şakird*lerine kazandırdığı çok büyük kâr ve kazanç ve pek çok kıymettar neti*ceye mukabil fiyat olarak, o şakirdlerden tam ve hâlis bir sada*kat ve dâimî ve sarsılmaz bir sebat ister.... iştirak-i a’mâl-i uhreviye düsturuyla, herbir şakir*dine, herbir günde binler hâlis li*sanlarla edilen makbul duaları ve binler ehl-i salâha*tin işledikleri a’mâl-i salihanın misil sevaplarını ka*zandırıp, herbir hakikî sâ*dık ve sebat*kâr şakir*dini amelce binler adam hükmüne getirdiğine delil, kerametkârâne ve takdirkârâne İmam-ı Ali Radıyallahü Anhü’nün üç ihbarı ve keramet-i gaybiye ve Gavs-ı Âzamdaki (k.s.) tahsinkârâne ve teşvikkârâne be*şareti ve Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın kuvvetli işare*tiyle o hâlis şakirdler, ehl-i saadet ve ashab-ı Cennet ola*cakla*rına müjdesi pek kat’î ispat ederler. Elbette böyle bir ka*zanç, öyle bir fiyat ister.» (Kastamonu Lâhikası sh: 122)
16- «Ben tahmin ediyorum ki, bütün küre-i arzın bu yangı*nında ve fırtınalarında selâmet-i kalbini ve is*tira*hat-ı ruhunu mu*hafaza eden ve kurtaran yalnız hakikî ehl-i iman ve ehl-i tevekkül ve rızadır. Bunların içinde de en zi*yade kendini kurtaranlar, Risale-i Nur’un dairesine sada*katle girenlerdir.» (K. Lâhikası sh: 123)
17- «Cesurca, fakat kalemsiz iki adam, Risale-i Nur dairesine biri bi*risini getirdi. Onlara dedim ki:“Bu dairenin verdiği büyük ne*ticelere muka*bil, sarsılmaz bir sadakat ve kırılmaz bir metanet is*ter. Isparta kahramanlarının gösterdikleri harikalar ve cihan-pe*sendâne hidemât-ı Nuriyenin esası, harika sadakatleri ve fevka*lâde metanetleridir. Bu metane*tin birinci sebebi, kuvvet-i imaniye ve ihlâs hasletidir. İkinci sebebi, cesaret-i fıtriyedir.”
Onlara dedim: “Sizler cesaretle ve efelikle tanın*mış*sınız ve dünyaya ait ehemmiyesiz şeyler için feda*kârlık gösterirsiniz. Elbette Risale-i Nur’un kudsî hiz*me*tinde ve cihana değer uhrevî neticele*rine mukabil, mer*dâne ve fe*dakârâne cesaret ve me*tanet gös*terip sadakatinizi muha*faza edersiniz” » (Kastamonu Lâhikası sh: 144)
18- «Ben dahi, iman ve sadakat şartıyla, Risale-i Nur tale*be*lerini bütün dualarıma ve manevî ka*zanç*larıma, yirmi dört sa*atte, iştirak-i a’mâl-i uhreviye düs*turuyla, ba*zan yüz defadan zi*yade “Risale-i Nur tale*be*leri” ünvanıyla hissedar ediyorum.» (Kastamonu Lâhikası sh: 149)
19- «Sadakat ve kanaatle Risale-i Nur da*iresine gi*ren, imanla kabre gireceğine gayet kuvvetli senetler var.» (Kastamonu Lâhikası sh: 263)
20- «En eski şakirdlerden olan Kâtip Osman ve Halil İbrahim, hiç sarsılmadan, değişmeden, sada*katlerinde de*mir gibi de*vam edip çoklara da hüsn-ü misal oluyor*lar.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 83)
21- «Hulûsi, Hakkı gibi yirmi seneye yakın bir za*mandan beri mâbeynlerinde olan samimane dostluk ve kardeşlik tam devam ve sebat ettiği gibi, onların Risale-i Nur’a karşı alâka ve irtibat ve sada*kat*leri, aynen mâ*beynlerindeki hâlisâne münasebet*leri gibi hem devam ediyor, hem metanet kesb ediyor, ârı*zalarla sarsıl*mıyor.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 92)
22- «Benden ziyade Risale-i Nur ve şakirdlerini hi*maye ve muhafaza etmek ve ehl-i siyasetin ve beni ze*hir*leyen düşmanları*mın desiselerinden kurtarmak için gayet derecede bir ihtiyat, tam bir sadakat ve be*nim yerimde tam bir dikkatle mükellefsiniz. Yoksa az bir hatâ, yalnız bana değil, belki binler mâsum şakirdlere ve şimdi parla*yan şerefinize dokunacak.» (E.Lâhikası-l sh: 144)
23- «Tahirî’nin, Denizli hapsinde, unutulmaz hâ*li*sane hiz*me*tiyle ve Nurlara sarsılmaz sadakatiyle ve yanılmaz zekâ*ve*tiyle ve çekilmez bahadırlığıyla da*ire-i Nurda ehemmiyetli ma*kamı için, bütün bu defaki mektubunu Lâhikaya geçirdik. » (Emirdağ Lâhikası-l sh: 161)
Sadakat sıfatlarına sahip Nur talebelerinin her devrede ol*ma*larına işaret eden bazı kısımlar:
24- «O zat, o taifenin uzun tetkikatıyla yazdıkları eseri ken*dine hazır bir program yapacak, onunla o birinci vazifeyi tam yapmış olacak. Bu vazi*fenin istinad ettiği kuvvet ve mânevî ordusu, yal*nız ihlâs ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan bir kı*sım şakirdlerdir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 266)
25- «Bize ezâ ve cefâ edenlere karşı hiçbir talebe*min kalbinde zerre kadar intikam emeli beslememesini ve on*lara mukabil Risale-i Nur’a sadakat ve se*batla çalışmala*rını tavsiye ederim.» (E. Lâhikası-ll sh: 81)
26- «O zatın ikinci vazifesi, şeriatı icra ve tatbik et*mektedir. Birinci vazife, maddî kuvvetle değil, belki kuv*vetli itikad ve ihlâs ve sadakatle olduğu halde, bu ikinci vazife gayet büyük maddî bir kuvvet ve ha*kimiyet lâ*zım..» (Sikke-i Tasdîk-i Gaybî sh: 9)
27- «İkincisi: Van’da inzivada iken garba nefyedi*lip Isparta’nın Barla nahiyesinde ikamete memur edil*diği za*mandan başlar ki, Risale-i Nur’un zuhuru ve inti*şarıdır. Âzamî ihlâs, âzamî fedakârlık, âzamî sa*da*kat, metanet ve dikkat ve iktisat içinde Risale-i Nur’la giriştiği hizmet-i imaniye ve mânevî cihad-ı diniye*dir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 27)
SADAKAT’IN TAM OLABİLMESİ İÇİN ÂZAMÎ FEDAKÂRLIK GEREKİR
Din yolunda ve dine hizmet için azamî fedakârlık gös*termek sadakatin şartlarındandır. Yani lüzumunda din için mal, aile ve ha*yat gibi meşru haklardan vazgeçip feda et*mektir. Aynı za*manda dava arkadaşları arasında şahsî hu*kukta anlaş*mazlık çı*karsa, hizmetin selâmeti için kendi hakkından vazgeçmek, keza din yo*lunda mahrumiyet ve maddî im*kânsızlıklara veya din düş*manları*nın zu*lümlerine ma*ruz kalınmasına rağmen sabr u sebat etmek, büyük bir fedakârlık*tır. İşte Nurculukta bu mânâda azamî feda*kâr*lık bir esastır.
28- «Evet, kardeşlerim, bu zamanda öyle dehşetli ce*reyanlar ve hayat ve cihanı sarsacak hadiseler içinde had*siz bir metanet ve iti*dal-i dem ve nihayetsiz bir fe*dakârlık taşımak gerektir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 197)
29- «Nur şakirdlerinden çokları hem malını, hem isti*ra*ha*tini, hem dünya zevklerini, hem lüzum olsa hayatını Nurun hizmetinde feda ediyorlar. Sen, ey nefsim neden feda*kârlıkta en geri kalmak ister*sin?» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 200)
30- «Hakikî ihlâslı Nurcular, menfaat-i mad*diyeye ehemmiyet vermedikleri gibi, bir kısmı, âzamî iktisat ve kana*atle ve fakirü’l-hal olmalarıyla be*raber, sabır ve in*sanlardan is*tiğna ile ve hizmet-i Kur’âniyede hakikî bir ihlâs ve fedakâr*lıkla ve çok kesretli ve şiddetli ehl-i dalâ*lete karşı mağlûp olma*mak için ve muhtaçları hakikate ve ihlâsa dâvet etmekte bir şüphe bırakma*mak için ve rızâ-yı İlâhîden başka o hiz*met-i kudsiyeyi hiçbirşeye âlet etme*mek için, bir cihette hayat-ı içtimaiye fay*dalarından çeki*niyorlar.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 170)
31- «Üstadın hayatı, küllî hizmeti noktasından top*luca iki bü*yük safha arz etmektedir...
İkincisi: Van’da inzivada iken garba nefyedilip Isparta’nın Barla nahiyesinde ikamete memur edildiği za*mandan başlar ki, Risale-i Nur’un zuhuru ve intişa*rı*dır. Âzamî ihlâs, âzamî feda*kârlık, âzamî sadakat, metanet ve dikkat ve iktisat içinde Risale-i Nur’la giriş*tiği hizmet-i imaniye ve mânevî cihad-ı di*niyedir.» (T. H. s: 27)
32- «Bu dehşetli dinsizlik komiteleri öyle dehşetli hü*cumları ve desiseleri yapıyorlardı ki, bunlara karşı gelmek için âzamî fe*dakârlık yapmak ve harekât-ı dîniyesini rızâ-i İlâhîden başka hiç bir şeye âlet yapma*mak lâzım geli*yordu.» (Hanımlar Rehberi sh: 26)
33- «Din derslerini kaldırıp Ezan-ı Muhammedîyi kaldırmak gibi dehşetli hücumlara karşı, âzamî feda*kârlık ve âzamî sebat ve metanet ve herşeyden is*tiğna etmek lüzumu karşısında ben bir sünnet-i se*niyye olan evlenmek âdetini terk ettim ki, tâ çok ha*ram*lara girmeyeyim. Ve çok vacipleri ve farzları yapa*bileyim.» (Hanımlar Rehberi sh: 27)
34- «Çok bîçarelerin saadet-i bâkıyeleri için ve da*lâ*lete düş*memeleri ve îmânlarını takviye edip kurtar*ma*ları için ve hakikat-ı Kur’âniye ve îmâniyeye tam hiz*met et*mek ve hariçten gelen, da*hilde çıkan dinsizlere karşı da*yanmak için, zail ve fânî dünyasını terk etmek, elbette sünnet-i seniyeye muhalefet değil belki haki*kat-ı sünnete mutabakattır. Ve Sıddîk-ı Ekber’in: “Cehennemde vücu*dum büyüsün, tâ ehl-i îmâna yer bu*lunmasın” diye feda*kârlıkta âzamî sadakatın bir zerresini kazanmak fikriyle, bîçare Said bü*tün ömründe tecerrüdü, istiğnayı ihtiyar et*miş.» (Hanımlar Rehberi sh: 29)
35- «Bediüzzaman, Kur’ân, imân, İslâmiyet hizmeti için, dünyevî rahatlıklarını fedâ etmiş dünyevî, şahsî servet*ler edinmemiş, zühd ve takvâ ve ri*yâzet, iktisad ve kanaatla ömür geçirerek dünya ile alâ*kasını kesmiştir.» (Sözler sh: 757)
36- «Amansız din düşmanlarının plânlarıyla mah*ke*melere sürüklenen Risale-i Nur talebelerinin müda*fa*aları ve bu talebele*rin İslâmiyete hizmetleri esna*sında, gizli İslâmiyet düşmanı, in*safsız, cebbar zâlimle*rin en*trikala*riyle maruz kaldıkları işkence*lerden yıl*mamak, şahıslarını düşünmeden, yani, şahsî re*fah*larını İslâmın refah ve sa*adeti için fedâ ede*rek, sıddıkı*yetle se*bat etmeleri ve eşedd-i zulme mukavemet etmeleri, âşikâr bir delil teşkil etmekte*dir.» (Sözler sh: 766)
37- «“Yüzer milyon başların feda oldukları bir kudsî hakikate başımız dahi feda olsun. Dünyayı başı*mıza ateş yapsanız, haki*kat-i Kur’âniyeye feda olan başlar, zındı*kaya teslim-i si*lâh etmeyecek ve vazife-i kudsiyesinden vazgeçmeyecekler inşa*al*lah!”» (Lem’alar sh: 262)
38- «Eğer başımdaki saçlarım adedince başlarım bu*lunsa, hergün biri kesilse, hakikat-i Kur’âniyeye feda olan bu başı zındıkaya ve küfr-ü mutlaka eğmem ve bu hizmet-i imaniye ve nuriyeden vazgeçmem ve geçe*mem.» (Şualar sh: 351)
39- «Mülhidleri kat’î bir surette iskât etmek, bil*fiil, maddeten öyle fedakârlar lâzım ki, dünyanın en mühim meşgale*leri, belki büyük zararları on*ların hakaik-i ima*niye ihti*yaçla*rını sustur*mu*yor.» (Kastamonu Lâhikası sh: 230)
40- «Bu ikinci nefs-i emmârede şuursuz kör his*si*yat bulun*duğu için, akıl ve kalbin sözlerini anlamıyor ve din*lemiyor ki on*larla ıslah olsun ve kusurunu anla*sın. Yalnız tokatlar ve elemlerle nefret edip, veya tam bir fedailiğe her hissini maksadına feda etsin. Ve Risale-i Nur’un er*kânları gibi, herşeyini, enaniye*tini bıraksın.» (Kastamonu Lâhikası sh: 233)
41- «Nefis ve şeytan, sizi, kardeşinize karşı itiraza ve haklı ola*rak tenkide sevk ettiği vakit, deyiniz ki: “Biz, değil böyle cüz’î hu*ku*kumuzu, belki hayatımızı ve haysi*yetimizi ve dünyevî saadeti*mizi Risale-i Nur’un en kuv*vetli rabıtası olan tesanüde feda et*meye mükellefiz. O bize kazandırdığı netice itibarıyla dün*yaya, enaniyete ait her*şeyi feda etmek vazifemiz*dir” deyip nefsinizi susturu*nuz.» (Kastamonu Lâhikası sh: 234)
42- «Münafıkların mezkûr plânlarının inadına, rağ*mına dünyayı terk edip kendini Risale-i Nur’a vak*fediyor ve Üstadımızın dediği gibi diyorlar: “Zaman, İslâmiyet fedaisi olmak zama*nıdır.”» (Tarihçe-i Hayat sh: 691)
Nümune olarak ve kısmen nakledilen mezkûr ifa*de*lerde gö*rüldüğü üzere Risale-i Nurun hizmet haya*tında “fedakârlık” key*fiyeti teşkil eden meziyetlerden değişmez bir esastır. Hizmet ha*yatında rahatını, menfa*atini düşünen ve hizme*tin maslahatına göre değil, kendi isteklerine göre hiz*mete bakanların fedakârlığı ciddiyet kazanamaz ve ken*dini hizmete değil, hizmeti kendine tabi yapmış olur.
İşte yukarıda tesbit edilen beyan ve sarih ifadeler, sa*dakat ve fedakârlığın değişmez bir düstur ve esas olduğunu göste*ri*yor.
-
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
3-SEBAT VE METANET ESASI
1- «Mesleğimizde, ihlâs-ı tâmmeden sonra en bü*yük esas, sebat ve metanettir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 248)
Sebat etmek hasletini kazanmak yolu:
2- «Meselâ, şiddetli bir inatla, ehemmiyetsiz, zâil, fâni umur*lara karşı hissiyatını sarf eder. Bakar ki, bir dakika inada değme*yen birşeye bir sene inat ediyor. Hem zararlı, zehirli birşeye inat namına sebat eder. Bakar ki, bu kuv*vetli his böyle şeyler için veril*memiş onu onlara sarf et*mek, hikmet ve hakikate münâfidir. O şiddetli inadı, o lü*zumsuz umur-u zâileye vermeyip, âli ve bâki olan hakaik-i imaniyeye ve esâsât-ı İslâmiyeye ve hidemât-ı uhrevi*yeye sarf eder. O haslet-i rezile olan inad-ı mecazî, güzel ve âli bir haslet olan hakikî inada, yani hakta şiddetli se*bata inkılâp eder.» (Mektubat sh: 33)
3- «“Acaba, Risale-i Nur şakirdlerindeki bu cehd ve kuvvetin, bu feragat ve fedakârlığın ve bu derece sebat ve sadakatın sebebi nedir?” diye bir sual soru*lursa, bu sualin cevabı muhakkak ki şu olacaktır: Risale-i Nur’daki cerh edilmez yüksek hakikatler, iman hizme*tinin yalnız ve yalnız rızâ-yı İlâhî için yapılması ve Bediüzzaman Hazretlerinin âzamî ihlâsıdır.» (Tarihçe-i Hayat sh: 166)
Hizmetin neticelerine kanaat etmemek sebatkârlığı za*yıflatır:
4- «Onlar da ehemmiyetsizliklerimi bildikleri va*kit inkisar-ı hayale uğrarlar, belki hizmette fütura dü*şerler. Gerçi umur-u uh*reviyede hırs ve kanaatsizlik bir cihette makbuldür. Fakat mesle*ğimizde ve hizmeti*mizde, bazı ârızalarla, inkisar-ı hayal cihetiyle, şükür yerine, meyusi*yetle şekvâ etmeye sebep olur belki de hizmet*ten vazge*çer. Onun için, mesleğimizde kanaat, daima şükrü ve me*taneti ve sebatı netice verdiği için, ihlâs daire*sinde, hizmet noktasında çok hırs ve kanaatsizlik gös*terdiğimiz halde, neticele*rine ve seme*ratına karşı kana*atle mükellefiz.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 90)
Sebatkârlar, hareketsizleri hareketlendirir:
5- «Sizin faaliyetiniz ve sebatkârâne çalışma*nız, Risale-i Nur dairesinin zembereği hükmünde biz*leri ve çok yerleri harekete getiriyorsunuz. Allah sizden ebeden razı olsun. Bin âmin, âmin.» (Kastamonu Lâhikası sh: 105)
6- «Risale-i Nur Külliyatının mazhar olduğu İlâhî fü*tuhat, hep bu enbiya mesleğinde sebat kahra*manlığının şaheser misali ve harikulâde neticesidir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 14)
7- «Dalâlet cereyanlarının karşısında ehl-i iman feda*kârla*rından büyük bir şahs-ı mânevî meydana çı*ka*rarak, muhkem bir sedd-i Kur’ânî ve imanî tesis edip mü’minle*rin nokta-i istinadı ol*masıdır. İnandığı kudsî dâvâya gös*terdiği azim ve sebatla, mü’*minlerin kalblerini ihtizaza vererek, ruhlarda İslâmî aşk ve heyecanı uyandırmasıdır. » (Tarihçe-i Hayat sh: 23)
8- «Aziz, sıddık kardeşlerim,
Sizin sebat ve metanetiniz, masonların ve münafık*ların bütün plânlarını akîm bırakı*yor.» (Şualar sh: 302)
9- «Evet, azim ve sebâtınız ve ihlâs ve ciddiye*tiniz, ehl-i dünyayı mağlûp etmiş ve ediyor. Yoksa, bir*tek Tesettür Risalesiyle yüz yirmi adamı tevkif edenleri, yüz otuz risaleyle birtek adamı tev*kif edemediklerinin se*bebi, ihlâsınız ve metanetinizdir, hükmedi*yor.» (Kastamonu Lâhikası sh: 143)
10- «Ey birader! Düşman hariçte olsa, insan, silâh*sız o düş*manla geçinebilir. Fakat düşman kale içine girse ve gizlense, o va*kit o düşmana karşı silâhlanmak, zırh giy*mek ve gayet dikkat et*mek, hem pek ciddi se*bat etmek lâzımdır. Ta ki hayat-ı ebedî*sini hafi dar*belerden kurta*rabilsin.» (Nurun İlk Kapısı sh: 143)
11- « Hususan din derslerini kaldırıp Ezan-ı Muhammedîyi kaldırmak gibi dehşetli hücumlara karşı, âzamî fedakârlık ve âzamî sebat ve metanet ve her*şeyden istiğna etmek lüzumu karşısında ben bir sünnet-i seniyye olan evlenmek âdetini terk et*tim ki, tâ çok ha*ramlara girmeyeyim. Ve çok vacipleri ve farzları yapa*bileyim.» (Hanımlar Rehberi sh: 26)
Hizmette sebat etmeye teşvik ve sebatkârların ma*nevî dere*cesi:
12- «Hizmet-i Kur’âniyenin bir silsile-i kerameti ve o hizmet-i kudsiyenin etrafında izn-i İlâhî ile neza*ret eden ve himmet ve du*asıyla yardım eden Gavs-ı Âzamın bir nevi kerameti beyan edile*cek. Tâ ki, bu hizmet-i kud*si*yede bulunanlar, ciddiyetlerinde, hizmetlerinde sebat et*sinler.» (Lem’alar sh: 40)
13- «Madem İmam-ı Âzam gibi eâzım-ı müçte*hi*dîn hapis çekmiş ve İmam-ı Ahmed ibni Hanbel gibi bir mü*cahid-i ekber, Kur’ân’ın birtek meselesi için ha*piste pek çok azap verilmiş ve şekvâ etmeyerek, ke*mâl-i sabırla se*bat edip o meselelerde sü*kût et*memiş. Ve pek çok imam*lar ve allâmeler, sizlerden pek çok zi*yade azap verildiği halde, kemâl-i sabır içinde şükredip sarsıl*mamışlar. Elbette sizler, Kur’ân’ın müte*addit ha*kikatleri için pek büyük se*vap ve kazanç aldı*ğınız halde pek az zahmet çektiğinize binler teşekkür etmek borcu*nuzdur.» (Lem’alar sh: 265)
14- «Cinnî ve insî şeytanlar ve şerirler bu noktaya is*tinaden gayet zayıf bir kuvvetle hadsiz bir kuvvete karşı dayanıp, ehl-i hak ve hakikatı Cenâb-ı Hakkın dergâhına ilticaya ve kaçmaya her va*kit mecbur ettiğin*den, Kur’ân, onları himaye için büyük tahşidat yapar. Doksan dokuz esmâ-i İlâhiyeyi onların ellerine verir. O düşmanlara karşı sebat etmelerine çok şiddetli emirler verir.» (Şualar sh: 258)
15- «Bugün, büyük ve merhum kardeşim Molla Abdullah ile Hazret-i Ziyaeddin hakkındaki malûmu*nuz muhavereyi tahattur ettim. Sonra sizi düşündüm. Kalben dedim: Eğer perde-i gayb açılsa, bu sebatsız za*manda böyle sebat gösteren ve bu yakıcı, ateşli hal*lerden sarsıl*mayan bu samimî dindarlar ve ciddî Müslümanlar eğer herbiri bir velî, hattâ bir kutup görünse, benim naza*rımda şimdi verdiğim ehemmi*yeti ve alâkayı pek az zi*ya*deleştirecek ve eğer birer âmî ve âdi görünse, şimdi ver*diğim kıymeti hiç noksan et*meye*cek diye karar verdim.» (Şualar sh: 307)
16- «Risale-i Nur‘un o zahmet çekenlere kazan*dır*dığı iman-ı tahkikî ve iman-ı tahkikî ile hüsn-ü hâ*time ve şirket-i mâneviye ile yüzer adam kadar a’mâl-i saliha o acı zahmeti tatlı bir rahmete çe*virdiğinden, bu iki neti*cenin fiyatı, sarsılmaz bir sadakat ve sebat*kâr*lıktır. Onun için, pişman olmak ve vazgeçmek, büyük bir hasârettir. Şakirdlerin dünya ile alâkası olma*yan veya pek az bulu*nanları için bu hapis daha hayır*lıdır, bir cihette hürriyet yeridir. Ve alâkası bulunan ve idaresi yerinde olanlara, sarf edilen para*ları muzaaf sa*daka*lara ve geçirilen ömür saatleri muzaaf ibadet*lere çevir*mesinden, şekvâ yerine şükür etmeleri iktiza edi*yor. Ve fakir ve zayıf kısmı ise, zaten hapsin haricinde onlara faydasız sevap*lar, mes’uli*yetli meşakkat ver*diğin*den, bu hayırlı, çok se*vaplı, mes*’uliyetsiz ve arka*daşla*rının mütekabil tesellileriyle hafif*le*şen meşakkat, onlar için medar-ı şükrandır.» (Şualar sh: 316)
17- «Mahkemede son söz olarak yüzlerine söyle*di*ğim bu cümle, “Milyonlar kahraman başlar feda olduk*ları bir kudsî hakikate başımız dahi feda olsun” ile, bizim nihayete kadar sebat edeceğimizi dâvâ etmişiz. Bu dâvâ*dan vazgeçilmez. İçinizde vazge*çe*cek yok ümit ediyorum. Madem şimdiye kadar sab*retti*niz, “Daha kısmetimiz ve vazifemiz bitmedi” diye ta*hammül ve sabrediniz.» (Şualar sh: 339)
18- «Bu defaki mektubunuzun verdiği şevk ve sü*rurla derim ki: Ben, hizmet-i Kur’âniyedeki tam sa*dakat ve gayret ve sebat ve metanetinizi gördükten sonra tam bir istirahat-i kalble mevti ve eceli kabul eder, ar*kamda siz varsınız yeter diyerek dünyadan sü*rurla ve*daya hazırım.» (Kastamonu Lâhikası sh: 32)
19- «Haddinden fazla fevkalâde hüsn-ü zan ve müf*ritane âlî makam vermek yerine, fevkalâde sadakat ve se*bat ve müfritane irtibat ve ihlâs lâzımdır. Onda te*rakki etmeliyiz.» (Kastamonu Lâhikası sh: 89)
20- «Hem, yirmi senedenberi tahribkârâne eşedd-i zulüm al*tında o derece ahlâk bozulmuş ve metanet ve sa*dakat kaybolmuş ki, ondan, belki de yirmiden birisine itimat edilmez. Bu acip hâlâta karşı çok fevkalâde se*bat ve metanet ve sadakat ve hamiyet-i İslâmiye lâ*zımdır yoksa akîm kalır, zarar verir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 90)
21- «Bu acip asrın bu acip hastalığına ve dehşetli ma*razına karşı Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın tiryak misâl ilâçla*rının nâşiri olan Risale-i Nur dayanabilir ve onun metîn, sarsılmaz, sebat*kâr, hâlis, sâdık, fedakâr şakirdleri muka*vemet edebilir. Öyleyse, herşeyden ev*vel onun dairesine girmeli, sadakatle, tam metanet ve ciddî ihlâs ve tam iti*madla ona yapışmak lâzım ki, o acip has*talı*ğın tesirinden kurtulsun.» (Kastamonu Lâhikası sh: 105)
22- «Risale-i Nur, kendi sâdık ve sebatkâr şakird*le*rine ka*zandırdığı çok büyük kâr ve kazanç ve pek çok kıymettar neticeye mukabil fiyat olarak, o şakirdlerden tam ve hâlis bir sadakat ve dâimî ve sarsılmaz bir sebat ister. Evet, Risale-i Nur on beş se*nede kazanılan kuvvetli iman-ı tahkikîyi on beş haftada ve bazılara on beş günde kazandırdığını, yirmi senede, yirmi bin zat tecrübele*riyle şehadet ederler.
Hem, iştirak-i a’mâl-i uhreviye düsturuyla, herbir şakirdine, herbir günde binler hâlis lisanlarla edilen mak*bul duaları ve bin*ler ehl-i salâhatin işledikleri a’*mâl-i sali*hanın misil sevaplarını kazandırıp, herbir hakikî sâdık ve sebatkâr şakirdini amelce binler adam hükmüne getirdi*ğine delil, kerametkârâne ve tak*dirkârâne İmam-ı Ali Radıyallahü Anhü’nün üç ihbarı ve ke*ramet-i gaybiye ve Gavs-ı Âzamdaki (k.s.) tahsin*kâ*râne ve teşvik*kârâne be*şareti ve Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın kuvvetli işaretiyle o hâlis şakirdler, ehl-i saadet ve ashab-ı Cennet olacaklarına müj*desi pek kat’î ispat ederler. Elbette böyle bir kazanç, öyle bir fiyat is*ter.» (Kastamonu Lâhikası sh: 122)
23- «Çok mühim ve mübarek kardeşimiz Hâfız Mustafa’nın bize verdikleri ehemmiyetli hadise-i taar*ru*ziye haberi bizi hayrete düşürdü. Ve Üstadımızın o za*manda endişelerinin ve heyecanının hikmetini an*ladık. Bir hiss-i kablelvukuyla mütemadiyen bizlere der idi: “Dikkat ediniz, sebat ediniz! Münafıklar, taarruz plânı çeviriyor*lar” diye bizi ihtiyata sevk ediyor, “Hem bir halt edemez*ler”» (Kastamonu Lâhikası sh: 126)
24- «Sizler, ara sıra, İhlâs ve İktisat Lem’alarını ve bazan Hücumat-ı Sitte risalesini mâbeyninizde bera*ber okumalısınız. Sizin şimdiye kadar fevkalâde se*bat ve metanet ve tesanüd ve ittifakınız, bu mem*le*kete medâr-ı iftihar olacak ve istikba*lini kurtara*cak derecededir. Dikkat ediniz, bu yeni fırtına sizin tesa*nüdünüzü bozma*sın.» (Kastamonu Lâhikası sh: 223)
25- «Senin ağlamana ve ağlayan mektubuna işti*rak ettim.
Evet, sen de benim gibi, dünyayla iki cihetle alâ*kan kesiliyor. Hem öyle lâzım. Senin gibi Risale-i Nur’un bir fedaisi alâkası ol*mamalı ve alâka peyda et*memeli. Alâkalı olsa, fevkalâde bir se*bat, bir ihlâsın lüzum ile beraber, bazı ârızalar içinde sarsılır, tam fe*da*kârlık edemez.
O havalinin kahramanları elhak müstesnadırlar. Alâkalar onları sarsmıyor. Fakat bazıları, Hüsrev gibi, Said gibi ve Âtıf ve emsali gibi bütün bütün alâkasız da bulun*mak lâzım.» (Kastamonu Lâhikası sh: 231)
26- «Isparta ve havalisindeki Risale-i Nur şakird*le*rinde fev*kalâde bir sadakat ve sebat ve uhuvvet ve ih*lâs ve kahramanlık var ki, bu acip zamanda binler es*bab-ı fe*sat ve ifsat içinde vahdetlerini ve ittifaklarını ve hizmette ciddiyetlerini muhafaza ediyorlar.
Bu kadar fırtınalı hadiseler içinde Risale-i Nur’u mu*attal bı*rakmadınız, söndürmediniz belki öyle parlat*tınız ki, bizi de ışık*landırıp gayrete getirdiniz.» (Kastamonu Lâhikası sh: 243)
27- «Bu şuhur-u selâse-i mübarekenizi tebrik edi*yo*ruz. Sizin kalemlerinizin yadigârları ve Risale-i Nur’dan ayrılmamak ve sebat etmek senetleri olan yazılarınızı ve dininizi dünyanın çok fevkinde tutmanıza işaret veren dünya sureti üstündeki çizgi*leri*nizi ve iman hizmetinde daima sebat etmenize, vesi*kalar hükmündeki imzaları*nızı, kemâl-i memnu*niyetle aldık, kabul et*tik. Cenab-ı Hak sizlere, hazine-i rahme*tinden onların hurufatı ade*dince defter-i a’mâ*linize ha*seneler yazsın. Âmin.» (Kastamonu Lâhikası sh: 246)
28- «Hasan Âtıf’ın mektubunda, cesur ve sebatkâr zâtlar*dan—ki “efeler” tâbir ediyor—bahis var. Biz, o ce*sur, sebatkâr yeni kardeşlerimizi ruh u canla kabul edi*yo*ruz. Fakat Risale-i Nur da*iresine girenler, şahsî cesa*retle*rini kıymetleştirmek için, sarsıl*maz bir sebat ve metanete ve ihvanlarının tesanüdüne cidden çalış*maya sarf edip, o cam parçası hükmünde şahsî cesare*tini, hakikatperestlik sıddıkiyetindeki fedakârlık el*masına çevirmek ge*rektir.
Evet, mesleğimizde, ihlâs-ı tâmmeden sonra en bü*yük esas, sebat ve metanettir. Ve o metanet cihetiyle şimdiye kadar çok vukuat var ki, öy*leler, her*biri yüze mukabil bu hizmet-i Nuriyede mu*vaffak olmuş âdi bir adam ve yirmi otuz yaşında iken, altmış yetmiş yaşındaki velîlere tefevvuk etmişler var.» (Kastamonu Lâhikası sh: 248)
29- «İmam-ı Ali’nin üç keramet-i gaybiyesiyle Risale-i Nur’dan haber vermesine dairdir.
Bu sekiz parçayı Ankara ehl-i vukufu tetkik etmiş, itiraz et*memişler. Yalnız demişler: “Bu yazılmamalıydı. Keramet sahibi, kerametini yazamaz.”
Ben de onlara cevap verdim ki:
“Bu, benim değil, Risale-i Nur’un kerame*tidir. Risale-i Nur ise, Kur’ân’ın malıdır ve tef*siridir” dedim. Onlar sustular, demek kabul ettiler. Gerçi bu çeşit ikramlar yazıl*masaydı daha münasipti, fakat bu kadar hadsiz mu*arızlar ve çok kuvvetli ve kes*retli düşmanlar karşısında az ve fakir ve zayıf olan biz*lere kuvve-i mâneviye ve gaybî imdat ve teşcî ve sebat ve meta*net vermek için mecburi*yet‑i kat’iye oldu, ben de yazdım.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 13)
30- «Bu yaz mevsimi, gaflet zamanı ve derd-i ma*işet meşga*lesi hengâmı ve şuhûr-u selâsenin çok se*vaplı iba*det vakti ve zemin yüzündeki fırtınaların si*lâhla de*ğil, dip*lomatlıkla çarpışmaları zamanı olduğu cihetle, gayet kuv*vetli bir metanet ve vazife-i nuriye-i kudsiyede bir sebat olmazsa, Risale‑i Nur’un hiz*meti zararına bir atâlet, bir fü*tur ve tevak*kuf başlar.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 43)
31- «Kemiyet keyfiyete nisbeten ehemmiyetsiz ol*duğundan, hâlis bir hâdim olarak, hakikat-i ihlâs ile, her*şeyin fevkinde ha*kaik-i imaniyeyi on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetle bin*ler adamı irşad etmek*ten daha ehemmiyetli görüyorum.
Çünkü o on adam, tam o hakikati herşeyin fev*kinde gördük*lerinden, sebat edip, o çekirdekler hük*münde olan kalbleri, birer ağaç olabilirler.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 75)
32- «Bize ezâ ve cefâ edenlere karşı hiçbir talebe*min kalbinde zerre kadar intikam emeli beslememesini ve on*lara mukabil Risale-i Nur’a sadakat ve sebatla ça*lışmalarını tavsiye ederim.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 81)
Sebat edip etmeme cihetinde kaderin imtihanı:
33- «İşte bu meselemizde elmaslar şişelerden, sıd*dık feda*kâr*lar mütereddit sebatsızlardan ve hâlis muhlisler, benlik ve men*faatini bırakmayanlardan ay*rılmak için bu şiddetli imtihana gir*memizin iki sebebi var:
Birisi: Ehl-i dünya ve siyasetin evhamlarına do*ku*nan kuvvetli bir tesanüd ve ihlâsla fevkalâde hiz*met-i diniye*dir. Zulm-ü beşer buna baktı.
İkincisi: Herkes kendi başına bu kudsî hizmete tam ihlâs ve tam tesanüdle tam liyakat göstermediği*miz*den, kader dahi buna baktı.» (Şualar sh: 300)
Sebatkârları dağıtmak için münafıkların planları:
34- «O plânların en mühim bir esası, has, sebatkâr kardeş*lerimizi soğutmak, fütur vermek, mümkünse Risale-i Nur’dan vazgeçirmektir. Bu nok*tada o kadar acip yalanları ve desise*leri istimal ediyorlar ki, Isparta ve ha*valisi, Gül ve Nur fabrikası*nın kahraman şakirdleri gibi, çelik ve demir gibi bir sebat ve sadakat ve metanet lâzım ki dayanabilsin. Bazı da dost suretinde hulûl edip, kor*kutmak mümkünse, habbeyi kubbe edip evham ve*riyor*lar.
“Aman, aman Said’e yanaşmayınız! Hükûmet tâ*kip ediyor” diye zayıfları vazgeçirmeye çalışıyor*lar. Hattâ bazı genç talebe*lere, hevesatlarını tahrik için, bazı genç kızları musallat ediyor*lar. Hattâ Risale-i Nur er*kânlarına karşı da, benim şahsımın kusurâ*tını, çü*rüklüğünü göste*rip, zahiren dindar ehl-i bid’a*dan bazı şöhretli zatları gös*terip, “Biz de Müslümanız, din yal*nız Said’in mesleğine mahsus değil” deyip, bize karşı perde altında cephe alan zındıklara ve anarşilik hesa*bına o safdil ehl-i diya*net ve hocaları âlet edip is*timal ediyorlar. İnşaallah bunların bu plânları da akîm kalacak.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 125)
35- «Mücmel bir mânevî ihtar ile bir meseleyi kalbe geldiği gibi beyan edeceğim. Altı makamata giden ve ga*lebe eden müdafa*atın cevabı gelmiş ve bize teca*vüze çare bulamamışlar. Yalnız bir makamın, gizli bir iş’ar ile, benim fedakâr kardeşlerimi benden soğutmak ve şiddetli alâka*larını gevşetmek planı var. Zaten çok*tan beri, beni ihanet*lerle ve iftiralarla ve tecritlerle, bu kudsî ve uhrevî ve imanî alâkayı bozmaya çalıştılar, muvaf*fak olamadılar. Şimdi Nurcuları ürkütmek, za*yıf bir damar bulup nazar*larını başka tarafa çe*vir*meye bazı bahaneleri buluyorlar. İnşaallah, demir gibi metin Nurcuların kahramanane se*batları ve ta*hammülleri ve mücahid-i ekber olan Nurun hakikat*leri, onun elinde birer elmas kılıç bulunan şakirdle*rin şahs-ı mânevîsinin pek harika fedakârlığı, onların bu plânını da akîm bırakacak. Evet, Cennet ucuz olmadığı gibi, Cehennem dahi lüzumsuz değil. Sizlere tekrarla be*yan edilmiş: Eski zamanın kahraman mücahidlerine nispe*ten en az zahmet, ağır şerait ve bu zamanın şid*det-i ihti*yaç cihetiyle çok sevap kazanan, inşaallah halis Nurculardır. Ve boş boşuna, bâd-ı hevâ, belki günahlı, zararlı giden birkaç sene öm*rünü, böyle kudsî bir hiz*met-i imaniye ve Kur’âniyeye sarf eden ve onunla ebedî bir ömrü kazanan, Nur talebeleridir. Ben, kendi his*seme düşen bütün bu hü*cumlarına karşı, pek çok zaafiyetimle be*raber tahammüle karar verdim. İnşaallah, kuvvetli, fedakâr, genç, kahra*man kardeşle*rim benden geri kal*maz ve kaçmazlar ve ka*çanları da geri çevir*meye, şimdiye kadar çalıştıkları gibi çalışa*caklar.» (Tarihçe-i Hayat sh: 596)
36- «Sizin fevkalâde sebat ve ihlâsınızın gale*besi ve o musi*beti def’inden sonra, ehl-i dünya cepheyi değiştirdi. Zındıkanın de*siseleriyle, bu havalide bizlere karşı perde altında maddî ve manevî tahşidatı başlamış gayet dikkatle ve şeytancasına şakirdlerin hakikî kuvvetleri olan tesa*nüdü bozmaya çalışıyorlar. Sizlere risaleleri iade ettikleri halde, kurnazcasına do*laplar çevriliyor. Biz, sizin bir şu*beniz hükmünde oldu*ğumuz halde, bizi asıl ve mer*kez telâkki ettikle*rinden, daha ziyade desiseleri bize karşı isti*mal ediyorlar. Hâfız-ı Hakikî Cenab-ı Haktır. İnşaallah hiçbir zarar edemeyecekler. Fakat bu şuhur-u mübâre*ke*nin eyyam ve leyâli-i mübarekesinde hâlis du*aları*nızla bize yar*dım ediniz. Birşey yok fakat mümkün ol*dukça ih*tiyatlı ve dikkatli olunuz. Hazret-i Ali Radıyallahü Anh ve Gavs-ı Geylânî Kuddise Sirruhu gibi kahramanların mâ*nevî teminatı ve hi*tapları, bize her vakit cesaret ve kuvve‑i mâ*nevî veri*yor.» (Kastamonu Lâhikası sh: 152)
Düşmanların taarruzundan kurtulmak için hiz*metten çekil*mek daha zi*yade ezilmeye ve büyük mesuli*yete sebe*bi*yet verir:
37- «Bu Cuma gününde mühim bir hizb okurken siz hatıra geldiniz. “Bu musibetten kurtulmak için ne yapa*ca*ğız?” lisan-ı hâl ile dediniz. Benim kalbime bu geldi: Sıkı bir tesanüdle, el ele, omuz omuza ve*riniz. Çünkü, birbi*rinden ve Risale-i Nur’dan ve ben*den çe*kinmek ve inkâr etmek ve bizi ezmek isteyen gizli kuvvete dalkavukluk etmek gibi tedbirleri yapanla*rın zarardan başka hiçbir menfaatleri yoktur. Sizi temin ederim, eğer bilseydim ki benden teberri et*mekle kurtu*lacaksınız, beni tahkir ve ihanet ve gıybet etmeye izin verip helâl ederdim. Fakat, bizi ezmek is*teyen gizli kuvvet sizi biliyor, aldanmıyor za’fı*nızdan, teberr*îniz*den cesaret alır, daha ziyade ezer.» (Tarihçe-i Hayat sh: 431)
38- «Aleyhimize çevrilen dolaptan kurtulmak im*kânı bul*madık. Ben hissetmiştim, fakat çare yoktu. Bîçare mer*hum Şeyh Abdülhakîm, Şeyh Abdülbâki kurtu*lamadılar. Demek bu musibette biz birbirimizden şekvâ etmek hem haksız, hem mânâsız, hem za*rarlı, hem Risale-i Nur’dan bir nevi küsmektir. Sakın, sa*kın, has rükünlerin göster*dikleri faaliyeti bu musi*bete bir sebep görüp onlardan gücenmek ise, Risale-i Nur’dan çekilmek ve hakaik-i imani*yeyi öğ*renmeden pişman olmaktır. Bu ise, maddî musibet*ten daha büyük bir mânevî musibettir.» (Şualar sh: 322)
39- «Kardeşlerim, madem bir kısmın mâhiyetleri bu tarzdır onlara, o kısma teslim olmak, bir nevi intihardır, İslâmiyetten pişman olmaktır, belki din*den insilâh etmek*tir. Çünkü o derece ilhadda taas*sup etmiş ki, bizim gibi*lerden yalnız teslimiyetle ve ta*sannu ile razı olmuyorlar. “Kalbini ve vicdanını bı*rak, yalnız dünyaya çalış” derler. İşte bu vaziyete karşı inayet-i Rabbâniyeye dayanıp me*tanet ve sabır ve te*vekkül ederek dört sandık Risale-i Nur eczaları o merkeze yetişip, kuv*vetli hakikatlerle ga*lebe çalmasına dua etmekten başka çare yoktur. Biz birbi*rimizden çekinmekle ve gücenmekle ve Risale-i Nur’dan çekilmekle ve onlara teslim ve hattâ ilti*hak etmekle fayda vermediği şimdiye kadar tecrübe edildi. Hem hiç merak etmeyiniz. O Vekilin o farfaralı telâşı, zaafına ve tam kor*ku*suna delâlet eder. Tecavüze değil, belki tedâfüe mecbu*riyeti bildiri*yor.» (Şualar sh: 335)
40- «Vehham ve zarardan sakınmak için bizden uzaklaşan bazı dostların kuvve-i mâneviyelerini te’yid için ve hizmetimizden bazı maksadlarla çekilen ve maksadla*rının aksiyle tokat yiyenleri, çok misâllerden yedi küçük misâl ile gösterir ki siperini bırakıp ka*çanlar, daha ziyade yaralanırlar.» (Mektubat sh: 506)
41- «Hem, ey kardeşlerim, çoğunuz askerlik et*miş*siniz. Etmeyenler de elbette işitmişlerdir. İşitmeyenler de benden işitsin*ler ki, en ziyade yarala*nanlar, siperini bıra*kıp kaçanlardır. En az yara alan*lar, siperinde sebat eden*lerdir.
(62:8) mânâ-yı işarîsiyle gösteriyor ki, firar edenler, kaçmalarıyla ölümü daha zi*yade karşılı*yorlar.» (Mektubat sh: 417)
Hizmette sebatsızlık, hem hizmete, hem hizmet eh*linin şev*kine zarar olup mesuliyete sebebiyet verir:
42- «Kardeşlerim, herhalde bu kadar sıkıntı ve za*rarı çeken zayıf bir kısım aile sahipleri, bir derece Risale-i Nur’dan ve bizden çekinmek, belki vazgeçmek için bir mazeret olabilir zannıyla, tahli*yeden sonra de*ğişmek ih*timaline binaen derim: Bu derece kıymet*tar bir mala bu maddî ve mânevî fiyat veren ve bu azabı çeken, o maldan vazgeçmek büyük bir hasârettir. Hem herbirisi, Risale-i Nur’un eczalarını ve alâkadarla*rını ve bizi muhafaza ve yardım ve hizmeti birden bı*raksa, hem ona, hem bizlere lü*zumsuz bir zarardır. Onun için, ihtiyatla beraber, sada*katı ve ir*tibatı ve hizmeti değiştirmemek lâzımdır.» (Şualar sh: 342)
43- «Risale-i Nur’un tesettür perdesinden çı*kıp ga*yet bü*yük ve umumî bir meselede kendi kendine merkez*lerinde mübare*zesi zamanında şakirdlerini ar*kasında bul*mak ve kaçmamakla sarsılmaz ve mağlûp olmaz bir ha*kikata bağlandıklarını mü*tered*dit ve mütehayyir ehl-i imana göstermesi gayet lü*zumlu oldu*ğunu dahi nazarı*nıza ve meşveretinize alınız. Sakın, sakın bir*birinizin ku*suruna bak*mayın. Hiddet yerinde hürmet ediniz, itiraz yerinde yardım edi*niz.» (Şualar sh: 327)
Kur’an-ı Kerim lügatında beyan olunduğu üzere sebat keli*mesi, tezellül ve ızdırabın zıddı olan rasih, istikrarlı ve sabit ol*mak mânâsına gelir. (Bak. İslâm Prensipleri Ansiklopedisi, 3940/11.p.)
Sebat meziyetinin ehemmiyeti hakkında Risale-i Nurdan alı*nıp yukarıda sıralanan sarih beyanlar, sebatın kuvvetli bir esas olduğunu isbat eder.
-
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
4-MESLEĞE BAKAN DÜSTURLARIN DEĞİŞMEZLİĞİ ESASI
Risale-i Nur hizmetinde temel teşkil eden ve aşağıda kısmen tesbitleri yapılmış olan meslek düsturla*rının değiş*mezliği de bir esastır.
Hakiki keyfiyete medar ve Risale-i Nur’un hizmet ha*yatında hiçbir zaman değişmeyecek olan bu esas*lar, Nurculuk hareketi*nin ehemmiyetli düsturların*dan bir kısmı*dır ki haslar dairesinin vasıfları ve temelidir. Bu hizmet düsturlarının ekseriyetini ihtiva eden Hizmet Rehberi ismin*deki eserin mukaddime*sinde bu hizmet düs*turlarının değiş*mezliği ve Risale-i Nur’u her mes’elede merci tutmak ge*rek*tiği anlatılırken şöyle deniliyor:
1- «Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin mes*lek ve meşre*bine dair Kur’andan ders aldığı çok muaz*zam bazı hakikatleri, hizmet-i imaniyede bulunan Nur Şakirdleri için daima tazele*nen bir dersimiz ve her vakit temessük edeceğimiz de*ğişmez düstu*rumuz, maddî - manevî her türlü engeller karşı*sında muvaffakiyete, rıza-yı İlahîye isal edici en ehemmi*yetli rehberimiz manasıyla neşrediyoruz.
Çünki Risale-i Nur’un dairesi çok genişlemiş çok muhtelif efkâr ve mizaç sahipleri, bu hizmet safında yer almışlardır. Elbette bütün efkâr, kanaat, meslek ve meş*rebler üstünde makam-ı sıddı*kıyette yer tutmuş ve şahs-ı manevî-i Äl-i Beyt’in mümessili olarak hiz*met-i Kur’aniyenin başına geçmiş Üstad Bediüzzaman’ın azamî ihlas, azamî sadakat ve azamî fedakârlık manasını ihtiva eden, gösteren ve işaret eden mesleğini nazara vermek lâzım gelmektedir. Ta ki, hizmet-i Nuriyede bulunacak Kur’an Şakirdleri kı*yamete kadar bu düsturlar; müva*ce*hesinde ha*reket etsinler. Muvaffakıyetin ve rıza-yı İlahîye na*iliyetin, ancak bu suretle mümkün olaca*ğına kat’i ka*naat getirsin*ler.
Risale-i Nur hizmetinde tecelli eden rıza-yı İlahî ve tevfik nurlarının tevali ve devam etmesi için her*halde Hazret-i Üstad Bediüzzaman’ın takib ettiği mes*lek ve meşrebi, yarım asra yakla*şan uzun bir hizmet devre*sinde muhtelif hâdiseler, şiddetli tazyi*kat ve hü*cumlar karşı*sında maddî ve manevî engeller içerisinde ta*kın*dığı tavır, niyaz ve yaşadığı halet-i ruhiye ve gös*terdiği azim ve sa*dakat gibi ahvali olan “sıddıkiyet mesle*ğidir” ki Nur Talebeleri için ehemmiyetle bi*linmek, anlaşılmak ve ya*şan*mak icab eder.
Çok dikkatle üzerinde durulması, tefekkür edil*mesi gereken bedihi bir hakikat vardır ki, o da şudur: Risalelerde, mektuplarda, lâhikalarda def’alarca yazıl*dığı gibi mübarek Üstadımıza müra*caat edenler ve ziya*rete gelen bütün ziyaretçiler hemen umumi*yetle daima görü*yorlardı ki:
Üstadımız onların nazarlarını Risale-i Nur’a tevcih ediyordu. Acaba bunun sırr-ı hikmeti ne idi? Mütemadiyen ne için bu noktada tahşidat yapı*yordu?
Evet bu muazzam bir hakikattır ve Hazret-i Bediüzzaman’a kâfil bir muazzam hakikatın ifade*sidir ki, der*simizi hakaik-ı Kur’aniye ve envar-ı imaniye hazinesi olan Risale-i Nur’dan aldı*ğımız gibi, birbirimizle ma*nevî münasebet, alâka, uhuvvet ve muhabbet düsturla*rımızı da hep o Risale-i Nur’dan ders alacağız.
Evet bu zamanda, bu dehşetli ve cihanşümul hâ*dise*ler hen*gâmında Kur’an Şakirdleri cüz’î ve küllî, ferdî ve içtimaî bü*tün ders ve ikazlarını Risale-i Nur’la tahsil edeceklerdir.
Risale-i Nur’daki hakaik, nasılki doğrudan doğ*ruya feyz-i Kur’andan mülhem hakaik-ı imaniyedir, zaman ve zemine göre değişmez ebedî hakikat*lardır. O kudsî haka*ikın ders ve taliminde, neşir ve ilânatında hizmete taalluk eden irşad, ikaz, teşvik ve tergibi tazammun eden şu gele*cek mes’eleler de her*halde değişmez dersler ve esasattır ki, Nur Talebeleri haya*tın ve hizmetin muhtelif saha ve safhalarında onlardan istifade ederler, müşkilat*larını gi*derirler. Daha geniş istifade için bu Hizmet Rehberi’nin menbaı olan Külliyat-ı Nuriye ve Mektubatı mütalaa et*melidirler.» (Hizmet Rehberi Mukaddemesinden)
Bediüzzaman Hazretleri, Eski Said devresinde dahi yaz*dıkla*rının değişmez hakikatler olduğunu, şöyle beyan eder:
2- «Bütün kuvvetimle derim ki:
Gazetelerde neşrettiğim umum makalâ*tım*daki umum hakaikte nihayet derecede musır*rım. Şayet za*man-ı mazi cânibinden, Asr-ı Saadet mahkemesinden ada*letnâme-i şeriatla davet olunsam neşrettiğim hakaiki ay*nen ibraz edeceğim. Olsa olsa, o zamanın ilcaatının moda*sına göre bir libas giydirece*ğim.
Şayet müstakbel tarafından üç yüz sene sonraki tenkidât-ı ukalâ mahkemesinden tarih celp namesiyle celp olunsam, yine bu hakikatleri, tevessü ve inbisat ile çatla*yan bazı yerlerini yamala*makla beraber, taze ola*rak orada da göstereceğim.
Demek, hakikat tahavvül etmez hakikat haktır.» (İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi sh: 44)
Kur’andan mülhem Risale-i Nur’un meslek esas*larının de*ğiştirilmesini is*temeyen Bediüzzaman Hazretleri, Nur da*iresinin yakınında bulunan bazı şa*hıs*ların Risale-i Nur mes*leğine uyma*yan dinî faaliyet*lerini, Risale-i Nur’un meslek tarzına çevirmek için yazdığı mektublarında evvelâ mültefi*tane ve takdirkâ*rane karşılar, sonra Risale-i Nur’un hizmet şeklini de*ğiştirmemenin lü*zumunu, akla kapı açıp icbar et*meyen bir üslûb ve ifade ile be*yan eder.
Bir şahıs veya cüz’î bir hâdise münasebetiyle ya*zılan böyle bir mektub, aynı zamanda umum Nurcular için her zaman tazeli*ğini koruyan ve Nur’un meslek tarzının tesbi*tine ışık tutan bir ders olarak Risale-i Nur’da yerini alır.
Ezcümle bir zatın, tarikat tarzıyla yapmak istediği dinî hiz*metinden dolayı yazılan mektubda evvelâ takdir*kâr ve mültefi*tane karşılanır. Fakat mektubun so*nunda, Risale-i Nur’un hizmet şeklinde karar kılınması açıkla*nır. Mektub aynen şöyledir:
3- «Çok aziz ve sıddık, kahraman Sabri,
Cenab-ı Hak, Galip Bey gibi çok fedakârları İslâm ordusunda yetiştirsin. Bu zat, garpta, aynı şarkta Hulûsi Bey gibi imana hiz*met ediyor. Tarikat cihetiyle ehl-i imanı dalâletten çekmeye çalışı*yor. Bu zat, eskiden beri Risale-i Nur’u görmeden Nur mesleğinde hareket et*meye çalış*mış. Sonra Nurlarla münasebeti kuvvetleş*tiği za*man, daha ziyade hizmet edebilir. Fakat Nur’un mes*leği, ha*ki*kat ve sünnet-i seniye ve feraize dik*kat ve büyük günah*lardan çekinmek esastır ta*rikate ikinci, üçüncü derecede ba*kar. Galip kardeşi*miz, Alevîler içinde Kadirî, Şâzelî, Rüfâî tarikat*lerinin bir hülâsasını sünnet-i seniye daire*sinde Hulefa-yı Raşidîn, Aşere-i Mübeşşereye ilişmemek şartıyla, mu*habbet-i Âl-i Beyt da*iresinde bir tarikat dersi vermesini düşünüyor. Hakikat namına ve imanı kurtar*mak ve bid’alardan muhafaza etmek hesabına ehemmi*yetli üç dört faydası var:
Birincisi: Alevîleri başka fena cereyanlara kap*tır*ma*mak ve müfrit Râfizîlik ve siyasî Bektaşîlikten bir derece muhafaza etmek için ehemmiyetli faydası var.
İkincisi: Hubb-u Ehl-i Beyti meslek yapan Alevîler ne kadar ifrat da etse, Râfizî de olsa, zındıkaya, küfr-ü mut*laka girmez. Çünkü muhabbet-i Âl-i Beyt ruhunda esas oldukça, Peygamber ve Âl‑i Beytin adavetini ta*zammun eden küfr-ü mutlaka girmezler. İslâmiyete o muhabbet vasıtasıyla şiddetli bağlanıyorlar. Böylelerini daire-i sün*nete tarikat namına çekmek büyük bir fayda*dır.
Hem bu zamanda, ehl-i imanın vahdetine çok za*rar veren bazı siyasî cereyanlar Alevîlerin fıtrî fedakâr*lık*ların*dan istifade edip kendilerine âlet etmemek için Nur daire*sine çekmek büyük bir maslahattır. Madem Nur şakirdle*rinin üstadı İmam-ı Ali Radıyallahu Anh’tır ve Nur’un mesleğinde hubb-u Âl-i Beyt esastır elbette hakikî Alevîler ke*mâl-i iştiyakla o da*ireye girmeleri gerektir.
Bu zaman, imanı kurtarmak zamanıdır. Seyr-i sü*lûk-ü kalbî ile tarikat mesleğinde bu bid’alar zamanında çok müşkilât bulunduğun*dan, Nur dairesi hakikat mes*leğinde gidip, ta*rikatlerin faydasını temin eder diye o kar*deşimize Ramazanını tebrik ve selâmımla beraber ya*zınız. O da bize dua etsin.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 241)
Aynı üslûbla yine Bediüzzaman Hazretleri tara*fından yaz*dırılmış diğer bir örnek mektub:
4- «Aziz, sıddık kardeşlerimiz Ziya ve Abdülmuhsin!
Üstadımız diyor ki:
“Eşref Edib kırk seneden beri iman hizmetinde be*nim arka*daşım ve Sebilürreşad’da makale yazan ve şimdi vefat eden çok kıymetli kardeşlerimin mümessili ve hakikî İslâmiyet mücahidle*rinden bir kardeşimdir. Ve Nurun bir hâmisidir. Ben vefat etsem de, Eşref Edip Nurcular içinde bulunmasıyla büyük bir teselli bulu*yo*rum.
“Fakat Nur Risalelerinin ve Nurcuların si*yasetle alâ*kaları yok. Ve Risale-i Nur, rıza-i İlâhîden başka hiçbir şeye âlet edilmediğinden, müm*kün olduğu kadar Risale-i Nur’un mensupları, içtimaî ve siyasî cereyanlara karış*mak is*temi*yorlar. Yalnız Sebilürreşad, Doğu gibi mücahid*ler iman hakikatlerini ehl-i dalâletin tecavüzatından mu*ha*fazaya çalıştık*ları için, ruh u canımızla onları takdir ve tahsin edip onlarla dos*tuz ve kardeşiz—fakat siyaset nok*tasında değil.
Çünkü iman dersi için gelenlere tarafgir*lik naza*rıyla bakılmaz. Dostdüşman, derste far*ketmez. Halbuki si*yaset tarafgirliği, bu mânâyı ze*deler, ihlâs kırılır. Onun içindir ki, Nurcular emsalsiz işken*celere ve sıkıntılara ta*hammül edip Nur’u hiçbir şeye âlet etmediler. Siyaset topuzuna el at*madı*lar.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 35)
Risale-i Nur mesleğini değiştirmemekle alâkalı iki ha*tıra:
5- «Bir gün Galatasaray Lisesi’nde okuyan ve son*ra*dan ec*zacı olan bir zât ziyarete gelmişti. Ben son ânında geldim. Tatsız bir vaziyet vardı, O anda anla*ya*madım. Onun ayrılmasından sonra Hazret-i Üstad, o anda hizme*tinde bulunan kardeşlere çok hiddet etti. “Çocuk bunlar, çocuk olmasa tardedeceğim, bilmiyorlar. Çocuk bunlar!” dedi. Ben de mes’eleden çok endişeli bir halet-i ruhiyeye girmiştim. Bu sırada Üstad Hazretleri karyolada oturuyor*lardı. Ben ise yerde ve halının üze*rindeydim. Birden bana hitaben şöyle dedi:
“Muhammed, kardeşim, sen hakem ol, ben diyo*rum ki Risale-i Nur’un neşir ve medrese tarzı hizmetle*rinin devam ve inkişafı lâzım, bunlar ise başka şeyler, başka hizmetler düşün*cesinde.” Ben mes’eleyi “başka hizmetler” ta*birinden anlamakla beraber, “Üstadım bizim vazifemiz, Risale-i Nur’un neşri ve ve medreselerin de*vamıdır.” deyince Üstad yüksek sesle “Tamam” diye ifa*dede bu*lundu. Ve o hiddet hali ak*şama doğru hayli hafif*ledi. Sonra Muhsin Ağabeye sordum. Gelen kardeşin bi*zim tarz-ı hizmetimizi pasif telakki etmesi ve orada bazı ko*nuşmaların cereyan etmesi, Üstad’ın hiddetlenmesine sebeb ol*muş.» (Son Şahitler-3 sh: 235)
6- «Neşriyat esnasında Isparta’ya forma götürdü*ğüm bir de*fasında, dersten ağabeyler yeni çıkmışlardı. Üstad Hazretleri der*sin sonunda şöyle bir sohbette bu*lunmuş. Zübeyir Ağabey taze taze nakletmişti:
“Kardaşlarım! Abdülkadir-i Geylanî şimdi gelse;, “Said sen bu mesleğinden bir parça taviz versen, milyon*lar in*sanlar senin kitaplarını okuyacak, fakat öyle yap*masan hem bunlardan mahrum kaldığın gibi, hapislerde zulüm*lerle, eziyetlerle cefa çekeceksin.” dese, “Hayır Üstadım ben bu zulümlere işkencelere razıyım, fakat mesleğim*den en küçük bir taviz ver*mem.” diye ona söyleyeceğim.» (Son Şahitler-3 sh: 246)
Risale-i Nur mesleğinden taviz verip içtimaî ge*niş da*iredeki unvanlı kişi*lerle hizmet beraberliği ya*pılsa, binler ki*şilerin hatta diplomatların Risale-i Nura girip neşre*decekleri halde, Risale-i Nur’da bir esas olan keyfiyeti yani ihlas gibi meslek esaslarını değiştirme*meyi esas alan Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
7- «Aziz, sıddık kardeşlerim,
[Hem mânevî, hem maddî bir kaç cihette sorulan bir suale mecburiyet tahtında bir cevaptır.]
Sual: Neden, ne dahilde, ne hariçte bulunan cere*yan*lara ve bilhassa siyasetli cemaatlere hiçbir alâka peydâ et*miyorsun? Ve Risale-i Nur ve şakirdlerini müm*kün olduğu kadar o cereyanlara temastan men ediyor*sun? Halbuki, eğer temas etsen ve alâkadar olsan, birden binler adam Risale-i Nur dairesine girip, parlak haki*katlerini neşrede*ceklerdi hem bu kadar sebepsiz sı*kıntı*lara hedef olmaya*caktın.
Elcevap: Bu alâkasızlık ve içtinabın en ehemmi*yetli sebebi: Mesleğimizin esası olan ihlâs bizi men edi*yor. Çünkü, bu gaflet zamanında, hususan tarafgirâne mefkû*reler sahibi, her*şeyi kendi mesleğine âlet ederek, hattâ dinini ve uhrevî harekâtını da o dünyevî mesleğe bir nevi âlet hükmüne getiriyor. Halbuki, hakaik-i ima*niye ve hizmet-i nuriye-i kudsiye, kâinatta hiçbirşeye âlet olamaz. Rıza-ı İlâhîden başka bir gayesi olamaz. Halbuki şimdiki cereyanların tarafgirâne çarpışmaları hengâmında bu sırr-ı ihlâsı muhafaza etmek, dinini dünyaya âlet etmemek müşkülleşmiş. En iyi çare, cere*yanların kuvveti yerine, inayet ve tevfik-i İlâhiyeye da*yanmaktır.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 38)
8- «Bu sırada, dahilde, o kadar dahilî-haricî heye*canlı parti cereyanları varken ve bundan tam istifade etmek, yani mahdut bir*kaç arkadaşına bedel ve çok dip*lomatları kendisine tarafdar ka*zanmak için zemin ha*zırken, sırf si*yasete karışmamak ve ihlâsına zarar ver*memek ve hü*kûmetin nazarını kendine celb etmemek ve dünya ile meşgul olmamak için, bütün arkadaşla*rına yazıp ki, “Sakın cereyanlara kapılmayınız, siyasete girmeyiniz, âsâyişe do*kunmayınız” dediği ve bu iki ce*reyan bu çe*kinmesinden ona zarar verdikleri, eskisi ev*hamından, yenisi “Bize yardım etmiyor” diye ona çok sıkıntı verdik*leri...» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 80)
Risale-i Nur’un mesleğini kutb-u a’zam dahi ta*sarru*fu altına alamayaca*ğını gösteren şu ifade:
9- «Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsi ve o şahs-ı mâ*nevîyi tem*sil eden has şakirdlerinin şahs-ı mânevîsi “Ferid” makamına mazhar oldukları için, değil hususî bir memleketin kutbu, belki ek*seriyet-i mutlakayla Hicaz’da bulunan kutb-u âzamın tasarru*fundan hariç ol*duğunu ve onun hükmü altına girmeye mecbur de*ğil. Her zamanda bulunan iki imam gibi, onu tanımaya mecbur olmuyor. Ben, eskide, Risale-i Nur’un şahs-ı mâ*nevîsini, o imam*lar*dan birisini zannediyordum. Şimdi anlıyorum ki, Gavs-ı Âzam’da, kutbiyet ve gav*siyetle be*raber, “Ferdiyet” dahi bulundu*ğundan, âhir*zamanda, şakirdlerinin bağlandığı Risale-i Nur, o Ferdiyet maka*mının mazharıdır. Bu giz*lenmeye lâyık olan bu sırr-ı azime binaen Mekke‑i Mükerremede dahi—farz-ı muhal olarak—Risale‑i Nur’un aleyhinde bir itiraz kutb-u âzamdan dahi gelse, Risale-i Nur şakirdleri sarsılmayıp, o mübarek kutb-u âzamın iti*razını iltifat ve selâm sure*tinde telâkki edip, teveccühünü de ka*zanmak için, me*dâr-ı itiraz noktaları o büyük üstad*larına karşı izah et*mek, ellerini öpmektir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 196)
Evet, dinde söz sahibi büyük imamların, kitab ve sün*nete istinaden tesbit ettikleri düsturlar, Risale-i Nur meşre*binin değiş*tirmeden muhafaza edilmesi hük*münü te*’yid etti*ğini beyan eden Üstad Bediüzzaman diyor ki:
10- «Ulema-i ilm-i kelâmın ve usûlü’d-din allâ*me*le*rinin ve Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin dâhi muhak*kikle*rinin İslâmî akidelere dair çok tetkik ve muhake*matla ve âyât ve hadisleri müvazene ile kabul ettikleri usûlü’d-din düs*turları, şimdiki Risale‑i Nur’un meş*rebini muha*fazaya em*rediyor, kuvvet veriyor.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 210)
Bediüzzaman Hazretleri, geçmiş asırlarda gelmiş mü*ceddid*lik makamın*daki zâtlar bu zamanda olsaydılar, ta*savvufî meslek tarzına bedel, Risale-i Nurun asıl va*zifesi olan iman hizmetini esas alacaklarını şöyle ifade eder:
11- «Eğer Şeyh Abdülkadir Geylânî (r.a.) ve Şah-ı Nakşibend (r.a.) ve İmam-ı Rabbânî (r.a.) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i ima*ni*yenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edecek*lerdi. Çünkü saadet-i ebediyenin medarı on*lardır. Onlarda ku*sur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet ve*rir. İmansız Cennete gidemez fakat tasavvufsuz Cennete gi*den pek çok*tur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat mey*vesiz yaşa*yabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-i İslâmiye gıdadır.» (Mektubat sh: 23)
Hem Risale-i Nur, kesbî ilim yolundan gidenleri takib etme*yip Kur’ânın bu asrın insanlarına bakan ve beşerî tasar*rufu ka*bul etmeyen Kur’ânî bir meslek ol*duğuna dikkat çe*ken şu beyan*lar:
12- «Risale-i Nur, hükema ve ulemanın mesle*ğinde gitmeyip, Kur’ân’ın bir i’câz-ı mânevîsiyle, her*şeyde bir pencere-i marifet açmış, bir senelik işi bir sa*atte görür gibi Kur’ân’a mahsus bir sırrı anlamıştır ki, bu dehşetli za*manda hadsiz ehl-i inadın hü*cumlarına karşı mağlûp ol*mayıp galebe etmiş.» (Mesnevî Nuriye sh: 8)
13- «Resâili’n-Nur dahi ne şarkın malûmatından, ulûmun*dan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gel*miş bir mal ve onlar*dan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki, semâvî olan Kur’ân’ın şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe‑i arşîsinden iktibas edil*miştir.» (Ş.. sh: 690)
14- «Risaletü’n-Nur sair telifat gibi ulûm ve fü*nun*dan ve başka kitaplardan alınmamış. Kur’ân’dan başka me’hazı yok, Kur’ân’dan başka üstadı yok, Kur’ân’dan başka mercii yoktur. Telif olduğu vakit hiç*bir kitap mü*ellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur’ân’ın feyzinden mülhemdir ve semâ-i Kur’âniden ve âyâtının nücûmundan, yıldızla*rından iniyor, nüzul edi*yor.» (Şualar sh: 711)
Bütün bu tarzdaki beyanlar, Risale-i Nurun mü*ceddi*diyetini ifade eder.
Müceddid ise hataları tashih eder ve inayet-i hassa ile isti*kamet-i tam*meye mazhardır.
15- «Kur’ân’dan tereşşuh eden o Sözler ve risale*ler, Kur’ân-ı Hakîmin bir nevi, müstakim tefsiri ve ha*kaik-i imâniyenin istika*metli ve kuvvetli delilleri ol*duğundan, o risaleler ve sözlere gelen şeref ve takdir ve tahsin, Kur’ân’a ve hakaik-i imâna aittir. Madem öyle*dir bilâ-perva derim ki: [12] sırrıyla, Kur’ân’da elbette bu istikametli tefsirinin isti*kametine işa*ret var. Evet var. Kur’ân o tefsirine hususî bakıyor.
Çünkü,,ayât-ı.........istikametin bir hususiyeti var ki, tarihiyle işa*ret ediyor. Halbuki, o asırda şahsen istikamette müm*taz bir hususiyet kesb etmek çok uzaktır. Demek, şahsî is*ti*kamet değil. Öyleyse, o ada*mın teşebbüsüyle neşredilen esrar-ı Kur’âniye, o asırda istikamette imti*yaz kesb ede*cek. O adam şahsen gayr-ı müs*takim ol*duğu halde, müs*takimler içine ithali, o imtiyaza rem*ze*der.» (Sikke-i Tasdik-i Gaybî sh: 163)
Şu halde müceddidin mesleğinde yapılacak değiş*tirme, haki*kat-i ve isti*kameti tağyir ve tahrib mânâsını taşır.
Hatta (gelecek zât) diye haber verilen o büyük şahsiyet “Risale-i Nuru kendine hazır bir proğ*ram yapacak” (Bak: Emirdağ Lâhikası-l sh: 266 p.1 ve Sikke-i Tasdik-i Gaybî sh: 9 p.2) şeklindeki beyandan anla*şı*lıyor ki, O zât dahi Risale-i Nurun esasatını ve düstur*larını değiştirmeden tatbik edecek.
Hazret-i Üstad, senelerce takib ettiği mesleğinden ay*rılma*mayı, vasiyet makamında tavsiye eden beyanatı*nın son kıs*mında, hassasiyetle şu hususu na*zara verir:
16- «Ben maddî ve mânevî herşeyimi feda ettim, her musibete katlandım, her işkenceye sabrettim. Bu sa*yede hakikat-i imaniye her tarafa yayıldı. Bu sayede Nur mek*teb-i irfanının yüz binlerce, belki de milyonlarca ta*lebeleri yetişti. Artık bu yolda, hizmet-i imaniyede on*lar devam edeceklerdir. Ve benim maddî ve mânevî herşey*den fera*ğat mesleğimden ayrılmayacaklardır.
Yalnız ve yalnız Allah rızası için çalışacaklar*dır.» (Emirdağ Lahikası-ll sh: 80)
Bunlar gibi daha da nümuneler gösterilebilir. Fakat bu par*çalar, maksadı açık gösterdiğinden yeterli görüldü.
Risale-i Nurdaki sarih beyanların gösterdiği ve esas teşkil eden düsturla*rın, beşerî anlayışlarla ilga veya tebdil edilmeme*sinin bir hikmeti, risalelerin çoğu vehbi ilim ve il*ham ile yazdırıl*mış olmasıdır. (Bk: İPA - İslâm Prensipleri Ansiklopedisi 2294/2. p.) yani: Risale-i Nur’un ekserisi, ma*nevî i’caz-ı Kur’andan gel*diği ve do*layısıyla ilm-i beşerînin tasarruf edemiye*ceği ortaya çı*kıyor. Hatta Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nurun müel*lifi ol*duğu halde, değil ma*nasına tasarruf etmek, manayı taşıyan tarz-ı ifadesine de do*kunamadığını beyan eder. Ezcümle diyor ki:
17- «Yazdığım vakit, irade ve ihtiyarımla olmadı*ğını hissetti*ğimden, kendi fikrimle tanzim veya ıslah etmeyi muvafık görmedi*ğim için bir parça fehmi işkâl edecek bir vaziyet aldı.» (Şualar sh: 99)
Onbirinci Mektub hakkında da şöyle diyor:
18- «Halbuki tanzimsiz, müşevveş bir sûrette idi*ler. Onlar ne hâl ile yazılmış ise, öyle kalması lâzım ge*liyordu. Sonradan tashih ve tanzim etmeye me’zun deği*liz!» (Mektubat sh: 488)
19- «Bütün Sözlerde konuşan ben değilim. Belki, işâ*rât-ı Kur’âniye namına hakikattir. Hakikat ise hak söyler, doğru konu*şur. Eğer yanlış birşey gördünüz mu*hakkak biliniz ki, haberim ol*madan fikrim karışmış, karıştırmış, yanlış etmiş.» (Sözler sh:651)
20- «İnsan kusurlardan, nisyandan, sehivden hâli değil. Benim bilmediğim çok kusurlarım var. Belki de fik*rim karışmış, risalelerde hatalar da olmuş. » (Kastamonu Lâhikası sh: 161)
Buna benzer hayli ifadeler var. Evet kesbî ilim, il*hamla gelen vehbî ilme müdahale edemez. Risale-i Nur ise, ekseriyetle vehbî ve ilhamîdir. Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
21- «Hakaike dair mesâilde külliyatları ve bazan da tafsilât*ları sünuhat-ı ilhâmiye nev’inden olduğun*dan, he*men umumiyetle şüphesizdir, kat’îdir. Onların husu*sunda sizlere bazı müracaat ve istişarem, tarz-ı te*lâkki*sine dair*dir. Onlar hakikat ve hak oldukla*rına dair de*ğildir. Çünkü, hakikat olduklarına tereddüdüm kal*mı*yor.» (Barla Lâhikası sh: 138)
22- Evet «Risale-i Nur’un mesâili, ilimle, fikirle, ni*yetle ve kastî bir ihtiyarla değil ekseriyet-i mutlakayla sü*nuhat, zuhurat, ihtârât ile oluyor. » (Kastamonu Lâhikası sh: 210)
23- «Bazı sualler soruyorsunuz. Aziz kardeşim, ya*zı*lan galip Sözler ve Mektuplar, ihtiyarsız, def’î ve âni bir surette kalbe geli*yordu, güzel oluyordu. Eğer ih*tiyar ile, Eski Said gibi kuvve-i ilmiye ile düşünüp ce*vap ver*sem, sönük düşer, noksan olur.» (Mektubat sh:279)
Bunlar gibi beyanlar, Risale-i Nur’un vehbîliğini gös*teriyor ki ortaya koy*duğu hakaik ve düsturlara, be*şerî dü*şünce ve maslahat anlayışlariyle müdahale*leri kaldırmaz. Çünkü Kur’ândan irtibatı kesilir ve büyük felâkete kapı açı*lır. Hem yine Hazret-i Üstad kesbî ilmi, vehbî ilme tasarruf ettirilemiyeceğini ihtar makamında ve dâhi-i a’*zam olmasına rağmen kendi şahsını misal göstererek diyor ki:
24- «Ben Kur’ân-ı Hakîm’in sırf bir hizmetkârı*yım, o mu*kaddes dükkânın bir dellâlıyım. Şahsî dük*kânımdaki perişan, ehemmiyetsiz şeyleri satışa çıkar*mıyacağım ve çıkarmak istemi*yo*rum.» (Barla Lâhikası sh: 269)
İşte Hazret-i Bediüzzaman böyle derse, onun tale*be*si*nin, -ifade değişik*liği yapmaya nisbeten en aşırı bir ta*sarruf sayılacak olan- düsturlardan değiştir*meye kalkış*manın ne kadar garib ola*cağı aşikârdır. Risale-i Nurda nazara verilen “teslimiyet” , “sadakat” ve “Risale-i Nura ka*naat etme” nin bir hakikatı da bu*dur.
Bu meselenin bir ince ciheti şudur ki: İlham-ı ilâhî, kâ*inatı yaratan Hâlik’ın yarattıklarını her cihetle ihata eden ilminden geldiği cihetiyle mu’cize-i mane*viye sırrını taşır. Yani Allahtan başka hiçbir kimsenin kelâmı, hakaik-ı kâinata ve esrar-ı ilâhi*yeye ve ihtiyacat ve ahval-i beşe*riyeye ve te*rakkiyatına tam mu*tabık külli manaları ta*zammun edemez ve etmesi de muhaldır. Bu sır içindir ki, Kur’an namına ma*nen vazifeli olan mü*ceddidlerin eserleri, ekseriyetle ilm-i le*dünden ve il*hamdan hissedardır. İlm-i beşerî edebî sahada parlak ve zâhiren şa’şaalı cümleler ortaya koyabilir. Fakat bu ke*lime ve cümleleri, Kur’anda “kelimat-ı Rabbî” (18:109) tabiriyle bildirilen ve mezkûr mana inceliğine de bakan küllî il*hamların ve hâlî ve hilkat kelimelerinin ya*nında sö*nük kalır. Risale-i Nurların se*nelerce ve de*falarca ve hayat bo*yunca okunmasının bir hikmeti de bu sır olsa ge*rek.
Düsturların değişmezliği cihetindeki diğer ehem*miyetli bir hususta şudur ki: ibadet hakikatı, ilâhî emir ve yasak ve tavsiye*lere göre hareket etmekle ta*hakkuk eder. Bu emir ve tavsiyeleri de hakiki ehliyetli zatların Kur’andan alıp yazdık*ları mutemed eserlerinden öğre*niriz. Binaenaleyh Kur’andan mülhem Risalelerdeki düsturlara beşerî tasar*rufun girmesi halinde, o düs*tur*ların Kur’andan gelme vasfı zedelenir ve hizmetin iba*det olma hakikatı da zail olur. Bu hususa Risale-i Nur’un muhtelif yerle*rinde dikkat çekilir. Mes’eleyi uzat*ma*mak için icmalen bâzı hik*metleri hatır*latmakla iktifa edildi. Çünkü aynı mes’ele hakkında buna benzer daha pek çok hikmetler vardır.
-
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
5-TAKVÂ-YI MUHAFAZA VE BİD’ATLARDAN UZAK DURMAK
1- «Nurun mesleği, hakikat ve sünnet-i seniye ve fe*raize dik*kat ve büyük günahlardan çekinmek esastır.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 241)
2- «Bu mektup gayet ehemmiyetlidir.
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Bugünlerde, Kur’ân-ı Hakîmin nazarında, iman*dan sonra en ziyade esas tutulan takvâ ve amel-i salih esasla*rını düşündüm. Takvâ, menhi*yattan ve günahlardan içti*nab etmek ve amel-i salih, emir da*iresinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def-i şer, celb-i nef’a râcih olmakla beraber, bu tahribat ve se*fahet ve câzibedar he*vesat zamanında bu takvâ olan def-i mefasid ve terk-i kebair üssü’l-esas olup büyük bir rüç*haniyet kesb etmiş. Bu zamanda tahribat ve menfî cere*yan dehşetlen*diği için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtu*lur..
..Risale-i Nur şakirdlerinin, bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvâyı esas tu*tup davranmak gerektir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 148)
3- «Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatı*nızı iman ile hayatlandırınız ve ferâizle zinetlendiriniz ve gü*nahlardan çe*kinmekle muhafaza ediniz.» (Kastamonu Lâhikası sh: 157)
4- «Risale-i Nur talebelerinden bir genç hâfız, pek çok adam*ların dedikleri gibi dedi: “Bende unutkanlık hastalığı tezayüt edi*yor, ne yapayım?”
Ben de dedim: “Mümkün oldukça nâmahreme nazar etme Çünkü rivayet var: İmam-ı Şâfiî’nin (r.a.) dediği gibi, Haram-ı nazar, nisyan verir.”
Evet, ehl-i İslâmda, nazar-ı haram ziyadeleştikçe, hevesat-ı nefsaniye heyecana gelip, vücudunda su-i isti*ma*lâtla israfa girer. Haftada birkaç defa gusle mecbur olur. Ondan, tıbben kuvve-i hâfı*zasına zaaf gelir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 133)
5- «Suretperestlik, ahlâkı fena halde sarstığı ve su*kut-u ruha sebebiyet verdiği şununla anlaşılır:
Nasıl ki, merhume ve rahmete muhtaç bir güzel kadın cena*zesine nazar-ı şehvet ve hevesle bakmak, ne kadar ahlâkı tahrip eder. Öyle de, ölmüş kadınların suret*lerine veyahut sağ ka*dınların küçük cena*zeleri hük*münde olan suretlerine hevesperve*râne bakmak, derin*den derine hissiyât-ı ul*viye-i insaniyeyi sarsar, tahrip eder.» (Sözler sh: 410)
6- «Âhirzamanda bir şahsın hatiât ve günahları*nın gayet dehşetli bir yekûn teşkil ettiğine dair rivayet*ler vardır..
..Şimdi bu zamanda müteaddit esbabını gördük.
Ezcümle: Müteaddit o vücuhundan radyomla an*la*şıldı ki, o birtek adam, birtek kelimeyle bir milyon ke*bairi birden işler. Ve milyonlarla in*sanı dinlettirmekle günahlara sokar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 71)
7- «Kardeşin hassası ve şartı şudur ki: Hakikî ola*rak Sözlerin neşrine ciddî çalışmakla beraber, beş farz nama*zını edâ etmek, yedi kebâiri işlememektir.» (Mektubat sh: 344)
8- « Yedi kebâiri soruyorsunuz. Kebâir çoktur fa*kat ekberü’l-kebâir ve mûbikat-ı seb’a tâbir edilen gü*nahlar yedidir: Katl, zina, şarap, ukuk-u vâlideyn (yani kat-ı sıla-i rahim), kumar, yalancı şeha*detlik, dine zarar vere*cek bid’alara taraftar ol*maktır.» (Barla Lâhikası sh: 335)
9- «Beş farz namazını kılan ve yedi kebâiri terk eden zatları, şu manevî münasebet ve gö*rüş*mek neticesi ola*rak, âhiret kardeşliğine ka*bul ediyorum. Ben her sabah ma*nevî kazancım ne ise, o âhiret kardeşlerimin sahife-i a’mâline geçmek için Cenab-ı Hakkın dergâhına niyaz edip hediye ediyo*rum. Onlar dahi beni manevî hayratla*rına ve dualarına his*sedar etmelidirler—tâ hisselerini ka*zancımızdan alsın*lar.» (Barla Lâhikası sh: 269)
10- «Üstadım bana ve dinleyen her zevi’l-ukule, “Tarikat za*manı değil, imanı kurtarmak zamanıdır. Beş vakit namazını hak*kıyla edâ et namazın nihayetin*deki tesbihleri yap ittibâ-ı sünnet et yedi kebâiri iş*leme” der*sini vermiştir.» (Barla Lâhikası sh: 29)
11- «Gıybetin en fena ve en şenîi ve en zâlimâne kısmı, kazf-i muhsanât nev’idir. Yani, gözüyle gör*müş dört şahidi göste*remeyen bir insan, bir er*kek veya kadın hakkında zinâ isnat etmek, en şenî bir günah-ı kebâir ve en zâlimâne bir ci*nayettir, hayat-ı içtimâiye-i ehl-i imanı zehir*lendi*rir bir hıyanettir.» (Barla Lâhikası sh: 267)
12- «Risaletü’n-Nur, gerçi umuma teşmil sure*tiyle değil, fa*kat herhalde hakikat-i İslâmiyenin içinde cere*yan edip gelen esas-ı velâyet ve esas-ı takvâ ve esas-ı azimet ve esâsât-ı Sünnet‑i Seniye gibi ince, fakat ehemmiyetli esasları muha*faza etmek bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zaruretle, hâdi*sâ*tın fetvalarıyla onlar terk edilmez.» (Kastamonu Lâhikası sh: 77)
13- «Sen o nefersin, senin namazın, talimatındır. Ve terk-i kebair ile takvan ve nefis ve şeytanla olan müca*heden ise harbindir. Senin yegâne gaye-i fıtratın da bu*dur. Fakat bunda da muvaffık ve muîn yine ancak Allah'tır.» (Mesnevî-i Nuriye sh: 467, Tercüme A. Badıllı)
Dahilde çıkan sinsi fitneye ve münafıkların ifsa*datına karşı bir ikaz:
14- «Ey birader! Düşman hariçte olsa, insan, silâh*sız o düş*manla geçinebilir. Fakat düşman kale içine girse ve gizlense, o vakit o düşmana karşı silâhlan*mak, zırh giy*mek ve gayet dikkat etmek, hem pek ciddi sebat etmek lâzımdır. Ta ki hayat-ı ebedî*sini hafi darbelerden kurtara*bilsin.
Ey kardeş! Zırh ve silâh, namaz ve takvadır. Kur’ân’ın zincirini muhkem tut. Onun sözüne kulak ver. Başkaları seni al*datmasın. Şu zamanın gafil sarhoş*ları içinde seni, terk-i şeaire ve medeniyet-i dün*yaya davet edenlere de ki: “Hey sersem gafiller! Benim halim sizi din*lemeye müsait değil.» (Nurun İlk Kapısı sh: 143)
15- «Risale-i Nur şakirdleri hakkında necatlarına ve ehl-i sa*adet olduklarına dair kuvvetli işaret-i Kur’âniyeyi ve beşaret-i Aleviyeyi ve Gavsiyeyi düşün*düm. Kalben dedim ki: “Herbiri bin yerden gelen gü*nah*lara karşı bir dille nasıl mukabele eder, galebe eder, ne*cat bulur?” diye mütehayyir kaldım. Bu tahayyürüme mu*kabil ihtar edildi ki:
Risale-i Nur’un hakikî ve sâdık şakirdlerinin mâ*beyn*lerin*deki düstur-u esasiye olan iştirak-i a’mâl-i uh*reviye kanunuyla ve samimî ve hâlis tesanüd sırrıyla herbir hâlis, hakikî şakird, bir dille değil, belki kardeş*leri adedince dil*lerle ibadet edip istiğfar eder. Bin taraf*tan hücum eden günahlara, binler dille mukabele eder. Bazı melâikenin kırk bin dille zikrettikleri gibi, hâlis, ha*kikî, müttakî bir şakird dahi kırk bin kardeşinin dilleriyle ibadet eder, ne*cata müstehak ve inşaallah ehl-i saadet olur. Risale-i Nur dairesinde sadakat ve hiz*met ve takvâ ve içtinab-ı kebâir de*recesiyle o ulvî ve küllî ubudiyete sahip olur. Elbette, bu büyük ka*zancı ka*çırmamak için, takvâda, ihlâsta, sa*da*katte çalış*mak gerektir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 96)
16- «İman etmek, Kur’ân-ı Azîmüşşânın ders ver*diği gibi, O Hâlıkı, sıfatlarıyla, isimleriyle, umum kâ*inatın şe*hadetine istina*den kalben tasdik etmek ve elçi*leriyle gön*derdiği emirleri tanımak ve günah ve emre muhalefet et*tiği vakit, kalben tevbe ve ne*damet etmek iledir. Yoksa, büyük günahları serbest işleyip is*tiğfar etmemek ve al*dırmamak, o iman*dan hissesi olma*dığına delildir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 203)
17- «Yarın seni zillet ve rezaletlere mâruz bırak*makla terk edecek olan dünyanın sefahetini bugün ke*mal-i izzet ve şe*refle terk edersen, pek aziz ve yüksek olursun. Çünkü, o seni terk etmeden evvel sen onu terk edersen, hayrını alır, şer*rinden kurtulursun. Fakat vazi*yet mâkûse olursa, kaziye de mâkûse olur.» (Mesnevî-i Nuriye sh: 188)
18- «İnsan çok vehham, ihtiyatlı olduğuna naza*ran, dünyevî bir işte onda bir zarar ihtimali varsa içti*nap eder. Âhiret işi olursa, onda dokuz zarar ihtimali ol*duğu halde, içtinap etmez. İşte cehalet bu kadar olur!» (Mesnevî-i Nuriye sh: 147)
19- «Risale-i Nur’un hakikî şakirdleri, neşriyat-ı dini*yele*rinde ve ittibâ-ı sünnetteki ibadetlerinde ve iç*ti*nab-ı kebâirdeki takvâlarında, Kur’ân hesa*bına vazifedar sa*yılırlar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 185)
20- «Üstadın iffet ve istikametteki hudutsuzluğu, bilmüşa*hede sabittir ve inkârı gayr-ı kabildir. Hayatı bo*yunca, hanımlarla konuşmaktan, nazarıyla dahi meşgul olmaktan şiddetle içtinap etmiştir. Bir mektubundan an*laşıldığı gibi, gençliğinde dahi iffet ve istikametin zirve-i müntehasında olduğu, onu yakın*dan tanıyan ve hayatına âşinâ olanların müşahedele*riyle sabittir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 464)
NETİCE: Yukarıdaki kısmen ve kısaca alınmış parça*ların sarih beyanları, Risale-i Nurda takva ve iç*tinab-ı kebair bir esas ve şart olduğunu gösterir.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Meslek Düsturlarının Değişmezliği Esasının sonuna bakınız. (Hazırlayanlar)
[2] Nahl Sûresi, 16:103.
[3] “Okun yaydan fırlaması gibi dinden çıkarlar.” Bu*harî, Enbiyâ: 6; Menâkıb: 25; Meğâzî: 61; Fedâilü’l-Kur’*ân: 36; Edeb: 95; Tevhid: 23, 57; İstitâbe: 95; Müslim, Ze*kât: 142-144, 147, 148, 154, 156, 159; Ebû Dâvud, Sünnet: 28; Tirmizî, Fiten: 24; Nesâî, Zekât: 79, Tahrîm: 26; İbni Mâce, Mukaddime: 12; Muvattâ’, Messü’l-Kur’ân: 10; Müsned, 1:88, 3:5, 4:145, 5:42. (Hazırlayanlar)
[4] Müslim, Cum'a: 43; Ebû Dâvud, Sünnet: 5; Ne*sâî, Î'deyn: 22; İbn-i Mâce, Mukaddime: 6, 7; Dârimî, Mukaddime: 16, 23; Müsned, 3:310, 371, 4: 126, 127.
[5] Mâide Sûre*si, 5:3.
[6] el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 6:244; Müsned, 3:31, 33, 82; İbni Hibban, Sahih, 9:46, no. 6898.
[7] Hûd Sûresi, 11:113.
[8] Hûd Sûresi, 11:112.
[9] Şuarâ Sûresi, 26:84
[10] Zümer Sûresi, 39:2-3.
(*) Madem muhatablar içine Nurcular girdiler. Sıdk kelimesine ihlâs, sadakat, sebat, tesanüd gibi kelimeler ilave olur. (Bediüzzaman)
[11] Yu*nus Sûresi, 10:72; Hûd Sûresi, 11:29; Sebe’ Sûresi, 34:47.
(*) İnsanın his, niyet ve düşünce gibi görünmeyen iç dünyasının bazı fiilî tezahürleri vardır. Görünen bu tezahürlerle görünmeyen içteki ahvale intikal edilir. «Evet, insanın fiilleri kalbin, hissin temayülâtın*dan çıkar.» (Hutbe-i Şamiye sh: 77) ifadesiyle nazara verilen ölçüye göre bazı parağrafları ele alacağız.
Mesela 74. p. da: Dine tabi olmayan iktidar sahiblerinin maaş ve vaiz-i umumî yapmak gibi tekliflerini kabul etmek;
75. p. da: Şer cereyanının hakimiyeti içinde siyasete girmek;
76, 85, 86. p. larda: Manevî hizmet ehlinin diplomatlarla hizmet beraberliğine girmeleri;
77, 78. p. da: Maddî - manevî mertebelerden kaçmamak;
79. p. da : Hizmette rekabet yapmak;
88, 89. p. da: Kendini makam sahibi göstermek tavırları takınmak;
94. p. da : Hizmet ehlinin maddi menfaat için insanlara el açması gibi durumlar ve hareketler, ihlas sırrına aykırı düşen fiilî tezahürleridir. (Hazırlayanlar)
[12] En’âm Sûresi, 6:59.
[13] Hûd Sûresi, 11:105.
-
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
6-İMAN KURTARMA HİZMETİ ESASI
Risale-i Nur mesleğinde, iman kurtarma hizmeti en birinci vazife ve esastır. Evet iman, sonsuz bir sa*adeti netice verdiği için kıymeti de sonsuzdur. İmandan başka hiçbir şey iman gibi sonsuz değere sahib değildir. O halde iman kur*tarma hizmetinin değerine de başka bir şey eşde*ğerde ola*maz ve bu hizmet hiçbir şeye vesile ve alet edil*mez.
Bediüzzaman Hazretleri iki has ve hâlis talebesinin iman hizmetindeki gayretlerine ve bu hizmeti esas gaye yap*mala*rına dikkat çekip teşvik eden mektubunda diyor ki:
1- «Bütün makasıd-ı hayatiye içinde en büyük, en mühim maksatları, o nurlu Sözler vasıtasıyla Kur’ân’a hizmet; bili*yorlar. Dünya hayatının ne*tice-i hakikiyesinin ve dünyaya gel*mekteki vazife-i fıtriyelerinin en mü*himi, hakaik-i ima*niyeye hizmet olduğunu telâkkileri*dir.» (Barla Lâhikası sh: 21)
2- «Ehl-i imanın imanlarını muhafaza etmek gay*reti, en yüksek derecede taşımaları ve ehl-i imanın kalbine gelen şü*behat ve evhamdan hasıl olan yaraları tedavi et*mek iştiyakı, yüksek bir derece-i şef*katte hissetmeleridir.» (Barla Lâhikası sh: 22)
3- «Aziz kardeşlerim, siz kat’î biliniz ki, Risale-i Nur ve şakirdlerinin meşgul oldukları vazife, rû-yi zemin*deki bütün muazzam mesâilden daha büyüktür. Onun için, dün*yevî merak âver me*se*lelere bakıp, vazife-i bâki*yenizde fütur getir*meyiniz. Meyvenin Dördüncü Meselesini çok defa okuyunuz kuvve-i mâneviyeniz kı*rılmasın.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 43)
Bediüzzaman Hazretleri iman hizmetini maddî-manevî ve meşru hiçbir menfaatın te’siri olmadan fıtrî ubudi*yet ile, rıza-yı ilâhiyi tazammun eden emr-i ilâhî ol*duğu için yap*mayı esas alır ve bu hâlisiyete tekraren teşvik edip der ki:
4- «Rıza-yı İlâhîden başka fıtrî vazife-i ilmiyenin sevkiyle, yalnız ve yalnız imana hizmet hususu bana gös*terildi. Çünkü şimdi bu zamanda hiçbir şeye âlet ve tâbi olmayan ve her gayenin fevkinde olan ha*kaik-i imani*yeyi fıtrî ubudiyetle, bilmeyenlere ve bilmek ihtiya*cında olanlara tesirli bir su*rette bildirmek bu keşmekeş dünyasında imanı kurtara*cak ve muannidlere kat’î ka*naat vere*cek bir tarzda, yani hiçbir şeye âlet olmayacak bir tarzda, bir Kur’ân dersi vermek lâzımdır ki, küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inatçı da*lâleti kırsın, herkese kat’î kanaat verebilsin.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 79)
İşte bunun bir vesilesi olarak menfî siyaset-i ha*zı*radan icti*nab eder.
5- Evet, «En mühim, en lüzumlu, en saf ve en ha*ki*katli olan hizmet-i iman ve Kur’ân için şiddetle si*ya*setten kaçıyor.» (Mektubat sh: 62)
6- «Eğer Risale-i Nuru tenkid fikriyle tet*kik eden ad*liye memurları, imanlarını onunla kuvvetlendirip veya kurtarsalar, sonra beni idamla mahkûm etseler, şahit olunuz, ben hak*kımı onlara helâl ediyorum. Çünkü biz hizmetkâ*rız. Risale-i Nur’un vazifesi imanı kuvvet*lendi*rip kurtarmaktır. Dost ve düşmanı tefrik etmeyerek hizmet-i imaniyeyi hiçbir tarafgirlik girmeye*rek yap*maya mükel*lefiz.” (Şualar sh: 393)
İman hizmeti yolunda çekilen hapishane ve sair me*şakkat*lerin ilahî cihet*ten yapılan imtihanın şehadet*name*sini almaya vesile olduğunu müjdeleyen Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
7- «Vazifemiz olan hizmet-i imaniyeyi ih*lâsla yap*maya çalışmalı, vazife-i İlâhiye olan mu*vaffakiyet ve hayırlı ne*ticeleri vermek cihetine karış*mamalı*yız. deyip bu çile*hanedeki sıkıntı*lara sabır içinde şükretmeliyiz. Amelimizin makbu*liyetine bir alâ*met ve kudsî mücahedemizin imti*ha*nında tam bir şeha*detnâme almamıza bir emâredir bilme*liyiz.» (Şualar sh: 482)
8- «Ehl-i vukufun hocaları, tam dikkatle Siracü’n-Nur’u okumaya mecbur oluyorlar. Hem bu sırada çık*mamızla, bir iki cihetle hizmet-i imaniye*mize bir nok*san gelmek ihti*mali var. Ben sizler*den şahsen çok ziyade sıkıntı çektiğim halde çıkmak is*temiyorum. Siz de müm*kün olduğu kadar sabır ve ta*hammüle ve bu tarz-ı hayata alışmaya ve Nurları yaz*mak ve oku*maktan teselli ve fe*rah bulmaya çalışınız.» (Şualar sh: 515)
Hizmet-i imaniye herşeye tercih edilmelidir:
9- «Risale-i Nur’un hizmet-i imaniyesinde bu za*manda bin*ler tahribatçılara mukabil yüz binler tami*ratçı lâzım gelirken, hem benimle lâakal yüzer kâtip ve yar*dımcı bulunmak ihtiyaç varken, değil çekinmek ve temas etmemek, belki millet ve ehl-i idare tak*dirle ve teşvikle yardım ve temas etmek zarurî iken ve o hiz*met-i imaniye hayat-ı bâkiyeye baktığı için ha*yat-ı fâniyenin meşgale*lerine ve faydalarına tercih etmek ehl-i imana vâcip iken...» (Şualar sh: 680) ..diyerek hizmet-i imaniyenin herşeyin üs*tünde bir esas gaye olduğunu bildirir.
10- «Cazibedar bir Nakşî evliyasından bir zat dört ay müte*madiyen Risale-i Nur’un elli altmış şakirdleri içinde celbkârâne sohbet ettiği halde, yalnız birtek şa*kirdi mu*vakkaten kendine çeke*bildi. Mütebakisi, o cazi*bedar şeyhe karşı müstağni kaldılar. Risale-i Nur’un yüksek, kıymettar hizmet-i imaniyesi onlara kâfi olarak kanaat veriyordu.
O şakirdlerin gayet keskin kalb ve basireti şöyle bir hakikati anlamış ki: Risale-i Nur’a hizmet ise, imanı kur*tarıyor ta*rikat ve şeyhlik ise, velâyet mer*tebeleri kazan*dırıyor. Bir adamın imanını kurtar*mak ise, on mü’mini velâyet derecesine çıkar*maktan daha mühim ve daha se*vaplıdır. Çünkü iman, saadet-i ebediyeyi kazandırdığı için bir mü’mine, küre-i arz kadar bir saltanat-ı baki*yeyi temin eder. Velâyet ise, mü’minin Cennetini ge*nişlettirir, parlattırır. Bir adamı sultan yapmak, on ne*feri paşa yap*maktan ne kadar yüksek ise, bir ada*mın imanını kurtar*mak, on adamı velî yapmaktan daha se*vaplı bir hizmettir.
İşte bu dakik sırrı, senin Ispartalı kardeşlerin bir kısmının akılları görmese de umumunun keskin kalb*leri görmüş ki, benim gibi biçare günahkâr bir adamın arka*daşlığını evliyalara, belki de eğer bulunsaydı müc*tehidlere dahi tercih ettiler.
Bu hakikata binaen, bu şehre bir kutup, bir gavs-ı âzam gelse, “Seni on günde velâyet derecesine çıkaraca*ğım” dese, sen Risale-i Nur’u bırakıp onun yanına git*sen, Isparta kahramanlarına arka*daş olamazsın.» (Kastamonu Lâhikası sh: 83)
11- «Benim eskiden beri tekrar ettiğim bir dâ*vâm—ki, Risale-i Nur’un hakikî şakirdleri, hiz*met-i imaniyeyi herşeyin fevkinde görür kutbi*yet de verilse ihlâs için hizmetkârlığı tercih eder.» (Kastamonu Lâhikası sh: 251)
12- «Risale-i Nur’un o kadar dehşetli muannid*lere karşı gali*bâne mukavemeti, sırr-ı ihlâstan ve hiçbir şeye âlet edilmemesin*den ve doğrudan doğruya saadet-i ebe*diyeye bakmasından ve hiz*met-i imaniyeden başka bir maksat takip etmemesinden ve bazı ehl-i tarika*tın ehemmiyet verdikleri keşif ve kerâmât-ı şah*siyeye ehemmiyet vermemekten ve velâyet-i kübrâ sahipleri olan Sahabîler gibi, veraset-i Nübüvvet sır*rıyla, yalnız iman nurla*rını neşretmek ve ehl-i imanın imanlarını kurtarmak*tır.» (Kastamonu Lâhikası sh: 263)
13- «Bu zamanda herşeyin fevkinde hiz*met-i ima*niye en ehemmiyetli bir vazifedir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 89)
14- «Üstad, muhtelif istidatta olan her ziyaretçi*nin derece-i fehim ve idrakine göre konuşur, nazarları Risale-i Nur’a ve hiz*met-i imaniyeye çevirir, Risale-i Nur hakikat*leriyle imana hizmetin bu millete maddeten ve mânen en büyük menfa*atleri te*min edeceğini dâvâ ve izah ederdi.» (Tarihçe-i Hayat sh: 462)
15-«Her şakirdin vazifesi, yalnız kendi imanını kur*tarmak değil belki başkasının imanlarını da muhafaza etmeye mükelleftir. O da hizmete ciddî devamla olur.» (Kastamonu Lâhikası sh: 202)
16- Bediüzzaman Hazretleri iman hizmetini esas alan, «Risale-i Nur hizmetini herşeye tercih eder, Risale-i Nur’a ait, yetişecek acele bir iş zamanında diğer meşguli*yetlerini bırakır, evvelâ o işi tamamlardı.» (Tarihçe-i Hayat sh: 168)
17- Zaman iman kurtarma zamanıdır. Çünkü: «Bu za*man, eski za*man gibi değildir. Eski zamanda imânı kur*taran on el varsa, şimdi bire inmiş. İmânsızlığa sevk eden sebepler eskiden on ise, şimdi yüze çık*mış. İşte, böyle bir za*manda imâna hizmet için, dünyaya el atmadım, dünyayı terk ettim.» (Sözler sh: 760)
18- «Sözler namındaki envâr-ı Kur’âniye ise, en mü*him iba*det olan ibadet-i tefekküriye nev’indendir. Şu za*manda en mü*him vazife, imana hizmet*tir. İman saâdet-i ebediyenin anah*tarıdır.» (Barla Lâhikası sh: 328)
19- «Bu zaman, imanı kurtarmak zamanı*dır. Seyr-i sülûk-ü kalbî ile tarikat mesleğinde bu bid’a*lar zamanında çok müşkilât bulunduğundan, Nur da*iresi hakikat mesle*ğinde gidip, tarikatlerin faydasını temin eder.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 242)
20- «Risale-i Nur’un gaye ve maksadı ta*mamen uh*revî ve rıza-yı İlâhî dairesinde imana hizmet etmek ol*duğundan, netice verdiği sair dünyevî iyilikler dolayısıyla, hayat-ı içtimaiyeye ait bir faydasıdır.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 197)
21- «Risale-i Nur öyle câzibedar bir eserdir ki Risale-i Nur’la Kur’ân’a ve imana hizmet et*menin kudsiyet ve büyüklüğünü anladıkça, dünyada iken sizleri Cennete dâvet etseler, böyle mukaddes bir vazifeyi, böyle ulvî bir sa*adeti şimdi bırakıp gitmek istemeyeceksiniz. İmân cihe*tiyle ve imânı kurtarmak dâvâsına hizmet et*mek ga*yesiyle dünya*nın bir mânevi cennet hükmünde olduğunu hissedeceksiniz.
Risale-i Nur’a çalışanlar, imân ve İslâmiyet hizmeti uğrunda öyle bir feragat ve fedakârlığa sahip olmuşlar ki, onlarda men*faat-i şahsiye denilen âdi ve bayağı mak*satlar yer bulamamış ve tutunamamıştır. Zira Nur tale*be*le*rinde en birinci maksat ve en büyük gaye rıza-i İlâhîdir.» (Gençlik Rehberi sh: 251)
22- «Eğer perde-i gayb açılsa, bu sebatsız zamanda böyle sebat gösteren ve bu yakıcı, ateşli hallerden sarsıl*mayan bu samimî din*darlar ve ciddî Müslümanlar eğer herbiri bir velî, hattâ bir kutup görünse, benim naza*rımda şimdi verdiğim ehemmiyeti ve alâkayı pek az zi*yadeleşti*recek ve eğer birer âmî ve âdi görünse, şimdi ver*diğim kıymeti hiç noksan etmeyecek diye karar ver*dim. Çünkü böyle pek ağır şerait altında iman kurtarmak hizmeti, herşeyin fevkindedir.» (Şualar sh: 307)
23- «Eskiden beri, “İman kurtarmak zama*nıdır” de*diğimiz ve ihtiyarım olmadan tek*rarla erkân-ı imani*yeye dâir burhanlardan tahşidat-ı azîmeyi yaptığımız çok haklı ve lü*zumlu oldu*ğunu zaman gösterdi. Size, bir ay ev*vel mânevî bir muhaverede Risale-i Nur’un azîm tahşida*tına dair gayptan gelen bir cevabı yazmıştım.» (Kastamonu Lâhikası sh: 34)
24- «Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehli*kesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bo*zulması ve imanın zede*lenmesidir. Bunun çare-i yegâ*nesi nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun. Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner. Münafık, kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah et*mez.» (Lem’alar sh: 104)
Bir şeyhin itirazını, hikmet-i İlâhiye nazariyle tefsir ederek, hizmet ehli*nin, geniş siyaset-i İslâm da*irelerine el atmamaları için kaderin himayetkâr mü*daha*lesi olduğunu anlatan Bediüzzaman Hazretleri yazısı*nın bir kısmında diyor ki:
25- «Kader-i İlâhî, bu yanlışı tashih etmek ve o ih*ti*mali izale etmek ve öyle ümit besleyenlerin ümit*lerini tâdil etmek için, en zi*yade öyle cihetlerde yardım ve ilti*haka koşacak olan ulemadan ve sâdâttan ve me*şayihten ve ahbaptan ve hemşehriden birisini mu*arız çıkardı, o if*ratı tâdil edip adalet etti. “Size, kâinatın en bü*yük mese*lesi olan iman hizmeti yeter” diye, bizi mer*hamet*kârâne o hadiseye mahkûm eyledi.» (Kastamonu Lâhikası sh: 193)
Taklidî imanın mukavemet edemediği ahirzaman fit*nesi ce*reyanına karşı Risale-i Nur ve onun hâlis ve sâdık ta*le*belerinin çâre olduğunu nazara veren Bediüzzaman Hz.nin yazdığı mektu*bun bir kısmında deniliyor ki:
26- «Bu .âhirzamanın fitnesinden eski zamandan beri bütün ümmet istiâze etmesi cihetinden, hem o fit*ne*lerin savletinden mü’minlerin imanlarını kur*tarması nokta*sından, Risale-i Nur öyle bir ehemmi*yet kesb etmiş ki Kur’ân ona kuvvetli işaretle iltifat et*miş. Ve Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) üç kerametle ona be*şa*ret vermiş. Ve Gavs-ı Âzam (r.a.) kerametkârâne on*dan haber verip ter*cümanını teşci etmiş.
Evet, bu asrın dehşetine karşı taklidî olan itikadın istinad kaleleri sarsılmış ve uzak*laş*mış ve perdelenmiş olduğundan, her mü’min, tek başıyla dalâletin cemaatle hücu*muna mukavemet etti*re*cek gayet kuvvetli bir iman-ı tahkikî lâzımdır ki dayanabilsin. Risale-i Nur, bu vazi*feyi en dehşetli bir zamanda ve en lüzumlu ve nazik bir vakitte, herke*sin anlaya*cağı bir tarzda, hakaik-i Kur’âniye ve imani*yenin en derin ve en gizlilerini gayet kuvvetli burhan*larla ispat ederek, o iman-ı tahkik*îyi taşıyan hâlis ve sâdık şakirdleri dahi, bulundukları kasaba, karye ve şe*hir*lerde, hizmet-i imaniye itibarıyla âdetâ birer gizli ku*tup gibi, mü’minlerin mânevî birer nokta-i isti*nadı ola*rak, bilinmedikleri ve gö*rünmedikleri ve görü*şülmedik*leri halde, kuvve‑i mâneviye-i itikadları cesur birer zâbit gibi, kuvve-i mâneviyeyi ehl-i imanın kalble*rine verip mü’minlere mânen mukavemet ve cesaret ve*riyorlar.» (Mektubat sh: 466)
Aynı mevzuda şu beyanlar da sarihtir:
27- «Ben dünyanın hâlini bilmiyorum, fakat Avrupa’da isti*lâkârane hükmeden ve edyân-ı semâvi*yeye dayanmayan dehşetli cereyanın istilâsına karşı Risale-i Nur hakikatları bir kal’a olduğu gibi, âlem-i İslâm’ın ve Asya kıt’asının hâl-i hazırdaki itiraz ve itti*hamını izâle ve eskideki muhabbet ve uhuvvetini iade etmeye vesile olan bir mu’cize-i Kur’âniyedir.
Bu memleketin vatanperver siyasîleri çabuk ak*lını başına alıp Risale-i Nur’u tab’ederek resmen neş*retme*leri lâzımdır ki, bu iki belâya karşı siper olsun.
Acaba bu yirmi sene zarfında imân-ı tahkikîyi pek kuv*vetli bir surette bu vatanda neşreden Risale-i Nur olma*saydı bu dehşetli asırda, acip inkılâp ve infilâklarda bu mübarek vatan, Kur’ân’ını ve imanını dehşetli sadme*lerden tam muhafaza edebilir miydi?» (Mektubat sh: 482)
28- «Evet, evvelâ başta cümlesi, ma*kam-ı cifrî ve ebcedî ile bin üç yüz elli (1350) tarihine parmak basar ve mânâ-yı işârî ile der: Gerçi o ta*rihte, dini, dünyadan tefrik ile dinde ikraha ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için silâhla cihada mu*arız olan hürriyet-i vicdan, hükümetlerde bir ka*nun-u esasî, bir düstur-u siyasî oluyor ve hükümet, lâik cumhuriyete dö*ner. Fakat ona mukabil mânevî bir cihad-ı dinî, iman-ı tahkikî kı*lıcıyla ola*cak. Çünkü, dindeki rüşd-ü irşad ve hak ve ha*kikati gözlere gösterecek derecede kuvvetli bur*hanları izhar edip tebyin ve tebey*yün eden bir nur Kur’ân’dan çıkacak diye haber verip bir lem’a-i i’caz gös*terir.» (Şualar sh: 271)
29- «Şimdi şu zamanda iman-ı tahkikînin dersini vermek; pek büyük bir fazilettir ve kudsî bir vazifedir. İman-ı tahkikîyi taşıyan bir mü*’min, çok mü’minlere bir nokta-i istinad olur ki, şuur*suz olarak avâm-ı mü’minîn ve iman-ı tahkikî sa*hibinin kuvvet-i imanına istinad ederek kuvve-i mâ*neviyeleri kı*rılmaz dalâletlere karşı dayanırlar. İşte şöyle bir derste bulundu*ğunuz için Cenab-ı Hakka şük*retmelisi*niz.» (Barla Lâhikası sh: 250)
30- «Kur’ân-ı Hakîmin sırr-ı hakikatiyle ve i’câ*zının tılsı*mıyla, benim ve Risale-i Nur’un prog*ramımız ve mes*leğimiz ve bilfiil semeresini gördüğü*müz ve çalış*tığımız ve gaye-i hareke*timiz ve hede*fimiz, ölü*mün idam-ı ebedîsinden iman-ı tah*kikî ile bi*çareleri kurtarmak ve bu mübarek mil*leti de her nevi anarşilikten muhafaza et*mektir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 28)
31- «Ümmetin beklediği, âhirzamanda gelecek zâ*tın üç vazi*fesinden en mühimi ve en büyüğü ve en kıymet*tarı olan iman-ı tahkikîyi neşir ve ehl-i imanı dalâletten kurtar*mak cihetiyle, o en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitemâ*mihâ Risale-i Nur’da görmüşler. İmam-ı Ali ve Gavs-ı Âzam ve Osman‑ı Hâlidî gibi zatlar, bu nokta için*dir ki, o gelecek zatın makamını Risale-i Nur’un şahs-ı mâ*nevîsinde keşfen görmüşler gibi işaret etmişler.» (Sikke-i Tasdik-i Gaybî sh: 9)
32- «Hadîs-i şerifte vardır ki: “Bir adam se*ninle imana gelmesi, sana sahra dolusu kır*mızı koyunlardan daha hayırlıdır.”[1] “Bazan bir saat tefekkür, bir sene ibadetten daha hayırlı olur.”[2]» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 104)
33- «İmânın rükünlerinden birisinde hâsıl olacak bir şüphe veya inkâr, dinin teferruatında yapılan lakayt*lıktan pek çok defa daha felâketli ve zararlıdır. Bunun içindir ki şimdi en mühim iş, taklidî imânı tah*kikî imâna çevire*rek imânı kuvvet*lendirmek*tir, imânı takviye etmektir imânı kurtarmak*tır. Herşeyden ziyade imânın esasatıyla meşgul olmak kat’î bir za*ruret ve mübrem bir ihtiyaç, hattâ mecburiyet ha*line gelmiştir. Bu, Türkiye’de böyle olduğu gibi, umum İslâm dünyasında da böyle*dir.» (Sözler sh: 749)
34- «Böyle bir zamanda en lüzumlu, en ehemmi*yetli, en birinci vazife imanı kurtar*mak olduğundan, bu zamana ve bu seneye bakan be*şâ*ret-i Kur’âniye ve [3] [4] âyetlerin müjdesi en büyük bir fütuhat suretinde Risaletü’n-Nur’un mânevî fütuhat-ı imaniyesini gösteriyor.
Evet, bir adamın imanı, ebedî ve dünya ka*dar bir mülk-ü bâkinin anahtarı ve nurudur. Öyleyse, imanı teh*likeye mâruz her adama, bü*tün küre-i arzın saltana*tın*dan daha faydalı bir saltanat, bir fütuhat kazandıran Risaletü’n-Nur, elbette bu âyetlerin, bu asırda, bu beşa*ret*lerinin kastî bir medâr-ı nazarlarıdır.» (Kastamonu Lâhikası sh: 22)
35- «En muazzamı iman hakikatleri olduğundan, bu hakaik-i imaniye-i Kur’âniye başka cereyanlara, başka kuvvetlere tâbi ve âlet edilmemek ve elmas gibi o Kur’ân’ın hakikatleri, dini dünyaya satan veya âlet eden adamların nazarında cam parçalarını indir*memek ve en kudsî ve en büyük vazife olan imanı kur*tar*mak hiz*metini tam yerine getirmek için, Risale-i Nur’un has ve sâdık talebeleri, gayet şiddet-i nefretle siyasetten kaçıyor*lar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 146)
36- «Biz, imanı kurtarmak ve Kur’ân’a hizmet için, Mekke’de olsam da buraya gelmek lâzımdı. Çünkü, en zi*yade burada ihtiyaç var. Binler ruhum olsa, binler hasta*lıklara müptelâ olsam ve zah*metler çeksem, yine bu mil*letin imanına ve saade*tine hizmet için burada kalmaya Kur’ân’dan al*dığım dersle karar verdim ve vermişiz.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 195)
37- «Şimdi dehşetli ejderhalar hakaik-i imaniye cep*hesinde ehl-i imana gözümüz önünde saldırmala*rın*dan ve çokları ısırma*larından, ehl-i imanı kur*tar*mak mecburi*yeti Kur’ân’ın emriyle varken, bu zamanı bırakıp, eski zamana gidip, Ehl-i Beyte gelen dehşetli zulümleri temâşâ etmek, daha ziyade ruhumu ezer ve kuvve-i mâneviyeyi kırıp ruhuma azap azap üs*tüne gelmek*tir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 209)
38- «Fen ve felsefenin tasallutuyla ve maddiyun ve tabiiyyun tâunu, beşer içine intişar etmesiyle, her*şey*den evvel felsefeyi ve maddiyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır.... Şimdi hakikat-i hal böyle ol*duğu halde, en bi*rinci va*zifesi ve en yüksek mesleği olan imanı kur*tarmak ve imanı, tahkikî bir surette umuma ders vermek, hattâ avamın da imanını tahkikî yapmak vazifesi ise, mânen ve hakikaten hida*yet edici, irşad edici mânâsının tam sara*hatini ifade ettiği için, Nur şakirdleri bu vazifeyi ta*ma*mıyla Risale-i Nur’da gördük*lerinden, ikinci ve üçüncü vazi*feler buna nisbeten ikinci ve üçüncü de*re*cedir diye, Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsini haklı ola*rak bir nevi Mehdî telâkki ediyorlar.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 266)
39- «Risale-i Nur imanı kurtarması cihe*tiyle o dar dairesi madem hayat-ı bâkıye ve ebediyeyi imanla kur*ta*rıyor. Bir milyon tale*besi bir milyar hükmündedir. Yani bir milyon değil, belki bin insanın hayat-ı ebedi*yesini te*mine çalışmak, bir milyar insanın hayat-ı fâ*niye-i dün*yeviye ve medeniyetine çalışmaktan daha kıymettar ve mânen daha geniş olması, Eski Said’in o rüya-yı sâdıka gibi olan hiss-i kablelvuku ile o dar daireyi bütün Osmanlı memleketini ihata edeceğini görmüş. » (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 112)
40- «Madem, bin seneden beri iman ve Kur’ân aley*hinde te*raküm eden Avrupa feylesoflarının itiraz*ları ve şüpheleri yol bulup ehl-i imana hücum ediyor. Ve bir sa*adet-i ebediyenin ve bir hayat-ı bâkiyenin ve bir Cennet-i daimenin anahtarı, medarı, esası olan er*kân-ı imaniyeyi sarsmak istiyorlar. Elbette herşeyden evvel imanımızı taklitten tahkike çevirip kuvvetlen*dirmeliyiz.» (Şualar sh: 166)
41- «Bu zamanda en büyük bir ihsan, bir vazife, ima*nını kurtarmaktır, başkaların ima*nına kuvvet vere*cek bir surette çalışmaktır.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 62)
42- «Biçare hocalar, Nurların kıymetini bilmiyor*lar değil belki derd‑i maişet veyahut o heyet-i ulema*daki bü*yük hocalara itimad edip ve kendi tahsil ettiği ilm-i dinî kendi imanını kurtaracak derecesin*de*dir zannıyla lâkayt kalıp, ruh*satla amel et*meye kendine fetva buluyor.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 214)
43- «Kur’ân-ı Hakîmin işârât-ı gaybiyesi ile, kah*ra*man Türk ve Arap milletleri içinde lisan-ı Türkî ve Arabî ile bu asrı kurtara*cak bir mucize-i Kur’âniyenin Risale-i Nur namıyla bir dersi inti*şara başlamış. Ve on altı sene evvel 600 bin adamın imanını kurtar*dığı gibi, şimdi mil*yonlardan geçtiği sabit olmuş.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 245)
44- «Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtar*mak yolunda dünyamı da feda ettim, âhi*retimi de.... Risale-i Nur, hiç olmazsa birkaç yüz bin, yahut birkaç milyon kişinin—adedini de bilmiyorum ya, öyle diyor*lar. Afyon Savcısı beş yüz bin demişti. Belki daha zi*yade—ima*nını kurtarmaya vesile oldu. Ölmekle yalnız ken*dimi kurtaracaktım fakat hayatta kalıp da zahmet ve meşak*katlere tahammül ile bu kadar imanın kur*tulma*sına hizmet ettim. Allah’a bin kere hamd ol*sun.» (Tarihçe-i Hayat sh: 629)
45- «Hayatın iman erkânına karşı remizlerine ve bil*hassa kazâ ve kader rüknüne hayatın işaretine ve ism‑i Kayyûmun Birinci Şuâına herkesin fikri yetiş*mez, fakat hissesiz de kalmaz. Belki herhalde imanını kuv*vetlendirir. Saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanın kuvvetleşmesi ehemmiyeti çok az*îm*dir. İmanın bir zerre kadar kuvveti ziyade ol*ması, bir hazinedir. İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî diyor ki: “Bir küçük mesele-i imaniyenin inki*şafı, benim na*zarımda yüzler ezvak ve ke*rametlere müreccah*tır.» (Lem’alar sh: 340)
46- «Hususi vazifemiz de, Kur’ân’ın imanî hakikat*lerini tahkikî bir surette ehl-i imana bildirip, onları ve kendimizi idam-ı ebedîden ve daimî, berzahî haps-i mün*feritten kurtar*maktır.» (Şualar sh: 313)
47- «Rivâyât-ı hadisiyede, tecdid-i din hak*kında zi*yade ehemmiyet ise, imanî hakaikteki tecdid itibarıyla*dır. Fakat efkâr-ı âmmede, hayatpe*rest insanların naza*rında zâ*hiren geniş ve hâkimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içtima*iye-i İslâmiye ve siyaset-i diniye cihet*leri daha ziyade ehemmiyetli gö*ründüğü için, o adese ile, o nokta-i nazardan bakıyorlar, mânâ veriyorlar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 190)
48- «İmam-ı Rabbanî ve Müceddid-i Elf-i Sânî Ahmed-i Farukî (r.a.) demiş: “Hakaik-i imaniyeden bir*tek meselenin inkişafı ve vuzuhu, benim in*dimde binler ezvak ve kerâ*mâta müreccahtır. Hem bütün tarikatlerin gayesi ve neticesi, hakaik‑i ima*niyenin inkişafı ve vuzu*hudur.”
Madem şöyle bir tarikat kahramanı böyle hükme*di*yor. Elbette, hakaik-i imaniyeyi kemâl-i vuzuhla be*yan eden ve esrar-ı Kur’âniyeden tereşşuh eden Sözler, velâ*yetten matlup olan netice*leri verebilirler.» (Mektubat sh: 355)
49- «Eğer Ankara’ya gönderilen Risale‑i Nur’un şid*detli to*katları için beni idama mahkûm eden zâtlar, Risale-i Nur ile imanlarını kurtarıp idam-ı ebedîden ne*cat bulsalar, siz şahit olunuz, ben onları da ruh u canımla helâl ederim.» (Şualar sh: 289)
50- «Biz, Risale-i Nur vasıtasıyla en meşru bir ha*re*ket ve hizmet-i imaniye yüzünden altı yedi ay hayırlı bir sıkıntıdan neden şekvâ ediyoruz?” diyorlar. Ben de, “Bin Bârekâllah” onlara derim.
Evet, beş on sene hem imanını, hem başkala*rının iman*larını kurtarmak niyetiyle zevkli, tatlı, hayırlı, kudsî bir hizmet ve yüksek bir ubudiyet-i fikriye yü*zünden beş on ay zahmet çekmek, medar-ı şükür ve ifti*hardır.
Bir hadiste ferman etmiş ki: “Birtek adam se*ninle hidâ*yete gelse, sahrâ dolusu kırmızı ko*yun, keçilerden daha hayırlıdır.”[5] İşte burada, mahkemede ve Ankara’da, sizlerin ya*zılarınız ve hiz*metleriniz vasıta*sıyla ne kadar insanlar iman*larını dehşetli şüphelerden kurtardığını ve kur*ta*racağını düşününüz, sabır içinde kemâl-i rıza ile şükrediniz.» (Şualar sh: 336)
51- «Bu âyette işaret ve beşaret‑i Kur’âniyede ifade eder ki, ‘Risale‑i Nur dairesi içine girenler tehlikede olan imanlarını kurtarıyorlar ve imanla kabre giriyorlar ve Cennete gidecek*ler’ diye müjde veriyor*lar.» (Şualar sh: 336)
52- «Çoktan beri sukut-u ahlâka ve hayat-ı dün*ye*viyeyi her cihetle hayat-ı uhreviyeye tercih ettirmeye sevk eden dehşetli esbap altında Risale-i Nur’un şim*diye ka*dar fütuhatı ve zındıkların ve dalâletlerin sav*letlerini kırması ve yüz binler biçarelerin iman*la*rını kurtarması ve her*biri yüze ve bine mukabil yü*zer ve binler hakikî mü’min talebeleri yetiştirmesi, Muhbir-i Sâdıkın ih*barını aynen tasdik etmiş ve vu*ku*atla ispat etmiş ve ediyor, inşaal*lah daha edecek.» (Kastamonu Lâhikası sh: 107)
53- «Risale-i Nur hiçbir şeye âlet olamadığını ve rıza-yı İlâhiyeden başka hiçbir maksada vesile olamadı*ğını ve doğrudan doğruya herşeyden evvel iman haki*katlerini ders vermek ve biçare zayıfların ve şüp*heye düşenlerin imanlarını kurtarmak oldu*ğunu, elbette sizin gibi nurun has şakirdleri biliyorlar.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 272)
54- «Ben tahmin ediyorum ki, eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (r.a.) ve Şah-ı Nakşibend (r.a.) ve İmam-ı Rabbanî (r.a.) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, ha*kaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin tak*viyesine sarf edeceklerdi. Çünkü saadet-i ebediye*nin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şeka*vet-i ebedi*yeye sebebiyet verir. İmansız Cennete gidemez fa*kat tasavvufsuz Cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat mey*vesiz yaşayabilir. Tasavvuf mey*vedir, hakaik-i İslâmiye gıdadır. Eskiden kırk gün*den tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı ha*kaik-i imaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise, Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaike çıkılacak bir yol bu*lunsa, o yola karşı lâkayt kalmak elbette kâr-ı akıl değil. İşte, otuz üç adet Sözler, böyle Kur’ânî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hükmediyorlar.
Madem hakikat budur. Esrar-ı Kur’âniyeye ait ya*zı*lan Sözler, şu zamanın yaralarına en münasip bir ilâç, bir merhem ve zulü*matın tehacümatına maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi bir nur ve dalâlet vâdilerinde hay*rete düşenler için en doğru bir rehber ol*duğu itikadın*dayım.» (Mektubat sh: 23)
55- «[6] (ev kemâ kàl). Yani, “Bid’aların ve dalâletlerin istilâsı zama*nında Sünnet-i Seniyyeye ve hakikat-i Kur’âniyeye te*messük edip hizmet eden, yüz şehid seva*bını kazanabi*lir.”
Ey tembellik damarıyla yazıdan usanan ve ey suf*î*meşrep kar*deşler! Bu iki hadisin mecmuu gösterir ki, böyle zamanda ha*kaik-i imaniyeye ve esrar-ı Şeriat ve Sünnet-i Seniyyeye hizmet eden mü*ba*rek, hâlis kalem*lerden akan siyah nur veya âb-ı hayat hükmünde olan mürekkeplerin bir dir*hemi, şühedanın yüz dirhem kanı hük*münde yevm-i mahşerde size fayda verebilir. Öyleyse onu kazanmaya çalışı*nız.» (Lem’alar sh: 167)
56- «Bugünlerde Rumuzat-ı Semaniyeye ait iki ri*sa*leyi ehemmiyetli talebelerle bir yere gönderdim. Yol ka*pandı, gitmedi. O iki risaleyi tekrar dikkatle mütalâa ettim. Fikren dedim ki: “Bu zevkli, güzel, meraklı, şirin bir mak*sada giden bu tevafuklu yolda ne için sevk edil*meden perde indi, başka yolda sevk edildik, çalıştı*rıl*dık?”
Birden ihtar edildi ki: O gaybî esrarı açacak olan mes*lekten yüz derece daha ehemmiyetli ve kıymetli ve umumî ihtiyaca medar ve her*kes bu zamanda ona şid*detle muhtaç ve İslâmiyetin temel taşları olan hakaik-i imaniye hazinesine hizmet etmeye ve istifadeye zarar ge*lecekti. En büyük ve en yüksek maksat olan hakaik-i imaniyeyi, ikinci derecede bırakacaktı. Onun için idi.» (Kastamonu Lâhikası sh: 112)
57- «Bir hakikatten, çok defa beyan ettiği gibi yine bir parça ondan bahsetmek lüzum oldu. Şöyle ki:
Hakaik-i imaniye, herşeyden evvel bu za*manda en birinci maksat olmak ve sair şeyler ikinci, üçüncü, dör*düncü derecede kalmak ve Risale-i Nur’la onlara hizmet etmek en birinci vazife ve medâr-ı merak ve maksud-u bizzat olmak lâzım iken, şimdiki hâl-i âlem hayat-ı dünye*viyeyi, hususan hayat-ı içtimaiyeyi ve bilhassa hayat-ı si*yasiyeyi ve bil*hassa medeniyetin sefahet ve dalâletine ceza olarak gelen gadab-ı ilâhinin bir cilvesi olan Harb-i Umumînin tarafgirâne, damarları ve âsabları tehyîç edip bâtın-ı kalbe kadar, hattâ hakaik-i imaniye*nin el*masları derecesine o zararlı, fâni arzuları yerleştirecek dere*cesinde bu meş’um asır öyle şırınga etmiş ve ediyor ve öyle aşı*la*mış ve aşılıyor ki, Risale-i Nur dairesi ha*ri*cinde bulunan ulema*lar, belki de velîler o siyasî ve iç*timaî hayatın rabıta*ları sebebiyle, hakaik-i imaniyenin hükmünü ikinci, üçüncü derecede bırakıp, o cereyanla*rın hükmüne tâbi olarak, hemfikri olan münafıkları se*ver. Kendine muhalif olan ehl-i hakikati, belki ehl-i ve*lâyeti tenkit ve adâvet eder, hattâ hissiyat-ı diniyeyi o ce*reyanlara tâbi yaparlar.
İşte bu asrın bu acip tehlikesine karşı, Risale-i Nur’un hizmet ve meşgalesi, şimdiki siyaseti ve cera*yanlarını o derece nazarım*dan ıskat etmiş ki, bu Harb-i Umumîyi bu dört ayda merak etme*dim, sormadım.» (Kastamonu Lâhikası sh: 117)
58- «Risale-i Nur’un hizmet ettiği hakaik-i imaniye herşeyin fevkinde olduğu gibi, bu za*manda herşeyden zi*yade onlara ihtiyaç var. Fakat kalbini öldürmüş, nefsini heve*satla şımarmış mülhidler, imandaki hakikatın derece-i ihtiyacını inkâr ettiklerinden, “Ehl-i diyanet ve ehl-i ilmi sevk eden, tah*rik eden makasıd-ı dünyeviye ve ihtiyaca*tıdır” diye it*ham ediyorlar. O ithama göre de pek insafsız*casına on*lara ilişiyorlar. Bu bedbaht mülhidleri kat’î bir su*rette iskât etmek, bilfiil, maddeten öyle feda*kârlar lâzım ki, dünyanın en mühim meşgaleleri, belki büyük za*rar*ları onların hakaik-i imaniye ihtiyaçlarını susturmu*yor.» (Kastamonu Lâhikası sh: 230)
59- «Dahilde tarafgirâne adâvet ve münakaşalara vesile olan fürûatı değil, belki bütün nev-i beşerin en ehemmiyetli mese*lesi olan erkân-ı imani*yeyi ve beşerin medar-ı saadeti ve umum İslâmın esas ve rabıta-i uhuv*veti bulunan Kur’ân’ın ha*kaik-i imaniyesini bulmak ve muhtaçlara bul*durmaya hayatımı vakfettim.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 8)
60- «Biliniz ki, şu zamanda şu vazife-i ima*niye çok mü*himdir. Benim gibi zayıf, fikri çok cihet*lerle inkısam etmiş bir bi*çareye yükletmemeli, elden geldiği kadar yar*dım etmeli.» (Barla Lâhikası sh: 138)
Mezkûr tercihli nakillerde açıkça görülüyor ki, Risale-i Nur’un ve Nurculuk hareketinin en birinci ve asıl vazifesi olan, hakaik-i imaniyeyi keşf ve neşr ile iman kurtarmak değişmez bir esastır.
-
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
7-CİDDİYET VE VAKAR ESASI
Ciddiyet, ağırbaşlılık, gayretlilik ve hürmetdeğer şahsi*yetli*lik*tir. Zıddı, iş ve vazi*fede gevşeklik ve ihmal*kârlık dav*ranış*larda lâüba*lilik ve hafifliktir. Lüzumsuz konuşmak ve gülmek, el ve dil şakaları yapmak, büyük küçük ara*sında âdab ve hürmet kaidelerin uymamak, cid*diyete aykırı hare*ketlerdendir.
Diğer bir mânâsıyla ciddiyet, bir kimsenin esas gaye edin*diği dâvasını ve vazi*fesini tam bir alâka ve gayretle ele alması, hassasi*yetle ve fedakârane takib etmesidir.
Ciddiyet, herkes için ehemmiyetli olmakla beraber, bir hiz*met cemaatine dahil olan hizmet ehli için daha çok ehem*miyetli*dir.
Ahlâk-ı Peygamberîden olan ciddiyet:
1- «Peygamberin delil-i sıdkı, herbir hareket, her*bir hâlidir. Evet, herbir hareketinde adem-i tereddüt ve mu*te*rizlere adem-i ilti*fat ve muarızlara adem‑i müba*lât ve muhalif olanlardan adem-i tahavvüfü, sıdkını ve cid*diye*tini gösteriyor. Hem de evamirinde hakikatın ru*huna olan isabeti, hakkıyyetini gösterir.
Elhasıl: Tahavvüf ve tereddüt ve telâş ve mübalât gibi hile ve adem-i vüsuku ve itminansızlığı imâ eden umurlardan müberrâ iken, bilâ perva ve kuvvet-i itmi*nanla en hatarlı makamlarda olan hareketi ve niha*yette olan isabeti ve iki âlemde semere verecek olan zî*hayat ka*ideleri harekâtıyla tesis ettiğine binaen, herbir fiil ve herbir tavrının iki taraftan, yani bidayet ve niha*yetten ciddiyeti ve sıdkı, nazar-ı ehl-i dikkate arz-ı didar ediyor. Bahusus mecmu-u harekâtının imti*zacın*dan ciddiyet ve hakkıyet şule-i cev*vale gibi ve in’ikâsatından ve muvazenatından sıdk ve isa*bet, berk-i lâmi gibi tezahür ve tecellî ediyor.» (Muhakemat sh: 144)
2- «O zatın en yüksek derecede bulunan zühd ve takvâ ve ubudiyeti, şehadetleriyle mâlik olduğu kuvve-i imaniyeyle musad*daktır. Ve keza, siyer-i nebeviyenin şe*hadetiyle derece-i vüsûku ve kemal-i ciddiyet ve me*taneti ve bütün işlerinde ve harekâtında kuvve-i emni*yeti, hakka mütemessik ve hakikate sâlik oldu*ğunu tas*dik eden kat’î delillerdir.» (Mesnevî-i Nuriye sh: 23)
3- «O zât-ı nurânî, okuduğu o hutbe-i ezeliyeyi öyle bir tarzla okuyor ne tereddüdü var, ne hicabı, ne korkusu var, ne teessürü... Hem samimî bir safa-i kalble, hâlis bir ciddiyetle, hasımlarının damarla*rına dokundur*mak üzere, akıllarını tezyif, nefislerini tahkir edip izzet*lerini kırıyor. Acaba böyle bir dâvâda, böyle bir ma*kamda, böyle bir şahıstan zerre miskal bir hilenin bu meseleye ka*rışmasına imkân var mıdır?» (Mesnevî-i Nuriye sh: 27)
4- «Vazifesinde nihayet hüsnündeki secâyâ-yı gà*li*yesi ve ke*mâl-i emniyeti ve kuvvet-i imanını ve gayet it*minanını ve nihayet vüsukunu gösteren fevkalâde tak*vâsı, fevkalâde ubudiyeti, fevka*lâde ciddiyeti, fevka*lâde metaneti, dâvâsında nihayet derecede sâdık oldu*ğunu gü*neş gibi âşikâre gösteriyor.» (Sözler sh: 236)
5- «Şimdi, şu zâtın delâil-i sıdkı ve berâhin-i nü*büv*veti, yalnız mucizâtına münhasır değildir. Belki, ehl‑i dik*kat için, hemen umum harekâtı ve ef’âli, ahval ve akvâli, ahlâk ve etvârı, sîret ve sureti, sıdkını ve ciddiyetini isbat eder.» (Mektubat sh: 90)
Hizmet ehlinde vazife ciddiyeti:
6- «Hizmet-i Kur’âniyenin bir silsile-i kerameti ve o hizmet-i kudsiyenin etrafında izn-i İlâhî ile nezaret eden ve himmet ve du*asıyla yardım eden Gavs-ı Âzamın bir nevi kerameti beyan edile*cek. Tâ ki, bu hizmet-i kudsi*yede bulunanlar, ciddiyetle*rinde, hizmet*lerinde sebat et*sinler.» (Lem’alar sh: 40)
7- «Hizmet-i Kur’âniyede bulunana, ya dünya ona küsmeli veya o dünyaya küsmeli—tâ, ihlâsla, ciddi*yetle hizmet-i Kur’âniyede bulunsun.
İşte, Hulûsi’nin kalbi çendan lâyetezelzel idi. Fakat bu vaziyet onu fütura sevk ettiğinden, şefkatli tokat yedi. Tam bir iki sene bazı münafıklar ona musallat ol*dular. Dünyanın lezzetini de kaçırdılar. Hem dünyayı ondan, hem onu dünyadan küstürdüler. O vakit va*zife-i mâne*viyesindeki ciddiyete tam mânâ*sıyla sarıldı.» (Lem’alar sh: 42)
8- «Hulûsi ise, âhirdeki Sözler’in ve ekser Mektubat’ın yazıl*masına onun gayreti ve ciddiyeti en mühim sebep olması. Ve Sabri’nin dahi On Dokuzuncu Mektup gibi bir sülüs-ü Mektubat’ın yazıl*ma*sına sebep, onun samimî ve ciddî iştiyakı ol*ması*dır.» (Barla Lâhikası sh: 21)
9- «Kardeşimiz Hasan Âtıf, hakikaten Risale-i Nur’un hiz*me*tine pek çok lâyık ve müstaiddir. Müstesna hattıyla beraber ih*lâsı, irtibatı, alâkadar*lığı, cid*diyeti, sadakati dahi mü*kem*meldir. Cenab-ı Hak onun emsalini çoğaltsın.» (Kastamonu Lâhikası sh: 128)
10- «Evet, azim ve sebâtınız ve ihlâs ve ciddi*ye*tiniz, ehl-i dünyayı mağlûp etmiş ve ediyor.» (Kastamonu Lâhikası sh: 143)
11- «Risale-i Nur şakirdlerinde fevkalâde bir sa*dakat ve sebat ve uhuvvet ve ihlâs ve kahramanlık var ki, bu acip zamanda binler esbab-ı fesat ve ifsat içinde vahdetle*rini ve ittifaklarını ve hizmette ciddi*yetlerini muhafaza ediyorlar.
Bu kadar fırtınalı hadiseler içinde Risale-i Nur’u mu*attal bı*rakmadınız, söndürmediniz.» (Kastamonu Lâhikası sh: 243)
12- «Sizin gayret ve ciddiyetiniz ve yardı*mınız her sı*kıntıyı izale eder, daimî sürur verir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 25)
13- «Kur’ân-ı Hakîmin hizmeti esnasında ve ha*kaik-i imani*yenin dersi vaktinde, o hakaik hesabına ve Kur’ân şerefine, o ma*kamın iktiza ettiği izzet ve va*kar-i ilmiyeyi ders vaktinde muhafaza edip, ba*şımı ehl-i dalâlete eğ*me*mek için, o izzetli vazi*yeti mu*vakkaten takınıyorum.» (Lem’alar sh: 173)
14- «Üstadımız, gayet mütevazidir. Tefevvuk ve te*meyyüz dâ*irelerinden, şöhret sevdalarından ziyade*siyle sakınırlar. Kendilerine mahsus sâfi meşrebi, o gibi can sı*kacak şeylerden âlî*dir. Herkese, hele ihtiyarlara ve çocuk*lara ve fukaralara, rıfk ve mülâyemetle uhuv*vet*kârane bir muamele‑i hâlisanede bulunur*lar. Mübarek yüzlerinde, mehâbet ve beşâşetle karı*şık bir nur-u vakar lemean eder. Heybetle beraber âsar-ı üns ve ülfet dahi görünür. Daima mütebessim bu*lu*nurlar. Fakat bazan tecelli*yatın muktezası olarak me*hâ*bet ve celâl nazarı o derece teza*hür eder ki, artık o za*man yanında bulunup da söz söy*lemek isteyen adamın, âdeta dili tutulur, ne söylemek is*tediği anlaşılmaz.» (Tarihçe-i Hayat sh: 326)
Ciddiyet, güzel bir ahlâk-ı İslâmiyedir.
15- «Kavînin bir zayıfa karşı da tevazuu sayılan bir sıfatı, ger olursa zayıfta, tezellül ve riyâdır.
Bir ülül’emr, makamında olursa ciddiyeti va*kardır, mahviyeti zillettir. Hanesinde bulunsa, mahviyeti tevazu, cid*diyeti kibirdir.» (Sözler sh: 724)
16- «Ahlâk-ı âliyeyi ve yüksek huyları hakikate ya*pıştıran ve o ahlâkı daima yaşattıran, ciddiyet ile sıdktır. Eğer sıdk kal*kıp araya kizb girerse, rüz*gâr*lara oyuncak olan yapraklar gibi, o adam da insan*lara oyuncak olur.» (İşarat-ül İ’caz sh: 107)
Ciddiyet sıfatı;na muhalif düşen lâübaliliğin, milletin hürmet ve itimadını sarsacağını Birinci Millet Meclisine ih*tar eden Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
17- «Hasmınız ve İslâmiyet düşmanı olan frenkler, dindeki lâkaytlığınızdan pek fazla istifade etti*ler ve edi*yor*lar. Hattâ diyebi*lirim ki, hasmınız kadar İslâma zarar ve*ren, dinde ihmalinizden istifade eden insanlardır. Maslahat-ı İslâmiye ve selâmet-i millet namına, bu ihmali a’mâle tebdil etmeniz gerektir. Görülmüyor mu ki, İttihatçılar o kadar harika azim ve sebat ve fedakârlıkla*rıyla, hattâ İslâmın şu intibâhına da bir sebep oldukları halde, bir derece dinde lâübâli*lik tavrını gösterdikleri için, dahildeki mil*let*ten nefret ve tezyif gördüler. Hariçteki İslâmlar din*deki ihmallerini görmedikleri için hürmeti verdiler.» (Mesnevî-i Nuriye sh: 100)
18- «Evet, Hürriyetçilerin ahlâk-ı içtima*iyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece lâubalilik göster*meleriyle, yirmi-otuz sene sonra dince, ahlâkça, namusça şimdiki vazi*yeti gösterdiği cihetinden, şimdiki vaziyette de, elli sene sonra bu dindar, namuskâr, kahraman seciyeli milletin nesl-i âtisi, seciye-i diniye ve ahlâk-ı içtimaiye ci*he*tinde ne şekle girecek, elbette anlıyorsunuz.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 21)
19- «Ahlâk-ı âliyenin, hakikatin zeminiyle olan ra*bıta-i ittisali ciddiyettir. Ve deveran-ı dem gibi hayatla*rını idame eden ve imtizaçlarından tevellüd eden haysi*yete kuvvet ve*ren, heyet-i mecmuasına inti*zam veren yalnız sıdktır. Evet, şu ra*bıta olan sıdk ve ciddiyet kesil*diği anda o ahlâk‑ı âliye ku*rur ve hebâen gidiyor.» (Muhakemat sh: 145)
20- «Eğer medeniyet böyle haysiyet kırıcı te*cavüz*lere ve nifak verici iftiralara ve insafsızca*sına intikam fikirle*rine ve şeytancasına muga*lâ*talara ve diyanette lâ*übâlicesine hareketlere müsait bir zemin ise, herkes şahit olsun ki, o sa*adet-saray-ı medeniyet tesmiye olunan böyle mahall-i ağrâza bedel, vilâyat-ı şarkiyenin, hürriyet-i mut*lakanın mey*danı olan yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını ter*cih ediyorum. Zira bu mim’*siz mede*niyette görmediğim hürri*yet-i fikir ve ser*besti-i ke*lâm ve hüsn-ü niyet ve selâmet-i kalb, şarkî Anadolu’nun dağlarında tam mânâsıyla hüküm*fer*ma*dır.» (Divan-ı Harbî Örfî sh: 46)
21- «Malûmdur ki, bir zatta içtima eden ahlâk-ı âli*yenin imtizacından izzet-i nefis, haysiyet, şeref, vakar gibi, ha*sis, alçak şeylere tenezzül etmeye müsaade etme*yen yük*sek haller husule gelir. Evet, melâike, ulüvv-ü şanlarından, şeytanları reddeder, kabul etmezler.
Kezalik, bir zatta içtima eden ahlâk-ı âliye kizb, hile gibi alçak halleri reddeder. Evet, yalnız şecaatle iş*tihar eden bir zat, kolay kolay yalana tenezzül etmez.» (İşarat-ül İ’caz sh: 107)
22- «Risale-i Nur, gurur ve kibir ve hodfuruşluk ve zillet gibi, ahlâk-ı seyyieden kurtararak, tevâzu ve mah*vi*yet ve izzet ve va*kar gibi güzel ahlâklara sahip kı*lar.» (Sözler sh: 765)
İşte şu kısa ve tercihli kısımlarda görüldüğü üzere ve bil*hassa dinî hiz*mette ciddiyet ve vakara ehemmiyet ve*rili*yor ve sarahaten ve tekraren ve bir düstur olarak tesbit edi*liyor. Evet, lakaydâne ve lâûba*liyane halleri, hizmetin ma*nevî şahsiyeti ve izzeti kabul etmiyor.
-
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
8-İHTİLAF ÇIKARMAMAK, TESANÜD VE İTTİFAK ETMEK
Bu iki sual ve cevab re’y-i cumhuru esas almak; yani bütün müslümanları bağlayan şer’î hükümleri dinlemek ge*rektiğini aksi halde ihtilafın devamına se*be*biyet verile*ceğini beyan eder.
1- «S – Âlem-i İslâm ulemasının ortalarındaki müthiş ihtilâ*fata ne dersin? Reyin nedir?
C – Ben âlem-i İslâmiyete gayr-ı muntazam veya in*tizamı bo*zulmuş bir meclis-i meb’usan ve bir encü*men-i şûrâ nazarıyla ba*kıyorum. Şeriattan işitiyoruz ki, rey-i cumhur budur, fetvâ bunun üzerinedir. İşte şu, bu meclis*teki rey-i ekseriyetin nazîre*sidir. Rey-i cum*hurdan mâadâ olan akval, eğer hakikat ve mağz*dan hâli ve boş olmazsa istidâdâtın reylerine bırakılır. Tâ, herbir istidad, terbiye*sine münasip gördüğünü inti*hap etsin.» (Münazarat sh: 78)
2- «S – Âlem-i İslâmdaki ihtilâfı tâdil edecek çare nedir?
C – Evvelâ: Müttefekun aleyh olan makasıd-ı âli*yeye nazar etmektir. Çünkü, Allah’ımız bir, Peygamberimiz bir, Kur’ân’ımız bir… Zaruriyat-ı di*niyede umumumuz müttefik… Zaruriyat-ı diniye*den başka olan teferruat veya tarz-ı telâkki veya ta*rik-i tefehhümdeki tefavüt, bu ittihad ve vahdeti sarsa*maz, râcih de gelemez. El-hubbu fillah düstur tu*tulsa, aşk-ı haki*kat harekâtımızda hâkim olsa—ki za*man dahi pek çok yardım edi*yor—o ihtilâfat sahih bir mecrâya sevk edilebilir.» (Sünuhat Tuluat İşarat sh: 83)
Bu adavet hissi fiile çıkartılmazsa zarar vermez:
3- «Eğer dersen: “İhtiyar benim elimde değil fıtra*tımda adâ*vet var. Hem damarıma dokundurmuşlar, vaz*geçemiyorum.”
Elcevap: Sû-i hulk ve fena haslet eseri gösteril*mezse ve gıybet gibi şeylerle ve muktezasıyla amel edilmezse, kusurunu da anlasa, zarar vermez. Madem ihtiyar senin elinde değil, vazgeçemiyorsun. Senin, mânevî bir neda*met, gizli bir tevbe ve zımnî bir istiğfar hükmünde olan kusurunu bilmen ve o haslette haksız olduğunu anlaman, onun şerrinden seni kurtarır. Zaten bu Mektubun bu Mebhasını yazdık, tâ bu mânevî istiğfarı temin etsin hak*sızlığı hak bilmesin, haklı has*mını haksızlıkla teş*hir etme*sin.
Câ-yı dikkat bir hadise: Bir zaman, bu garazkârâne ta*rafgirlik neticesi olarak gördüm ki, mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasî*sine muhalif bir âlim-i salihi, tek*fir derece*sinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı, hür*metkârâne medhetti. İşte, siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm, Eûzü billâhi mine’ş-şey*tâni ve’s-si*yaseti dedim, o zamandan beri hayat-ı siyasi*yeden çe*kildim.» (Mektubat sh: 268)
İhtilafların müsbet ve menfî cihetleri:
4- «Eğer denilse: “Hadiste, [7] denil*miş. İhtilâf ise tarafgirliği iktiza ediyor.
“Hem tarafgirlik marazı, mazlum avâmı, zalim ha*vassın şer*rinden kurtarıyor. Çünkü bir kasabanın ve bir köyün havassı ittifak etseler, mazlum avâmı ezerler. Tarafgirlik olsa, mazlum bir tarafa iltica eder, kendi*sini kurtarır.
“Hem tesadüm-ü efkârdan ve tehalüf-ü ukulden ha*kikat ta*mamıyla tezahür eder.”
Elcevap:
Birinci suale deriz ki: Hadisteki ihtilâf ise, müs*bet ihti*lâf*tır. Yani, herbiri kendi mesleğinin tamir ve revâcına sa’y eder. Başkasının tahrip ve iptaline değil, belki tekmil ve ıslahına çalışır. Amma menfi ihtilâf ise—ki garazkâ*râne, adâvetkârâne birbiri*nin tahribine çalışmaktır—hadi*sin nazarında merduttur. Çünkü bir*bi*riyle boğuşanlar müsbet hareket edemezler.
İkinci suale deriz ki: Tarafgirlik eğer hak na*mına olsa, haklılara melce olabilir. Fakat şimdiki gibi garaz*kâ*râne, nefis he*sabına olan tarafgirlik, haksız*lara mel*cedir ki, on*lara nokta-i is*tinad teşkil eder. Çünkü, ga*razkârâne taraf*girlik eden bir adama şeytan gelse, onun fikrine yardım edip taraftarlık gösterse, o adam o şey*tana rahmet okuya*cak. Eğer mukabil tarafa melek gibi bir adam gelse, ona—hâşâ—lânet okuyacak dere*cede bir haksızlık gös*terecek.
Üçüncü suale deriz ki: Hak namına, hakikat he*sabına olan tesadüm-ü efkâr ise, maksatta ve esasta it*tifakla be*raber, vesâ*ilde ihtilâf eder. Hakikatin her kö*şesini izhar edip hakka ve haki*kate hizmet eder. Fakat tarafgirâne ve garazkârâne, firavunlaşmış nefs-i em*mâre hesabına hodfuruşluk, şöhretperverâne bir tarz*daki tesadüm-ü ef*kârdan bârika-i hakikat değil, belki fitne ateş*leri çıkıyor. Çünkü, maksatta ittifak lâ*zım ge*lirken, öylelerin ef*kârının küre-i arzda dahi nokta-i te*lâkîsi bulunmaz. Hak namına olmadığı için, nihayetsiz müfritâne gider, kabil-i iltiyam olmayan in*şikaklara sebebiyet verir. Hal-i âlem buna şa*hittir.» (Mektubat sh: 268)
Hizmet dava edip ihtilaflara sebeb olanlar, sukut vah*şet ve hıyanet vasıf*ları ile tavsif edilip zecreden bir ikaz:
5- «Câ-yı teessüf bir hâlet-i içtimaiye ve kalb-i İslâmı ağla*ta*cak müthiş bir maraz-ı hayat-ı içtimaî: “Haricî düşmanların zu*hur ve tehacümünde dahilî adâ*vetleri unutmak ve bı*rakmak” olan bir maslahat-ı içti*maiyeyi en bedevî kavim*ler dahi takdir edip yap*tık*ları halde, şu cemaat-i İslâmiyeye hizmet dâvâ eden*lere ne olmuş ki, birbiri ar*kasında tehacüm vazi*yetini alan hadsiz düşmanlar varken, cüz’î adâvetleri unutma*yıp düşmanların hü*cumuna zemin hazır edi*yorlar? Şu hal bir sukuttur, bir vahşet*tir, hayat-ı iç*timaiye‑i İslâmiyeye bir hıyanettir.» (Mektubat sh: 269)
Adavetli ihtilaflara kapı açmak düşmana yardım olur:
6- «İşte, ey mü’minler! Ehl-i iman aşiretine karşı te*cavüz va*ziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşman*lar olduğunu bi*lir misiniz? Birbiri içindeki da*ireler gibi yüz daireden fazla vardır. Herbirisine karşı tesanüd ederek, el ele verip müdafaa vaziyeti al*maya mecburken, onların hücumunu teshil etmek, on*ların harîm-i İslâma girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârâne tarafgir*lik ve adâvetkârâne inat, hiçbir ci*hetle ehl-i imana yakışır mı? O düşman daireler, ehl-i dalâlet ve il*haddan tut, tâ ehl‑i küfrün âlemine, tâ dünyanın ehvâl ve mesâ*ibine ka*dar, birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırsla bakan, belki yet*miş nevi düşmanlar var. Bütün bunlara karşı kuvvetli silâhın ve si*perin ve kalen, uhuv*vet-i İslâmiyedir. Bu kale-i İslâmiyeyi küçük adâvetlerle ve bahane*lerle sarsmak, ne kadar hilâf-ı vicdan ve ne kadar hilâf‑ı maslahat-ı İslâmiye olduğunu bil, ayıl.» (Mektubat sh: 269)
İttifaktaki kuvveti düşünmeyenler, yani dâva adamı şu*urunda olmayanlar, ihtilafa düşerler:
7- «İşte, ehl-i hak, ittifaktaki hak kuvvetini düşün*medik*lerinden ve aramadıklarından, haksız ve muzır bir netice olan ihti*lâfa düşerler. Haksız ehl-i dalâ*let ise, ittifak*taki kuvveti, aczleri va*sıtasıyla hissettikle*rinden, gayet mühim bir vesile-i makasıd olan ittifakı elde etmişler. İşte, ehl-i hakkın bu haksız ihtilâf ma*ra*zının merhemi ve ilâcı, [8] âyetindeki şid*detli nehy-i İlâhî,
[9] âyetinde, hayat-ı içtimaiyece ga*yet hikmetli emr-i İlâhîyi düstur-u hareket etmek ve ih*tilâ*fın İslâmiyete ne de*rece zararlı olduğunu ve ehl-i da*lâletin ehl-i hakka galebesini ne derece teshil ettiğini dü*şünüp, kemâl-ı zaaf ve acz ile, o ehl-i hak*kın kafile*sine fedakâ*râne, samimâne iltihak etmektir, şahsiyetini unutmakla riyâ ve tasannudan kurtulup ihlâsı elde et*mektir.» (Lem’alar sh: 154)
Biribirinin kusurlarını görmeye çalışmak, İslâm dün*yasının kuvvetini dar*beleyen ihtilafa sebebiyet ve*rir:
8- «Ey ehl-i hak! Ey hakperest ehl-i şeriat ve ehl-i hakikat ve ehl-i tarikat! Bu müthiş maraz-ı ihtilâfa karşı birbirinizin ku*surunu görmeyerek, yekdi*ğe*rinizin ayı*bına karşı gözünüzü yumunuz. [10] edeb-i Furkanî ile edepleniniz. Ve haricî düşmanın hücu*munda dahilî münakaşâtı terk et*mek ve ehl-i hakkı su*kuttan ve zilletten kur*tar*mayı en birinci ve en mühim bir vazife-i uhre*viye telâkki edip, yüzer âyât ve ehâdis-i Nebeviyenin şiddetle emrettikleri uhuvvet, muhabbet ve te*avünü yapıp, bütün hissiyatınızla, ehl-i dünyadan daha şiddetli bir su*rette meslektaşlarınızla ve dindaşla*rınızla it*tifak ediniz, yani, ihtilâfa düşmeyiniz. “Böyle küçük me*seleler için kıymet*tar vaktimi sarf et*mektense, o çok kıy*metli vaktimi zikir ve fikir gibi kıymettar şeylere sarf ede*ceğim” deyip çekilerek ittifakı zayıflaş*tırmayı*nız.» (Lem’alar sh: 155)
İttifak zarurîdir:
9- «Bu zaman kadar, hiç bir zaman, din âlimle*rinin itti*fakına ve münakaşa etmemesine muhtaç olmamış. Şimdilik te*ferruattaki ihtilâfı bırak*maya ve medar-ı mü*nakaşa etme*meye mecburuz.» (Şualar sh: 403)
Nur Talebelerinin arasına ihtilaf sokma planına karşı ikaz:
10- «Bizler imkân dairesinde bütün kuvvetimizle Lem’a-i İhlâsın düsturlarını ve hakikî ihlâsın sırrını mâ*beynimizde ve birbirimize karşı istimal etmek, vü*cup de*recesine gelmiş. Kat’î ha*ber aldım ki, üç aydan beri bura*daki has kardeşleri birbirine karşı meşrep veya fikir ihti*lafıyla bir soğukluk vermek için üç adam tayin edilmiş. Hem metin Nurcuları usandır*makla sarsmak ve nazik ve tahammülsüzleri evham*landırmak ve hizmet‑i Nuriyeden vazgeçirmek için se*bepsiz mahkememizi uzatıyorlar. Sakın, sakın! Şimdiye kadar mâbeyninizdeki fedakârâne uhuvvet ve sami*mâne muhabbet sarsılmasın. Bir zerre kadar olsa bile, bize bü*yük zarar olur.» (Şualar sh: 500)
İhtilaflar, ihlas düsturlarına riayetsizliğin netice*si*dir:
11- «Meşveret-i şer’iyeyle reylerinizi teşettütten mu*hafaza ediniz. İhlâs Risalesinin düsturlarını her va*kit göz önünüzde bu*lundurunuz. Yoksa, az bir ihtilâf bu vakitte Risale-i Nur’a büyük bir zarar verebilir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 236)
Teferruata bakan ihtilafları bırakmamak, İslâm düş*manları lehine netice verir:
12- «Madem bu zamanda zındıka ve ehl-i dalâlet ih*tilâfdan istifade edip, ehl-i imanı şaşırtıp ve şeâiri bozarak Kur’ân ve iman aleyhinde kuvvetli cereyanları var elbette bu müthiş düş*mana karşı cüz’î teferruata dair medar-ı ihtilâf münakaşa*ların kapısını açmamak gerektir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 204)
Dinsizlik cereyanı, Nurcular arasında biribirine su-i zan verdirmekle ifsad etme peşindedir:
13- «Kardeşlerim, sizin zekâvetiniz ve tedbiriniz, benim tesa*nüdünüz hakkında nasihatime ihtiyaç bırak*mı*yor. Fakat bu âhirde hissettim ki, Risale‑i Nur şakird*lerinin tesanüdlerine zarar ver*mek için birbirinin hak*kında su-i zan verdiriyorlar, tâ birbi*rini itham etsin. Belki “Filân ta*lebe bize casusluk ediyor der, tâ bir inşikak düşsün. Dikkat ediniz, gözünüzle görseniz dahi perdeyi yırtma*yınız. Fenalığa karşı iyilikle mukabele ediniz. Fakat çok ihtiyat ediniz, sır vermeyi*niz. Zaten sırrımız yok fakat vehhamlar çoktur. Eğer tahakkuk etse, bir talebe onlara hafiyelik edi*yor, ıslahına çalışınız, perdeyi yırtmayınız.
Sizin, hususan Isparta medresesindeki tesanüdü*nüz, hem Risale-i Nur’u, hem şakirdlerini, hem bu mem*leketin yüzünü ak etmiş. Ve her tarafta Risale-i Nur’a çalıştıran ehemmiyetli bir sebep, tesanü*dünüz*dür ve şevk ve gay*retinizdir. Cenab-ı Hak, siz*leri bu hizmet-i imaniyede dâim ve muvaffak eylesin. Âmin, âmin.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 108)
Şer’îatın temel kitabları dairesinde olmak şartiyle mevcud farklı anlayış*lara hak tanımak gerekirken, ena*niyet tarafgirliği ile ihtilafa gitmenin mes’uliyeti var:
14- «Sebeb-i ihtilaf-ı muzır, “Bu haktır” düs*turu ye*rine “Yalnız hak budur” ve “En güzeli budur” hükmü ye*rine, “Güzeli budur” hükmü ikame edilmiş*tir.
El-hûbbu fillah esas-ı merhamet-kârı yerine, el-buğzu fillah ikame edilmiştir. Kendi mesleğinin mu*hab*beti yerine, başka mes*lekten nefret harekâtında hâ*kim kı*lınmıştır. Hakikate muhabbet yerine, ene taraf*gir*liği mü*dahale etmiştir. Vesail ve delâil, makasıd ve gàyât yerine ikame edilmiştir. Halbuki, fasit bir delil ile, hak bir netice zihinde ikame edilir bâtıl bir vesile ile hak bir gaye, fikirde tespit edilir. Madem gaye ve maksat haktır delil ve vesi*lelerdeki fesat, böyle inşikak-ı kulûba sebebiyet verme*meli.» (Sünuhat Tuluat İşarat sh: 74)
Hakkın, faziletin ve dinin ehemmiyetli neticeleri:
15- «Hakkın şe’ni ise ittifaktır. Faziletin şe*’ni, tesa*nüddür. Teavünün şe’ni, birbirinin imda*dına yetişmektir. Dinin şe’ni, uhuvvettir, incizap*tır.» (Sözler sh: 408)
Şahsî kusurat sebebiyle mü’mine adavet eden, iman ve İslâmiyet sıfatla*rına değer vermeyen akılsız, insafsız ve zâ*lim durumuna düşüleceği hakkında bir ikaz:
16- «Ey insafsız adam! Şimdi bak ki, mü’min kar*de*şine kin ve adâvet ne kadar zulümdür. Çünkü, nasıl ki sen âdi, küçük taşları Kâbeden daha ehemmiyetli ve Cebel-i Uhud’dan daha büyük desen, çirkin bir akılsız*lık edersin. Aynen öyle de, Kâbe hürmetinde olan iman ve Cebel-i Uhud azametinde olan İslâmiyet gibi çok ev*sâf-ı İslâmiye muhabbeti ve ittifakı istediği halde, mü*’mine karşı adâ*vete sebebiyet veren ve âdi taşlar hük*münde olan bazı kusurâtı iman ve İslâmiyete tercih et*mek, o derece in*safsızlık ve akılsızlık ve pek bü*yük bir zulüm olduğunu, aklın varsa anlar*sın.» (Mektubat sh: 263)
17- «Adalet-i mahzâyı ifade eden
[11] sırrına göre, bir mü’minde bu*lu*nan câni bir sıfat yüzünden, sair mâsum sı*fatlarını mah*kûm etmek hükmünde olan adâvet ve kin bağlamak, ne derece hadsiz bir zulüm olduğunu ve bahusus bir mü’mi*nin fena bir sıfa*tından darılıp, kü*süp, o mü’minin akraba*sına adâvetini teşmil et*mek, [12] sîga-i mübalâğa ile gayet azîm bir zulüm etti*ğini, hakikat ve şeriat ve hik*met-i İslâmiye sana ih*tar ettiği halde, nasıl kendini haklı bulursun, “Benim hakkım var” dersin?» (Mektubat sh: 264)
18- «Acaba birgün adâvete değmeyen birşeye bir sene kin ve adâvetle mukabele etmeyi hangi insaf ka*bul eder, bozulmamış hangi vicdana sığar?
Halbuki, mü’min kardeşinden sana gelen bir fena*lığı bütün bütün ona verip onu mahkûm edemezsin. Çünkü, evvelâ kaderin onda bir hissesi var. Onu çıka*rıp, o kader ve kazâ hissesine karşı rıza ile mukabele etmek gerektir.
Saniyen, nefis ve şeytanın hissesini de ayırıp, o adama adâvet değil, belki nefsine mağlûp olduğundan, acımak ve nedamet edece*ğini beklemek.
Salisen, sen kendi nefsinde görmediğin veya gör*mek isteme*diğin kusurunu gör, bir hisse de ona ver.
Sonra bâki kalan küçük bir hisseye karşı, en se*lâ*metli ve en çabuk hasmını mağlûp edecek af ve safh ile ve ulüvvücenap*lıkla mukabele etsen, zu*lüm*den ve za*rardan kurtulur*sun. Yoksa, sarhoş ve di*vane olan ve şişe*leri ve buz parçalarını elmas fiya*tıyla alan cevherci bir Yahudi gibi, beş paraya değmeyen fâni, zâil, muvakkat, ehemmiyetsiz umur-u dünyeviyeye, güya ebedî dünyada durup ebedî beraber kalacak gibi şedit bir hırsla ve daimî bir kinle, mütemadiyen bir adâvetle mu*kabele etmek, sîga-i mübalağa ile, bir zalûmiyettir veya bir sarhoş*luk*tur, bir nevi divaneliktir.» (Mektubat sh: 266)
Ehl-i hakla, yani şeriat dairesinde olanlarla ittifak edip bir cemaat olmanın lüzumu:
19- «Ehl-i hakla ittifak, tevfik-i İlâhînin bir sebebi ve diyanetteki izzetin bir medarı oldu*ğunu düşünmekle,
Hem ehl-i dalâlet ve haksızlık, tesanüd sebebiyle, cemaat su*re*tindeki kuvvetli bir şahs-ı mânevînin dehâ*sıyla hücumu zama*nında, o şahs-ı mânevîye karşı, en kuvvetli ferdî olan mukavemetin mağlûp düştüğünü an*layıp, ehl-i hak tarafındaki ittifak ile bir şahs-ı mânevî çı*karıp, o müthiş şahs-ı mânevî-i dalâlete karşı hakkaniyeti muhafaza ettirmek...» (Lem’alar sh: 151)
20- «Dört fertten bin yüz on bir kuvvet-i mânevi*yeyi temin eden sırr-ı ihlâsı kazanmakla tesanüd ve it*tihad-ı hakikîye muhta*cız ve mecburuz.
Evet, üç elif ittihad etmezse, üç kıymeti var. Sırr‑ı adediyet ile ittihad etse, yüz on bir kıymet alır. Dört kere dört ayrı ayrı olsa, on altı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksat ve itti*fak-ı vazife ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verse*ler, o va*kit dört bin dört yüz kırk dört kuvvetinde ve kıy*metinde ol*duğu gibi, ha*kikî sırr-ı ihlâs ile, on altı feda*kâr kar*deşlerin kıymet ve kuvvet-i mâneviyesi dört binden geç*tiğine, pek çok vu*kuat-ı tari*hiye şehadet edi*yor.
Bu sırrın sırrı şudur ki: Hakikî, samimî bir itti*fakta herbir fert, sair kardeşlerin gözüyle de bakabilir ve kulak*larıyla da işitebi*lir. Güya on hakikî müttehid adamın her*biri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünü*yor, yirmi ku*lakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda mânevî kıymeti ve kuvvetleri vardır.HAŞİYE » (Lem’alar sh: 161)
21- «Hem mûcib-i taaccüp, hem medâr-ı teessüf*tür ki, ehl-i hak ve hakikat ittifaktaki fevkalâde kuvveti ih*ti*lâfla zayi ettikleri halde, ehl-i nifak ve ehl-i dalâlet, meşrep*lerine zıt olduğu halde itti*faktaki ehemmiyetli kuvveti elde etmek için ittifak ediyorlar. Yüzde on iken, doksan ehl-i hakikatı mağlûp ediyorlar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 143)
22- «Sizler, ara sıra, İhlâs ve İktisat Lem’alarını ve bazan Hücumat-ı Sitte risalesini mâbeyninizde bera*ber okumalısınız. Sizin şimdiye kadar fevkalâde sebat ve me*tanet ve tesanüd ve itti*fa*kınız, bu memlekete medâr-ı ifti*har olacak ve istikbalini kurtara*cak derecededir. Dikkat ediniz, bu yeni fırtına sizin tesanüdünüzü boz*ma*sın.» (Kastamonu Lâhikası sh: 223)
23- «Risale-i Nur’un İhlâs Lem’alarında denildiği gibi, şimdi ehl-i iman, değil Müslüman kardeşleriyle, belki Hıristiyanın din*dar ruhânîleriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilâf meseleleri nazara almamak, nizâ etmemek ge*rektir. Çünkü küfr-ü mutlak hü*cum ediyor. Senin, hami*yet-i diniye ve tecrübe-i ilmiye ve Nurlara karşı alâkanız*dan rica ediyorum ki, Sabri ile geçen mace*rayı unutmaya çalış ve onu da affet ve helâl et. Çünkü o, kendi ka*fasıyla konuşmamış eskiden beri hocalardan işittiği şeyleri, lü*zumsuz münakaşa ile söy*lemiş. Bilirsin ki, büyük bir ha*sene ve iyilik, çok günahlara kefaret olur.
Evet, o hemşehrimiz Sabri, hakikaten Nura ve Nur vasıtasıyla imana öyle bir hizmet eylemiş ki, bin hatâ*sını affettirir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 206)
24- «S – Belki birbirleriyle adâvetleri, birbi*rin*den gör*dükleri nâmeşrû bazı ef’al içindir?
C – Acaba ne cihetle, ne insafla, ne suretle, Subhan Dağı ka*dar ağır ve büyük olan iman ve İslâmiyet ve in*saniyet ve cinsi*yet sebebiyle hasıl olan muhabbet, şöyle çocuğun bahanesiyle bazı nâmeşrû harekât vesile*sinden mütehassıl olan adâvete karşı hafif ve mağlûp olmuştur? Evet, muhabbeti iktiza eden İslâmiyet ve in*sa*niyet, Cebel-i Uhud gibidir. Adâveti intaç eden esbab, bazı küçük çakıl taşları gibidir. Muhabbeti adâvete mağ*lûp et*tiren adam, na*zar-ı hakikatte Cebel-i Uhudu bir çakıl ta*şından aşağı derecesine indirmek kadar ahma*kane hareket etmiştir. Adâvetle muhab*bet, ziya ile zulmet gibi, içtima edemez. Adâvet galebe çalsa, mu*habbet mü*mâşaata inkılâp eder. Muhabbet galebe çalsa, adâvet te*rahhum ve acımaya inkı*lâp eder. Benim mez*hebim, mu*habbete muhabbet et*mektir, husumete hu*sumet etmektir. Yani dünyada en sevdiğim şey muhab*bet ve en darıldı*ğım şey de husumet ve adâvet*tir.» (Münazarat sh: 76)
Siyaset ve zındıka cereyanlarının ifsadına aldanıp, tef*ri*kaya alet olmak gibi feci mesuliyete düşmemek için bir ikaz:
25- «Sakın, sakın, dünya cereyanları, hususan si*yaset cere*yanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefri*kaya atmasın. Karşınızda ittihad etmiş dalâlet fırka*larına karşı perişan etmesin düstur-u Rahmânî yerine (el-iyazü billâh) düstur-u şeytanî hük*medip, melek gibi bir hakikat karde*şine adâvet ve el*hannâs gibi bir siyaset arkadaşına mu*habbet ve taraftar*lıkla zul*müne rıza gösterip cinayetine mânen şerik ey*lemesin.» (Kastamonu Lâhikası sh: 122)
Pek çok tefrika sebeblerine rağmen, tefrikalardan uzak du*ran ve tesanüde kuvvet veren talebeler:
26- «Evet, kardeşlerim, sizler, ihlâs sırrını tam muha*faza ediyorsunuz. Bu kadar esbab-ı tefrika içinde vahdeti*nizi muha*faza, hakikaten bir harikadır. Hâfız Ali’nin ha*kikaten müs*tesna bir mahviyet; ve te*va*zuu içinde ihlâsı ve fena fil’ihvan düs*turunu mu*hafaza etmesi ve Hüsrev’in hakikaten tedbirce bana ihtiyaç bırakmayacak bir dere*cede tedbir ve di*rayeti ve Hâfız Ali gibi yüksek ihlâsı ve mahviyeti, Hâfız Mustafa’nın hizmet-i Nuriyede büyük iktidarı içinde kuvvetli bir sadakati ve fedakâ*râne tesli*miyeti ve hem Abdurrahman, hem Lütfü, hem Hâfız Ali mânâsını taşıyan büyük ruhlu Küçük Ali, Risale-i Nur hizme*tini dünyada herşeye tercihan hayatının en büyük mak*sadı yapması ve sebeb-i ihtilâfa karşı kuvvetli mu*kavemeti bu*lunduğunu bu dört mektubunuz bana bil*dirdi.
Aynı sistemde, meselede alâkadar kahraman Tâhirî ve kah*raman Rüştü’nün dahi aynı hakikatte ve aynı ah*lâkta bulundukla*rını hiç şüphe etmiyoruz. Bu altı rüknün, bu muvakkat sarsıntı*dan, hakikî bir tesanüdle birbirine el ele, omuz omuza, baş başa vermesi, altı yüz, belki altı bin kıymet-i mâne*vi*yeyi alıyor diye, Cenab-ı Hakka Risale-i Nur hesa*bına hadsiz şü*kür ediyoruz ve sizi de tebrik ediyo*ruz.» (Kastamonu Lâhikası sh: 242)
Hükümet merkezindeki başların yanlışlıkları ve ha*tâları ce*ma*ate te’sir eder:
27- «Ben şarkın dağlarında büyümüştüm. Merkez-i Hilâfeti güzel tahayyül ediyordum. Vaktâ ki, bundan yedi-sekiz ay mukad*dem Dersaadete geldim. Gördüm ki, İstanbul, tevahhuş ve te*nafur‑u ku*lûb sebebiyle medenî libası giymiş vahşî bir adama benzerdi. Şimdi, ittihad-ı millî sebebiyle, me*denî adam, fakat yarı medenî, yarı vahşî libasında bize arz-ı dîdâr ediyor. Evvel şarkta fenalı*ğın sebebi, şarkın uzvu hastalanmış zannediyordum. Vaktâ ki, hasta olan İstanbul’u gördüm, nabzını tuttum, teşrih et*tim. Anladım ki, kalbindeki hastalıktır, her tarafa si*rayet eder. Tedavisine ça*lıştım bir divanelikle taltif edil*dim.» (Divan-ı Harbî Örfî sh: 79)
28- «Aziz kardeşlerim,
Evvel âhir tavsiyemiz, tesanüdünüzü muha*faza enâniyet, benlik, rekabetten tahaffuz ve itidal-i dem ve ih*tiyattır.» (Şualar sh: 312)
Tesanüdü muhafaza edenin kazanacağı yüksek ma*kam:
29- «Temsilde hata yok, nasıl ki büyük bir velî, kü*çük bir Ashâb kadar hizmet-i İslâmiyede Ehl-i Sünnetçe mevki almadığı gibi, aynen öyle de, (bu za*manda hizmet-i imaniyede hazz-ı nefsini bırakıp ve mahviyet ile tesanüd ve ittihadı muhafaza eden bir hâlis kardeşimiz, bir velî*den ziyade mevki alıyor diye ka*naatim gelmiş.» (Şualar sh: 317)
Münafıkların hizmet ehli aleyhindeki bir planına dik*kat:
30- «Münâfıklar, böyle vaziyetlerde kardeşle*rin te*sanü*dünü ve birbirine karşı hüsn-ü zan*larını bozmak için derler: “İşte o kadar ehem*miyet verdiğin zatlar âdi, âciz insanlardır.” Her ne ise...» (Şualar sh: 320)
Tesanüdü bozan, avam-ı ehl-i imanı ehl-i dalâlet tara*fına iter:
31- «Sizin tesanüdünüze benim ziyade ehemmi*yet verdiğimin sebebi, yalnız bize ve Risale-i Nur’a menfaati için değil, belki tah*kikî imanın dairesinde olmayan ve nokta-i istinada ve sarsılmayan bir cema*atin kat’î bul*duk*ları bir hakikate dayanmaya pekçok muhtaç bulunan avâm-ı ehl-i iman için dalâlet cere*yanlarına karşı yıl*maz, çekilmez, bozulmaz, aldatmaz bir merci, bir mür*şid, bir hüccet olmak cihetiyle, sizin kuvvetli tesanü*dünüzü gören kanaat eder ki, bir hakikat var, hiçbir şeye feda edilmez, ehl-i da*lâlete başını eğmez, mağlûp olmaz diye kuvve-i mâne*viyesi ve imanı kuvvet bulur, ehl-i dünyaya ve sefa*hete iltihaktan kurtu*lur.» (Şualar sh: 320)
Tesanüdü bozan, Nur’un en kuvvetli nokta-i isti*nadına za*rar verir:
32- «Sobamın ve Feyzi’lerin ve Sabri ve Hüsrev’in iki su bar*dakları parça parça olması, dehşetli bir musibet geldiğini haber vermiştiler. Evet, bizim en kuvvetli nokta-i istinadımız olan hakikî tesanüd ve bir*birinin ku*suruna bakmamak ve Hüsrev gibi Nur kahramanların*dan—benim yerimde ve Nurun şahs-ı mânevîsinin çok ehemmiyetli bir mümessili olmasın*dan—hiçbir cihetle gü*cenmemek elzemdir. Ben kaç gün*dür dehşetli bir sıkıntı ve meyu*siyet hissettiğimden, “Düşmanlarımız bizi mağ*lûp edecek bir çare bulmuşlar” diye çok telâş eder*dim. Hem sobam, hem hayalî ayn-ı hakikat mü*şahedem doğru ha*ber ver*mişler. Sakın, sakın, sakın! Çabuk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdü*nüzü tamir ediniz. Vallahi, bu hadisenin bi*zim hapse girmemizden daha zi*yade Kur’ân ve iman hizmeti*mize—hususan bu sırada—zarar vermek ihtimali kav*îdir.» (Şualar sh: 499)
Hizmet müdebbirini çürütmekle hizmet cemaatini da*ğıtmak olan gizli münafıkların iki planına alet olan*lar, hizmete büyük hı*yanet etmiş olurlar:
33- «Gizli düşmanlarımız iki plânı takip edip, biri beni ihanetlerle çürütmek, ikincisi mâ*beynimize bir so*ğukluk vermektir. Başta Hüsrev aleyhinde bir tenkit ve itiraz ve gücen*mekle bizi birbi*rimizden ayırmaktır. Ben size ilân ederim ki, Hüsrev’in bin kusuru olsa ben onun aleyhinde bulun*maktan korkarım. Çünkü şimdi onun aley*hinde bulunmak, doğrudan doğruya Risale-i Nur aley*hinde ve benim aleyhimde ve bizi perişan edenle*rin lehinde bir azîm hıyanettir ki, be*nim sobamın par*çalan*ması gibi acîp, sebepsiz bir hadise başıma geldi. Ve bana yapılan bu son işkence dahi bu mânâsız ve çok za*rarlı tesanüdsüzlüğünüzden geldiğine kanaatim var. Dehşetli bir parmak buraya, hususan altıncıya karışıyor. Beni bu bay*ramımda ağlatmayınız, çabuk kalben tam barışınız.» (Şualar sh: 517)
Tesanüdü bozmak, kaderin tokadına vesile olur:
34- «İttihad-ı ehl-i iman cemaatindeki uhuvvet-i İslâmiye, Nurcularda pek hâlisâne, fedakârâne inkişaf et*tiği gibi ve eski ec*datlarımızın kemâl-i aşkla ruhlarını feda ettikleri bir hakikate Nur şakirdleri o milyonlar kahraman ecdatlarından irsiyet aldıkları kuvvetli bir fedailikle o ha*kikata bağlanmaları, şimdiye kadar resmî veya siyasî, gizli ve âşikâr cemiyetler ve komite*ciliğe ihtiyaç bırakmıyordu. Demek şimdi bir ihtiyaç var ki, kader-i İlâhî onları bize musallat ediyor. Onlar mev*hum bir cemiyet isnadıyla zulme*derler. Kader ise, “Neden tam ihlâsla, tam bir tesanüdle, tam bir hizbullah olmadınız?” diye bizi onların el*le*riyle tokatladı, adalet etti.» (Şualar sh: 533)
Tefanî sırrını bozmak, cemaatin manevî kuvvetini, şevkini ve tesanüdünü kırma neticesini doğurur:
35- «Uhuvvet için bir düsturu beyan edece*ğim ki, o düs*turu cidden nazara almalısınız:
Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir. İmtizaçkârâne itti*had gittiği vakit, mânevî ha*yat da gider.
[13] işâret ettiği gibi, tesa*nüd bozulsa cemaatin tadı kaçar. Bilirsiniz ki, üç elif ayrı ayrı yazılsa kıymeti üçtür. Tesanüd-ü adedîyle iç*tima etse, yüz on bir kıymetinde ol*duğu gibi, sizin gibi üç-dört hâdim-i Hak, ayrı ayrı ve taksimü’l-a’mâl ol*mamak ci*hetiyle hare*ket etseler, kuvvetleri üç-dört adam kadardır. Eğer hakikî bir uhuvvetle, birbirinin faziletleriyle iftihar edecek bir te*sanüdle, birbirinin aynı olmak dere*cede bir te*fâni sır*rıyla hareket etseler, o dört adam, dört yüz adam kuv*ve*tinin kıy*metindedirler.» (Barla Lâhikası sh: 124)
Ehl-i dalâletin tesanüdümüzü bozmak planına karşı, tesa*nüdü korumada tam fedakârlık yapmak gerek*tir:
36- «Ehl-i dalâlet, Risale-i Nur’un elmas kılıçla*rına muka*bele edemedikleri için, şakirdleri içinde, derd-i maişet cihetinden ve bahar mevsimi gafletinden isti*fade ederek, meşrepler veya hissiyatları muhale*fetinden zayıf damar*ları bulup, şakird*leri içindeki tesanüdü sarsmak istedikle*rini hissettim ve an*ladım. Sakın, çok dikkat ediniz, içinize bir mübayenet düşmesin. İnsan hatâdan hâli olamaz fakat tevbe kapısı açıktır.
Nefis ve şeytan, sizi, kardeşinize karşı itiraza ve haklı ola*rak tenkide sevk ettiği vakit, deyiniz ki: “Biz, değil böyle cüz’î hukukumuzu, belki hayatımızı ve haysi*yetimizi ve dünyevî saade*timizi Risale-i Nur’un en kuv*vetli rabıtası olan tesanüde feda et*meye mükel*lefiz. O bize kazandırdığı netice itibarıyla dünyaya, enaniyete ait herşeyi feda etmek vazife*mizdir” de*yip nefsinizi sustu*runuz. Medâr-ı nizâ bir mesele varsa meşveret ediniz. Çok sıkı tutmayınız her*kes bir meşrepte olmaz. Müsamahayla birbirine bakmak şimdi elzem*dir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 234)
37- «Nurculardaki tam ihlâs ve hakikî sada*kat ve sar*sılmaz tesanüd vesilesiyle, başımıza gelen bütün musi*betler, hizmet-i imaniyemiz noktasında bü*yük nimetlere çevrilmiş ve perde altında hatır ve ha*yale gelmeyen Nurun fütuhatları oluyor.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 124)
38- «Şu burhan kâfi değil midir ki, hayatımızın be*kası imanın ve sıdkın ve tesanüdün deva*mıyladır?» (Münazarat sh: 64)
Tercihen nakledilen yukarıdaki ders, tavsiye, emir ve îkazlar, hizmet-i diniyede ihtilafları terk etmek ve tam ihlas üzere tesanüd etmek lüzumunu sara*hatla ifade eder ve bu*nun sabit bir esas olduğunu ortaya koyar.
-
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
9-İKTİSAD DÜSTURU
(İstiğna Düsturuna da bakınız)
Kur’an iktisadı emreder:
1- « [14]..............
ŞU ÂYET-İ KERİME, iktisada kat’î emir ve is*raftan nehy-i sarih suretinde gayet mühim bir ders-i hikmet veriyor.» (Lem’alar sh: 139)
İktisadın tarifi:
Bu kelime lûgat mânâsiyle, “amelde ve hayatta i’*tidal ve is*tikamet” de*mek olup “kasd” kelimesinden alınmıştır. Doğru yolu tanıyan kimse, onu ken*dine maksad yapar ve o yolda gider. Onu tanımayan ise, ifrat ve tefritte kalır. İsraf, iktisadın zıddı olup hayatta ve amelde hadd-ı isti*kameti aş*maktır.
İktisad kelimesi geniş mânâsiyle ele alınarak Bediüzzaman Hazretlerinin iktisadcılığı hakkında şu izahat veriliyor.
2- «Üstadın meşrep ve mesleğini tamamen anla*dık*tan sonra, artık onun yüksek iktisatçılığını böyle yemek içmek gibi basit şey*lerle mukayese etmeyi çok gö*rüyo*rum. Zira, bu büyük insanın yük*sek iktisatçılığını mânevî sahalarda tatbik etmek ve maddî olma*yan ölçü*lerle ölç*mek lâzım gelir.
Meselâ, Üstad, bu yüksek iktisatçılık kudretini sırf yemek, iç*mek, giymek gibi basit şeylerle değil bilâkis fi*kir, zihin, istidat, ka*bi*liyet, vakit, zaman, nefis ve ne*fes gibi mânevî ve mücerred kıy*met*lerin israf ve heder edilme*mesiyle ölçen bir dâhidir. Ve bütün ömrü bo*yunca bir ka*rakter halinde takip ettiği bu titiz muhasebe ve mu*rakebe usulünü, bütün talebelerine de telkin et*miştir. Binaenaleyh bir Nur talebesine olur olmaz eseri okut*turmak ve her sözü dinlettirmek kolay birşey de*ğildir. Zira, onun gönlü*nün mih*rak noktasında yazılı olan şu “Dikkat!” kelimesi, en hassas bir kon*trol vazi*fesi gör*mektedir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 14)
Evet bu iktisad hakikati, insan hayatında olduğu gibi bütün kainat niza*mında da şâmil bir hikmet ahen*gini gös*te*riyor.
3- «Sâni-i Zülcelâl, ism-i Hakîmin muktezasıyla, her*şeyde en hafif sureti, en kısa yolu, en kolay tarzı, en fay*dalı şekli ehemmi*yetle takip ettiği gösteriyor ki, israf, abesiyet, faydasızlık, fıtratta yoktur. İsraf ise, ism-i Hakîmin zıddı olduğu gibi, iktisat onun lâzı*mıdır ve düstur-u esasıdır.
Ey iktisatsız, israflı insan! Bütün kâinatın en esaslı düsturu olan iktisadı yapmadığından, ne kadar hilâf-ı hakikat ha*reket ettiğini bil [15] âyeti ne kadar esaslı, geniş bir düsturu ders verdiğini anla.» (Lem’alar sh: 316)
4- Peygamberimiz (asm) «Bütün sünen-i seniyye*sinde, ahvâl-i fıtriyesinde ve ahkâm-ı şer’iyesinde hadd-i istikameti ihtiyar edip, zulüm ve zulümat olan ifrat ve tefritten, israf ve tebzirden içti*nap etmiş*tir.» (Lem’alar sh: 60)
5- «Ahlâk-ı âliye-i Peygamberiyeden olan ve belki kâinattaki nizam-ı hikmet‑i İlâhiyenin medarlarından olan iktisat ise, sefillik ve bahillik ve tamahkârlık ve hırsın bir halitası olan hısset ile hiç münasebeti yok. Yalnız sure*ten bir ben*zeyiş var.» (Lem’alar sh: 144)
6- «Semavî Kur’ân’ın kanun-u esasîsi, [16] [17] ferman-ı esasî*siyle, “beşerin saadet-i haya*tiyesi, iktisat ve sa*’ye gay*rette olduğunu ve onunla beşerin ha*vas, avâm ta*bakası birbiriyle barışabilir” diye Risale-i Nur bu esası izaha bi*naen, kısa bir iki nükte söyleyeceğim:
Birincisi: Bedevîlikte beşer üç dört şeye muhtaç olu*yordu. O üç dört hâcâtını tedarik etmeyen, on adette an*cak ikisiydi. Şimdiki garp medeniyet-i zâlime-i hâ*zırası, su-i istimâlât ve israfat ve hevesatı tehyiç ve havâic-i gayr-ı zaruriyeyi, zarurî hâcat*lar hükmüne getirip görenek ve tiryakilik cihetiyle, şim*diki o medenî insanın tam muhtaç olduğu dört hâcâtı ye*rine, yirmi şeye bu zamanda muhtaç oluyor. O yirmi hâ*câtı tam helâl bir tarzda te*darik edecek, yirmiden an*cak ikisi olabilir on sekizi muhtaç hük*münde kalır. Demek, bu medeniyet-i hâzıra insanı çok fakir edi*yor. O ihtiyaç cihetinde beşeri zulme, başka haram ka*zanmaya sevk etmiş.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 99)
7- «Elhasıl: Medeniyet-i garbiye-i hâzıra, semavî din*leri tam dinlemediği için, beşeri hem fakir edip ihti*yacatı ziyadeleştirmiş. İktisat ve kanaat esasını bo*zup israf ve hırs ve tamahı zi*yadeleştirmeye, zulüm ve harama yol açmış.
Hem beşeri vesait-i sefahete teşvik etmekle, o bi*çare muhtaç beşeri tam tembelliğe atmış, sa’y ve amelin şev*kini kırıyor. Hevesata, sefahete sevk edip ömrünü fayda*sız zayi ediyor.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 100)
8- «Süfyan israfı teşvik etmekle, şiddetli bir hırs ve tamaı uyandırarak insanların o za*yıf damarlarını tutup kendine musahhar eder” diye bu hadîs ihtar ediyor “İsraf eden ona esir olur, onun dâmına düşer” diye haber ve*rir.» (Şualar sh: 583)
9- «Ey kardeşlerim! Eğer ehl-i dünyanın dalka*vuk*ları ve ehl-i dalâletin münafıkları, sizi, insaniyetin şu zayıf damarı olan tamah yüzünden yakalasalar, ge*çen hakikati düşünüp, bu fakir kardeşi*nizi nümune-i im*tisal ediniz. Sizi bütün kuvvetimle temin ederim ki, ka*naat ve iktisat, ma*aştan ziyade sizin hayatı*nızı idame ve rızkınızı temin eder. Bahusus size veri*len o gayr-ı meşru para, sizden, ona mukabil bin kat fazla fiyat isteyecek. Hem her saati size ebedî bir hazi*neyi açabilir olan hizmet-i Kur’âniyeye sed çekebilir veya fütur verir. Bu öyle bir zarar ve boşluk*tur ki, her ay binler maaş verilse, yerini dolduramaz.» (Mektubat sh: 418)
10- «Ben itiraf ediyorum ki, hizmet-i Kur’âniyedeki kemâl-i ihlâs ve sırf livechillâh için hiz*meti, iki vaziyetim ihlâl ediyordu. Şiddetli bir tokat ye*dim. Çünkü ben bu memlekette garip hükmün*deyim, ga*ribim. Hem, şekvâ olmasın, Üstadımın en mü*him bir düsturu olan iktisada ve kanaate riayet et*mediğimden, fakr-ı hale mâruzum. Hodbin, mağ*rur insanlarla ihtilâta mec*bur olduğumdan—Cenâb-ı Hak affetsin—mürüvvetkârâne bir su*rette ri*yâya ve ta*basbusa da mecbur oluyordum. Üstadım çok defa beni ikaz ve ihtar ve tekdir ediyordu. Maatteessüf ken*dimi kurta*ramıyordum. Halbuki, Kur’ân-ı Hakîmin ruh-u hizmetine zıt olan bu vaziyetimden şeytan‑ı cinnî ve insî istifade etmekle beraber, hizmetimize de bir soğukluk, bir fütur veriyordu.» (Lem’alar sh: 44)
11- «Tevekkül, kanaat ve iktisat öyle bir hazine ve bir servettir ki, hiçbir şeyle değişil*mez. İnsanlardan ahz-ı mal edip o tükenmez hazine ve defineleri kapatmak iste*mem. Rezzâk-ı Zülcelâle yüz binler şükrediyorum ki, kü*çüklüğümden beri beni min*net ve zillet altına girmeye mecbur etmemiş. Onun ke*remine istinaden, bakiye-i öm*rümü de o kaideyle ge*çir*mesini rahmetinden niyaz ediyo*rum.» (Mektubat sh: 14)
12- «Ey kanaatsiz, hırslı ve iktisatsız, israflı ve haksız, şekvâlı, gafil insan! Kat’iyen bil ki, kanaat, ti*ca*retli bir şük*randır hırs, ha*sâretli bir küfrandır. Ve ik*ti*sat, nimete gü*zel ve menfaatli bir ihtiramdır. İsraf ise, nimete çirkin ve zararlı bir istihfaftır. Eğer ak*lın varsa kanaate alış ve rı*zaya çalış.» (Mektubat sh: 286)
13- «Şükrün mikyâsı kanaattir ve iktisattır ve rıza*dır ve memnuniyettir. Şükürsüzlüğün mizanı hırstır ve is*raftır, hür*metsizliktir, haram-helâl demeyip rast geleni yemektir.» (Mektubat sh: 366)
14- «Hâlık-ı Rahîm, nev-i beşere verdiği nimetle*rin mukabi*linde şükür istiyor. İsraf ise şükre zıttır, ni*mete karşı hasâretli bir istihfaftır. İktisat ise, nimete karşı tica*retli bir ihtiramdır.
Evet, iktisat hem bir şükr-ü mânevî, hem nimetler*deki rahmet-i İlâhiyeye karşı bir hür*met, hem kat’î bir surette sebeb-i bereket, hem bedene perhiz gibi bir me*dar-ı sıhhat, hem mâ*nevî dilencilik zilletinden kurtara*cak bir se*beb-i izzet, hem nimet içindeki lezzeti hisset*me*sine ve zâhiren lezzetsiz görünen nimetlerdeki lezzeti tatma*sına kuvvetli bir sebeptir. İsraf ise, mezkûr hikmet*lere muha*lif olduğundan, vahîm neti*ce*leri vardır.» (Lem’alar sh: 139)
15- «Evet, iktisat etmeyen, zillete ve mâ*nen dilenci*liğe ve sefalete düşmeye namzettir. Bu zamanda isrâfâta me*dar olacak para çok pahalıdır. Mukabilinde bazan hay*siyet, namus rüşvet alınıyor. Bazan mukaddesât‑ı diniye mukabil alınıyor, sonra menhus bir para veriliyor. Demek, mânevî yüz lira za*rarla maddî yüz paralık bir mal alınır.» (Lem’alar sh: 141)
16- «İsraf, hırsı intaç eder. Hırs üç neticeyi ve*rir:
BİRİNCİSİ: Kanaatsizliktir. Kanaatsizlik ise sa’ye, ça*lışmaya şevki kırar. Şükür yerine şekvâ ettirir, tem*bel*liğe atar. Ve meşru, helâl, az malıHAŞİYE 1 terk edip, gayr-ı meşru, külfetsiz bir malı arar. Ve o yolda izzetini, belki haysiyetini feda eder.» (Lem’alar sh: 144)
17- «Derd-i maişet sersemliğiyle, ekser halk âhiret işlerine ikinci derecede bakmalarından, ehl-i dalâlet is*tifade edip onları avlıyorlar. Risale-i Nur şakirdleri ka*naat ve ik*tisat düstur*larıyla bu manevî hastalığa da mukabele ederler inşaal*lah.» (Kastamonu Lâhikası sh: 154)
18- «Hakikî ihlâslı Nurcular, menfaat-i mad*diyeye ehemmiyet vermedikleri gibi, bir kısmı, âzamî iktisat ve ka*na*atle ve fakirü’l-hal olmalarıyla bera*ber, sabır ve in*sanlardan is*tiğna ile ve hizmet-i Kur’âniyede hakikî bir ih*lâs ve fedakârlıkla ve çok kes*retli ve şiddetli ehl-i dalâlete karşı mağlûp olmamak için ve muhtaçları hakikate ve ih*lâsa dâvet etmekte bir şüphe bırakma*mak için ve rızâ-yı İlâhîden başka o hiz*met-i kudsiyeyi hiçbirşeye âlet etme*mek için, bir cihette hayat-ı içtimaiye faydalarından çeki*niyorlar.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 170)
19- «Hırs ve tamah, za’f-ı fakr noktasında tevec*cüh-ü nâsı celbine medar riyâkârâne vaziyet almaya sevk edi*yor.
Risale-i Nur’un şakirdleri, iktisat ve kanaat ve tevek*kül ve kısmetine rıza gibi, Risale-i Nur’un dersinden al*dıkları izzet-i imaniye, inşaallah onları ri*yadan ve dünya menfaatleri için hodfuruşluktan men eder.» (Kastamonu Lâhikası sh: 184)
Bediüzzaman Hazretlerinin ikinci hizmet hayatın*dan bir tesbit:
20- « Van’da inzivada iken garba nefyedilip Isparta’nın Barla nahiyesinde ikamete memur edildiği za*mandan başlar ki, Risale-i Nur’un zuhuru ve intişa*rı*dır. Âzamî ihlâs, âzamî fedakârlık, âzamî sa*dakat, metanet ve dikkat ve iktisat içinde Risale-i Nur’la giriştiği hiz*met-i imaniye ve mânevî cihad-ı di*niyedir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 27)
21- «Bediüzzaman, Kur’ân, imân, İslâmiyet hiz*meti için, dünyevî rahatlıklarını fedâ etmiş dünyevî, şahsî ser*vetler edinme*miş, zühd ve takvâ ve riyâzet, ik*tisad ve kanaatla ömür geçi*rerek dünya ile alâkasını kesmiştir.» (Sözler sh: 757)
22- «İşte, hakaik-i Kur’âniyeden ve desâtir-i İslâmiyeden olan adalet, iktisat, nezafet hayat-ı beşeri*yede ne derece esaslı birer düstur oldu*ğunu anla.» (Lem’alar sh: 310)
Bu kısmî tesbitte de israfı terk ile a’zamî iktisad bir düstur ve esas olduğu görüldü.
-
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
10-SİYASETTEN UZAK DURMAK DÜSTUR VE ESASI
Siyasî çalışmaların iman hizmetine nisbetle geri dere*cede olduğu ve çe*şitli cihetlerden iman hizmetine zarar verdiği için, iman hizmetinin hakiki şa*kirdleri si*yasî fa*aliyet*lere girmemelerine dair Risale-i Nurdaki ikazlardan bir kı*sımlarıdır:
1- «İman hizmeti, iman hakaiki, bu kâ*inatta herşe*yin fevkindedir hiç bir şeye tâbi’ ve âlet olamaz. Fakat bu zamanda ehl-i gaflet ve dalâlet ve dinini dünyaya satan ve bâki el*masları şişeye tebdil eden gafil insanlar naza*rında o hizmet-i ima*niyeyi ha*riçteki kuvvetli cereyanlara tâbi’ veya âlet telâkki etmek ve yüksek kıymetlerini umumun nazarında tenzil et*mek endişesiyle, Kur’an-ı Hakîm’in hizmeti bize kat’î bir surette siyaseti yasak et*miş.» (Kastamonu Lâhikası sh: 137)
2- «Madem mesleğimiz azamî ihlastır değil benlik enaniyet, dünya saltanatı da verilse, baki bir mes’ele-i imaniyeyi o saltanata tercih etmek azamî ihlasın iktizası*dır.» (Emirdağ Lâhikası-II sh: 246)
3- «Ehl-i dünya ve ehl-i siyaset ve avamın naza*rında birinci derece ve hakikat nazarında, imana nisbe*ten ancak onuncu de*recede bulunan siyaset-i İslâmiye ve hayat-ı içtimaiye-i üm*mete dair hizmeti, kâinatta en büyük mes*’ele ve vazife ve hizmet olan hakaik-ı imaniyenin çalış*masına racih gör*düklerinden o tercümana karşı arkadaş*larının pek zi*yade hüsn-ü zanları ehl-i siyasete, inkılapçı bir siyaset-i İslâmiye fikrini vermek cihetinde, Risale-i Nur’a karşı hayat-ı içtimaiye noktasında cephe almak ve fütuhatına mani olmak pek kuvvetli ihtimali vardı. Bunda hem hata, hem zarar büyüktür.
4- Kader-i İlahî, bu yanlışı tashih etmek ve o ihti*mali izale etmek ve öyle ümid besliyenlerin ümidlerini tadil etmek için, en zi*yade öyle cihetlerde yardım ve ilti*haka koşacak olan ülemadan ve sâdattan ve meşayih*ten ve ah*babdan ve hemşehriden birisini mu*arız çı*kardı o ifratı tadil edip adalet etti. “Size, kâinatın en bü*yük mes’elesi olan iman hizmeti yeter” diye bizi mer*hamet*kârane o hâdiseye mahkûm eyledi.» (K. Lâhikası sh: 193)
5- «Evet bu zaman hem iman ve din için, hem ha*yat-ı içtima*iye ve şeriat için, hem hukuk-u âmme ve si*yaset-i İslâmiye için, ga*yet ehemmiyetli birer müced*did ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i ima*ni*yeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğü*dür. Şeriat ve hayat-ı içti*ma*iye ve siyasiye daireleri ona nisbeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor.
6- «Rivayat-ı hadîsiyede, tecdid-i din hakkında zi*yade ehem*miyet ise, imanî hakaikteki tecdid itibariyle*dir... ...Bu asırda, Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki, Risale-i Nur’un hakikatına ve şakirdlerinin şahs-ı manevîsine, ha*kaik-ı imaniye muhafaza*sında tecdid va*zifesini yaptır*mış.» (Kastamonu Lâhikası sh: 189)
7- «Bediüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı âhir*za*mana ait haberlerin mühim bir kısmını ve hürriyet*ten ev*vel İstanbul’da te*’*vilini söylediği hadîslerin ihbar et*tiği âhirzamanın dehşetli şahıslarının Âlem-i İslâm ve insa*niyette zuhur ettiğini görür. Ve yine gelen rivayetlerden, onlara karşı çıkacak ve muka*bele edecek olan Hizb-ül-Kur’an hakkında, “O zamana yetiştiği*niz zaman siyaset cânibiyle onlara ga*lebe edilmez ancak manevî kılınç hükmünde i’caz-ı Kur’an’ın nurlarıyla mukabele edilebi*lir.”» (Tarihçe-i Hayat sh: 147)
8- «Risale-i Nur şakirdleri dünya siyase*tine ve ce*re*yanlarına ve maddî mücadelelerine karışmıyorlar ve ehemmiyet vermiyorlar ve te*nezzül etmiyorlar» (Şualar sh: 271)
9- «Hem Kur’an bizi siyasetten şiddetle men’etmiş. Evet Risale-i Nur’un vazifesi ise, hayat-ı ebediyeyi mah*veden ve ha*yat-ı dünyeviyeyi de dehşetli bir zehire çevi*ren küfr-ü mutlaka karşı, imanî olan ha*kikatlarla gayet kat’î ve en mütemerrid zındık fey*lesofları dahi imana getiren kuvvetli bürhanlar ile Kur’ana hizmet etmektir. Onun için Risale-i Nur’u hiçbir şeye âlet edemeyiz.» (Şualar sh: 349)
10- «Yeni Said ne için bu kadar şiddetle si*yasetten tecennüb ediyor?
Elcevab: Milyarlar seneden ziyade olan hayat-ı ebe*diyeye ça*lışmasını ve kazanmasını meşkuk bir-iki sene hayat-ı dünyeviyeye lüzumsuz, fuzulî bir surette ka*rışma ile feda etmemek için.. hem en mühim, en lü*zumlu, en saf ve en hakikatlı olan hiz*met-i iman ve Kur’an için şiddetle siyasetten kaçıyor.…
Amma Kur’an ve imanın hizmeti ne için beni men*’ediyor dersen, ben de derim ki: Hakaik-ı ima*niye ve Kur’aniye birer elmas hükmünde olduğu halde, siya*set ile âlûde olsa idim elim*deki o elmaslar iğ*fal olunabi*len avam tarafından, “Acaba taraftar kazan*mak için bir propa*ganda-i siyaset değil mi?” diye düşü*nürler. O el*maslara, âdi şişeler nazarıyla bakabilirler. O halde ben o siya*sete temas etmekle, o elmaslara zulmede*rim ve kıymetle*rini tenzil etmek hükmüne ge*çer.» (Mektubat sh: 62)
11- «Hem Risale-i Nur’un has talebeleri, bâki elmas*lar hükmünde olan hakaik-ı imaniyenin vazifesi içinde iken, zâlim*lerin satranç oyunlarına bak*makla vazife-i kudsiyelerine fü*tur vermemek ve fikir*lerini onlar ile bu*laştırmamak gerektir. Cenab-ı Hak bize nur ve nuranî vazifeyi vermiş onlara da, zu*lümlü zulümatlı oyunları vermiş. Onlar bizden istiğna edip yardım etmedikleri ve elimizdeki kudsî nurlara müşteri olmadık*ları halde, biz onların karanlıklı oyun*larına vazifemizin zararına bak*mağa tenezzül etmek ha*tadır. Bize ve merakımıza, da*iremiz içindeki ezvak-ı maneviye ve envar-ı imaniye kâfi ve vâfidir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 117)
12- «Benim ile temas eden bütün dostlarım bilir*ler ki siyasete değil karışmak, değil teşebbüs, belki dü*şün*mesi dahi esas maksa*dıma ve ahval-i ruhiyeme ve hiz*met-i kudsiye-i imaniyeme muha*liftir ve olamıyor. Bana nur verilmiş, siyaset topuzu veril*memiş.
Bu halin bir hikmeti şudur ki hakaik-i imani*yeye müştak ve memuriyet mesleğine giren bir*çok zatları, bu hakaika endişeli ve tenkidkârane bak*tırmamak, onlardan mahrum etme*mek için, Cenab-ı Hak kalbime siyasete karşı şiddetli bir ka*çın*mak ve bir nefret vermiştir kana*atındayım.» (T. Hayat sh: 221)
13- «Risale-i Nur şakirdlerinin, mümkün olduğu ka*dar, siyasete ve idare işine ve hükû*metin icraatına ka*rışmamak bir düstur-u esasî*leridir. Çünki halisane hiz*met-i Kur’aniye, onlara her şeye bedel kâfi geliyor.» (Şualar sh: 362)
14- «Nur şakirdleri, hiç siyasete karışma*dı*lar, hiç*bir partiye girmediler. Çünki iman, mâl-i umumîdir. Her ta*ifede muhtaçları ve sahibleri var. Tarafgirlik gire*mez. Yalnız küfre, zendekaya, da*lâlete karşı cephe alır. Nur mesleğinde, mü’minle*rin uhuvveti esastır.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 180)
15- «Elhamdülillâh, siyasetten tecerrüd sebe*biyle, Kur’anın elmas gibi hakikatlarını propa*ganda-i siyaset ittihamı altında cam parçaları*nın kıymetine indirmedim. Belki gittikçe o elmas*lar kıymetlerini her taifenin naza*rında par*lak bir tarzda ziyadeleştiriyor.» (Mektubat sh: 48)
16- «Nur Risalelerinin ve Nurcuların siya*setle alâ*ka*ları yok ve Risale-i Nur, rıza-i İlahîden başka hiç bir şeye âlet edilmediğinden, mümkün ol*duğu kadar Risale-i Nur’un mensub*ları, içtimaî ve si*yasî ce*reyanlara karışmak istemiyorlar. Yalnız Sebilürreşad, Doğu gibi mücahidler iman hakikatlarını ehl-i dalâ*letin tecavüzatından muhafa*zaya çalıştıkları için, ruh u ca*nımızla onları takdir ve tahsin edip on*larla dostuz ve kardeşiz, fakat siyaset nokta*sında değil. Çünki iman dersi için gelenlere ta*rafgirlik naza*rıyla bakılmaz. Dost düşman derste fark et*mez. Halbuki si*yaset tarafgirliği, bu manayı zede*ler. İhlas kırılır. Onun içindir ki, Nurcular emsalsiz iş*kencelere ve sıkıntılara ta*hammül edip Nur’u hiç bir şeye âlet etmediler. Siyaset to*puzuna el atmadı*lar.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 35)
17- «Aziz kardeşlerim, siz kat’î biliniz ki: Risale-i Nur ve şakirdlerinin meşgul oldukları vazife, rûy-i ze*mindeki bütün muazzam mesailden daha büyüktür. Onun için dün*yevî merak-aver mes*’e*lelere bakıp, vazife-i bâkıyenizde fütur ge*tirmeyiniz. Meyvenin Dördüncü Mes’elesini çok defa okuyunuz, kuvve-i maneviyeniz kı*rılmasın.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 43)
18- «Evet bu zamanda siyaset, kalbleri if*sad eder ve asabi ruhları azab içinde bırakır. Selamet-i kalb ve isti*rahat-ı ruh istiyen adam, siyaseti bırakmalı.» (Kastamonu Lâhikası sh: 122)
19- «Gaflet verecek ve dünyaya boğduracak ve ha*kiki vazife-i insaniyeti ve âhireti unuttu*racak olan en geniş daire ise, siyaset da*iresidir.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 56)
Dindar siyasîler, siyaseti vesile ve dini gaye gör*mek ve si*yaseti dine alet ve yardımcı yapmak şartiyle siyasete girebilir.
20- «Maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda din ikinci derecede kalır, tebeî hükmüne geçer. Hakiki dindar ise “bütün kâinatın en büyük gayesi ubu*diyet-i insaniyedir” diye siya*sete aşk u merak ile değil ikinci üçüncü merte*bede onu dine ve hakikata âlet etmeye -eğer mümkünse- çalışabilir. Yoksa bâki elmasları, kırılacak adi şişelere âlet yapar.» (E. Lâhikası-I sh: 57 )
Âl-i Beytin asîl vazifesi, hizmet-i diniyedir.
21- «Eğer desen: Hilâfet-i İslâmiye noktasında İmam-ı Ali’nin fevkalâde iktidarı, hârikulâde zekâsı ve yüksek liyakatıyla beraber seleflerine nisbeten mu*vaffa*kiyetsizliği nedendir?
Elcevab: O mübarek zât, siyaset ve saltanattan zi*yade, daha çok mühim başka vazifelere lâyık idi. Eğer tam muvaffakiyet-i siyasiye ve tamam saltanat olsaydı, “Şah-ı Velayet” ün*van-ı manidarını bihakkın kazanamaya*caktı. Halbuki zâ*hirî ve si*yasî hilâfetin pek çok fevkinde manevî bir saltanat ka*zandı ve Üstad-ı Küll hükmüne geçti hattâ kıyamete ka*dar saltanat-ı manevîsi bâki kaldı.» (Mektubat sh: 54)
22- «Amma kader nokta-i nazarında feci akıbetin hikmeti ise: Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, manevî bir saltanata namzed idiler. Dünya salta*natı ile manevî saltana*tın cem’i ga*yet müşkildir. Onun için onları dünyadan küs*türdü, dün*yanın çirkin yüzünü gösterdi. Tâ, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri muvakkat ve sûrî bir sal*tanattan çekildi fakat parlak ve da*imî bir saltanat-ı maneviyeye tayin edildiler âdi valiler ye*rine, evliya aktablarına merci’ oldu*lar.» (Mektubat sh: 55)
23- «Eğer denilse: Neden hilâfet-i İslâmiye Âl-i Beyt-i Nebevî’de takarrur etmedi? Halbuki en ziyade lâ*yık ve müstehak onlardı?”
Elcevab: Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır. Âl-i Beyt ise, hakaik-ı İslâmiyeyi ve ahkâm-ı Kur’aniyeyi muhafa*zaya memur idiler. Hilâfet ve saltanata geçen, ya Nebi gibi masum olmalı, veya*hut Hulefa-yı Raşidîn ve Ömer İbn-i Abdülaziz-i Emevî ve Mehdi-i Abbasî gibi hâ*rikulâde bir zühd-ü kalbi olmalı ki aldanmasın. Halbuki Mısır’da Âl-i Beyt namına teşekkül eden Devlet-i Fatımiye Hilâfeti ve Afrika’da Muvahhidîn Hükûmeti ve İran’da Safevîler Devleti gösteriyor ki saltanat-ı dün*yeviye Âl-i Beyte ya*ramaz, va*zife-i asliyesi olan hıfz-ı dini ve hizmet-i İslâmiyeti on*lara unutturur. Halbuki saltanatı terk ettik*leri zaman, par*lak ve yüksek bir surette İslâmiyete ve Kur’ana hizmet etmişler.
İşte bak! Hazret-i Hasan’ın neslinden gelen aktab*lar, husu*san Aktab-ı Erbaa ve bilhassa Gavs-ı Azam olan Şeyh Abdülkadir-i Geylanî ve Hazret-i Hüseyin’in neslinden gelen imamlar, hususan Zeynelabidîn ve Cafer-i Sâdık ki, herbiri bi*rer ma*nevî mehdi hükmüne geçmiş, manevî zulmü ve zu*lümatı dağıtıp, envar-ı Kur’aniyeyi ve ha*kaik-ı imani*yeyi neşret*mişler. Cedd-i emcedlerinin birer vârisi olduklarını göstermiş*ler.» (Mektubat sh:
Risale-i Nur, siyaset-i İslâmiyeye de alet olamaya*ca*ğını bil*diren Said Nursi Hazretleri diyor ki:
24- «İnkişafa başlayan İslâm birlik fikri ve ittihad-ı İslâm siyaseti, Risale-i Nur’u ken*dine bir kuvvet, bir âlet yapmaya çalışacaktı ve biz*leri siyaset-i İslâmiyeye bak*maya mecbur ede*cekti. Halbuki Risale-i Nur’un mesle*ğindeki sırr-ı ih*lâs iman, Kur’ân hakikatlerinden başka hiçbir şeye âlet, tâbi olmadığı...» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 257)
25- «Risale-i Nur, dünyada her cereyanın fev*kinde bulunması ve umumun malı olması cihetiyle, bir tarafa tâbi ve dahil olmaz. Belki mütecaviz din*sizlere karşı haklı tarafa yardımcı olur ve dost olur ve ihtiyat kuvveti hükmünde onlara bir nokta-i is*tinat olur. Fakat siyaset hesabına değil, belki Nur’ların intişarı ve maslahatı hesa*bına, bazı kar*deşler, Nurlar namına değil, belki kendi şa*hıs*ları namına girebilir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 160)
Siyasetten uzak durmayı beyan eden ve kısmen tercih edi*len mezkûr na*killer, bilhassa haslar daire eh*linin ve ha*kiki şakird*lerin -siyasîleri ikaz etmeleri müs*tesna- bilfiil siya*sete girmemele*rini sarahatla ortaya ko*yar.
-
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
11-İSTİĞNA DÜSTURU
(İktisad Düsturuna da bakınız)
Dinî hizmetlerde maddî ve manevî menfaatleri is*te*memek olan istiğna düsturu, Risale-i Nurun hizme*tinde ehemmiyetle ve ısrarla nazara verilen bir esastır.
Bediüzzaman Hazretleri bir talebesine yazdığı, fa*kat umuma bakan is*tiğna düsturu hakkındaki dersinde diyor ki:
1- «Bana bir hediye gönderdin gayet ehem*miyetli bir kaidemi bozmak istersin. Ben demiyo*rum ki: “Kardeşim ve bi*raderzadem olan Abdülmecid ve Abdurrahman’dan kabul etmedi*ğim gibi senden de kabul etmem.” Çünkü sen onlardan daha ileri ve ru*huma daha yakın olduğundan, herkesin hediyesi red*dedilse, seninki bir defaya mahsus olmak üzere redde*dilmez. Fakat bu münasebetle o kaidemin sırrını söyle*yeceğim. Şöyle ki:
Eski Said minnet almazdı. Minnetin altına gir*mek*tense ölümü tercih ederdi. Çok zahmet ve meşak*kat çek*tiği halde kaide*sini bozmadı. Eski Said’in, senin bu biçare kardeşine irsiyet kalan şu hasleti ise, tezehhüd ve sun’î bir istiğnâ değil, belki dört beş ciddî esbaba is*tinat eder.
Birincisi: Ehl-i dalâlet, ehl-i ilmi, ilmi va*sıta-i cer et*mekle itham ediyorlar, “İlmi ve dini kendilerine medar-ı ma*işet yapıyorlar” deyip insafsızca*sına onlara hücum ediyorlar. Bunları fiilen tekzip lâzımdır.
İkincisi: Neşr-i hak için enbiyaya ittibâ et*mekle mü*kellefiz. Kur’ân-ı Hakîmde, hakkı neşredenler [18] diyerek insanlardan is*tiğnâ göstermişler. Sûre-i Yâsin’de [19] cüm*lesi, me*se*lemiz hak*kında çok mânidardır.
Üçüncüsü: Birinci Sözde beyan edildiği gibi, Allah namına vermek, Allah namına almak lâzımdır. Halbuki, ekseriya ya veren gafildir kendi namına verir, zımnî bir minnet eder. Ya alan gafil*dir Mün’im-i Hakikîye ait şükrü, senâyı zâhirî esbaba verir, hata eder.
Dördüncüsü: Tevekkül, kanaat ve iktisat öyle bir ha*zine ve bir servettir ki, hiçbir şeyle değişilmez. İnsanlardan ahz-ı mal edip o tükenmez hazine ve defi*ne*leri kapatmak istemem. Rezzâk-ı Zülcelâle yüz binler şük*rediyorum ki, küçüklüğümden beri beni minnet ve zillet altına girmeye mecbur etmemiş. Onun keremine istina*den, bakiye-i ömrümü de o kaideyle geçirmesini rahme*tinden niyaz ediyorum.
Beşincisi: Bir iki senedir çok emâreler ve tecrübe*lerle kat’î kanaatim oldu ki, halkların malını, hu*susan zengin*lerin ve memurların hediyelerini almaya mezun deği*lim. Bazıları bana dokunuyor belki dokunduruluyor, ye*dirilmiyor, bazan bana zararlı bir surete çevriliyor. Demek gayrın malını almamaya mâ*nen bir emirdir ve almaktan bir nehiydir.
Hem bende bir tevahhuş var. Herkesi her vakit ka*bul edemi*yorum. Halkın hediyesini kabul etmek, on*la*rın hatırını sayıp iste*mediğim vakitte onları kabul et*mek lâ*zım geliyor. O da hoşuma gitmiyor. Hem ta*sannu ve te*mellükten beni kurtaran bir parça kuru ekmek yemek ve yüz yamalı bir libas giymek, bana daha hoş geliyor. Gayrın en âlâ baklavasını yemek, en murassâ li*basını giymek ve onların hatırını saymaya mecbur olmak, bana nâhoş geliyor.
Altıncısı: Ve istiğnâ sebebinin en mühimi, mez*he*bimizce en muteber olan İbn-i Hâcer diyor ki: “Salâhat niyetiyle sana veri*len birşey sâlih ol*mazsan kabul etmek haramdır.”[20]
İşte, şu zamanın insanları, hırs ve tama’ yüzün*den, küçük bir hediyesini pek pahalı satıyorlar. Benim gibi gü*nahkâr bir biça*reyi, sâlih veya velî tasavvur ede*rek, sonra bir ekmek veriyorlar. Eğer—hâşâ—ben kendimi sâlih bilsem, o alâmet‑i gurur*dur, sa*lâhatin ademine delildir. Eğer kendimi sâlih bil*mez*sem, o malı kabul etmek caiz değildir. Hem âhirete müteveccih a’*mâle mukabil sadaka ve hediyeyi almak, âhiretin bâki meyvelerini dünyada fâni bir surette ye*mek demektir.» (Mektubat sh: 13)
2- «Çok rica ederim ki, gücenmeyiniz, hediyeyi ka*bul ede*medim. Adem-i kabulün esbabı çok*tur. En mü*him bir sebep, benim kardeşlerim ve talebe*lerimle olan münasebetin samimiye*tini ve ihlâsı zede*lememek*tir. Hem iktisat, bereket ve kanaat saye*sinde, şiddetli ih*tiyacım ol*madığı halde, dünya malına el uzatmak elimde değil, ihti*yarım haricindedir. Hem bir misalle ince bir se*bebi anlata*cağım:
Mühim bir tüccar dostum otuz kuruşluk bir çay ge*tirdi, kabul etmedim. “İstanbul’dan senin için getir*dim, beni kırma” dedi. Kabul ettim. Fakat iki kat fiya*tını ver*dim.
Dedi: Niçin böyle yapıyorsun, hikmeti nedir?
Dedim: Benden aldığın dersi, elmas derecesinden şişe dere*cesine indirmemektir. Senin menfaatin için, menfaatımı terk edi*yorum. Çünkü, dünyaya tenez*zül et*mez, tamah ve zillete düşmez, hakikat muka*bilinde dünya malını almaz, ta*sannua mecbur olmaz bir üstad*dan alınan ders-i haki*kat elmas kıymetinde ise, sadaka almaya mec*bur olmuş, ehl-i servete tasannua muztar kal*mış, tamah zilletiyle izzet-i ilmini feda etmiş, sadaka ve*renlere hoş görünmek için riyakârlığa temayül etmiş, âhiret meyvelerini dünyada yemeye ce*vaz göstermiş bir üstaddan alınan aynı ders-i hakikat, elmas derecesinden şişe de*recesine iner. İşte, sana mânen otuz lira zarar ver*mekle, otuz kuruşluk menfaatimi aramak, bana ağır geli*yor ve vic*dansızlık telâkki ediyorum. Sen mâdem feda*kârsın ben de o fedakârlığa mukabil, menfaatinizi menfa*atime ter*cih ediyorum, gücenme. O da, bu sırrı anladıktan sonra kabul etti, gücenmedi.» (Barla Lâhikası sh: 122)
3- «Bu zamanda zaruret olmadan, irşad-ı nâsa ve neşr-i dine çalışanların, sadakaları ve hediyeleri kabul etmemeleri lâzım geldiğinin sırrını dört sebeple beyan eder. âyeti ile âyeti gibi, in*sanlardan is*tiğna hakkındaki âyâtın mühim bir sırrını tefsir eder. Ve ilim ve dini neşre çalışan insanlar, müm*kün olduğu ka*dar istiğna ve kanaatle hareket etmezse hem ehl-i da*lâle*tin ithamına hedef olur, hem izzet-i ilmiyeyi muha*faza edemez. Hem, salâhat ve neşr-i din gibi umûr-u uh*re*viyyeye mukabil hediyeleri almak, âhiret mey*velerini dünyada fâni bir sûrette yemek demek*tir.» (Mektubat sh: 484)
4- «Ehl-i dünya bana der: “Neyle yaşıyorsun? Çalışmadan na*sıl geçiniyorsun? Memleketimizde tem*belce oturanları ve başkası*nın sa’yiyle geçinenleri iste*miyoruz.”
Elcevap: Ben iktisat ve bereketle yaşıyorum. Rezzâkımdan başka kimsenin minnetini almı*yorum ve almamaya da karar vermişim. Evet, günde yüz para, belki kırk para ile yaşa*yan bir adam, başkasının minnetini almaz.
Şu meselenin izahını hiç arzu etmiyordum. Belki bir gururu ve bir enaniyeti ihsas eder fikriyle, beyan et*mek bana pek nâhoştur. Fakat, madem ehl‑i dünya ev*hamlı bir surette soruyorlar. Ben de derim ki:
Küçüklüğümden beri halkların malını kabul et*me*mek (velev zekât dahi olsa), hem maaşı kabul etme*mek (yalnız bir iki sene Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyede dostları*mın icbarıyla kabul etmeye mecbur oldum), o pa*rayı da mânen millete iade ettik. Hem maişet-i dün*yeviye için minnet altına girmemek, bütün öm*rümde bir düstur-u hayatımdır.» (Mektubat sh: 66)
5- «Şarkî Anadolu’da medrese teşkilâtındaki hu*su*si*yetlerden birisi şudur ki: İcazet almış bir âlim, iste*diği köyde hasbeten lillâh bir medrese açar. Medrese ta*lebele*rinin ihtiyacı, iktidarı olursa medrese sahibi tara*fından, ik*tidarı yoksa halk tarafından temin edilir hoca mecca*nen ders verir, talebelerin iaşe ve levazımatını da halk deruhte ederdi. Bunların içinde yalnız Molla Said, hiç*bir suretle zekât almıyordu. Zekât ve başkası*nın eser‑i minneti olan bir parayı kat’iyen kabul etmi*yordu.HAŞİYE 1 » (Tarihçe-i Hayat sh: 31)
6- «Vasiyetnamenin bir zeyli
Eşref Edib’in neşrettiği Tarihçe-i Hayat’ın otu*zuncu sayfasın*daki Said’in hususiyetlerinden altı nü*munesin*den yedinci nümu*nesi ki, mukabelesiz hedi*yeyi ömründe ka*bul etmemek, kanaat ve iktisada isti*naden, şiddet-i fak*riyle beraber, altmış yetmiş sene ev*velki kendi tale*beleri*nin tayınatını da kendisi verdiği acip vaziyetin şimdiki bir misâli ve bir sırrı kaç senedir anlaşıldı diye, vasiyet*name*nin âhirinde bunu yazma*nın zamanı geldi.
Evet, şiddet-i fakr ve istiğna ile hediye almamakla beraber, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, yasak ol*mayan daktilo ma*kinesiyle intişar eden Risale-i Nur’un verdiği sermaye ile, şimdi mânevî Medresetü’z-Zehranın dört beş vilâyetinde hayatını Risale-i Nur’a vakfeden ve nafakasına çalışmaya zaman bulamayan feda*kâr Nur ta*lebelerinin tayınatına acip bir bereketle kâfi gelen ve Nur nüshalarının fiyatı olan o mübarek sermayeyi ben öldük*ten sonra da o hâlis, fedakâr kar*deşlerime vasiyet ediyo*rum ki, altmış yet*miş sene evvelki kaidemi yetmiş sene sonraki şimdiki düsturlarıma aynen tatbik etsinler. İnşaallah Risale-i Nur’un tab’ serbestiyeti olsa, o düstur daha fazla inkişaf eder.
Medâr-ı hayrettir ki, o eski zamanda evkaftan beş talebenin tayınatını Van’da Eski Said kabul etmiş, o az para ile bazan talebesi yirmiye, otuza, altmışa kadar çık*tığı halde kendi talebelerinin tayı*natını kendisi veri*yordu. O kanaat ve iktisadın bereketiyle ve kendi beş altı mavzer tüfeğini satmakla istiğna kaidesini boz*madı. O zaman meşhur Tâhir Paşa gibi çok yar*dımcılar varken kaidesini bozmadı. O altmış yetmiş senelik düstur-u hayatının, bir işaret-i gaybiye ile altmış yetmiş sene sonra o kanaat ve istiğna*nın bir meyvesi inâyet-i İlâhiye ile ihsan edildi ki, o kadar mahke*meler ve yasaklar ve müsadereler ve eski hu*rufla izin vermemekle beraber, kaç senedir dört beş vi*lâyet vü*s’atindeki mânevî Medresetü’z-Zehranın feda*kâr talebe*lerinin tayınatını Risale-i Nur kendisi hediye etti.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 216)
7- «Hem öyle bir tarzda izzet-i ilmiyeyi hayatta mu*hafaza etmiş ki asla kimseye arz-ı iftikar et*memek, ha*yatının en mühim bir düsturu ol*muş*tur. Dünya kendile*rine teveccüh etmişse de, on*dan yüz çevirmiş olan Üstadımız, emr-i maaşta Cenab-ı Hakkın inayetiyle, iffet ve nezahetini daima muhafaza eder sa*daka, zekât ve he*diyeleri almaz. Yakinen biliyo*ruz ki, Kastamonu’da bu*lundukları zaman, oturdukları evin îcarını ver*mek için yorganını sattılar da, yine hiç*bir su*retle hediye kabul et*mediler.» (Tarihçe-i Hayat sh: 326)
Hazret-i Üstad anlatıyor:
8- «Benimle beraber Burdur’a nefyedilen reisler*den bir kısmı, parasızlıktan zillet ve sefalete düşme*mekli*ğim için, zekâtlarını bana kabul ettirmeye çok ça*lıştılar. O zengin reislere dedim: “Gerçi param pek az*dır. Fakat ikti*sadım var, kanaate alışmışım. Ben siz*den daha zen*ginim.” Mükerrer ve musırrâne tekliflerini reddettim. Câ-yı dik*kattir ki, iki sene sonra, bana zekât*larını teklif edenlerin bir kısmı, iktisatsızlık yüzünden borçlandılar. Lillâhilhamd, onlar*dan yedi sene sonra, o az para, ikti*sat bereketiyle bana kâfi geldi, benim yüz suyumu dök*türmedi, beni halklara arz-ı hâcete mecbur etmedi. Hayatımın bir düs*turu olan “nâstan is*tiğnâ” mes*leğini bozmadı.» (Lem’alar sh: 141)
9- «Bediüzzaman, küçük yaşından beri, halkların mukabilsiz hediyelerinden istiğnâ etmiştir. Hediye ka*bul etmemeyi meslek edinmiştir. Zindandan zindana, memle*ketten memlekete sürgün edildiği zamanlarda, ih*tiyarlığın tahmil ettiği zaruretler içinde dahi, bu sek*sen senelik is*tiğnâ düsturunu bozmamıştır. En has bir talebesi, bir lokma birşey hediye etse, mukabilini verir, ver*mese do*kunur.
Neden hediye kabul etmediğinin sebeplerinden bi*risi olarak der ki: “Bu zaman, eski zaman gibi değildir. Eski zamanda imânı kurtaran on el varsa, şimdi bire in*miş. İmânsızlığa sevk eden se*bepler eskiden on ise, şimdi yüze çıkmış. İşte, böyle bir za*manda imâna hizmet için, dünyaya el atmadım, dünyayı terk ettim. Hizmet-i imâ*niyemi hiçbir şeye âlet et*meye*ceğim” der.
Hazret-i Üstad, kendi şahsı için birisi zahmet çekse, bir hiz*metini görse, mukabilinde bir ücret, bir te*berrük verir. Aksi halde, ruhuna ağır gelir, hoşuna git*mez.» (Sözler sh: 760)
Bediüzzaman Hazretlerinin hükümetin verdiği maddî yar*dım için cevabı:
10- «Aziz sıddık kardeşlerim,
Şimdi bir emrivaki karşısında bulunuyorum. Benim iaşem için her gün iki buçuk banknot, hem yeni*den benim için bir hane—mobilyasıyla beraber ve istedi*ğim tarzda—yaptırmak için emir gelmiş. Halbuki elli-altmış senelik bir düstur-u hayatım bunu kabul etmemek iktiza eder. Gerçi Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyede bir iki sene maaşı kabul ettim, fakat o parayı kitapları*mın tab’ına sarf ederek ve ekserini meccânen millete verip, mil*le*tin malını yine mil*lete iade ettim.
Şimdi eğer mecbur olsam ve size ve Risale-i Nur’a zarar gel*memek için kabul etsem, yine ileride millete iade etmek üzere saklayacağım. Zaruret-i kat*’iye derecesinde, kendime yalnız az bir parça sarf edeceğim. İşittim ki, eğer reddetsem, onlar, husu*san lehimde iaşem için çalışan*lar gücenecekler. Ve aleyhimde olanlar diyecekler: “Bu adam başka yerden iaşe edili*yor.” O bedbahtlar, iktisadın hârikulâde bereke*tini bilmiyorlar ve iki günde beş kuruş*luk ekmek bana kâfi geldiğini görmemişler ki, bütün bü*tün asılsız bir evhama kapılıyorlar.
Eğer kabul etsem, yetmiş senelik hayatım gücene*cek ve bu zamandan haber verip tama’ ve maaş yüzün*den bid’alara gi*ren ve ihlâsı kaybeden âlim*leri to*katlayan İmam-ı Ali Radıyallahu Anh dahi ben*den kü*secek ihtimali var ve Risale-i Nur’un hakiki ve sâfi olan ihlâsı beni de ih*lâssızlıkla itham etmek ciheti var. Ben, hakikaten tahay*yürde kaldım.
Ben işittim ki, eğer kabul etmesem, beni daha zi*yade sıkacak*lar ve belki Risale-i Nur’un tam serbestiye*tine ilişe*cekler. Hattâ şimdiki tazyikleri, beni o iaşe tek*liflerine mecbur etmek içinmiş. Madem hâl böyledir kaidesiyle, zaruret dere*ce*sinde olsa, inşaallah zarar vermez. Fakat ben reddettim reyi*nize ha*vale ediyorum.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 24)
11- «Ben işittim ki, benim iaşeme ve istirahatime bu*radaki hükûmet müracaat etmiş, kabul cevabı gelmiş. Ben bunların in*sa*niyetine teşekkürle beraber, derim:
En ziyade muhtaç olduğum ve hayatımda en esaslı düstur olan, hürriyetimdir. Asılsız ev*ham yüzünden, em*salsiz bir tarzda hürriyetimin kayıt*lar ve istibdatlar altına alınması, beni hayattan cidden usandırıyor. Değil hapis ve zindanı, belki kabri bu hale tercih ederim. Fakat, hizmet-i imaniyede ziyade meşak*kat ise ziyade sevaba sebep ol*ması bana sabır ve taham*mül verir. Madem bu insaniyetli zatlar benim hak*kımda zulmü istemiyorlar, en evvel be*nim meşru da*iredeki hürriyetime dokundurmasınlar. Ben ek*meksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam.
Evet, on dokuz sene bu gurbette yalnız iki yüz banknot ile, şid*detli bir iktisat ve kuvvetli bir riyazet içinde kendini idare ederek, hürriyetini ve izzet-i ilmi*yesini muhafaza için kimseye izhar-ı hâcet etme*yen ve minnet altına girmeyen ve sadaka ve zekât ve maaş ve hediye*leri kabul etmeyen bir adam, el*bette iaşeden ziyade, adalet içinde hürriyete muhtaçtır.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 18)
12- «Bilirsiniz ki, kendim sadaka ve yardımları kabul etme*di*ğim gibi, öyle yardımlara da vesile olama*dığımdan, kendi elbi*semi ve lüzumlu eşyamı satıp o parayla kendi kitaplarımı, ya*zan kardeşlerim*den satın alıyorum. Tâ Risale-i Nurun ihlâsına dünya menfaatleri girmesin, bir zarar verme*sin ve başka kardeşler de ibret alıp hiçbir şeye âlet edilme*sin.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 272)
13- «Safranbolu, Eflâni Nahiyesi Mülâyim Köyünde mütekait muallim bir kardeşimiz ve Nurun has şakirdi, Nurların neşri ve tab’ı için âdetâ sermayesinin kısm-ı âzamını teberru etmek istiyor, kabulünü rica ediyor. Ben, bu hâlis ve has karde*şimizin fedakârâne ve hâlisane rica*sını reddede*miyo*rum. Ve dünya malları kaide-i şahsi*yeme girme*diği ve muavenet*leri kendime kabul etmedi*ğim için, bu işteki maslahatı da bilemi*yorum. İki Isparta’nın kah*ra*manlarına ve Hüsrev ve Tahirî ve ar*ka*daşlarına ve Nazif ve refiklerine bu meseleyi havale edi*yorum. Nurun neşri için böyle çok büyük bir hayır ve sevaba mâni olamam. Sizler ya bütün niyet ettiği mik*tarı, veyahut bir kısmını, iki hisse ile, biri büyük Isparta’nın, biri küçük Isparta’nın makinelerine veril*sin. Onun istediği gibi, ya teberru veya ileride başka muave*net edenler gibi bir mukabele nev’inde, ya Nurlardan veya başka bir istediği ne varsa vermek su*retiyle o has kardeşimizi memnun edersi*niz.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 182)
Bu mektubda dikkati çeken ehemmiyetli noktalar var: Evvela, muaveneti yapmak isteyen hâlis bir Nur şakirdidir. Saniyen, yapılmak istenen yardım he*men kabul görmüyor, ancak hayra mani olmak endişesiyle reddedilmiyor. Salisen, yapılmak istenen yardımın bir kısmının alınması teklifi geti*riliyor. Çünkü hissî bir heyecan anında böyle büyük bir yar*dım yapılmak is*tenmiş olabilir. Rabian, bu yardım bir borç şeklinde olması veya karşılığında kitab verilmesi gibi şıklar or*taya konulup muavene*tin, ihlas ve samimiyetinin tam te*barüzüne çalı*şılmaktadır. Bütün bu tekliflere rağmen mu*avenette yine ısrar gösteriliyorsa, o za*man tam bir gönül ra*hatlığı mevzubahis demektir.
14- «Bu gece hiç görmediğim bir itab, bir tâzip su*re*tinde mâ*nevî bir şiddetli ihtar ile denildi ki:
“Dünyaya, zevke, keyfe tenezzül etmemekle Nurlardaki ihlâs ve istiğnâyı muhafazaya mükel*leftin. Ve bu asırda [21] sırrıyla dünyayı dine tercih etmek ve bilerek elması şişeye teb*dil etmek olan hasta*lığa, Nur vasıtasıyla ça*lış*maya vazifedardın. Yüz tecrü*benizle de anladın ki, insan*ların hediyeleri, ihsanları, yar*dımları, sana doku*nuyor, hattâ seni hasta ediyor. Hergün eserini, tec*rübe*sini görüyorsun. Senin en zi*yade itimad ettiğin ve Risale-i Nur’un fedakâr kahramanlarının yüzle*rini Risale-i Nur’un hizmetinden ziyade kendi istirahatine çevirmeye sebebiyet verdin, ilââhir...” diye daha mânen çok söyle*nildi diye beni tam tekdir etti. Hattâ şimdi bir mânevî tokattan dahi korkuyorum. Bu hâdisenin çare-i yegânesi, bu otomobili alan sizler ilân edeceksi*niz ki, “Bu kardeşimiz Said, bunu ka*bul ede*medi, mânevî, deh*şetli bir zarar hissetti.”» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 231)
15- «Üstadımız gençliğinde bu kadar muhtaç de*ğildi. Tek ba*şına yaşadığı zamanlar pek az bir masraf kendisine kâfi idi. Şimdi pek çok talebelerine tayın ver*diği ve birkaç hastalıkla hasta bulun*duğu bir zamanda, o istiğna düstu*runun muhafazası için, rahmet-i İlâhiye onu mukabilsiz hediyelerden hasta ediyor.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 228)
16- «
İlm-i cifirle mânâsı:
“Ey Said! Sen, zamanın Abdülkadiri ol, ihlâs-ı tâmmı kazan, fakrınla beraber maişetini dü*şünme, nâstan min*net alma ismin ‘Said’ olduğu gibi maişette de mes’ud ola*caksın. Muhabbetimde sâdık olduğundan ve ihlâsa çalıştı*ğından, Hulûsi gibi muhlis talebeler ve yardımcılar ve Süleyman, Bekir gibi sâdık hizmetkârlar ve Sabri gibi tam takdir edici ve ciddi müş*tak talebe*ler size verilmiş.”» (Sikke-i Tasdik-i Gaybî sh: 152)
Bediüzzaman Hazretleri mezkûr istiğna düsturuna it*tiba et*meyi talebeleri için de ister ve der ki:
17- «Ben maddî ve mânevî herşeyimi feda ettim, her musibete katlandım, her işkenceye sabrettim. Bu sa*yede hakikat-i imaniye her tarafa yayıldı. Bu sayede Nur mek*teb-i irfanının yüz binlerce, belki de milyonlarca ta*lebeleri yetişti. Artık bu yolda, hizmet-i imaniyede on*lar devam edeceklerdir. Ve benim maddî ve mâ*nevî herşeyden fe*rağat mesleğimden ayrılma*yacak*lardır. Yalnız ve yalnız Allah rızası için çalı*şacaklardır.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 80)
18- «Yanında bulunan talebelerini aynı kendisi gibi zekât ve hediye almaktan men etmek. Onları da yalnız rıza-yı İlâhî için ça*lıştırırdı. Hattâ çok zamanlar talebelerini kendi iaşe ederdi.» (Tarihçe-i Hayat sh: 48)
19- «Ey kardeşlerim! Eğer ehl-i dünyanın dalka*vuk*ları ve ehl-i dalâletin münafıkları, sizi, insaniyetin şu zayıf damarı olan ta*mah yüzünden yakalasalar, ge*çen hakikati düşünüp, bu fakir kardeşinizi nü*mune-i imtisal ediniz. Sizi bütün kuvvetimle te*min ederim ki, kanaat ve iktisat, maaştan ziyade sizin haya*tınızı idame ve rızkınızı temin eder. Bahusus size veri*len o gayr-ı meşru para, sizden, ona mukabil bin kat fazla fiyat isteyecek. Hem her saati size ebedî bir hazi*neyi açabilir olan hizmet-i Kur’âniyeye sed çekebilir veya fütur verir. Bu öyle bir zarar ve boşluk*tur ki, her ay binler maaş verilse, yerini dolduramaz.» (Mektubat sh: 418)
İstiğnayı bozacak olan sebeblerden kaçmak:
20- «Menfaat-i maddiye cihetinden gelen rekabet, yavaş yavaş ihlâsı kırar. Hem netice-i hizmeti de zede*ler. Hem o maddî menfa*ati de kaçırır.
Evet, hakikat ve âhiret için çalışanlara karşı bu millet bir hürmet ve bir muavenet fikrini daima besle*miş. Ve bilfiil onların hakikat-i ihlâslarına ve sâdıkane olan hizmet*lerine bir cihette iştirak etmek niye*tiyle, onların hâcât-ı maddiyelerinin tedari*kiyle meşgul olup vakitlerini zayi etmemek için, sadaka ve hediye gibi maddî menfaatlerle yardım edip hürmet etmişler. Fakat bu muave*net ve menfaat istenil*mez, belki verilir. Hem kalben arzu edip muntazır kalmakla, li*san-ı hal ile dahi is*tenilmez. Belki ummadığı bir halde ve*ri*lir. Yoksa ihlâsı zedelenir. Hem
[22] âyetinin nehyine yanaşır, ameli kısmen yanar.
İşte bu maddî menfaati arzu edip muntazır kal*mak, sonra nefs-i emmâre, hodgâmlık cihetiyle, o men*faati başkasına kaptır*mamak için, hakikî bir kardeşine ve o hu*susî hizmette arakada*şına karşı bir rekabet da*marı uyan*dırır. İhlâsı zedelenir, hizmette kudsiyeti kaybeder, ehl-i hakikat nazarında sakîl bir vaziyet alır. Ve maddî menfaati de kaybeder.» (Lem’alar sh: 164)
21- «Derd-i maişet zaruretine karşı, iktisat ve ka*na*atle mu*kabele etmeye zaruret var. Menfaat-i dünye*viye, çok ehl-i hakikati, ehl-i tarikatı dahi bir nevi reka*bete sevk ettiği için endişe ederim. Risale-i Nur şakird*leri içinde şim*diye kadar bu cihet onları zede*lememiş. İnşaallah yine ze*delemez. Fakat herkes bir ahlâkta ola*maz. Bazıları meşru dairede rahatını istese de, itiraz edilmemeli. Zarurete dü*şen bir şakird zekâtı ka*bul edebilir. Risale-i Nur’un hiz*metine hasr-ı vakit eden rükünlere ve çalışan*lara zekâtla yardım etmek de Risale-i Nur’a bir nevi hiz*mettir.
Hem yardım edilmeli. Fakat hırs ve tamah ve lisan-ı hal ile istemek olmamalı. Yoksa, ehl-i dalâlet ki, hırs ve tamah yolunda dinini feda etmiş onlar naza*rında kıyas-ı binnefs cihetiyle, “Risale-i Nur’un bir kı*sım şakirdleri dahi, dinini dünyaya âlet ediyorlar” diye çirkin bir ithamla taar*ruzlarına meydan açar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 223)
22- «Hakikî ihlâslı Nurcular, menfaat-i maddi*yeye ehemmi*yet vermedikleri gibi, bir kısmı, âzamî ik*tisat ve kanaatle ve faki*rü’l-hal olmalarıyla beraber, sa*bır ve in*sanlardan istiğna ile ve hizmet-i Kur’âniyede hakikî bir ihlâs ve fedakârlıkla ve çok kesretli ve şiddetli ehl-i da*lâlete karşı mağ*lûp ol*mamak için ve muhtaçları hakikate ve ihlâsa dâvet et*mekte bir şüphe bırakmamak için ve rızâ-yı İlâhîden başka o hizmet-i kudsi*yeyi hiçbirşeye âlet etmemek için, bir cihette hayat-ı içtimaiye fayda*larından çekiniyorlar.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 170)
23- «Sahabelerin senâ-i Kur’âniyeye mazhar olan îsâr has*letini kendine rehber etmek, yani, hediye ve sa*dakanın kabulünde başkasını kendine tercih etmek ve hizmet-i diniyenin mukabi*linde gelen men*faat-i maddi*yeyi istemeden ve kalben ta*lep et*meden, sırf bir ihsan-ı İlâhî bilerek, nâstan minnet almayarak ve hizmet‑i dini*yenin mu*kabilinde de alma*maktır. Çünkü, hizmet-i di*ni*yenin mu*kabilinde dünyada birşey istenilme*meli ki, ih*lâs kaçmasın. Çendan hakları var ki, ümmet on*ların maişetlerini temin etsin. Hem ze*kâta da müstehaktırlar. Fakat bu istenilmez, belki veri*lir. Verildiği vakit de “Hizmetimin üc*retidir” de*nilmez. Mümkün olduğu ka*dar kanaatkâ*râne, başka ehil ve daha müstehak olanla*rın nefsini kendi nefsine tercih etmek,
[Haşir Sûresi, 59:9] sır*rına maz*hariyetle, bu müthiş tehlikeden kurtulup ih*lâsı kazanabilir.» (Lem’alar sh: 150)
24- «Hem kanaat vasıtasıyla insanlardan is*tiğnâ et*mek cihetinde, teveccühlerini aramaz. İhlâs kapısı açılır, riyâ kapısı kapanır.» (Lem’alar sh: 146)
İşte pek çok ders ve ikazları ihtiva eden ve kısmen alı*nan bu parçalarda sarahatla nazara verilen istiğna düsturu, Risale-i Nurda te’vil kaldırmaz bir esastır. Bilhassa Risale-i Nurun hizmet ehli, bu dersin birinci muhatabıdır.
Risale-i Nur Külliyatı müvacehesinde istiğna düsturu*nun esas mahiyeti ehl-i hizmetin maddî yardım istememe*sinden ve ehl-i himmetin de, emr-i İlâhiyi ve vazife-i diniye*sini ifa etmesin*den ve hizmet-i diniyeye hissedar olmanın ehemmiyetini anlaya*rak yardım etme*sinden iba*rettir.
Bir elyazma Emirdağ Lâhikasındaki, Hazret-i Üstadın ifade*siyle:
“... ihlâs zararına ver dememek belki istemeden ve*rilse ve kabulü rica edilmek şartıyla alınmaktır.”
Cümlesi, en öz bir tariftir.
-
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
12-MÜSBET HAREKET ETMEK ESASI
Müsbet hareketin tarifi:
1- «Müsbet hareket etmektir ki, yani, kendi mes*le*ğinin mu*habbetiyle hareket etmek. Başka mesleklerin adâveti ve başkaları*nın tenkîsi, onun fikrine ve ilmine müdahale etmesin, onlarla meşgul olmasın.» (Lem’alar sh: 151)
Muarızlarla meşgul olmayıp müsbet hareket etmek:
2- «Sandıklı tarafından, kemâl-i şevkle ve ciddi*yetle faaliyette bulunan Hasan Âtıf kardeşimizin bir mektu*bundan anladım ki, orada, perde altında faaliye*tini dur*durmak için bazı hocalar, bir kısım tarikata mensup adam*ları vasıta edip fütur veriyorlar. Halbuki mesleğimiz, müsbet hareket etmektir. Değil mü*bareze, belki başka*ları düşünmeye de mesle*ğimiz müsa*ade etmiyor.
Hem, müşterileri de aramaya mecbur değiliz. Müşteriler yal*varmalı. O kardeşimiz, hakikaten hâlis ve tam sâdık kalemi gibi kalbi, ruhu da güzel fakat bir*den herşeyi mükemmel ister, onun için bıraz sıkıntı çeker. Mümkün olduğu kadar hem ihtiyat etsin, hem mübtedi’ hocalara mübareze kapısını açmasın.» (Kastamonu Lâhikası sh: 242)
3- «Kardeşimiz Hasan Âtıf’ın mektubundan anla*dık ki, haki*katen tam çalışıyor. Kendi tâbiriyle, Risale‑i Nur’un mücahidleri*nin ve efelerinin kalem yadigârla*rını bize he*diye olarak irsal etti*ğine mukabil deriz: Cenab-ı Hak, ebe*den onlardan razı olsun. Ve daha çok manidar yazdığı cümleler içinde, bir parça ehl-i bid’aya şiddet gördüm. Zaman, zemin, Risale-i Nur’un müsbet mesleği, ehl-i bid’a ile değil fi*ilen, belki fikren ve zihnen dahi meşgul ol*maya müsaade etmez. İhtiyat her vakit lâzım. O hâ*lis kardeşimiz, inşaallah oralarda kendi gibi çok hâlis şakird*leri yetiştirecek.» (Kastamonu Lâhikası sh: 251)
4- «Hem, belki karşımıza aldanmış veya alda*tılmış bazı hocalar ve şeyhler ve zâhirde müttakî*ler çıkartılır. Bunlara karşı vahdetimizi, tesanüdümüzü muhafaza edip onlarla uğ*raşmamak lâzımdır, münakaşa etmemek ge*rektir.»(Ş: 315)
5- «Risale-i Nur şakirdleri, tam ihtiyatla beraber, bir taar*ruz olduğu vakitte münakaşa etmesin*ler, aldırmasın*lar. Aldanan ehl‑i ilim ve imansa, dost olsunlar, “Biz size ilişmiyoruz. Siz de bize ilişmeyiniz. Biz ehl-i imanla kar*de*şiz” deyip yatıştırsınlar.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 103)
6- «Kardeşlerim, çok dikkat ve ihtiyat ediniz. Sakın, sakın hocalarla münakaşa etmeyiniz. Mümkün olduğu kadar musalâhakârane davra*nınız. Enaniyetlerine do*kunma*yınız. Bid’at ta*raftarı da olsa ilişmeyiniz. Karşımızda deh*şetli zındıka varken, mübtedi’lerle uğra*şıp, on*ları dinsizlerin tarafına sevk etmemek gerek*tir. Eğer size iliş*mek için gönderilmiş hocalara rastgel*seniz, mümkün olduğu ka*dar münazaa kapısını aç*mayı*nız. İlim kisvesiyle itirazları, münafıkların elle*rinde bir senet olur. İstanbul’da ihtiyar hocanın hücumu ne kadar zarar verdi*ğini bilirsiniz. Elden geldiği kadar Risale-i Nur lehine çe*virmeye çalışınız.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 133)
Mecburiyet karşısında tedafüî (müdafaa) vaziye*tini almak:
7- «Şimdiye kadar gizli münafıklar Risale-i Nur’a ka*nunla, adliye ile ve âsâyiş ve idare noktasından hü*kûmetin bazı erkânını iğfal edip tecavüz ediyorlardı. Biz, müsbet hareket ettiği*miz için mecburiyet olduğu zaman tedâfüî vaziye*tinde idik. Şimdi plânları akîm kaldı. Bilâkis tecavüz*leri Risale-i Nur’un dairesini genişlettirdi.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 102)
Müsbet hareket etmek tavsiyeleri:
8- «Bizim vazifemiz müsbet hareket et*mek*tir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karış*mamaktır. Bizler âsâyişi mu*hafazayı netice ve*ren müsbet iman hizmeti içinde her*bir sıkın*tıya karşı sabırla, şükürle mü*kellefiz.
Meselâ, kendimi misal alarak derim: Ben eskiden beri tahak*küme ve terzile karşı boyun eğmemişim. Hayatımda tahakkümü kaldırmadığım, birçok hadise*lerle sabit olmuş. Meselâ, Rusya’da kumandana ayağa kalk*mamak, Divan-ı Harb-i Örfîde idam teh*didine karşı mah*kemedeki paşaların suallerine beş para ehemmi*yet ver*mediğim gibi, dört kumandanlara karşı bu tavrım, tahak*kümlere boyun eğmediğimi gösteriyor. Fakat bu otuz se*nedir müsbet hareket etmek, menfî ha*re*ket etmemek ve vazife-i İlâhiyeye karışma*mak hakikati için, bana karşı yapılan muamele*lere sabırla, rıza ile mukabele ettim. Cercis Aleyhisselâm gibi ve Bedir, Uhud muharebelerinde çok cefa çeken*ler gibi, sabır ve rıza ile karşıladım.
Evet, meselâ seksen bir hatâsını mahkemede ispat ettiğim bir müdde-i umumînin yanlış iddiaları ile aley*hi*mizdeki kararına karşı, beddua dahi etmedim. Çünkü asıl mesele bu zamanın cihad-ı mânevîsidir. Mânevî tahriba*tına karşı sed çekmektir. Bununla dahilî âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.
Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, âsâ*yişi muhafaza etmek içindir. düs*turu ile—ki “Bir câni yüzünden onun kardeşi, hanedanı, çoluk-çocuğu mesul ola*maz”—işte bu*nun içindir ki, bütün hayatımda bütün kuvvetimle âsâ*yişi muhafazaya çalışmı*şım. Bu kuvvet dahile karşı de*ğil, an*cak hâricî tecavüze karşı istimal edilebilir. Mezkûr âyetin düstu*ruyla vazife*miz, dahil*deki âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım et*mek*tir. Onun içindir ki, âlem-i İslâmda âsâyişi ihlâl edici dahilî muharebat an*cak binde bir olmuştur. O da aradaki bir iç*tihad far*kın*dan ileri gelmiştir. Ve cihad-ı mâneviye*nin en büyük şartı da vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır ki, “Bizim va*zifemiz hizmettir netice Cenab-ı Hakka âittir. Biz vazi*femizi yapmakla mecbur ve mükellefiz.”
Ben de Celâleddin Harzemşah gibi, “Benim vazi*fem hizmet-i imaniyedir muvaffak etmek veya etme*mek Cenab-ı Hakkın vazife*sidir” deyip ihlâs ile hareket et*meyi Kur’ân’dan ders almışım.
Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünkü düş*manın malı, çoluk çocuğu ganimet hük*müne geçer. Dahilde ise öyle değildir. Dâhildeki ha*reket, müs*bet bir şekilde mânevî tahribata karşı mâ*nevî, ihlâs sır*rıyla hareket etmektir. Hariçteki cihad başka, dahildeki cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakikî talebeleri Cenab-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dahilde ancak âsâyişi muha*faza için müs*bet hareket edeceğiz. Bu za*manda dahil ve hariçteki ci*had-ı mâneviyedeki fark pek azîm*dir.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 241)
9- «Bununla beraber zamanın ilcaatıyla zaruretler ortalıkta zannederek bazı hocaların bid’alara taraftarlı*ğın*dan dolayı onlara hücum etmeyiniz. Bilmeyerek “Zaruret var” zannıyla hareket eden o biçarelere vur*ma*yınız. Onun için kuvvetimizi dahilde sarf etmi*yo*ruz. Biçare, zaruret derecesine girmiş, bize muhalif olanlar*dan hoca da olsa onlara ilişmeyiniz. Ben tek ba*şımla daha evvel aley*him*deki o kadar muarızlara karşı da*yandığım, zerre kadar fü*tur getirmediğim, o hizmet-i imaniyede muvaffak oldu*ğum halde, şimdi milyon*lar Nur talebesi olduğu halde, yine müsbet ha*reket etmekle onların bütün tahkiratla*rına, zu*lümle*rine tahammül ediyorum.
Biz dünyaya bakmıyoruz. Baktığımız vakit de on*lara yardımcı olarak çalışıyoruz. Âsâyişi muhafa*zaya müsbet bir şekilde yardım ediyoruz. İşte bu gibi hakikat*ler itibarıyla, bize zulüm de etseler hoş gör*me*liyiz.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 243)
10- «Kardeşlerim, hastalığım pek şiddetli belki pek yakında öleceğim veyahut bütün bütün konuşmak*tan—bazan men olduğum gibi—men edileceğim. Onun için benim Nur âhiret kardeşlerim, “ehvenüşşer” deyip bazı biçare yanlışçıların hatâlarına hücum et*mesinler. Daima müsbet hareket etsinler. Menfî hareket vazifemiz değil... Çünkü dahilde hareket menf*îce olmaz. Madem siyasetçi*lerin bir kısmı Risale-i Nur’a zarar vermiyor, az müsaade*kârdır “ehvenüşşer” olarak bakınız. Daha “âzamüşşer”den kurtulmak için, onlara zararınız dokun*masın, onlara faydanız dokun*sun.
Hem dahildeki cihad-ı mânevî, mânevî tah*ribata karşı çalışmaktır ki, maddî değil, mâ*nevî hizmetler lâ*zımdır. Onun için, ehl-i siyasete karışmadığımız gibi, ehl-i siyaset de bizimle meşgul ol*maya hiçbir hakları yok...» (Emirdağ L.-ll sh: 245)
11- «Bediüzzaman, ömrü boyunca müspet hareket etmeyi düstur edinmiş, “Birkaç adamın hatâsıyla yüzer adamların zarar görmesine se*bep olunamaz” demiştir. Bunun içindir ki, yapılan o kadar gaddarane zulümler es*nasında birtek hadise mey*dana gelmemiş ve Bediüzzaman Said Nursî, tale*be*lerine daima sabır ve ta*hammül ve yalnız iman ve İslâmiyete çalışmayı tavsiye etmiştir. Ve bu gibi evham*ların, din*sizlik hesa*bına, mak*sad-ı mahsusla husule ge*tirildiğini herkes anlamıştır.» (Tarihçe-i Hayat sh: 216)
12- «Zamanın en büyük dâvâsının Kur’ân’a sarıl*mak oldu*ğunu, Risale-i Nur bütün kuvvetiyle bu me*se*leye hasr-ı nazar etti*ğinden, vatan ve millet düşman*ları, gizli dinsizler, bahanelerle hü*cuma geçip aleyhte tahrik*lerde bulunduklarını “Fakat biz müsbet hare*ket et*meye mec*buruz. Elimizde Nur var, siya*set to*puzu yok. Yüz elimiz de olsa, ancak Nura kâfi gelir” diyerek Nurun din düş*manlarını mağlûp edece*ğinden, müsbet hareket etmenin atom bombası gibi tesiri bu*lunduğundan, Risale-i Nur’un siyasetle hiçbir alâkası bulunmadığını mesleğimi*zin en bü*yük esa*sının ihlâs olduğunu, rıza-i İlâhîden başka hiç*bir mak*sat ittihaz edilemeyeceğini, Nurun kuvvetinin işte bu ol*duğunu ihlâsla, müspet hareket etmekle ina*yet ve rah*met-i İlâhiyenin Risale-i Nur’u himaye ede*ceğini, ilâ âhir, beyan ederdi.» (Tarihçe-i Hayat sh: 462)
13- «Acaba, bu vatan ve dinin gizli düşmanları*nın bu eşedd‑i zulm-ü nemrudanelerine karşı, manevî pek çok kuvveti bulunan bu fedakârın tahammülü ve maddî kuv*vetle ve menfî cihette mukabele et*memesinin hikmeti nedir?
İşte bunu size ve umum ehl-i vicdana ilân ediyo*rum ki, yüzde on zındık dinsizin yüzünden doksan mâsuma zarar gelmemek için, bütün kuvvetiyle da*hildeki em*niyet ve âsâyişi muhafaza etmek için, Nur dersle*riyle herkesin kalbine bir yasakçı bırakmak için Kur’ân-ı Hakîm ona o dersi vermiş. Yoksa bir günde, yirmi se*kiz senelik zâlim düşmanlarımdan in*tikamımı alabilirim. Onun içindir ki, âsâyişi mâsumla*rın hatırı için muhafaza yolunda hay*siye*tini, şerefini tahkir eden*lere karşı müdafaa etmiyor ve di*yor ki: “Ben, değil dün*yevî hayatı, lüzum olsa âhiret ha*yatımı da millet-i İslâmiye hesabına feda edeceğim.”» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 167)
14- «Saniyen: O vâiz ve âlim zâta benim tarafım*dan selâm söyleyiniz. Benim şahsıma olan tenkidini, itirazını, başım üstüne kabul ediyorum. Sizler de, o zâtı ve onun gibileri münakaşa ve münazaraya sevk etmeyiniz. Hattâ tecavüz edilse de beddu*ayla da mukabele etmeyiniz. Kim olursa olsun, madem imanı var, o noktada kardeşi*mizdir. Bize düş*manlık da etse, mes*leğimizce mukabele edemeyiz. Çünkü, daha müthiş düşman ve yı*lanlar var.» (Kastamonu Lâhikası sh: 247)
Hakkın müsbet tarzda ve merdane müdafaası:
15- «Biz Nur talebeleri, o cebbar gaddarlardan hak*kımızı ko*layca alabilirdik. Fakat İslâmiyetin asır*lardır bay*raktarlığını ya*pan kahraman Türk milletinin mâsum çoluk çocuk ve ihtiyarla*rına karşı Risale-i Nur’un bizlerde husule getirdiği kuvvetli şefkat itiba*rıyla ve Kur’ân-ı Hakîmin bizleri maddî müca*deleden men edip elimizde topuz ye*rinde Nur olması haysiyetiyle ve bütün kuvvetimizle mes*leğimizin icabı olan âsâyişi temin etmek esa*sıyla, o zâlimlere maddeten mukabele ede*me*dik. Yoksa, Allah göstermesin, bir mecburiyet-i kat*’iye olursa, komünist ve masonlar hesabına ona sebe*biyet verenler bin defa piş*man olacaklardır.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 27)
16- «Beni mânen cezalandıracak, vazife-i hakiki*yeye karşı büyük kusurlarım var. Eğer sormak müna*sipse, so*runuz, cevap vereyim.
Evet, büyük kusurlarımdan birtek suçum: Vatan ve millet ve din namına mükellef oldu*ğum büyük bir vazi*feyi, dünyaya bakmadığım için yapmadığımdan, hakikat noktasında affo*lunmaz bir suç olduğuna ve bilmemek bana bir özür teşkil edemediğine, şimdi bu Afyon hap*sinde kanaatim geldi.» (Şualar sh: 392)
İbrahim Suresinin 5. âyetinin mezkûr meseleye bir işa*reti:
17- «Risale-i Nur’un şimdilik beyanına iz*nim ol*ma*yan ehemmiyetli vazifesinin ve bu evâmir-i Kur’âniyeyi imtisalinin tarihine tam tamına tevafuk-u cifrî ve muvafakat-ı mâneviye kari*ne*siyle ve kıssadan hisse almak münasebât-ı mefhu*miye remzi ile Risale-i Nur’a îmaen bakar.» (Şualar sh: 726)
18- «Elimizde hak var. Hakkımızı kuvvetle ve başka su*retle aramaya Cenab-ı Hak mecbur et*mesin. Âmin.»(E.l sh: 27)
19- «İhvanlarıma da tavsiyem budur ki:
Zaruriyet-i kat’iye olmadan bunlarla uğ*raşmayı*nız. Cevâbü’l-ahmaki’s-sükût nev’inden, te*nez*zül edip on*larla konuş*mayınız. Fakat buna dikkat edi*niz ki, canavar bir hayvana karşı kendini zayıf gös*ter*mek, onu hücuma teşcî ettiği gibi, canavar vicdanı taşıyanlara karşı dahi dalkavukluk etmekle zaaf göstermek, onları tecavüze sevk eder. Öyleyse dostlar mü*teyakkız davranmalı, tâ dost*ların lâkaytlıklarından ve gafletle*rinden, zındıka taraf*tarları istifade etmesinler.» (Mektubat sh: 361)
20- «Bazı zındıkların şeytanetiyle Risale-i Nur’a karşı çevri*len plânlar ve hücumlar inşaallah bozulacak*lar. Onun şakirdleri başkalara kıyas edilmez, dağıttı*rıl*maz, vazgeçi*rilmez, Cenâb-ı Hakkın inayetiyle mağ*lûp edilmezler. Eğer maddî müdafaadan Kur’ân men et*me*seydi, bu mil*letin can damarı hükmünde umu*mun te*veccühünü kaza*nan ve her tarafta bulunan o şakirdler, Şeyh Said ve Menemen hâdiseleri gibi cüz’î ve neticesiz hadiselerle bu*laşmazlar. Allah etmesin, eğer mecbu*ri*yet derecesinde on*lara zulmedilse ve Risale-i Nur’a hücum edilse, elbette hükümeti iğfal eden zındıklar ve münâfıklar bin derece piş*man olacaklar.» (Şualar sh: 362)
Risale-i Nur, müsbet hareketle asayişi muhafaza eder:
21- «Risale-i Nur’un esas mesleği olan şefkat, hak ve hakikat ve vicdan, bizleri şiddetle siyasetten ve ida*reye ilişmekten men et*miş. Çünkü tokada ve belâya müs*tehak ve küfr-ü mutlaka düşmüş bir iki dinsize müteal*lik, yedi sekiz çoluk çocuk, hasta, ihtiyar, mâ*sumlar bu*lunur. Musibet ve belâ gelse, o bîçareler dahi yanarlar. Bunun için, neticenin de husûlü meşkûk ol*duğu halde, siyaset yo*luyla idare ve âsâyişin za*rarına ha*yat‑ı içtimaiyeye ka*rışmaktan şiddetle men edilmişiz.» (Şualar sh: 349)
22- «Benim ve Risale-i Nur’un mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düstur-u hayatım olan şefkat iti*ba*rıyla, bir mâsuma zarar gel*memek için, bana zulme*den cânilere, değil ilişmek, belki beddua ile de mukabele edemiyo*rum. Hattâ en şiddetli bir garazla bana zulmeden bazı fâ*sık, belki dinsiz zâlimlere hiddet ettiğim halde, değil maddî, belki beddua ile de mukabeleden beni o şefkat men ediyor. Çünkü o zâlim gaddarın, ya peder ve vali*desi gibi ihtiyar bîçarelere veya evlâdı gibi mâsumlara maddî zarar gelmemek için, o dört beş mâsumların ha*tı*rına bi*naen o zâlim gaddara ilişmiyorum. Bazan da hakkımı he*lâl ediyorum.» (Şualar sh: 372)
23- «Herbir hükûmette muhalifler var. Âsâyişe iliş*memek şartıyla, kanunen onlara ilişilmez. Ben ve benim gibi dünya*dan küsmüş ve yalnız kabrine çalışanlar, elbette bin üç yüz elli se*nede, ecdadımızın mesleğinde ve Kur’ân’ımızın daire-i terbiye*sinde ve her zamanda üç yüz elli milyon mü’minlerin takdis et*tiği düsturlarının müsa*ade ettiği tarzda hayat-ı bâkiye*sine çalışmayı terk edip, gizli düşmanlarımızın icbarıyla ve desiseleriyle, fâni ve kı*sacık hayat-ı dünyeviyesi için, sefihâne bir medeniyetin ahlâksız*casına, belki bir nevi bolşevizmde olduğu gibi vahşiyâne kanun*lara, düs*turlara tarafdar olup onları meslek kabul et*mekliğimiz hiç mümkün müdür? Ve dünyada hiç*bir kanun ve zerre miktar insafı bulunan hiç*bir in*san bunları onlara kabul ettirmeye cebretmez. Yalnız o mu*haliflere deriz: Bize ilişme*yiniz, biz de iliş*memişiz.
İşte bu hakikate binaendir ki Ayasofya’yı puthane ve Meşîhatı kızların lisesi yapan bir kumandanın keyfî kanun namındaki emirlerine fikren ve ilmen taraftar değiliz. Ve şahsımız itibarıyla amel etmiyoruz. Ve bu yirmi sene işkenceli esare*timde eşedd-i zulüm şahsıma edildiği halde siyasete karışma*dık, idareye ilişmedik, âsâ*yişi bozmadık. Yüz bin*ler Nur arka*daşım varken, âsâ*yişe dokunacak hiç bir vukuatımız kay*dedilmedi.» (Şualar sh: 394)
24- «“Risale-i Nur’daki şefkat, vicdan, hakikat, hak, bizi siya*setten men etmiş. Çünkü mâsumlar belâya düşer*ler onlara zul*metmiş oluruz.” Bazı zâtlar bunun izahını istediler. Ben de dedim:
Şimdiki fırtınalı asırda gaddar medeniyetten neş*’et eden hod*gâmlık ve asabiyet-i unsuriye ve umumî harpten gelen istibdadat-ı askeriye ve dalâletten çıkan merhamet*sizlik cihetinde öyle bir eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibda*dat meydan almış ki, ehl-i hak, hakkını kuvvet-i mad*diye ile müdafaa etse, ya eşedd-i zulüm ile, tarafgirlik bahane*siyle çok bîçareleri yakacak o hâlette o da ezlem olacak ve mağlûp kalacak. Çünkü, mezkûr hissiyatla ha*reket ve taarruz eden insanlar, bir iki adamın hata*sıyla yirmi otuz adamı, âdi bahanelerle vurur, perişan eder. Eğer ehl-i hak, hak ve adalet yolunda yalnız vu*ranı vursa, otuz zayiata mukabil yalnız biri kazanır, mağlûp vaziye*tinde kalır. Eğer mukabele-i bilmisil ka*ide-i zâlimânesiyle, o ehl-i hak dahi bir ikinin ha*tasıyla yirmi otuz biçareleri ezseler, o vakit, hak namına dehşetli bir haksızlık eder*ler.
İşte, Kur’ân’ın emriyle, gayet şiddetle ve nefretle si*yasetten ve idareye karışmaktan kaçındığımızın ha*kikî hikmeti ve sebebi bu*dur. Yoksa bizde öyle bir hak kuv*veti var ki, hakkımızı tam ve mükem*mel müdafaa ede*bilirdik.» (Şualar sh: 292)
25- «Kur’ân-ı Hakîmden aldığı hakikat dersi ve ta*le*belerine verdiği ders şudur:
Bir hanede veya bir gemide birtek mâsum, on câni bulunsa, adalet-i Kur’âniye o mâsumun hakkına zarar vermemek için, o haneyi yakmasını ve o gemiyi batır*ma*sını men ettiği halde, dokuz mâsumu birtek câni yü*zün*den mahvetmek suretinde o haneyi yakmak ve o ge*miyi batırmak, en azîm bir zulüm, bir hıyanet, bir gadir oldu*ğundan, dahilî âsâyişi ihlâl suretinde, yüzde on cani yü*zünden doksan masumu teh*like ve zararlara sokmak, adalet-i İlâhiye ve hakikat-i Kur’âniye ile şid*detle men edildiği için, biz bü*tün kuvvetimizle, o ders-i Kur’ânî itibarıyla, âsâyişi muhafazaya kendimizi dinen mecbur biliyoruz.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 158)
Mezkûr kısmî tesbitte açıkça görülüyor ki, hak ve ha*kikatı medenî cesa*retle ve tavizsiz tebliğ ve müdafaa et*mekle beraber fiilî mübareze ve menfî ha*reketler terk edilip müsbet hareketin tercih edilmesi Risale-i Nur mes*leğinde bir esastır.
-
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
13-TEBLİĞ VE NEŞİR VAZİFESİ ESASI
(Vazife-i İlâhiyeye karışmamak düsturuna da bakı*nız.)
Peygamberimizin (a.s.m.) tebliğdeki ciddiyeti ve ta*vizsiz me*taneti:
1- «ON ÜÇÜNCÜ ESAS: Hem tebliğ ettiği ahkâ*mın sağ*lamlığına öyle bir vüsuk ve güvenmekle söylü*yor ve davet ediyor ki, dünya toplansa, onu bir hük*münden geri çevirip pişman edemez. Buna şahit, bütün tarih-i hayatı ve Siyer-i Seniyesidir.
ON DÖRDÜNCÜ ESAS: Hem öyle bir itmi’nân ile, bir itimad ile davet eder, tebliğ eder ki, kimseden minnet almaz, hiçbir müşkülâta karşı telâş etmez. Tereddütsüz, kemâl-i samimiyetle ve safvetle ve her*kes*ten evvel ken*disi amel edip kabul ederek, ge*tirdiği ahkâmı ilân eder. Buna şahit ise, herkesçe, dost ve düşmanca malûm olan meşhur zühdü ve istiğnâsı ve dünyanın fâni müzeyyenâ*tına adem-i tenezzülüdür.» (Mektubat sh: 194)
2- «Hem, tebliğ-i risalette ve nâsı hakka da*vette o de*rece metanet ve sebat ve cesaret göstermiş ki, büyük devletler ve büyük dinler, hattâ kavim ve kabi*lesi ve am*cası ona şiddetli adâvet ettikleri halde, zerre miktar bir eser-i tereddüt, bir telâş, bir kor*kaklık göstermemesi ve tek başıyla bütün dünyaya meydan okuması ve başa da çıkarması ve İslâmiyeti dünyanın başına ge*çirmesi ispat eder ki, tebliğ ve da*vette dahi misli olmamış ve olamaz.» (Şualar sh:129)
3- «Hem, öyle bir metanetle insanları dine dâ*vet ve öyle bir cür’etle risaletini tebliğ etmiş ki kavmi ve amcası ve dünyanın büyük devletleri ve eski dinlerin etba’ları ona muarız ve düşman oldukları halde, zerre kadar korkma*yarak, çekinmeyerek umumuna meydan okuması ve başa da çıkarması emsalsiz bir hâlettir.» (Şualar sh: 622)
Bütün müslümanların kendilerine örnek edinme*leri mânâsını ifade eden “mukteda-i küll” vasfiyle tav*sif edilen Peygamberimizin tavizsiz tebliğindeki gay*reti:
4- «Üstad-ı mutlak, muktedâ-yı küll, rehber‑i ek*mel olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, [23] olan ferman-ı İlâhîyi kendine reh*ber-i mutlak ederek, insanların çe*kilmesiyle ve din*lememe*siyle daha ziyade sa’y ve gayret ve cid*diyetle tebliğ et*miş. Çünkü
[24] sırrıyla anla*mış ki, insan*lara dinlettirmek ve hidayet vermek, Cenâb-ı Hakkın vazi*fesidir Cenâb-ı Hakkın vazife*sine karış*mazdı.» (Lem’alar sh: 131)
Tebliğ bir vazifedir:
5- «Risale-i Nur’un mesleği ise, vazifesini yapar, Cenab-ı Hakkın vazifesine karışmaz. Vazifesi tebliğ*dir kabul ettirmek, Cenab-ı Hakkın vazifesidir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 259)
Tebliğin muhtaçlara yapılması;:
6- «Açık yazmadım ki, muhtaç olanlar işaret ile de maksad ve meramı hissetsin. Muhtaç olmayanlar ise za*ten meşgul ol*mazlar ki, ihtiyaç hissetsinler. Demek meş*gul olanlar, ihti*yacı hissetmişler*dir.» (Mesnevî-i Nuriye sh: 77, Tercüme A. Badıllı)
7- «Risale-i Nur, müşterileri aramaz müşteri*ler onu ara*malı, yalvarmalı.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 223)
8- «Hem müşterileri aramak değil, belki müş*teriler ha*kikî ihtiyacını hissedip ve yarasının te*davisi için Risale-i Nur’u aramasının lüzumu..» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 257)
9- «Nurcular, müşterileri ve kendilerine taraftarları aramaya kendilerini mecbur bil*mi*yorlar. “Vazifemiz hiz*mettir, müşterileri aramayız. Onlar gelsinler bizi arasın*lar, bul*sunlar” diyorlar. Kemiyete ehemmiyet vermiyor*lar. Hakikî ih*lâsı taşıyan bir adamı, yüz adama tercih edi*yorlar.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 170)
10- «Sual: “Madem Kur’ân-ı Hakîmin feyziyle ve nu*ruyla en mütemerrid ve müteannid dinsizleri ıslah ve ir*şad etmeye, Kur’ân’ın himmetine güveniyorsun hem bil*fiil de yapıyorsun. Neden senin yakınında bu*lunan bu mü*tecavizleri çağırıp irşad et*miyorsun?”
Elcevap: Usul-ü şeriatin kaide-i mühim*mesindendir: Yani, “Bilerek zarara razı olana şefkat edip lehinde bakılmaz.”
İşte, ben çendan Kur’ân-ı Hakîmin kuvvetine isti*na*den dâvâ ediyorum ki, çok alçak olmamak ve yı*lan gibi dalâlet zehrini serpmekle telezzüz et*memek şartıyla, en mütemerrid bir din*sizi, birkaç saat zarfında ikna etmez*sem de, ilzam etmeye hazı*rım. Fakat, nihayet derecede alçaklığa düşmüş bir vicdan ki, bilerek dinini dünyaya sa*tar ve bilerek hakikat elmaslarını pis, muzır şişe parçala*rına müba*dele eder derecede münafıklığa girmiş insan sure*tindeki yı*lanlara hakaiki söylemek, hakaike karşı bir hür*metsizliktir.
[25] darbımeseli gibi oluyor. Çünkü bu işleri yapanlar, kaç defa hakikati Risale-i Nur’dan işittiler. Ve bilerek, hakikatleri zendeka dalâ*letle*rine karşı çürütmek istiyorlar. Böyleler, yılan gibi zehir*den lezzet alıyorlar.» (Mektubat sh: 362)
.Risale-i Nur eserlerinin neşir; ve intişarının ehem*miyeti ve bu hizmet için yapılan teşvikler:
11- «Risale-i Nur’un telifi ve neşri
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri öyle müşkül ve ağır vazi*yetler altında Risale-i Nur Külliyatını telif edi*yor ki, tarihte hiçbir ilim adamının karşılaşmadığı zor*luklara mâruz kalıyor. Fakat, sönmeyen bir azim, irade ve hiz*met aşkına malik olduğu için, yılma*dan, yıpranmadan, usanıp bıkmadan, bütün kuvve*tini sarf ederek emsalsiz bir sabır ve tahammül ve fera*gat-ı nefis ile, bu millet ve memleketi komünizm ej*derinden, mason âfâtından, din*sizlikten mu*ha*faza edecek, eden ve etmekte olan ve âlem-i İslâmı ve beşeriyeti tenvir ve irşadda bü*yük bir rehber olan bu harikulâde Risale-i Nur eserlerini mey*dana getiriyor.
Yüz otuz parça olan Risale-i Nur Külliyatının te*lifi, yirmi üç senede hitama eriyor. Nur Risaleleri, şid*detli ih*tiyaç zama*nında telif edildiğinden, her ya*zılan risale, ga*yet şifalı bir tiryak ve ilâç hükmünü taşı*yor ve öyle de te*sir edip pek çok kimselerin mânevî hastalıkla*rını tedavi ediyor. Risale-i Nur’u okuyan herbir kimse, güya o risale kendisi için yazılmış gibi bir hâlet-i ruhiye içinde kalarak, büyük bir iştiyak ve şid*detli bir ihtiyaç hissederek mütalâa ediyor. Nihayet öyle eserler vücuda geliyor ki, bu asır ve gelecek asırla*rın bütün in*sanlarının imanî, İslâmî, fikrî, ruhî, kalbî, aklî ihtiyaç*larına tam cevap verecek ve kâfi gelecek Kur’ânî haki*katler ihsan ediliyor...
...Yazılan risaleleri, etraf köylerden ve ka*zalardan gelenler, büyük bir merak ve iştiyakla alıp gidiyorlar ve el yazı*sıyla neşrediyorlardı.» (Tarihçe-i Hayat sh: 161)
Neşriyata yardım yoluyla tebliğ hizmetine iştirak et*mek:
12- «Risale-i Nur’a intisap eden zâtın en ehemmi*yetli vazifesi, onu yazmak ve yazdır*maktır ve intişarına yardım etmektir. Onu ya*zan veya yazdıran, “Risale-i Nur talebesi” ün*vanını alır. Ve o ünvan altında, her yirmi dört sa*atte benim lisanımla belki yüz defa, bazan daha zi*yade ha*yırlı du*alarımda ve mânevî kazançlarımda hisse*dar olmakla beraber, be*nim gibi dua eden kıymettar bin*ler kardeşlerin ve Risale-i Nur ta*lebelerinin dualarına ve kazançlarına dahi hissedar olur.
Hem, dört vecihle dört nevi ibadet-i makbule hük*münde bulu*nan kitabetinde, hem imanını kuvvet*lendir*mek, hem başkalarının imanlarını tehlikeden kurtar*ma*sına çalışmak, hem hadisin hük*müyle, bir saat te*fekkür bazan bir sene kadar bir ibadet hükmüne geçen tefekkür-ü imanîyi elde etmek ve ettirmek, hem hüsn-ü hattı olma*yan ve vaziyeti çok ağır bulunan Üstadına yardım et*mekle hasenatına iştirak etmek gibi çok faydaları elde edebilir. Ben kasemle temin ederim ki, bir küçük risaleyi kendine bilerek yazan adam, bana büyük bir hediye hükmüne geçer belki her*bir sayfası bir okka şeker kadar beni memnun eder.» (K. Lâhikası sh: 24)
13- «Mübarek hanımların, kıymettar ve hâlis âhi*ret hemşire*lerimin, Risale-i Nur’un intişarına göster*dikleri fe*dakârlık, beni ve bizi kemâl-i sürurdan ağlat*tırdı.» (Kastamonu Lâhikası sh: 95)
Muhatab aramadan, en hâlis ve en geniş sahalara ula*şan neşriyatla yapı*lan tebliğ ve intişar hizmeti, en çok teşvik edilen bir vazifedir:
14- «Risale-i Nur’un el yazısıyla neşri senele*rinde, evlerin*den yedi-sekiz sene çıkmadan Risale-i Nur’u ya*zıp neş*redenler olmuştur. O za*manlar, Isparta havâli*sinde, erkek, ka*dın, genç ve ihti*yarlardan binlerce Nur talebesi, hattâ Nur dersha*nesi olan Sav Köyü bin kalemle, senelerce Nur Risalelerini yazıp çoğaltıyorlardı. Risale-i Nur, telifinden yirmi sene sonra, teksir makinesiyle neş*redilmiş ve otuz beş sene sonra da mat*baalarda basıl*maya başlanmıştır. İnşaallah, bir zaman gele*cek, Risale-i Nur Külliyatı altınla yazılacak ve radyo di*liyle muhtelif li*sanlarda okunacak ve zemin yüzünü ge*niş bir dershane-i Nuriyeye çevirecektir.
Risale-i Nur’un neşrinde, mübarek ha*nım*lar da ehemmiyetli fedakârlıklara mazhar olmuş*lardır. Hattâ, Hazret-i Üstada gelip, “Üstadım! Ben, efendimin göreceği dünyevî işleri de yapmaya çalışaca*ğım o senin*dir, Risale-i Nur’undur” diyen ve er*kekle*rin Risale-i Nur hizmetinde çalışmalarına daha fazla im*kânlar veren kahraman ha*nımlar gö*rülmüştür. Risale-i Nur’u yazan efendilerine ge*celeri lâmba tuta*rak, onların din, iman hizmetlerine canla başla iştirak etmişlerdir. Risale-i Nur’u, hanımlar, kız*lar el*leriyle yazmışlar, göz nurları dökmüş*ler, mübarek kâtibe*ler olarak imana hizmet etmişlerdir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 163)
Risale-i Nurun neşir ve intişarını kader hadise*lerle de te’yid eder.
15- «Risale-i Nur, bu Anadolu memleketine, be*lâ*la*rın def’ine ehemmiyetli bir vesiledir. Sadaka nasıl be*lâyı def ediyor onun inti*şarı ve okunması küllî bir sadaka nev’inde semâvî ve arzî belâ*ların def’ine çok emâreler ve çok hâdiselerle tebeyyün etmiş. Hattâ Kur’ân’ın işaretiyle tahakkuk etmiş. Ve yazmasını ve intişarını men etmek zamanlarında dört defa zelzelele*rin başlaması ve inti*şa*rıyla durmaları ve Anadolu’da ekser okunması İkinci Harb-i Umumînin Anadolu’ya girmemesine bir vesile ol*duğu Sûre-i Ve’l-Asr işaret et*tiği, bu iki ay kuraklık zama*nında mahkemenin Risale-i Nur’un beraatine ve vatana menfaatli olduğuna dair kara*rını Mahkeme-i Temyiz tas*dik ederek tam bir serbestiyetle Risale‑i Nur’un intişar ve okun*masını beklerken, bütün bü*tün aksine olarak men edilmesi ve mahkemedeki risalelerin sahip*lerine iade edilmemesi ve bizi de o cihetle konuşmaktan men et*me*leri cihetiyle, belâların def’ine vesile olan bu küllî sa*daka-i mâne*viye karşı çıkamadı, günahımız neticesi kuraklık baş*ladı.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 33)
16- «Sizin bu defa neş’eli, güzel mektuplarınız, Risale‑i Nur’un serbestiyeti ve matbaa kapısıyla in*tişarı hakkında beni çok mesrur eyledi ve kah*raman Tahirî’nin yine bu ehemmiyetli işte çalışması için buraya gelmesi, beni şiddetle dün*yaya bakmaya sevk etti. Kalben dedim: Madem kardeşlerim bu de*rece istiyorlar, çaresini arayaca*ğız.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 82)
Neşir ve intişar;, yani muhtaçlara ulaştırılması hizme*tinin ehemmiyeti:
17- «[26]
[27]
Bu iki hadis-i şeriften alınan bir ilhamla, Risale‑i Nur’u yazmanın dünyevî ve uhrevî pek çok faydaların*dan, Risale-i Nur’da beyan edilen ve şakird*lerinin tecrübe*leriyle tasdik edilen yalnız birkaç tane*sini beyan ediyoruz.
-
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
BEŞ TÜRLÜ İBADET:
1. En mühim bir mücahede olan ehl-i dalâlete karşı mânen mücahede etmektir.
2. Üstadına neşr-i hakikat cihetinde yardım su*retiyle hiz*met etmektir.
3. Müslümanlara iman cihetinde hizmet et*mek*tir.
4. Kalemle ilmi tahsil etmektir.
5. Bazan bir saati bir sene ibadet hükmüne geçen, te*fekkürî olan bir ibadeti yapmaktır.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 190)
18- «Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki: Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hiz*meti bilsin.» (Mektubat sh: 344)
19- «Talebeliğin hâssası şudur ki: Yazılan Sözlere kendi malı gibi sahip olmalıdır. Kendisi telif et*miş ve yaz*mış nazarıyla bakıp neşrine ve ehil olan*lara iblâğına ça*lışmaktır. Mâşaallah, hattın güzel*dir. Vakit bulursan bir kısmını yazın. Bir kısmını Hüsrev gibi ciddî talebeler yazar onlardan bilâhare alır, yazarsınız ve onlarla teşrik-i mesai edersiniz. Altı sene*dir Isparta’da ciddî talebelerin çıkma*sına muntazır*dım, bekliyordum. El-minnetü lillâh, şimdi sizinle bera*ber birkaç tane çıkmaya baş*ladı. Çünkü bir talebe, yüz dosta müreccahtır. Sözler namın*daki envâr-ı Kur’âniye ise, en mühim ibadet olan ibadet-i tefekkü*riye nev’indendir. Şu zamanda en mühim vazife, imana hiz*mettir. İman saâdet-i ebediyenin anahtarı*dır.» (Barla Lâhikası sh: 328)
20- «Sizin vazifeniz devam ediyor;. Ve inşaallah vazi*feniz şerh ve izahla ve tekmil ve tahşiye ile ve neşir ve tâlimle, belki Yirmi Beşinci ve Otuz İkinci Mektupları telif ve Dokuzuncu Şuânın Dokuz Makamını tekmille ve Risale-i Nur’u tanzim ve tertip ve tefsir ve tashihle de*vam edecek.» Kastamonu Lâhikası sh: 56)
Bu parçada geçen (şerh ve izah) vazifesi, Kastamonu Lâhikasının 56. sahi*fesinde verilen izahata göre, Risale-i Nur Külliyatından bir mevzu ile alâkalı par*çaları topla*makla yapılır, eski ve şahsî malumatla değil. (Bakınız: Sözler sh: 772)
Maişet zorlukları içinde de, neşir hizmetini bı*rak*ma*mak:
21- «İhtikâr neticesinde, hayat ve yaşama hissi, hissi*yat-ı di*niyeye galebe çalıp, ekser nâs midesini, ma*işetini daima düşünü*yor. Hattâ ekser fukara kısmından olan Risale-i Nur talebeleri, bu musibete karşı çabala*mak mec*buriyetiyle hakiki ve en mühim vazifesi olan neşir hiz*metini bırakmaya mecbur oluyor.» (Kastamonu Lâhikası sh: » (Emirda€ Lâhikas›-l sh: 139)
198)
22- «Risale-i Nur’un bir talebesi, Risale-i Nur’a ça*lı*şamadı*ğının bir sebebi, derd-i maişetin ziyadeleş*mesi ol*duğunu söyledi.
Biz de ona dedik: Risale-i Nur’a çalışmadığın için derd-i ma*işet sana şiddetlendi. Çünkü bu havalide her ta*lebe itiraf ediyor ve ben de ediyorum ki, Risale-i Nur’a çalıştıkça, yaşamakta ko*laylık ve kalbde fe*rahlık ve ma*işette suhulet görüyoruz.» (Kastamonu Lâhikası sh: 135)
23- «Risale-i Nur’un kahramanı Hüsrev, benim be*de*lime ölmek ve benim yerimde hasta olmak samimî ve ciddî istiyor. Ben de derim: Telif zamanı de*ğil, şimdi neşir zamanıdır. Senin yazın, benim ya*zımdan ne derece ziyade ve neşre faydalı ise, haya*tın dahi hizmet-i Nuriyede benim bu azaplı hayatımdan o de*rece faydalıdır.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 139)
Neşriyatın resmîleşmesi:
24- «Bu memleketin vatanperver siyasîleri ça*buk aklını başına alıp Risale-i Nur’u tab’ederek resmen neş*retmeleri lâzımdır ki, bu iki belâya karşı siper olsun.
Acaba bu yirmi sene zarfında imân-ı tahkikîyi pek kuvvetli bir surette bu vatanda neşreden Risale-i Nur ol*masaydı bu dehşetli asırda, acip inkılâp ve infilâk*larda bu mübarek vatan, Kur’ân’ını ve imanını dehşetli sad*meler*den tam muhafaza edebilir miydi?» (Mektubat sh: 482)
Tebliğde tavizsiz a’zamî metanet:
25- «Risale-i Nur, İslâmiyetin gayet keskin ve el*mas bir kılı*cıdır. Bu hakikatlara bir delil ise, Bediüzzaman’ın zâlim hüküm*darlara ve kumandan*lara, ölümü istihkar ederek, hakikatı per*vasızca tebliğ etmesi ve dünyayı sa*ran dinsizlik kuvvetine mu*kabil Hakaik-ı Kur’âniye ve imâniyeyi, kendini fedâ ederek, istib*dadın en koyu dev*rinde neşretmesi ve bu kudsî hakikata can*siperâne hizmet etmesidir.
Bir müdde-i umumî, iddianâmesinde: “Bediüzzaman, ihtiyar*ladıkça artan enerjisiyle dinî fa*ali*yete devam etmektedir.” Denizli mahkemesi, ehl‑i vu*kuf raporunda: “Evet, Said Nursî’de bir enerji vardır, fa*kat bu enerjisini tarikat veya bir cemiyet kurmakta sarf etmemiş, Kur’ân hakikatlarını beyan ve dine hiz*mete sarf ettiği ka*naatına varılmıştır” denilmektedir.» (Sözler sh: 759)
26- «Peygamber Efendimiz, şu [28] yani, “Âlimler, peygamberlerin varisleridirler” hadis-i şe*rifleriyle, âlim olmanın pek kolay birşey olmadığını, i’câz*kâr belâğatleriyle beyan buyuru*yorlar.
Zira, madem ki bir âlim, peygamberlerin varisidir o halde, hak ve hakikatin tebliğ ve neşri hususunda, ay*nen onların tutmuş olduk*ları yolu takip etmesi lâzımdır. Her ne kadar bu yol, bütün dağ, taş, çamur, çakıl, uçurum, daha beteri, ta*kip, tevkif, muhakeme, hapis, zindan, sür*gün, tecrid, ze*hirlenme, idam sehpaları ve daha akıl ve hayale gelme*yen nice bin zulüm ve işkencelerle dolu da olsa…
İşte, Bediüzzaman, yarım asırdan fazla o mukad*des cihadı ile bütün ömrü boyunca bu çetin yolda yü*rüyen ve karşısına çıkan binlerle engeli bir yıldı*rım sür’atiyle aşan ve Peygamberlerin vârisi olan bir âlim olduğunu amelî bir surette ispat eden bir zattır.» (Tarihçe-i Hayat sh: 8)
27- «Yüzlerce ulemânın susturulduğu ve dinî neş*ri*yatın yaptırılmadığı ve Kur’ân’ın hakikatlerini beyan ve tebliğ etmeye dinen muvazzaf olduk*ları halde cebren yaptırılmadığı ve din adamlarının imha edilmesi gibi deh*şetli ve tarihin görme*diği bir hen*gâmda, Kur’ân ve iman ve İslâmiyeti yıkmak plânları*nın tatbik edildiği en müthiş bir devirde ve küfr-ü mut*lakın ve din*sizliğin en azgın bir zamanında, Bediüzzaman Said Nursî, Kur’ân ve iman ve İslâmiyetin fedakâr ve pervasız bir müdafii ve muhafızı olarak cihad-ı diniye meydanında yegâne şahıs olarak gö*rülmüştür. Evet, Bediüzzaman, devlet*lere, milletlere mu*kabil, değil yalnız bir yerdeki fira*vunlara, bütün Avrupa dinsizliğine karşı tek ba*şıyla meydan okumuş ve oku*yor. Ve Kur’ân ha*kikatlerini eşedd-i zulüm ve istibdad-ı mutlak içeri*sinde neşredi*yor. “Vazifemiz çalışmaktır. Bizi ga*lip etmek, mağ*lûp et*mek, muvaffak etmek ve Nurları kabul et*tirmek Cenab-ı Hakka aittir. Biz, vazife-i İlâhiyeye karışmayız” demiş ve ta*rihte misline rast*lan*mayan zulüm ve işkenceler içeri*sinde çok zâlimâne mu*ameleler görmüş ve kapısında jandarma ve polis bek*letil*mek suretiyle Cuma nama*zına dahi gitmekten men edil*miş ve bütün bu tarihî fa*ciaları kapatmak ve kim*seye işit*tirmemek için de sıkı bir takyidat altına alın*mıştır.» (Tarihçe-i Hayat sh: 693)
-
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
RİSALE-İ NUR’U AÇIK ŞEKİLDE NAZARA VERMENİN EHEMMİYETİ
Risale-i Nur’u nazara vermeden veya metinlerini aynen yazmadan yalnız Risale-i Nurdan anlaşılan mânâyı neşr ve telkin etmenin caiz olup olmadığını aşağıda derc edilen bahislerden anlamaya çalışacağız.
Çünkü çeşitli neşri*yat sahasında görülen bazı konuşma ve yazılardan dolayı bu ehemmiyetli meseleye dair bir tesbit ve araştırma ihtiyacı vardır.
Şer cereyanına karşı Risale-i Nur cereyanını izhar etmek gerektir.
Bu asırda Süfyaniyet cereyanı karşısında müceddidiyet ce*reyanını tanıtıp ona dehalet edilmesini sağlamak ve şahs-ı ma*nevî*nin teşekkülüne çalışmak el*zemdir. Risale-i Nur ve Nurculuk hareketi âlenî tanıtılıp nazara ve*rilmezse böyle bir şahs-ı manev*înin teşekkülüne yardım edilmemiş olur.
Hazret-i Üstad diyor ki:
28- «Ehl-i dalâlet ve haksızlık, tesanüd sebebiyle, cemaat su*re*tindeki kuvvetli bir şahs-ı mânev*înin dehâsıyla hücumu zama*nında, o şahs-ı mânevîye karşı, en kuvvetli ferdî olan muka*ve*metin mağlûp düştüğünü anlayıp, ehl-i hak tarafın*daki ittifak ile bir şahs-ı mânevî çıkarıp, o müthiş şahs-ı mânevî-i da*lâlete karşı hakkaniyeti muhafaza ettir*mek..» (Lem’alar sh: 151) şarttır.
29- «Bu hasta ve gaddar ve bedbaht asrın belâ ve vebasından ve zulüm ve zulme*tinden en mü*cerreb bir kurtarıcı, Risale-i Nur’un mizanları ve muvazenele*riyle, neşrettiği nur oldu*ğunu kırk bin şahit vardır. Demek Risale-i Nur’un dâ*iresine yakın bu*lunanlar içine gir*mezse, tehlike ihtimali kavîdir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 110)
Risale-i Nur ve cereyanı nazara verilip tanıtılmazsa avam taifesi Nur da*iresine nasıl girecek ve asrın tehlike*sinden nasıl kurtulacak?
30- Evet «Bu acip asrın bu acip hastalığına ve dehşetli mara*zına karşı Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın tiryak misâl ilâçlarının nâ*şiri olan Risale-i Nur dayanabilir; ve onun metîn, sar*sılmaz, se*bat*kâr, hâlis, sadık, fedakâr şakirdleri mukavemet edebi*lir. Öyleyse, herşeyden ev*vel onun dairesine girmeli, sada*katle, tam me*tanet ve ciddî ihlâs ve tam iti*madla ona ya*pışmak lâ*zım ki, o acip has*talığın tesirinden kurtulsun.» (Kastamonu Lâhikası sh: 115)
İhlâs ile dine hizmet etmek isteyen, şahsî ve ferdî hizmete bedel Nur hizmetine katılmalı.
31- «Risale-i Nur’un hizmetine iltihak etse, o iki elif gibi, on bir, belki yüz on bir kıymetinde ve kuvvetinde olacak ve karşı*daki ittifak etmiş dalâletlere karşı dayanacak. Bu zaman, ehl-i hakikat için, şahsiyet ve enani*yet zamanı değil. Zaman, cemaat zamanıdır. Cemaatten çıkan bir şahs-ı mânevî hük*meder ve dayana*bilir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 143)
32- «Madem hakikat budur, Risale-i Nur dairesinin yakı*nında bulunan ehl-i ilim ve ehl-i tarikat ve sofî meşrep zatlar onun cereyanına girmek ve ilim ve ta*rikattan gelen eski ser*mayele*riyle ona kuvvet vermek ve genişlemesine çalışmak ve şakirdle*rini teşvik etmek ve bir buz parçası olan enaniyetini, tam bir ha*vuzu ka*zanmak için o dairedeki âb-ı hayat havuzuna atıp eritmek gerektir ve elzemdir. Yoksa, Risale-i Nur’a karşı rakîbâne başka bir çığır aç*makla hem o zarar eder, hem bu müstakim ve metin cadde-i Kur’âniyeye bilmeyerek zarar ve*rir, zendekaya bir nevi yardım olur.» (Kastamonu Lâhikası sh: 122)
İşte böyle gayet ehemmiyetli hikmetler içindir ki, imha plâ*nıyla verildik*leri Afyon ağır ceza mahkemesinde muhakeme edi*len kahraman Nurcular, res*men ve alenî olarak Risale-i Nuru ve Nur'un şakirdleri olduklarını haykı*rarak ilân etmişlerdir. Ezcümle, kahraman Zübeyr Gündüzalp ağabey mahkeme müdafa*asında Nurculuğunu şöyle ilân ediyor:
33- «Risale-i Nur talebesi olduğumu memnuni*yetle ve ilân edercesine söyleyebilirim. İnkâr et*mek, Risale-i Nur’un bana ver*diği fazilet dersle*riyle zıt olduğu için, bu cürmü işlemem. Risale-i Nur’un okuyucusu olan bir kimse, okuduğunu gizleyemez. Risale-i Nur talebesi olduğumu memnuni*yetle ve ilân edercesine söyleyebi*lirim. İnkâr et*mek, Risale-i Nur’un bana verdiği fa*zilet dersle*riyle zıt olduğu için, bu cürmü işlemem. Risale-i Nur’un okuyucusu olan bir kimse, okuduğunu gizleyemez. » (Şualar sh: 544)
Bu müdafaaların tamamını görmek isteyenler, 14. Şuaın son kısmına ba*kabilirler ve o dehşetli şartlar içinde yapılan alenî ve resmî ilânatları ibretle gö*rürler.
Hatta Bediüzzaman Hazretleri böyle bozuk cemiyetlerde müstakîm bir ta*rikat cemaatına mensub, bilgisiz fakat sa*mimi bir şahıs, cemaata bağlı olmayan muhakkik bir alimden daha çok kendini muhafaza edebileceğini anlatırken diyor ki:
34- «Âdi bir samimî ehl-i tarikat, sûrî, zâhirî bir mütefennin*den daha ziyade ken*dini muhafaza eder. O zevk-i tarikat vasıtasıyla ve o muhabbet-i evliya cihetiyle imanını kurtarır. Kebâirle fâ*sık olur, fakat kâfir olmaz, kolaylıkla zendekaya so*kulmaz. Şedit bir muhabbet ve metin bir iti*kadla aktab kabul ettiği bir silsile-i meşâ*yihi, onun nazarında hiçbir kuvvet çürütemez. Çürütmediği için, onlardan itima*dını kesemez. Onlardan itimadı kesilmezse, zende*kaya gire*mez. Tarikatte hissesi olmayan ve kalbi harekete gelmeyen, bir muhakkik âlim zat da olsa, şimdiki zın*dıkların desi*selerine karşı kendini tam muhafaza etmesi müşkülleş*miş*tir.» (Mektubat sh: 445)
Demek oluyor ki; Risale-i Nur’u ve cereyanını ta*nıtmadan ve ismini söy*lemeden onu okuyup kişinin kendi anlayışı ve anla*tışı ile mânâsını söylemek veya neşretmek ve böylece ferdî hiz*meti tercih etmek isabetli olmaz. Kişi bir görünür, sonra söner kaybolur.
Risale-i Nur, sırr-ı ihlasdan gelen bir makbuliyet cihetiyle hüsn-ü te’sire liyakat ka*zandığından ta’lim ve irşa*dında ikram-ı İlahiyeye mazhariyet görülü*yor. Bilhassa bu asırda gayet ehemmiyetli olan bu hususiyeti nazara veren Hazret-i Üstad di*yor ki:
35- «Şimdi bu zamanda hiçbir şeye âlet ve tâbi olmayan ve her gayenin fevkinde olan hakaik-i imaniyeyi fıtrî ubudiyetle muh*taçlara tesirli bir surette bildirme*nin bu dehşetli zamanda çâre-i yegânesi ve imanı kurtaracak ve kat’î kanaat vere*cek, bu tarzda, yani hiçbir şeye âlet olmayan bir ders-i Kur’ânî lâzımdır ki, küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inatçı dalâleti kırsın ve her*kese kanaat-i kat’iye verebilsin. Böyle bir derse, bu zamanda bu şe*rait dahilinde hiçbir şahsî ve uhrevî ve dünyevî, maddî ve mâ*nevî birşeye âlet edilmediğini bil*mekle kat’î ka*naat gelebi*lir...
...Hakikaten Risale-i Nur’un bahsettiği hakikatlerin aynı me*âlinde milyon*lar kitap o hakikatleri belîğane neşrettikleri halde ve binler hakikî âlimler ders vermeleriyle bu memlekette dehşetli küfr-ü mutlakı tam durduramadıkları halde, Nurlar, mezkûr sırra bi*naen bir cihette galebe ettiğini düşmanları dahi tasdik ederler.
Evet, küfr-ü mutlaka karşı, bu ağır şerait içinde Nurlar bu işi görmüş, mey*dandadır. Demek Nurların kuvveti bu sırr-ı az*îmden ileri geliyor.
Ben de bütün ruh u canımla yirmi sekiz sene bu işkenceli mus*îbetlerime razı oldum. Hakkımı helâl ettim. Âdil kadere de de*rim ki: Müstehak idim senin bu şef*katli tokatlarına... Yoksa gayet meşrû, zararsız, herkesin lillâh için takip et*tikleri mübarek mesleğe girseydim, yani maddî ve mânevî hislerimi bü*tün feda etmeseydim, hizmet-i imaniyede bu acip mânevî kuvveti kay*bedecektim. İşte bu kuvvetin bir acip nümunesi bazı zatların ki, ben onların ancak ednâ bir talebesi olabildiğim halde, onların hakaik-i imani*yeye dair bir kitabını bi*risi okumuş. Risale-i Nur’un da bir sayfasını okumuş. Risale-i Nur’un bir say*fasıyla daha ziyade imanını kurtardığını ikrar etmiş.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 106)
Mezkûr ifadede nazara verilen ve meselemizle de çok alâkalı ve dikkat çekici şu nokta ki: Risale-i Nurun bah*settiği hakikatları pek çok âlimler beliğane anlattıkları halde te’sirde geridirler. Çünkü makbuliyet için bu za*manda maddî-manevî, dünyevî-uh*revî ve meşru hiçbir menfaatı takib etmemek halisiyeti ve yapıla*cak hiz*meti sa*dece em*redildiği için yapmakla o a’zamî ihlasın ka*zanılması ge*rekiyor. Halbuki bu fitne asrında, feragatı istenen meşru ve uhrevî menfaat*lerin terk edilmesi şöyle dursun, ihlası kıran şöhret ve teveccüh-ü am*meyi ka*zanma hissi ve te*mayül*leri, maddî menfaat elde etme hırsı, adavet, hased, ta*rafgirlik gibi hallerin istilası içinde mezkûr mânâda sırr-ı ihlasa mazhariyet ve hüsn-ü tesire liyakat ka*zanmak imkânı çok müşkül görü*lüyor. Şu halde Risale-i Nur’u gizleyerek kendi namına irşada çalışan, Allah’ın ihsanı olan manevî te’*sirden mah*rum kalır.
Hazret-i Üstad’ın aynı hakikatı te’yid eden bazı ifa*deleri de şöyledir:
36- «Dünyaya tenezzül etmez, tamah ve zillete düş*mez, hakikat muka*bilinde dünya malını almaz, tasannua mecbur olmaz bir üstaddan alınan ders-i hakikat elmas kıyme*tinde ise, sadaka almaya mecbur olmuş, ehl-i servete tasannua muztar kalmış, tamah zilletiyle izzet-i ilmini feda etmiş, sadaka ve*renlere hoş görünmek için riyakâr*lığa temayül etmiş, âhiret meyvelerini dünyada yemeye cevaz göstermiş bir üstaddan alınan aynı ders-i hakikat, elmas derecesinden şişe derecesine iner.» (Barla Lâhikası sh: 123)
Bu beyan ve irşadın çok dikkate şayan bir ciheti şudur ki, aynı ders veril*diği halde te’sirde, ihlas veya ih*lassızlık sebeb*leriyle neticesi değişik oluyor. Bundan sonra gelecek paraçalara da bakılırsa, Risale-i Nur düstur*larına uymanın vesileyle mazhar olunan halisiyet ve müessiriyetin varlığı açıkça anlaşılır. Şöyle ki:
37- «Madem çok sevap istersin; ihlâsı esas tut ve yalnız rıza-yı İlâhîyi düşün. Tâ ki senin ağ*zından çıkan mübarek kelimelerin havadaki efradları, ihlâs ile ve niyet-i sadıka ile hayatlan*sın, can*lansın, hadsiz zîşuurun kulaklarına gidip onları nur*landırsın, sana da sevap kazan*dırsın. Çünkü, meselâ sen “Elhamdü lillâh” dedin. Bu kelâm, milyonlarla büyük küçük Elhamdü lillâh kelime*leri, havada izn-i İlâhî ile yazılır. Nakkaş‑ı Hakîm abes ve israf yapma*dığı için, o kesretli mübarek kelime*leri dinleyecek kadar hadsiz kulakları halk etmiş. Eğer ih*lâs ile, niyet-i sadıka ile o havadaki kelimeler hayatlansalar, lezzetli birer meyve gibi ru*hanîlerin kulaklarına girer. Eğer rıza-yı İlâhî ve ihlâs o hava*daki kelimelere ha*yat vermezse, dinlenilmez.» (Lem’alar sh: 152)
38- «Hüsnü kabul ve hüsn-ü tesir ve teveccüh-ü nâsı ka*zanmak noktala*rının Cenâb-ı Hakkın vazifesi ve ihsanı oldu*ğunu ve kendi vazifesi olan tebliğde da*hil olmadığını ve lâzım da olmadı*ğını ve onunla mükellef olmadığını bilmekle ih*lâsa muvaf*fak olur. Yoksa ihlâsı kaçırır.» (Lem’alar sh: 150)
39- «Cenâb-ı Hakkın rızası ihlâs ile kazanılır; kesret-i etbâ’ ile ve fazla muvaf*fakiyetle değildir. Çünkü onlar, vazife-i İlâhiyeye ait olduğu için, istenilmez, belki bazan verilir. Evet, bazan bir*tek kelime sebeb-i necat ve medar-ı rıza olur. Kemiyetin ehemmiyeti o kadar medar-ı nazar olmamalı. Çünkü bazan bir*tek adamın irşadı, bin adamın irşadı ka*dar rıza-yı İlâhîye medar olur.» (Lem’alar sh: 152)
40- «Rıza-yı İlâhî kâfidir. Eğer o yâr ise, herşey yârdır. Eğer o yâr değilse, bü*tün dünya alkışlasa beş para değmez. İnsanların takdiri, istihsanı, eğer böyle işte, böyle amel-i uhrev*îde illet ise, o ameli iptal eder. Eğer müreccih ise, o ameldeki ihlâsı kırar. Eğer müşevvik ise saffetine izale eder. Eğer sırf alâmet-i makbuliyet olarak, istemeye*rek, Cenab-ı Hak ihsan etse, o amelin ve ilmin insanlarda hüsn-ü tesîri namına kabul etmek güzeldir ki, buna işarettir.» (Barla Lâhikası sh: 78)
41- «Büyük memurlardan bir kaç zat benden sordular ki: “Mustafa Kemal sana üç yüz lira maaş verip, Kürdistana ve vilâ*yât-ı şarkiyeye, Şeyh Sinûsî yerine vâiz-i umumî yapmak tekli*fini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin, ihtilâl yüzün*den kesilen yüz bin adamın hayat*larını kurtarmaya sebep olurdun” dediler.
Ben de onlara cevaben dedim ki: Yirmişer, otuzar senelik ha*yat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüz binler va*tandaşa, herbirisine milyonlar sene uhrevî hayatı ka*zandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zâyiatın yerine binler derece iş gör*müş. Eğer o tek*lifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye âlet ola*mayan ve tâbi olmayan ve sırr-ı ih*lâsı taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi. » (Şualar sh: 289)
42- «Evet, Risale-i Nur’un o kadar dehşetli muannidlere karşı galibâne mu*kavemeti, sırr-ı ihlâstan ve hiçbir şeye âlet edilmemesinden ve doğrudan doğruya saadet-i ebedi*yeye bakmasından ve hizmet-i imaniyeden başka bir mak*sat takip etmeme*sinden ve bazı ehl-i tarikatın ehemmiyet ver*dikleri keşif ve kerâmât-ı şahsiyeye ehem*miyet vermemek*ten ve velâyet-i kübrâ sahipleri olan Sahabîler gibi, veraset-i Nübüvvet sır*rıyla, yalnız iman nurlarını neşretmek ve ehl-i imanın imanlarını kurtarmak*tır.» (Kastamonu Lâhikası sh: 263)
43- «Amma, “Mânevî ve makbul ve zararsız ve bütün ehl-i iman ve hakikatın is*tedikleri nu*rânî makamlar ve uhrevî rütbe*lerden, hâlis kardeşlerimizden hüsn-ü zanla verilen ve ihlâsı*nıza zarar gelmediği halde, eğer kabul etsen, reddedilmeye*cek derecede senetler, hüccetler bu*lunduğu halde; sen, değil tevazu ve mahvi*yetle, belki şiddet ve hiddetle ve o makamı sana veren kardeşlerinin hatırını kırmakla o rütbelerden ve makamlardan kaçıyorsun.”
Elcevap: Nasıl ki ehl-i hamiyet bir insan, dostların hayatını kurtarmak için ken*dini feda eder. Öyle de, ehl-i imanın hayat-ı ebediyelerini tehlikeli düşmanlardan muhafaza etmek için, lüzum olsa—hem lüzum var—kendim, değil yalnız lâyık ol*madığım o makamları, belki hakikî hayat-ı ebediyenin makamlarını dahi feda et*meye, Risale-i Nur’dan aldığım ders-i şefkat ci*hetiyle terk ede*rim.
Evet, her vakit, hususan bu zamanda ve bilhassa dalâletten ge*len gaflet-i umu*miyede, siyaset ve felsefenin galebesinde ve enâ*ni*yet ve hodfuruşluğun heyecanlı asrında büyük ma*kamlar herşeyi kendine tâbi ve basamak yapar. Hattâ dünyevî makamlar için dahi mukaddesa*tını âlet eder. Mânevî makamlar olsa, daha ziyade âlet eder. Umumun nazarında kendini mu*hafaza etmek ve o makamlara kendini yakıştırmak için bazı kudsî hizmetlerini ve hakikatleri basamak ve vesile yapıyor diye itham altında kalıp, neşrettiği hakikatler dahi tereddütlerle revacı zedelenir. Şahsa, makama faydası bir ise, revaçsızlıkla umuma zararı bindir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 74)
44- «Tekellüfe ve kıymetten ziyade kendimi göstermeye ve zi*yade hüsn-ü zan edenlere karşı hoş görünmek için kendimi makam sahibi göstermek ve sırr-ı ihlâsa tam münâfi kendini büyük göstermek ve vakar perdesi altında benliğin za*rarlı ve fâni zevkini aramak hâletleri ise, ey nefsim, meftun olduğun o zevkleri hiçe indirirler.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 201)
45- «Sonra bizim hizmetimiz itibarıyla bizde zayıf damar sa*yı*lan, fakat hakikat nokta*sında herkesin makbulü ve her şahıs onu kazanmaya müştak olan “mânevî makam sa*hibi olmak ve velâyet mertebelerinde terakki etmek” ve o nimet-i İlâhiyeyi ken*dinde bilmektir ki, insanlara menfaatten başka hiçbir za*rarı yok. Fakat böyle benlik ve enaniyet ve menfaat*perestlik ve nef*sini kur*tarmak hissi galebe çaldığı bir za*manda, elbette sırr‑ı ihlâsa ve hiçbir şeye âlet olmamaya bina edilen hizmet-i imaniye ile şahsî makam-ı mâneviyeyi ara*mamak iktiza ediyor. Harekâtında onları istememek ve düşün*memek lâ*zımdır ki, hakikî ihlâsın sırrı bozulmasın.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 244)
46- «Nasıl ki Risale-i Nur’u ve hizmet-i imaniyeyi, dün*yevî rütbelerine ve şahsım için uhrevî makamlarına âlet yap*maktan sırr-ı ihlâs şiddetle beni men ettiği gibi; öyle de, Kendi şahsımın istirahatine ve dünyevî hayatımın güzelce, zahmetsiz geçmesine, o hizmet-i kudsiyeyi âlet yapmaktan cid*den çe*kiniyorum. Çünkü, uhrevî hasenatın bâki meyvelerini fâni hayatta cüz’î bir zevk için sarf etmek, sırr-ı ihlâsa muhalif olmasından, kat’iyen haber veriyorum ki, târikü’d-dünya ehl-i riyâzetin arzu ve kabul et*tikleri ruhânî, cinnî hüd*damlar bana hergün, hem aç olduğum zamanda ve yaralı oldu*ğum vakitte en güzel ilâç getirseler, hakikî ihlâs için kabul et*memeye kendimi mec*bur biliyo*rum. Hattâ berzahtaki evliyadan bir kısmı temessül edip bana helva bak*lavaları hizmet-i imaniyeye hürmeten verseler, yine onların elini öpüp ka*bul etmemek ve uhrevî, bâkî meyvelerini dünyada fâni bir surette ye*me*mek için, nefsim de kalbim gibi kabul et*memeye rıza gösteriyor. Fakat kast ve niyetimiz olmadan, inayet cihetinde gelen bereket gibi ikrâmât-ı Rahmâniye, hizmetin makbuliyetine bir alâmet ol*duğundan, nefs-i emmâre ka*rışmamak şartıyla ruhumla ka*bul ederim. Her neyse, bu mesele bu kadar kâfi.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 12)
47- «Risale-i Nur’un Kur’ân’dan aldığı dersin en birinci esası benlik, enaniyet, hodfu*ruşluğu terk etmek lüzumudur. Tâ ihlâs-ı hakikî ile imanın kurta*rılmasına hizmet edilsin. Cenab-ı Hakka şükür, o âzamî ihlâsı kazananların pek çok efradı meydana çıkmış. Benliğini, şan ve şerefini en küçük bir me*sele-i imaniyeye feda eden çoktur. Hattâ Nurun biçare bir şa*kirdinin düşman*ları dost olduğu vakit onunla sohbet etmek ço*ğal*dığı için, rahmet-i İlâhiye cihetinde sesi kesilmiş. Hem de ona takdirle bakanlar isabet-i nazar hük*müne geçip onu incitiyor. Hattâ musafaha etmek de tokat vurmak gibi sıkıntı veri*yor. “Senin bu vaziyetin nedir?” diye soruldu. “Madem milyon*lar kadar arkadaşla*rın var; neden bunların hatırlarını muhafaza etmiyorsun?”
Cevaben dedi: “Madem mesleğimiz âzamî ihlâstır; değil benlik, enaniyet, dünya sal*tanatı da verilse, bâki bir mesele-i ima*niyeyi o saltanata tercih etmek âzamî ihlâsın ikti*zasıdır. » (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 246)
48- «Bediüzzaman Said Nursî’nin cihanşümul Kur’ân ve iman ve İslâmiyet hizmetindeki müstesna muvaffakiyet ve zaferi*nin ve Risale-i Nur’daki kuvvetli tesiratın sırrı, kendi*sinin ihlâs-ı etemmi kazanmış olmasıdır. Yani, yal*nız ve yalnız rıza-yı İlâhîyi esas maksat edinmiştir. Bu hususta, “Mesleğimizin esası, âzamî ihlâs ve terk-i enaniyettir. İhlâslı bir dirhem amel, ih*lâssız yüz bat*man amele müreccahtır. İnsanların maddî mânevî he*diye*lerinden hürmet ve teveccüh-ü âmmeden, şöhretten şiddetle kaçıyorum” der. Ziyaretçi kabul etmemesinin bir hikmeti de bu sır olsa gerek. Hem ihlâsa verdiği gayet fazla ehemmiyet, yüz otuz parça eserinden yalnız İhlâs Risalesinin ba*şına, “Lâakal her on beş günde bir defa okunmalıdır” kaydını koy*masından da anlaşılıyor. “Büyük Mahkeme Müdafaatı” ki*tabında, “Risale‑i Nur, değil dünyaya, kâinata da âlet edi*lemez; gayemiz rıza-yı İlâhîdir” de*miştir.
İşte bu sırr-ı ihlâstandır ki, İmam-ı Gazâli (r.a.) gibi en meşhur İslâm hükemaları*nın eserlerini tetebbu eden muhakkik ve müdakkik bir ehl-i ilim diyor ki:
“Risale-i Nur’dan okuduğum bir sayfanın bana verdiği istifade, diğer eser*lerin on sayfasından daha fazladır.”» (Tarihçe-i Hayat sh: 699)
49- «Said Nursî, Kur’ân ve imâna hizmet mesleğini ihtiyar edip, hiçbir maddî ve mânevi menfaat, salâhat ve velîlik gibi mâ*nevi makamları maksat ve gaye etmeden, sırf Cenab-ı Hakkın rı*zası için hizmet yapmıştır. Basiretli ehl-i ilim tarafından bü*tün Müslümanlarca “Zuhuru beklenen siyasî ve dinî bir halâskârdır” gibi şahsına verilen yüksek mertebeyi Bediüzzaman hiddetle reddetmiş, kendisinin ancak Kur’ân’ın bir hizmetkârı ve Risale-i Nur talebelerinin bir ders arkadaşı oldu*ğuna inanmış ve beyan etmiştir.» (Sözler sh: 758)
50- «Elhasıl: Hakikat-i ihlâs, benim için şan ve şerefe ve maddî ve mânevî rütbe*lere vesile olabilen şeylerden beni men edi*yor. Hizmet-i Nuriyeye, gerçi büyük zarar olur; fakat, kemiyet keyfi*yete nisbeten ehemmiyetsiz olduğundan, hâlis bir hâdim olarak, haki*kat-i ihlâs ile, herşeyin fevkinde hakaik-i imaniyeyi on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetle binler adamı irşad etmekten daha ehemmi*yetli görüyorum.
Çünkü o on adam, tam o hakikati herşeyin fevkinde gör*düklerinden, sebat edip, o çekirdekler hükmünde olan kalbleri, birer ağaç olabilirler. Fakat o binler adam, dünyadan ve felsefeden gelen şüpheler ve vesveselerle, o kutbun ders*lerini, “Hususî ma*kamından ve hu*susî hissiyatından geliyor” nazarıyla bakıp, mağ*lûp olarak dağıtılabilirler. Bu mânâ için hiz*metkârlığı, maka*matlara ter*cih ediyorum.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 75)
51- «Âdil kadere de derim ki:
Ben senin bu şefkatli tokatlarına müstahak idim. Yoksa her*kes gibi gayet meşru ve za*rarsız olan bir yol tutarak şah*sımı düşünseydim, maddî-mâ*nevî füyûzât hislerimi feda etmeseydim, iman hizmetinde bu büyük mâ*nevî kuvveti kaybedecektim. Ben maddî ve mânevî herşeyimi feda ettim, her musibete katlandım, her işkenceye sabret*tim. Bu sayede hakikat-i imaniye her tarafa yayıldı. Bu sayede Nur mekteb-i irfa*nının yüz bin*lerce, belki de milyon*larca talebeleri yetişti. Artık bu yolda, hizmet-i imaniyede onlar devam edeceklerdir. Ve benim maddî ve mânevî herşeyden ferağat mesleğimden ayrıl*ma*ya*caklardır. Yalnız ve yalnız Allah rızası için çalışacaklar*dır.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 80)
Yukarıda kısmen nakledilen beyan ve derslerde gö*rüldüğü üzere hakikat*ların neşir ve tebliğinde mes*lek hâ*lisiyeti ve a’zamî fedakârlık ve maddî-manevî her*şeyden feragat etmek gibi makbu*liyet ve te’sir şartları da lazım geliyor. Çünkü liyakatın derece*sine göre te’siri ihsan den Allah’tır. Şu halde hakaik-i Kur’âniyenin tereşşühatı olan Risale-i Nurdaki dersleri kendi namına anlatan ve neşreden ve böylce kendini, bu Kur’anî ve ulvî hakikatların sahibi ve mazharı olduğunu gösteren kişinin ihlâs yolundan yürüdüğü nasıl kabul edilir? Allah’ın inayetine ne suretle layık olunur? Hem bu yoldaki muvaffakiytin istidracî bir ceza olmasından kor*kulmaz mı? İşte bu vartaya dikkat çeken Hazret-i Üstad di*yor ki:
52- «Teveccüh-ü nâs istenilmez, belki veri*lir. Verilse de onunla hoşlanılmaz. Hoşlansa ihlâsı kaybeder, riyâya girer. Şan ve şeref arzusuyla tevec*cüh‑ü nâs ise, ücret ve mükâfat değil, belki ih*lâssız*lık yüzünden gelen bir itab ve bir mücazattır. Evet, amel-i sa*lihin hayatı olan ihlâsın zararına teveccüh-ü nâs ve şan ve şeref, kabir kapısına kadar muvakkat olan bir lezzet-i cüz’i*yeye mukabil, kab*rin öbür tarafında azâb-ı kabir gibi nâhoş bir şekil aldığından, te*vec*cüh-ü nâsı ar*zu etmek değil, belki ondan ürkmek ve kaçmak lâzım*dır. Şöhretperestlerin ve şan ve şe*ref peşinde koşanların ku*lakları çınlasın!» (Lem’alar sh: 149)
Hakikatların neşir ve tebliğinde çok ehemmiyetli diğer bir husus da kud*siyet hakikatı*dır. Üstad Bediüzzaman Hazretleri di*yor ki:
53- «Ben görüyorum ki: Kur’ân-ı Hakîmin hakaikine ait bazı kemâlât, o hakaike del*lâllık eden vasıtalara veriliyor. Şu ise yanlıştır. Çünkü, me’hazın kudsiyeti, çok bur*hanlar kuv*vetinde tesirat gösteriyor, onunla ahkâmı umuma kabul ettiri*yor. Ne vakit dellâl ve vekil gölge etse, yani onlara teveccüh edilse, o me’hazdaki kudsiyetin tesiri kaybolur.» (Mektubat sh: 319)
54- «Cumhur-u avâmı, burhandan ziyade, me’hazdaki kud*siyet imtisâle sevk eder.» (Mektubat sh: 470)
55- «Mantıkça mukarrerdir ki, zihin, melzumdan tebeî ola*rak lâzıma intikal eder ve lâzı*mın lâzımına tabiî olarak etmez. Etse de, ikinci bir teveccüh ve kasıtla eder. Bu ise gayr-ı tabiî*dir.
Meselâ, hükmün me’hazı olan şeriat kitapları melzum gi*bidir. Delili olan Kur’ân ise, lâzımdır. Muharrik-i vicdan olan kudsiyet, lâzımın lâzımıdır. Cumhurun nazarı kitap*lara temer*küz ettiğinden, yalnız hayal meyal lâzımı tahattur eder. Lâzımın lâzımını nâdiren tasavvur eder. Bu cihetle, vicdan lâkaytlığa alışır, cumudet peyda eder.
Eğer zaruriyat-ı diniyede doğrudan doğruya Kur’ân gös*teril*seydi, zihin tabiî olarak müşevvik-i imtisal ve mûkız-ı vicdan ve lâzım-ı zâtî olan kud*siyete intikal ederdi. Ve bu suretle kalbe meleke-i hassasiyet gelerek, imanın ihtaratına karşı asamm kalmazdı.
Demek, şeriat kitapları, birer şeffaf cam mâhiyetinde olmak lâzım gelirken, mürur-u zamanla, mukallitlerin hatâsı yüzünden paslanıp hicap olmuşlardır. Evet bu kitaplar, Kur’ân’a tefsir olmak lâzımken, başlı başına tas*nifat ([29]) hük*müne geçmişlerdir.
Hâcât-ı diniyede cumhurun enzarını doğrudan doğruya, câ*zibe-i i’câz ile revnakdar ve kudsiyetle hâledar ve daima iman vasıtasıyla vicdanı ihtizaza getiren hitab-ı Ezelînin timsali bu*lunan Kur’ân’a çevirmek üç tarikledir:
1. Ya müellifînin bihakkın lâyık oldukları derin bir hürmeti, emniyeti ten*kitle kırıp o hicabı izale etmektir. Bu ise tehlike*dir, insafsızlıktır, zulüm*dür.
2. Yahut, tedricî bir terbiye-i mahsusayla kütüb‑ü şeri*atı şeffaf birer tef*sir suretine çevirip, içinde Kur’ân’ı göster*mektir: Selef-i Müçtehidînin kitapları gibi, Muvatta, Fıkh-ı Ekber gibi. Meselâ, bir adam İbni Hacer’e nazar et*tiği vakit, Kur’ân’ı anlamak ve Kur’ân’ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbni Hacer’in ne dedi*ğini anlamak maksadıyla değil. Bu ikinci tarik de zamana muhtaçtır.
3. Yahut cumhurun nazarını, ehl-i tarikatın yaptığı gibi, o hi*ca*bın fevkine çıka*rarak, üs*tünde Kur’ân’ı gösterip, Kur’ân’ın hâ*lis malını yalnız ondan iste*mek ve bilvasıta olan ahkâmı vası*tadan aramaktır. Bir âlim-i şeriatın va’zına nis*beten, bir tari*kat şeyhinin va’*zındaki olan halâvet ve câzibiyet bu sır*dan neşet eder.» (Sünuhat-Tuluat-İşarat sh: 29)
Hazret-i Üstadın beyan ettiği mezkûr hakikati, önce kendi şahsına tatbik edip Risale-i Nurdaki hakaikin Kur’an’ın malı ol*duğunu, kendi malı olmadığını israrla nazara verir. Bizlerde aynı dersi nazara alarak, konuşma ve yazılarımızın, Risale-i Nurun malı olduğunu beyan etmekle hakikatleri sahibine vermek ve böylece kudsiyetin kalb ve ruhlardaki te’sirini kırmamak mecbu*riyetindeyiz.
İşte bahsolunan hakikata istinaden Hazret-i Üstad diyor ki:
56- «Nev’-i insanın yüzde sekseni ehl‑i tahkik değil*dir ki, hakikate nüfuz etsin ve hakikati hakikat tanıyıp kabul et*sin. Belki, surete, hüsn-ü zanna bi*naen, makbul ve mu*temed in*sanlardan işittikleri mesâili takliden kabul eder*ler. Hattâ, kuvvetli bir haki*kati zayıf bir adamın elinde zayıf görür; ve kıymetsiz bir meseleyi kıymettar bir ada*mın elinde görse, kıy*mettar telâkki eder.
İşte, ona binaen, benim gibi zayıf ve kıymetsiz bir biça*re*nin elindeki hakaik-i imaniye ve Kur’âniyenin kıymetini, ekser nâsın nokta-i nazarında dü*şürmemek için, bilmec*buriye ilân edi*yorum ki, ihtiyarımız ve haberimiz ol*madan, birisi bizi is*tihdam edi*yor; biz bilmeyerek bizi mühim işlerde çalıştı*rıyor. Delilimiz de şudur ki: Şuurumuz ve ihtiya*rımızdan hariç bir kısım inâyâta ve teshilâta mazhar oluyoruz. Öyleyse, o inâyetleri bağıra*rak ilân etmeye mecburuz.» (Mektubat sh: 370)
İşte Bediüzzaman Hazretleri mazhar olduğu Risale-i Nurun hakaikını, müellifi olmasına rağmen kendine mal etmez ve şahsî ilmiyle irşad etmek kapı*sını kapadığını şöyle açıklar:
57- «Ben Kur*’*ân‑ı Hakîmin sırf bir hizmetkârıyım, o mu*kad*des dükkânın bir dellâlıyım. Şahsî dükkânımdaki pe*rişan, ehem*miyetsiz şeyleri satışa çıkarmayaca*ğım ve çıkarmak istemi*yo*rum. Çünkü, Kur’ân-ı Hakîmin kudsî elmaslarının kıymetlerine şüphe îras etmemek için, pe*rişan ve şahsî dükkânımda bulunan kırık cam parçalarını satsam, hakikî sar*raf olmayan müşteriler, dellâl*lık vaktinde elimde gördükleri elmaslara da şişe nazarıyla bakabi*lir*ler; zi*hinlerine bir iltibas, bir şüphe gelir. Onun için, şahsî dük*kânımı kat’iyen kapamışım. Bana o mukaddes dükkânın hiz*met*kârlığı yeter. Müflis bir hizmetkâr olsam, daha hoşuma gidi*yor.» (Barla Lâhikası sh: 269)
Samimi bir Nurcu bu beyandan şu dersi alır: Madem eşsiz Alleme Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur’a karşı şahsî ilmini ortaya koymadığını söylüyor, bu beyan bana bakan bir ikazdır ve bu yol aslında bana kapalı olmalı*dır der. Ancak Risale-i Nur hakkında teşvik, takdir, tebliğ ve müdafaaya bakan konuşma ve yazılar ve tahşiyeler müs*tesnadır ve hizmettir.
Evet, asrın imamını ve onun manevî cihad hareketini tanıtıp ehl-i dalalet cereyanına karşı ehl-i imana isti*nad noktasını gös*termek, ehemmiyetli bir vazife olduğu, Risale-i Nur eserlerinde ifade ve beyan edilir:
58- «Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesse*lâm, vahye istina*den, herbir asırda kuvve-i mâne*viye-i ehl-i imanı muhafaza etmek için, hem deh*şetli hadiselerde ye’se düşmemek için, hem âlem‑i İslâmiyetin bir silsile-i nuraniyesi olan Âl-i Beytine ehl-i imanı mânevî raptetmek için Meh*dîyi haber vermiş.» (Mektubat sh: 96)
Afyon Ağır Ceza Mahkemesinde Risale-i Nurun hakkı*yetini ve Nur Şakirdi olduklarını kahramanca müdafaa ve resmen ilân eden kahraman Nurculardan Merhum Ahmed Feyzi Efendî, mez*kûr hadîs-i şerifin maksad ve mâ*nâsına isti*naden mahkeme huzu*runda diyor ki:
59- «Âhirzamanda hadisin haber verdiği şahısların mesele*sine gelince: Bu mevzuları biz ken*dimiz uydurmadık. Bunların aslı dinde mevcuttur. Pey*gamber Aleyhissalâtü Vesselâm, bazı hadis*lerle, ümmet-i Muhammediyenin (a.s.m.) ömrünün 1500 seneyi pek geçmeyeceğini söylü*yor. O zama*na kadar da ümmet-i Muhammediyenin (a.s.m.) ve dünyanın hayatında mühim te*sir yapacak bü*yük tarih hadiselerini, “kıyamet alâmetleri” diye haber veriyor. Bunların şerri üzerine ümmet-i İslâmiyenin nazar-ı dik*katini celb ediyor. Gaflet ve cehaletle bu şerlere dûçar olanların ebedî şe*kavet ve helâketle karşılaşacaklarını söylüyorlar. Bunlara dair sayısız dinî burhanlar mevcuttur. Bizler Allah’a ve Resulüne ve Kur’ân’a inanmışız. Şimdi bu imanın ve Peygamberin sıdkına olan bu itikadın neticesi olarak kendimizi helâk-ı ebedî*den kur*tarmak için çalışmayalım mı? Etrafımızda olup bitenleri görmeye*lim mi? “Acaba bu tehlikeli zaman gelmiş midir? Sakın bu tehlike*lere düşen nesil biz olmayalım?” diye bunları mevcut dinî haki*kat*lere tatbik cihetlerini göstermeyelim mi?» (Şualar sh: 563)
..şeklinde devam eden beyan ve müdafaasında, o günün çok ağır şartla*rına rağmen âhirzaman şer cereyanını ta*nıtma*sında ve karşısındaki tamirci Nur cereyanını da na*zara vermek*tedir.
60- «Bu mücahede-i mâneviyede Kur’ân’ın nurundan gelen bir Nur, ehl-i imana bir nokta-i istinat olacağını mânâ-yı işârî ile haber veriyor diye kalbime ihtar edildi.» (Şualar sh: 271)
61- «Aziz, sıddık kardeşlerim,
Sizin tesanüdünüze benim ziyade ehemmiyet verdiğimin se*bebi, yalnız bize ve Risale-i Nur’a menfaati için değil, belki tah*kikî imanın dairesinde olmayan ve nokta-i isti*nada ve sar*sılmayan bir cemaatin kat’î buldukları bir hakikate da*yanmaya pekçok muhtaç bulunan avâm-ı ehl-i iman için da*lâlet cereyanlarına karşı yılmaz, çekilmez, bozulmaz, al*datmaz bir merci, bir mürşid, bir hüccet olmak cihetiyle, sizin kuvvetli tesanüdünüzü gören kanaat eder ki, bir hakikat var, hiçbir şeye feda edilmez, ehl-i dalâlete başını eğmez, mağ*lûp olmaz diye kuvve-i mâneviyesi ve imanı kuvvet bulur, ehl-i dünyaya ve sefahete iltihaktan kurtulur.» (Şualar sh: 320)
Risale-i Nur ve cereyanı nazara verilmezse, avam-ı ehl-i iman bu istinad noktasını nasıl bilecek ve avamı isti*nadsız ve kuvve-i maneviyesi kırık bir vazi*yette bıra*kılmış olmaz mı? ve bu vaziyet gizli cereyana yardım mânâ*sına gel*mez mi? İşte bun*dan sonra gelecek ders ve tavsiyelere de bu nazarla bakılsın şöyle ki:
62- «Risale-i Nur’un tesettür perdesinden çıkıp gayet bü*yük ve umumî bir me*selede kendi kendine merkezlerinde müba*rezesi zamanında şakirdlerini ar*kasında bulmak ve kaç*mamakla sarsılmaz ve mağlûp olmaz bir hakikata bağlan*dıklarını mütereddit ve mütehayyir ehl-i imana göstermesi gayet lü*zumlu olduğunu dahi nazarınıza ve meşveretinize alınız.» (Şualar sh: 327)
63- «Üstadımız diyor ki:
Mahkemelerin tehirinde hayır var. Şimdiye kadar Nura ve Nurculara verilen zahmetler, rahmetlere dönmesi gösteriyor ki, bu tehirde de hayırlar var ki, birisi bu olmak ihtimali var:
Hariç âlem-i İslâmda Nurun ehemmiyetli tesire başlaması ve inkişaf ve inti*şarı ve bura*nın siyasîleri Avrupa’ya bir rüşvet olarak bir derece Avrupalaşmak meylini göstermesi, hariçte zannedil*mekle mahkemelerce Nurun serbestiyet-i tâmmesi için karar ver*mek, hariç âlem-i İslâmda Nurların hakikî ihlâsına böyle bir şüphe gelecekti ki, ya Nurcular riyakârlığa mecbur olmuş*lar veyahut böyle medenîleşmek fikrinde olanlara ilişmi*yorlar, zaaf gösteriyorlar diye, Nurun kıymetine büyük zarar olduğu için, bu tehir o evhamları izale eder. Ve ispat ediyor ki, otuz seneden beri İslâmiyetin şiarına muhalif şeylere baş eğ*miyorlar. » (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 107)
64- «Şimdi şu zamanda iman-ı tahkikînin dersini vermek pek büyük bir fazilettir ve kudsî bir vazifedir. İman-ı tahkikîyi taşı*yan bir mü’min, çok mü’min*lere bir nokta-i is*tinad olur ki, şuursuz olarak avâm-ı mü’minîn ve iman-ı tahkikî sahi*binin kuvvet-i imanına istinad ederek kuvve-i mâneviyeleri kırıl*maz; da*lâletlere karşı dayanırlar. İşte şöyle bir derste bulun*duğunuz için Cenab-ı Hakka şükretmelisiniz. » (Barla Lâhikası sh: 250)
65- «Bu zamanda onun bir mucizesi ve nuru olan Risale-i Nur dahi, felsefe-i maddiyeden gelen dehşetli dalâlet-i ilmiyeye karşı, avâm-ı ehl-i imanın, taklîdî olan imanlarını, o dalâlet-i ilmi*yenin savletinden kurtarıp, umum ehl-i imana bir nokta-i is*tinad ve yakın ve uzak*larda olanlara dahi, zaptedilmez bir kale hükmüne geçmiştir ki, bu emsalsiz dehşetli dalâ*letler içinde, yine avâm-ı mü’mi*nin imanını, şüphelerden ve İslâmiyetini, hakikat*sizlik vesve*selerinden muhafaza ediyor.
Evet, her tarafta, hattâ Hint ve Çin’de ehl-i iman, bu zamanın çok dehşetli da*lâletinin ga*lebesinden, “Acaba İslâmiyette bir haki*katsizlik mi var ki, sarsılmış?” diye şüpheye ve vesve*seye düştüğü vakit birden işitir ki, bir risale çıkmış, imanın bütün hakikatle*rini kat’î ispat eder, felsefeyi mağlûp edip zendekayı susturuyor, diye anlar. Birden o şüphe ve vesvese zâil olup imanı kurtulur ve kuvvet bulur.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 91)
66- «Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, bu zamanda Risale-i Nur’da, nokta-i istinad olarak avam-ı mü’minînin en zi*yade muhtaç oldukları ve Nurda bulduk*ları öyle bir hakikattir ki; hiçbir şeye âlet olmayacak ve hiçbir garaz ve maksat, içine girme*yecek ve hiçbir şüphe ve vesveseye meydan vermeyecek ve hiçbir düşman ona bahane bulup çürütmeyecek ve yalnız hak ve hakikat için ona çalışanlar bulunacak, dünya maksatları ona karışmaya*cak, tâ ki, uzakta olan ehl-i iman, o hakikate ve sadık nâ*şirlerine tam itimad edip imanlarını, zındıkların ve din*siz*lerin, din aleyhindeki dehşetli filozofların itirazların*dan ve inkârla*rından kurtarsınlar.
Evet, o ehl-i iman, lisan-ı hal ile diyecek ki: Madem bu haki*kati, bu kadar şid*detli düş*manları çürütemediler ve itiraz edemi*yorlar; ve şakirdleri, haktan başka onun hizmetinde hiç*bir maksat taşımı*yorlar. Elbette, o hakikat, ayn-ı hak ve mahz-ı hakikattir diye, bin burhan kadar bir delil hükmünde imanını kuvvetlen*dirir ve kurtarır; ve “İslâmiyette bir hakikatsızlık mı var?” diye daha evhama düşmeyecekler.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 214)
67- «Dalâlet cereyanlarının karşısında ehl-i iman fe*dakârlarından büyük bir şahs-ı mânevî meydana çıka*ra*rak, muhkem bir sedd-i Kur’ânî ve imanî tesis edip mü’*minle*rin nokta-i istinadı olmasıdır. İnandığı kudsî dâ*vâya göster*diği azim ve sebatla, mü’minlerin kalblerini ihtizaza vererek, ruh*larda İslâmî aşk ve heyecanı uyandırmasıdır.» (Tarihçe-i Hayat sh: 23)
68- «Risale-i Nur’dan tahkikî iman dersi alan ve gittikçe zi*yadeleşen Nur tale*belerinin imanları inkişaf etmiş, imanî bir şe*hamet ve İslâmî bir cesarete sahip olmuşlardır. Nasıl ki, cesur bir kumandan yüzlerce askere lisan-ı haliyle cesaret verir ve nokta-i istinad olursa, ay*nen öyle de, Risale-i Nur şahs-ı mânevîsinin mümessili olan Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri başta olarak, tahkikî iman dersleriyle imanları kuvvetlenen yüz binlerce, şimdi milyonlarca Nur talebeleri, ehl-i imana bir nokta-i istinad ve bir hüsn-ü misal olmuşlar*dır. Nur talebele*rinin bu iman kuvvet*leri ve dinsizliğe karşı kahramanca mücadele*leri, halkın üzerinde çok tesir yapmış ve bir intibah (uyanıklık) hu*sule ge*tir*miştir. Böylelikle, milletin içindeki korku ve evhamları da Risale-i Nur’la izale etmişler, vatan ve millete umumî bir ce*saret, ümit ve ferahlık husule getirip Müslümanları yeisten kur*tarmışlardır.» (Tarihçe-i Hayat sh: 162)
69- «İslâmiyet nurundan ve iman kardeşliğinden gelen bir kuvvet ve rabıta ile teşkil ettiği Nur şakirdleri şahs-ı mânevîsi, ehl-i dalâletin cemaatle hü*cumuna mukabil çıkmış, bu suretle mü’minlerin nokta-i istinadı, kızıl tehli*kenin bu vatanı istilâsına karşı Kur’ânî bir sed ve âlem-i İslâmın kahraman Türk milletine eskisi gibi muhabbet, uhuvvet ve it*tifakının medarı ol*muştur.» (Tarihçe-i Hayat sh: 457)
İşte bunun gibi pek çok beyanlar gösteriyor ki, Risale-i Nur ve cemaatı*nın var*lığını ehl-i iman bil*meli ve du*yurmalıki buna tebliğ vazifesi denir. Nitekim Hz. Üstadın mahkemelerin uzatıl*ması hakkındaki şu ifa*deleride bu ha*ki*kate dikkat çeker, şöy*leki:
70- «Meselemizi uzatmada, Nurlara nazar-ı dikkati ge*niş bir dairede celb etme*sinden, onları okumasına bir umumî dâ*vet ve resmî bir ilânat hük*münde, işiten müş*takların okumak heveslerini tahrik ettiğinden, sıkıntı*mızdan, zarardan yüz derece zi*yade bize ve ehl-i imana menfaatlere vesiledir. Zaten bu zamanda, en geniş daire-i zeminde, en dehşetli ve küllî bir hü*cumda tecavüz eden dalâlet ordularına karşı böyle kudsî bir ders, bu su*retle atom bombası gibi in*şaallah tesirini göstermeye bir işa*rettir.» (Şualar sh: 519)
-
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
Hem yine Hz. Üstad matbuat ve broşürle yapılan neş*riyat hakkında da şöyle der:
71- «Bu sırada, hem Ehl-i Sünnet gazetesi, hem buranın ga*ze*tesi, hem Zübeyir’in hararetli mu*kabelesi, Nurlarla iştigalleri gü*zel bir ilânat hükmüne geçtiler. Benim bedelime, benim ho*şuma giden bize dair bahislerine bakınız, bana bildiri*niz.» (Şualar sh: 530)
72- «Tahsin’in neşrettiği Tarihçe-i Hayat yirmi büyük mec*mua kadar fayda verdi, fütuhat yaptı. Şimdi bir parça ilişmelerine kat’i*yen merak etmesin. Nazar-ı dik*kati celb ettiği için, bü*yük bir ilânname hükmüne geçti.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 235)
73- «Nurlara olan taarruzların bir zararı olsa, yirmi faydası vardır. Elbette yirmi kazanca karşı bir zarar hiç hük*mündedir. Taarruzlar ancak ve ancak Nurun neşriyat ve fütu*hatı*nın genişlemesine, inkişafına sebeptir ve millet-i İslâmiye na*zarında itimat ve emniyet kazanmasına medardır. Risale-i Nur’un Anadolu genişliğinde ve âlem-i İslâm vüs’a*tında ve Avrupa ve Amerika çapındaki maddî ve mânevî tesirat ve fütuhatına ve neşriya*tına şahit olan İslâmiyet düşmanları yine bazı taarruzlar yapmışlar. Aldığımız haberlere göre, bu taarruz*lardan sonra, hususan şark vilâyetlerinde, eskisine na*zaran Nurun fü*tuhatı on gün içinde on misli fazlalaş*mış. Hem böylelikle halkın nazar‑ı dikkati Risale-i Nur’a ve Üstadımıza çevrilmiş, uyuyanlar uyanmış, tembeller ha*rekete gelmiş, ihtiyatsızlar ihtiyata muvaffak olmuşlardır.» (Tarihçe-i Hayat sh: 689)
74- «Mahkememizin tehirinde ve tahliye olan kardeşlerimi*zin yine mahkeme gününde bu*rada bulunmalarında büyük hayır*lar var.
Evet, Risale-i Nur’un meselesi, âlem-i İslâmda, hususan bu memlekette küllî bir ehemmi*yeti bulunduğundan böyle heyecanlı toplamalarla umumun nazar-ı dikkatini Nur hakikatle*rine celb etmek lâzımdır ki, ümidimizin ve ihtiyatımızın ve giz*lememizin ve muarızların küçültmelerinin fevkinde ve ihtiya*rımı*zın haricinde böyle şâşaa ile Risale-i Nur kendi derslerini dost ve düş*mana âşikâren veriyor. En mahrem sırlarını en nâmahremlere çekin*meyerek gösteriyor. Madem hakikat budur; biz küçücük sıkıntı*larımızı “kinin” gibi bir acı ilâç bilip sa*bır ve şükretmeliyiz, “Yâhu bu da geçer” demeliyiz.» (Şualar sh: 502)
75- «Bu zamanda Nurlarla hizmet-i imaniye, her tarafta ilânatla ve muhtaç olan*ların nazar-ı dikkatlerini celb etmekle olur. İşte, hapsimizle, Nurlara nazar-ı dikkat celb olu*nur, bir ilânat hükmüne geçer. En ziyade muan*nid veya muh*taç olanlar onu bulur, imanını kurtarır ve inadı kırılır, tehlikeden kurtulur ve Nurun dershanesi genişlenir.» (Lem’alar sh: 266)
Yine bütün bu derslerde, Risale-i Nurları gizlememek ve alenî göstermek hikmet*lerini nazara veriyor.
Hz. Üstad hayatı boyunca ve en mütecaviz cereyan karşı*sında ve hizmet faaliyetle*rinde hizmetin deva*mını sağlamak için gerekli ihtiyat ve tedbirle bera*ber daima Risale-i Nuru, müdafa*atiyle ve neşriyatiyle med*hetmiş izhar ve ilan etmiştir.
Evet Hazreti Üstad diyor ki:
«İhtiyatla beraber, sadâkatı ve irtibatı ve hizmeti de*ğiştirmemek lâ*zımdır.» (Şualar sh: 342)
Yani ihtiyat hizmeti durdurmak manasında değildir. İhtiyat hizmeti selâ*metle devam ettirmek için*dir. Amma çok şiddetli şartların karşısında hizmette tevakkuf hali, ayrı bir husustur. Evet Ashab-i Kehf’in tebliğ vazifesinde te*vak*kufla mağaraya çe*kilmeleri gibi dinî hizmette de çok şiddetli ve müstevli teca*vüze karşı tevakkuf caiz olur. Hazreti Üstad muvakkat ve kısmî bazı tevakkufları şöyle anlatır:
76- «Eğer Ankara’da hâkim olan Halk Partisi, oraya giden Risale-i Nur’un kuvvetli kitap*larına karşı inat etse ve musalâha niyetiyle himayesine çalışmazsa, bizim en rahat yerimiz ha*pistir ve mülhidler, bolşevizmi zendeka ile birleş*tirdiğine alâ*mettir ve hükümet, on*ları dinlemeye mecbur olur. O zaman Risale-i Nur çekilir, tevakkuf eder, maddî ve mânevî mu*sibetler hü*cuma başlarlar.» (Şualar sh: 337)
İşte böyle şiddetli hücumların yapıldığı ve halkın ürkütül*düğü o zaman*larda dahi ihtiyatla beraber Risale-i Nurun bazı ehemmiyetli parçaları bazı resmî makam sa*hiple*rine gönderili*yordu. Ezcümle bir mektubta şöyle de*niliyor:
77- «Haşirdeki Mahkeme-i Kübraya Şekvâ” namındaki ve yirmi sekiz sene ev*vel Meclis-i Meb’usana hitaben yazılan ve o vakit tab edilen on maddelik namaza dair parça ve bir de Mustafa hakkında dört sene evvel Reisicumhura yazılan üç mad*delik parça, şimdi, bu za*manda Ankara’da bazı meb’usların na*zarına ve imanlı hükûmet erkânına göstermek niyetiyle Ankara’ya gön*derilmiş. Size de berâ-yı malûmat gönderiyoruz. » (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 66)
78- «Bir Maarif Vekili, perdeyi yüzünden kaldırdı ve küfr-ü mutlakı başka bir kisvede gös*terdi. Bizim son gönderdiğimiz müda*faatı daha almadan başka sâika ile o beyannameyi yaz*mış. Gerçi ben o daireye göndermeyi düşünmüyordum; fakat kardeşlerimizin tensibiyle onlara da göndermek hem münasip, hem lâzım oldu*ğunu bu hal gösterdi. Çünkü, herhalde bu derece il*hadda taassup taşıyan bir vekil, Ankara’ya gönderilen evrak ve mahrem risalelere karşı lâkayt kalmazdı. Birden, doğrudan doğruya cerh edilmez müdafaatlar başına vuruldu, çok iyi oldu. İnşaallah, o da*irede dahi Risale-i Nur lehinde kuvvetli bir cereyan uyan*dı*racak.
Kardeşlerim, madem bir kısmın mâhiyetleri bu tarzdır; on*lara, o kısma tes*lim ol*mak, bir nevi intihardır, İslâmiyetten piş*man olmaktır, belki dinden insilâh etmek*tir. Çünkü o de*rece ilhadda taassup etmiş ki, bizim gibilerden yal*nız teslimiyetle ve ta*sannu ile razı olmuyorlar. “Kalbini ve vicdanını bırak, yalnız dün*yaya çalış” derler. İşte bu vaziyete karşı inayet-i Rabbâniyeye da*ya*nıp metanet ve sabır ve tevekkül ederek dört sandık Risale-i Nur eczaları o merkeze yetişip, kuvvetli hakikatlerle galebe çalma*sına dua etmekten başka çare yoktur. » (Şualar sh: 334)
79- «Bu mes’elemizin tehiri hayırdır. Çünkü bütün mektep*lerde ve dairelerde ve halkta, o ölmüş dehşetli adamın muhab*beti telkin ediliyor. Bu hal ise, âlem-i İslâma ve istikbale pek elîm ve acı bir tesiri olacaktı. Şimdi ihtiyarımızın haricinde, onun mahi*yeti ne olduğunu, en başta ve en ziyade alâkadar ve en son ondan vazgeçecek adamların ellerine kat’î hüccetler gösteren ve ispat eden Risale-i Nur geçmesi, kemâl-i merak ve dikkatle okunması öyle bir hadisedir ki, bizler gibi binler adam hapse girse, hattâ idam olsalar, din-i İslâm cihe*tiyle yine ucuzdur. » (Şualar sh: 338)
Bu nakledilen nümuneler gibi hayli yazılar, ikazlar ve ders*lerden açıkça anlaşılıyor ki, Risale-i Nur’a karşı çe*kingenlik his*sini telkin eden ve aşağılık duygusunu aşılayan gereksiz gizlilik*ler ve tavizkâr davranışlar makbul değil*dir.
Çok az miktarı alınan tebliğ ve neşir ve neşrin nasıl yapıl*ması hakkındaki bu bahisler, bu neşir ve tebliğ hizmetinin de*ğişmez bir vazife ve esas ol*duğunu gösteriyor.
-
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
14-TARAFGİRLİĞİ TERK ESASI
(Adaveti terk etmek esasına da bakınız.)
Müslümanlar arasında tarafgirliğin olmaması bir esastır.
1- «MÜ’MİNLERDE nifak ve şikak, kin ve adâ*vete sebebiyet veren tarafgirlik ve inat ve haset, ha*kikatçe ve hikmetçe ve in*saniyet-i kübrâ olan İslâmiyetçe ve hayat-ı şahsiyece ve ha*yat-ı içti*maiyece ve hayat-ı mâneviyece çirkin ve merdut*tur, muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşe*riye için zehir*dir.» (Mektubat sh: 262)
2- «Gördüm ki, siyaset cereyanlarında, hem mu*va*fıkta, hem muhalifte o nurların âşıkları var. Bütün siya*set cereyanlarının ve tarafgirliklerin çok fev*kinde ve onların garazkârâne telâkki*yatlarından mü*berrâ ve sâfi olan bir makamda verilen ders-i Kur’ân ve gösteri*len envâr-ı Kur’âniyeden hiçbir taraf ve hiçbir kı*sım çe*kinmemek ve itham etmemek gerektir—meğer dinsizliği ve zendekayı siyaset zannedip ona tarafgirlik eden in*san suretinde şey*tanlar ola veya beşer kıyafe*tinde hay*vanlar ola!
Elhamdü lillâh, siyasetten tecerrüd sebebiyle, Kur’ân’ın el*mas gibi hakikatlerini propaganda-i siyaset it*tihamı altında cam parçalarının kıymetine indirme*dim. Belki, gittikçe o elmaslar kıymetlerini her taife*nin naza*rında parlak bir tarzda ziyadeleştiri*yor.» (Mektubat sh: 49)
3- «Câ-yı dikkat bir hadise: Bir zaman, bu garaz*kâ*râne ta*rafgirlik neticesi olarak gördüm ki, müte*dey*yin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhalif bir âlim-i sa*lihi, tekfir dere*cesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı, hürmetkârâne medhetti. İşte, siyasetin bu fena netice*lerinden ürktüm, Eûzü billâhi mine’ş-şey*tâni ve’s-siyaseti dedim, o zamandan beri hayat-ı siyasi*yeden çekildim.» (Mektubat sh: 267)
4- «Mesleğimiz, sırr-ı ihlâsa dayanıp, hakaik-i ima*niye ol*duğu için, hayat-ı dünyaya, hayat-ı içtima*iyeye mecbur olmadan karışmamak ve rekabet ve ta*rafgirliğe ve mübarezeye sevk eden hâlâttan te*cerrüt etmeye mes*leğimiz itibarıyla mec*buruz. Binler teessüf ki, şimdi müthiş yılanların hücumuna mâ*ruz biçare ehl-i ilim ve ehl-i diyanet, sineklerin ısır*ması gibi cüz’î kusuratı bahane ederek, birbirini ten*kitle, yılanların ve zındık mü*nafıkların tahribatlarına ve kendilerini onların eliyle öldürmesine yardım edi*yor*lar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 246)
5- «Risale-i Nur, dünyada her cereyanın fevkinde bulunması ve umumun malı olması cihetiyle, bir ta*rafa tâbi ve dahil olmaz. Belki mütecaviz dinsizlere karşı haklı tarafa yardımcı olur ve dost olur ve ihtiyat kuvveti hük*münde onlara bir nokta-i istinat olur. Fakat siyaset hesa*bına değil, belki Nur’ların intişarı ve maslahatı he*sabına, bazı kardeşler, Nurlar namına de*ğil, belki kendi şahıs*ları namına girebilir. Hususan, mübarek Isparta’nın şimdiye ka*dar Nurlar medresesi olması ve muarızların dahi ona çok ilişme*mesi nokta*sında, da*hilde tarafgirane vaziyet almamak, mu*terizle*rin nedametine ve hakikate dönme*lerine bir vesile olabilir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 160)
6- «Nur şakirdleri, hiç siyasete karışmadılar, hiç*bir partiye girmediler. Çünkü iman, mâl-ı umumîdir. Her ta*ifede muhtaçları ve sahipleri vardır. Tarafgirlik gi*remez. Yalnız küfre, zende*kaya, dalâlete karşı cephe alır. Nur mesleğinde, mü’minlerin uhuvveti esastır.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 180)
7- «Risale-i Nur’un bu kadar muarızlarına muka*bil en büyük kuvveti ihlâs olduğundan ve dünyanın hiç*bir şeyine âlet olmadığı gibi, tarafgirlik hissiya*tına bina edi*len cereyanlara, hu*susan siyasete te*mas eden cereyan*larla alâkadar olmaz. Çünkü tarafgirlik damarı ihlâsı kı*rar, hakikati değiş*ti*rir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 272)
8- «İman dersi için gelenlere tarafgirlik nazarıyla bakılmaz. Dostdüşman, derste far*ketmez. Halbuki siya*set tarafgirliği, bu mânâyı zedeler, ihlâs kırılır. Onun içindir ki, Nurcular em*salsiz işkencelere ve sıkıntılara ta*hammül edip Nuru hiçbir şeye âlet etmediler. Siyaset to*puzuna el atmadı*lar.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 36)
9- «Milletin her tabakası, muvafıkı ve muhalifi, me*muru ve âmisinin o hakikatlerde hisseleri var ve on*lara muhtaçtırlar. Risale-i Nur şakirdleri, tam bî*tarafane kal*mak için siya*seti ve maddî müba*rezeyi tam bırakmak ve hiç karışma*mak lâzım gelmiş.» (Şualar sh: 362)
10- «Risale-i Nur’un vazifesi imanı kuvvetlendi*rip kurtar*maktır. Dost ve düşmanı tefrik etmeye*rek hizmet-i imani*yeyi hiçbir tarafgirlik girme*ye*rek yapmaya mü*kellefiz.» (Şualar sh: 393)
11- «Mâbeynimizdeki hakikî ve uhrevî uhuv*vet, gü*cenmek ve tarafgirlik kaldırmaz.» (Şualar sh: 498)
12- «Tahtîecilik fikri, sû-i zan ve tarafgir*lik hissi*nin menbaı olduğundan, İslâmda lâzım olan tesanüd-ü ervah, tev*hid-i kulûb, tehâbbüb ve te*âvüne büyük rahne*ler açmıştır. Halbuki hüsn-ü zanla, muhab*bet ve vahdetle memuruz.» (Sünuhat Tuluat İşarat sh: 30)
İslâm dünyasında tarafgirlik şiddetle yasaklanır*ken, müslü*manın İslâma taraftarlığı da esas alınmıştır.
13- «Sözler, tûbâ-i Cennetin meyveleri gibi tatlı ve güzel olan iman ve İslâmiyetin meyvelerini ve sa*adet-i dâ*reynin mehâsini gibi hoş ve şirin öyle netice*lerini gös*ter*mişler ki, görenlere ve tanı*yanlara nihayet*siz bir ta*rafgir*lik ve iltizam ve teslim hissini verir. Ve silsile-i mevcudat gibi kuvvetli ve zerrat gibi kesretli iman ve İslâmın bur*hanlarını göstermişler ki, nihayet*siz bir iz’an ve kuvvet-i iman verirler. Hattâ, bazı defa Evrâd-ı Şah-ı Nakşibendîde şehadet getirdiğim vakit, dediğim za*man nihayet*siz bir ta*rafgirlik hissediyorum.» (Mektubat sh: 35)
14- «Evet, Âl-i Beytin efradı ise, itikad ve iman hu*su*sunda sairlerden çok ileri olmasa da, yine tes*lim, iltizam ve taraf*girlikte çok ileridedirler. Çünkü İslâmiyete fıtra*ten, nes*len ve cibilliyeten taraftardırlar. Cibillî taraftar*lık zayıf ve şan*sız, hattâ haksız da olsa bırakılmaz. Nerede kaldı ki, gayet kuvvetli, gayet hakikatli, gayet şanlı bütün sil*sile-i ecdadı bağ*landığı ve şeref kazandığı ve canlarını feda ettikleri bir hakikate taraftarlık, ne kadar esaslı ve fıtrî olduğunu bilbedâhe hisseden bir zat, hiç taraftarlığı bırakır mı? Ehl-i Beyt, işte bu şiddet-i il*tizam ve fıtrî İslâmiyet cihetiyle, din-i İslâm lehinde ednâ bir emâreyi kuvvetli bir burhan gibi kabul eder. Çünkü fıtrî taraftardır. Başkası ise, kuvvetli bir bur*han ile sonra ilti*zam eder.» (Lem’alar sh: 22)
15- «Sünnet-i Seniyyenin herbir nev’ine ta*mamen bilfiil ittibâ etmek, ehass-ı havassa dahi ancak müyesser olur. Ona bilfiil olmasa da, binniyet, bil*kast, taraftarâne ve iltizamkârâne talip olmak, herkesin elinden gelir.» (Lem’alar sh: 56)
16- «Dostun hassası ve şartı budur ki: Kat’iyen Sözlere ve en*vâr-ı Kur’âniyeye dair olan hizmetimize ciddî taraf*tar olsun ve haksızlığa ve bid’alara ve dalâlete kalben ta*raf*tar olmasın kendine de istifa*deye çalışsın.» (Mektubat sh: 344)
17- «Bu asırdaki ehl-i İslâmın fevkalâde safderun*luğu ve dehşetli .cânileri de âlicenâbâne af*fetmesi ve bir tek hase*neyi, binler seyyiatı işleyen ve bin*ler mânevî ve maddî hukuk-u ibâdı mahveden adam*dan görse, ona bir nevi taraftar çık*masıdır. Bu su*retle, ekall-i kalîl olan ehl-i dalâlet ve tuğ*yan,safdil ta*raf*tarla ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatâ*sına terettüp eden musibet-i âmmenin de*vamına ve idame*sine, belki teşdidine kader-i İlâhiyeye fetva verir*ler “Biz buna müsteha*kız” derler.» (Kastamonu Lâhikası sh: 25)
18- «Binler Müslümanların hayat-ı ebediyelerini mahveden ve yüzer ehl-i imanın su-i âkıbetine ve müthiş günahlara sevk eden adamlara şefkatkârâne ta*raftar ol*mak ve merhametkârâne ce*zadan kurtulma*larına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana deh*şetli bir merha*metsizlik ve şenî bir gadirdir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 75)
19- «[30] âyetine en âzam bir tarzda şim*diki boğuşan insanlar mazhar olmalarından, onlara de*ğil taraftar olmak veya merakla o cereyanları takip et*mek ve onların yalan, aldatıcı propa*gandalarını dinle*mek ve mü*teessirane mücadelelerini seyretmek, belki o acip zulüm*lere bakmak da caiz değil. Çünkü zulme rıza zu*lümdür ta*raftar olsa, zâlim olur. Meyletse [31] âyetine mazhar olur.» (Kastamonu Lâhikası sh: 207)
20- «Umumî musibet, ekseriyetin hatasın*dan ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın o zalim eş*hâsın harekâtına fiilen veya iltizamen veya iltiha*ken taraftar olmasıyla mânen iş*tirak eder, mu*si*bet-i âmmeye sebebiyet verir.» (Sözler sh: 172)
Müslümanlar arasında tarafgirlik yapmamak ve İslâma ta*raftarlık göster*mek, mezkûr sarih beyanların neti*cesi olarak bir esas olduğu sâbit oluyor.
-
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
15-ADAVETİ TERK DÜSTURU
Ehl-i iman arasında adavetsizlik sarih beyanların ge*tirdiği bir esastır.
1- «İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir de*sise-i şey*taniye şudur ki: Bir mü’minin birtek seyyi*esiyle bütün hasenâtını örter. Şeytanın bu desisesini dinleyen insafsız*lar, mü’*mine adâvet ederler.
Halbuki, Cenâb-ı Hak, haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a’mâl-i mükellefîni tarttığı zaman, ha*senâtı seyyiâta galibiyeti-mağlûbiyeti noktasında hükmey*ler. Hem seyyiâtın esbabı çok ve vücutları kolay olduğun*dan, bazan birtek hasene ile çok sey*yiâtını ör*ter. Demek, bu dünyada o adalet-i İlâhiye noktasında mu*amele gerek*tir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıkla*rına kemiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhab*bete ve hürmete müste*haktır. Belki, kıymettar birtek ha*sene ile, çok seyyi*âtına nazar-ı afla bakmak lâ*zımdır.
Halbuki, insan, fıtratındaki zulüm damarıyla, şey*ta*nın telki*niyle, bir zâtın yüz hasenâtını birtek seyyie yü*zünden unutur, mü’min kardeşine adâvet eder, günah*lara gi*rer.» (Lem’alar sh: 88)
2- «Mü’minin şe’ni, kerîm olmaktır. Senin ikra*mınla sana musahhar olur. Zâhiren leîm bile olsa, iman cihetinde kerîmdir.» (Mektubat sh: 265)4- tirdi€i bir esast›r.
3- «Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına gir*me*mek ister*seniz, aklınızı başınıza alınız. İhtilâfınızdan isti*fade eden zalim*lere karşı
[32] kale-i kudsiyesi içine giriniz, tahas*sun ediniz. Yoksa, ne hayatınızı muhafaza ve ne de hu*kuku*nuzu müdafaa edebilirsiniz.
Malûmdur ki, iki kahraman birbiriyle boğuşur*ken, bir çocuk ikisini de dövebilir. Bir mizanda iki dağ birbi*rine karşı muvazenede bulunsa, bir küçük taş, muvaze*nelerini bozup onlarla oynayabilir birini yu*karı, birini aşağı indirir. İşte, ey ehl-i iman! İhtiraslarınızdan ve husumetkârâne ta*rafgirlik*lerinizden, kuvve*tiniz hiçe iner az bir kuvvetle ezilebi*lirsiniz. Hayat-ı içtimaiye*nizle alâkanız varsa,
[33] düstur-u âli*yeyi düstur-u hayat yapınız, sefalet-i dünyevîden ve şe*kavet-i uhreviyeden kurtulunuz.» (Mektubat sh: 270)
4- «Eğer dersen: “İhtiyar benim elimde değil fıtra*tımda adâ*vet var. Hem damarıma dokundurmuşlar, vaz*geçemiyorum.”
Elcevap: Sû-i hulk ve fena haslet eseri gös*te*rilmezse ve gıybet gibi şeylerle ve mukteza*sıyla amel edilmezse, kusurunu da anlasa, zarar vermez. Madem ihtiyar senin elinde değil, vazgeçemi*yorsun. Senin, mânevî bir neda*met, gizli bir tevbe ve zımnî bir istiğfar hükmünde olan kusurunu bilmen ve o haslet*tehaksız olduğunu anla*man, onun şerrinden seni kurtarır. Zaten bu Mektubun bu Mebhasını yazdık, tâ bu mânevî is*tiğfarı temin et*sin hak*sızlığı hak bilmesin, haklı hasmını haksızlıkla teşhir et*mesin.» (Mektubat sh: 267)
Haksızlık veya haklılık, şeriatın sarih hükümlerine göre tesbit edilir. Beşerî düşünceler ve şahsî kanaatler ölçü olamaz. Meselâ, gıybetin haram ve caiz olan kısım*ları şer’î kaynaklarda açıkça kayıdlıdır. O hükümlere göre hareket etmek mecburiyeti var. Demek 3. parağrafta nazara verilen fena haslet yani kötü ahlâk eserleri ve haksız gıybet gibi amelî ve fiilî tezahürler, zâhir ölçü*lerdir ki, görülemeyen düşmanlık hissinin varlığını is*bat eder.
5- «Bir câni yüzünden çok mâsumları ihtiva eden bir gemi batırılmaz. Bir câni sıfat yüzünden, çok evsaf‑ı mâ*sumeyi muhtevî bir mü’mine adavet edilmez.
Lâsiyyema, sebeb-i muhabbet olan imân ve tevhid, Cebel-i Uhud gibidir. Sebeb-i adâvet olan şeyler çakıl taş*ları gibidir. Çakıl taşlarını Cebel-i Uhud’dan daha ağır te*lâkki etmek ne kadar akıl*sızlıksa, mü’minin mü’*mine adâ*veti, o kadar kalbsizliktir. Mü’minlerde adâ*vet, yalnız acımak mânâsında olabilir.
Elhasıl: İman muhabbeti, İslâmiyet uhuvveti istil*zam eder.» (Hutbe-i Şamiye sh: 144)
6- «Düşmanlarımızın seyyiatı—tecavüz olmamak şartıyla—adâvetinizi celb etmesin. Cehennem ve azab-ı İlâhî kâfidir on*lara…» (Hutbe-i Şamiye sh: 52)
7- «Muhabbet adâvete zıttır ziya ve zulmet gibi ha*kikî içtima edemezler. Hangisinin esbabı galip ise, o haki*katiyle kalbde bulu*nacak onun zıddı hakikatıyla olmaya*cak. Meselâ, muhabbet ha*kikatiyle bulunsa, o vakit adâvet şefkate, acımaya inkı*lâp eder. Ehl-i imana karşı vaziyet budur. Yahut adâvet ha*kikatiyle kalbde bulunsa, o vakit muhabbet, mümaşat ve karışma*mak, zahiren dost olmak suretine döner. Bu ise tecavüz etmeyen ehl-i dalâ*lete karşı olabilir.
Evet, muhabbetin sebepleri, iman, İslâmiyet, cinsi*yet ve insa*niyet gibi nuranî, kuvvetli zincirler ve mâ*nevî kale*lerdir. Adâvetin sebepleri, ehl-i imana karşı küçük taşlar gibi bir kısım hususî se*beplerdir. Öyleyse, bir Müslümana hakikî adâvet eden, o dağ gibi muhabbet esbablarını is*tihfaf etmek hükmünde bü*yük bir hatâdır.» (Hutbe-i Şamiye sh: 53)
8- «Bizim cemaatımizin meşrebi, muhabbete mu*habbet ve husumete husumettir. Yani, beyne’l-İslâm mu*habbete imdat ve husumet askerini bozmaktır.» (Hutbe-i Şamiye sh: 86)
9- «[34] İşte siyaset-i şahsiye, cema*atiye, milli*yeye dair en âdil bir düstur-u Kur’ânî... ...Bir şahıs çok evsafa câ*midir. Onların içinde bir sıfat, adâ*veti celb etse, birinci âyetteki ka*nun-u İlâhî iktiza eder ki, adavet o sıfata inhisar etsin, mecma-i evsaf-ı ma*sume olan şahsına yalnız acısın ve tecavüz etmesin.» (Sunühat Tuluat İşarat sh: 23)
10- «Benim mezhebim, muhabbete muhabbet et*mek*tir, hu*sumete husumet etmektir. Yani dünyada en sevdi*ğim şey muhab*bet ve en darıldığım şey de husu*met ve adâvettir.» (Münazarat sh: 77)
11- «Meselâ, mü’minler mâbeyninde husû*met ve adâ*vet bir seyyiedir. O seyyie içinde, kalb ve rûhu sıkıntı*larla boğa*cak bir azâb-ı vicdânîyi, âlicenap ruhlara hissetti*rir. Ben kendim, belki yüz defadan fazla tecrübe etmişim ki, bir mü’min kardeşe adâvetim vak*tinde, o adâvetten öyle bir azap çekiyordum şüphe bı*rak*mıyordu ki, bu seyyieme muaccel bir cezâdır, çekti*rili*yor.» (Osmanlıca Lem’alar sh: 684)
12- «İstanbul’da malûm itiraz hadisesi ima ediyor ki, ileride, meşrebini çok beğenen bazı zatlar ve hodgâm bazı sofi-meşrepler ve nefs-i emmaresini tam öldürme*yen ve hubb-u cah vartasından kur*tulmayan bazı ehl-i ir*şad ve ehl-i hak, Risale-i Nur’a ve şakirdle*rine karşı kendi meşrep*lerini ve mesleklerinin revacını ve etbâla*rının hüsn-ü te*veccühlerini muhafaza niyetiyle itiraz edecekler belki deh*şetli mukabele etmek ihtimali var. Böyle hadiselerin vu*kuunda, bizlere, itidâl-i dem ve sar*sılmamak ve adavete girme*mek ve o muarız ta*ifenin de rüesalarını çürütme*mek gerektir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 196)
13- «O vâiz ve âlim zâta benim tarafımdan selâm söyleyiniz. Benim şahsıma olan tenkidini, itirazını, ba*şım üstüne kabul ediyo*rum. Sizler de, o zâtı ve onun gibi*leri münakaşa ve münazaraya sevk etmeyiniz. Hattâ te*cavüz edilse de bedduayla da mukabele et*me*yiniz. Kim olursa olsun, madem imanı var, o nok*tada kar*de*şimizdir. Bize düşmanlık da etse, mesleğimizce muka*bele edemeyiz. Çünkü, daha müthiş düşman ve yılanlar var.» (Kastamonu Lâhikası sh: 247)
14- «Sakın, sakın, dünya cereyanları, hususan si*yaset cere*yanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefri*kaya atmasın.
Karşınızda ittihad etmiş dalâlet fırkalarına karşı peri*şan et*mesin [35] düstur-u Rahmânî yerine (el-iyazü billâh) düstur-u şeytanî hükmedip, melek gibi bir hakikat kardeşine adâ*vet ve elhannâs gibi bir siyaset arka*daşına muhabbet ve taraftarlıkla zulmüne rıza gösterip cinayetine mânen şerik eyleme*sin.» (Kastamonu Lâhikası sh: 122)
15- «Şark husumeti, İslâm inkişafını boğuyordu zâil oldu ve olmalı. Garp husumeti, İslâmın ittihadına, uhuv*ve*tin inkişafına en müessir sebeptir bâki kal*malı.» (Tarihçe-i Hayat sh: 133)
16- «Şimdi ise, en ziyade birbirine muhtaç ve bir*bi*rinden mazlum ve birbirinden fakir ve ecnebî tahak*kümü altında ezilen anâsır ve kabâil-i İslâmiye içinde, fikr-i mil*liyetle birbirine yabanî bakmak ve birbirini düşman te*lâkki etmek öyle bir felâkettir ki, ta*rif edil*mez. Adeta bir sineğin ısırmaması için, müthiş yılan*lara arka çevirip si*neğin ısırmasına karşı mukabele et*mek gibi bir di*vane*likle, büyük ejderhalar hükmünde olan Avrupa’nın doy*mak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir zamanda onlara ehem*miyet vermeyip, belki mânen onlara yardım edip, menfi unsuriyet fik*riyle şark vilâyetlerindeki va*tandaşlara veya ce*nup ta*rafındaki dindaşlara adâvet bes*leyip on*lara karşı cephe almak, çok zararları ve mehâli*kiyle beraber, o cenup ef*radları içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın.
Cenuptan gelen Kur’ân nuru var İslâmiyet ziyası gelmiş o içimizde vardır ve her yerde bu*lunur. İşte o din*daşlara adâvet ise, dolayısıyla İslâmiyete, Kur’ân’a do*kunur. İslâmiyet ve Kur’ân’a karşı adâvet ise, bütün bu vatandaşla*rın hayat-ı dünyeviye ve hayat-ı uhreviye*sine bir nevi adâvettir. Hamiyet namına hayat-ı içtima*iyeye hizmet edeyim diye iki hayatın temel taşlarını ha*rap etmek, hamiyet değil, hamâkattir!» (Mektubat sh: 323)
17- «ÜÇÜNCÜ MEBHAS
[36]Yani,
Yani, “Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile ya*ratmışım, tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbiriniz*deki ha*yat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa, sizi kabile kabile yaptım ki, yekdiğerinize karşı inkârla yabanî ba*kası*nız, husumet ve adâvet edesiniz değildir.”» (Mektubat s. 321)
Risale-i Nur Külliyatından kısmen nakledilen mezkûr sarih beyanlar, mü*’minler arasında adavetin ka*t’iyetle caiz olmadığını gösteriyor.
Ancak bazı mü’minlerin hatalı anlayış ve hareket*lerin*den doğabilecek zararların önlenmesi bakımından bunların tashihi için yapılan müsbet ve meşru olan ha*tırlatma, ikaz ve kardeşliğin gerektirdiği üslûb içinde ve adavet hissinin ka*rıştırılmadığı ten*kid bir vazifedir. Bu tarz ikazat ve tenkidle adavet iltibas edilme*melidir.
-
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
16-ENANİYETİ TERK ESASI
(Hubb-u cah, İhlâs, Riya düsturlarına da bakınız)
Risale-i Nur Mesleğinde çok ehemmiyetle nazara ve*ri*len enaniyeti terk etmek düsturu hakkındaki sarih be*yanlar*dan bir kısmıdır.
Bediüzzaman Hazretlerinin terk-i enaniyette nü*mune-i imti*sal bir hali ve vasiyeti:
1- «Bu zamanda şan, şeref perdesi altında riyakâr*lık yer aldı*ğından, âzamî ihlâs ile bütün bütün ena*niyeti terk lâzımdır. Dostlar uzaktan ruhuma Fatiha okusunlar, mâ*nevî dua ve ziyaret etsinler. Kabrimin ya*nına gelmesinler. Fatiha uzaktan da olsa ru*huma ge*lir. Risale-i Nur’daki âzamî ihlâs ile bütün bü*tün terk-i enaniyet için buna bir mânevî sebep his*sediyorum. Kendini Risale-i Nur’a vak*fetmiş olan, ya*nımda bulunanlardan nöbetle birer adam kabrimin ya*kınında olup, bu mânâyı, lüzumsuz ziyarete gelen*lere bildirsinler.”» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 201)
Enaniyet en mühim bir ruhî hastalık olup şirk-i ha*fîye kapı açar.
2- «İHLÂSI KIRAN İKİNCİ MÂNİ: Hubb-u cah*tan gelen şöhretperestlik saikasıyla ve şan ve şeref perdesi altında teveccüh-ü âmmeyi ka*zanmak, nazar-ı dikkati kendine celb etmekle enâniyeti okşamak ve nefs-i em*mâreye bir ma*kam vermektir ki, en mühim bir maraz-ı ruhî olduğu gibi, “şirk-i hafî” tabir edilen riyâkâr*lığa, hodfuruşluğa kapı açar, ihlâsı zedeler.
Ey kardeşlerim! Kur’ân-ı Hakîmin hizmetindeki mesleğimiz hakikat ve uhuvvet olduğu ve uhuvve*tin sırrı, şahsiyetini kar*deşler içinde fâni edipHAŞİYE onla*rın nefislerini kendi nefsine ter*cih etmek oldu*ğun*dan, mâ*beynimizde bu nevi hubb-u cahtan ge*len rekabet tesir etmemek gerektir. Çünkü mes*le*ği*mize bü*tün bütün münâfidir.» (Lem’alar sh: 165)
Enâniyeti terk edemeyen ehl-i diyanet, büyük ha*taya düşer.
3- «Enâniyetten tecerrüd edemedikleri için, ifrat ve tefrit yü*zünden, ulvî bir menba-ı kuvvet olan itti*fakı kay*bedip, ihlâs da kırı*lır. Ve vazife-i uhreviye de zedele*nir. Kolayca rıza-yı İlâhî de elde edilmez. Bu mühim marazın merhemi ve ilâcı, “El-hubbu fillah” sırrıyla, ta*rik-i hakta gidenlere refakatle iftihar etmek ve ar*kalarından gitmek ve imamlık şerefini onlara bırakmak ve o hak yolunda kim olursa ol*sun ken*dinden daha iyi olduğunun ih*tima*liyle enâni*yetinden vazgeçip ihlâsı kazanmak ve ihlâsla bir dirhem amel, ihlâssız batmanlarla amellere râcih oldu*ğunu bilmekle ve tâbiiyeti dahi, sebeb-i mes’uli*yet ve ha*tarlı olan metbûiyete tercih etmekle o maraz*dan kurtulur ve ihlâsı ka*zanır, vazife-i uhrevi*ye*sini hakkıyla yapabilir.» (Lem’alar sh: 153)
Risale-i Nur terk-i enâniyet dersini verir.
4- «Risale-i Nur’un bize verdiği ders de, hakikat-i ih*lâs ve terk-i enâniyet ve daima kendini kusurlu bilmek ve hodfuruşluk etme*mektir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 49)
5- «Hırs-ı şöhret, hubb-u cah, makam sahibi ol*mak, emsa*line tefevvuk etmek gibi hisler ve in*sanlara iyi gö*rünmek, ta*sannukârâne (haddinden fazla kendine ehem*miyet verdirmek) ve tekellüfkârâne (lâyık olma*dığı yük*sek makamlarda görünmek) tarzını takın*makla riya eder.
Risale-i Nur şakirdleri, ene’yi, nahnü’ye tebdil et*tik*leri, yani enaniyeti bırakıp, Risale-i Nur dairesinin şahs-ı mânevisinin hesabına ça*lışması, ben yerine biz deme*leri ve ehl-i tarika*tın fenâ fi’ş-şeyh, fenâ fi’r-resul ve nefs-i emma*reyi öl*dür*mek gibi riyadan kurtaran vasıtala*rın bu zamanda birisi de fenâ fi’l-ihvan, yani şahsiyetini kardeşleri*nin şahs-ı manevi*yesi içinde eritip öyle davran*dığı için, in*şaallah, ehl-i hakikatin ri*yadan kurtulmaları gibi, bu sırla onlar da kurtulurlar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 184)
6- «Bu zaman, ehl-i hakikat için, şahsiyet ve enani*yet zamanı değil. Zaman, cemaat za*manıdır. Cemaatten çıkan bir şahs-ı mânevî hükme*der ve dayanabilir. Büyük bir havuza sa*hip olmak için, bir buz parçası hükmündeki enaniyet ve şahsiyetini o ha*vuza atmaktır ve eritmek ge*rektir. Yoksa, o buz par*çası erir, zayi olur o havuzdan da istifade edilmez.» (Kastamonu Lâhikası sh: 143)
7- «Bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiş. Herkes, kameti miktarında bir buz parçası olan enaniyetini erit*meyip bozmuyor, kendini mazur biliyor ondan nizâ çıkı*yor. Ehl-i hak zarar eder ehl-i dalâlet istifade edi*yor.» (Kastamonu Lâhikası sh: 196)
8- «Sakın, benlik ve gurura medar şeylerden çe*kin. Tevazu, mahviyet ve terk-i enaniyet, bu za*manda ehl-i hakikate lâ*zım ve elzemdir. Çünkü, bu asırda en büyük tehlike benlik*ten ve hodfuruş*luktan ileri geldiğinden, ehl‑i hak ve hakikat, mah*vi*yetkârâne daima kusurunu görmek ve nefsini itham etmek gerektir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 62)
9- «Bu zamanın bir hastalığı daha var o da benlik, enaniyet, hodfuruşluk, hayatını güzelce medeniyet fanta*ziye*siyle geçirmek iştahı, tiryakilik gibi hastalıklardır. Risale-i Nur’un Kur’ân’dan aldığı dersin en birinci esası benlik, enaniyet, hodfu*ruşluğu terk etmek lüzumudur.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 245)
10- «Ehl-i dalâletin tarafgirleri, enâniyetten isti*fade edip kar*deşlerimi benden çekmek istiyorlar. Hakikaten, insanda en teh*likeli damar enâni*yettir. Ve en zayıf da*marı da odur. Onu okşa*makla çok fena şeyleri yaptıra*bilirler.
Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz, sizi enâni*yette vur*ma*sınlar, onunla sizi avlamasınlar. Hem bi*liniz ki, şu asırda ehl-i dalâlet ene’ye binmiş, da*lâlet vadilerinde ko*şuyor. Ehl-i hak, bilmecburiye, eneyi terk etmekle hakka hizmet edebilir. Enenin istimalinde haklı dahi olsa, ma*dem ki ötekilere benzer ve onlar da onları kendileri gibi nefisperest zan*nederler, hakkın hiz*metine karşı bir hak*sızlıktır. Bununla beraber, etrafına toplan*dığımız hizmet-i Kur’âniye, ene’yi kabul etmiyor, nahnü istiyor. “Ben demeyiniz, biz deyiniz” diyor.» (Mektubat sh: 424)
11- «Kardeşlerim, enâniyetin işimizde en tehlikeli ci*heti kıskançlıktır. Eğer sırf lillâh için olmazsa, kıskançlık mü*dahale eder, bozar. Nasıl ki bir insanın bir eli bir elini kıskanmaz ve gözü kulağına ha*set etmez ve kalbi aklına rekabet etmez. Öyle de, bu he*ye*timizin şahs-ı mânevî*sinde, herbiriniz bir duygu, bir âzâ hükmündesiniz. Birbirinize karşı rekabet değil, bi*lâkis birbirinizin meziye*tiyle iftihar etmek, mütelezziz olmak bir vazife‑i vicdani*ye*nizdir.» (Mektubat sh: 426)
12- «Aziz kardeşlerim,
Evvel âhir tavsiyemiz, tesanüdünüzü muhafaza enâniyet, benlik, rekabetten tahaffuz ve itidal-i dem ve ihtiyattır. Said Nursî » (Şualar sh: 312)
13- «“Biz, değil böyle cüz’î hukukumuzu, belki ha*yatımızı ve haysiyetimizi ve dünyevî saadetimizi Risale-i Nur’un en kuvvetli rabıtası olan tesanüde feda etmeye mükellefiz. O bize kazandırdığı netice itibarıyla dün*yaya, enaniyete ait herşeyi feda etmek vazi*fe*mizdir” deyip nefsinizi susturunuz.» (Kastamonu Lâhikası sh: 234)
14- «İtidal-i dem ve tahammül etmek ve müm*kün olduğu de*recede bizim arkadaşlar uhuvvetlerini ve tesa*nüdlerini tevazu ile ve mahviyetle ve terk-i enâni*yetle takviye etmek gayet lâzım ve zarurîdir.» (Şualar sh: 315)
15- «Said, tam toprak gibi mahviyet ve terk-i enani*yet ve te*vazu-u mutlakta bulunmak şarttır tâ ki Risaletü’n-Nur’u bulan*dırmasın, tesirini kırmasın.» (Kastamonu Lâhikası sh: 18)
16- «Ey kardeşlerim, sizler biliyorsunuz ki, bizim mesleği*mizde benlik, enaniyet, şan ve şeref perdesi al*tında ma*kam sahibi olmaktan, öldü*rücü zehir gibi ondan kaçıyo*ruz. Onu ihsas eden hâlâttan şiddetle ictinab edi*yoruz.» (Kastamonu Lâhikası sh: 146)
17- «Bu mesele yalnız şahsıma taallûk etseydi, ben cidden nefs-i emmaremi tam kırmak için ona minnettar olurdum. Mesleğimiz, bu zamanda hakka hizmet, bütün bütün terk-i enaniyetle olabileceğini kat’î kanaatimiz ol*duğu gibi, yirmi se*nedir nefs-i emmarem ister istemez o mesleğe itaate mec*bur olmuş. Risale-i Nur ve mukadde*matları, buna bir hüccet-i katı*adır. Fakat garaz ve inat ve bir nevi taassub-u meslekiyeyi ih*sas eden ve esrar-ı mes*tû*reyi işaa suretinde gelen itiraz ve ayıplara karşı Eski Said (r.a.) lisanıyla derim: İşte meydan! En mu*taassıp ule*madan ve en büyük velî*den tut, tâ en dinsiz filozof*lara ve müdakkik hükema*lara, Risale-i Nur’daki dâvâ*ları ispat etmeye hazırım ve hem de ispat etmişim ki, benim mah*vıma ve idamıma mütemadiyen çalışan zındık filozoflar ve mülhidler, o dâvâları cerh edemi*yorlar ve edememiş*ler.» (Sikke-i Tasdik-i Gaybî sh: 62)
18- «Gaflet ve dünyaperestlikten çıkan deh*şetli bir enâniyet bu zamanda hükmediyor. Onun için ehl‑i haki*kat—hattâ meşrû bir tarzda dahi olsa—enâniyetten, hod*furuş*luktan vaz*geçmeleri lâzım olduğundan, Risale-i Nur’un ha*kikî şakird*leri, buz parçası olan enâniyetlerini şahs-ı mânevîde ve havz-ı müşterekte erittiklerinden, in*şaal*lah bu fırtınada sarsıl*mayacaklar.» (Şualar sh: 318)
19- «İslâmiyet, tevhid-i hakikî dinidir ki, vasıta*ları, esbabları iskat ediyor, enâniyeti kırıyor, ubudiyet-i hâlisa tesis ediyor. Nefsin rububiyetinden tut, tâ her nevi ru*bubiyet-i bâtılayı kat edi*yor, reddediyor. Bu sır içindir ki, havastan bir büyük insan tam dindar olsa, enâniyeti terk etmeye mecbur olur. Enâniyeti terk etmeyen, salâbet-i diniyeyi ve kısmen de dinini terk eder.» (Mektubat sh: 437)
20- «İslâmiyetin esası, mahz-ı tevhiddir vesâit ve es*baba tesir-i hakikî vermiyor, icad ve makam cihetiyle kıymet vermiyor. Hıristiyanlık ise, “velediyet” fikrini ka*bul ettiği için, vesâit ve esbaba bir kıymet verir, enâ*niyeti kırmaz. Adeta rububiyet-i İlâhiyenin bir cilvesini azizle*rine, büyüklerine verir. âyetine mâsadak ol*muşlar. Onun içindir ki, Hıristiyanların dünyaca en yüksek mertebede olanları, gurur ve enâni*yetlerini mu*hafaza etmekle beraber, sabık Amerika Reisi Wilson gibi, mutaassıp bir dindar olur. Mahz-ı tevhid dini olan İslâmiyet içinde, dünyaca yüksek mertebede olanlar ya enâniyeti ve gururu bırakacak veya dindarlığı bir de*rece bırakacak. Onun için, bir kısmı lâkayt kalıyorlar, belki din*siz oluyorlar.» (Mektubat sh: 326)
Yukarıda kısmen nakledilen beyanlar ve açık ifade*le*rin bir neticesi olarak Risale-i Nur Mesleğinde terk-i enani*yet, müsellem bir düstur ve esastır.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Buhari, Cihad: 102, 143; Müslim, Fadâilü’s-Sahâbe: 34; Dârimî, İlim: 10; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr: 6:359, hadis no: 9606.
[2] El-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1:310; Gazâlî, İhyâ u Ulû*mi’d-Dîn, 4:409 (Kitâbu’t-Tefekkür); el-Heysemî, Mec*meu’z-Zevâid, 1:78.
[3] Mâ*ide Sûresi, 5:54.
[4] Ahzâb Sûresi, 33:47.
[5] Buharî, Cihâd: 102; Ebu Dâvud, İlim: 10; Dârimî, İlim:10; el-Münâvî, Feyzü'l-Kadîr:6:359, Hadis no: 9606.
[6] İbni Adiy, el-Kâmil fi’d-Duafâ, 2:739; el-Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, 1:41; Taberânî, el-Mecmeu’l-Kebîr, 1394; Ali bin Hüsâmüddin, Müntehebâtü Kenzi’l-Ummâl, 1:100; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 7:282.
[7] el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1:64; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 1:210-212.
[8] Enfâl Sûresi, 8:46.
[9] Mâi*de Sûresi, 5:2.
[10] Furkan Sûresi, 25:72.
[11] En’âm Sûresi, 6:164.
[12] İbrahim Sûresi, 14:34.
HAŞİYE Evet, sırr-ı ihlâs ile samimî tesanüd ve itti*had, hadsiz menfaate medar olduğu gibi, korkulara, hattâ ölüme karşı en mühim bir siper, bir nokta-i isti*naddır. Çünkü ölüm gelse, bir ruhu alır. Sırr-ı uhuvvet-i hakikiye ile, rıza-yı İlâhî yolunda, âhirete müteallik işlerde kardeşleri adedince ruhları olduğundan, biri öl*se, “Diğer ruhlarım sağlam kalsınlar. Zira o ruhlar her vakit sevapları bana kazandırmakla mânevî bir hayatı idame ettiklerinden, ben ölmüyorum” diyerek, ölümü gü*lerek karşılar. Ve “O ruhlar vasıtasıyla sevap cihetin*de yaşıyorum, yalnız günah cihetinde ölüyorum” der, ra*hatla yatar. (Bediüzzaman)
[13] Enfâl Sûresi, 8:46.
[14] A’râf Sûresi, 7:31.
[15] A’râf Sûresi, 7:31.
[16] A’râf Sûresi, 7:31.
[17] Necm Sûresi, 53:39.
HAŞİYE 1 İktisatsızlık yüzünden müstehlikler çoğalır, müstahsiller azalır. Herkes gözünü hükûmet kapısına diker. O vakit hayat-ı içtimaiyenin medarı olan san’at, ticaret, ziraat tenakus eder. O millet de tedennî edip su*kut eder, fakir düşer. (Bediüzzaman)
[18] Yunus Sûresi, 10:72; Hûd Sûresi, 11:29; Sebe’ Sûresi, 34:47.
[19] Yâsin Sûresi, 36:21.
[20] İbni Haceri’l-Heytemî eş-Şâfiî, Tuhfetü’l-Muhtâc li-Şerhi’l-Minhâc, 1:178.
HAŞİYE 1 Zekât ve sadaka ve mukabilsiz hiç birşey almadığının sebep ve hikmeti, Risale-i Nur’dan İkinci Mektup ve sair risalelerde beyan edilmiştir. Evet, Molla Said’in istikbalde Risale-i Nur’la göreceği hiz*met-i imaniyeyi kemâl-i ihlâsla ifası ve bu hizmetin meydana gelebilmesi için “uhrevî hizmetin mukabilinde hiç bir şey talep etmemek” olan kudsî düsturun icmâlî bir fihristesi, daha küçük yaşında iken rahmet-i İlâ*hiye tarafından ruhunda yerleştirilmişti. (Bediüzzaman Tarihçe-i Hayatı))
[21] İbrahim Sûresi, 14:3.
[22] Bakara Sûresi, 2:41.
[23] Nur Sûresi, 24:54.
[24] Kasas Sûresi, 28:56.
[25] Öküzün boynuna inci takmak gibi. (Hazırlayanlar)
[26] Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, 1:6; el-Münâvî, Fey*zü’l-Kadîr, 6:466; el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:561; Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, no: 10026.
[27] İbni Adiy, el-Kâmil fi’d-Duafâ, 2:739; el-Münzirî, et-Terğîb ve’Terhîb, 1:41; Taberânî, el-Mecmeu’l-Kebîr, 1394; Ali bin Hüsâmüddin, Müntehebâtü Kenzi’l-Ummâl, 1:100; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 7:282.
[28] Buharî, İlim: 10; Ebû Dâvud, İlim: 1; İbn-i Mâce, Mukaddime: 17; Dârimî, Mukaddime: 32; Müsned, 5:196.
[29] Tasnifat Tabirini, Mânâ külliyetini, muayyen meselelere sınıflamakla tahsis edip tahdid etmek mânâsında anlıyorum. (Hazırlayanlar)
[30] İbrahim Sûresi, 14:34.
[31] Hûd Sûresi, 11:113.
[32] Hucurat Sûresi, 49:10.
[33] Buharî, Salât: 88; Edeb: 36; Mezâlim: 5; Müslim, Birr: 65; Tirmizî, Birr: 18; Nesâî, Zekât: 67; Müsned, 4:405, 409.
[34] En’âm Sûresi, 6:164; İsrâ Sûresi, 17:15; Fâtır Sûresi, 35:18; Zümer Sûresi, 39:7.
[35] Buharî, Îmân: 1.
[36] Hucurat Sûresi, 49:13.
HAŞİYE Evet, bahtiyar odur ki, kevser-i Kur’ânîden sü*zülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nev’indeki şahsiyetini ve enâniyetini o havuz içine atıp eritendir. (Bediüzzaman)
-
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
17-RİYA, ŞÖHRET VE TEVECCÜH-Ü NAS GİBİ ZARARLI HİSSİYATLARI TERK ETMEK
Bediüzzaman Hazretleri kendini misal alarak umuma ders olacak irşa*dında diyor ki:
1- «Sen, ey riyakâr nefsim! “Dine hizmet ettim” diye gurur*lanma. [1] sırrınca, mü*zekkâ olmadığın için, belki sen kendini o recül-ü fâcir bilmelisin. Hizmetini, ubudiyetini, geçen ni*met*lerin şükrü ve vazife-i fıtrat ve farize-i hil*kat ve netice-i san’at bil, ucüb ve riyadan kurtul.» (Sözler sh: 473)
2- «Bir müdür sebepsiz, gıyabımda tezyifkârâne, ha*karetli sözler söylemişti. Sonra bana söylediler. Bir saat kadar Eski Said damarıyla müteessir oldum. Sonra, Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle şöyle bir hakikat kalbe geldi, sıkıntıyı izale edip o adamı da bana he*lâl ettirdi. O ha*kikat şudur:
Nefsime demiştim: Eğer onun tahkiri ve beyan et*tiği kusurlar şahsıma ve nefsime ait ise, Allah ondan razı olsun ki, benim nef*simin ayıplarını söyler. Eğer doğru söyle*mişse, beni nefsimin terbi*yesine sevk eder ve gururdan beni kurtarmaya yardımdır. Eğer ya*lan söylemişse, beni riyadan ve riyanın esası olan şöhret-i kâzibeden kurtar*maya yardımdır. Evet, ben nef*simle musalâha etmemi*şim.» (Mektubat sh: 64)
3- «Eğer imana ve Kur’ân’a hizmetkârlığım cihe*tiyle ehl-i dünya beni tazyik ediyorsa, onun müdafaası bana ait değil. Onu, Azîz-i Cebbâra havale ediyorum.
Eğer asılsız ve riyaya sebep ve ihlâsı kıracak bir şöh*ret-i kâzi*beyi kırmak için teveccüh-ü âmmeyi hak*kımda bozmak murad ise, onlara rahmet! Çünkü te*vec*cüh-ü âmmeye mazhar olmak ve halkların na*zarında şöhret kazanmak, benim gibi adam*lara zarardır zannederim. Benimle temas edenler beni bi*lirler ki, şahsıma karşı hür*met istemiyorum, belki nef*ret ediyorum. Hattâ kıymettar mühim bir dostumu, fazla hürmeti için belki elli defa tek*dir etmi*şim.» (Mektubat sh: 65)
Ehl-i dalâletin müslümanları kendilerine çekme planı*nın teh*likesine karşı bir ikaz:
4- «İnsanda, ekseriyet itibarıyla, hubb-u cah de*nilen hırs-ı şöhret ve hodfuruşluk ve şan ve şe*ref denilen riyâ*kâ*râne halklara görünmek ve nazar-ı âmmede mevki sa*hibi olmaya, ehl-i dünyanın her ferdinde cüz’î, küllî arzu vardır. Hattâ o arzu için hayatını feda eder derecesinde şöhret*pe*restlik hissi onu sevk eder.
Ehl-i âhiret için bu his gayet tehlikelidir. Ehl-i dünya için de gayet dağdağalıdır, çok ahlâk-ı sey*yi*enin de menşeidir ve insanların da en zayıf damarı*dır. Yani, bir in*sanı yakalamak ve kendine çekmek, onun o hissini okşa*makla kendine bağlar, hem onunla onu mağlûp eder. Kardeşlerim hakkında en ziyade korktuğum, bunların bu zayıf damarından ehl-i ilhâdın istifade etmek ihti*malidir. Bu hal beni çok düşündürüyor. Hakikî olmayan bazı biçare dost*larımı o suretle çektiler, mânen on*ları teh*likeye attı*lar.» (Mektubat sh: 412)
5- «Hâlık-ı Rahîmime yüz binler şükrolsun ki, ken*dimi ken*dime beğendirmemiş. Nefsimin ayıplarını ve ku*surlarını bana gös*termiş. Ve o nefs-i emmâreyi başkalara beğendirmek arzusu kal*mamış. Kabir kapı*sında bekle*yen bir adam, arkasındaki fâni dün*yaya riyakârâne bakması, acınacak bir hamakat*tir ve dehşetli bir hasâret*tir.» (Mektubat sh: 465)
Ehl-i dalâletin galebesinin sebebi:
6- «İnsanın mahiyetinde muzır madenler hük*münde bulu*nan fena istidatları işlettirmekten ve şan ve şeref na*mıyla, ri*yâkârâne nefsin firavuniye*tini okşamaktan ve vicdansızca tahribatlarından herkes korkmasından geli*yor. Ve o misilli şeytanî desi*seler vasıtasıyla muvakkaten ehl‑i hakka galebe eder*ler.» (Lem’alar sh: 86)
7- «Dalâlette, iktidarsızlar muktedir görünmeleri ve ehemmi*yetsizler şöhret kazanmaları içindir ki, hod*furuş, şöhretperest, riyâkâr insanlar ve az bir*şeyle iktidarlarını göstermek ve ihâfe ve ızrar cihetinden bir mevki ka*zanmak için ehl-i hakka muhalefet vaziyetine girerler. Tâ görün*sün ve nazar-ı dikkat ona celb olunsun. Ve ikti*dar ve kud*retle değil, belki terk ve atâletle sebebiyet ver*diği tahribat ona isnad edilip ondan bahsedil*sin. Nasıl ki böyle şöh*ret divanelerinden birisi namazgâhı telvis et*miş, tâ herkes ondan bahsetsin. Hattâ ondan lâ*netle de bahsedilmiş de, şöhretperest*lik da*marı kendi*sine bu lâ*netli şöhreti hoş gös*termiş diye darbımesel ol*muş.» (Lem’alar sh: 86)
8- «Kanaat vasıtasıyla insanlardan istiğnâ etmek ci*hetinde, teveccühlerini aramaz. İhlâs kapısı açılır, riyâ kapısı kapanır.» (Lem’alar sh: 146)
Teveccüh-u nasdan kaçmak:
9- «Teveccüh-ü nâs istenilmez, belki veri*lir. Verilse de onunla hoşlanılmaz. Hoşlansa ihlâsı kaybeder, riyâya girer. Şan ve şeref ar*zusuyla teveccüh‑ü nâs ise, ücret ve mükâfat değil, belki ihlâs*sızlık yüzünden gelen bir itab ve bir mücazattır. Evet, amel-i salihin hayatı olan ihlâsın za*rarına tevec*cüh-ü nâs ve şan ve şeref, kabir kapısına kadar muvak*kat olan bir lezzet-i cüz’i*yeye mukabil, kabrin öbür tara*fında azâb-ı kabir gibi nâhoş bir şekil aldığından, te*veccüh-ü nâsı arzu etmek değil, belki ondan ürkmek ve kaçmak lâzımdır. Şöhretperestlerin ve şan ve şeref pe*şinde koşanların kulakları çınlasın!» (Lem’alar sh: 146)
10- «Ehl-i hidayeti, ulüvv-ü himmetten sû-i isti*male ve dola*yısıyla ihtilâfa ve rekabete sevk eden, âhi*ret nokta-i nazarında bir haslet-i memdûha sayılan hırs-ı sevap ve vazife-i uhreviyede kana*atsizlik cihe*tinden ileri geliyor. Yani, “Bu sevabı ben kazanayım, bu insanları ben irşad edeyim, benim sözümü dinlesinler” diye, kar*şı*sındaki hakikî kardeşi ve cidden muhabbet ve muave*netine ve uhuvvetine ve yardımına muhtaç bir zâta karşı rekabet*kârâne va*ziyet alır. “Şakirdlerim niçin onun ya*nına gidi*yorlar? Niçin onun kadar şakird*lerim bulun*muyor?” diye, enâniyeti oradan fırsat bu*lup, mezmûm bir haslet olan hubb-u câha tema*yül ettirir, ih*lâsı kaçırır, riyâ kapısını açar.» (Lem’alar sh: 151)
11- «İHLÂSI KIRAN İKİNCİ MÂNİ: Hubb-u cah*tan gelen şöhretperestlik saikasıyla ve şan ve şeref per*desi al*tında tevec*cüh-ü âmmeyi kazanmak, nazar-ı dikkati ken*dine celb etmekle enâniyeti okşa*mak ve nefs-i emmâ*reye bir ma*kam ver*mektir ki, en mühim bir maraz-ı ruhî olduğu gibi, “şirk-i hafî” tabir edilen riyâkârlığa, hodfu*ruşluğa kapı açar, ihlâsı zedeler.» (Lem’alar sh: 165)
Bediüzzaman Hazretlerinin hayat tecrübesinden na*zara verdiği bir ikaz:
12- «Kendi kendimi aldatmak ve yine başımı gaf*lete sokmak için, İstanbul’da haddimden çok fazla gör*düğüm makam-ı içtima*înin ezvâkına baktım, hiçbir faydası ol*madı. Bütün onların tevec*cühü, iltifatı, tesel*li*leri, yakı*nımda olan kabir kapısına kadar gele*bilir, orada söner. Ve şöhretperestlerin bir gaye‑i hayali olan şan ve şerefin süslü perdesi altında sakîl bir riyâ, soğuk bir hodfuruş*luk, muvakkat bir sersemlik suretinde gör*düğümden, anladım ki, beni şimdiye kadar aldatan bu iş*ler, hiçbir te*selli veremez ve onlarda hiçbir nur yok.» (Lem’alar sh: 231)
13- Kendini beğenen «Kusuru nefsine almaz belki avukat gibi kendini müdafaa ve tebrie eyler. Mübalâğalarla, belki yalanlarla nefsini medih ve tenzih ederek, adeta takdis eder ve derecesine göre, [2] âyetinin bir tokadını yer.
Temeddühü ve sevdirmesi ise, aksülâ*melle istiskali celb eder, soğuk düşürtür. Hem amel-i uhrevîde ihlâsı kaybeder, riyâyı karıştı*rır.» (Lem’alar sh: 275)
14- «Ey şan ve şerefi, nam ve şöhreti isteyen adam! Gel, o dersi benden al. Şöhret ayn-ı riyâdır ve kalbi öldü*ren zehirli bir baldır. Ve insanı in*sanlara abd ve köle ya*par. O belâ ve musibete dü*şer*sen,[3] de, o belâdan kurtul.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 83)
Riyakârlığı şeref gösteren mimsiz medeniyet:
15- «Fısk çamuruyla mülevves olan medeniyet, in*sanları da o çamurla telvis ediyor. Ezcümle: Riyâya şan ve şeref namını vermiş insanları da o pis ahlâka sevk edi*yor. Hakikaten in*sanlar o riyâya öyle alışmışlar ki, şahıs*lara yaptıkları gibi, millet*lere, hattâ unsurlara bile yapıyor*lar. Gazeteleri o riyâya del*lâl, ta*rihleri de alkışçı yapmış*lardır. Bu yüzden şahsî hayatlar “hamiyet-i cahiliye” ün*vanı altında unsurî ha*yatlara fedâ edilmektedir.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 188)
16- «Ey örf-ü nâsta şan u şeref namıyla müsemma olan şöh*reti isteyen adam! Gel bu mes'eleyi benden öğ*ren. Zira ben, kat'iy*yen gördüm ki, şöhret ayn-ı riya*dır ve kalbin ölümü demek*tir. Öyle ise aman ona talib olma ki, insanlara abd ve köle olmaya*sın. Eğer sana verilmişse yani içine düşmüş isen [4] söyle.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 165, Tercüme A. Badıllı)
17- «Ehl-i medeniyetin terakki diye zu'mettikleri şey, ancak bir sukuttur. Ve iktidar diye zannettikleri iş, ancak bir ibtizaldir, bayağılıktır ve intibah diye dem vurdukları emir, ancak nevm-i gaf*lette bir batmaktır. Ve nezaket dedikleri mes'ele, nifakî bir riyadır. Ve zekâvet diye gu*rurlandıkları keyfiyet, ancak şeytanî desiselerdir. Ve insa*niyet diye tahmin ettikleri şey, an*cak insani*yetin hayvani*yete bir inkılabıdır.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 192, Tercüme A. Badıllı)
18- «Cahiliyet devrinin menhus bir yadigârı olan un*suriyet*perverlik taassubunun izahı ve iç yüzü şöyle*dir ki: Birbirine tesa*nüd ile katılaşan bir gaflet ve birbi*riyle yar*dımlaşarak cevablaşan bir riya ve bir zu*lümden ibarettir. Evet bu gaflet, riya ve zul*mün be*lasıdır ki un*suriyet ve milliyeti ırkçılara mabud haline ge*tirmiştir. El'iyazübillah.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 227, Tercüme A. Badıllı)
19- «Şu fâsık medeniyet, öyle müdhiş bir riya mey*dana ge*tirmiştir ki, medeniyetçilerin o riyadan kur*tul*ma*ları çok müşkil*leşmiştir. Çünki medeniyet ri*yaya şan ü şe*ref ismini tak*mıştır.
Evet medeniyetin bu riyası, adamı şahıslara dal*ka*vukluk ya*pıp müraîlik ettirdiği gibi, milletler ve un*sur*lara riyakâr ve tasni*atçı kılmıştır. Gazeteleri de, o riya ve mü*raîliğe dellâllar haline sokmuş, ta*rihi ise ona teşrifatçı ve alkışçı yapmıştır. Hem gaddar ve zalim hamiyet-i cahili*yenin desisesiyle mütemerrid olan unsuriyet-perverliğin hayatı içinde, şahsın mev*tini ona unuttur*muştur.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 374, Tercüme A. Badıllı)
20- «Ya benim Rabbim ruz-u mahşerde dese ki: “Şu riya*kârı nîrana sevkediniz!.” Ne yaparım?
İlahî! Senin bab-ı rahmetinden başka bir melce', bir kapı yoktur.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 382, Tercüme A. Badıllı)
Riya-yı kelâmî:
21- «Nefsimin hakikatta günah ve hatalı şeylerini mehasin zannederek, onunla tasannukârane ferahlana*cak kıymettar bir malı olmadığı gibi, başkasının ena*niyetle tekeddür etmiş ne*fislerine de bir kıy*met vermiyorum. Tâ ki onlara riya-yı ke*lâmî ile tasannu ve ubudiyetkâ*rane tekellüf ya*pa*yım.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 386, Tercüme A. Badıllı)
22- «Ey kardeş bil ki! Hasenatın hayatı niyet ile*dir. (Yani li*vechillah olan niyet iledir.) Onların fesadı ise ucb, riya ve gös*teriş iledir.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 403, Tercüme A. Badıllı)
23- «Gölgeli, gölgesiz suretler, ya bir zulm-ü mü*te*haccir veya bir riyâ-yı mütecessid veya bir heves-i müteces*simdir ki, beşeri zulme ve riyâya ve he*vâya, he*vesi kamçılayıp teş*vik eder.» (Sözler sh: 410)
24- «Ey sapık mağrur, daha sana ittiba nasıl caiz olabilir? Hem senin meşrebini ihtiyar eden, ancak şa*rab-ı siyaset veyahut hırs-ı şöhret veya riyakârlık iştihası, ya*hut rikkat-i cinsiye veya felsefenin zındık*lığı veya sefahet-i medeniyet veya bunlara benzer şey*lerle sarhoş bulunması lâzımdır. » (Mesnevî–i Nuriye sh: 449, Tercüme A. Badıllı)
Hayrı şerre çeviren riya:
25- «Rabian: Hayır, o vakit hayır olur ki Allah için ola… Eğer Allah için olsa, o vakit kat’î Onun izniy*ledir. Tevfik Onundur. Minnet Onadır. Senin hak*kın, şükürdür, fahir değildir. Çünkü fa*hir, irae, ya*ni gösteriş ve riya iledir. Riya ise, hayrı şer eder. Şerle iftihar edersen et! İşte bu hakikati bilmedi*ğindendir ki, nefsinden mağrur, gayrıya da gu*rurlu oldun.» (Nur’un İlk Kapısı sh: 45))
Hizmet-i diniye istiğna ile yapılabilir:
26- «Dünyaya tenezzül etmez, tamah ve zillete düş*mez, haki*kat mukabilinde dünya malını almaz, ta*sannua mecbur olmaz bir üstaddan alınan ders-i haki*kat elmas kıymetinde ise, sadaka al*maya mecbur olmuş, ehl-i ser*vete tasannua muztar kalmış, tamah zilletiyle izzet-i ilmini feda etmiş, sadaka verenlere hoş gö*rünmek için riyakâr*lığa temayül etmiş, âhiret meyvelerini dünyada yemeye cevaz göstermiş bir üstad*dan alınan aynı ders-i hakikat, elmas derecesinden şişe derecesine iner.» (Barla Lâhikası sh: 123)
Tenkidlere maruz kalmak, riyadan kurtulmaya ve*sile olur:
27- «Süleyman’da sadakatle beraber esaslı bir ihlâs gördüm. Evet, bu günlerde insafsız insanlar, onun şeref ve haysiyetini kıra*cak derecede, hakkında işâalar izhar ettik*leri zaman, ona tesellî nevinden dedim ki: “Sana bu su-i şöhreti takmakla riyadan kurtulursun.” O da kemâl-i sü*rur ve ciddî bir surette o teselliyi kabul etti.» (Barla Lâhikası sh: 200)
Riya sayılmayan hususlar ve riyakârlık sebebleri:
28- «Bu yakında hem Isparta’da, hem bu havalide Risale-i Nur’un İhlâs Lem’aları intişara başladığı mü*na*se*betiyle ve bir iki küçük hadise cihetiyle şiddetli bir ihtar kalbe geldi. Riyaya dair Üç Nokta yazılacak.
Birincisi: Farz ve vaciplerde ve şeâir-i İslâmiyede ve sünnet-i seniyenin ittibâında ve haramların terkinde riya giremez izharı, riya olamaz—meğer, gayet za’f-ı imanla beraber, fıt*raten riyakâr ola. Belki, şeâir-i İslâmiyeye te*mas eden ibadetlerin izharları, ihfâsından çok derece daha sevaplı ol*duğunu, Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazâlî (r.a.) gibi zat*lar beyan ediyorlar. Sâir nevafilin ihfası çok se*vaplı ol*duğu halde, şeaire temas eden, hususan böyle bi*d’alar zamanında ittibâ-ı sünnetin şera*fetini gösteren ve böyle büyük kebâir içinde, haram*ların terkinde takvâyı izhar etmek, değil riya, belki ihfâsından pek çok derece daha se*vaplı ve hâlistir.
İkinci nokta: Riyaya insanları sevk eden esbabın,
Birincisi: Za’f-ı imandır. Allah’ı düşünmeyen, es*baba perestiş eder, halklara hodfuruşlukla riyakârâne vaziyet alır. Risale-i Nur şakirdleri, Risale-i Nur’dan al*dıkları kuv*vetli iman-ı tahkikî der*siyle esbaba ve nâsa ubudiyet nok*tasında bir kıymet, bir ehemmiyet vermiyor ki, ubudi*yetlerinde onlara gösterişle riya etsinler.
İkinci sebep: Hırs ve tamah, za’f-ı fakr noktasında te*veccüh-ü nâsı celbine medar riyâkârâne vaziyet al*maya sevk ediyor.
Risale-i Nur’un şakirdleri, iktisat ve kanaat ve te*vek*kül ve kısmetine rıza gibi, Risale-i Nur’un dersin*den aldık*ları izzet-i imaniye, inşaallah onları ri*ya*dan ve dünya menfaatleri için hodfuruşluk*tan men eder.
Üçüncü sebep: Hırs-ı şöhret, hubb-u cah, makam sa*hibi ol*mak, emsaline tefevvuk etmek gibi hisler ve in*san*lara iyi görün*mek, tasannukârâne (haddinden fazla ken*dine ehemmiyet verdir*mek) ve tekellüfkârâne (lâyık ol*madığı yüksek makamlarda gö*rünmek) tarzını ta*kın*makla riya eder.
Risale-i Nur şakirdleri, ene’yi, nahnü’ye tebdil et*tik*leri, yani enaniyeti bırakıp, Risale-i Nur dairesinin şahs-ı mânevisinin he*sabına çalışması, ben yerine biz demeleri ve ehl-i tarikatın fenâ fi’ş-şeyh, fenâ fi’r-resul ve nefs-i emma*reyi öldürmek gibi riyadan kurtaran vasıtaların bu za*manda birisi de fenâ fi’l-ih*van, yani şahsiyetini kardeş*lerinin şahs-ı ma*neviyesi içinde eritip öyle davrandığı için, in*şaallah, ehl-i hakika*tin riyadan kurtulmaları gibi, bu sırla onlar da kurtulur*lar.
Üçüncü nokta: Vazife-i diniye itibarıyla nâsa hüsn-ü kabul ettirmek, o makamın iktiza ettiği yüksek tavır*lar ve vaziyetler, hod*furuşluk ve riya sayılmaz ve sa*yılmamalı—meğer o adam, o va*zifeyi, kendi enaniyetine tâbi edip istimal ede.
Evet, bir imam, imamet vazifesinde tesbihatları iz*har eder, ismâ eder hiçbir cihette riya olamaz. Fakat va*zife haricinde o tesbi*hatları âşikâre halklara işittir*meye riya gi*rebildiği için, gizlisi daha sevaplıdır.
Risale-i Nur’un hakikî şakirdleri, neşriyat-ı dini*ye*le*rinde ve ittibâ-ı sünnetteki ibadetlerinde ve içtinab-ı kebâ*irdeki takvâla*rında, Kur’ân hesabına vazifedar sa*yı*lırlar. İnşaallah riya olmaz. Meğer ki, Risale-i Nur’a, başka bir maksad-ı dünyeviye için girmiş ola. Daha ya*zı*lacaktı, fa*kat bir tevakkuf hali kesti.» (Kastamonu Lâhikası sh: 184)
Riya hissini görüp izale etmek:
29- «Hem on dakika zarfında, büyük bir müca*hede-i mânev*îde, benim cephemde, kırk ikilik bir top gibi düş*manlarıma atıp yol açtığı halde, o iki nefs‑i emmâ*renin, muvakkat bir gaflet fırsatında, hodgâmlık ve meyl-i te*fevvuk gibi gayet zulümlü ve zulümatlı his*siyle, büyük bir şükür ve teşekkür yerine, “Niçin ben atma*dım?” diye, en çirkin bir riya ve rekabet da*marını hissettim. Cenab-ı Hakka yüz bin şükür edi*yorum ki, Risale-i Nur ve bil*hassa İhlâs Risaleleri, o iki nefsin bütün desâisini izale ve onların açtığı yaraları tedavi ettiği gibi, o bir dakika ve on dakikadaki hâletleri birden izale etti. Ve mânevî bir istiğ*far olan kusurumu bildim. O hatânın muaccel cezası olan içindeki elemden ve azaptan kurtul*dum.» (Kastamonu Lâhikası sh: 234)
Şöhret, ihlâsa zıddır:
30- «Hususan acip bir riyakârlık olan şöh*retperest*lik ve câzibedar bir hodfuruşluk olan tarihlere şâşaalı geç*mek ve insanlara iyi gö*rünmek ise, Nurun bir esası ve mesleği olan ihlâsa zıttır ve münafidir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 195)
Merdumgirizlik ihlâsa vesile olur:
31- «Bu zamanda şahsiyet cihetiyle insanlara za*rar verecek haller var. Risale-i Nur’un mesleğindeki âzamî ih*lâs için bu has*ta*lık verilmiş. Çünkü bu za*manda şan, şeref perdesi altında riya*kârlık yer al*dı*ğından, âzamî ihlâs ile bütün bütün enani*yeti terk lâzımdır.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 201)
32- «Hattâ tezahüre bir riyakârlık, bir hod*furuşluk, bir enaniyet mânâsını verip halk*larla görüşmeyi de terk ettiği ve rahmet-i İlâhînin ihsa*nıyla sesi de kesilmiş ki, dostlarla görüşmeye mec*bur olmasın ve hatırları da kırıl*masın.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 237)
Geylanî Hazretlerinin riyakârlığı tedavi eden şid*detli irşadı:
33- «Fütuhu’l-Gayb kitabında “Yâ gulâm!” tâbir et*tiği bir ta*lebesine pek müthiş ameliyat-ı cerrahiye ya*pı*yor. Ben kendimi o gulâm yerine vaz ettim. Fakat pek şiddetli hitap ediyordu: “Eyyühe’l-münafık,” “Ey dinini dünyaya satan riyakâr” diye, diye... Yarısını ancak okuyabildim. Sonra o risaleyi terk ettim. Bir hafta bakamadım. Fakat ameliyat-ı cerrahiyenin ar*kasından bir lezzet geldi işti*yakla o mübarek eseri acı tiryak gibi veya sulfato gibi iç*tim. Elhamdü lillâh, kaba*hatlerimi anladım, yaralarımı his*settim, gurur bir de*rece kırıldı.” » (Sikke-i Tasdik-i Gaybî sh: 144)
Bediüzzaman Hazretlerinin riyakârlıkdan uzak dur*ması:
34- «Üstadımız, tekellüf ve taazzumdan asla hoş*lanmaz ve talebelerinin dahi tekellüf kaydından âzade ol*malarını emreder. Ve buyururlar ki: “Tekellüf, şer’an ve hikmeten fenadır, çünkü te*kellüf sevdası, insanı, hadd-i mârufu tecavüze sevk eder. Mütekellif olan*lar, bazan hodbinane ve tezahür ve tefâ*hur tavrı ve muvakkat so*ğuk bir riyakâr vaziyeti takın*mak*tan kurtulmaz. Halbuki bunların ikisi de ihlâsı zede*ler.”» (Tarihçe-i Hayat sh: 326)
Riyakârlık yalancılıktır:
35- «Evet sıdk ve doğruluk İslâmiyetin hayat-ı iç*ti*maiyesinde ukde-i hayatiyesidir. Riyakârlık, fiilî bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk ve ta*sannu, alçakça bir ya*lancılıktır. Nifak ve müna*fıklık, mu*zır bir yalancılıktır.» (Hutbe-i Şâmiye sh: 45)
Riya, sevabı günaha çevirir:
36- «Nazar ile niyet mahiyet-i eşyayı tağyir eder. Günahı se*vaba, sevabı günaha kalb eder. Evet, niyet âdi bir hareketi ibadete çevirir. Ve gösteriş için yapılan bir ibadeti günaha kalbe*der.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 51)
37- «Hayrat ve hasenâtın hayatı niyetledir. Fesadı da ucub, riyâ ve gösterişledir. Ve fıtrî ola*rak vicdanda şu*urla biz*zat hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur ve niyetle inkıtâ bulur.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 201)
Merdumgirizlik ihlâsın muhafazasına vesiledir:
38- «İnayet-i İlâhiye dahi, hizmet-i imaniyedeki ih*lâsı kır*mamak ve tasannukârâne hodfuruşluk va*ziyetine girmeye mecbur etmemek ve ziyade hüsn-ü zan edenle*rin karşı*sında beni tekellüf*lere ve gösterişlere mecbur etmemek ve bu za*manda çok tesir eden şahsıma karşı te*veccüh, mu*habbet ve hizmete zarar veren kendini ma*kam sahibi göstermek vaziyetinden kurtarmak ve Kur’ân’dan gelen Risale-i Nur’un elmas gibi hakikatle*rini bana mâletmekle cam parçalarına indir*memek hikmetle*riyle, Cenab-ı Erhamürrâhimîn bana bu hasta*lığı vermiş*tir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 61)
Şöhretli sahalardan kaçmak:
39- «Nur mesleğinde benlik ve gösteriş bir nevi şöh*retperestlik, merdud olduğundan, bu enaniyet zama*nında in*sanlara kendini satmaya çalış*mak ve beğendir*mek, bir anda Nur şakirdleri böyle bü*yük bir imtiyaz gibi bu eserlerle meşhur mev*kilere kendilerini göstermek bir nevi gösteriş olması cihe*tiyle, kader-i İlâhî, Nur şakirdle*rini tam ihlâsın mu*hafazası için şimdilik müsaade etmi*yor.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 257)
40- «Ey fahre meftun, şöhrete müptelâ, medhe düş*kün, hodbinlikte bîhemtâ, sersem nefsim!
Eğer binler meyve veren incirin menşei olan kü*çü*cük bir çe*kirdeği ve yüz salkım ona takılan üzümün si*yah kurucuk çubuğu, bütün o meyveleri, o salkımları kendi hünerleri olduğu ve onlardan istifade edenler o çu*buğa, o çekirdeğe medih ve hürmet etmek lâ*zım ol*duğu hak bir dâvâ ise, senin dahi sana yüklenen nimet*ler için fahre, gu*rura belki bir hakkın var.
Halbuki sen, daim zemme müstehaksın. Zira o çe*kirdek ve o çubuk gibi değilsin. Senin bir cüz-i ihtiyarın bulunmakla, o nimet*lerin kıymetlerini fahrinle tenkis edi*yorsun, gururunla tahrip ediyorsun ve küfra*nınla iptal ediyorsun ve temellükle gasp edi*yorsun.
Senin vazifen fahir değil, şükürdür. Sana lâyık olan şöh*ret değil, tevazudur, hacâlettir. Senin hakkın medih değil, istiğfardır, nedâmettir. Senin kemâlin hodbinlik değil, hüdâ*binliktedir.» (Sözler sh: 230)
41- «Hem insanlara kendini bildirmek bir şöhretpe*restlik olmasından, bir enaniyet, bir hod*fü*ruşluk, bir ri*yakârlık ihtimali var. Bu ise, bizim gibi*lere tam zarardır.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 161)
42- «Risale-i Nur Müellifi, bütün müellif ve mu*harrir*lerin en mütevaziidir. Şöhret ve tekebbürün en büyük düşmanıdır. Bütün dünya metâına arka çe*virmiştir. Ne mal, ne şöhret, ne nü*fuz—bunların hiçbi*risi onun pâyine ulaşamamıştır ve ulaşamaz.» (Tarihçe-i Hayat sh: 654)
43- «Cenâb-ı Hak, fazl ve keremiyle, ulûm-u ima*niye ve Kur’âniyeye çalışmak ve fehmetmek faziletini ih*san etmiştir. Bu ihsan-ı İlâhîyi bütün hayatımda, lil*lâ*hil*hamd, tevfik-i İlâhî ile şu millet-i İslâmiyenin men*faatine, saadetine sarf ederek, hiçbir vakit vasıta-i ta*hakküm ve tagallüb olmadığı gibi, ekser ehl-i gafletçe matlup olan te*veccüh‑ü nâs ve hüsn-ü kabul-ü halk dahi, mühim bir sırra binaen benim men*fû*rumdur, onlardan ka*çıyorum. Yirmi sene eski haya*tımı zayi ettiği için onları kendime muzır görüyorum. Fakat Risale-i Nur’u beğenmelerine bir emâre biliyo*rum, onları küstürmüyorum.» (Lem’alar sh: 171)
Kısmen tesbit edilen mezkûr ders ve ikazlar, riya ve şöhret gibi hissiyat ve hareketlerin terk edilmesinin lüzu*munu açıkça gösteriyor ve Risale-i Nur’da bir esas*tır.
-
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
18-REKABETİ TERK ETMEK DÜSTURU
Rekabetin müsbet kısmı, hayırlı işlerde ve fazilet*lerde kişi*nin o iyiliklere erişebilmek isteği ve gayretini ifade eder. Rekabetin menfi ciheti ise, başka*sında olan iyiliği elinden almak ve kendini önde ve üstün göster*mek hırsıdır. Bu ise menfi mü*cadeleye kapı açar ve bü*yük zararlara ve*sile olur.
1- «Kardeşlerim, enâniyetin işimizde en teh*li*keli ciheti kıskançlıktır. Eğer sırf lillâh için ol*mazsa, kıs*kançlık müdahale eder, bozar. Nasıl ki bir insanın bir eli bir elini kıskanmaz ve gözü kulağına ha*set etmez ve kalbi aklına rekabet etmez. Öyle de, bu he*ye*timizin şahs-ı mâ*nevîsinde, herbiriniz bir duygu, bir âzâ hük*mündesiniz. Birbirinize karşı rekabet değil, bilâkis birbirinizin meziye*tiyle iftihar etmek, mütelez*ziz olmak bir vazife‑i vicda*ni*yenizdir.» (Mektubat sh: 426)
2- «Ehl-i din ve ashab-ı ilim ve erbab-ı tarikat ise, bunların herbirisinin vazifesi umuma baktığı gibi, mu*accel ücretleri de ta*ayyün ve tahassus etmediği ve herbi*rinin makam-ı içtimaîde ve te*veccüh-ü nâsta ve hüsn-ü kabul*deki hissesi tahassus etmiyor. Bir makama çok*lar namzet olur. Maddî ve mânevî herbir ücrete çok el*ler uzanabilir. O noktadan müzâhame ve rekabet te*vellüt edip vifakı ni*faka, ittifakı ihtilâfa tebdil eder.» (Lem’alar sh: 149)
3- «Meşreplerin ihtilâfıyla, zâhir-i meşrebine mu*halif olana karşı muavenet ihtiyacını tam hissetmiyor, ittifaka ihtiyacını gö*remiyor. Belki hodgâmlık ve enâni*yet varsa, kendini haklı ve mu*ha*lifini haksız teveh*hüm ederek, itti*fak ve muhabbet yerine, ihtilâf ve re*kabet or*taya girer. İhlâsı kaçırır, vazifesi zîrüzeber olur.» (Lem’alar sh: 150)
4- «Ey musibetzede ve ihtilâfa düşmüş ehl-i hak ve ashab-ı hakikat! Bu musibet zamanında ihlâsı kaçır*dı*ğınız*dan ve rıza-yı İlâhîyi münhasıran gaye-i maksat yapmadı*ğınızdan, ehl-i hakkın bu zillet ve mağlûbiye*tine sebebiyet verdiniz.
Umûr-u diniye ve uhreviyede rekabet, gıpta, haset ve kıskançlık olmamalı. Ve hakikat nokta‑i nazarında olamaz. Çünkü kıskançlık ve hase*din sebebi: Birtek şeye çok eller uzanma*sından ve birtek makama çok gözler dikilmesinden ve birtek ek*meği çok mideler istemesinden, müzâhame münakaşa, müsa*baka sebebiyle gıptaya, sonra kıskançlığa düşerler. Dünyada bir şey-i vâ*hide çoklar talip olduğundan ve dünya dar ve muvakkat olması se*bebiyle insanın had*siz arzularını tatmin edemediği için, rekabete düşü*yorlar. Fakat, âhirette tek bir adama beş yüz sene mesa*felik bir cennet ihsan edilmesi ve yetmiş bin kasır ve huriler verilmesi ve ehl-i Cennetten herkes kendi his*se*sinden kemâl-i rıza ile mem*nun olması işaretiyle gösterili*yor ki, âhirette medar‑ı rekabet birşey yoktur ve rekabet de olamaz. Öyleyse, âhirete ait olan a’mâl-i salihada dahi rekabet olamaz kıskançlık yeri değildir. Kıskançlık eden ya riyâkârdır a’mâl-i saliha suretiyle dünyevî ne*ticeleri arıyor. Veyahut sâdık ca*hildir ki, a’*mâl-i saliha nereye baktığını bilmiyor ve a’*mâl-i sali*hanın ruhu, esası, ihlâs ol*duğunu derk etmi*yor.» (Lem’alar sh: 156)
5- «Ey ehl-i hakikat ve tarikat! Hakka hizmet, bü*yük ve ağır bir defineyi taşımak ve muhafaza etmek gi*bidir. O defineyi omu*zunda taşıyanlara ne kadar kuv*vetli eller yardıma koşsalar daha ziyade sevinir, mem*nun olurlar. Kıskanmak şöyle dursun, gayet samimî bir muhabbetle o gelenlerin kendilerinden daha ziyade olan kuvvetlerini ve daha ziyade tesirlerini ve yardım*larını müfte*hirâne alkış*lamak lâzım gelirken, nedendir ki rekabetkârâne o hakikî kardeşlere ve fedakâr yar*dımcılara bakılıyor ve o hal ile ih*lâs kaçıyor? Vazifenizde müttehem olup, ehl-i dalâletin nazarında, sizden ve sizin mesleğinizden yüz derece aşağı olan, “din ile dün*yayı kazanmak ve ilm-i hakikatle maişeti temin etmek, tamah ve hırs yolunda rekabet etmek” gibi müthiş ithamlara mâruz kalı*yorsunuz?
Bu marazın çare-i yegânesi: Nefsini itham etmek ve nefsine değil, daima karşısındaki meslektaşına ta*raf*tar ol*mak... Fenn-i âdâb ve ilm-i münazaranın ule*ması mâbey*nindeki hakperestlik ve insaf düsturu olan şu “Eğer bir meselenin münazarasında kendi sözünün haklı çıktığına taraftar olup ve kendi haklı çıktığına se*vinse ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna mem*nun olsa, insaf*sızdır.” Hem zarar eder. Çünkü haklı çıktığı vakit, o münazarada bilmediği birşeyi öğrenmi*yor. Belki gurur ihtimaliyle za*rar edebilir. Eğer hak hasmının elinde çıksa, zararsız, bil*mediği bir meseleyi öğrenip menfaattar olur, nefsin guru*rundan kurtulur. Demek in*saflı hakperest, hakkın hatırı için nefsin hatı*rını kırı*yor. Hasmının elinde hakkı görse, yine rıza ile kabul edip ta*raftar çıkar, memnun olur.
İşte bu düsturu ehl-i din, ehl-i hakikat, ehl-i tarikat, ehl-i ilim kendilerine rehber itti*haz etseler, ihlâsı kaza*nırlar. Ve vazife-i uhrevi*yele*rinde muvaffak olurlar. Ve bu fecî sukut ve musi*bet-i ha*zıradan rahmet-i İlâhiye ile kurtulurlar.» (Lem’alar sh: 157)
6- «Menfaat-i maddiye cihetinden gelen rekabet, ya*vaş yavaş ihlâsı kırar. Hem netice-i hizmeti de zede*ler. Hem o maddî menfa*ati de kaçırır.
Evet, hakikat ve âhiret için çalışanlara karşı bu millet bir hürmet ve bir muavenet fikrini daima besle*miş. Ve bilfiil onların hakikat-i ihlâslarına ve sâdıkane olan hizmet*lerine bir cihette işti*rak etmek niyetiyle, on*ların hâcât-ı maddiyelerinin tedarikiyle meşgul olup vakitlerini zayi etmemek için, sadaka ve hediye gibi maddî menfaatlerle yardım edip hürmet etmişler. Fakat bu mu*avenet ve men*faat istenilmez, belki verilir. Hem kalben arzu edip mun*tazır kalmakla, lisan-ı hal ile dahi istenilmez. Belki umma*dığı bir halde verilir. Yoksa ih*lâsı zedelenir. Hem
[5] âyetinin nehyine yanaşır, ameli kısmen yanar.
İşte bu maddî menfaati arzu edip muntazır kalmak, sonra nefs-i emmâre, hodgâmlık cihe*tiyle, o menfaati başkasına kaptırmamak için, hakikî bir kardeşine ve o hususî hizmette arakadaşına karşı bir rekabet damarı uyandırır. İhlâsı zedelenir, hizmette kudsiyeti kaybeder, ehl-i hakikat nazarında sa*kîl bir vaziyet alır.» (Lem’alar sh: 164)
7- «İşte, ey kardeşlerim! Madem umur-u dünye*vi*yede, kesif maddelerde böyle ittihad, ittifak ile netice*ler, böyle azîm yekûn fay*dalar verir. Acaba, uhrevî ve nu*ranî ve tecezzî ve inkısama muhtaç olmayarak ve fazl-ı İlâhî ile herbirisinin aynasına umum nur in’i*kâs etmek ve herbiri umumun kazandığı misil sevaba mâ*lik ol*mak, ne kadar büyük bir kâr olduğunu kıyas ede*bilirsi*niz. Bu azîm kâr, rekabetle ve ihlâssızlıkla kaçı*rıl*maz!
Ey kardeşlerim! Kur’ân-ı Hakîmin hizmetin*deki mes*leğimiz hakikat ve uhuvvet olduğu ve uhuvvetin sırrı, şahsiyetini kardeşler içinde fâni edipHAŞİYE onların ne*fislerini kendi nefsine tercih etmek olduğundan, mâ*bey*nimizde bu nevi hubb-u cahtan gelen rekabet tesir etmemek ge*rektir. Çünkü mesleğimize bütün bütün mü*nâfidir. Madem kar*deşlerin şerefi umumiyetle her ferde ait olabilir o büyük şeref-i mânevîyi şahsî, hodfuruşâne, rekabetkâ*râne, cüz’î bir şerefe ve şöhrete feda etmek, Risale-i Nur şakirdle*rinden yüz derece uzak olduğu ümi*dindeyim.
Evet, Risale-i Nur şakirdlerinin kalbi, aklı, ruhu böyle aşağı, zararlı, süflî şeylere tenezzül etmez. Fakat herkeste nefs-i emmâre bulunur. Bazı da hissiyat‑ı nef*siye damar*lara ilişir, bir derece hükmünü kalb, akıl ve ruhun rağmına olarak icra eder. Sizlerin kalb ve ruh ve aklınızı itham et*mem. Risale-i Nur’un verdiği tesire bi*naen itimad ediyo*rum. Fakat nefis ve hevâ ve his ve ve*him bazan aldatıyor*lar. Onun için bazan şiddetli ikaz olunuyorsunuz. Bu şid*det, nefis ve hevâ ve his ve vehme bakıyor ihtiyatlı dav*ranınız.» (Lem’alar sh: 165)
8- «Aziz kardeşlerim,
Evvel âhir tavsiyemiz, tesanüdünüzü muhafaza enâniyet, benlik, rekabetten tahaffuz ve itidal-i dem ve ihtiyattır.» (Şualar sh: 312)
9- «Ücret alındığı zaman veya mükâfat tevzi edil*diği vakit, rekabet, kıskançlık mikrobu oynamaya başlar. Fakat iş zama*nında, hizmet vaktinde o mikro*bun haberi olmuyor. Hattâ tembel olan adam çalışkanı sever. Zayıf olan, kavîyi takdir ve tahsin eder. Fakat ça*lışma*sını ister ki, iş hafif olsun, zahmetten kurtulsun.
Dünya da umur-u dîniyeye ve a’mâl-i âhirete iş ve hizmet için kurulmuş bir fabrika olduğu cihetle ve o fab*rika içerisinde işlenen ve yapılan ibadetlerin seme*resi öteki âlemde göründüğüne naza*ran, ibadetlerde reka*bet edilmemelidir. Olduğu takdirde ihlâsı kay*bolur. Ve o rekabeti yapan, halkın takdir ve tahsinleri gibi dünyevî bir mükâfatı düşünür. Zavallı dü*şünmüyor ki, o düşün*ceyle amelini adem-i ihlâsla iptal eder. Çünkü, sevap itâ*sında ve ücret aldığında, nâsı Rabb-i Nâsa şerik ya*par ve halkın nefretlerine hedef olur.» (M. Nuriye sh: 227)
10- «Derd-i maişet zaruretine karşı, iktisat ve ka*na*atle mu*kabele etmeye zaruret var. Menfaat-i dün*yeviye, çok ehl-i haki*kati, ehl-i tarikatı dahi bir nevi rekabete sevk ettiği için endişe ederim. Risale-i Nur şakirdleri içinde şimdiye kadar bu cihet on*ları zedele*memiş. İnşaallah yine zedelemez.» (Kastamonu Lâhikası sh: 223)
11- «Bu acip asırda dehşetli bir aşılamak ve şırın*gayla hem hakikî, hem mecazî iki nefs-i emmâre ittifak edip öyle seyyiata, öyle günahlara severek giriyor. Kâinatı hiddete getiriyor. Hattâ kendim, bir dakika zar*fında, yirmi paralık bir sıkıntıyla, altmış liralık bir ha*seneye ter*cih etmeye çalıştım.
Hem on dakika zarfında, büyük bir mücahede-i mâ*nevîde, be*nim cephemde, kırk ikilik bir top gibi düş*man*larıma atıp yol açtığı halde, o iki nefs‑i emmârenin, mu*vakkat bir gaflet fırsatında, hod*gâmlık ve meyl-i tefev*vuk gibi gayet zulümlü ve zulümatlı his*siyle, bü*yük bir şükür ve teşekkür yerine, “Niçin ben atma*dım?” diye, en çirkin bir riya ve rekabet damarını hisset*tim. Cenab-ı Hakka yüz bin şükür ediyorum ki, Risale-i Nur ve bil*hassa İhlâs Risaleleri, o iki nefsin bü*tün desâ*isini izale ve onların açtığı yara*ları tedavi ettiği gibi, o bir dakika ve on dakikadaki hâletleri birden izale etti. Ve mânevî bir istiğ*far olan kusurumu bildim. O hatânın muaccel cezası olan içindeki elemden ve azap*tan kurtul*dum.» (Kastamonu Lâhikası sh: 233)
12- «Mesleğimiz, sırr-ı ihlâsa dayanıp, hakaik-i ima*niye ol*duğu için, hayat-ı dünyaya, hayat-ı içtima*iyeye mecbur olmadan karışmamak ve rekabet ve ta*rafgirliğe ve mübarezeye sevk eden hâlâttan te*cerrüt etmeye mes*leğimiz itibarıyla mec*buruz. Binler teessüf ki, şimdi müthiş yılanların hücumuna mâ*ruz biçare ehl-i ilim ve ehl-i diyanet, sineklerin ısır*ması gibi cüz’î kusuratı bahane ederek, birbirini tenkitle, yılanların ve zındık münafık*ların tahribatlarına ve kendilerini onla*rın eliyle öl*dür*mesine yardım ediyorlar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 246)
13- «Risale-i Nur’un bir esası, kusurunu bil*mekle mah*viyetkârane yalnız rıza-yı İlâhî için re*kabetsiz hiz*met et*mektir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 87)
14- «Hem mesleğimiz hıllet ve uhuvvet oldu*ğun*dan, şahsiyet ve enaniyet cihetinden bir rekabet olmaz. Benim gibi çok kusurlu ve çok zayıf bir biçare*nin nok*saniyetle*rine değil, belki Risale-i Nur’un kema*lâtına bakmalı.» (Tarihçe-i Hayat sh: 434)
15- «MÜ’MİNLERDE nifak ve şikak, kin ve adâ*vete se*be*biyet veren tarafgirlik ve inat ve ha*set, hakikatçe ve hik*metçe ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetçe ve hayat-ı şahsiyece ve hayat-ı içtimaiyece ve hayat-ı mâneviyece çirkin ve merduttur, muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşe*riye için zehirdir.» (Mektubat sh: 262)
16- «Yedinci vehim: İttihad-ı İslâm cemaati, sair cemi*yet-i diniye ile şakku’l-âsâdır. Rekabet ve münafe*ratı intaç eder.
Elcevap: Evvelâ umur-u uhreviyede haset ve mü*za*hemet ve münakaşa olmadığından, bu cemiyetlerden hangisi münakaşaya, rekabete kalkışsa, ibadette riya ve nifak etmiş gibidir.» (Hutbe-i Şâmiye sh: 98)
18- «Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima su*ret-i hak*tan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan al*mayınız. Zira çok silik söz ticarette ge*ziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müf*sidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söyle*nen sözün kalbe girmesine yol ver*meyiniz. İşte, size söylediğim söz*ler ha*yalin elinde kal*sın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde sak*layınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı ar*kasına takı*nız, bana reddediniz, gönderiniz.» (Münâzarat sh: 14)
Bu nakillerde, menfi rekabetin yapılmaması, Risale-i Nur mesleğinde bir esas olduğu nazara verilir ve rekabet, ihlası ve hizmeti darbeleyeceği ve terk edil*mesinin zarureti beyan edilir.
Not: Yukarıda geçen miheng tabiriyle murad olunan mânâyı tesbit etmek için şu ifadelere bakılmalı*dır:
19- «Yalnız şuhuduna istinad eden bir kısım ehl‑i ve*lâye*tin iha*tasız keşfiyatı, veraset-i nübüvvet ehli olan as*fiya ve muhakkik*înin, şuhuda değil, Kur’ân’a ve vahye, gaybî fa*kat daha sâfi, ihatalı, doğru hakaik-i imaniyele*rine dair ahkâmlarına yetişmez.
Demek, bütün ahval ve keşfiyatın ve ezvak ve mü*şahe*datın mizanı, Kitap ve Sünnettir. Ve mihenkleri, Kitap ve Sünnetin desâtir-i kudsiyeleri ve asfiya-i muhak*kikînin kavânin-i hadsiyeleridir.» (Mektubat sh: 83)
Burada geçen (miheng) tabiri, ahkâm-ı kat’iye-i İslâmiye mâ*nâsındadır. Bu kat’î hükümleri avam-havas tef*rik edilmeden bü*tün mü’minlerin bilip kabul etme*leri ve hak ve batılın tesbitinde kıstas ve miheng yap*maları mec*burîdir.
Nitekim Bediüzzaman Hazretleri bu kat’î hüküm*ler için:
20- «Avâm-ı nâs, onların vücubunu ve haramiyetini ders al*maya muhtaç değiller. Belki, teşvik ve ihtar ile o ahkâm-ı kudsiyeyi hatır*latıp, İslâmiyet damarını ve iman hissini tahrik et*mekle, imtisallerine teş*vik ve tezkire ve ihtara muhtaç*tırlar.» (Sözler sh: 483)
Diyerek bu hükümleri avamın bildiğini ve bilme*lerinin mec*buriyetini na*zara verir. Demek bu kat’î hü*kümler, kıstas ve mi*hengler mânâsında muayyen ve tesbitli olup hiçbir müslüman o hükümlere muhalefet edemez.
21-Çünkü «“Zaruriyât-ı diniye” denilen ve kabil-i te*vil olmayan ve “muhkemat” denilen düsturları ise, hiçbir ci*hette kabil-i tebdil de*ğildir ve medar-ı içtihad olamaz. Onları tebdil eden, başını din*den çıkarıyor.» (Mektubat sh: 435)
Bediüzzaman Hazretleri aynı hükmü te’yiden di*yor:
22- «Selef-i Sâlihînin beyan ettikleri hakaik-i zâhiriye-i Kur’âniyeye şüphe getirmek değil. Çünkü onlara iman lâzımdır. Onlar nasstır, kat’îdir, esastırlar, temeldirler. [6]fermanıyla, mânâsı vâzıh oldu*ğunu bildirir. Baştan başa hitab-ı İlâhî o mânâlar üze*rine dö*ner, takviye eder, be*dâhet derecesine getirir. O mensus mânâ*ları kabul etmemekten—hâşâ sümme hâşâ—Cenâb-ı Hakkı tekzip ve Hazret-i Risaletin feh*mini tez*yif etmek çıkar.
Demek, maânî-i mensûsa, müteselsilen menba‑ı Risaletten alınmıştır.» (Mektubat sh: 388)
İşte bütün müslümanlar için, hak ve bâtılı ayı*ran kıs*tas ve mihengler, bu nusus ve muhkemat-ı şer’i*yedir. İttihad-ı müslimîn ancak bu esaslar dairesinde mümkündür ki bu derlemenin de asıl mevzuu budur.
Hem de bu miheng tabirinin geçtiği Münazarat ese*rin*den anlaşılıyor ki, Bediüzzaman Hazretleri 80-90 sene önce avam tabakasına, esasat-ı şer’iyeyi esas alma*larını telkin ediyor ve re*kabet ve enaniyet hislerini tah*rik eden reislik ve kişi hâkimiyeti yerine her sahada hakkın hâki*miyetinin ve en üstün insanlık şe*refini gös*teren hürriyet-i şer’iyenin elzemi*yetini ders veriyor.
-
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
19-HUBB-U CAH’I TERK ETMEK ESASI
Maddî ve manevî makam sevgisi ve şöhret hırsı olan bu his, hizmet-i di*niyede terk edilmesi düstur ha*linde nazara verilen bir esastır.
Hubb-u cah hissinin getirdiği büyük mes’uliyet*ler:
1- «Şeytan-ı ins, şeytan-ı cinnîden aldığı derse bi*naen, hizbü’l-Kur’ân’ın fedakâr hâdimlerini hubb‑u cah vasıtasıyla al*datmak ve o kudsî hiz*metten ve o mânevî ulvî cihaddan vazgeçir*mek istiyor*lar. Şöyle ki:
İnsanda, ekseriyet itibarıyla, hubb-u cah deni*len hırs-ı şöhret ve hodfuruşluk ve şan ve şe*ref denilen ri*yâkârâne halklara görünmek ve na*zar-ı âmmede mevki sahibi ol*maya, ehl-i dün*yanın her ferdinde cüz’î, küllî arzu var*dır. Hattâ o arzu için hayatını feda eder derece*sinde şöhret*pe*rest*lik hissi onu sevk eder.
Ehl-i âhiret için bu his gayet tehlikelidir. Ehl-i dünya için de gayet dağdağalıdır, çok ahlâk-ı seyyienin de menşeidir ve insanların da en za*yıf damarıdır. Yani, bir insanı yakala*mak ve ken*dine çekmek, onun o hissini okşamakla kendine bağlar, hem onunla onu mağlûp eder. Kardeşlerim hakkında en zi*yade korktuğum, bunların bu zayıf dama*rın*dan ehl-i il*hâdın istifade etmek ihti*malidir.
Bu hal beni çok düşündürü*yor. Hakikî olmayan bazı bi*çare dostlarımı o suretle çektiler, mâ*nen onları teh*likeye at*tılar.HAŞİYE » (Mektubat sh: 412)
2- «Ey kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur’ân’da arka*daşlarım! Bu hubb-u cah cihetinden gelen dessas ehl-i dünyanın hafiye*lerine veya ehl-i dalâletin pro*pagandacı*larına veya şeyta*nın şakirdlerine de*yi*niz ki:
“Evvelâ rıza-yı İlâhî ve iltifat-ı Rahmânî ve ka*bul‑ü Rabbânî öyle bir makamdır ki, insanların tevec*cühü ve is*tihsânı, ona nisbe*ten bir zerre hükmündedir. Eğer tevec*cüh-ü rahmet varsa, yeter. İnsanların tevec*cühü, o tevec*cüh-ü rahmetin in’ikâsı ve gölgesi olmak ci*hetiyle mak*buldür yoksa arzu edilecek birşey değildir. Çünkü kabir kapısında söner, beş para etmez.”» (Mektubat sh: 413)
Kesret-i etbaa isteği, cemaati kendine bağlama hissi, hubb-u cah’a mağ*lubiyetin fiilî bir tezahürüdür:
3- «Ehl-i hidayeti, ulüvv-ü himmetten sû-i isti*male ve dolayı*sıyla ihtilâfa ve rekabete sevk eden, âhi*ret nokta-i nazarında bir haslet-i memdûha sayılan hırs-ı sevap ve vazife-i uhreviyede kana*atsizlik cihe*tinden ileri geliyor. Yani, “Bu sevabı ben kazanayım, bu insanları ben irşad edeyim, benim sözümü din*lesin*ler” diye, karşısındaki hakikî kardeşi ve cidden muhabbet ve mu*avenetine ve uhuvvetine ve yardı*mına muhtaç bir zâta karşı reka*bet*kârâne vaziyet alır. “Şakirdlerim niçin onun yanına gidi*yorlar? Niçin onun kadar şakirdlerim bulunmuyor?” diye, enâniyeti ora*dan fırsat bulup, mez*mûm bir haslet olan hubb-u câha te*mayül etti*rir, ihlâsı kaçırır, riyâ kapısını açar.
İşte bu hatanın ve bu yaranın ve bu müthiş ma*raz-ı ru*hanînin ilâcı şudur ki:
Cenâb-ı Hakkın rızası ihlâs ile kazanılır kesret-i etbâ’ ile ve fazla muvaffakiyetle değildir.» (Lem’alar sh: 151)
4- «Hubb-u cahtan gelen şöhretperestlik sa*ikasıyla ve şan ve şeref perdesi altında teveccüh-ü âmmeyi ka*zanmak, nazar-ı dikkati kendine celb etmekle enâniyeti okşamak ve nefs-i emmâreye bir makam vermektir ki, en mühim bir ma*raz-ı ruhî olduğu gibi, “şirk-i hafî” tabir edilen ri*yâ*kâr*lığa, hodfuruşluğa kapı açar, ihâsı zedeler.» (Lem’alar sh: 165)
Şahsiyet kazanma sâikasıyla hizmette rekabet yap*mak, sırr-ı uhuvvetin yokluğuna alâmettir:
5- «Ey kardeşlerim! Kur’ân-ı Hakîmin hizmetin*deki mesle*ğimiz hakikat ve uhuvvet olduğu ve uhuvve*tin sırrı, şahsiye*tini kardeşler içinde fâni edipHAŞİYE onla*rın nefislerini kendi nefsine tercih etmek olduğundan, mâbeynimizde bu nevi hubb-u cahtan gelen rekabet tesir etmemek gerektir. Çünkü mesleğimize bütün bütün mü*nâfidir.» (Lem’alar sh: 165)
Cemaat içinde temayüz edip kendini beğendirme ve te*vec*cühü toplama tavır ve davranışları, hubb-u cah ve hırs-ı söhret hastalığının fiilî tezahür ve emareleri*dir.
6- «Hırs-ı şöhret, hubb-u cah, makam sahibi olmak, emsaline tefevvuk etmek gibi hisler ve in*sanlara iyi gö*rün*mek, tasannukârâne (haddinden fazla kendine ehem*miyet verdirmek) ve tekellüf*kârâne (lâyık olmadığı yük*sek makam*larda gö*rünmek) tarzını takınmakla riya eder.
Risale-i Nur şakirdleri, ene’yi, nahnü’ye tebdil et*tik*leri, yani enaniyeti bırakıp, Risale-i Nur dairesinin şahs-ı mânevisinin he*sabına çalışması, ben yerine biz demeleri ve ehl-i tarikatın fenâ fi’ş-şeyh, fenâ fi’r-resul ve nefs-i emma*reyi öldürmek gibi riyadan kur*taran va*sıtaların bu za*manda birisi de fenâ fi’l-ihvan, yani şahsiyetini kardeşle*rinin şahs-ı maneviyesi içinde eritip öyle davrandığı için, inşaallah, ehl-i hakikatin riyadan kurtul*maları gibi, bu sırla onlar da kurtulurlar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 184)
7- «En zayıf bir damar-ı insânî olan “şan ve şeref ve rütbe” noktasında bana çok elîm bir tarzda o zayıf dama*rımı tutmak için emredilmiş. İhanetler, tahkir*lerle, damara dokunduracak işkence*lerle dahi hiçbir şeye muvaffak olamadılar. Ve kat’iyen anladılar ki, on*ların perestiş ettiği dünya şan ve şerefini bir riyakârlık ve za*rarlı bir hodfu*ruşluk biliyoruz, onların fevkalâde ehemmiyet ver*dikleri hubb-u cah ve şan ve şeref-i dünyeviyeye beş para ehemmiyet vermiyoruz, belki onları bu cihette divane bi*liyoruz.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 244)
Kısmen nakledilen mezkûr sarih beyanların kat’i bir neticesi olarak hubb-u cah’ı ve onun tezahürü olan tavır ve hareketleri terk etmek bir esas ve şarttır. Aksi halde hizmete büyük zararlar gelmesine vesile olunur.
-
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
20- MENFÎ IRKÇILIĞI BIRAKMAK İSLÂM MİLLİYETİNE DAYANMAK
Irkçılığın verdiği zararlar:
1- «Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in Emevîlere karşı mücadele*leri ise, din ile milliyet muharebesi idi. Yani, Emevîler, devlet-i İslâmiyeyi Arap milliyeti üzerine is*ti*nad ettirip, rabıta-i İslâmiyeti rabıta-i milliyetten geri bı*raktık*larından, iki cihetle zarar verdiler.
Birisi: Milel-i saireyi rencide ederek tevhiş ettiler.
Diğeri: Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takip etmediğinden, zulmeder, adalet üzerine git*mez. Çünkü, unsuri*yetperver bir hâkim, millet*ta*şını tercih eder, adalet ede*mez.
[7]
ferman-ı kat’îsiyle, rabıta-i diniye yerine rabıta‑i mil*liye ikame edilmez. Edilse adalet edilmez, hakkani*yet gi*der.
İşte, Hazret-i Hüseyin, rabıta-i diniyeyi esas tutup, muhik ola*rak onlara karşı mücadele etmiş, tâ makam‑ı şe*hadeti ihraz et*miş.» (Mektubat sh: 54)
2- «Eğer derseniz, “Sana Said-i Kürdî derler. Belki sende un*suriyetperverlik fikri var, o işimize gelmiyor” ben de derim:
Hey efendiler! Eski Said ve Yeni Said’in yazdık*ları meydanda. Şahit gösteriyorum ki, ben ferman-ı kat*’îsiyle, eski zaman*dan beri menfi milliyet ve unsuriyetperver*liğe, Avrupa’nın bir nevi firenk illeti olduğundan, bir zehr-i katil nazarıyla bakmışım. Ve Avrupa, o firenk illetini İslâm içine atmış, tâ tefrika versin, parça*lasın, yutmasına hazır olsun diye düşünür. O firenk il*le*tine karşı eskiden beri tedaviye ça*lıştığımı, talebele*rim ve bana temas eden*ler biliyorlar.» (Mektubat sh: 63)
3- «Fikr-i milliyet şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfi bir surette uyandı*rıyorlar, tâ ki parçalayıp onları yutsunlar.
Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsanî var, gaflet*kâ*râne bir lezzet var, şeâmetli bir kuvvet var. Onun için, şu zamanda hayat-ı içtimaiye ile meşgul olanlara “Fikr-i mil*liyeti bırakınız” denilmez. Fakat fikr-i milli*yet iki kısımdır:
Bir kısmı menfidir, şeâmetlidir, zararlıdır. Başkasını yut*makla beslenir, diğerlerine adâvetle de*vam eder, mü*teyakkız dav*ranır. Şu ise, muhasamet ve keşmekeşe se*beptir. Onun içindir ki, hadis-i şerifte fer*man etmiş: [8] ve Kur’ân da ferman etmiş:
[9]
İşte şu hadis-i şerif, şu âyet-i kerime, kat’î bir su*rette menfi bir milliyeti ve fikr-i unsuri*yeti kabul etmi*yorlar. Çünkü müsbet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti ona ihtiyaç bırak*mıyor.
Evet, acaba hangi unsur var ki, üç yüz elli milyon vardır? Ve o İslâmiyet yerine o unsuriyet fikri, fikir sa*hi*bine o kadar kardeşleri, hem ebedî kardeşleri kazan*dırsın?
Evet, menfi milliyetin tarihçe pek çok zararları gö*rülmüş. Ezcümle, Emevîler, bir parça fikr-i milliyeti si*ya*setlerine karıştır*dıkları için, hem âlem-i İslâmı küs*türdüler, hem kendileri de çok felâketler çektiler.
Hem Avrupa milletleri şu asırda unsuriyet fikrini çok ileri sürdükleri için, Fransız ve Almanın çok şe*âmetli ebedî adâvetle*rinden başka, Harb-i Umumîdeki hâdisât-ı müthişe dahi, menfi mil*liyetin nev-i beşere ne kadar za*rarlı olduğunu gösterdi.
Hem bizde, iptida-yı Hürriyette, Babil Kalesinin ha*rabiyeti zamanında “tebelbül-ü akvam” tabir edilen te*şâub-u akvam ve o te*şâub sebebiyle dağılmaları gibi, menfi milliyet fikriyle, başta Rum ve Ermeni olarak pek çok kulüpler namında sebeb-i tefrika-i kulûb, muh*telif mülteciler cemiyetleri teşekkül etti. Ve onlardan şimdiye kadar ecnebîlerin boğazına gidenlerin ve peri*şan olan*ların halleri, menfi milliyetin zararını gösterdi.
Şimdi ise, en ziyade birbirine muhtaç ve birbirin*den mazlum ve birbirinden fakir ve ecnebî tahakkümü altında ezilen anâsır ve kabâil-i İslâmiye içinde, fikr-i milliyetle birbirine yabanî bakmak ve birbi*rini düşman telâkki etmek öyle bir felâ*kettir ki, ta*rif edilmez. Adeta bir si*neğin ısırmaması için, müt*hiş yılanlara arka çevirip sineğin ısırmasına karşı muka*bele et*mek gibi bir divanelikle, bü*yük ejderha*lar hükmünde olan Avrupa’nın doymak bil*mez hırslarını, pençelerini açtık*ları bir zamanda onlara ehemmiyet vermeyip, belki mâ*nen on*lara yardım edip, menfi unsuriyet fikriyle şark vi*lâyetlerindeki vatandaş*lara veya cenup tara*fındaki din*daşlara adâvet besleyip onlara karşı cephe almak, çok za*rarları ve mehâli*kiyle bera*ber, o cenup efradları içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın. Cenuptan gelen Kur’ân nuru var İslâmiyet zi*yası gelmiş o içimizde vardır ve her yerde bu*lunur. İşte o dindaşlara adâvet ise, dolayısıyla İslâmiyete, Kur’ân’a dokunur. İslâmiyet ve Kur’ân’a karşı adâvet ise, bütün bu vatan*daşla*rın hayat-ı dünye*viye ve hayat-ı uhreviyesine bir nevi adâvettir. Hamiyet namına hayat-ı içtima*iyeye hizmet ede*yim diye iki haya*tın temel taşlarını ha*rap etmek, hamiyet değil, hamâkattir!
DÖRDÜNCÜ MESELE
Müsbet milliyet, hayat-ı içtimaiyenin ihtiyac-ı da*hilî*sinden ileri geliyor. Teâvüne, tesanüde sebeptir men*faatli bir kuvvet temin eder, uhuvvet‑i İslâmiyeyi daha ziyade teyid edecek bir vasıta olur.
Şu müsbet fikr-i milliyet, İslâmiyete hâdim olmalı, kale olmalı, zırhı olmalı yerine geç*memeli. Çünkü İslâmiyetin verdiği uhuvvet içinde bin uhuvvet var âlem-i bekada ve âlem-i berzahta o uhuvvet bâki kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavî olsa, onun bir per*desi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek, aynı kalenin taş*larını kale*nin içindeki elmas hazi*nesinin yerine koyup, o el*masları dışarı atmak nev’inden ahmakane bir cina*yet*tir.
İşte, ey ehl-i Kur’ân olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin se*nedir Kur’ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’ân’ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’ân’a ve İslâmiyete kale yap*tınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş te*hâ*cümâtı def ettiniz. Tâ
[10]
âyetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi Avrupa’nın ve frenk-meşrep münafıkların desiselerine uyup şu âyetin evvelin*deki hitaba mâsadak olmaktan çe*kinmelisiniz ve korkmalısınız.
CÂ-YI DİKKAT BİR HAL: Türk milleti anâsır-ı İslâmiye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her ta*rafında olan Türkler ise Müslümandır. Sair unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etme*miştir. Nerede Türk ta*ifesi varsa Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlar*dır (Macarlar gibi). Halbuki, küçük un*surlarda dahi hem müs*lim ve hem de gayr-ı müslim var.
Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et. Senin milli*yetin İslâmiyetle imtizaç etmiş on*dan kabil-i tefrik de*ğil. Tefrik etsen, mahvsın. Bütün senin mazideki mefâhi*rin İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir, zemin yü*zünde hiçbir kuv*vetle si*linmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desise*leriyle o mefâhiri kalbinden silme.» (Mektubat sh: 322)
4- «Tahribatçı ehl-i bid’a iki kısımdır.
Bir kısmı, güya din hesabına, İslâmiyete sadakat namına, güya dini milliyetle takviye etmek için, “Zaafa düşmüş din şecere-i nuraniyesini milliyet toprağında dik*mek, kuvvetleştirmek istiyo*ruz” diye, dine taraftar vazi*yeti gösteriyorlar.
İkinci kısım, millet namına, milliyet hesabına, unsu*riyete kuvvet vermek fikrine binaen, “Milleti İslâmiyetle aşılamak istiyo*ruz” diye, bid’aları icad edi*yorlar.
Birinci kısma deriz ki:
Ey “sâdık ahmak” ıtlakına mâsadak biçare ule*mâü’s-sû’ veya meczup, akılsız, cahil sufîler! Hakikat-i kâinat içinde kökü yerleşmiş ve hakaik-i kâ*inata kökler salmış olan şecere-i tûbâ-i İslâmiyet, mevhum, muvakkat, cüz’î, hususî, menfî, belki esassız, garazkâr, zulümkâr, zul*manî unsu*riyet toprağına dikilmez. Onu oraya dikmeye çalışmak, ahmakane ve tahripkârâne, bid’akârâne bir te*şebbüstür.
İkinci kısım milliyetçilere deriz ki:
Ey sarhoş hamiyetfuruşlar! Bir asır evvel milliyet asrı olabi*lirdi. Şu asır, unsuriyet asrı değil. Bolşevizm, sosya*lizm meseleleri istilâ ediyor, unsuriyet fikrini kı*rıyor, un*suriyet asrı geçiyor. Ebedî ve daimî olan İslâmiyet milli*yeti, muvakkat, dağdağalı unsu*riyetle bağlanmaz ve aşılanmaz. Ve aşılamak olsa da, İslâm milletini ifsad et*tiği gibi, unsu*riyet milliyetini dahi ıslah edemez, ibka ede*mez.
Evet, muvakkat aşılamakta bir zevk ve bir mu*vak*kat kuvvet görünüyor fakat pek muvakkat ve âkı*beti ha*tarlıdır. Hem Türk unsurunda ebedî kabil-i ilti*yam ol*mamak suretinde bir inşikak çıkacak. O vakit milletin kuvveti, bir şık bir şıkkın kuvve*tini kır*dığı için, hiçe ine*cek. İki dağ birbirine karşı bir miza*nın iki gözünde bu*lunsa, bir batman kuvvet, o iki kuv*vetle oynayabilir, yu*karı kaldırır, aşağı indirir.» (M.sh: 439)
5- «Asabiyet-i cahiliye, birbirine tesanüd edip yar*dım eden gaflet, dalâlet, riyâ ve zul*metten mürekkep bir mâ*cundur. Bunun için mil*li*yetçiler, milliyeti mâbud ittihaz ediyor*lar. Hamiyet-i İslâmiye ise, nur-u imandan in’ikâs edip dalgala*nan bir ziyadır.» (Mesnevî-i Nuriye sh: 112)
6- «İslâmiyet milliyetiyle 400 milyon hakikî kar*deşin hergün dua-yı umumîsiyle mânevî yardım görmek ye*rine, ırkçılık 400 milyon mü*barek kar*deşleri, dört yüz serseriye ve lâübalilere yalnız dünyevî ve pek cüz’î bir menfaati için terk ettiri*yor.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 174)
7- «Türk olmayan bir talebem vardı. Eski medre*semde hami*yetli ve gayet zeki o talebem ulûm-u dini*ye*den aldığı hamiyet der*siyle her vakit derdi: “Salih bir Türk elbette fâsık kardeşimden, ba*bamdan bana daha ziyade kardeş ve akrabadır.” Sonra aynı talebe talih*sizliğinden sırf maddî fünun-u cedide okumuş. Sonra ben dört sene sonra onunla görüştüm. Hamiyet-i milliye bahsi oldu. O dedi ki: “Ben şimdi Râfizî bir Kürdü, salih bir Türk ho*casına tercih ederim.” Ben de “Eyvah!” dedim. “Sen ne ka*dar bozulmuş*sun.” Bir hafta çalıştım. Onu kurtardım. Eski haki*katli hamiyetine çevirdim.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 184)
8- «Irkçılık fikri, Emevîler zamanında büyük bir teh*like ver*diği ve hürriyetin başında “kulüpler” sure*tinde büyük zararı gö*rülmesi ve Birinci Harb-i Umumîde yine ırkçılığın istimaliyle mü*barek kardeş Arapların mücahid Türklere karşı zararı görüldüğü gibi, şimdi de uhuvvet-i İslâmiyeye karşı istimal edile*bilir ve istira*hat-i umumiye düşmanları gizli dinsiz*ler, yine o ırk*çılıkla büyük zarar vermeye çalış*tıklarına emareler görünüyor. Halbuki, menfî ha*reketle baş*kasının zararıyla beslenmek ırkçılığın seciye-i fıtrîsi olduğu halde, evvelâ başta Türk milleti dün*yanın her ta*rafında Müslüman olduğundan onların ırkçı*lık*ları İslâmiyetle mezc olmuş, kabil-i tefrik değil. Türk, Müslüman demektir. Hattâ Müslüman olmayan kısmı, Türklükten de çıkmışlar. Türk gibi Araplarda da Araplık ve Arap milliyeti İslâmiyetle mez*colmuş ve olmak lâ*zımdır. Hakikî milliyetleri İslâmiyettir. O kâfidir. Irkçılık, bütün bütün bir tehlike-i azîmdir.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 222)
9- «Altmış beş sene evvel Câmiü’l-Ezhere gitmek is*tiyordum. Âlem-i İslâmın medresesidir diye, ben de o mübarek medresede bir ders almaya niyet ettim. Fakat kısmet olmadı. Cenab-ı Hak rahme*tiyle bir fikir ru*huma verdi ki:
Câmiü’l-Ezher Afrika’da bir medrese-i umumiye ol*duğu gibi, Asya Afrika’dan ne kadar büyük ise, daha bü*yük bir darülfünun, bir İslâm üniversitesi Asya’da lâ*zımdır. Tâ ki İslâm ka*vimlerini, me*selâ: Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan’daki mil*letleri, menfi ırkçılık ifsat etmesin. Hakikî, müsbet ve kudsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet mil*liyeti ile [11] Kur’ân’ın bir ka*nun-u esasî*sinin tam inkişafına mazhar olsun. Ve felsefe fünunu ile ulûm-u diniye birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikiyle tam musa*lâha etsin. Ve Anadolu’daki ehl-i mektep ve ehl-i med*rese bir*birine yardımcı ola*rak ittifak etsin diye, vilâyât-ı şarki*yenin merkezinde hem Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Türkistan’ın ortasında, Medresetü’z-Zehra mânâsında, Câmiü’l-Ezher üslû*bunda bir darülfünun, hem mektep, hem medrese ola*rak bir üniversite için, tam elli beş sene*dir Risale-i Nur’un ha*ka*ikine çalıştığım gibi ona da çalış*mışım.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 223)
10- «Hürriyet-i şer’iye ile meşveret-i meşrua, ha*kikî milliye*timizin hâkimiyetini gösterdi. Hakikî milliyetimi*zin esası, ruhu ise İslâmiyettir. Ve Hilâfet-i Osmaniye ve Türk Ordusunun o mil*liyete bayraktarlığı itibarıyla, o İslâmiyet mil*li*yetinin sadefi ve kalesi hükmünde Arap ve Türk hakikî iki kardeş, o kale-i kudsiyenin nö*bettar*ları*dırlar.
İşte, bu kudsî milliyetin rabıtasıyla, umum ehl-i İslâm birtek aşiret hükmüne geçiyor. Aşiretin efradı gibi, İslâm taifeleri de bir*birine uhuvvet-i İslâmiye ile mürtebit ve alâkadar olur. Birbirine mânen—lüzum olsa madde*ten—yardım eder. Güya bütün İslâm taifeleri bir silsile-i nuraniye ile birbirine bağlıdır.» (H.Şamiye sh: 54)
11- «Hürriyetin başında Sultan Reşad’ın Rumeli’ye seyahati münasebetiyle, vilâyat-ı şarkiye namına ben de refakat ettim. Şimendiferimizde iki mektepli mütefennin arkadaşla bir müba*hase oldu. Benden sual ettiler ki: “Hamiyet-i diniye mi, yoksa ha*mi*yet-i milliye mi daha kuvvetli, daha lâzım?” O za*man dedim:
Biz Müslümanlar, indimizde ve yanımızda din ve milliyet biz*zat müttehiddir. İtibarî, zahirî, ârızî bir ayrı*lık var. Belki din, mil*liyetin hayatı ve ruhudur. İkisine birbi*rinden ayrı ve farklı ba*kıldığı zaman, ha*miyet-i diniye avâm ve havassa şâmil oluyor. Hamiyet-i milliye, yüzden birisine (yani, menâfi-i şahsiyesini mil*lete feda edene) has kalır. Öyleyse, hukuk-u umu*miye içinde ha*miyet-i diniye esas olmalı. Hamiyet-i milliye, ona hâdim ve kuvvet ve ka*lesi olmalı. Hususan, biz şarklılar, garplılar gibi deği*liz. İçimizde kalblere hâkim hiss-i dinîdir. Kader-i ezelî ekser enbi*yayı şarkta göndermesi işaret ediyor ki, yalnız hiss-i dinî şarkı uyandırır, terakkiye sevk eder. Asr-ı Saadet ve Tâbiîn bunun bir burhan-ı kat’îsidir.
Ey bu hamiyet-i diniye ve milliyeden hangisine daha ziyade ehemmiyet vermek lâzım geldiğini soran bu şi*mendifer denilen medrese-i seyyarede ders arka*daşla*rım! Ve şimdi, zamanın şi*mendiferinde istikbal tara*fına bizimle beraber giden bütün mektep*liler! Size de de*rim ki:
“Hamiyet-i diniye ve İslâmiyet milliyeti, Türk ve Arap içinde tamamıyla mezc olmuş ve ka*bil-i tefrik olamaz bir hale gelmiş. Hamiyet-i İslâmiye, en kuvvetli ve metin ve Arştan gel*miş bir zincir-i nuranîdir. Kırılmaz ve kopmaz bir urvetü’l-vüskadır. Tahrip edil*mez, mağlûp olmaz bir kudsî kal’adır”» (Hutbe-i Şamiye sh: 64)
12- «Madem ki Meşrutiyette hakimiyet millette*dir. Mevcudiyet-i milleti göstermek lâzımdır. Milletimiz de yalnız İslâmiyettir. Zira Arap, Türk, Kürt, Arnavut, Çerkez ve Lâzların en kuvvetli ve hakikatli re*vâbıt ve milliyetleri İslâmiyetten başka birşey değildir. Nasıl ki az ih*mal ile te*vâif-i mülûk temelleri atılmakta ve on üç asır evvel ölmüş olan asabiyet-i cahi*liyeyi ihyâ ile fitne ikaz olunmaktadır. Ve oldu gör*dük…» (Hutbe-i Şamiye sh: 93)
13- «Fikr-i milliyetle uyanmış bir Ermeninin him*meti, mecmu-u millettir. Güya onun milleti küçül*müş, o olmuş. Veya onun kalbinde yerleşmiş. Onun ruhu ne ka*dar tatlı ve kıymettar olsa da, milletini daha ziyade tatlı ve büyük bilir. Bin ruhu da olsa feda etmeye iftihar eder. Çünkü kendince yüksek düşünür. Halbuki, şimdi*kilere demiyorum, lâkin sizin eskiden bir yiğidi*niz uyanmamış, nura girmemiş, İslâmiyet milletinin na*musunu bil*memiş, yalnız bir menfaat veya bir garaz veya bir adamın veya bir aşiretin namusunu mülâhaza eder, kısa düşünürdü. Elbette tatlı hayatını öyle küçük şeylere herkes feda et*mez. Faraza, İslâmî fikr-i milliyet*leHAŞİYE 2 onlar gibi te*mâşâ etseydiniz, kahramanlığı*nızı âleme tasdik ettirip yüksek tabakalara çıkacaktınız. Eğer Ermeniler sizin gibi sathî ve kısa düşünseydiler nihayette korkak ve sefil ola*caklardı. Hakikaten sizin harikulâde şecaate istidadınız vardır. Zira bir menfaat veya cüz’î bir haysiyet veya itibarî bir şeref için veya “Filân yiğittir” sözlerini işitmek gibi kü*çük emirlere ha*ya*tını istihfaf eden veya ağasının namu*sunu isti’zam için kendini feda eden kimseler, eğer uyan*salar, hazi*nelere değer olan İslâmiyet milliyetine, yani üç yüz milyon İslâmın uhuv*vetlerini ve mânevî yardım*larını kazandıran İslâmiyet milliye*tine, binler ruhu da olsa, acaba istihfaf-ı hayat et*mezler mi? Elbette hayatını on paraya satan, on li*raya binler şevkle satar.
Maatteessüf, güzel şeylerimiz gayr-ı müslimler eline geçtiği gibi, güzel olan ahlâklarımızı da yine gayr-ı müs*limler çalmışlar. Güya bir kısım içtimaî ahlâk-ı âli*yemiz yanımızda revaç bulmadı*ğından, bize darılıp on*lara git*miş. Ve onların bir kısım rezâili, kendileri içinde çok revaç bulmadığından cehaletimizin pazarına geti*rilmiş.
Hem, büyük bir taaccüple görmüyor musunuz ki, te*rakkiyat-ı hâzıranın üssü’l-esası ve belki din‑i hakkın muktezâsı olan “Ben ölürsem devletim, milletim ve ah*baplarım sağdırlar” gibi kelime‑i beyza ve haslet-i ham*râyı gayr-ı müslimler çalmışlar? Çünkü on*ların bir fe*dâisi der: “Ben ölürsem milletim sağ olsun içinde bir ha*yat-ı mâneviyem vardır.” Ve bütün sefaletin ve şah*si*yatın esası olan “Ben öldükten sonra dünya ne olursa ol*sun. İsterse tûfan ol*sun” veyahut olan kelime-i humaka ve seciye-i avra, himmetimizin elini tutmuş, reh*berlik ediyor. İşte, en iyi haslet ki, di*nimizin muktezasıdır: Biz ruhu*muzla, canımızla, vic*danımızla, fikrimizle ve bü*tün kuvvetimizle demeliyiz ki: “Biz öl*sek, milletimiz olan İslâmiyet haydır, ilelebed bâkîdir. Milletim sağ ol*sun. Sevâb-ı uhrevî bana kâfi*dir. Milletin hayatındaki ha*yat-ı mâneviyem beni yaşattırır âlem-i ul*vîde beni mütelezziz eder.» (Münazarat sh: 59)
14- «[12]
Bir nefer takımda, bölükte, taburda, fırkada birer rabıtası, bi*rer vazifesi olduğu gibi, herkesin heyet-i içti*ma*iyede müteselsil, re*vabıt ve vezaifi vardır. Halita şek*linde gayr-ı muayyen olsa, tearüf ve teavün olmaz.
Unsuriyetin intibahı ya müsbettir ki, şefkat-i cinsi*yeyle inti*aşa gelir ki, tearüfle teavüne sebeptir. Veya menfidir ki, hırs-ı ırkî ile intibaha gelir ki, te*nakürle te*anüdün sebebidir. İslâmiyet bunu reddeder.» (Sünuhat Tuluat İşarat sh: 6)
15- «Frenk illeti tâbir ettiğimiz ırkçılık, unsurculuk fikriyle Avrupa, âlem-i İslâmı par*çalamak için içimize bu frenk illetini aşıla*mış. Fakat bu hastalık ve fikir, gayet zevkli ve câzibe*dar bir hâlet-i ruhiye verdiği için, pek çok zararları ve tehlike*leriyle beraber, zevk hatırı için her millet cüz’î-küllî bu fikre iştiyak gösteriyorlar.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 163)
16- «Yazık! Eyvahlar olsun! Bizdeki unsurlar, ırk*lar, hava gibi muhtelittir. Su gibi memzuç olmamışlar. İnşaallah, elektrik-i hakaik-i İslâmiyetle imtizaç ederek, ziya-yı maarif-i İslâmiye ha*raretiyle kuvvet tevlid ede*rek bir mizâc-ı mutedile-i adalet vücuda gelecektir.» (Divan-ı Harbî Örfî sh: 49)
Tercihli yapılan bu nakillerden bedahetle anlaşılı*yor ki, Risale-i Nur menfî ırkçılığı kat’iyyen kabul et*miyor.
-
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
21-DAR VE GENİŞ DAİRE ESASI
(Haslar Dairesi Esasına da bakınız)
Bediüzzaman Hazretleri Eski Said devresinde:
1- «Bu Osmanlı ülkesinde büyük bir parlak nur çı*ka*cak. Hattâ Hürriyetten evvel pek çok defa talebelere te*selli vermek için, “Bir nur çıkacak, gördüğümüz bü*tün fe*nalıklara karşı bu vatana saadet temin edecek” di*yordu. İşte, kırk sene sonra Risale-i Nur o hakikati kör gözlere dahi gösterdi.
İşte Nurun zahiren, kemiyeten dar cihetine bakma*yarak, hakikat cihetinde keyfiyeten ge*niş ve fevkalâde menfaatini hissetmesi suretiyle, hem de siyaset nazarıyla bü*tün memleket-i Osmaniyede olacak gibi ifade etmiş. O büyük veli, onun dar daireyi geniş tasavvurundan ona iti*raz etmiş. Hem o zat haklı, hem Eski Said bir derece hak*lıdır. Çünkü Risale-i Nur imanı kurtarması cihetiyle o dar dairesi madem ha*yat-ı bâkıye ve ebediyeyi imanla kur*tarıyor. Bir milyon ta*lebesi bir mil*yar hük*mündedir. Yani bir milyon değil, belki bin insanın hayat-ı ebediye*sini temine çalışmak, bir mil*yar insanın hayat-ı fâniye-i dünyeviye ve medeni*yetine çalışmaktan daha kıymettar ve mânen daha geniş ol*ması, Eski Said’in o rüya-yı sâdıka gibi olan hiss-i kablelvuku ile o dar daireyi bü*tün Osmanlı memleketini ihata edeceğini görmüş. Belki, inşaallah, o görüş, yüz sene sonra nurların ektiği to*humların süm*büllenmesiyle aynen o geniş daire Nur da*iresi olacak, onun yanlış tâbi*rini sahih gösterecek.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 111)
2- «Muhtemeldir ki, o zamanda orada bulunan bü*yük bir veli Eski Said’in Risale-i Nur’un dar da*iresini ga*yet geniş ve siyasî bir daire olarak bir hiss-i kablelvuku ile kırk beş sene evvel hissetmesinden ve bu risaledeki çok cevapları o his*ten neş’et ettiğinden, o veli yalnız bu noktada itiraz et*miş.» (Münazarat sh: 47)
3- «Elhasıl: Sırr-ı da çok geniş bir dâ*ire, dar bir dâirede tatbik edilmiş. Nur müjdesi ise, dar ve mâ*nevî, fakat yüksek bir daireyi ge*niş ve maddî bir daire sure*tinde tasvir edil*mişti. Cenab-ı Hakka yüz bin şükür ediyorum ki, bu iki kusurumu kuvvetli bir ihtar-ı mâne*viyle ıslah etti. [13] sırrına mazhar ey*ledi.» (Kastamonu Lâhikası sh: 87)
4- «Hem bundan on dört, on beş sene evvel, “Dinsizliği çevi*renler müthiş semavî tokatlar yiyecek*ler” diye büyük, geniş, küre-i arz dairesindeki bu deh*şetli ha*diseyi, dar bir memlekette ve mah*dut insanlarda tasavvur etmiş. Halbuki istikbal, o iki ihbar-ı gaybi*yeyi tasavvuru*nun pek fevkinde tefsir ve tâbir eyledi.
Evet, Eski Said’in “Bir nur âlemi görece*ğiz” de*mesi, Risale-i Nur dairesinin mânâsını his*setmiş, geniş bir dâ*ire-i siyasiye tasavvur ettiği gibi sırr-ı nın remziyle, on üç, on dört sene sonra, “Dinsizliği, zındıklığı neşredenler, pek müthiş to*kat yi*yecekler” deyip o haki*katı dar bir dairede tasavvur et*miş. Şimdi zaman, o iki hakikati tam tâbir ve tefsir etti.
Evet, başta Isparta vilâyeti olarak Risale-i Nur da*iresi birinci hakikati pek parlak ve gü*zel bir surette gös*terdiği gibi ikinci hakikati de, mede*niyet‑i sefihenin tuğyanını ve maddiyunlukHAŞİYE tâ*ununun aşılamasını çe*viren ve idare eden ervah-ı hab*îsenin başlarına gelen bu dehşetli semavî tokatlar, ge*niş bir dairede, o sırr-ı nın hakikatini tam tamına is*pat et*miş.» (Kastamonu Lâhikası sh: 215)
5- «Birisi: Bir derece dar bir dairede bir nur göste*ril*mişti geniş bir dairede mânâ verip, kırk sene evvel “Bir nur göreceğiz” diye müjde ve*riyordum. Hattâ Hürriyetten evvel, eski talebelerime de o müjdeyi müker*rer söylüyordum. Zannederdim ki, geniş siyaset da*iresinde olacak. Halbuki bu memleketin en ziyade muh*taç olduğu imanî ve İslâmî ve hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye dairesinde Risale-i Nur’u göreceksiniz diye hakikatten bana ihtar edilmiş bir hiss-i kablelvuku ile musırrane ve tekrarla ben de haber ve*riyordum, o hak ve hakikatlı me*selenin sûretini değiş*ti*riyordum.
İkincisi: Şeâir-i İslâmiyeye ve siyaset-i İslâmiyeye darbe vu*ranlar on iki, on üç, on dört, on altı sene zar*fında büyük darbeler yiyecekler diye bana ihtar edildi. Evvelki meselenin aksine olarak, geniş dairede vuku bulan o hâdi*sâtı ve büyük cemaatlere gelen o to*katları, küçük bir da*irede şahıslara gelecek tokatlar suretinde mânâ vermiştim ki, tam aynen iki dairede, hem küçük, hem büyük, on iki sene sonra en müthişi dünyayı terk et*tiği gibi, büyük da*irede de onun gibi dehşetli cemaat*ler on iki, on üç, on dört, on altı tarih*lerinde aynı tokat*ları yediler ve yiyecek*ler diye ihtar edildi.
Ben, tevilimle bu büyük daireyi yalnız küçükte tat*bik ettiğim gibi, evvelki “nur” meselesinde de bi*lâkis kü*çük daireyi ve sırf imanî hâdise-i Nuriyeyi pek geniş da*ire-i siyasiyede tevilimle mânâ vermiştim.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 208)
6- «Hürriyetin bidayetinde, Risale-i Nur’dan çok ev*vel, kuv*vetli bir ümit ve itikatla, ehl-i imanın me*yu*si*yetle*rini izale için, “İstikbalde bir ışık var bir nur gö*rü*yorum” diye müjdeler veriyor*dum. Hattâ, Hürriyetten evvel de talebelerime beşaret ederdim. Tarihçe-i Hayat’ımda mer*hum Abdurrahman’ın yaz*dığı gibi, Sünuhat misilli risale*lerde dahi “Ben bir ışık görüyo*rum” diye, dehşetli hâdi*sâta karşı o ümitle da*ya*nıp mu*kabele ederdim. Ben de herkes gibi o ışığı siyaset âleminde ve hayat-ı içtima*iye-i İslâmiyede ve çok geniş bir dairede tasavvur eder*dim. Halbuki, hâdisât-ı âlem beni o gaybî ihbarda ve beşa*rette bir derece tekzip edip ümidimi kı*rardı.
Birden bir ihtar-ı gaybîyle kat’î kanaat ve*re*cek bir su*rette kalbime geldi. Denildi ki:
“Ciddî bir alâkayla senin eskiden beri tekrar etti*ğin ‘Bir ışık var, bir nur göreceğiz’ diye müjde*lerin tevili ve tefsiri ve tâbiri, sizin hakkı*nızda belki iman cihetiyle, âlem-i İslâm hak*kında dahi en ehemmiyetlisi Risale-i Nur’dur. Bu ışıktır, seni şiddetle alâkadar etmişti. Ve bu nurdur ki, eskide de tahayyül ve tahmininle geniş da*irede, belki siyaset âleminde gelecek mes’udâne ve din*darâne hâletlerin ve vaziyetle*rin mukadde*mesi ve müj*decisi iken, bu muaccel ışığı o mü*eccel saadet tasavvur ederek eski zamanda si*ya*set ka*pısıyla onu arıyordun.
“Evet, otuz sene evvel bir hiss-i kablelvukuyla his*settin. Fakat nasıl kırmızı bir perdeyle siyah bir yere ba*kılsa karayı kırmızı gö*rür. Sen dahi doğru gör*dün, fakat yanlış tatbik ettin. Siyaset cazibesi seni aldattı.”» (Kastamonu Lâhikası sh: 26)
Merhum Hâfız Ali Ağabeyin mektubu münasebe*tiyle Hazret-i Üstadın yazdığı mektubtan bir parça:
7- «Risale-i Nur’un sâdık şakirdleri harikulâde olarak gün*den güne yükselmeleri ve tenevvür etme*leri, bizleri, belki Anadolu’yu, belki âlem-i İslâmı mes*rur ve müferrah eden bir ha*kikatli haber telâkki ediyo*ruz.
Âhir fıkrasında, Muhbir-i Sâdıkın haber verdiği “Mânevî fü*tuhat yapmak ve zulümatı dağıtmak zaman ve zemin hemen he*men gelmesi” diye fıkrasına, bütün ruh u canımızla rahmet-i İlâhiyeden niyaz ediyoruz, te*menni ediyoruz. Fakat biz Risale-i Nur şakirdleri ise, vazifemiz hizmettir vazife-i İlâhiyeye karışmamak ve hizmetimizi onun vazifesine bina etmekle bir nevi tec*rübe yap*mamak olmakla beraber, kemiyete değil, keyfiyete bakmak, hem çoktan beri sukut-u ahlâka ve hayat-ı dünyeviyeyi her ci*hetle hayat-ı uhreviyeye tercih ettirmeye sevk eden deh*şetli esbap altında Risale-i Nur’un şimdiye kadar fütuhatı ve zın*dıkların ve dalâletlerin savletlerini kırması ve yüz bin*ler biçarelerin imanlarını kurtarması ve her*biri yüze ve bine mukabil yüzer ve binler ha*kikî mü’min talebe*leri yetiştirmesi, Muhbir-i Sâdıkın ihbarını aynen tasdik etmiş ve vuku*atla ispat etmiş ve ediyor, inşaallah daha ede*cek. Ve öyle kök*leşmiş ki, inşaallah hiçbir kuvvet Anadolu’nun sinesinden onu çı*karamaz. Tâ âhir za*manda, hayatın geniş dairesinde, asıl sahipleri, yani Mehdî ve şakirdleri Cenab-ı Hakkın izniyle gelir, o da*ireyi genişlettirir ve o tohumlar sümbüllenir. Bizler de kabri*mizde seyredip Allah’a şükrederiz.» (Kastamonu Lâhikası sh: 107)
8- «Hem iman ve hakikat noktasında, bu çeşit me*rakların bü*yük zararları var. Çünkü gaflet verecek ve dünyaya boğduracak ve hakikî vazife-i insaniyeti ve âhi*reti unutturacak olan en geniş daire ise siyaset daire*sidir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 57)
9- «Ben, tevilimle bu büyük daireyi yalnız kü*çükte tatbik etti*ğim gibi, evvelki “nur” meselesinde de bilâkis küçük daireyi ve sırf imanî hâdise-i Nuriyeyi pek geniş daire-i siyasiyede tevi*limle mânâ vermiştim.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 209)
10- «Evvelâ: Siracü’n-Nur’un sıhhatli, mükem*mel, güzel çıkması, Medresetü’z-Zehranın gayet ehemmiyetli bir yeni dersidir ki, geniş daire-i Nuriyede me*rakla oku*nacaktır, inşaal*lah.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 243)
11- «Üçüncü hakikat: Hem Eski Said, hem Yeni Said, hem maddî, hem mânevî büyük bir hadise Osmanlı mem*leketinde bü*yük ve dehşetli ve tahribatçı bir zelzele-i be*şeriye Osmanlı memle*ketinde olacak diye, hiss-i kab*lel*vuku ile Eski Said mükerrer ve mu*sırrane haber veri*yordu. Halbuki o his ile Nur mesele*sinin ak*siyle gayet ge*niş daireyi dar görmüş. Zaman onu ikinci Harb-i Umumî ile tam tasdik ettiği halde, onun o çok geniş da*ireyi Osmanlı memleketinde gör*düğünü şöyle tâbir edi*yor ki:
İkinci Harb-i Umumî beşere ettiği tahribat-ı azîme gerçi çok geniştir. Fakat hayat-ı dünye*vi*yeye ve bekasız medeniyete baktığı cihetinde, Osmanlıdaki tahribata nis*beten dardır. Osmanlıdaki mânevî zelzele hayat-ı ebe*diye ve sa*adet-i bâkiyenin zararına bir tahribat ve bir zel*zele-i mâne*viye-i İslâmiye mânen o ikinci Harb-i Umumîden daha dehşetli olmasından, Eski Said’in o sehvini tashih ediyor ve rüya-yı sâdıka*sını tam tâbir edi*yor ve o hiss-i kablelvukuunu gözlere göste*riyor. Ve o muteriz ehl-i velâyeti zahiren haklı, fa*kat hakikaten Eski Said’in o hissi daha haklı olduğunu ispatla, o veli zatın iti*ra*zını tam reddediyor.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 113)
12- «Emirdağındaki hayatı, hizmet-i Nuriyesi be*yan edilecek*tir. Emirdağındaki hayatı, evvelki hayatına nispe*ten çok daha şâ*şaalıdır. Hem, musibet ve itham*lara daha ziyade hedef olmuş, daimî tarassuda, hattâ imhaya maruz kalmıştır. Bununla beraber, Risale‑i Nur ge*niş dairede yayılmış, üniversite, me*mur*lar ve ehl-i siyaset muhi*tinde okunmaya başlanmış*tır.» (Tarihçe-i Hayat sh: 454)
13- «Birbiri içinde mütedâhil dâireler gibi, her in*sa*nın kalb ve mide dairesinden ve ceset ve hane daire*sin*den, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve mem*leket dairesinden ve küre-i arz ve nev‑i beşer da*iresin*den tut, tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede, herbir insanın bir nevi vazifesi bulu*nabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimi vazife var. Ve en büyük dâirede en küçük ve muvakkat ara*sıra vazife bulunabilir. Bu kıyasla, küçük*lük ve bü*yüklük makûsen mütenasip vazifeler bulunabilir.
Fakat büyük dairenin câzibedarlığı cihe*tiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hiz*meti bıraktırıp lü*zumsuz, mâlâyani ve âfâkî iş*lerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder.» (Şualar sh: 202)
14- «Evvelâ: Sırr-ı hiç yanımda bulunma*dığı*nın sebebi, eski zamanda iki hiss-i kablelvukuumda bir il*tibas olmuş.
Birincisi: Bir hiss-i kablelvuku ile, yalnız vatanı*mızda dehşetli bir hadiseyi ve zâlimlerin musibetini his*settim. Halbuki büyük da*irede, zemin yüzünde, ha*ber verdiğimiz gibi on iki sene sonra ay*nen o sırr-ı azîm gö*rüldü. Benim istihracımı gerçi zâhiren bir parça tağyir etti. Fakat hakikat cihetinde pek doğru ve ayn-ı haki*kat meydana çıktı. Bunun için o risaleyi yanımda bulun*durmuyo*rum ve baş*kalarına vermiyorum.
İkincisi: Kırk sene evvel tekrarla dedim: Bir nur gö*receğiz. Büyük müjdeler verdim. O nuru büyük da*ire-i vataniyede zannederdim. Halbuki o nur, Risale-i Nur idi. Nur şakird*lerinin dairesini, umum vatan ve memleket siyasî dairesi ye*rinde tahmin edip sehiv etmiştim.» (Şualar sh: 539)
15- «Âlem-i İslâm, şimdiki intibahı, vahdet-i İslâma çalış*ması, herhalde Risale-i Nur gibi eserleri arayacak ve büyük da*irelerin geniş nazarlarına elbette büyük mec*mualar lâ*zımdır.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 136)
Yukarıda tesbit edilen sarih beyanlar, dar ve has daire tabir edilen ve üç vazifenin en birincisi olan iman hizme*tinin ve onun has daire heyetinin varlığı sarahaten ve inkıta ve tebdile uğratı*lamaz hususiyetiyle sâbit ve zahir oluyor.
-
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
22-GAYE SAHİBİ OLMAK ESASI
Rıza-yı İlahîyi esas maksad yapıp gaye-i hayal sa*hibi ol*makla dava adamı vasfını kazanmak ve dünyayı ahirete vesile yapmak. İnsanın değeri bu gayeye bağlı*lığı derecesine göre olur. Fâni dünya hayatını gaye ya*pan insan, hakikatte değer kazana*maz.
A- Marifetullahı Kazanmak Gayesi:
1- «
[14]
Bu âyet-i uzmânın sırrıyla, insanın bu dünyaya gön*de*rilmesinin hikmeti ve gayesi Hâlık-ı Kâinatı tanımak ve Ona iman edip ibadet et*mektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve fariza-i zim*meti, mârifetullah ve iman-ı billâhtır ve iz’an ve yakîn ile vü*cudunu ve vahdetini tasdik etmek*tir.» (Şualar sh: 100)
2- «Vicdanın anâsır-ı erbaası ve ruhun dört ha*vassı olan “irade, zihin, his, lâtife-i Rabbaniye” herbiri*nin bir gayetü’l-gàyâtı var:
İradenin ibadetullahtır. Zihnin, mârifetullahtır. Hissin, mu*habbetullahtır. Lâtifenin, müşahedetul*lahtır. Takvâ denilen ibadet-i kâmile, dördünü tazam*mun eder. Şeriat, şunları hem ten*miye, hem tehzip, hem bu gaye*tü’l-gàyâta sevk eder.» (Hutbe-i Şamiye sh: 136)
3- «Hakikat ilmini, hakikî hikmeti ister*sen, Cenâb-ı Hakkın marifetini kazan. Çünkü, bütün hakaik-ı mev*cudat, ism-i Hakkın şuââtı ve esmâ*sının tezâhürâtı ve sıfâ*tının tecelliyâ*tıdırlar. Maddî ve mânevî, cevherî-arazî, herbir şeyin, herbir insa*nın ha*kikati, birer ismin nuruna dayanır ve hakikatine isti*nad ederler. Yoksa, hakikatsiz, ehemmiyetsiz bir suret*tir.» (Sözler sh: 473)
4- «Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce ne*ticesi, iman-ı billâhtır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşe*riyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en par*lak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en sâfi se*vinç, o muhabbetullah için*deki lezzet-i ruhaniyedir.» (Mektubat sh: 222)
B-Ahireti Kazanmak Gayesi:
5- «Hayatın başına gelen ecel ise, şuhud derece*sinde kat’î iman etmişim ki, tagayyür etmiyor, mukad*derdir. Madem böyledir hak yolunda şehadetle öl*sem, çekinmek değil, iştiyakla bekliyorum. Bahusus ben ihtiyar oldum bir seneden fazla yaşa*mayı zor düşünüyorum. Zâhirî bir sene ömrü, şehadet vası*tasıyla kazanılan hadsiz bir ömr-ü bâkiye tebdil etmek, benim gibilerin en âli bir mak*sadı, bir gayesi olur.» (Mektubat sh: 424)
6- «Eğer hayat-ı uhreviyeyi gaye-i maksat yapsan ve şu hayatı dahi ona vesile ve mezraa etsen ve ona göre çalışsan, o vakit hayvanâtın büyük bir ku*man*danı hük*münde ve şu dünyada Cenâb-ı Hakkın nazlı ve niyazdar bir abdi, mükerrem ve muhterem bir misafiri olursun.» (Sözler sh: 24)
7- «Eğer insan enâniyetine istinad edip, hayat‑ı dün*yevi*yeyi gaye-i hayal ederek, derd-i maişet içinde, mu*vakkat bazı lezzetler için çalışsa, ga*yet dar bir daire içinde boğu*lur, gider. Ona ve*ri*len bütün cihazat ve âlât ve letâif, ondan şikâ*yet ederek haşirde onun aleyhinde şeha*det edeceklerdir ve dâvâcı olacaklardır. Eğer kendini mi*safir bilse, misafir olduğu Zât-ı Kerîmin izni dairesinde sermaye-i ömrünü sarf etse, öyle geniş bir daire içinde uzun bir hayat-ı ebediye için güzel çalışır ve teneffüs edip istirahat eder, sonra âlâ-yı illiyyîne kadar gidebilir.» (Sözler sh: 323)
8- «Kur’ân hakikî bir şakirdine Cennet-i ebediyeyi dahi gaye-i maksat yaptırmadığı halde, bu zâil, fâni dün*yayı ona gaye-i maksat hiç yapar mı?» (Lem’alar sh: 118)
9- «Her kim hayat-ı fâniyeyi esas maksat yapsa, za*hiren bir cennet içinde olsa da, mânen cehennemde*dir. Ve her kim hayat-ı bâkıyeye ciddî mütevec*cih ise, saadet-i dâreyne maz*hardır. » (Sözler sh: 39)
10- «Dünyada muvakkat zevkler, kerametler tam nefsini mağlûp etmeyen insanlara bir maksat olup, uh*revî ame*line bir sebep teşkil eder, ihlâsı kırılır. Çünkü amel-i uhrevî ile dünyevî maksatlar, zevkler aranılmaz aranılsa, sırr-ı ihlâsı bo*zar.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 86)
C- Kemalât-ı Maneviye Kazanmak:
11- «Nübüvvet ise, gaye-i insaniyet ve va*zife-i be*şeri*yet, ahlâk-ı İlâhiye ile ve secâyâ-yı hasene ile tahal*lûk etmekle beraber, aczini bilip kudret-i İlâhiyeye iltica, zaafını gö*rüp kuvvet-i İlâhiyeye istinad, fakrını görüp rahmet-i İlâhiyeye iti*mad, ihtiyacını görüp gınâ-yı İlâhiyeden istimdad, ku*su*runu gö*rüp aff-ı İlâhîye istiğfar, naksını görüp kemâl-i İlâhîye tesbihhân olmaktır diye, ubudiyetkârâne hük*metmişler.» (Sözler sh: 540)
12- «Gayâtı, hevesât-ı nefsaniyenin nâmeşru te*ca*vüzâtına sed çekip ruhu maâliyâta teşvik ve hissi*yat-ı ul*viyesini tatmin etmektir ve insanı kemâlât-ı insaniyeye sevk edip insan et*mektir.» (Sözler sh: 408)
13- «Maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda din, ikinci dere*cede kalır, tebeî hükmüne geçer. Hakikî din*dar ise, “Bütün kâ*inatın en büyük gayesi ubudi*yet-i insaniyedir” diye, siya*sete, aşk-ı merak ile de*ğil, ikinci üçüncü merte*bede onu dine ve hakikate âlet et*meye—eğer müm*künse—çalışabilir. Yoksa, bâki el*mas*ları kırılacak âdi şişe*lere âlet yapar.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 57)
14- «İbadetin ancak ihlâs ile ibadet olduğuna ve iba*detin mahzan vesile olmayıp maksud‑u biz*zat olduğuna ve iba*de*tin sevap ve ikab için yapılma*ması lüzumuna işa*rettir.» (İşarat-ül İ’caz sh: 99)
15- «Ey gafil, zannediyor musun ki, insanın dün*yaya gelme*sinden maksud-u bizzât, yalnız dünyanın imareti ve sanayiin ihtiraı ve rızkı tahsil ve saire gibi dünyaya ait şey*lerdir. Halbuki "kâf ve nûn" mabey*ninde emri cari olan sahib-ül mülk, ins ve cinni kendisine ibadet etmek için yarattığına ve insan ve hay*vanın rızkını kendisi taahhüd ettiğine dair olan fermanına hem de vücud ve kevn ve vakide olan her*şey ve fıtrat-ı insaniye techizatının dahi tasdik ettiği olan şu âyetlerine bak.» {Zariyat Suresi: 56, Ankebut Suresi: 60} (Mesnevi-i Nuriye, Tercüme A. Badıllı sh: 329)
C- Muhabbet ve Rıza-yı İlâhîyi kazanmak gayesi:
16- «Hikmet-i Kur’âniye ise, nokta-i istinadı, kuv*vete bedel “hakkı” kabul eder. Gayede menfaate be*del “fazilet ve rıza-i İlâhîyi” kabul eder.» (Sözler sh: 133)
17- «Kur’ân’ın tilmizi ise, yalnız liveçhil*lah ve rıza-yı İlâhî için ve fazilet için o derece nefsinin menfaatin*den tecerrüd eder ki, Cennet-i ebediyeyi dahi hakikî mak*sat ve gaye-i ibadet yapmaz. Nerede kaldı ki, bu dünya-yı zaile*nin fâni olan menafii onu, hakikî maksat ve gayesinden çevirsin.» (Nur’un İlk Kapısı sh: 93)
18- «Cennetin bütün letâif ve mehâsini ve lezâizi ve niamâtı bir cilve-i rahmeti olan bir Zâtın nazar-ı mu*hab*betini kendine celbe çalış*mak ne kadar mühim ve âli bir maksat olduğu bilbedâhe anlaşılır. Madem, nass-ı ke*lâmıyla, Onun muhabbetine, yalnız ittibâ-ı Sünnet-i Ahmediye (a.s.m.) ile mazhar olunur elbette ittibâ-ı Sünnet-i Ahmediye (a.s.m.) en büyük bir maksad-ı in*sanî ve en mü*him bir vazife-i beşeriye olduğu tahak*kuk eder.» (Lem’alar sh: 59)
19- «Bu hizmette, doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakkın rızasını esas maksat yapmak gerektir.» (Lem’alar sh: 160)
20- «Ubudiyet, emr-i İlâhîye ve rıza-yı İlâhîye ba*kar. Ubudiyetin dâîsi emr-i İlâhî ve neticesi rıza-yı Haktır. Semerâtı ve fevâidi uhreviyedir. Fakat ille-i gaiye olma*mak, hem kasten istenilmemek şar*tıyla, dünyaya ait fay*dalar ve kendi ken*dine terettüp eden ve istenilmeyerek verilen semereler, ubudiyete münâfi ol*maz. Belki zayıflar için müşevvik ve mürec*cih hükmüne geçerler. Eğer o dünyaya ait faydalar ve menfaatler o ubudiyete, o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüz’ü olsa, o ubudiyeti kısmen iptal eder.» (Lem’alar sh: 131)
21- «Rıza-yı İlâhî kâfidir. Eğer o yâr ise, her*şey yârdır. Eğer o yâr değilse, bütün dünya alkışlasa beş para değmez. İnsanların takdiri, istihsanı, eğer böyle işte, böyle amel-i uhrevîde illet ise, o ameli iptal eder. Eğer müreccih ise, o ameldeki ihlâsı kı*rar. Eğer müşev*vik ise saffetine izale eder. Eğer sırf alâmet-i mak*buliyet olarak, istemeye*rek, Cenab-ı Hak ihsan etse, o amelin ve il*min insanlarda hüsn-ü tesîri namına kabul etmek gü*zeldir ki, buna işarettir. Said» (Barla Lâhikası sh: 78)
D- Gaye-i hayal sahibi olmak:
22- «Gaye-i hayal olmazsa enaniyet kuv*vet*leşir
Bir gaye-i hayal olmazsa, yahut nisyan basarsa, ya tenâsi edilse elbette zihinler enelere dönerler, etrafında gezerler.
Ene kuvvetleşiyor, bazan sinirleniyor. Delinmez, tâ “nahnü” olsun. Enesini sevenler başkalarını sevmezler.» (Sözler sh: 708)
23- «Bu musibet zamanında ihlâsı kaçırdığınız*dan ve rıza-yı İlâhîyi münhasıran gaye-i maksat yapmadığınız*dan, ehl-i hakkın bu zillet ve mağlûbiyetine sebebiyet verdiniz.» (Lem’alar sh: 156)
24- «Müttefekun aleyh olan makasıd-ı âliyeye nazar et*mektir. Çünkü, Allah’ımız bir, Peygamberimiz bir, Kur’ân’ımız bir… Zaruriyat-ı diniyede umumumuz müt*tefik… Zaruriyat-ı dini*yeden başka olan teferruat veya tarz-ı telâkki veya tarik-i tefeh*hümdeki tefavüt, bu ittihad ve vahdeti sarsamaz, râcih de gelemez. El-hubbu fillah düstur tutulsa, aşk-ı hakikat harekâtımızda hâ*kim olsa—ki zaman dahi pek çok yardım ediyor—o ih*tilâfat sahih bir mecrâya sevk edilebilir.
Esefâ, gaye-i hayalden tenâsi veya nisyan olmakla, ezhan ene’lere dönüp etrafında gezer*ler. İşte gaye-i ha*yal, maksad-ı âli bütün vuzu*huyla meydana atılmıştır.» (Sünuhat Tuluat İşarat sh: 83)
Bu vecizenin beyan ettiği hakikat, gayet ciddiye alın*malıdır. İnsan için kendisini ona bağladığı ebedî bir gayesi olmazsa, kendi hayatını kendisine gaye yap*maktan başka bir şık yoktur. Böylece insan faniyatta bo*ğulur gider.
Müslümanda bulunması gereken meşru gaye-i ha*yal, hami*yet-i diniye olarak tezahür eder.
Bu hamiyete sahib olan şahsın, derecesi nisbe*tinde millet-i İslâmın küçük bir nümunesi olduğunu söyleyen Bediüzzaman Hazretlerinin birkaç veciz ifade*leri aynen şöy*ledir:
25- «Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek ba*şıyla küçük bir millettir.» (Hutbe-i Şamiye sh: 59)
26- «İnsanın kıymetini tayin eden, mahiyetidir. Mahiyetin değeri ise, himmeti nisbetindedir. Himmeti ise, hedef ittihaz ettiği maksadın derece-i ehemmiyetine ba*kar.» (İşarat-ül İ’caz sh: 75)
27- «Maksadın büyümesiyle himmet de büyür. Ve hamiyet-i İslâmiyenin galeyanı ile ahlâk da tekemmül ve teâlî eder.» (Divan-ı Harbî Örfî sh: 52)
28- «İnsanın kıymet ve mahiyeti, himmeti nispe*tin*dedir. Himmetin derecesi ise, maksat ve iştigal ettiği şeyin nispetindedir. Hem de insan teveccüh ve kastet*tiği şeyde, güya fena fi’l-maksat oluyor.» (Muhakemat sh: 127)
Bunun gibi ifadeler, ideal sahibi bir dava adamı ol*ma*nın üs*tün derecesini nazara verir. Evet kendi ha*yatını, şahsî rahat ve menfaatını ve enaniyetini ken*dine gaye yapan ki*şinin çok basit kalacağını bildiren Bediüzzaman Hazretleri şu hususa hasseten dikkat çe*ker:
29- «Herkes “Nefsî, nefsî” demekle ve milletin men*faatini dü*şünmemekle, menfaat-i şahsiyesini dü*şünmekle, bin adam, bir adam hükmüne sukut eder.
Yani, kimin himmeti yalnız nefsi ise, o insan de*ğil. » (Hutbe-i Şamiye sh: 59)
E- Kur’ana ve imana hâlisen hizmet gayesini ta*şımak:
30- «Bütün makasıd-ı hayatiye içinde en büyük, en mühim maksatları, o nurlu Sözler vasıtasıyla Kur’ân’a hizmet biliyorlar. Dünya hayatının netice-i hakikiyesi*nin ve dünyaya gelmekteki vazife-i fıtriyelerinin en mühimi, hakaik-i imaniyeye hizmet olduğunu telâkkile*ridir.» (Barla Lâhikası sh: 21)
31- «Hakaik-i imaniye, herşeyden evvel bu za*manda en birinci maksat olmak ve sair şeyler ikinci, üçüncü, dör*düncü derecede kalmak ve Risale-i Nur’la on*lara hizmet etmek en birinci vazife ve medâr-ı merak ve maksud-u bizzat olmak lâzım.» (K. Lâhikası sh: 117)
32- «Bu ikinci nefs-i emmârede şuursuz kör hissi*yat bulun*duğu için, akıl ve kalbin sözlerini anlamıyor ve din*lemiyor ki on*larla ıslah olsun ve kusurunu anla*sın. Yalnız tokatlar ve elemlerle nefret edip, veya tam bir fedailiğe her hissini maksadına feda etsin. Ve Risale-i Nur’un er*kânları gibi, herşeyini, enaniye*tini bıraksın.» (Kastamonu Lâhikası sh: 233)
33- «Küçük Ali, Risale-i Nur hizmetini dün*yada her*şeye tercihan hayatının en büyük mak*sadı yapması ve se*beb-i ihtilâfa karşı kuvvetli muka*vemeti bulundu*ğunu bu dört mek*tubunuz bana bil*dirdi.
Aynı sistemde, meselede alâkadar kahraman Tâhirî ve kah*raman Rüştü’nün dahi aynı hakikatte ve aynı ah*lâkta bulundukla*rını hiç şüphe etmiyoruz.» (Kastamonu Lâhikası sh: 242)
34- «Bu zamanda Risale-i Nur’da, nokta-i istinad ola*rak avam-ı mü’minînin en ziyade muhtaç oldukları ve Nurda bulduk*ları öyle bir hakikattir ki hiçbir şeye âlet ol*mayacak ve hiçbir garaz ve maksat, içine girme*ye*cek ve hiçbir şüphe ve vesveseye meydan vermeyecek ve hiçbir düşman ona bahane bulup çürütmeyecek ve yalnız hak ve hakikat için ona çalışanlar buluna*cak, dünya maksat*ları ona karışmayacak, tâ ki, uzakta olan ehl-i iman, o hakikate ve sâdık nâşirlerine tam itimad edip imanlarını, zındık*ların ve dinsizlerin, din aleyhindeki dehşetli filozof*ların itirazla*rından ve inkârlarından kurtarsınlar.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 214)
35- «Risale-i Nur hiçbir şeye âlet olamadı*ğını ve rıza-yı İlâhiyeden başka hiçbir mak*sada vesile olama*dığını ve doğrudan doğruya her*şeyden evvel iman haki*katlerini ders ver*mek ve biçare zayıfların ve şüpheye düşenlerin imanlarını kurtarmak olduğunu, elbette sizin gibi nurun has şakirdleri biliyorlar.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 272)
36- «Uzun seneler ihtiyarım haricinde olarak hizmet-i imaniyemi maddî ve mânevî kemalât ve terakkiyatıma ve azaptan ve Cehennemden kurtulmama ve hattâ sa*adet-i ebediyeme vesile yapmaklığıma, yahut herhangi bir mak*sada âlet yapmaklığıma mânevî gayet kuvvetli mâ*nialar beni men ediyordu. Bu derunî hisler ve il*hamlar beni hayretler içinde bırakıyordu. Herkesin hoş*landığı mânevî makamatı ve uh*revî saadetleri a’mâl-i saliha ile kazanmak ve bu yola müteveccih olmak hem meşru hakkı olduğu, hem de hiç kimseye hiçbir zararı bulun*ma*dığı halde ben ruhen ve kalben men ediliyor*dum. Rıza-yı İlâhîden başka fıtrî vazife-i ilmi*yenin sevkiyle, yalnız ve yalnız imana hizmet hu*susu bana gösterildi.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 79)
37- «Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki: Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim va*zife-i hayati*yesini onun neşir ve hizmeti bilsin.» (Mektubat sh: 344)
Netice: Hizmet ehli, dava ve gaye sahibi olup, bu ana gaye*leri için lüzu*munda rahatını, hissiyatını ve menfaat*le*rini feda etmekle bu meziyetini fiilen is*bat etmeğe ça*lışma*lıdır. Mezkûr mânâda gaye-i hayal sahibi olmak, Risale-i Nurda bir esastır.
-
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
23-HÜRMET ETMEK ESASI
Risale-i Nur, meşruiyet şartları dairesindeki hürmeti, ehemmiyetli bir se*ciye ve esas olarak nazara verir.
Hürmet: Müslüman bir cemiyette küçüklerin bü*yük*lere yaş veya diyanet, ilim, hamiyet, fedakârlık, di*rayet gibi faziletler iti*bariyle kendinden üstün olana karşı, kalbde du*yulan his ve bu hissin neticesi olarak da o şahsa karşı tavır ve hareketlerinde ğösterilen edebli davranış diye tarif edile*bilir.
Evet hürmet, bir kimsenin şahsında bulunan İslâmî ah*lâk, fazilet ve mezi*yetlerinden dolayı o zâta karşı kalbde du*yulan bir his ve bu hissin fiilî tezahürü olduğuna binaen hürmet edenin de, hürmet etmesinin sebebi olan meziyetleri bilen ve takdir eden kâmil bir kimse olduğu anlaşılır.
Buna göre şayan-ı hürmet olan zâtlara hürmet et*me*yen ki*şinin bu hür*metsizliği ile, sebeb-i hürmet olan kâmil sıfat ve meziyetlere takdir hisleri bu*lunma*yan sönük bir kalb ve vicdan sahibi olduğuna, manevî değerlere ehem*miyet vermeyen basit*likte kaldığına veya “enesini sevenler başka*sını sevmez*ler” (Sözler sh: 708) hükmünce hissine mağlub olduğuna bir alâmet göster*miş oluyor.
Bu hakikî hürmetten başka, kişiden zarar görme*mek için zâhiren hürmet*kâr davranmak, hürmet değil, tabasbus*tur.
Risale-i Nurda hürmet esası, milletin anarşiliğe düşüp düş*memesine se*bebiyet vermek gibi çok ehemmi*yetli bir un*sur ola*rak nazara verilir.
1- «Bu millet ve vatan, hayat-ı içtimaiyesi ve siya*si*yesi anar*şilikten kurtulmak ve büyük tehlike*lerden halâs olmak için, beş esas lâzım ve zarurî*dir.
Birincisi: merhamet.
İkincisi: hürmet.
Üçüncüsü: emniyet.
Dördüncüsü: haram ve helâlı bilip haramdan çe*kil*mek.
Beşincisi: serseriliği bırakıp itaat etmelidir.
İşte Risale-i Nur, hayat-ı içtimaiyeye baktığı vakit bu beş esası temin edip, hem âsâyişin temel taşını tesbit ve temin eder.» (Kastamonu Lâhikası sh: 241)
2- «Hayat-ı içtimaiyeyi idâre eden en mühim esas olan hürmet ve merhamet gayet sarsılmış. Bazı yerlerde, gayet elîm ve biçare ihtiyarlar, peder ve valideler hak*kında dehşetli neticeler veriyor.
Cenab-ı Hakka şükür ki, Risale-i Nur, bu müthiş tahribata karşı girdiği yerlerde mukavemet ediyor, ta*mir ediyor.» (Kastamonu Lâhikası sh: 149)
Hürmete liyakat ölçüsü:
3- «İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir de*sise-i şey*taniye şudur ki: Bir mü’minin birtek seyyiesiyle bütün ha*senâtını örter. Şeytanın bu de*sisesini dinleyen in*safsızlar, o mü*’mine adâvet eder*ler.
Halbuki, Cenâb-ı Hak, haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a’mâl-i mükellefîni tarttığı zaman, ha*senâtı seyyiâta galibiyeti-mağlûbiyeti noktasında hükmey*ler. Hem seyyiâtın esbabı çok ve vücutları kolay olduğun*dan, bazan birtek hasene ile çok sey*yiâtını ör*ter. Demek, bu dünyada o adalet-i İlâhiye noktasında mu*amele gerek*tir. Eğer bir adamın iyilikleri fena*lıklarına kemiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhab*bete ve hürmete müste*hak*tır. Belki, kıymettar birtek hasene ile, çok seyyi*âtına nazar-ı afla bakmak lâzımdır.
Halbuki, insan, fıtratındaki zulüm damarıyla, şeyta*nın telkiniyle, bir zâtın yüz hasenâtını bir*tek seyyie yü*zünden unutur, mü’min kardeşine adâvet eder, günahlara girer. Nasıl bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa bir dağı setreder, göstermez. Öyle de, in*san, garaz damarıyla, si*nek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenâtı örter, unutur, mü’min kardeşine adâ*vet eder, insan*ların hayat-ı içtimaiyesinde bir fe*sat âleti olur.» (Lem’alar sh: 88)
4- «Mağlâtalı, divanecesine bir sual:
Bir kısım ehl-i hüküm diyorlar ki: “Madem sen bu memle*kette duruyorsun. Şu memleketin cumhurî kanun*larına inkıyad etmek lâzım gelirken, sen neden inzivâ perdesi altında kendini o kanun*lardan kurtarı*yorsun? Ezcümle, şimdiki hükûmetin kanu*nunda, vazife hari*cinde bir meziyeti, bir fazileti kendine takıp, onunla bir kısım millete tahakküm edip nüfuzunu icra etmek, mü*savat esa*sına istinad eden cumhuriyetin bir düsturuna münâfi*dir. Sen ne*den vazifesiz olduğun halde elini öptü*rüyor*sun? Halk beni dinlesin diye hodfuruşâne bir vazi*yet ta*kınıyorsun?”
Elcevap: Kanun tatbik edenler, evvelâ kendilerine tatbik ettik*ten sonra başkasına tatbik edebilirler. Siz ken*dinize tatbik etmedi*ğiniz bir düsturu başkasına tatbik et*mekle, herkesten evvel siz düs*turunuzu, kanununuzu kı*rıyorsunuz ve karşı geliyorsunuz. Çünkü bu müsa*vat-ı mutlaka kanununun bana tatbikini istiyorsu*nuz. Ben de derim:
Ne vakit bir nefer, bir müşirin makam-ı iç*timaîsine çıkarsa ve milletin o müşire karşı gösterdikleri hürmet ve teveccühe iştirak ederse ve onun gibi o teveccüh ve hürmete mazhar olursa veyahut o müşir, o nefer gibi âdi*le*şirse ve o nefe*rin sönük vaziyetini alırsa ve o müşirin vazife hari*cinde hiçbir ehemmiyeti kalmazsa hem eğer en zeki ve bir or*dunun muzafferiyetine se*be*biyet veren bir erkân-ı harp reisi, en aptal bir ne*ferle teveccüh-ü âmmede ve hürmet ve mu*habbette müsavata girerse, o vakit sizin bu müsa*vat kanunu*nuz hükmünce bana şöyle diyebilirsiniz: “Kendine hoca deme. Hürmeti kabul etme. Faziletini inkâr et. Hizmetçine hizmet et, di*lencilere arka*daş ol!”
Eğer deseniz: “Bu hürmet ve makam ve teveccüh, vazife ba*şında olduğu vakte mahsustur ve vazifedar*lara hastır. Sen vazife*siz bir adamsın vazifedarlar gibi mille*tin hürmetini kabul edemez*sin.”
Elcevap: Eğer insan yalnız bir cesetten ibaret olsa ve insan dünyada lâyemûtâne daimî kalsa ve kabir ka*pısı ka*pansa ve ölüm öldürülse, o vakit vazife yalnız as*kerlik ve idare memurlarına mahsus kalırsa, sözü*nüzde dahi bir mânâ olurdu.
Fakat madem insan yalnız cesetten ibaret değil ce*sedi besle*mek için kalb, dil, akıl, dimağ koparılıp o ce*sede yedirilmez. Onlar imhâ edilmez onlar da idare is*ter. Ve madem kabir kapısı ka*pan*mıyor. Ve madem kab*rin öbür tarafındaki endişe‑i istikbal her fer*din en mü*him mesele*sidir. Elbette milletin itaat ve hür*me*tine istinad eden va*zifeler, yalnız milletin hayat-ı dünye*viye*sine ait içtimaî ve siyasî ve askerî vazifelere münha*sır değildir.
Evet, yolculara seyahat için vesika vermek bir va*zife olduğu gibi, ebed tarafına giden yolculara da hem vesika, hem o zulümatlı yolda nur ver*mek öyle bir vazifedir ki, hiçbir vazife o vazife ka*dar ehemmiyetli değildir.» (Lem’alar sh: 172)
Yukarıda ehl-i dünya tarafından ileri sürülen «Hürmet va*zife başında iken resmî vazifedarlara mah*sustur» şeklin*deki id*dia, hakikî imandan mahrum olma*nın ve bundan do*ğan anlayışın bir neticesidir. Çünkü yalnız fanî dünyayı esas bilen bu tarz anlayışta, hür*metin asil sebebi olan manevî de*ğerler ve değer öl*çüleri ve ebedî hayat inancı bulunmaz ve bulunamaz. Bu ha*kikatı nazara veren Üstad Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
5- «Aile hayatının hayatı ve saadeti ise samimî ve ciddî ve ve*fadarâne hürmet ve hakiki ve şefkatli ve fe*da*kârâne merhamet ile olabilir. Ve bu hakikî hürmet ve sa*mimî merhamet ise, ebedî bir arkadaşlık ve daimî bir re*fakat ve sermedî bir beraberlik ve hadsiz bir zamanda ve hudutsuz bir hayatta birbiriyle pederâne, ferzendâne, kardeşâne, ar*kadaşâne münasebetlerin bulunmak fik*riyle ve akidesiyle olabilir.» (Şualar sh: 183)
Yine Bediüzzaman Hazretleri ehl-i dünyaya hita*ben diyor ki:
6- «Senin medar-ı fahrın olan uhuvvet ve hür*met ve hamiyet gibi güzel hasletlerin, incecik bir za*mana, bü*yük bir sahradan bir parmak kadar yere inhi*sar ve had*siz za*manda yalnız hazır saate mahsus oldu*ğun*dan, su*n’i ve muvakkat ve sahtekâr ve asılsız ve gayet cüz’i olup, senin insaniyetin ve kemalâtın o nis*bette küçülür, hiçe iner. Fakat iman ehlinin uhuv*veti ve hürmeti ve mu*habbeti ve hamiyeti, iman cihetiyle mev*cut bulunan mâzi ve müs*takbeli ihata ettiğin*den, insaniyeti ve kemalâtı o nis*bette teâli eder.» (Gençlik Rehberi sh: 19)
Hürmet ve muavenetin, hizmet-i diniyede hâli*sane çalışan*lara gösteril*mesi gereken ciheti:
7- «Hakikat ve âhiret için çalışanlara karşı bu millet bir hürmet ve bir muavenet fikrini daima beslemiş. Ve bil*fiil onların hakikat-i ihlâsla*rına ve sâdıkane olan hizmet*lerine bir cihette iş*tirak etmek niyetiyle, onların hâcât-ı maddiyelerinin te*da*ri*kiyle meşgul olup vakitlerini zayi etmemek için, sa*daka ve he*diye gibi maddî menfaatlerle yar*dım edip hürmet etmiş*ler. Fakat bu muavenet ve men*faat istenilmez, belki verilir. Hem kalben arzu edip muntazır kalmakla, lisan-ı hal ile dahi istenil*mez. Belki ummadığı bir halde verilir.» (Lem’alar sh: 164)
Hürmet ve merhamet, aile hayatının temelini teş*kil eder:
8 «Nev-i beşerin hayat-ı dünyeviyesinde en cemi*yetli merkez ve en esaslı zemberek ve dünyevî saadet için bir cennet, bir melce bir tahassungâh ise, aile ha*yatıdır. Ve herkesin hanesi, küçük bir dünyasıdır. Ve o hane ve aile hayatının hayatı ve saadeti ise sa*mimî ve ciddî ve vefa*darâne hürmet ve hakiki ve şef*katli ve fedakârâne mer*hamet ile olabi*lir. Ve bu hakikî hürmet ve samimî mer*hamet ise, ebedî bir arkadaşlık ve daimî bir refakat ve sermedî bir beraberlik ve hadsiz bir za*manda ve hudut*suz bir hayatta birbiriyle pede*râne, ferzendâne, karde*şâne, arkadaşâne mü*nasebet*lerin bu*lunmak fikriyle ve akidesiyle olabilir. Meselâ der: “Bu hare*mim, ebedî bir âlemde, ebedî bir hayatta daimî bir refika-i hayatım*dır. Şimdilik ihtiyar ve çirkin olmuş ise de zararı yok. Çünkü ebedî bir gü*zelliği var, gelecek. Ve böyle daimî arkadaşlı*ğın hatırı için herbir fedakârlığı ve merhameti yaparım” di*yerek, o ihtiyare karı*sına, güzel bir hûri gibi muhab*betle, şef*katle, merhametle muka*bele edebilir. Yoksa, kı*ca*cık bir iki saat sûrî bir refakatten sonra ebedî bir fi*rak ve müfarakate uğrayan arkadaşlık, elbette gayet sûrî ve muvakkat ve esassız, hay*van gibi bir rikkat-i cinsiye mânâsında ve bir mecazî merhamet ve sun’î bir hürmet verebilir. Ve hayvanatta olduğu gibi, başka menfaatler ve sair galip hisler, o hürmet ve mer*hameti mağ*lûp edip o dünya cennetini cehenneme çevi*rir.» (Şualar sh: 183)
Demek imandan gelen hürmet ve merhamet, hakikî in*sani*yetin esasıdır.
9- «Eğer âhirete iman o haneye girse, birden ışık*landıracak. Ortalarındaki münasebet ve şefkat ve karâ*bet ve muhabbet, kısacık bir zaman ölçüsüyle değil, belki dâr-ı âhirette, saadet-i ebedi*yede dahi o müna*sebetlerin de*vamı ölçüsüyle samimî hürmet eder, sever, şefkat eder, sadakat eder, kusurla*rına bakmaz gibi ahlâk yüksekle*nir. Hakikî insaniyet sa*adeti o hanede başlar inki*şafa.» (Şualar sh: 227)
İmandan gelen hürmet ve merhamet olmazsa, anarşi doğar millî ahlâk ve aile hayatı çöker:
10- «İhtilâl-i Fransevîde hürriyetperverlik tohu*muyla ve aşı*lamasıyla sosyalistlik türedi, tevellüd etti. Ve sosyalistlik ise bir kı*sım mukaddesatı tahrip ettiğin*den, aşı*ladığı fikir, bilâhare bolşe*vikliğe inkılâp etti. Ve bolşeviklik dahi çok mukaddesat-ı ahlâkiye ve kalbiye ve insaniyeyi bozduğundan, elbette, ektikleri tohum*lar hiçbir kayıt ve hürmet tanımayan anarşist*lik mahsulünü verecek. Çünkü kalb-i insanî*den hürmet ve merhamet çıksa, akıl ve zekâ*vet, o insanları gayet dehşetli ve gad*dar cana*var*lar hükmüne geçirir daha siyasetle idare edil*mez.» (Şualar sh: 588)
11- «İslâm Deccalı olan “Süfyan” dahi, şeriat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) ebedî bir kısım ahkâmını ne*fis ve şey*ta*nın desiseleriyle kaldırmaya çalışarak, ha*yat-ı be*şeriyenin maddî ve mânevî rabıtalarını bozarak, serkeş ve sarhoş ve sersem nefis*leri başıboş bırakarak hürmet ve merhamet gibi nuranî zin*cir*leri çö*zer, hevesat-ı müteaf*fine bataklığında birbirine sal*dır*mak için cebrî bir serbes*tiyet ve ayn-ı istibdat bir hürri*yet ver*mek ile dehşetli bir anarşistliğe meydan açar ki, o vakit o insanlar gayet şid*detli bir istibdattan başka zapt altına alınamaz.» (Şualar sh: 593)
12- «Medeniyet ise, kadınları yuvalarından çıkarıp, perdelerini yırtıp, beşeri de baştan çıkar*mıştır. Halbuki, aile hayatı, kadın-erkek mabey*ninde mütekabil hürmet ve muhabbetle devam eder. Halbuki, açık saçıklık, sa*mimî hürmet ve muhabbeti izale edip ailevî hayatı ze*hirlemiş*tir.» (Sözler sh: 410)
13- «EY HANESİNDE ihtiyar bir valide veya pe*deri veya akra*basından veya iman kardeşlerinden bir amel-mande veya âciz, alîl bir şahıs bulunan gafil! Şu âyet-i ke*rimeye dikkat et, bak: Nasıl ki bir âyette, beş ta*baka ayrı ayrı surette ihtiyar valideyne şefkati celb edi*yor!
Evet, dünyada en yüksek hakikat, peder ve valide*lerin evlâtla*rına karşı şefkatleridir. Ve en âli hukuk dahi, onların o şefkatle*rine mukabil hürmet hak*larıdır. Çünkü onlar, hayatlarını, kemâl-i lezzetle ev*lâtlarının hayatı için feda edip sarf ediyorlar. Öyleyse, insaniyeti sukut etme*miş ve canavara inkılâp et*memiş herbir veled, o muhte*rem, sâdık, feda*kâr dostlara hâlisâne hürmet ve sami*mâne hizmet ve rızalarını tahsil ve kalblerini hoşnut et*mektir. (Amca ve hala, peder hük*mündedir teyze ve dayı, ana hükmündedir.» (Mektubat sh: 259)
14- «Hem peder ve valideyi şefkatle teçhiz eden ve seni onların merhametli elleriyle terbiye ettiren hikmet ve rahmet hesabına on*lara hürmet ve muhab*bet, Cenâb-ı Hakkın muhabbetine aittir. O muhabbet ve hürmet, şefkat, lillâh için olduğunun alâ*meti şudur ki: Onlar ih*tiyar oldukları ve sana hiçbir fay*da*ları kalmadığı ve seni zahmet ve meşak*kate attıkları zaman, daha ziyade mu*habbet ve mer*hamet ve şefkat et*mektir.» (Sözler sh: 639)
15- «Peder ve valideye karşı muhabbetin, Cenâb-ı Hak hesa*bına olduğu için, hem bir ibadet, hem de onlar ihtiyarlandıkça hürmet ve muhabbeti ziyade*leş*tirirsin. En âli bir hisle, en merdâne bir himmetle on*ların tûl‑ü öm*rünü ciddî arzu edip beka*larına dua etmek, tâ “Onların yüzünden daha ziyade sevap kaza*na*yım” diye samimî hürmetle onların elini öp*mek, ulvî bir lez*zet-i ruhanî al*maktır. Yoksa, nefsanî, dünya itiba*rıyla olsa, onlar ihtiyar oldukları ve sana bâr olacak bir vaziyete girdikleri zaman, en süflî ve en alçak bir hisle vücutlarını istiskal etmek, se*beb-i ha*yatın olan o muhte*rem zatların mevtlerini arzu etmek gibi vahşî, kederli, ruhanî bir elemdir.» (Sözler sh: 644)
Kısmen kaydedilen mezkûr parçalarda meşru şart*ları içinde olmak şartiyle samimî hürmet, aile, cemaat ve cemi*yetin rabıtası ve ruhu hükmünde bir mezi*yet ve esastır.
-
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
24-KEYFİYET ESASI
Risale-i Nurda keyfiyet: İhlâs, sadakat, fedakârlık, se*bat, iktisad ve ka*naat, maddî menfaatlerden ve tevec*cüh-ü nasdan istiğna gibi yüksek meziyet*lere sahib ol*mak mâ*nâ*sında bir tabir*dir.
Beşeriyet âleminde kemmiyet ve keyfiyet:
1- «Kemiyetin, keyfiyete nisbeten ehemmiyeti yok. Asıl ek*se*riyet, keyfiyete bakar...
...İşte, nev-i beşer, bi’set-i enbiya ile, sırr-ı teklif ile, mücahede ile, şeytanlarla muharebe ile kazandıkları yüz binlerle enbiya ve milyonlarla evliya ve milyarlarla asfiya gibi âlem-i insaniyetin gü*neşleri, ayları ve yıl*dız*ları mu*kabilinde, kemiyetçe kesretli, keyfi*yetçe ehemmiyetsiz hayvânât-ı muzırra nev’inden olan küffârı ve münafık*ları kaybetti.» (Mektubat sh: 44)
Keyfiyetsiz kemmiyet, çoğalma nisbetinde cemaatı kıymet*ten düşürür:
2- «Çendan, şeytan yüzünden ekser insanlar dalâ*lete gider*ler. Fakat ehemmiyet ve kıymet, ekseri*yetle keyfi*yete bakar kemiyete az bakar veya bakmaz. Nasıl ki, bin ve on çekirdeği bulunan bir zat, o çekirdekleri toprak al*tında bir muamele-i kim*ye*vi*yeye mazhar etse, ondan on tanesi ağaç olmuş, bini bo*zulmuş. O on ağaç olmuş çekir*deklerin o adama verdiği menfaat, elbette, bin bozulmuş çekirdeğin verdiği zararı hiçe indi*rir. Öyle de, nefis ve şeytanlara karşı mü*cahede ile, yıldızlar gibi nev-i in*sanı şereflen*diren ve tenvir eden on insan-ı kâmil yüzün*den o nev’e gelen menfaat ve şeref ve kıymet, elbette, ha*şa*rat nev’inden sayılacak derecede süflî ehl-i da*lâletin küfre girmesiyle insan nev*’ine vereceği zararı hiçe indi*rip göze gösterme*diği için, rahmet ve hikmet ve adalet‑i İlâhiye, şey*tanın vücuduna müsa*ade edip tasallutlarına meydan ver*miş.» (Lem’alar sh: 71)
3- «Cemaatte vahid-i sahih olmazsa, cem ve zam, kesir darbı gibi küçültür.HAŞİYE » (Mektubat sh: 475)
Keyfiyetli cemaatın kıymet ve kuvveti:
4- «Elbette, dört fertten bin yüz on bir kuvvet-i mâ*neviyeyi te*min eden sırr-ı ihlâsı kazanmakla tesa*nüd ve ittihad-ı hakikîye muhtacız ve mecburuz.
Evet, üç elif ittihad etmezse, üç kıymeti var. Sırr‑ı adediyet ile ittihad etse, yüz on bir kıymet alır. Dört kere dört ayrı ayrı olsa, on altı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuv*vet ve ittihad-ı maksat ve ittifak-ı vazife ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o va*kit dört bin dört yüz kırk dört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu gibi, ha*kikî sırr-ı ihlâs ile, on altı fedakâr kardeş*lerin kıymet ve kuvvet-i mâneviyesi dört bin*den geçtiğine, pek çok vu*kuat-ı tarihiye şehadet ediyor.» (Lem’alar sh: 161)
5- «Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisi*niz.
Evet, kuvvet haktadır ve ihlâstadır. Haksızlar dahi, haksızlık*ları içinde gösterdikleri ihlâs ve samimi*yet yü*zünden kuvvet kaza*nıyorlar.
Evet, kuvvet hakta ve ihlâsta olduğuna bir delil, şu hizmeti*mizdir. Bu hizmetimizde bir parça ihlâs, bu dâ*vâyı ispat eder ve kendi kendine delil olur. Çünkü, yirmi sene*den fazla kendi memle*ketimde ve İstanbul’da etti*ğimiz hizmet-i ilmiye ve diniyeye mu*ka*bil, burada, yedi sekiz senede yüz derece fazla edildi. Halbuki, kendi memleke*timde ve İstanbul’da, burada benimle çalışan kardeşle*rim*den yüz, belki bin derece fazla yardımcıla*rım varken, bu*rada ben yalnız, kimse*siz, garip, yarım ümmî insafsız memurların ta*rassudat ve tazyikatları al*tında, yedi sekiz sene sizinle etti*ğim hizmet, yüz derece eski hizmetten fazla muvaffakiyeti gös*teren mânevî kuvvet, sizler*deki ihlâstan geldi*ğine kat’iyen şüphem kal*madı.» (Lem’alar sh: 161)
6- «Bu sırada dahilde o kadar dahilî, haricî heye*canlı parti cereyanları varken ve bundan tam istifade etmek, yani mahdut birkaç arkadaşına bedel çok diplomatları kendisine taraf*tar kazanmak için zemin hazır iken, sırf siyasete karışma*mak ve ihlâ*sına zarar vermemek ve hü*kûmetin nazarını kendine celb etmemek ve dünya ile meşgul olmamak için, bü*tün arkadaşla*rına yazıp ki, “Sakın cereyanlara ka*pıl*mayınız, siyasete girmeyiniz, âsâyişe dokun*mayınız” dediği...» (Şualar sh: 374)
7- «Bilirsiniz ki, üç elif ayrı ayrı yazılsa kıymeti üçtür. Tesanüd-ü adedîyle içtima etse, yüz on bir kıyme*tinde ol*duğu gibi, sizin gibi üç-dört hâdim-i Hak, ayrı ayrı ve tak*simü’l-a’mâl olma*mak cihetiyle hareket etse*ler, kuvvetleri üç-dört adam kadardır. Eğer hakikî bir uhuvvetle, birbi*rinin faziletleriyle iftihar ede*cek bir tesanüdle, birbiri*nin aynı olmak dere*cede bir tefâni sırrıyla hareket etse*ler, o dört adam, dört yüz adam kuvvetinin kıymetinde*dirler.» (Barla Lâhikası sh: 124)
Keyfiyetli hizmet tarzını tercih etmek:
8- «Madem bu zamanda herşeyin fevkinde hiz*met-i imaniye en ehemmiyetli bir vazifedir. Hem ke*miyet ise, keyfiyete nispe*ten ehemmiyeti azdır. Hem muvakkat ve mütehavvil siyaset âlemleri ebedî, daimî, sabit hidemat-ı imaniyeye nispeten ehem*mi*yetsizdir, mikyas olamaz, medar da olamaz. Risale-i Nur’un tali*matı dairesinde ve bizlere bahşettiği hizmet noktasında feyizli makamlara kanaat etmeliyiz.» (Kastamonu Lâhikası sh: 89)
9- «Bu acip asrın bu acip hastalığına ve dehşetli ma*razına karşı Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın tiryak misâl ilâç*larının nâşiri olan Risale-i Nur dayanabilir ve onun me*tîn, sar*sılmaz, sebatkâr, hâlis, sâdık, fedakâr şakird*leri mukavemet edebilir. Öyleyse, herşeyden evvel onun da*ire*sine girmeli, sadakatle, tam metanet ve ciddî ihlâs ve tam itimadla ona yapışmak lâzım ki, o acip has*talığın tesi*rinden kurtulsun.» (Kastamonu Lâhikası sh: 105)
10- «Biz Risale-i Nur şakirdleri ise, vazifemiz hiz*met*tir va*zife-i İlâhiyeye karışmamak ve hizmetimizi onun vazifesine bina etmekle bir nevi tecrübe yapma*mak ol*makla beraber, kemiyete değil, keyfiyete bak*mak, hem çoktan beri sukut-u ahlâka ve ha*yat-ı dünye*viyeyi her ci*hetle hayat-ı uhreviyeye tercih ettir*meye sevk eden deh*şetli esbap altında Risale-i Nur’un şimdiye ka*dar fütuhatı ve zındıkların ve dalâletlerin savletlerini kırması ve yüz binler biçarelerin imanla*rını kurtar*ması ve herbiri yüze ve bine mukabil yüzer ve binler hakikî mü’min talebeleri ye*tiş*tirmesi, Muhbir-i Sâdıkın ihbarını aynen tasdik etmiş ve vuku*atla ispat etmiş ve ediyor, inşaallah daha ede*cek. Ve öyle kökleşmiş ki, inşaallah hiçbir kuvvet Anadolu’nun sine*sinden onu çıkara*maz. Tâ âhir za*manda, hayatın geniş dairesinde, asıl sahipleri, yani Mehdî ve şakirdleri Cenab-ı Hakkın izniyle gelir, o da*ireyi genişlettirir ve o tohumlar sümbüllenir. Bizler de kabrimizde sey*redip Allah’a şükre*deriz.» (Kastamonu Lâhikası sh: 107)
11- «Mesleğimizde, ihlâs-ı tâmmeden sonra en bü*yük esas, sebat ve metanettir. Ve o metanet cihetiyle şim*diye kadar çok vu*kuat var ki, öyleler, herbiri yüze muka*bil bu hizmet-i Nuriyede muvaffak olmuş âdi bir adam ve yirmi otuz ya*şında iken, alt*mış yetmiş yaşındaki velî*lere tefevvuk et*miş*ler var.» (Kastamonu Lâhikası sh: 248)
12- «Kemiyete ehemmiyet verilmez. Sen o ha*vali*deki bir tek Âtıf’ı bulsan, yüzü bulmuş gibidir. Merak etme.» (Kastamonu Lâhikası sh: 259)
13- «Aziz, sıddık kardeşlerim,
[Hem mânevî, hem maddî bir kaç cihette sorulan bir su*ale mecburiyet tah*tında bir cevaptır.]
Sual: Neden, ne dahilde, ne hariçte bulu*nan cere*yan*lara ve bilhassa siyasetli cemaatlere hiçbir alâka peydâ; etmiyorsun? Ve Risale-i Nur ve şakirdlerini müm*kün olduğu kadar o cereyanlara te*mas*tan men ediyor*sun? Halbuki, eğer te*mas etsen ve alâkadar olsan, birden binler adam Risale-i Nur dairesine girip, parlak hakikat*lerini neş*redeceklerdi hem bu kadar sebepsiz sıkıntılara hedef olmayacaktın.
Elcevap: Bu alâkasızlık ve içtinabın en ehemmi*yetli sebebi: Mesleğimizin esası olan ihlâs bizi men edi*yor. Çünkü, bu gaflet zamanında, hususan tarafgirâne mefkû*reler sahibi, herşeyi kendi mesleğine âlet ederek, hattâ dinini ve uhrevî harekâtını da o dün*yevî mesleğe bir nevi âlet hükmüne getiriyor. Halbuki, hakaik-i ima*niye ve hizmet-i nuriye-i kudsiye, kâinatta hiçbirşeye âlet ola*maz. Rıza-ı İlâhîden başka bir gayesi olamaz. Halbuki şimdiki cereyanların tarafgirâne çar*pışmaları hengâmında bu sırr-ı ihlâsı muha*faza etmek, dinini dünyaya âlet etme*mek müş*külleşmiş. En iyi çare, cereyanların kuvveti ye*rine, inayet ve tevfik-i İlâhiyeye dayanmak*tır.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 38)
14- «Aziz, sıddık, sebatkâr, muhlis kardeşlerim,
Hem maddî, hem mânevî, hem nefsim, hem be*nimle, temas edenler gayet ehemmiyetli benden suâl edi*yorlar ki: “Neden her*kese muhalif olarak, hiç kimsenin yapmadığı gibi, sana yardım edecek çok ehemmiyetli kuvvetlere bakmıyorsun, is*tiğna gösteriyorsun? Ve her*kes müştak ve talip ol*duğu ve Risale-i Nur’un intişarına, fütuhatına çok hiz*met edeceğine o Risale-i Nur şakirdleri*nin hasları mütte*fik oldukları ve senden ka*bul ettikleri büyük ma*kamları kabul etmiyorsun, şiddetle çekiniyor*sun?”
Elcevap: Bu zamanda ehl-i iman öyle bir hakikate muhtaçtır*lar ki, kâinatta hiçbirşeye âlet ve tâbi ve basa*mak olamaz ve hiçbir garaz ve maksat onu kirletemez ve hiçbir şüphe ve felsefe onu mağ*lûp edemez bir tarzda iman hakikatlerini ders versin. Umum ehl-i imanın bin se*neden beri teraküm etmiş dalâletlerin hücumuna karşı imanları muhafaza edilsin.
İşte bu nokta içindir ki, dahilî ve haricî yar*dımcılara ve ehemmiyetli kuvvetlerine, Risale-i Nur ehemmiyet ver*miyor, onları ara*yıp tâbi olmuyor—tâ avâm-ı ehl-i imanın nazarında, hayat-ı dünyeviyenin bazı gayelerine basamak olmasın ve doğ*rudan doğruya hayat-ı bâkiye*den başka hiçbir şeye âlet ol*madığından, fevkalâde kuv*veti ve hakikatı, hü*cum eden şüpheleri ve tereddütleri izale eylesin.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 74)
14/1- «Elhasıl: Hakikat-i ihlâs, benim için şan ve şe*refe ve maddî ve mânevî rütbelere vesile olabilen şey*ler*den beni men edi*yor. Hizmet-i Nuriyeye, gerçi büyük za*rar olur fakat, kemiyet key*fiyete nisbeten ehemmiyetsiz olduğundan, hâlis bir hâ*dim ola*rak, hakikat-i ihlâs ile, herşeyin fevkinde ha*kaik-i imaniyeyi on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetle binler adamı irşad etmek*ten daha ehemmiyetli görüyo*rum.
Çünkü o on adam, tam o hakikati herşeyin fev*kinde gördüklerinden, sebat edip, o çekir*dekler hük*münde olan kalbleri, birer ağaç ola*bilirler. Fakat o binler adam, dünyadan ve felsefeden gelen şüpheler ve vesvese*lerle, o kutbun derslerini, “Hususî makamından ve hususî hissiyatından geliyor” nazarıyla bakıp, mağlûp olarak dağıtılabilirler. Bu mânâ için hizmetkârlığı, makamatlara tercih ediyo*rum.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 75)
Bediüzzaman Hazretlerinin, Risale-i Nur’un te’li*finden önce hiss-i kablel vuku ile müjde verdiği, Risale-i Nurun tahkiki iman dersleriyle yaptığı, iman kurtarma hizmetinin keyfiyeten yüksek kıymeti emsalsizdir.
15- Evet, «Nurun zahiren, kemiyeten dar cihetine bakmaya*rak, hakikat cihetinde keyfiyeten geniş ve fev*ka*lâde menfaatini his*setmesi suretiyle, hem de siyaset naza*rıyla bütün memleket-i Osmaniyede olacak gibi ifade et*miş. O büyük veli, onun dar daireyi geniş tasav*vurundan ona itiraz etmiş. Hem o zat haklı, hem Eski Said bir derece haklıdır. Çünkü Risale-i Nur imanı kurtar*ması cihetiyle o dar dairesi madem ha*yat-ı bâkıye ve ebe*diyeyi imanla kurtarıyor. Bir milyon talebesi bir milyar hükmündedir. Yani bir milyon değil, belki bin insanın hayat-ı ebe*di*yesini temine çalışmak, bir milyar in*sanın hayat-ı fâ*niye-i dünyeviye ve medeniye*tine ça*lışmaktan daha kıymettar ve mânen daha geniş olması, Eski Said’in o rüya-yı sâdıka gibi olan hiss-i kab*lelvuku ile o dar daireyi bütün Osmanlı memleketini ihata edeceğini görmüş. Belki, inşaallah, o görüş, yüz sene sonra nurların ektiği tohumla*rın süm*büllenme*siyle aynen o geniş daire Nur dairesi ola*cak, onun yan*lış tâbirini sahih gösterecek.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 112)
16- «Nurcular, müşterileri ve kendilerine taraf*tar*ları ara*maya kendilerini mecbur bilmiyorlar. “Vazifemiz hiz*mettir, müş*terileri aramayız. Onlar gel*sinler bizi arasınlar, bulsunlar” diyor*lar. Kemiyete ehemmiyet vermiyorlar. Hakikî ihlâsı taşı*yan bir adamı, yüz adama tercih ediyor*lar.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 170)
Kur’an (2:26) âyetinde geçen iki (kesiren) keli*mesi:
17- «Evvelki den kemiyet ve adetçe çokluk irade edilmiştir.
İkinci den keyfiyet ve kıymetçe çokluk kaste*dilmiş*tir. Ve aynı zamanda, Kur’ân’ın nev-i be*şere rah*met olduğunun sırrına işarettir.
Evet, insanların az bir kısmının fazilet ve hidayet*le*rini çok görmek ve göstermek, Kur’ân’ın beşere karşı merhametli ve lütuf*kâr olduğunu gösterir.
Ve keza, bir fazilet sahibi, bin faziletsize mukabil*dir. Bu itibarla, fazileti taşıyan, az olsa da çok görünür.» (İşarat-ül İ’caz sh: 172)
Ekser insanların Risale-i Nuru dinlememeleri se*be*biyle ümidi kırılan bir talebesini ikaz münasebetiyle, umuma key*fiyet dersi veren Bediüzzaman Hazretleri di*yor ki:
18- «Sen orada, ‘Bu insanlar ne zaman Risale-i Nur’u dinle*yecekler?’ diye ümitsizliğe düşme, merak etme. Kat’iyen bil ki, mele-i âlânın hadsiz sakinleri, bu*gün Risale-i Nur’u alkışlıyorlar. Onun için, hiç ehem*miyeti yok. Kıymet, kemiyette değil, keyfi*yette*dir. Bazan bir halis ve fedakâr talebe, bine mu*kabil*dir” diyerek ye’sini gide*rir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 463)
19- «Haklı şûrâ ihlâs ve tesanüdü netice verdiğin*den, üç elif, yüz on bir olduğu gibi, ihlâs ve tesanüd-ü hakiki ile, üç adam, yüz adam kadar millete fayda verebilir. Ve on adamın hakikî ihlâs ve tesanüd ve meşveretin sır*rıyla, bin adam kadar iş gördüklerini, çok vukuat-ı tari*hiye bize ha*ber veriyor.» (Hutbe-i Şamiye sh: 63)
Keyfiyeti esas alan haslar dairesi makamından, kem*miyete sahib geniş da*ire makamını istemenin mah*zurlarını, kendi nokta-i nazarını misal alarak be*yan eden Bediüzzaman Hazretleri şayan-ı dikkat bir mektubunda diyor:
20- «Nurların fütuhatını kalben temaşa ederken, bazı has kardeşlerimin Nur’un tercümanına verdikleri makam noktasında baktım. O makama nisbeten fütu*hat az olma*sından, o makamın şerefi için bir hırs ile vazife-i İlâhiyeye karışmak gibi şekva geldi. Binler de*rece şü*kür ve sırf rıza-yı İlâhî noktasında bazı biçarele*rin Nurla imanlarını kur*tarmak cihetiyle binler hamd, sena ve şükür lâzımken bir teşekki ve sıkıntı geldi. Sonra mahviyet ve terk-i ena*niyet ve ihlas-ı tam ile aynı vaziyete baktım, gördüm ki: O fütu*hatta binler hamd ve sena ve teşekkür ve manevî sürur ve sevinç ru*huma geldi. Ben o halde iken anladım ki, maka*mat-ı manev*îye dahi mesleğimizde mevzubahis olmamalı. Eğer bazı has kardeşle*rimin hakkımdan yüz derece zi*yade bana verdikleri hisse ve ma*kam hakikat olsa ve hakkım da olsa, mezkûr hakikat için bırak*mağa, mes*lek-i Nuriyedeki ihlas-ı tamme bırakmağa mecbur eder.» (Osmanlıca teksir baskı Tılsımlar Mecmuası’nın zeyli, Maidet-ül Kur’an ba*şın*daki mektub*tan)
Risale-i Nur hizmetinde, bilhassa ehl-i hizmette bu*lunması gereken key*fiyet hususiyeti ile alâkalı mezkûr bahisler, keyfiyetin sabit bir şart ve esas ol*duğunu açıkça ortaya koyuyor.
-
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
25-MEŞVERET VE ŞÛRA ESASI
Meşveret ve şûrâ-i şer’î, dinin esasat ve müselle*mat gibi ka*t’i ve sabit hükümlerinin hâricinde ve şer’î usûlüne göre yapılır.
Meşverette iyi niyet ve ihtisas şarttır. Yani meş*verete katı*lanlar, istişa*rede ele alınacak meselenin isa*betli olan ci*hetini ve tercihi gereken maslahat-ı umu*miyesini keş*fetmek niyet ve gay*retine sahib olmalıdır. Yoksa kendi mak*sadlarını veya bağlı ol*duğu şahsın veya cemaatin men*faatini tahak*kuk ettirmek niyetini taşıyan*larla yapılacak meşveret hak ve maslahat-ı bulmaktan daha çok karışık*lıklara ve inşikaklara sebeb olur.
Bu meşveret, meşveret-i şer’îye değildir ve ibadet ma*hiye*tini taşımaz.
Risale-i Nurun muhtelif yerlerinde meşveret-i şer’î*yeye çok ehemmiyet verilir. Şöyle ki:
1- «Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyedeki saadet*lerinin anahtarı, meşveret‑i şer’iye*dir. [15] âyet-i ke*rimesi, şûrâyı esas olarak em*rediyor.
Evet, nasıl ki, nev-i beşerdeki telâhuk-u efkâr ün*vanı altında asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla bir*biriyle meşvereti, bütün beşeriyetin terakkiyatı ve fünu*nun esası olduğu gibi, en büyük kıt’a olan Asya’nın en geri kalma*sının bir sebebi, o şûrâ-yı ha*ki*kiyeyi yapmamasıdır.
Asya kıt’asının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı şû*râdır. Yani, nasıl fertler birbiriyle meşveret eder ta*ifeler, kıt’alar dahi o şûrâyı yapmaları lâzım*dır ki, üç yüz, belki dört yüz milyon İslâmın ayaklarına ko*nulmuş çeşit çeşit istibdatların kayıtlarını, zincirle*rini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer’iye ile şeha*met ve şefkat-i imaniyeden te*vellüd eden hürri*yet-i şer’iyedir ki, o hürriyet-i şer’iye, âdâb-ı şer’iye ile süs*lenip garp medeniyet‑i sefihanesindeki seyyiatı atmak*tır.» (Hutbe-i Şamiye sh: 60)
2- «Eğer denilse: Neden şûrâya bu kadar ehemmi*yet veriyor*sun? Ve beşerin, hususan Asya’nın, hususan İslâmiyetin hayatı ve terakkisi nasıl o şûrâ ile olabilir?
Elcevap: Nurun Yirmi Birinci Lem’a-i İhlâsında izah edildiği gibi, haklı şûrâ ihlâs ve tesanüdü ne*tice verdiğin*den, üç elif, yüz on bir olduğu gibi, ihlâs ve tesanüd-ü ha*kiki ile, üç adam, yüz adam kadar mil*lete fayda verebilir. Ve on adamın hakikî ihlâs ve tesa*nüd ve meşveretin sır*rıyla, bin adam kadar iş gördükle*rini, çok vukuat-ı tari*hiye bize haber veriyor. Madem be*şerin ihtiyacatı hadsiz ve düşmanları nihayetsiz, ve kuvveti ve sermayesi pek cüz’î hususan dinsizlikle ca*navarlaşmış, tahribatçı, muzır insanların çoğalmasıyla, elbette ve elbette, o hadsiz düş*manlara ve o nihayetsiz hâ*cetlere karşı, imandan gelen nokta-i istinad ve o nokta-i istimdad ile beraber hayat-ı şahsiye-i insaniyesi dayan*dığı gibi, hayat-ı iç*timaiyesi de yine imanın ha*kaikinden gelen şûrâ-yı şer’î ile yaşaya*bilir, o düşmanları durdurur, o hâcetlerin te*minine yol açar.» (Hutbe-i Şamiye sh: 62)
Ümmetin itimad edeceği mu’temed bir tefsirin ya*zıl*ması da bir meclis-i ilmiye ile olmasını lüzumlu gö*ren Bediüzzaman Hazretleri şu ehemmiyetli hu*susları nazara ve*rir:
3- «Bu mukaddemeden maksadım, efkâr-ı umu*miye bir tef*sir-i Kur’ân istiyor. Evet, her zamanın bir hükmü var. Zaman dahi bir müfessirdir. Ahval ve vu*kuat ise, bir keşşaftır. Efkâr-ı âmmeye hocalık edecek, yine efkâr-ı âmme-i ilmiyedir. Bu sırra binaen ve isti*naden isterim ki: Müfessir-i azîm olan zamanın taht-ı riya*setinde, herbiri bir fende mütehassıs, mu*hakkikîn-i ule*madan müntehap bir meclis-i meb’usan-ı ilmiye teşki*liyle, meşveretle bir tef*siri telif etmekle sair tefasirdeki münkasım olan me*hasin ve kemâlâtı mühezzebe ve mü*zeh*hebe olarak cem etmelidirler. Evet, meşruti*yettir her*şeyde meşveret hü*kümfermâdır. Efkâr‑ı umu*miye dahi dide*bandır. İcma-ı ümmetin hücciyeti buna hüccettir.» (Muhakemat sh: 22)
4- «Kur’ân-ı Azîmüşşanın müfessiri, yüksek bir deha sahibi ve nâfiz bir içtihada malik ve bir velâyet-i kâmileyi haiz bir zat ol*malıdır. Bilhassa bu zaman*larda, bu şartlar ancak yüksek ve azîm bir he*yetin tesanüdüyle ve o he*yetin telâhuk-u efkâ*rından ve ruhlarının tenasübüyle birbirine yardım etmesinden ve hürriyet-i fikirlerinden ve taassupların*dan âzâde olarak tam ihlâsla*rından doğan dâhi bir şahs-ı mânevîde bulu*nur.» (İşarat-ül İ’caz sh: 7)
5- «Saltanat-ı efkârın icrâ-yı hasenesindendir ki: Hakaik-i İslâmiyetin güneşi, evham ve hayalât bulutla*rın*dan kurtulmuş, her yeri tenvire başlamıştır. Hattâ dinsiz*lik bataklığında taaffün eden adamlar dahi o zi*yayla istifa*deye başlamıştırlar.
Hem de meşveret-i efkârın mehasinindendir ki: Makasıd ve mesalik, burhan-ı kàtı’ üzerine teessüs ve her kemale mümidd olan hakk-ı sabitle hakaikı rap*tey*lemesi*dir. Bunun neticesi: Batıl, hak suretini giy*mekle efkârı al*datmaz.» (Muhakemat sh: 37)
Meşveret-i şer’iyenin idare sistemine ve efkâr-ı milli*yeye bakan hikmet*leri:
6- «Meşrutiyet-i meşrua denilen dünyada beşer sa*adetinin bir sebebi ve hâkimiyet-i milliyeyi temin ile makine-yi hayatın buharı olan hürriyet*teki irade-i cüz’i*yeyi istibdat ve tahakkümün be*lâsından kurtaran meşve*ret-i şer’iyenin maya*sıyla mayalandıran meşrutiyet-i meşrua sizi her*kes gibi imtihana davet ediyor ki, sinn-i rüşde bülû*ğu*nuzu ve vasîye adem-i ihtiyacınızı görmek istiyor. İmtihana hazırlanınız. Mevcudiyetinizi ittihadla göste*riniz ve hamiyet-i diniye-i millî ile fikir ve vicdan-ı şahsiyenizi milletin kalb ve akl-ı müştereki gibi gösteri*niz. Yoksa, sıfır çekecek ve şehadetnâme-i hürriyeti eli*nize vermeyecektir.» (Divan-ı Harbî Örfî sh: 53)
7- ««S – Âlem-i İslâm ulemasının ortalarındaki müt*hiş ihti*lâfata ne dersn? Reyin nedir?
C – Ben âlem-i İslâmiyete gayr-ı muntazam veya inti*zamı bozulmuş bir meclis-i meb’usan ve bir encü*men-i şûrâ nazarıyla bakıyorum. Şeriattan işitiyoruz ki, rey-i cum*hur budur, fetvâ bu*nun üzerinedir.» (Münazarat sh: 78)
8- «S – Acaba kâinatta, şu meclis-i âli-i İslâm, şu ser*gerdan küre şehrinde bir intizamı daha bulamayacak mı*dır?
C – İman ederim ki, umum âlem-i İslâm, mil*let-i insa*niyede ve Âdem kavminde bir mec*lis‑i meb’usan-ı mu*kaddese hükmüne geçecek*tir. Selef ve halef, asırlar üzerinde birbirine bakıp ma*beynle*rinde bir encümen-i şûra teşkil edecek*lerdir. Fakat, birinci kısım olan ihtiyar babalar, sâki*tane ve si*tayişkârane dinleyeceklerdir.» (Münazarat sh: 80)
Bediüzzaman Hazretleri hem Osmanlı Devletine hem gele*cekteki ce*mahir-i müttefika-i İslâmiyyenin si*yaset eh*line, şûrâ’*nın ehemmiyet ve lüzû*munu beyan eden yazı*sının bir kısmında şu hususa dikkat çeker:
9- «Sadaret üç mühim şûrâya bizzat istinat ediyor, yine kifa*yet etmiyor. Halbuki böyle inceleşmiş ve ço*ğal*mış münasebat içinde, içtihadattaki müthiş fevzâ, efkâr-ı İslâmiyedeki teşettüt, fâsid medeni*yetin tedahülüyle ah*lâktaki müthiş te*denniyle be*ra*ber, meşihat cenahı bir şahsın içtihadına terk edil*miş.
Fert tesirat-ı hariciyeye karşı daha az mukavimdir. Tesirat-ı hariciyeye kapılmakla çok ahkâm-ı diniye feda edildi.
Hem nasıl oluyor ki, umurun besateti ve taklit ve teslim câri olduğu zamanda, velev ki intizamsız olsun, yine meşihat bir şû*râya, lâakal kazaskerler gibi, mühim şahsiyetlere istinat ederdi. Şimdi iş besatetten çıkmış, taklit ve ittibâ gevşemiş olduğu halde, bir şahıs nasıl ki*fayet eder?
Zaman gösterdi ki, hilâfeti temsil eden şu me*şihat-ı İslâmiye, yalnız İstanbul ve Osmanlılara mahsus değildir. Umum İslâma şâmil bir müessese-i celiledir. Bu sönük va*ziyetle, değil koca âlem-i İslâmın, belki yal*nız İstanbul’un irşadına da kâfi gel*miyor. Öyleyse, bu mevki öyle bir vaziyete getirilmelidir ki, âlem-i İslâm ona itimat ede*bilsin. Hem menba, hem mâkes vaziyetini alsın. Âlem-i İslâma karşı vazife-i di*niyesini hakkıyla ifa edebilsin.
Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhid idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferit bir şahıs olabilirdi, onun fikrini tashih ve tâdil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u ce*maatten çıkmış, az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı mânevîdir ki, şûrâ*lar o ruhu temsil eder.
Şöyle bir hâkimin müftüsü de ona mücanis olup, bir şûrâ-yı âliye-i ilmiyeden tevellüt eden bir şahs‑ı mânevî olmak gerek*tir. Tâ ki, sözünü ona işitti*rebilsin. Dine taal*lûk eden noktalardan, sırat‑ı müstak*îme sevk edebilsin. Yoksa, fert dâhi de olsa, cemaatin ferd-i mâ*nevîsine karşı sivrisinek kadar kalır. Şu mü*him mevki, böyle sönük kalmakla, İslâmın ukde-i ha*yatiyesini teh*likeye mâruz bı*rakıyor.
Hattâ diyebiliriz, şimdiki zaaf-ı diyanet ve şeair-i İslâmiyetteki lâkaytlık ve içtihadattaki fevzâ, meşihatın zaafından ve sönük ol*masından meydan almıştır. Çünkü, hariçte bir adam reyini, ferdi*yete istinat eden meşihata karşı muhafaza edebilir. Fakat böyle bir şû*râya istinad eden bir şeyhülislâmın sözü, en büyük bir dâhiyi de, ya içtihadından vazgeçi*rir, ya o içtihadı ona münhasır bıra*kır.
Her müstaid, çendan içtihad edebilir. Lâkin içti*hadı o vakit düsturü’l-amel olur ki, bir nevi icmâ veya cumhurun tasdikine ik*tiran ede. Böyle bir şeyhülislâm mânen bu sırra mazhar olur. Şeriat-ı garrâda daima icmâ ve rey-i cumhur medâr-ı fetva olduğu gibi, şimdi de fevzâ-i ârâ için, böyle bir faysala lü*zum-u kat’î vardır.» (Sünuhat Tuluat İşarat sh: 32)
10- «Hem de mânâ-yı meşrutiyete iptilâ ve mu*habbe*timin se*bebi şudur ki: Asya’nın ve âlem-i İslâmın istik*balde terakkisinin birinci kapısı meşrutiyet-i meş*rua ve şeriat dairesindeki hürriyet*tir. Ve talih ve taht ve baht-ı İslâmın anahtarı da meşruti*yetteki şûrâdır.» (Divan-ı Harbî Örfî sh: 48)
11- «Eski Said de, eski zamanda böyle acip bir is*tib*dadı his*setmiş. Bazı âsârında, ona hücumla beyanatı var. O müthiş istib*dâdât-ı acîbeye karşı meşruta-i meş*ru*ayı bir vasıta-i necat görü*yordu. Ve hürriyet-i şer’iye, Kur’ân’ın ahkâmı dairesindeki meşveretle o müthiş musibeti def eder diye düşünüp öylece çalış*mış.» (Kastamonu Lâhikası sh: 78)
Bediüzzaman Hazretleri şurâ’ya verdiği aynı ehem*mi*yeti, Risale-i Nur dairesindeki hizmet faaliye*tinde de meş*verete ihtiyaç duyduğunu söyler. Mesela der ki:
12- «Bu mektupta bir ince meseleyi meşveret sure*tiyle reyinizi almak için gönderdik. Münasip midir? » (Emirdağ Lahikası-ll sh: 104)
« emriyle, kardeşlerimle bir meş*verete muhtacım.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 24)
13- «Bu büyük ve ağır ve kıymettar hizmet-i Kur’âniyeye ke*mal-i tesanüdle çalışmak lâzımdır.
Sakın! Dikkat ediniz, ihtilâf-ı meşrebinizden ve zayıf damar*larınızdan ve derd-i maişet zaruretinizden ehl-i da*lâlet istifade edip, birbirinizi tenkit ettirmeye meydan vermeyiniz. Meşveret-i şer’iyeyle reyleri*nizi teşettütten muhafaza ediniz. İhlâs Risalesinin düsturlarını her vakit göz önünüzde bu*lundurunuz.» (Kastamonu Lâhikası sh: 236)
14- «Nakş-ı i’câzı göstermek tarzında bir Kur’ân yazmaya dair mühim bir niyetimi, hizmet‑i Kur’ân’daki kardeşlerimin na*zarlarına arz edip meşveret etmek ve on*ların fikirlerini is*timzaç etmek ve beni ikaz etmek için şu kısmı yazdım, onlara müra*caat ediyorum.» (Mektubat sh: 405)
15- «Hâfız Ali’nin mektubunda, medrese-i Nuriyenin üstadı olan Hacı Hâfız ile gayet samimâne ve uhuvvetkâ*râne gö*rüşmeleri ve meşveretleri bizleri çok mesrur ey*ledi.» (Kastamonu Lâhikası sh: 199)
16- «Risale-i Nur dairesindeki şakirdler, istişare sure*tinde, tab etmek gibi çok ehemmiyetli işleri gör*meye başlamalarıdır.» (Kastamonu Lâhikası sh: 129)
17- «Aziz, sıddık kardeşlerim,
Evvelâ: İhtiyat ve temkin ve meşveret etmek lâ*zım*dır.» (Şualar sh: 535)
18- «Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh iki defa demesi, Risale-i Nur perde altında tenev*vür ve tenvir eder diye işa*ret ediyor. Mümkün olduğu kadar ge*çici rüzgârlara ehemmiyet vermeyiniz, bakma*yınız. Zaten mabeyninizde samimî tesanüd ve meşveret-i şer’iye, sizi öyle şeylerden muha*faza eder. İçinizdeki şahs-ı mânevi*nin fikrini, o meşve*retle bildi*rir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 130)
19- «Hem şimdi nazar-ı dikkati Risale-i Nur şakirdle*rine celb etmemek münasiptir diye düşünüyo*rum. Fakat yedi sene Harb-i Umumîye bakmayan ve yirmi beş sene gazeteleri okumayan, din*lemeyen bu kardeşinizin fikri, bu meselede sorulmaz. Asıl fikir sahibi, sizler ve Risale-i Nur’un has şakirdleri ve mü*dakkik nâşirleri, meşveretle, hususan Ispartadakilerle, maslahat ne ise yaparsınız.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 109)
20- «Bundan sonra her meselemizde emir, Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsini temsil eden has şakirdlerin ve sizlerindir. Benim de şimdi bir reyim var.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 223)
21- «Medâr-ı nizâ bir mesele varsa meşve*ret ediniz. Çok sıkı tutmayınız herkes bir meşrepte ol*maz. Müsamahayla bir*birine bakmak şimdi elzemdir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 234)
22- «Hizmet-i Kur’âniyeye kemal-i tesanüdle ça*lış*mak lâ*zımdır.
Sakın! Dikkat ediniz, ihtilâf-ı meşrebinizden ve zayıf damar*larınızdan ve derd-i maişet zaruretinizden ehl-i da*lâlet istifade edip, birbirinizi tenkit ettirmeye meydan vermeyiniz. Meşveret-i şer’iyeyle reyleri*nizi teşettütten muhafaza ediniz. İhlâs Risalesinin düsturlarını her vakit göz önünüzde bu*lundurunuz. Yoksa, az bir ihtilâf bu vakitte Risale-i Nur’a büyük bir zarar vere*bilir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 236)
23- «Şimdi namazda bir hâtıra kalbe geldi ki, kar*deş*lerin, zi*yade hüsn-ü zanlarına binaen, senden maddî ve mânevî ders ve yardım ve himmet bekliyor*lar. Sen nasıl dünya işlerinde hasları tevkil ettin, erkân*ların meşveret*lerine bıraktın ve isabet et*tin. Aynen öyle de, uhrevî ve Kur’ânî ve imanî ve ilmî iş*lerinde dahi Risale-i Nur’u ve şakirdlerinin şahs-ı mâ*nevîlerini tevkil ile o hâlis, muhlis hasların şahs-ı mâ*nevîleri sen*den çok mükemmel o vazi*feni kendi vazi*feleriyle bera*ber yaparlar.» (Şualar sh: 492)
24- «Nur fabrikasının sahibiyle kahraman Tâhirî bizi gayet mesrur eden müjdeler veriyorlar, hem bazı mesele*leri soruyorlar. Sizlerdeki erkânın verdikleri ka*rar ve mü*nasip gördüğü tarzlar, benim reyimin fev*kinde inşaallah isabet ederler. Madem benim reyimi de almak istiyorlar. Şimdilik, evvelce nazlanan matbaacı*lara lü*zum yok..» (Kastamonu Lâhikası sh: 222)
25- «Şakirdlerin tensibiyle ve meşveretiyle inti*hap edilecek bir yeni kahraman bulununcaya kadar o vazife*leri taksimü’l-a’mâl suretinde herbir şakird bir va*zifesini yapmaya başlasın.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 189)
Görüşerek ve müzakere ile hizmeti ifa ve icra et*menin mu*kaddemesi mânâsında olan meşveret, istişare ve şûrâ, mezkûr beyanat ve tavsiyelerin ne*ticesi olarak bir esas ve düstur olduğu zâhir oluyor.
-
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
26-RİSALE-İ NUR ESERLERİNİ ESAS ALMAK VE NAZARLARI ONA ÇEVİRMEK
VE ONA TESLİMİYETLE KANAAT ETMEK
1- «-Zâhirden hakikate geçmek iki suretledir:
Biri: Tarikat berzahına girip, seyr ü sülûk ile kat-ı merâtip ederek hakikate geçmektir.
İkinci suret: Doğrudan doğruya, tarikat ber*zahına uğ*ramadan, lûtf-u İlâhî ile hakikate geçmektir ki, Sahabeye ve Tâbiîne has ve yük*sek ve kısa tarik şudur. Demek, ha*kaik-i Kur’âniyeden tereşşuh eden nurlar ve o nur*lara tercümanlık eden Sözler, o hassaya mâlik ola*bi*lirler ve mâliktirler.» (Mektubat sh: 356)
2- «Madem Kur’ân-ı Hakîm mürşidimizdir, üsta*dı*mızdır, imamımızdır, her bir âdabda rehberimizdir. O kendi kendini met*hediyor. Biz de onun dersine itti*bâen, onun tefsirini methedeceğiz.
Hem madem yazılan Sözler onun bir nevi tef*siri*dir. Ve o risalelerdeki hakaik, Kur’ânın malıdır ve haki*katleri*dir. Ve madem Kur’ân-ı Hakîm ekser sûrelerde, hususan elif lâm râ’larda, hâ mim’lerde kendi kendini kemâl-i haşmetle gösteriyor, kemâlâtını söylüyor, lâyık olduğu medhi kendi ken*dine ediyor. Elbette, Sözlerde in’ikas et*miş Kur’ân-ı Hakîmin lemeât-ı i’câziye*sinden ve o hizme*tin makbu*liyetine alâmet olan inâyât‑ı Rabbâniyenin izha*rına mükellefiz. Çünkü o üstadımız öyle eder ve öyle ders verir.» (Mektubat sh: 368)
3- «Sözler hakkında, tevazu suretinde demiyo*rum belki bir hakikati beyan etmek için derim ki:
Sözlerdeki hakaik ve kemâlât benim değil, Kur’ân’ındır ve Kur’ân’dan tereşşuh etmiştir.» (Mektubat sh: 369)
4- «Risale-i Nur eczaları, bütün mühim ha*kaik-i imaniye ve Kur’âniyeyi, hattâ en mu*an*nide karşı dahi parlak bir surette ispatı, çok kuvvetli bir işaret-i gaybiye ve bir inâyet-i İlâhiyedir. Çünkü hakaik-i imaniye ve Kur’âniye içinde öyleleri var ki, en büyük bir dâhi telâkki edilen İbni Sina, fehminde aczini itiraf etmiş, “Akıl buna yol bulamaz” demiş. Onuncu Söz risalesi, o zâtın dehâsıyla yetişemediği hakaiki, avamlara da, çocuklara da bildi*ri*yor.
Hem meselâ, sırr-ı kader ve cüz-i ihtiyarînin halli için, koca Sa’d-ı Taftazanî gibi bir allâme, kırk elli say*fada, meşhur Mukaddemât-ı İsnâ Aşer namıyla telvih nam kita*bında ancak hal*lettiği ve ancak havassa bildir*diği aynı me*sâili, kadere dair olan Yirmi Altıncı Sözde, İkinci Mebhasın iki sayfasında ta*ma*mıyla, hem herkese bildi*recek bir tarzda be*yanı, eser-i inâyet olmazsa nedir?
Hem bütün ukulü hayrette bırakan ve hiçbir felse*fenin eliyle keşfedilemeyen ve sırr-ı hilkat-i âlem ve tıl*sım-ı kâinat de*nilen ve Kur’ân-ı Azîmişşânın i’câzıyla keşfedilen o tıl*sım-ı müşkülküşâ ve o muammâ-yı hay*retnümâ, Yirmi Dördüncü Mektup ve Yirmi Dokuzuncu Sözün âhirindeki remizli nüktede ve Otuzuncu Sözün, tahavvülât-ı zerrâtın altı adet hikme*tinde keşfedilmiştir. Kâinattaki faaliyet-i hay*retnü*mânın tılsımını ve hilkat-i kâ*inatın ve âkıbetinin mu*ammâ*sını ve tahavvülât-ı zerrat*taki harekâtın sırr-ı hikmetini keşif ve beyan etmişlerdir meydandadır, ba*kı*labilir.
Hem sırr-ı ehadiyet ile şeriksiz vahdet-i rububi*yeti, hem niha*yetsiz kurbiyet-i İlâhiye ile nihayetsiz bu*’diye*ti*miz olan hayret-en*giz hakikatleri, kemâl-i vu*zuhla On Altıncı Söz ve Otuz İkinci Söz beyan ettikleri gibi, kudret-i İlâhiyeye nisbeten zerrat ve seyyarat mü*savi olduğunu ve haşr‑i âzamda umum zîruhun ihyâsı, bir nef*sin ihyâsı ka*dar o kudrete kolay olduğunu ve şirkin hilkat-i kâ*inatta müdahalesi imtinâ derecesinde akıldan uzak ol*duğunu ke*mâl-i vuzuhla gösteren Yirminci Mektuptaki Ve Hüve alâ külli şey’in kadîr kelimesi beyanında ve üç temsili hâvi onun zeyli, şu azîm sırr-ı vahdeti keşfetmiş*tir.
Hem hakaik-i imaniye ve Kur’âniyede öyle bir ge*nişlik var ki, en büyük zekâ-yı beşerî ihata edemediği halde, benim gibi zihni müşevveş, vaziyeti perişan, mü*ra*caat edilecek kitap yokken, sıkın*tılı ve sür’atle ya*zan bir adamda, o hakaikin ekseriyet-i mutlakası deka*ikiyle zu*huru, doğrudan doğruya Kur’ân-ı Hakîmin i’câz-ı mâ*nevîsinin eseri ve inâyet-i Rabbâniyenin bir cilvesi ve kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir.»(Mektubat sh: 372)
5- «Zannederim ki, o enâniyet-i ilmiyeyi fazla ta*şı*yan zatlar da anladılar ki, neşrolunan Sözler, ha*kaik-i Kur’âniyenin birer anahtarı ve o haka*iki inkâr etmeye çalışanların başlarına inen birer elmas kılıçtır. O ehl-i fazl ve kemal ve kuvvetli enâ*niyet-i ilmiyeyi taşıyan zatlar bilsinler ki, bana de*ğil, Kur’ân-ı Hakîme talebe ve şakird oluyorlar ben de onla*rın bir ders arkadaşıyım. Haydi, farz-ı muhal ola*rak, ben üstadlık dâvâ etsem, madem şimdi ehl-i imanın tabaka*tını, avamdan havassa ka*dar, maruz kal*dıkları evham ve şübehattan kurtarmak çare*sini bul*duk o ulema ya daha kolay bir çaresini bul*sun*lar veyahut bu çareyi iltizam edip ders versin*ler, ta*raftar ol*sunlar.» (Mektubat sh: 425)
6- «Bu durûs-u Kur’âniyenin dairesi içinde olan*lar, allâme ve müctehidler de olsalar, vazifeleri, ulûm‑u ima*niye cihetinde, yal*nız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve izah*larıdır veya tanzimleridir. Çünkü, çok emârelerle anlamı*şız ki, bu ulûm-u imaniye*deki fetvâ va*zifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enâniyet-i ilmi*yeden aldığı bir hisle, şerh ve izah ha*ricinde birşey yazsa, soğuk bir mu*araza veya nâkıs bir taklitçilik hükmüne ge*çer. Çünkü, çok delillerle ve emârelerle tahak*kuk etmiş ki, Risale-i Nur eczaları Kur’ân’ın tereşşuhâ*tıdır bizler, taksimü’l-a’mâl kaidesiyle, herbirimiz bir vazife de*ruhte edip o âb-ı hayat tereşşuhâtını muhtaç olanlara yetiştiriyo*ruz.» (Mektubat sh: 426)
7- «Tevfik-i İlâhî refiki olan adam, tarikat berza*hına girme*den zahirden hakikate geçebilir. Evet, Kur’ân’dan, hakikat-i tarikati, tarikatsiz feyiz suretiyle gördüm ve bir parça al*dım. Ve keza, maksud-u bizzat olan ilimlere ulûm-u âli*yeyi okumaksızın isâl edici bir yol buldum.
Serîüsseyir olan bu zamanın evlâdına, kısa ve se*lâ*met bir tar*îki ihsan etmek rahmet-i hâkimenin şânın*dan*dır.» (Mesnevî Nuriye sh: 212)
8- «Resâili’n-Nur dahi gayet yüksek ve derin bir ilim olduğu halde, külfet‑i tahsile ve derse çalışmaya ve başka üstadlardan ta*al*lüm edilmeye ve müderrisînin ağzından iktibas olmaya muhtaç olmadan, herkes dere*cesine göre o ulûm‑u âliyeyi, meşakkat ate*şine lüzum kalmadan anla*yabilir, kendi kendine istifade eder, mu*hakkik bir âlim olabilir.» (Şualar sh: 690)
9- «Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri an*layarak ve kabul ederek okuyan, bu zamanın mühim, hakikatli bir âlimi olabilir.» (Lem’alar sh: 167)
10- «ON ÜÇÜNCÜ ÂYET Sûre-i Âl-i İmrân’da [16]
ON DÖRDÜNCÜ ÂYET Sûre-i Nisâ’da [17] Bu iki âyet bu asra da hususî ba*kar*lar.
Birincisinin meâli gösteriyor ki: Ehl-i dalâlet mü*teşabi*hat-ı Kur’âniyeyi yanlış tevilât ile tahrifine ve şüp*heleri çoğaltmasına çalıştığı bir zamanda ilimde rü*suhu bulunan bir taife o müteşabi*hat-ı Kur’âniyenin hakikî te*villerini beyan edip ve iman ederek o şübehatı izale eder. Bu küllî mânânın her asırda mâsadakları ve cüz’iyat*ları var. Harb-i umumî vasıtasıyla, bin seneden beri Kur’ân aleyhinde te*râküm eden Avrupa itirazları ve ev*hamları âlem-i İslâm içinde yol bulup yayıldılar. O şü*behatın bir kısmı fennî şek*lini giydi, ortaya çıktı. Bu şü*behatı ve itirazları bu za*manda def eden, başta Risalei’n-Nur ve şakirdleri görün*düğünden, bu âyet bu asra da bak*tığından, Risalei’n-Nur ve şakirdlerine rem*zen bak*makla beraber, ulema-i müte*ahhirînin mezhe*bine göre da vak*fedilmez. O halde makam-ı cifrîsi aynen [18] nın ma*kamı gibi 1344 ederek Resâili’n-Nur ve şakirdlerinin mey*dan-ı mü*ca*hede-i mâ*neviyeye atılmaları tarihine tam ta*mına te*va*fukla onları da bu âyetin harîm-i kudsîsinin içine alı*yor.» (Şualar sh: 701)
11- «Hem Risaletü’n-Nur, sair ulemanın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve nazarıyla ders vermez ve ev*liya mi*silli yalnız kalbin ke*şif ve zevkiyle hareket etmi*yor. Belki akıl ve kalbin ittihad ve imtizacı ve ruh ve sair letâ*ifin teavünü ayağıyla hareket ederek evc-i âlâya uçar. Taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişme*diği yerlere çıkar, hakaik-i imaniyeyi kör gözüne de gös*terir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 12)
12- «Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakaik-i imaniyeye ancak çıkı*labi*lirdi. Şimdi ise, Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaike çıkıla*cak bir yol bulunsa, o yola karşı lâkayt kalmak elbette kâr-ı akıl değil. İşte, otuz üç adet Sözler, böyle Kur’ânî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hük*mediyor*lar.
Madem hakikat budur. Esrar-ı Kur’âniyeye ait yazı*lan Sözler, şu zamanın yaralarına en mü*nasip bir ilâç, bir merhem ve zulümatın teha*cümatına maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi bir nur ve dalâlet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu itikadındayım.
Bilirsiniz ki, eğer dalâlet cehaletten gelse, izalesi ko*laydır. Fakat dalâlet fenden ve ilimden gelse, izalesi müş*küldür. Eski za*manda ikinci kısım binde bir bulu*nuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşadla yola gelebilirdi. Çünkü, öyleler kendilerini beğe*niyorlar. Hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar. Cenâb-ı Hak şu za*manda, i’câz-ı Kur’ân’ın mâ*nevî le*meâtından olan ma*lûm Sözleri, şu dalâ*let zındıkasına bir tiryak hâsiyetini vermiş ta*savvurundayım.» (Mektubat sh: 23)
13- «Size kat’iyen ve çok emarelerle ve kat’î kana*atimle beyan ediyorum ki, gelecek yakın bir zamanda, bu vatan, bu millet ve bu memleketteki hükûmet, âlem-i İslâma ve dünyaya karşı gayet şiddetle Risale-i Nur gibi eserlere muhtaç olacak mev*cudiyetini, haysiyetini, şere*fini, mefahir-i ta*rihiye*sini onun ibrazıyla gösterecektir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 78)
14- «Risale-i Nur dairesinin yakınında bulunan ehl-i ilim ve ehl-i tarikat ve sofî meşrep zatlar onun cereya*nına girmek ve ilim ve tarikattan gelen eski sermayele*riyle ona kuvvet vermek ve genişleme*sine çalışmak ve şakirdlerini teşvik etmek ve bir buz parçası olan enaniye*tini, tam bir havuzu kazanmak için o dairedeki âb-ı hayat havuzuna atıp eritmek gerektir ve elzemdir. Yoksa, Risale-i Nur’a karşı rakîbâne başka bir çığır açmakla hem o zarar eder, hem bu müstakim ve metin cadde-i Kur’âniyeye bil*meyerek zarar verir, zen*dekaya bir nevi yardım olur.» (Kastamonu Lâhikası sh: 122)
15- «Eğer enâniyetli ve hodfuruş ise, Risale-i Nur şakirdleri*nin metanetlerini kırarlar, nazarlarını Risale-i Nur’un hari*cine çekip dağıtırlar. Şimdi çok dikkat ve metanet ve ihti*yat lâzım*dır.» (Kastamonu Lâhikası sh: 202)
16- «Üstad, muhtelif istidatta olan her zi*yaretçinin derece-i fehim ve idrakine göre ko*nuşur, nazarları Risale-i Nur’a ve hizmet-i imaniyeye çevirir, Risale-i Nur hakikatleriyle imana hizmetin bu millete maddeten ve mâ*nen en büyük menfaatleri temin edeceğini dâvâ ve izah ederdi.» (Tarihçe-i Hayat sh: 462)
17- «Üstad Bediüzzaman’ın a’zamî ihlas, a’zamî sa*dakat ve a’zamî fedakârlık mânâsını ihtiva eden, göste*ren ve işaret eden mesleğini nazara vermek lâzım gel*mektedir. Tâ ki, hizmet-i Nuriyede bulunacak Kur’an Şâkirdleri kıyâmete kadar bu düsturlar müvacehesinde hareket etsinler. Muvaffakiyetin ve rıza-yı İlahiye nâiliye*tin, ancak bu suretle mümkün olacağına kat’i kanaat getir*sinler.» (Hizmet Rehberi sh: 6)
18- «Çok dikkatle üzerinde durulması, tefekkür edilmesi ge*reken bedihî bir hakikat vardır ki, o da şu*dur: Risalelerde, mektub*larda, lâhikalarda defalarca ya*zıldığı gibi mübarek Üstadımıza müracaat edenler ve ziyarete gelen bütün ziyaretçiler hemen umumiyetle dâima gö*rüyorlardı ki Üstadımız on*ların nazarlarını Risale-i Nur’a tevcih edi*yordu. Acaba bunun sırr-ı hikmeti ne idi? Mütemadiyen ne için bu noktada tah*şidat yapıyordu? Evet bu muazzam bir hakikattır. Ve Hazret-i Bediüzzaman’a kâfil bir mu*azzam hakikatın ifadesidir ki, dersi*mizi hakaik-i Kur’aniye ve envar-ı imaniye hazi*nesi olan Risale-i Nur’dan aldı*ğımız gibi, birbirimizle manevî münasebet, alâka, uhuvvet ve muhabbet düstur*larımızı da hep o Risale-i Nurdan ders alacağız.
Evet bu zamanda, bu dehşetli ve cihanşümûl hâ*dise*ler hen*gâmında Kur’an Şakirdleri cüz’i ve küllî, ferdî ve içtimaî bütün ders ve ikazlarını Risale-i Nurla tahsil ede*ceklerdir. Çünkü, Kur’an’ın bu asra bakan vechesini ve Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselam’ın bu zaman*daki vezaif-i diniye tavrını küllî bir mânâ ile şimdi, bu suretle Risale-i Nur’la görmüş, anlamış bu*lunuyoruz.» (Hizmet Rehberi sh: 7)
19- «Risele-i Nur’daki hakaik, nasılki doğrudan doğ*ruya feyz-i Kur’andan mülhem hakaik-i imaniyedir za*man ve zemine göre değişmez ebedî hakikatlardır. O kudsî hakaikın ders ve tâliminde, neşir ve ilânatında da hizmete taallûk eden irşad, ikaz, teşvik ve tergîbi ta*zam*mun eden şu gelecek meseleler de her halde değiş*mez dersler ve esasattır ki, Nur Talebeleri hayatın ve hizmetin muhte*lif saha ve safhalarında onlardan isti*fade ederler, müşkilâtlarını giderirler.» (Hizmet Rehberi sh: 9)
Daha bunlar gibi Risale-i Nurun ehemmiyetini ve hiz*met ha*yatında onu me’haz tutmak gerektiğini beyan eden ifadeler, sa*rihtir ve getirdiği hüküm esas teşkil eder.
Nurcular bu esasa bağlılıkları nisbetinde sağlam, sü*rekli ve meşru ittifakı sağlarlar.