Anarşi - Terör ve Bölücülük Sebeb ve Çareleri
ANARŞİ-TERÖR VE BÖLÜCÜLÜK SEBEB VE ÇARELERİ
GİRİŞ
Gerek Türkiye’de ve gerek beşer âleminde deh*şetini ar*tıran anarşiliğin bahsi yapılmazken, Bediüzzaman Said-i Nursî Hazretleri, cemiyet haya*tında anarşiyi netice verecek sebebleri, Kur’an nuru ile görmüş ve gençliğinden tâ haya*tı*nın sonuna ka*dar, bu anarşi âfeti ve tehlike*sinden ıs*rarla haber ver*miş, ikaz etmiş ve ted*birlerini göster*miştir. Bugün de eserleriyle aynı ika*zatı ve ıslahatı devam etmek*tedir.
Bediüzzaman Hazretleri eserlerinde anarşinin asıl se*beblerini ortaya koymuş ve bu sebeblerin kaldırılmasıyla an*cak anar*şinin önlenebilece*ğini, aksi halde anarşinin gide*rek dehşetlene*ceğini ısrarla beyan etmiştir.
Millî ahlâkı bozan sefahete medeniyet ismi veri*lerek cemiyete aşılanmaya çalışılması; Avrupaî hayat tarzına ve âdetlerine yani bid’atlara revaç ve*rilip şeair-i İslâmiyenin zedelenmesiyle vic*dan-ı umumiyenin bo*zulması; Komü*nizm ve Masonluk gibi ce*reyanların millî ahlâka ve manevî değer*lere darbe vuran mater*yalist ve na*türalist fikirlerinin neş*rinde serbestlik ka*zan*dırılması ve buna karşı Kur’anî ve imanî telkin ve neş*riyatın resmen terviç edilmesi gerekir*ken aksine tahdid ve engeller konulması; ırkçı*lık fikrini uyandı*rıp o çeşit hislerin tahrik edil*mesi; faizciliği esas alıp zekâtın terkedilmesi gibi sebeblerle fakir–zengin sınıfları*nın müba*rezelerine yol açıl*ması; emperyalist ecnebi zih*niyetin müda*hale ve tahakküm*lerine karşı en kuvvetli mukabele gücü*nün esasını teşkil eden İslâm birliğine sırt çevrilmesi; tarafgirliğe ve mücade*leye dayanan ve milleti muhasım grup*lara ayıran ve ipleri ecnebi elinde olan menfî siyasetin can*landırılma*sıyla millî uhuvvetin ve kuvvetin za*yıflaması ve devlet gücü*nün zede*len*mesi gibi büyük hataların teşhisi ve tedavi çare*lerinin önemli bir kısmı top*lanmıştır.
Bu parçalarda mezkûr mes’elelerden birkaçı içiçe bu*lunduğundan, bahisler kitapta serpilmiş gibidir. Başlıklarla yapılan sınıflama, galip mânaya göredir.
Bediüzzaman Hazretleri bu teşhis ve ikazlarında o de*rece isabet etmiştir ki, Kur’an-ı Kerim’in feyzine istinaden, 1971’de anarşinin gayet deh*şet*leneceğini bildirmiş ve nite*kim aynı senede anarşi silahlı bir devreye girerek, Bediüzzaman Hazretlerinin teşhisinin isabetini göstermiştir.
1971 ANARŞİSİNDEN GAYBÎ İHBAR
Kur’anın feyzinden gelen mezkûr ihbar-ı gaybî aynen şöyledir:
«İstikbale bakan çok âyetler, hem bu asrımıza, hem o asırlara işaret etmeleri cihetinde istikbalden haber ve*ren İmam-ı Ali (r.a.) ve Gavs-ı Âzam (k.s.) dahi, aynen hem bu asrımıza, hem o asra bakıp haber vermişler. ‘gâsikın iza vekab’ keli*mele*ri bu zamana de*ğil, belki ‘gâsikın’ bin yüz altmış bir (1161) ve ‘iza vekab’ sekiz yüz on (810) ederek, o zamanlarda ehemmi*yetli maddî mânevî şerlere işaret eder. Eğer beraber olsa, Milâdi bin dokuz yüz yetmiş bir (1971) olur. O tarihte deh*şetli bir şerden haber verir. Yirmi sene sonra, şimdiki to*hum*ların mahsulü ıslah olmazsa, elbette tokatları dehşetli ola*cak.» (Şualar sh: 269)
Cevap: Anarşi - Terör ve Bölücülük Sebeb ve Çareleri
1997’Lİ YILLARA DİKKAT!
Bediüzzaman Hazretleri, muhtelif zamanlarda anarşi mevzuunda ikazlarına devam etmiştir. Nitekim yine 1946 senele*rinde devlet ricaline yaz*dığı “Bir Hasbihal” namındaki yazısında; elli sene sonra (yani 1996’dan sonra) ortaya çı*ka*cak dehşetli mücadelelere, anarşi ve te*röre sara*hatla dikkat çekmiş*tir. Kendisinin yaşa*ması imkânı olmayan zamanda ge*lecek fitne için bu derece endişe ve hassasiyet gösteren Bediüzzaman Hazretlerinin ne derece yüksek bir ihlâs ile, şahsî hissiyatını karıştırmadan yalnız milletin selâmetini düşündüğü; onu, dünyevî maksat pe*şinde koş*tuğu şeklinde itham edenlerin, ne derece ga*razkâr*lık yaptık*ları bu*gün daha çok âşikâre görünüyor. Mezkûr “Hasbihal” yazısının bir kısmını buraya alıyo*ruz:
«Adliye Vekili’yle ve Risale-i Nur’la alâkadar mahkemelerin hâkimleriyle bir hasbihaldir
Efendiler! Siz ne için sebebsiz bizimle ve Risale-i Nur’la uğraşıyorsunuz! Kat’iyen size haber ve*riyo*rum ki: Ben ve Risale-i Nur, sizinle değil müba*reze, belki sizi düşünmek dahi vazifemizin haricindedir. Çünki: Risale-i Nur ve hakiki şa*kirdleri, elli sene sonra gelen nesl-i âtiye gayet büyük bir hizmet ve on*ları büyük bir vartadan ve millet ve vatanı bü*yük bir tehlikeden kur*tar*mağa çalışıyorlar. Şimdi bizimle uğraşanlar, o za*man kabirde elbette top*rak olu*yorlar. Farz-ı muhal ola*rak o saadet ve selâmet hizmeti bir mübareze olsa da, kabirde toprak olmağa yüz tu*tanları alâkadar etmemek gerektir.
Evet hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimaiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece lâübalilik gös*termele*riyle, yirmi-otuz sene sonra dince, ah*lâkça, namusça şimdiki vaziyeti gösterdiği ci*he*tin*den; şimdiki vazi*yette de, elli sene sonra sonra bu dindar, namuskâr, kahraman se*ciyeli milletin nesl-i âtisi, seciye-i diniye ve ahlâk-ı iç*tima*iye cihetinde, ne şekle gi*recek elbette anlıyor*su*nuz. Bin senedenberi bu feda*kâr millet, bütün ruh u canıyla Kur’anın hizmetinde em*salsiz kahra*manlık gösterdikleri halde, elli sene sonra o parlak mazisini dehşetli lekedar belki mahve*de*cek bir kısım nesl-i âti*nin eline elbette Risale-i Nur gibi bir hakikatı verip, o dehşetli sukuttan kurtar*mak en büyük bir vazife-i mil*liye ve va*taniye bildiğimizden; bu zamanın insan*larını değil, o zamanın insanlarını düşü*nüyoruz.
Evet efendiler! Gerçi Risale-i Nur sırf âhirete ba*kar; gayesi rıza-yı İlâhî ve imanı kurtarmak ve şa*kird*lerinin ise, kendilerini ve vatandaşla*rını idam-ı ebedî*den ve ebedî haps-i münferid*den kurtarmaya ça*lış*maktır, fakat dün*yaya ait ikin*ci derecede gayet ehemmiyetli bir hizmettir; ve bu millet ve vatanı anarşilik tehlikesinden ve nesl-i âti*nin bîçareler kıs*mını dalâlet-i mutla*kadan kur*tarmaktır. Çünki, bir Müslüman baş*kasına benze*mez. Dini terkedip İslâmiyet seci*yesinden çıkan bir müslim; dalâlet-i mutlakaya düşer, anarşist olur, daha idare edilmez.
Evet eski terbiye-i İslâmiyeyi alanların yüzde el*lisi meydanda varken ve an’anat-ı milliye ve İslâmiyeye karşı yüzde elli lâkaydlık gösteril*diği halde; elli sene sonra, yüzde doksanı nefs-i em*mareye tâbi olup millet ve vatanı anar*şi*liğe sev*ketmek ihtimalinin düşünül*mesi ve o belâya karşı bir çare ta*harrisi, yirmi sene ev*vel beni siya*setten ve bu asırdaki insanlarla uğraş*mak*tan kat’iyen men’ettiği gibi; Risale-i Nur’u, hem şakird*lerini, bu zamana karşı alâka*la*rını kesmiş; hiç onlarla ne müba*reze, ne meşguliyet yok.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 21)
Hem yine Bediüzzaman Hazretleri 1946’larda yazdığı bir mektubunun sonunda, içtimaî ve si*yasî boğuş*maların so*nunda ge*lecek dehşetli iki cereyanın vahşetini ve çaresini beyan ederken diyor ki:
«Yalnız ehemmiyetli bir endişe ve bir teselli kal*bime geliyor ki; bu geniş boğuşmaların neti*cesinde eski harb-i umumîden çıkan zarardan daha bü*yük bir zarar, medeniyetin istinadı, menbaı olan Avrupa’da deccalâne bir vahşet do*ğur*masıdır. Bu endişeyi teselliye medar; âlem-i İslâm’ın tam intibahıyla ve Yeni Dünyanın, Hristiyanın hakiki di*nini düstur-u ha*reket itti*haz et*mesiyle ve âlem-i İslâmla ittifak etmesi ve İncil, Kur’ana ittihad edip tabi olması, o deh*şetli gelecek iki cereyana karşı semavî bir muave*netle dayanıp inşâal*lah galebe eder.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 58)
Millî bir değişiklik ve inkılâb hareketiyle ce*miyeti fıt*rata aykırı bir yola itmek, içtimaî ve umumî bir fesada kapı açar. Bu hususu Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade ediyor:
«Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvafık hareket etmezse, hayırlı işlerde ve terakkide muvaffak ola*maz. Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer.» (Lem’alar sh: 170)
Problemin bu tarz tatbikattan doğacağını ihtar eden Bediüzzaman Hazretleri şöyle diyor:
«…Ey müslümanları dünyaya şiddetle teşvik eden ve san’at ve terakkiyat-ı ecnebiyeye cebr ile sevkeden bed*baht hamiyet-füruş! Dikkat et, bu milletin bazıla*rının din ile bağlandıkları rabı*ta*ları kop*masın! Eğer böyle ahma*kane körükö*rüne topuzların altında bazıla*rın dinden rabıta*ları kopsa, o vakit ha*yat-ı içtimaiyede bir semm-i katil hükmünde o dinsiz*ler zarar verecek*ler.» (Lem’alar sh: 122)
«Tevfik isterseniz, kavanin-i âdetullaha tevfik-i hareket ediniz. Yoksa tevfiksizlik ile cevab-ı red ala*caksınız.» (Hutbe-i Şamiye sh: 85)
Cemiyet hayatının istikametini bozan ve ihtilaf*ları do*ğuran bu tür yanlış tatbikatlar, rivayet*lerde haber verilen NİFAK CEREYANInın gale*besine zemin hazırladığını ihtar eden Bediüzzaman Hazretleri rivayete istinaden şöyle der:
«Ehâdis-i şerifede gelmiş ki: “Âhirzamanın Süf*yan ve Deccal gibi nifak ve zındıka başına geçe*cek eşhâs‑ı müd*hişe-i muzırraları, İslâmın ve be*şerin hırs ve şika*kından istifade ederek, az bir kuvvetle nev-i beşeri her*cümerc eder ve koca âlem-i İslâmı esaret altına alır.”([1])
Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girme*mek isterseniz, aklınızı başınıza alınız. İhtilâfınız*dan isti*fade eden zalimlere karşı
‘inneme’l mü’minüne ıhvetün’([2]) kale-i kudsiyesi içine giriniz, ta*has*sun ediniz. Yoksa, ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukuku*nuzu müdafaa edebilirsiniz.
Malûmdur ki, iki kahraman birbiriyle boğuşur*ken, bir çocuk ikisini de dövebilir. Bir mizanda iki dağ birbirine karşı muvazenede bulunsa, bir kü*çük taş, muvazenelerini bozup onlarla oynayabilir; birini yu*karı, birini aşağı indi*rir. İşte, ey ehl-i iman! İhtiraslarınızdan ve husumetkârâne taraf*girlikleriniz*den, kuvvetiniz hiçe iner; az bir kuv*vetle ezilebilirsi*niz. Hayat-ı içtimaiyenizle alâkanız varsa,
‘el mü’minü lil mü’mini kelbünyani’l mersûsı yeşüddü ba’duhü ba’dan’ ([3]) düstur-u âli*yeyi düstur-u hayat yapınız, sefalet-i dünyevî*den ve şe*kavet-i uhreviyeden kurtulunuz...» (Mektubat sh: 270)
Cevap: Anarşi - Terör ve Bölücülük Sebeb ve Çareleri
DECCALİYET YAŞAYIŞ TARZINI DEĞİŞTİRİR
En dehşetli anarşiyi doğuran Deccaliyet hak*kında so*rulan bir suale verdiği cevabında, Bediüzzaman Hazretleri o cereya*nın tahribatına dikkat çekerek şu izahatı verir:
«…Rivayetlerde Hazret-i İsa Aleyhisselama “Mesih” namı verildiği gibi her iki deccala dahi “Mesih” namı ve*rilmiş ve bütün rivayetlerde
‘min fitneti’l mesihı’d deccal, min fitneti’l mesihı’d deccal’ denilmiş. Bunun hikmeti ve te’vili nedir?
Elcevap: Allahu a’lem, bunun hikmeti şudur ki: Nasıl ki emr-i İlâhî ile İsa Aleyhisselâm, şeriat‑ı Mûseviyede bir kısım ağır tekâlifi kaldırıp şarap gibi bazı müştehiyâtı helâl etmiş; aynen öyle de, büyük Deccal, şeytanın iğvâsı ve hükmüyle şeri*at‑ı İseviyenin ahkâmını kaldırıp Hıristiyanların ha*yat-ı içtimaiyele*rini idare eden rabıtaları bozarak anarşistliğe ve Ye’cüc ve Me’cüc’e zemin hazır eder. Ve İslâm Deccalı olan “Süfyan” dahi, şeriat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) ebedî bir kısım ahkâmını nefis ve şeytanın desiseleriyle kal*dırma*ya çalışarak, hayat-ı beşeriyenin maddî ve mâ*nevî rabıtalarını bozarak, serkeş ve sarhoş ve sersem nefisleri ba*şıboş bırakarak hürmet ve merhamet gibi nuranî zincirleri çözer, hevesat-ı müteaffine bataklı*ğında birbirine saldırmak için cebrî bir serbesti*yet ve ayn-ı istibdat bir hürriyet vermek ile deh*şetli bir anar*şistliğe meydan açar ki, o vakit o in*sanlar gayet şiddetli bir istibdattan başka zapt altına alınamaz.» (Şualar sh: 593)
İşte böyle bir fitne cereyanının doğurduğu ve Kur’an ve Hadîs lisanında “Ye’cüc ve Me’cüc” denilen TERÖRİST ve ANARŞİSTLERin beşer âle*mindeki gelişme ve seyrini anla*tan Bediüzzaman Hazretleri şu açıklamayı yapar:
«…Ye’cüc ve Me’cüc hâdisâtının icmali Kur’ân’da olduğu gibi, rivayette bir kısım tafsilât var. Ve o tafsi*lât ise, Kur’ân’ın muhkematından olan icmali gibi muhkem değil, belki bir derece müteşabih sayılır. Onlar tevil is*terler. Belki râvîlerin içtihad*ları karış*masıyla, tabir is*terler.
Evet, ‘lâ ya’lemü’l gaybe illâllah’ bunun bir tevili şudur ki: Kur’ân’ın lisan-i semâvîsinde “Ye’cüc” ve “Me’*cüc” namı verilen Mançur ve Moğol kabileleri, eski zamanda Çin-i Maçin’den bir kısım başka ka*bileleri beraber alarak kaç defa Asya ve Avrupa’yı hercümerc ettikleri gibi, gelecek za*manlarda dahi dünyayı zîr ü zeber edecek*lerine işa*ret ve kinaye*dir. Hattâ şimdi de komünistlik içindeki anarşistin ehemmiyetli efradı onlardan*dır.
Evet, ihtilâl-i Fransevîde hürriyetperverlik tohu*muyla ve aşılamasıyla sosyalistlik türedi, tevellüd etti. Ve sos*yalistlik ise bir kısım mukaddesatı tah*rip etti*ğinden, aşıladığı fikir, bilâhare bolşevikliğe inkılâp etti. Ve bolşeviklik dahi çok mukaddesat-ı ahlâkiye ve kal*biye ve insaniyeyi bozduğundan, elbette, ektikleri to*humlar hiçbir kayıt ve hür*met tanımayan anarşistlik mahsulünü verecek. Çünkü kalb-i insanîden hürmet ve merhamet çıksa, akıl ve zekâ*vet, o insanları gayet deh*şetli ve gaddar canavarlar hükmüne geçirir; daha siya*setle idare edilmez.» (Şualar sh: 588)
Anarşi yalnız silahlı çatışmalar değil, içtimaî bün*yede millî ahlâk çöküntüsü ve insanların gaddar*laşması daha dehşetli bir felâkettir. Bu felâke*tin sebeb ve çaresine dikkat çekilen Kastamonu Lâhikası adlı eserde şu ifadeler var:
«…Hayat-ı içtimaiyeyi idare eden en mühim esas olan hürmet ve merhamet gayet sarsılmış. Bazı yer*lerde gayet elîm ve bîçare ihtiyarlar ve peder ve valide*ler hakkında dehşetli neticeler veriyor. Cenab-ı Hakk’a şükür ki; Risale-i Nur, bu müdhiş tahribata karşı gir*diği yerlerde mu*kave*met ediyor, tamir edi*yor. Sedd-i Zülkarneyn’in tahribiyle Ye’cüc ve Me’cüclerin dünyayı fesada vermesi gibi; şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) olan sedd-i Kur’anînin tezelzü*lüyle de Ye’cüc ve Me’cüc’den daha müd*hiş olarak, ah*lâkta ve hayatta zulmetli bir anar*şilik ve zulümlü bir dinsizlik fesada ve ifsada başlıyor.» (Kastamonu Lâhikası sh: 149)
İşte bu dinsizlik cereyanlarının tahribatlarına karşı, manevî tamiratçı olan RİSALE-İ NUR’a ilişenler bu hareket*leri ile ir*tidada yol açtıkla*rını; hal*buki müslüman bozulsa gayrımüslim*den daha fena olacağını beyan eden ikaz yazı*sında, Bediüzzaman aynen şu ifadelere yer ve*rir:
«Risale-i Nur, yalnız bir cüz’î tahribatı, bir kü*çük haneyi tamir etmiyor. Belki küllî bir tahri*batı ve İslâmiyeti içine alan, dağlar büyüklü*ğünde taş*ları bu*lunan bir muhit kal’ayı tamir ediyor. Ve yalnız hususi bir kalbi ve has bir vic*danı ıslaha çalışmıyor, belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müf*sit âletler ile deh*şetli rahnelenen kalb-i umumîyi ve efkâr-ı âm*meyi ve umumun bâhusus avam-ı mü’minî*nin istinad*gâhları olan İslâmî esaslar ve ce*reyanlar ve şeâirler kı*rılması ile bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi, Kur’an’ın i’cazıyla ve geniş yaralarını Kur’anın ve imanın ilâçları ile te*davi etmeğe çalışıyor.» (Kastamonu Lâhikası sh: 30)
Bediüzzaman Hazretleri, İstanbul Ağırceza Mahkemesi’nde anarşinin bir sebebini de şöyle açıklar:
«…Bu üç-dört madde ile bizi ittiham edenler ve lüzumsuz, mahkemeleri bizimle meşgul eden gizli düş*manları*mız, şüphe yoktur ki, onlar ya siya*seti din*siz*liğe âlet etmek istiyorlar veya komünist per*desi altında bu mübarek va*tanda, bilerek veya bilmeyerek anarşi*liği yerleştirmek isti*yorlar. Çünki bir müslüman İslâmiyet daire*sinden çıksa, mür*ted ve anarşist olur, hayat-ı iç*timaiyeye zehir hük*müne geçer. Çünki anarşi hiçbir hakkı tanımaz, insa*niyet se*ci*ye*lerini ca*navar hayvanların seciyesine çevi*rir. Âhirzamanda gelecek Ye’cüc ve Me’cücün komi*tesi, anarşistler oldu*ğuna Kur’an işaret ediyor.» (Emirdağ Lâhikası-II sh: 159)
«…Hakiki bir Müslüman, samimi bir mü’min hiçbir zaman anarşiye ve bozguncu*luğa taraftar olmaz. Dinin şid*detle menettiği şey fitne ve anarşidir. Çünkü, anarşi hiçbir hak tanı*maz. İnsanlık seciyelerini ve me*deniyet eserlerini canavar hayvanlar seciyesine çevirir ki, bunun âhirzamanda “Ye’cüc” ve “Me’cüc” komitesi ol*duğuna Kur’an-ı Hakîm işaret bu*yurmaktadır.» (Tarihçe sh: 653)
Cevap: Anarşi - Terör ve Bölücülük Sebeb ve Çareleri
ANARŞİYE VE ÇATIŞMALARA SEBEB OLAN BİR TEHLİKE DE MENFÎ MİLLİYETÇİLİKTİR
Beşer tarihinde görülen pek çok hadiselerin mü*him bir kısmının temelinde ırkçılık taassubu ve tarafgirliği bulundu*ğundan bu menfî ırkçılığın sebeb olduğu çok zararlı müca*dele ve zulümlerin önlenmesi için gerekli tedbir*lerin alın*ması lâ*zımdır.
Nitekim, Bediüzzaman Hazretleri bu mühim mes’e*le*nin de üzerinde durmuş, ikaz ve irşad*larda bulunmuştur. Bir nümune olarak eserle*rinden mevzu ile alâkalı bazı kı*sımları aynen alıyoruz:
«’Bismillahirrahmanirrahim ,
Ya eyyühennasü inna halaknaküm min zekerin ve ünsâ... ilh’([4])
Yani, ‘li teârafû münasebeti... ilh’
Yani, “Sizi taife taife, millet millet, kabile ka*bile yaratmışım, tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbiri*niz*deki ha*yat-ı içtimaiyeye ait münasebet*lerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa, sizi kabile kabile yaptım ki, yekdiğerinize karşı in*kârla yabanî bakası*nız, husumet ve adâvet ede*siniz değildir.”
Şu Mebhas Yedi Meseledir.
BİRİNCİ MESELE
Şu âyet-i kerimenin ifade ettiği hakikat-i âliye hayat-ı içtimaiyeye ait olduğu için, hayat-ı içtima*iye*den çekil*mek isteyen Yeni Said lisanıyla değil, belki İslâmın hayat-ı içtimaiyesiyle münasebettar olan Eski Said lisanıyla, Kur’ân-ı Azîmüşşâna bir hiz*met maksa*dıyla ve haksız hücumlara bir siper teşkil etmek fik*riyle yazmaya mecbur ol*dum.
İKİNCİ MESELE
Şu âyet-i kerimenin işaret ettiği teârüf ve teâvün düsturunun beyanı için deriz ki:
Nasıl ki bir ordu fırkalara, fırkalar alaylara, alay*lar taburlara, bölüklere, tâ takımlara kadar tefrik edi*lir. Tâ ki, her neferin muhtelif ve müteaddit münase*bâtı ve o münasebâta göre vazifeleri ta*nınsın, bilin*sin—tâ, o ordunun ef*radları, düstur-u teâvün altında hakikî bir vazife-i umumiye görsün ve hayat‑ı içtima*iyeleri a’*dânın hücumundan ma*sun kalsın. Yoksa, tef*rik ve in*kısam, bir bölük bir bölüğe karşı reka*bet etsin, bir ta*bur bir tabura karşı muhasa*met etsin, bir fırka bir fır*kanın ak*sine hareket etsin değildir.
Aynen öyle de, heyet-i içtimaiye-i İslâmiye bü*yük bir ordudur; kabâil ve tavâife inkısam edilmiş. Fakat bin bir bir birler adedince cihet-i vahdetleri var: Hâlıkları bir, Rezzakları bir, Peygamberleri bir, kıble*leri bir, kitapları bir, vatanları bir—bir, bir, bir, binler kadar bir, bir...
İşte bu kadar bir birler uhuvveti, muhabbeti ve vahdeti iktiza ediyorlar. Demek, kabâil ve tavâife inkı*sam, şu âyetin ilân ettiği gibi, teârüf içindir, teâvün içindir; tenâkür için değil, tehâsum için değildir.
ÜÇÜNCÜ MESELE
Fikr-i milliyet şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfi bir su*rette uyandırıyorlar, tâ ki parçalayıp onları yutsun*lar.
Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsanî var, gaf*letkârâne bir lezzet var, şeâmetli bir kuvvet var. Onun için, şu zamanda hayat-ı içtimaiye ile meş*gul olanlara “Fikr-i milliyeti bırakınız” denilmez. Fakat fikr-i mil*li*yet iki kısımdır:
Bir kısmı menfidir, şeâmetlidir, zararlıdır. Baş*kasını yutmakla beslenir, diğerlerine adâvetle de*vam eder, mü*teyakkız davranır. Şu ise, muhasa*met ve keş*mekeşe sebeptir. Onun içindir ki, ha*dis-i şerifte ferman etmiş: ‘el İslâmiyyetü habbeti’l asabiyyete’l cahiliyyete’ ([5]) ve Kur’ân da ferman etmiş:
‘İz ceale’l lezîne keferû... ilh’ ([6])
İşte şu hadis-i şerif, şu âyet-i kerime, kat’î bir su*rette menfi bir milliyeti ve fikr-i unsuriyeti kabul etmi*yorlar. Çünkü müsbet ve mukaddes İslâmiyet mil*liyeti ona ihtiyaç bırakmıyor.
Evet, acaba hangi unsur var ki, üç yüz elli milyon vardır? Ve o İslâmiyet yerine o unsuriyet fikri, fikir sahibine o kadar kardeşleri, hem ebedî kardeşleri ka*zandırsın?
Evet, menfi milliyetin tarihçe pek çok zararları görülmüş. Ezcümle, Emevîler, bir parça fikr-i mil*liyeti siyaset*lerine karıştırdıkları için, hem âlem-i İslâmı küstürdüler, hem kendileri de çok felâket*ler çektiler.
Hem Avrupa milletleri şu asırda unsuriyet fikrini çok ileri sürdükleri için, Fransız ve Almanın çok şe*âmetli ebedî adâvetlerinden başka, Harb-i Umumîdeki hâdisât-ı müthişe dahi, menfi milli*yetin nev-i beşere ne kadar zararlı olduğunu gös*terdi.
Hem bizde, iptida-yı Hürriyette, Babil Kalesinin harabiyeti zamanında “tebelbül-ü akvam” tabir edilen teşâub-u akvam ve o teşâub sebebiyle da*ğılmaları gibi, menfi milliyet fikriyle, başta Rum ve Ermeni olarak pek çok kulüpler namında se*beb-i tefrika-i kulûb, muh*telif mülteciler cemiyet*leri teşekkül etti. Ve onlardan şimdiye kadar ec*nebîlerin boğazına gidenlerin ve peri*şan olanların halleri, menfi milliyetin zararını gösterdi.
Şimdi ise, en ziyade birbirine muhtaç ve birbi*rin*den mazlum ve birbirinden fakir ve ecnebî ta*hakkümü altında ezilen anâsır ve kabâil-i İslâmi*ye içinde, fikr-i milliyetle birbirine yabanî bak*mak ve birbirini düşman telâkki etmek öyle bir felâket*tir ki, tarif edilmez. Adeta bir sineğin ısır*maması için, müthiş yı*lanlara arka çevi*rip sineğin ısırması*na karşı mukabele etmek gibi bir divanelikle, bü*yük ejderhalar hük*münde olan Avrupa’nın doy*mak bilmez hırsla*rını, pen*çelerini açtık*ları bir za*manda onlara ehemmiyet ver*meyip, belki mânen onlara yardım edip, menfi unsuri*yet fikriyle şark vilâyetlerindeki vatandaşlara veya ce*nup tarafın*daki dindaşlara adâvet besle*yip onlara karşı cep*he al*mak, çok zararları ve me*hâlikiyle beraber, o cenup ef*radları içinde düşman ola*rak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın. Cenuptan gelen Kur’*ân nuru var; İslâmiyet ziyası gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde bulunur. İşte o din*daşlara adâvet ise, dolayısıyla İslâmiyete, Kur’ân’a doku*nur. İslâmiyet ve Kur’ân’a karşı adâ*vet ise, bütün bu vatan*daşların hayat-ı dün*yeviye ve ha*yat-ı uh*reviyesine bir nevi adâvettir. Hamiyet na*mına ha*yat-ı içtimaiyeye hizmet edeyim diye iki haya*tın temel taşlarını harap etmek, hamiyet değil, ha*mâ*kattir!
DÖRDÜNCÜ MESELE
Müsbet milliyet, hayat-ı içtimaiyenin ihtiyac-ı dahilîsinden ileri geliyor. Teâvüne, tesanüde se*beptir; menfaatli bir kuvvet temin eder, uhuvvet‑i İslâmiyeyi daha ziyade teyid edecek bir vasıta olur. Şu müsbet fikr-i milliyet, İslâmiyete hâdim ol*malı, kale ol*malı, zırhı olmalı; yerine geçmemeli. Çünkü İslâmiyetin ver*diği uhuvvet içinde bin uhuvvet var; âlem-i bekada ve âlem-i berzahta o uhuvvet bâki kalı*yor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavî olsa, onun bir per*desi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek, aynı kalenin taşlarını kalenin için*deki elmas hazi*nesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev’inden ahmakane bir cinayettir.
İşte, ey ehl-i Kur’ân olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin senedir Kur’ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak bütün ci*hana karşı meydan okuyup Kur’ân’ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’ân’a ve İslâmiyete kale yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehâcü*mâtı def et*tiniz.
Tâ ‘ye’tîllâhü bikavmin yühıbbühüm’([7])âyetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi Avru*pa’nın ve frenk-meşrep münafıkların desiselerine uyup şu âye*tin evvelindeki hitaba mâsadak ol*maktan çekin*melisiniz ve korkmalısınız.
CÂ-YI DİKKAT BİR HAL: Türk milleti anâsır-ı İs*lâmiye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır. Sair unsurlar gibi müs*lim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etme*miştir. Nerede Türk taifesi varsa Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çık*mış*lardır (Macarlar gibi). Halbuki, küçük unsur*larda dahi hem müslim ve hem de gayr-ı müslim var.
Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et. Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş; ondan kabil-i tef*rik değil. Tefrik etsen, mahvsın. Bütün senin mazi*deki mefâhirin İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir, ze*min yüzünde hiçbir kuvvetle silin*mediği halde, sen şey*tanların vesveseleriyle, desi*seleriyle o mefâhiri kalbin*den silme.
BEŞİNCİ MESELE
Asya’da uyanan akvam, fikr-i milliyete sarılıp, aynen Avrupa’yı her cihetle taklit ederek, hattâ çok mukadde*satları o yolda feda ederek hareket ediyorlar. Halbuki her milletin kamet-i kıymeti başka bir elbise ister. Bir cins kumaş bile olsa, tarzı ayrı ayrı olmak lâ*zım gelir. Bir kadına bir jandarma elbisesi giydirilmez. Bir ihtiyar hocaya tango bir kadın libası giydirilmediği gibi, körü kö*rüne taklit dahi çok defa maskaralık olur. Çünkü,
Evvelâ: Avrupa bir dükkân, bir kışla ise, Asya bir mezraa, bir cami hükmündedir. Bir dükkâncı dansa gi*der, bir çiftçi gidemez. Kışla vaziyeti ile mescid vaziyeti bir olmaz.
Hem ekser enbiyanın Asya’da zuhuru, ağleb-i hu*kemanın Avrupa’da gelmesi, kader-i ezelînin bir remzi, bir işa*retidir ki, Asya akvâmını intibâha getirecek, te*rakki ettirecek, idare ettirecek, din ve kalbdir. Felsefe ve hikmet ise din ve kalbe yardım etmeli, ye*rine geç*memeli.» (Mektubat sh: 321-325)
“Millet”in tarifinde temel ölçüyü nazara verip, İslâm Milliyetini esas alan Bediüzzaman Hazretleri, bu milliyetin verdiği netice olan şe*caat ve İslâm uhuvveti ve birliğinin düşmanlara karşı yegâne müdafaa kuvveti oldu*ğunu ve İslâm Milliyetinin halkın her sınıfına menfaati bu*lunduğunu izah ederken aynen şöyle der:
«Menfî milliyette ve unsuriyet fikrinde ifrat eden*lere deriz ki:
Evvelâ: Şu dünya yüzü, hususan şu memleke*ti*miz, eski zamandan beri çok muhaceretlere ve tebed*dü*lâta mâ*ruz olmakla beraber; merkez-i hü*kûmet-i İslâmiye bu vatanda teşkil olduktan sonra, akvam-ı saireden pervane gibi çokları içine atılıp, tavattun et*mişler. İşte bu halde Levh-i Mahfuz açılsa an*cak hakikî unsurlar bir*birin*den tefrik edilebilir. Öyle ise, hakikî unsuriyet fikrine, hareketi ve hamiyeti bina etmek, mâna*sız ve hem pek zararlıdır. Onun içindir ki, menfî milliyetçilerin ve unsuriyet-perverlerin reis*le*rinden ve dine karşı pek lâkayd birisi, mecbur olmuş, demiş: “Dil, din bir ise; millet birdir.” Madem öy*le*dir, hakikî unsu*riyete değil; belki dil, din vatan mü*nasebatına bakı*la*cak. Eğer üçü bir ise, zaten kuv*vetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet da*iresine dâ*hildir.
Sâniyen: İslâmiyetin mukaddes milliyeti, bu va*tan evlâdının hayat-ı içtimaiyesine kazandır*dığı yüzer faideden iki faideyi misal olarak be*yan ede*ceğiz:
Birincisi: Şu devlet-i İslâmiye yirmi-otuz milyon iken, bütün Avrupa’nın büyük devletle*rine karşı haya*tını ve mevcudiyetini muhafaza ettiren, şu devletin or*dusundaki nur-u Kur’andan ge*len şu fikirdir: “Ben öl*sem şehidim, öl*dürsem gazi*yim.” Kemal-i şevk ile ve aşk ile ölümün yüzüne güle*rek istikbal etmiş. Daima Avrupa’yı titret*miş. Acaba, dünyada basit fikirli, safi kalbli olan neferatın ru*hunda şöyle ulvî fedakârlığa se*bebiyet verecek, hangi şey gösterile*bilir? Hangi hami*yet onun ye*rine ikame edilebilir? Ve hayatını ve bütün dünyasını severek ona feda et*tire*bilir?
İkincisi: Avrupa’nın ejderhaları (büyük devlet*leri) her ne vakit şu devlet-i İslâmiyeye bir tokat vur*muş*larsa; üç*yüz elli milyon İslâmı ağlat*mış ve inlet*miş. Ve o müstemlekât sahibleri, onları inletmemek ve sızlat*mamak için, elini çekmiş.. elini kaldırırken in*dirmiş. Şu hiçbir cihette is*tisgar edilmeyecek manevî ve daimî bir kuvve*tüzzahr yerine hangi kuvvet ikame edilebilir? Gösterilsin! Evet, o azîm manevî kuvvetüz*zahrı menfî milliyet ile ve istiğnakârane hamiyet ile gücendirme*meli!..
…Menfî milliyette fazla hamiyetperverlik göste*renlere deriz ki: Eğer şu milleti ciddi sever*se*niz, onlara şefkat ederseniz; öyle bir hamiyet ta*şı*yınız ki, onların ekserisine şefkat sayılsın. Yoksa, ekserisine merhamet*sizcesine bir tarzda, şefkate muhtaç olmayan bir kısm-ı kalilin mu*vakkat gafletkârâne ha*yat-ı içtimaiyelerine hizmet ise, hamiyet değildir.
Çünki, menfî unsuriyet fikriyle yapılacak hami*yetkârlığın, milletin sekizden ikisine mu*vak*kat faidesi dokuna*bilir. Lâyık olmadıkları o hamiyetin şef*katine mazhar olurlar. O sekizden altısı, ya ihtiyardır, ya has*tadır, ya musi*betze*dedir, ya çocuk*tur, ya çok zaiftir, ya pek ciddi olarak âhireti düşünür müttakidir*ler ki; bun*lar hayat-ı dünye*vi*yeden ziyade, müteveccih olduk*ları hayat-ı ber*zahiyeye ve uhrevi*yeye karşı bir nur, bir te*selli, bir şefkat isterler ve ha*miyetkâr mübarek ellere muhtaçtırlar. Bunların ışık*la*rını söndürmeye ve teselli*lerini kırmağa hangi hami*yet mü*saade eder?
Heyhat! Nerede millete şefkat, nerede millet yo*lunda fedakârlık!
Cevap: Anarşi - Terör ve Bölücülük Sebeb ve Çareleri
TÜRK ORDUSU VE TÜRK MİLLETİ
Rahmet-i İlâhiyeden ümid kesilmez. Çünki: Cenab-ı Hak, bin seneden beri Kur’anın hizme*tinde is*tihdam ettiği ve ona bayraktar tayin et*tiği bu vatan*daş*ların muhteşem ordu*sunu ve muazzam cemaatini, mu*vakkat ârızalarla in*şâ*allah perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini idame ettirir…» (Mektubat sh: 326-327)
Üstteki parçanın devamında, Bediüzzaman Hazret*leri elyazma eserinde kendi el yazısıyla yaptığı şu ilâvesinde; Türk Ordusu kuvvetini kendi milleti aleyhinde değil, İslâm Dünyasının selâmet ve zaferinde kullanıp bü*yük vazifeler göreceğini ihbar sadedinde şöyle der:
«.‹.KILINCINI AYAĞINA VURDURMAZ;, DÜŞMANINA VURDU*RUR. KUR’ANA HİZMETKÂR EDER. AĞLAYAN ÂLEM-İ İSLÂMI GÜLDÜRÜR.»
İKİ TEHLİKELİ ANLAYIŞ
«Tahribatçı ehl-i bid’a iki kısımdır:
Bir kısmı -güya din hesabına, İslâmiyete sada*kat namına- güya dini milliyetle takviye et*mek için, “Zaafa düş*müş din şecere-i nuraniyesini, milliyet toprağında dikmek, kuvvetleştirmek is*ti*yoruz.” diye, dine taraftar vaziyeti gösteriyor*lar.
İkinci kısım; millet namına, milliyet hesabına, unsuriyete kuvvet vermek fikrine binaen, “Milleti, İslâmiyetle aşılamak istiyoruz.” diye, bid’aları icad edi*yorlar.
Birinci kısma deriz ki: Ey “sâdık ahmak” ıt*la*kına mâsadak bîçare ülema-üs sû’ veya meczub, akılsız, câhil sofi*ler! Hakikat-ı kâinat içinde kökü yerleşmiş ve hakaik-ı kâinata kökler sal*mış olan Şecere-i Tuba-i İslâmiyet; mev*hum, muvakkat, cüz’î, hususî, menfî.. belki esassız, garazkâr, zu*lümkâr, zulmanî unsuriyet topra*ğına dikilmez! Onu oraya dikmeye çalışmak, ah*makane ve tahribkâ*rane, bid’akârane bir te*şebbüstür.
İkinci kısım milliyetçilere deriz ki:
Ey sarhoş hamiyet-füruşlar! Bir asır evvel mil*li*yet asrı olabilirdi. Şu asır unsuriyet asrı değil! Bolşevizm, sosya*lizm mes’eleleri istilâ ediyor; unsuri*yet fikrini kırıyor, unsuriyet asrı geçiyor. Ebedî ve daimî olan İslâmiyet milliyeti; mu*vakkat, dağda*ğalı unsuri*yetle bağlanmaz ve aşılanmaz. Ve aşı*lamak olsa da; İslâm mille*tini ifsad ettiği gibi, un*suri*yet milliyetini dahi ıslah edemez, ibka edemez… Evet, muvakkat aşı*lamakta bir zevk ve bir muvakkat kuvvet gö*rü*nüyor, fakat pek muvakkat ve âkıbeti hatarlıdır.
Cevap: Anarşi - Terör ve Bölücülük Sebeb ve Çareleri
BÖLÜNME TEHLİKESİ
Hem Türk unsurunda ebedî kabil-i iltiyam ol*ma*mak suretinde bir inşikak çıka*cak. O vakit milletin kuvveti, bir şık, bir şıkkın kuvvetini kırdığı için, hiçe inecek. İki dağ birbirine karşı bir mizanın iki gözünde bulunsa; bir batman kuvvet, o iki kuvvet ile oynayabi*lir; yukarı kal*dırır, aşağı indirir.» (Mektubat sh: 439)
Yukarıda işaret edilen Türkçülük fikri ve hare*ket*le*riyle bu vatanda yaşayan ve Türk olmayan milletle*rin ırkçılık hissiyatları tahrik edilerek kabil-i iltiyam olmayacak bir su*rette bir in*şikak (bölünme) ola*ca*ğına ve sonu hatarlı olacağına dikkat çeken ve ikaz eden Bediüzzaman Hazretleri, Birinci Büyük Millet Meclisinde neşrettiği beyanna*mesinde; inşikak-ı asâ, yani bölünme teh*likesinden de bahisle, aynı mânâyı te’yid eden şu ihtarı ya*par:
«Şu meclisin şahsiyet-i maneviyesi, sahip ol*duğu kuvvet cihetiyle, mana-yı saltanatı deruhde etmiştir. Eğer şe*air-i İslâmiyeyi bizzat imtisal et*mek ve ettir*mekle mana-yı hilâfeti dahi vekâ*leten deruhde et*mezse, hayat için dört şeye muh*taç fakat an’ane-i müs*temirre ile günde lâakal beş defa dine muhtaç olan şu fıtratı bozulmayan ve lehviyat-ı mede*niye ile ihtiyacât-ı ruhiyesini unutmayan mille*tin hacât-ı diniyesini Meclis tatmin etmezse, bil*mecburiye mâna-yı hilâfeti, tama*men kabul et*tiğiniz isme ve resme ve lâfza verecek. O mânayı idame etmek için kuvveti dahi verecek. Halbuki meclis elinde bu*lunma*yan ve meclis tarikıyla olmayan böyle bir kuv*vet, inşikak-ı asâya se*bebiyet verecektir. İnşikak-ı asâ ise, ‘ve’ tesımü bihablillahi cemîan’([8]) âye*tine zıd*dır.» (Ta*rihçe-i Hayat sh: 142)
Yine aynı ikazı yani, şarktaki Türk unsurun*dan olma*yan vatandaşların Türklerle kardeşli*ğini hisset*mesi için din dersle*rine ehemmiyet verilmesi gerek*tiği ihtarını yapan Bediüzzaman’ın şu beyanı da şayan-ı dikkattir:
«Bir gün meb’uslar heyetine der: “Bütün haya*tımda bu darülfünunu takib ediyorum. Sultan Reşad ve İttihadcılar, yirmi bin altın lira verdi*ler. Siz de o kadar ilâve ediniz…”
O zaman, yüz elli bin banknot vermeye karar verdiler. Bunun üzerine, “Bunu meb’uslar imza etme*lidirler” der. Bazı meb’uslar diyorlar ki: Yalnız; sen, medrese usulüyle, sırf İslâmiyet nok*tasında gidiyorsun; halbuki şimdi garblı*lara ben*zemek lâzım.
Bediüzzaman: O Vilâyât-ı Şarkiye, âlem-i İslâmın bir nevi merkezi hükmündedir; fünun-u cedide ya*nında, ulûm-u diniye de lâzım ve el*zemdir. Çünkü ek*ser enbiyanın şarkta, ekser hüke*manın garbda gelmesi gösteriyor ki; şarkın terakkiyatı dinle kaimdir. Başka vilâyetlerde sırf fünun-u cedide okuttur*sanız da, şarkta her halde; millet, va*tan mas*lahatı namına, ulûm-u di*niye esas olmalıdır. Yoksa, Türk olmayan müslüman*lar, Türk’e hakikî kar*deşliğini hisse*demeyecek. Şimdi, bu kadar düşman*lara karşı teavün ve tesanüde muhta*cız. Hattâ bu hu*susta size bir haki*katlı misal vereyim:
Eskiden, Türk olmayan bir talebem vardı. Eski medresemde, hamiyetli ve gayet zeki o talebem, ulûm-u diniye*den aldığı hamiyet dersi ile her vakit derdi: “Sâlih bir Türk, elbette fâsık karde*şimden ve ba*bam*dan bana daha zi*yade kardeştir ve akraba*dır.” Sonra aynı talebe, talih*sizliğin*den, sırf maddî fü*nun-u cedide okumuş. Sonra ben -dört sene sonra- esa*retten gelince onunla konuştum. Hamiyet-i milliye bahsi oldu. O dedi ki: Ben şimdi, râfizî bir Kürdü, sâlih bir Türk hocasına tercih ederim. Ben de: Eyvah! de*dim, ne kadar bozul*muşsun? Bir hafta çalıştım, onu kur*tar*dım; eski haki*katlı hamiyete çevirdim.
İşte ey meb’uslar!.. O talebenin evvelki hali, Türk Milletine ne kadar lüzumu var. İkinci hali, ne kadar vatan menfaatine uygun olmadı*ğını fikri*nize havale ediyorum.» (Tarihçe-i Hayat sh: 143)
«Altmışbeş sene evvel Câmi-ül Ezher’e gitmek is*tiyordum. Âlem-i İslâm’ın medresesidir diye, ben de o mübarek medresede bir ders almaya ni*yet ettim. Fakat kısmet olmadı. Cenab-ı Hak rahmetiyle bir fikir ru*huma verdi ki: Câmi-ül Ezher Afrika’da bir medrese-i umumiye olduğu gibi; Asya, Afrika’dan ne kadar büyük ise, daha büyük bir dar-ül fünun, bir İslâm üniver*sitesi Asya’da lâzımdır. Tâ ki İslâm kavimlerini, meselâ Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan’daki milletleri, menfî ırkçı*lık ifsad etmesin. Hakiki, müsbet ve kudsî ve umumî milli*yet-i hakikiye olan İslâmiyet mil*liyetiyle ‘inneme’l mü’minüne ıhvetün’([9]) Kur’anın bir ka*nun-u esa*sîsinin tam inki*şafına mazhar olsun.» (Emirdağ Lâhikası-II sh: 223)
Bediüzzaman Hazretleri siyasî partiler hak*kında yaz*dığı bir ikaznamesinde de, Türkçülük esasına dayanan bir partinin ik*tidar olup o isti*ka*mette, yani Türkçülük hissiyle hareket etme*siyle sair ırktan olan vatandaşları tahrik edece*ğini ve böylece bö*lünmelere ve mücadelelere se*bebiyet ve*rebi*lece*ğini hatırlatarak şöyle der:
«Milletçilere gelince:
Eğer bu partide sırf İslâmi*yet esas olsa,HAŞİYE Demokrat Partiye yardım et*tiği gibi, muhalif ve mu*arız olmayarak, iktidara gelmesine çalışmaz. Eğer bu parti, ırkçılık ve Türkçülük fikri esas ise, birden hakikî Türk olma*yan bu vatandaki ekseriyetin ancak onda üçü Türktür, kalan kısmı da başka milletlerle karış*mıştır. O zaman, Hürriyetin başında olduğu gibi, bu asil ve mâsum Türk milleti aleyhine bir milli*yetçilik tarafgirliği meydana gelecek. O vakit ha*kikî Türkleri, ecnebîler boyunduruğu altına gir*meye mecbur edecek. Veya Türkleşmiş sair un*surdan olan ve bu vatanda mevcut ırkçılık ve un*surculuk damarıyla bir ecnebîye istinad ile ma*sum Türk milletini tahakkümleri altına alacak*lar.» (Emirdağ Lâhikası-II sh: 206)
Bu ikaz cidden çok düşündürücüdür. Burada dikkat edilmesi gereken, sadece o isimde bir parti değil, iktidar olanlar ırkçılık ve unsurculuk tarafgir*liği ile hareket eder*lerse millî bütünlüğü bozar*lar ve yukarıda işaret edilen teh*likelere sebebiyet verirler.
«Irkçılık fikri, Emevîler zamanında büyük bir tehlike verdiği ve hürriyetin başında “Kulüpler” sure*tinde büyük zararı görülmesi ve birinci harb-i umu*mide yine ırkçılığın istimali ile mü*barek kardeş Arabların mücahid Türklere karşı zararı görüldüğü gibi, şimdi de uhuvvet-i İslâmiyeye karşı istimal edi*lebi*lir ve istira*hat-ı umumiye düşman*ları gizli dinsizler, yine o ırk*çı*lıkla büyük zarar vermeğe çalıştıklarına emareler gö*rünüyor. Hal*buki menfî hareketle başkasının zararıyla beslen*mek, ırkçılığın se*ciye-i fıtrîsi olduğu halde; evvelâ başta Türk milleti dünyanın her tara*fında müslüman oldu*ğundan onların ırkçılıkları İslâmiyetle mez*colmuş, kabil-i tefrik değil. Türk, Müslüman demek*tir. Hattâ Müslüman ol*ma*yan kısmı, Türklükten de çıkmışlar. Türk gibi Arablarda da Arablık ve Arab milliyeti İslâmiyetle mez*colmuş ve olmak lâzımdır. Hakiki milli*yetleri İslâmiyettir. O kâfidir. Irkçılık, bütün bü*tün bir teh*like-i azîmdir.» (Emirdağ Lâhikası-II sh: 222)
Hattâ Emevî Devleti’nin Arab milliyetine isti*nad et*me*siyle sair milletlerin de hissiyatını tahrik ederek büyük za*rarlar meydana geldiğini beyan eden Bediüzzaman Hazretleri şu izahatı veriyor:
«Hazret-i Hasan ve Hüseyn’in Emevîlere karşı mücadeleleri ise, din ile milliyet muharebesi idi. Yani: Emevîler, devlet-i İslâmiyeyi Arab milliyeti üze*rine is*tinad ettirip rabıta-i İslâmiyeti, rabıta-i milliyetten geri bıraktıkla*rından, iki cihetle zarar verdiler.
Birisi: Milel-i saireyi rencide ederek tevhiş etti*ler.
Diğeri: Unsuriyet ve milliyet esasları, adâleti ve hakkı takib etmediğinden zulmeder, adâlet üze*rine gitmez. Çünki unsuriyetperver bir hâkim, milletdaşını tercih eder, adâlet edemez. ‘El- İslamiyyetü cebbeti’l asabiyyete’l cahiliyyete lâ ferka beyne abdin habeşiyyin ve seyyidin kureyşin iza esleme’([10]) fer*man-ı kat’îsiyle: Rabıta-i diniye yerine ra*bıta-i milliye ikame edilmez; edilse adâlet edilmez, hakkani*yet gi*der.» (Mektubat sh: 54)
Demek, muhtelif unsurlardan müteşekkil bir millet içinde bilhassa siyasî iktidar ırkçı dav*ransa, diğerlerinde de ırkçılık ta*rafgirliğini uyandırır.
«Üçüncü Sualiniz: “O mübarek zatların başına gelen o feci gaddarane muamelenin hikmeti ne*dir?” di*yorsunuz.
Elcevab: Sâbıkan beyan ettiğimiz gibi, Hazret-i Hüseyin’in muarızları olan Emevîler saltana*tında, merhametsiz gadre sebebiyet verecek üç esas vardı:
Birisi: Merhametsiz siyasetin bir düs*turu olan: “Hükûmetin selâmeti ve asayişin de*vamı için, eş*has feda edilir.”
İkincisi: Onların saltanatı, unsuriyet ve milli*yete istinad ettiği için, milliyetin gaddarâne bir düsturu olan: Milletin selâmeti için her şey feda edilir.
Üçüncüsü: Emevîlerin Haşimîlere karşı an’ane*sindeki rekabet damarı, Yezid gibi bazılarda bu*lun*duğu için, şefkatsiz bir gadre kabiliyet gös*termişti.
Dördüncü bir sebeb de: Hazret-i Hüseyin’in ta*raf*tarlarında bulunuyordu ki; Emevîlerin, Arab milli*yetini esas tutup, sair milletlerin efradına “memâlik” tabir ederek köle nazarıyla bakma*ları ve gurur-u mil*liyele*rini kırmaları yüzün*den, milel-i saire Hazret-i Hüseyin’in cema*atine inti*kam*kârane ve müşevveş bir niyetle il*tihak ettik*lerinden, Emevîlerin asabiyet-i mil*li*yele*rine faz*la dokunmuş, gayet gaddarane ve merha*metsizce*sine meşhur faciaya sebebi*yet vermiş*lerdir.» (Mektubat sh: 55)
Demek siyasî iktidarlar, ırkçı hareketlerden çekinip millî müşterekiyete dayanan bir yolu tutmalıdırlar. Bunun için İslâm milletlerinin en kudsî müşterekiyetleri, İslâmiyet milliyeti*dir.
Cevap: Anarşi - Terör ve Bölücülük Sebeb ve Çareleri
BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNE YAPILAN IRKÇILIK İTHAMI VE ONUN CEVABI
Bediüzzaman Hazretlerinin aleyhinde çalışan ehl-i bi*d’a, kendileri ırkçılık yaptıkları halde Bediüzzaman’ı unsuri*yet-per*verlikle itham edi*yor*lardı. Kendisi bunu şöyle ifade edip gerçeği gösteriyor:
«Eğer derseniz, “Sana Said-i Kürdî derler. Belki sende unsuriyetperverlik fikri var, o işimize gel*miyor”; ben de derim:
Hey efendiler! Eski Said ve Yeni Said’in yazdık*ları meydanda. Şahit gösteriyorum ki, ben ‘El- İslamiyyetü cebbeti’l asabiyyete’l cahiliyyete’([11]) ferman-ı kat’îsiyle, eski za*mandan beri menfi milliyet ve unsuriyetperver*liğe, Avrupa’nın bir nevi firenk illeti olduğun*dan, bir zehr-i katil nazarıyla bakmışım. Ve Avrupa, o firenk illetini İslâm içine atmış, tâ tef*rika versin, parçalasın, yutmasına hazır olsun diye düşünür. O firenk illetine karşı eskiden beri te*daviye çalıştı*ğımı, talebelerim ve bana temas edenler biliyor*lar.» (Mektubat sh: 63)
Şu halde, dinden uzak olan ırkçılık tarafgirli*ğini tahrik etmek, Avrupa siyasetine bir nevi yardım olur.
TÜRK OLMAYAN TÜRKÇÜLER
«O Türkçülük perdesi altına giren ve hakika*ten Türk düşmanı olan hamiyet-füruş mülhidlere derim ki: Din-i İslâmiyet milletiyle ebedî ve ha*kikî bir uhuvvet ile, Türk denilen bu vatan ehl-i imanıyla şid*detli ve pek hakiki alâ*kadarım. Ve bin seneye yakın, Kur’anın bay*rağını cihanın cihat-ı sittesinin etra*fında gali*bane gez*diren bu vatan ev*lâdlarına, İslâmiyet he*sabına, müfte*hi*rane ve taraftarane muhabbet*darım. Sen ise ey ha*miyet-füruş sahtekâr! Türk’ün me*fahir-i ha*kikiye-i mil*liyesini unut*turacak bir su*rette me*cazî ve unsurî ve mu*vakkat ve garazkâ*rane bir uhuvvetin var. Senden soruyorum: Türk Milleti, yalnız yirmi ile kırk yaşı orta*sındaki gafil ve heveskâr gençlerden ibaret midir? Hem onların men*faati ve onların hakkında hamiyet-i milli*yenin iktiza ettiği hizmet, yalnız onların gafle*tini ziya*deleştiren ve ahlâk*sızlıklara alıştıran ve menhiyata teşci eden fi*renk-meşrebane terbi*yede midir? Ve ih*ti*yarlıkta onları ağlattıracak olan muvakkat bir güldür*mekte midir? Eğer hamiyet-i milliye bunlar*dan ibaret ise ve te*rakki ve saadet-i hayatiye bu ise; evet sen böyle Türkçü isen ve böyle milliyet*perver isen, ben o Türkçülükten kaçı*yorum, sen de benden kaçabi*lirsin!..» (Mektubat sh: 420)
Tarihî seyri içinde geniş bir zaman ve mekân kaplayan ve din lisanında “hamiyet-i câhiliye”, “asabiyet-i câ*hiliye” tâ*birleri ile ifade edilen menfî milliyetçiliği, Bediüz*zaman Hazretleri bir ifadesinde şöyle tavsif eder:
«Asabiyet-i câhiliye, birbirine tesanüd edip yar*dım eden gaflet, dalâlet, riya ve zulmetten mü*rekkeb bir macun*dur. Bunun için milliyetçiler, milli*yeti mâ*bud ittihaz ediyorlar. Hamiyet-i İslâ*miye ise, nur-u iman*dan in’ikas edip dalga*lanan bir ziyadır.» (Mesnevî-i Nuriye sh: 112)
İslâm dünyasında mukaddes İslâm milliyeti esastır ve esas olmalıdır. Bu kudsî milliyetin şuurunu ka*zananlar ara*sında manevî, kalbî uhuvvet rabıtası ve sıla-i rahm ve hami*yet, küllî ve ebedîdir.
Mahkemede cemiyetçilikle itham edilen Bediüzza*man Hazretleri, tarihî müdafaasını ya*parken mezkûr hakikatı şöyle ifade eder:
«Hayat-ı içtimaiye-i insaniyenin hususan mil*let-i İslâmiyenin üss-ül esası: Akrabalar içinde sami*mane muhab*bet ve kabile ve taifeler içinde alâka*da*rane irti*bat ve İslâmiyet mil*liyetiyle mü’min kardeşle*rine karşı manevî, mu*avenet*kârane bir uhuvvet ve kendi cinsi ve milletine karşı fedakârane bir alâka ve hayat-ı ebediye*sini kurtaran Kur’an hakikatlarına ve nâşirle*rine sar*sılmaz bir rabıta ve iltizam ve bağlılık gibi hayat-ı içti*maiyeyi esasıyla temin eden bu rabıta*ları inkâr et*mekle ve şimaldeki dehşetli anarşistlik to*humunu sa*çan ve nesil ve milliyeti mahveden ve her*kesin çocuk*larını kendine alıp karabet ve milliyeti izale eden ve medeniyet-i beşeriyeyi ve hayat-ı içtima*iyeyi bü*tün bü*tün bozmağa yol açan kızıl tehlikeyi ka*bul et*mekle an*cak Nur şakirdlerine medar-ı mes*’uliyet ce*miyet na*mını verebilir.» (Şualar sh: 392)
Bu kudsî ve müsbet İslâmiyet milliyetinin getir*diği hamiyet-i milliye ve gayret-i vataniyenin emsalsiz bir seciye olduğunu anlatan Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
«Bunu da teessüf ve teellüm ile size beyan edi*yo*rum ki: Ecnebîlerin bir kısmı, nasıl kıymettar malımızı ve va*tanlarımızı bizden aldılar. Onun bede*line çürük bir fiat verdiler.
Aynen öyle de, yüksek ahlâkımızı ve yüksek ah*lâkımızdan çıkan ve hayat-ı içtimaiyeye temas eden seciyeleri*mizin bir kısmını da bizden aldı*lar. Terakkilerine medar ettiler. Ve onun fiatı olarak bize verdikleri sefihâne ahlâk-ı seyyiele*ridir, sefihâne seci*yeleridir. Meselâ:
Bizden aldıkları seciye-i milliye ile, bir adam on*larda der: “Eğer ben ölsem, milletim sağ ol*sun. Çünki milleti*min içinde bir hayat-ı bâki*yem var.” İşte bu ke*limeyi bizden almışlar ve te*rakkiyatlarında en metin esas da budur. Bizden hırsızlamışlar. Bu ke*lime ise, din-i haktan ve iman hakikatlarından çıkar. O bizim, ehl-i imanın malıdır. Halbuki ecnebilerden içimize gi*ren pis ve fena seciye itibariyle bir hod*gâm adam bizde diyor: “Ben susuzluktan öl*sem, yağ*mur hiçbir daha dünyaya gelmesin. Eğer ben gör*mezsem bir saadeti, dünya istediği gibi bozul*sun.” İşte bu ahmakane kelime dinsizlikten çı*kıyor, âhireti bilmemekten geliyor. Hâriçten içimize gir*miş, zehirliyor. Hem o ecnebi*lerin bizden aldıkları fikr-i milliyetle bir ferdi, bir millet gibi kıymet alıyor. Çünki bir adamın kıymeti, himmeti nis*betindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek ba*şıyla küçük bir millet*tir.» (Hutbe-i Şamiye sh: 58)
Yine aynı mevzuda Bediüzzaman Hazretleri şu hâdi*seyi nakleder:
«Hürriyet’in başında Sultan Reşad’ın Rumeli’ye seyahati münasebetiyle vilâyat-ı şarkiye na*mına ben de refakat ettim. Şimendiferimizde iki mek*tebli müte*fen*nin arkadaşla bir mübahase oldu. Benden sual etti*ler ki: “Hamiyet-i diniye mi, yoksa hamiyet-i mil*liye mi daha kuvvetli, daha lâzım?”
O zaman dedim: Biz müslümanlar indimizde ve yanımızda din ve milliyet bizzat müttehid*dir. İtibarî, zâhirî, ârızî bir ayrılık var. Belki din, milli*yetin hayatı ve ruhudur. İkisine bir*birin*den ayrı ve farklı bakıldığı zaman; hami*yet-i diniye, avam ve havassa şâmil olu*yor. Hamiyet-i milliye, yüzden birisine -yani menafi-i şahsi*yesini millete feda edene- has kalır. Öyle ise, hu*kuk-u umumiye içinde hamiyet-i diniye esas olmalı. Hamiyet-i milliye ona hâdim ve kuv*vet ve kal’ası ol*malı. Hususan biz şarklılar, garblı*lar gibi değiliz. İçimizde kalblere hâkim, hiss-i dinîdir. Kader-i Ezelî ekser enbiyayı şarkta gönder*mesi işaret ediyor ki; yal*nız hiss-i dinî şarkı uyandırır, terak*kiye sevkeder. Asr-ı Saadet ve Tabiîn, bunun bir bürhan-ı kat’îsidir.» (Hutbe-i Şamiye sh: 64)
..diye devam eden bahiste, hamiyet-i diniye ve milliye*nin mukayesesi ya*pılıp hamiyet-i diniyenin esas alınması lü*zu*munu tebarüz ettirir.
Türkiye’sinde siyasî çekişmelerin merkezi olan İttihad ve Terakki Hükûmetinin hatalarını be*yan edip, bil*hassa hür reji*min esası olan “millet iradesine dayanmak” ge*rektiğini dile getirip sulh-u umuminin teminini isteyen Bediüzzaman Hazretleri şunları beyan eder:
«Madem ki meşrutiyette hâkimiyet millette*dir. Mevcudiyet-i milleti göstermek lâzımdır. Milletimiz de yalnız İslâmiyet’tir. Zira Arab, Türk, Kürt, Arnavut, Çerkez ve Lazların en kuvvetli ve ha*kikatlı revabıt ve milliyetleri, İslâmiyet’ten başka bir şey değildir. Nasılki az ihmal ile tavaif-i mülûk temel*leri atılmakta ve onüç asır evvel ölmüş olan asabiyet-i câhiliyeyi ihya ile, fitne ikaz olunmaktadır. Ve oldu gör*dük…» (Hutbe-i Şamiye sh: 93)
«Herkesin şevkini kıran ve neş’esini kaçıran ve ağrazlar ve taraftarlıklar hissini uyandıran ve sebeb-i tefrika olan ırkçılık cem’iyat-ı ava*miyeyi teşkiline se*be*biyet veren ve ismi meşru*tiyet ve manası istib*dad olan ve “İttihad ve Terakki” ismini de lekedar eden buradaki şube-i müstebidaneye muhalefet ettim.
Herkesin bir fikri var. İşte sulh-u umumi, aff-ı umumi ve ref’-i imtiyaz lâzım. Tâ ki biri bir im*tiyaz ile, başka*sına haşarat nazarıyla bak*makla nifak çıkma*sın.» (İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi sh: 32)
«Fikrimce meşrutiyetin düşmanı; meşru*tiyeti gaddar, çirkin ve hilâf-ı şeriat göstermekle meşveretin de düş*manlarını çok edenlerdir. Tebed*dül-ü esma ile hakaik tebeddül etmez.» (İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi sh: 33)
«Hürriyet budur ki: Kanun-u adalet ve te’dibden başka, hiç kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hu*kuku mahfuz kalsın, herkes hare*kât-ı meşruasında şahane serbest olsun.» (Münazarat sh: 19)
Bediüzzaman Hazretleri ancak din dersleri ve ter*biye*siyle kazanılan ve kazandırılan ve cemi*yetçe yaşan*masıyla ciddiye*tini kazanan ve anarşi kapısını kapayan şu esaslara dikkat çe*ker:
«Bu millet ve vatan, hayat-ı içtimaiyesi ve siya*si*yesi anarşilikten kurtulmak ve büyük tehlike*lerden ha*las ol*mak için, beş esas lâzım ve zaru*rîdir: Birincisi; merhamet.. ikincisi, hürmet.. üçüncüsü, emniyet.. dör*düncüsü, haram ve helâlı bilip haram*dan çekilmek.. beşincisi, serseriliği bırakıp itaat et*mektir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 241)
«Çünki kalb-i insanîden hürmet ve mer*hamet çıksa; akıl ve zekâvet, o insanları gayet dehşetli ve gaddar cana*varlar hükmüne geçirir, daha si*ya*setle idare edilmez.» (Şualar sh: 588)
«İnsan ahsen-i takvimde yaratıldığı ve ona ga*yet cami’ bir istidad verildiği için; esfel-i sâfi*l*înden tâ âlâ-yı illiyy*îne, ferşten tâ arşa, zerre*den tâ şemse kadar di*zilmiş olan makamata, meratibe, dere*cata, derekata gi*rebilir ve dü*şebi*lir bir mey*dan-ı imtihana atılmış, niha*yetsiz sukut ve suuda gi*den iki yol onun önünde açıl*mış bir mu’cize-i kud*ret ve netice-i hilkat ve acube-i san’at olarak şu dün*yaya gönderilmiş*tir.» (Sözler sh: 319)
Evet «Beşerde hayvanın aksine olarak, kuvâ ve müyûl fıtraten tahdid edilmemiş. Meyl-i zulüm, hubb-u nefis dehşetli meydan alıyor.» (Sünuhat sh: 23)
Adalet ve maslahat-ı millet perdesi altında takib edilen garaz ve tarafgirlikler asayişi bozar, anarşiye kapı açar:
«Siyaset-i beşeriyenin en esaslı bir kanun-u esa*s*îsi olan: “Selâmet-i millet için ferdler feda edi*lir. Cemaatin se*lâmeti için eşhas kurban edilir. Vatan için herşey feda edilir.” diye; bütün nev’-i beşerdeki şimdiye kadar dehşetli ci*nayetler bu ka*nunun sû’-i isti’malin*den neş’et ettiğini kat*’iyyen bildim. Bu ka*nun-u esasî-yi beşeriye, bir hadd-i mu*ayyenesi olmadığı için çok sû’-i isti’*male yol açmış. İki harb-i umumî, bu gaddar kanun-u esasînin sû’-i isti’malinden çı*kıp bin sene be*şerin te*rakkiyatını zîr ü zeber ettiği gibi, on cani yü*zünden doksan masumun mahvına fetva verdi. Bir menfaat-i umumî perdesi altında şahsî garazlar, bir cani yüzün*den bir kasabayı harab etti.» (Emirdağ Lâhikası-II sh: 98)
Bu kaidenin sû’-i istimaliyle «Bir tek cani yü*zün*den bir köyü mahvetmekle bin masumun hakkını na*zara almaz. Bir tek caninin yüzün*den bin adamın kı*lınçtan geçmesini caiz görür. Bir adamın yaralanması ile binler masumu sı*kıntıya verdirir. Ve ikiyüz adamı kurşuna di*zilmesini o bahane ile nazara almaz. Birinci Harb-i Umumîde üçbin adamın caniyane siyaset hata*larıyla otuz milyon biçare nev’-i beşer aynı harbde mahvedil*diği gibi, binler misaller var.» (Emirdağ Lâhikası-II sh: 83)
«Nasılki sen bir gemide veya bir hanede bulun*san, seninle beraber dokuz masum ile bir câni var. O gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye ça*lı*şan bir adamın, ne derece zulmettiğini bilir*sin. Ve zâlimliğini, semavata işittirecek de*re*cede bağıracaksın. Hattâ bir tek ma*sum, dokuz câni olsa; yine o gemi hiç bir kanun-u adâ*letle batırılmaz.» (Mektubat sh: 263)
«Halbuki şimdiki siyaset-i hazırada partici*lik ta*raftarlığı ile, bir câninin yüzünden pek çok masum*ların zara*rına rıza gösteriliyor. Bir câ*ninin cina*yeti yüzün*den, taraftarları veyahut akrabaları dahi şeni’ gıybetler ve tezyifler edi*lip, bir tek cinayet yüz cina*yete çevrildi*ğinden, gayet dehşetli bir kin ve ada*veti damarlara do*kundurup, kin ve garaza ve mukabele-i bil’mi*sile mec*bur ediliyor. Bu ise hayat-ı içtimaiyeyi tamamen zir ü zeber eden bir zehirdir ve hâriç*teki düşmanların par*mak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamak*tır. İran ve Mısır’daki hissedilen hâdise ve buhranlar, bu esastan ileri geldiği anlaşılı*yor. Fakat onlar burası gibi de*ğil; bize nisbeten pek ha*fif, yüzde bir nisbe*tinde*dir. Allah etmesin, bu hal bizde olsa, pek dehşetli olur.
Bu tehlikeye karşı çare-i yegâne: Uhuvvet-i İslâmiyeyi ve esas İslâmiyet milliyetini o kuv*vetin te*mel taşı yapıp, masumları himaye için, cânile*rin cina*yetlerini kendilerine münhasır bırakmak lâzımdır.
Hem emniyetin ve asayişin temel taşı, yine bu ka*nun-u esasîden geliyor.
Meselâ: Bir hanede veya bir gemide bir masum ile on câni bulunsa, hakiki adâletle ve emniyet ve asa*yiş düstur-u esasîsi ile o masumu kurtarıp tehlikeye at*mamak için, gemiye ve haneye iliş*memek lâzım; ta ki masum çıkıncaya kadar.» (Emirdağ Lâhikası-II sh: 172)
Evet «Beşerin vahşet ve bedevîlik zaman*la*rındaki bir kanun-u esasîsine, medeniyet na*mına dine hücum edenler, irtica ile o vahşete ve bede*vîliğe dönüyorlar. Beşerin selâmet, adalet ve sulh-ü umumîsini mahveden o dehşetli vahşiyane kanun-u esasî, şimdi bizim bu biçare memleke*timize girmek is*tiyor. Garazkârâne ve anûdâne particilik gibi bazı ce*reyanları aşılamaya başla*ması gibi bir ihtilâf görülü*yor. O kanun-u esasî de budur:
Bir taifeden, bir cereyandan, bir aşiretten bir ferdin hatâsıyla o taifenin, o cereyanın, o aşiretin bü*tün fertleri mahkûm ve düşman ve mes’ul te*vehhüm ediliyor. Bir hatâ, binler hatâ hükmüne geçiriliyor. İttifak ve ittihadın temel taşı olan kar*deşlik ve vatan*daşlık, muhabbet ve uhuvveti zîr ü zeber ediyor.
Evet, birbirine karşı gelen muannid ve mu*arız kuvvetler, kuvvetsiz oluyorlar. Bu kuvvet*sizlikle zayıflandığı için, millete ve memlekete ve vatana âdilâne hizmete muvaffak olunamadığın*dan, maddî ve mânevî bir nevi rüşvet vermeye mecbur oluyorlar ki, dinsizleri kendilerine taraftar yapmak için o gaddar, engizisyonâne ve bedeviyâne ve vahşiyâne bu mezkûr kanun-u esasîye karşı ayn-ı adalet olan bu semavî ve kudsî ‘velâ teziru vaziretün vizra uhrâ’([12]) nass-ı kat’îsiyle, Kur’ân’ın bir kanun-u esasîsi muhab*bet ve uhuvvet-i haki*kiyeyi temin eden ve bu millet-i İslâmiyeyi ve memleketi büyük tehlikeden kurtaran bu kanun-u esasî ki, “Birisinin hatasıyla başkası mesul ola*maz.” Kardeşi de olsa, aşireti ve taifesi de olsa, par*tisi de olsa, o cinayete şerik sayılmaz. Olsa ol*sa, o ci*nayete bir nevi tarafgirlikle yalnız mânevî günahkâr olup âhirette mesul olur; dünyada de*ğil. Eğer bu ka*nun-u esasî çabuk düstur-u esasî yapıl*mazsa, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye iki Harb-i Umumînin gösterdiği tahribatın emsaliyle, esfel-i sâfilîn olan o vahşî irticaa düşecek.» (Emirdağ Lâhikası-II sh: 82)
«‘velâ teziru vaziretün vizra uhrâ’([13]) ‘men katele nefsen bigayri nefsin ev fesadin fî’l ardı fekeennema katele’n nâse cemîan’([14])
Yani, bu iki âyet, bu esası ders veriyor ki: “Bir adamın cinayetiyle başkalar mes’ul olmaz. Hem bir mâsum, rızası olmadan, bütün insana da feda edilmez—kendi ihtiyarıyla, kendi rızasıyla kendini feda etse, o fedakârlık bir şehadettir ki, o başka mese*ledir” diye, hakikî adalet-i beşeriyeyi te’sis ediyor.» (Emirdağ Lâhikası-II sh: 98-99)
Kastamonu Lâhikası’nda da Bediüzzaman Hazret*leri, «Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın adâlet-i hakikiyesi, bir ferdin hakkını cemaata feda et*mez. Hak, hak*tır; kü*çüğe büyüğe, aza çoğa bakıl*maz.» (sh: 150) demektedir.
Cevap: Anarşi - Terör ve Bölücülük Sebeb ve Çareleri
RESMÎ VAZİFEDARLARIN DİKKATİNE!
«Ubudiyetin noksaniyetiyle enaniyet kuvvet bu*lur, nemrutçuluklar çoğalır. Bu benlik zama*nında, memuriyet hakikatta bir hizmetkârlık olduğu halde; bir hâkimiyet, bir ağalık, bir nem*rutçuluk ile nefse gayet zevkli bir hâkimi*yet mertebesini bir kısım memurlara rüşvet olarak verdiği için, bütün o acib cinayetlerle ve ken*dinden olmayan ceri*de*lerin neşriyatıyla beraber bana yapılan muamelelerin*den hissettim ki, bir cihette manen Demokratlara galip geli*yor*lar. Halbuki İs*lâmiyet’in bir kanun-u esasîsi olan hadîs-i şerifte ‘seyyidü’l kavmi hâdimühüm’([15]) yani: Memuriyet, emirlik ise re*islik değil; mil*lete bir hizmetkârlık*tır. Demokrat*lık, hürriyet-i vic*dan, İslâmiyet’in bu ka*nun-u esasîsine daya*nabilir. Çünki kuvvet kanunda olmazsa şahsa geçer. İstibdad, mutlak keyfî olur.» (Emirdağ Lâhikası-II sh: 163)
«İslâmiyetin ikinci bir kanun-u esasîsi: Şu hadîs‑i şeriftir: ‘seyyidü’l kavmi hâdimühüm’([16]) hakikatiyle, memuri*yet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyet ve benlik için ta*hakküm âleti değil... Bu zamanda terbiye-i İslâ*miyenin noksaniyetiyle ve ubudiyetin zafiyetiyle benlik, enaniyet kuvvet bulmuş. Memuriyeti hiz*metkârlıktan çıkarıp bir hâkimiyet ve müstebi*dâne bir mertebe tarzına getirdiğinden, abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi, adalet, adalet olmaz, esa*siyle de bozulur. Ve hukuk-u ibad da zîr ü ze*ber olur. Hukuk‑u ibad, hukukullah hükmüne geçmiyor ki hak olabilsin. Belki nefsanî haksızlık*lara vesile olur.
Şimdi, Adnan Menderes gibi, “İslâmiyetin ve dînin icaplarını yerine getireceğiz” diye ve mezkûr iki kanun-u esasîye karşı muhalefet edip tam zıddına olarak iki dehşetli cereyan, gayet büyük rüşvetle halkları aldatmak ve ecnebîlerin müda*halesine yol açmak vaziyetinde hücum etmek ih*timali kuvvetlidir.
Birisi: Birinci kanun-u esasîye muhalif olarak, bir câni yüzünden kırk mâsumu kesmiş, bir köyü de yakmış. Bu derecede bir istibdad-ı mutlak, her nefsin zevkine geçecek memuriyete bir hâkimiyet sure*tinde rüşvet vererek, dindar hürriyetperver*lere hü*cum ediliyor.
İkinci hücum da: İslâmiyet milliyet-i kudsiye*sini bırakıp, evvelkisi gibi, bir câni yüzünden yüz mâ*sumun hakkını çiğneyebilen, zahiren bir milliyet*çilik ve hakikatte ırkçılık damarıyla hem hürriyet*perver dindar Demokratlara, hem bütün bu va*tandaki yüzde yetmişi sair unsurlardan bulunan*lara, hem hükûmet aleyhine, hem biçare Türkler aleyhine, hem Demokratın takip ettiği siyaset aleyhine çalışarak ve serseri ve enaniyetli nefis*lere gayet zevkli bir rüşvet olarak bir ırkçılık kar*deşliği veriyor. O zevkli kardeşliğin içinde, o zevkli faydadan bin defa daha ziyade hakikî kardeşleri düşmanlığa çevir*mek gibi acip tehlikeyi, o sarhoş*luğu ile hissedemiyor.
Meselâ, İslâmiyet milliyetiyle 400 milyon hakikî kardeşin hergün ‘Allahümme’fir lil mü’minîne ve’l mü’minati’([17]) dua-yı umum*îsiyle mânevî yardım görmek yerine, ırkçı*lık 400 mil*yon mübarek kardeşleri, dört yüz ser*seriye ve lâübali*lere yalnız dünyevî ve pek cüz’î bir menfaati için terk ettiriyor. Bu tehlike hem bu vatana, hem hükûmete, hem de dindar Demok*ratlara ve Türklere büyük bir tehlikedir. Ve öyle yapanlar da hakikî Türk değillerdir. Necip Türkler böyle hatâdan çekinirler.
Bu iki taife herşeyden istifadeye çalışıp din*dar Demokratları devirmeye çalıştıkları ve çalış*tırıl*dıkları, meydandaki âsar ile tahakkuk ediyor. Bu acip tahribata ve bu iki kuvvetli muarızlara karşı, kırk Sahabe ile dünyanın kırk devletine karşı meydan-ı muarazaya çıkan ve galebe eden ve bin dört yüz sene zarfında ve her asırda üç yüz dört yüz milyon şakirdi bulunan hakikat-i Kur’âniyenin sarsılmaz kuvvetine dayanmak ve onun içindeki dünyevî ve uhrevî saâdet-i ebediyenin zevklerine o câzibedar ha*kikatle beraber nokta-i istinad yapmak, o mezkûr muarızlarınıza ve hem dahil ve hariçteki düşmanları*nıza karşı en lâzım ve elzem ve zarurî bir çâre-i ye*gânedir. Yoksa, o insafsız dahilî ve haricî düşmanla*rınız sizin bir cinayetinizi binler yapıp ve eskilerin de cinayetlerini ilâve ederek başkaların başına yükledik*leri gibi, size de yükleyecekler. Hem size, hem vatana, hem mil*lete telâfi edilmeyecek bir tehlike olur.» (Emirdağ Lâhikası-II sh: 173)
Demokrat Parti hükûmetinin âkıbetini önceden bir ib*ret tablosu halinde haber veren Bediüzzaman Hazret*lerinin mezkûr yazısında dediği gibi, iki siyasî cereyanın ittifakı ile ay*nen vuku bulmuştur.
«Eğer beşer çabuk aklını başına alıp adâlet-i İlâhiye namına ve hakaik-ı İslâmiye dairesinde mah*kemeler aç*mazsa, maddî ve manevî kıya*met*ler başla*rına kopacak, anarşilere, ye’cüc ve me’cüc*lere teslim-i silah edecekler diye kalbe ih*tar edildi.» (Hutbe-i Şamiye sh: 79)
«Kuvvet kanunda olmalı. Yoksa istibdad tevzi olunmuş olur.» (Hutbe-i Şamiye sh: 79)
Cevap: Anarşi - Terör ve Bölücülük Sebeb ve Çareleri
İKTİSADÎ MES’ELELER
Medeniyet namı altında millete aşılanan fanta*ziye ve modadan doğan aşırı israf, içtimaî ah*lâkın, emniyet ve hu*zu*run bo*zulmasına kapı aç*tı*ğını beyan eden Bediüzza*man Hazretleri, soru*lan bir suale verdiği cevapta iktisad ve israf hakkında izahatta bulunur. Sual aynen şöyledir:
«Sen eskiden şarktaki bedevî aşâirde seyahat ettiğin vakit, onları medeniyet ve terakki*yata çok teşvik ediyordun. Neden kırk seneye ya*kındır medeniyet-i hâzıradan “mim’siz” diyerek hayat-ı içtimaiyeden çekildin, inzivaya sokuldun?
Elcevap: Medeniyet-i hâzıra-i garbiye, semavî kanun-u esasîlere muhalif olarak hareket ettiği için seyyiatı hasenatına, hatâları, zararları, fayda*larına râcih geldi. Medeniyetteki maksud-u hakikî olan istirahat-i umumiye ve saadet-i hayat-ı dün*yeviye bozuldu. İktisat, kanaat yerine israf ve se*fahet; ve sa’y ve hizmet yerine tembellik ve istira*hat meyli galebe çaldığından, biçare beşeri hem gayet fakir, hem gayet tembel eyledi. Semavî Kur’ân’ın kanun-u esasîsi, ‘leyse lil insani illâ mâ seâ’([18]) ‘külû veşrebû velâ tüsrifû’([19]) ferman-ı esasîsiyle, “be*şerin saadet-i hayatiyesi, iktisat ve sa’ye gayrette olduğunu ve onunla beşerin havas, avâm tabakası birbiriyle barışabilir” diye Risale-i Nur bu esası izaha binaen, kısa bir iki nükte söyleyeceğim:
Birincisi: Bedevîlikte beşer üç dört şeye muhtaç oluyordu. O üç dört hâcâtını tedarik etmeyen, on adette ancak ikisiydi. Şimdiki garp medeniyet-i zâlime-i hâzırası, su-i istimâlât ve israfat ve heve*satı tehyiç ve havâic-i gayr-ı zaruriyeyi, zarurî hâ*catlar hükmüne getirip görenek ve tiryakilik cihe*tiyle, şimdiki o medenî insanın tam muhtaç ol*duğu dört hâcâtı yerine, yirmi şeye bu zamanda muhtaç oluyor. O yirmi hâcâtı tam helâl bir tarzda tedarik edecek, yirmiden ancak ikisi olabilir; on sekizi muhtaç hükmünde kalır. Demek, bu me*deniyet-i hâzıra insanı çok fakir ediyor. O ihtiyaç cihetinde beşeri zulme, başka haram kazanmaya sevk etmiş. Biçare avâm ve havas tabakasını da*ima mübarezeye teşvik etmiş. Kur’ân’ın kanun-u esasîsi olan “vücub-u zekât, hurmet-i riba” vası*tasıyla avâmın havassa karşı itaatini ve havassın avâma karşı şefkatini temin eden o kudsî kanunu bırakıp burjuvaları zulme, fukaraları isyana sevk etmeye mecbur etmiş. İstirahat-i beşeriyeyi zîr ü zeber etti.
İkinci nükte: Bu medeniyet-i hâzıranın harika*ları, beşere birer nimet-i Rabbaniye olmasından, hakikî bir şükür ve menfaat-i beşerde istimali ik*tiza ettiği halde, şimdi görüyoruz ki, ehemmiyetli bir kısım insanı tembelliğe ve sefahete ve sa’yi ve çalışmayı bırakıp istirahat içinde hevesatı dinle*mek meylini verdiği için, sa’yin şevkini kırıyor. Ve kanaatsizlik ve iktisatsızlık yoluyla sefahete, israfa, zulme, harama sevk ediyor.
Meselâ, Risale-i Nur’daki Nur Anahtarının de*diği gibi, radyo büyük bir nimet iken, maslahat-ı beşeriyeye sarf edilmekle bir mânevî şükür iktiza ettiği halde, beşte dördü hevesata, lüzumsuz, mâlâyâni şeylere sarf edildiğinden, tembelliğe, radyo dinlemekle heveslenmeye sevk edip sa’yin şevkini kırıyor. Vazife-i hakikiyesini bırakıyor.
Hattâ çok menfaatli olan bir kısım harika vesait, sa’y ve amel ve hakikî maslahat-ı ihtiyac-ı beşeri*yeye istimali lâzım gelirken, ben kendim gördüm, ondan bir ikisi zarurî ihtiyâcâta sarf edilmeye mu*kabil, ondan sekizi keyif, hevesat, tenezzüh, tem*belliğe mecbur ediyor. Bu iki cüz’î misale binler misaller var.
Elhasıl: Medeniyet-i garbiye-i hâzıra, semavî dinleri tam dinlemediği için, beşeri hem fakir edip ihtiyacatı ziyadeleştirmiş. İktisat ve kanaat esasını bozup israf ve hırs ve tamahı ziyadeleştir*meye, zulüm ve harama yol açmış.
Hem beşeri vesait-i sefahete teşvik etmekle, o biçare muhtaç beşeri tam tembelliğe atmış, sa’y ve amelin şevkini kırıyor. Hevesata, sefahete sevk edip ömrünü faydasız zayi ediyor.
Hem o muhtaç ve tembelleşmiş beşeri, hasta etmiş. Su-i istimal ve israfatla yüz nevi hastalığın sirayetine, intişarına vesile olmuş.
Hem üç şiddetli ihtiyaç ve meyl-i sefahet ve ölümü her vakit hatıra getiren kesretli hastalıklar ve dinsizlik cereyanlarının o medeniyetin içlerine yayılmasıyla intibaha gelip uyanmış beşerin gözü önünde ölümü idam-ı ebedî suretinde gösterip her vakit beşeri tehdit ediyor, bir nevi cehennem azâbı veriyor.
İşte bu dehşetli musibet-i beşeriyeye karşı Kur’*ân-ı Hakîmin dört yüz milyon talebesinin intiba*hıyla ve içinde semavî, kudsî kanun-u esasîleriyle bin üç yüz sene evvel gösterdiği gibi, yine bu dört yüz milyonun kendi kudsî esasî kanunlarıyla be*şerin bu üç dehşetli yarasını tedavi etmesini; ve eğer yakında kıyamet kopmazsa, beşerin hem sa*adet-i hayat-ı dünyeviyesini, hem saadet-i hayat-ı uhreviyesini kazandıracağını; ve ölümü, idam-ı ebedîden çıkarıp âlem-i nura bir terhis tezkeresi göstermesini; ve ondan çıkan medeniyetin meha*sini, seyyiatına tam galebe edeceğini; ve şimdiye kadar olduğu gibi dinin bir kısmını, medeniyetin bir kısmını kazanmak için rüşvet vermek değil, belki medeniyeti ona, o semavî kanunlara bir hizmetkâr, bir yardımcı edeceğini, Kur’ân-ı Mu’*cizi’l-Beyânın işârât ve rumuzundan anlaşıldığı gibi, rahmet-i İlâhiyeden şimdiki uyanmış beşer bekliyor, yalvarıyor, arıyor!» (Emirdağ Lâhikası-II sh: 99)
Cevap: Anarşi - Terör ve Bölücülük Sebeb ve Çareleri
ANARŞİ VE BÖLÜCÜLÜGE KARŞI ÇARELER YARDIMLAŞMA İHTİYACI
«Heyet-i içtimaiyenin hayatını koruyan intiza*mın en büyük şartı, insanların tabakaları ara*sında boşluk kal*mamasıdır. Havas kısmı avam*dan, zengin kısmı fu*karadan hatt-ı muva*sa*layı kesecek derecede uzaklaş*mamaları lâ*zımdır. Bu tabakalar arasında muvasalayı te’*min eden, zekât ve muavenettir. Halbuki vücub-u zekât ile hurmet-i ri*baya müraat etmedik*lerin*den, ta*bakalar arası gittikçe gerginleşir, hatt-ı muvasala kesi*lir, sıla-i rahim kalmaz. Bu yüz*dendir ki, aşağı tabaka*dan yukarı tabakaya ihti*ram, itaat, muhabbet yerine ihtilâl sadaları, ha*sed bağırtıları, kin ve nefret vavey*lâ*ları yükse*lir. Kezalik yüksek tabakadan aşağı taba*kaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateş*leri, ta*hak*kümler, şimşek gibi tahkirler yağıyor.» (İşarat-ül İ’caz sh: 44)
«Bütün muavenet ve yardım nevilerini hâvi olan zekât hakkında, sahih olarak Resul-i Ekrem Aley*hissalâtü Vesselâmdan ‘ezzekatü kantaratü’l İslâmi’([20]) hadis-i şerifi mervidir. Yani, Müslümanların birbirine yardımları, ancak zekât köprüsü üzerinden geç*mekle yapılır. Zira yardım vasıtası zekâttır. İnsan*ların heyet-i içtimaiyesinde intizam ve asayişi te*min eden köprü, zekâttır. Âlem-i beşerde hayat-ı içtimaiyenin hayatı, muavenetten doğar. İnsanla*rın terakkiyatına engel olan isyanlardan, ihtilâl*lerden, ihtilâflardan meydana gelen felâketlerin tiryakı, ilâcı, muavenettir.
Evet, zekâtın vücubu ile ribanın hurmetinde bü*yük bir hikmet, yüksek bir maslahat, geniş bir rahmet vardır.
Evet, eğer tarihî bir nazarla sahife-i âleme baka*cak olursan ve o sayfayı lekelendiren beşerin me*sâvisine, hatâlarına dikkat edersen, heyet-i içti*maiyede görünen ihtilâller, fesatlar ve bütün ah*lâk-ı rezilenin iki kelimeden doğduğunu görürsün.
Birisi: “Ben tok olayım da, başkası açlığından ölürse ölsün, bana ne!”
İkincisi: “Sen zahmetler içinde boğul ki, ben ni*metler ve lezzetler içinde rahat edeyim.”
Âlem-i insaniyeti zelzelelere maruz bırakmakla yıkılmaya yaklaştıran birinci kelimeyi sildiren an*cak zekâttır.
Nev-i beşeri umumî felâketlere sürükleyen ve bolşevikliğe sevk edip terakkiyatı, asayişi mahve*den ikinci kelimeyi kökünden kesip atan, hurmet-i ribadır.» (İşarat-ül İ’caz sh: 44)
«Su-i istimalat o dereceye vardı ki: Bir serma*ye*dar kendi yerinde oturup, bankalar vasıtasıyla bir günde bir milyon kazandığı halde, bir biçare amele sa*bahtan akşama kadar taht-el arz ma*denlerde çalışıp kût-u lâyemût dere*cesinde on kuruşluk bir ücret kaza*nıyor. Şu hal, müdhiş bir kin, bir iğbirar verdi ki, avam tabakası havassa ilân-ı is*yan etti. Şu asrın tabiriyle sosyalistlik, bolşeviklik suretinde evvel Rusya’yı zîr ü zeber edip geçen harb-i umumîden isti*fade ederek her yerde kök saldılar.» (Osm.Mektubat sh: 582)
«Eskiden ekser İslâm aç değildi, tereffühe ihti*yar vardı. Şimdi açtır, telezzüze ihtiyar yoktur.» (Mektubat sh: 476)
«Acaba hakikat-ı İslâmiyenin binler mesailin*den yalnız zekât mes’elesi, düstur-u medeniyet ve muave*net olursa, bu belâya ve yılanın yuvası olan maişetteki müdhiş müsavat*sızlığa deva-i şâfi olmayacak mıdır? Evet en mü*kemmel ve bozulmaz bir deva olacaktır.» (Muhakemat sh: 43)
Cevap: Anarşi - Terör ve Bölücülük Sebeb ve Çareleri
KOMÜNİZMİN KARŞISINDA RİSALE-İ NUR
Komünizmin en dehşetli iki hususiyeti vardır:
Biri: Allah’ı, maneviyatı, manevî değerleri ve ahlakî esasları inkâr eden ateistliği ve materya*listliğidir.
İkincisi: Ferd mülkiyetini ve hiçbir hürriyet hakkını tanımayan ve idareciler zümresi dikta*törlüğü olan aşırı dev*letçiliğidir.
Komünizmin merkezi sayılan Rusya, aşırı dev*letçi*liğini mecburiyetle zayıflatmış, fakat din*sizliğini terketmiş olduğu hak*kında henüz ha*berler işitilmemiştir. Belki açık dinsizli*ğini, daha dehşetli olan nifak şekline çevirmiş olabi*lir.
Nitekim Emirdağ Lâhikası’nın 58. sahife*sinde 1946’lerde ya*zılan mek*tubda, yani 1946’ten sonra, hem aynı eserin 21. sa*hifesine göre elli sene sonra yani 1996’lerde, medeniyet dün*ya*sında deccalane bir vahşet doğa*cağını, aynı ese*rin 249. sa*hifesinde de gelecek müdhiş belâlar ve anarşiliğe karşı Risale-i Nur’un çare olarak resmen neşredilmesi gerektiğini ve Mektubat eserinin 56. sahifesinde ikinci cereyan, yani ge*niş dairedeki dinsizlik cereyanı intişar ede*rek pek kuvvetli görüneceği zaman İslâm ve İsevî ittifakının kuvvetiyle mu*ka*bele edilece*ğini bildiren beyanlar gibi, Risale-i Nur’un ikaz ve ihbarları gösteriyor ki; iman ve küfür müca*delesi ciddiye*tini koru*maktadır ki, müteyakkız bulunmayı gerekti*rir.
Hem bu sebepledir ki, Risale-i Nur’da Komünizm ve if*sad cereyanlarına karşı ikaz eden ve Risale-i Nur’un maksad ve vazi*fesini bildiren be*yanlar vardır. Bu beyan ve ikazlar*dan birkaçı şöyledir:
«Kur’an-ı Hakîm’in sırr-ı hakikatıyla ve i’cazı*nın tılsımıyla, benim ve Risale-i Nur’un proğ*ramımız ve mesleği*miz ve bilfiil semeresini gördüğümüz ve çalıştı*ğımız ve gaye-i hareketi*miz ve hedefimiz, ölümün idam-ı ebedîsinden iman-ı tahkikî ile bîçareleri kur*tarmak ve bu mübarek milleti de her nevi anarşilikten muha*faza etmektir.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 28)
«Biz, bütün kuvvetimizle anarşiliğe bir sedd-i Zülkarneyn gibi, bir sedd-i Kur’anî te’si*sine ça*lışıyo*ruz. Bize ili*şenler, anarşilik ve belki ko*mü*nistliğe ze*min ih*zar ediyorlar.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 31)
Bu feci durum karşısında resmî makamlar hal çaresini aramak için kendisiyle istişare etme*leri gerekirken, aksine mah*kemelere vermekle or*taya konan çok garip muameleyi Bediüzzaman şöyle ifade eder:
«Hem beklerdim ki; “vatanımızda anarşiliğe inkı*lâb eden komünist tehlikesine karşı Nur*ların hizmeti ne dere*cededir ve bu mübarek va*tan bu deh*şetli seye*landan nasıl muhafaza edi*lecek?” gibi dağ misillü mes*’elelerin sorulma*sı*nın lüzumu varken, sinek kanadı ka*dar ehem*miye*ti olmayan ve hiç bir me*dar-ı mes’uliyet olmayan cüz’î ve şahsî ve garazkârların ifti*ra*larıyla habbe, kubbeler yapılmış mes’eleler için bu ağır şerait altında hiç ömrümde çekmediğim bir perişani*yetime sebebiyet verildi. Bize üç mahkemenin sorduğu ve be*raet verdiği aynı me*s’elelerden ve âdi ve şahsî bir-iki mes’ele için manasız sualler edildi.» (Şualar sh: 377)
«Halbuki din terbiyesi olmasa, Müslü*manlarda istibdad-ı mutlak ve rüşvet-i mutlaka*dan başka çare olamaz. Çünki nasıl bir Müslüman, şim*diye kadar ha*kiki Yahudi ve Nasrani olmaz belki dinsiz olur, bütün bütün bozulur. Öyle de bir Müslüman, bolşevik ola*maz. Belki anar*şist olur, daha istibdad-ı mutlaktan başka idare edilmez.» (Şualar sh: 516)
“Ne Komünistlik, ne de İslâmiyet; biz orta bir yol*dan gideriz, medeni bir hayat yaşarız” gibi bir iddianın asılsız*lığını Bediüzzaman Hazretleri şöyle beyan eder:
«Küfür ile iman ortası yoktur. Bu mem*lekette İslâmiyet’e karşı komünist mücadelesi or*tası olamaz. Sağ ve sol, ortası üç meslek icab et*tirir. Eğer İngiliz, Fransız deseler hakları var. Sağ İslâmiyet, sol komü*nistlik, ortası da Nasraniyet diyebilirler. Fakat bu va*tanda küfr-ü mutlaka karşı iman ve İslâmiyet’ten başka bir din, bir mezheb ola*maz. Olsa, dini bırakıp komünist*liğe girmektir. Çünki hakiki bir müslüman hiçbir zaman Yahudi ve Nasrani olamı*yor. Olsa olsa dinsiz olup tam anarşist olur.» (Emirdağ Lâhikası-II sh: 59)
«Şimdi fen ve felsefenin dalâlet kısmı; yani Kur’anla barışmayan, yoldan çıkmış, Kur’ana muhale*fet eden kısmı, küfr-ü mutlakı komünist*ler tarzında neşre başladılar. Komünistlik per*desin*de anarşistliği netice verecek bir surette münafıklar, zındıklar vasıta*sıyla ve bazı müfrit dinsiz siyasetçiler vası*tasıyla neşir ile aşılan*maya başlandığı için; şimdiki hayat, dinsiz ola*rak kabil değildir, yaşamaz. “Dinsiz bir millet yaşa*maz” hükmü bu noktaya işarettir. Küfr-ü mut*lak ol*duğu zaman, hakikat-ı halde yaşan*maz. Onun için Kur’an-ı Hakîm, bu asırda bir mu’cize-i maneviyesi ola*rak Risale-i Nur şa*kirdlerine bu dersi vermiş ki; küfr-ü mutlaka, anarşistliğe karşı sed çeksin. Hem çekmiş. Evet Çin’i, hem yarı Avrupa’yı ve Balkan’ları istilâ eden bu cereyana karşı bizi muhafaza eden Kur’an-ı Hakîm’in bu der*sidir ki; o hücuma karşı sed çek*miş, bu suretle o tehlikeye karşı çare bulmuştur.
Cevap: Anarşi - Terör ve Bölücülük Sebeb ve Çareleri
İSLÂMİYETTEN ÇIKAN BİR MÜSLÜMAN, ANARŞİST OLUR
Demek bir müslüman mümkün değil, başka bir dine girip, ya Hristiyan ve Yahudi, husu*san bol*şevik gibi ol*mak… Çünki bir İsevî müslü*man olsa, İsa Aleyhisselâm’ı daha ziyade sever. Bir Musevî müslü*man olsa, Musa Aleyhisselâm’ı daha ziyade sever. Fakat bir müslüman, Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm’ın zinci*rinden çıksa, di*nini bıraksa, daha hiç*bir dine girmez, anarşist olur; ruhunda kemalâta me*dar hiçbir halet kalmaz. Vicdanı tefes*süh eder, ha*yat-ı içti*maiyeye bir zehir olur.
Onun için Cenab-ı Hakk’a şükür Kur’an-ı Hakîm’in işarat-ı gaybiyesi ile kahraman Türk ve Arab milletleri içinde lisan-ı Türkî ve Arabî ile bu asrı kur*ta*racak bir mu’cize-i Kur’aniyenin Risale-i Nur na*mıyla bir dersi in*tişara başlamış. Ve onaltı sene evvel altı*yüzbin adamın imanını kurtardığı gibi, şimdi mil*yon*lardan geçtiği sabit olmuş. Demek Risale-i Nur; be*şeri anarşilikten kurtarmaya bir derece vesile olduğu gibi, İslâm’ın iki kahraman kardeşi olan Türk ve Arab’ı bir*leştirmeye, bu Kur’anın kanun-u esasî*lerini neşret*meye vesile olduğunu düşmanlar da tasdik edi*yorlar.» (Emirdağ Lâhikası-II sh: 243)
«Şimdi bu zamanda en büyük tehlike olan zen*deka ve dinsizlik ve anarşilik ve maddiyunluğa karşı yalnız ve yalnız tek bir çare var: O da Kur’anın haki*katlarına sarılmaktır. Yoksa koca Çin’i, az bir za*manda komünistliğe çe*vi*ren musibet-i beşeriye; siyasî, maddî kuvvetler ile susmaz. Yalnız onu susturan ha*kikat-ı Kur’aniyedir.» (Emirdağ Lâhikası-II sh: 54)
«…Hem İslâmiyet, sair dinlere kıyas edilmez. Bir müslüman İslâmiyetten çıksa ve dinini ter*ketse, daha hiçbir peygamberi kabul edemez; belki Cenab-ı Hakk’ı dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes şey’i tanı*maz; belki kendinde kemalâta medar olacak bir vicdan bulunmaz, te*fessüh eder.» (Mektubat sh: 438)
Cevap: Anarşi - Terör ve Bölücülük Sebeb ve Çareleri
CHP’YE MEKTUP
Yine Bediüzzaman Hazretleri takriben 1946 se*nele*rinde Halk Partisi genel sekreterine hitaben yazdığı, fakat mes’uliyet makamında bulunan devlet adamları için her za*man tazeliğini koru*yan ikaznamesinde, memleke*timize so*ku*lan Avrupa’nın se*fih medeniyetine bedel, cemiyeti*mizde İslâmî hayat tervic edilmezse, Türk mil*letinin parça parça olmasına sebebiyet verilece*ğini şöyle beyan eder:
«Bin seneden beri âlem-i İslâmiyeti kahraman*lığı ile memnun eden ve vahdet-i İslâmiyeyi muhafaza eden ve âlem-i beşeriyeti, küfr-ü mut*laktan ve dalâlet*ten şanlı bir surette kurtulma*sına büyük bir vesile olan Türk Milleti ve Türkleşmiş olanların din kardeş*leri; eğer şimdi, eski zaman gibi kahra*mancasına Kur’ana ve hakaik-ı imana sahib çıkmazsanız ve sizler gibi ehl-i hamiyet, eskide yanlış bir su*rette ve din za*rarına me*deniyetin propagandası ye*rinde doğru*dan doğruya ha*kaik-ı Kur’aniyeyi ve imaniyeyi tervice ça*lışmazsanız, size kat’i*yen haber veri*yorum ve kat’î hüccetlerle isbat ederim ki; âlem-i İslâmın muhabbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adavet ve şimdi âlem-i İslâmı mahva çalı*şan küfr-ü mut*lak al*tındaki anarşiliğe mağ*lub olup, âlem-i İslâmın kal’ası ve şanlı ordusu olan bu Türk Milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şima*lî*den çıkan dehşetli ejderhanın istila etmesine sebebiyet verecek.
Evet hariçte iki dehşetli cereyana karşı bu kah*raman millet, Kur’an kuvvetiyle dayanabilir. Yoksa küfr-ü mut*lakı, istibdad-ı mutlakı, sefa*het-i mutlakı ve ehl-i namusun serve*tini serseri*lere ibahe etmesini âlet ederek dehşetli bir kuv*vetle gelen bir cereyanı durdu*ra*cak; ancak İslâmiyet hakikatıyla mez*colmuş, ittihad etmiş ve bütün mazideki şerefini İslâmiyette bulmuş bu millet dayanabilir. Bu milletin hamiyetper*verleri ve milliyetperverleri, herşeyden ev*vel bu mümtezic, müt*tehid milliyetin can damarı hükmünde olan hakaik-ı Kur’aniyeyi terbiye-i medeniye ye*rine esas tutmak ve düstur-u hareket yap*makla o ce*reyanı durdurur inşâal*lah.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 218)
Demek millî müşterekiyetin esası olan imanî şuur ve İslâmî hayat za’fa uğratılsa, millet grup grup olup parçala*nır.
«Hem bir müslüman, başka milletler gibi değil. Eğer dinini bıraksa anarşist olur, hiçbir kayıd altında kalamaz; istibdad-ı mutlaktan, rüşvet-i mutlaktan başka hiçbir terbiye ve tedbirle idare edilmez. Bu haki*katın çok hüc*cetleri, çok misal*leri var. Kısa kesip sizin zekâve*tinize havale ediyorum.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 219)
«Sizler ey ehl-i siyaset ve hükûmet! Evham edip bizlerle uğraşmayınız. Bil’akis teshilât göster*meniz lâ*zım. Çünki hizmetimiz, emniyet ve hürmet ve merha*meti te’sis ile hem âsâyişi, hem inzibatı, hem hayat-ı iç*timaiyeyi anarşilikten kurtarmağa çalışıp, sizin ha*kikî vazifenizin temel taşlarını tesbit ediyor, takviye ve te’*yid ediyor.» (Kastamonu Lâhikası sh: 137)
Cevap: Anarşi - Terör ve Bölücülük Sebeb ve Çareleri
ANARŞİ VE DİNSİZLİĞE KARŞI KOYACAK, ANCAK İTTİHAD-I İSLÂM KUVVETİDİR
Komünist ve Masonluk gibi cereyanlar anar*şizmi ne*tice verdiğini ve buna karşı çare olarak şeair-i İslâmiyeyi ihya ve itti*had-ı İslâma isti*nad etmek gerektiğini Demokrat Parti Hükûmetine ihtar ederken, bütün vatan*sever va*zife*darlara da hitab eden Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
«Şimdi milletin arzusuyla şeair-i İslâmiyenin ser*bestiyetine vesile olan Demokratlar, hem mevkilerini muha*faza, hem vatan ve milletini memnun etmek çare-i yegânesi; ittihad-ı İslâm cereyanını kendine nokta-i istinad yap*mak*tır. Eski zamanda İngiliz, Fransız, Amerika siya*setleri ve menfaatleri buna muarız ol*makla mani olurdular. Şimdi menfaatleri ve siyaset*leri buna muarız değil; belki muhtaçtırlar. Çünki komü*nistlik, masonluk, zındıklık, din*sizlik; doğru*dan doğ*ruya anarşistliği intac edi*yor. Ve bu dehşetli tahrib edicilere karşı, ancak ve ancak hakikat-ı Kur’aniye et*rafında ittihad-ı İslâm dayanabilir. Ve beşeri bu tehli*keden kur*tarmağa vesile olduğu gibi, bu vatanı is*tila-yı ecanibden ve bu milleti anarşilikten kurtaracak yal*nız odur. Ve bu hakikata binaen Demokratlar bütün kuv*vet*leriyle bu hakikata istinad edip komünist ve mason*luk cereyanına karşı vaziyet almaları zaruridir.» (Emirdağ Lâhikası-II sh: 24)
Bu gizli muarızlar, çeşitli bahaneler uydurarak bir kı*sım makam sahiplerini aldatıp Risale-i Nur aleyhine çevir*mek ister*ler. Evet:
«Risale-i Nur’a perde altında hücum eden, ec*nebi parmağıyla bu vatandaki milletin en büyük kuvveti olan Âlem-i İslâm’ın teveccühünü ve mu*habbetini ve uhuvvetini kırmak ve nefret verdirmek için siyaseti dinsizliğe âlet ederek perde altında küfr-ü mutlakı yer*leştirenler*dir ki, hükûmeti iğfal ve adli*yeyi iki def’adır şaşır*tıp, der: “Risale-i Nur ve Şakirdleri, dini siya*sete âlet eder, emniyete zarar ihtimali var.”
Hey bedbahtlar! Risale-i Nur’un, gerçi siyasetle alâkası yoktur; fakat küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutla*kın altı olan anarşiliği ve üstü olan istibdad-ı mutlakı esasıyla bozar, reddeder.
Emniyeti, asayişi, hürriyeti, adâleti te’min etti*ğine yüzer hüccetlerden biri, bu müdafaanamesi hük*mündeki Meyve Risalesi’dir. Bunu âlî bir heyet-i ilmiye ve içtimaiye tedkik etsinler; eğer beni tasdik etmez*lerse, ben her ce*zaya ve işken*celi idama razıyım!» (Şualar sh: 281)
Cevap: Anarşi - Terör ve Bölücülük Sebeb ve Çareleri
RİSALE-İ NUR’UN İKİ MÜHİM VAZİFESİ
«Biz, Risale-i Nur’la, bu memleketin ve istikba*li*nin en büyük iki tehlikesini def’ etmeye çalı*şıyoruz ve bilfiil çok emarelerle, hattâ mahke*mede de kısmen is*bat etmişiz.
Birinci tehlike: Bu memlekette, hariçten kuvvetli bir surette girmeğe çalışan anarşiliğe karşı sed çek*mek.
İkincisi: Üçyüz elli milyon müslüman*ların nef*ret*lerini kardeşliğe çevirmekle, bu memleketin en büyük nokta-i istinadını temin etmektir.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 128)
RİSALE-İ NUR MESLEĞİNDE ŞEFKAT VE ASAYİŞİ MUHAFAZA
«Risale-i Nur mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düstur-u hayatım olan şefkat itibariyle bir ma*suma za*rar gelmemek için, bana zulme*den canilere, değil ilişmek; hattâ beddua edemiyorum. Hattâ en şid*detli garazla bana zulmeden fâsık belki dinsiz zâlim*lere hiddet ettiğim halde değil maddî, belki beddua ile de mukabeleden beni o şef*kat men’ediyor. Çünki o zâ*lim gaddarın, ya peder ve validesi gibi ihtiyar biçare*lere veya evlâdı gibi masumlara maddî ve manevî darbe gel*memek için, o dört masumların hatırına bi*naen o zâlim gaddara ilişmiyorum. Bazan helâl edi*yo*rum.
İşte bu sırr-ı şefkat içindir ki; idare ve asayişe kat’iyen ilişmediğimiz gibi, bütün arkadaşları*mıza da o derece tavsiye etmişim ki, üç vilayetin insaflı zabıtala*rının bir kısmı itiraf etmişler ki: “Bu Nur şakirdleri manevî bir zabı*tadır; idare ve asayişi muhafaza ediyor*lar.” dedikleri ve bu hakikata binler şâhid ve yirmi sene hayatıyla tasdik ve binler şakirdlerin de zabı*taca hiçbir vukuat kaydetmemesi ile tasdik ve te’yid ettik*leri halde, o biçare adamın ihtilâlci ve in*safsız bir ko*miteci gibi menzilini basmak ve insafsız adamlar ona ihanet etmek ve menzilinde bir şey bulama*makla be*raber, yüz cinayeti bulunan bir adam gibi hattâ Kur’anı ve başın*daki levhala*rını evrak-ı muzırra gibi top*lamak, acaba dün*yada hangi kanun buna müsaade eder?» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 279)
«…Komünist perdesi altında anarşistliğin, em*ni*yet-i umumiyeyi bozmağa dehşetli çalışma*sına karşı; Risale-i Nur ve şakirdleri, iman-ı tahkikî kuvvetiyle bu vatanın her tarafında o müdhiş ifsadı durduruyor ve kırıyor. Emniyeti ve asayişi temine çalışıyor ki, pek çok bir kes*rette ve memleketin her tara*fında bulunan Nur talebelerin*den, bu yirmi senede alâkadar üç-dört mah*keme ve on vilâyetin zabıtaları, emniyeti ihlâle dair bir vukuatlarını bul*mamış ve kay*detmemiş. Ve üç vilâye*tin insaflı bir kısım zabı*taları demişler: “Nur talebeleri manevî bir zabı*tadır. Asayişi muhafazada bize yardım ediyor*lar. İman-ı tahkikî ile, Nur’u okuyan her ada*mın kafasında bir yasakçıyı bı*rakıyorlar. Emniyeti temine çalışıyorlar.”
Bunun bir nümunesi Denizli Hapishane*sidir. Oraya Nurlar ve o mahpuslar için yazılan Meyve Risalesi girme*siyle, üç-dört ay zarfında ikiyüz*den zi*yade o mahpuslar öyle fevkalâde itaatli, dindarane bir salâh-ı hal aldılar ki, üç-dört adamı öldüren bir adam, tahta bitlerini öl*dürmekten çekiniyordu. Tam merha*metli, za*rarsız, vatana nâfi’ bir uzuv olmaya başladı. Hattâ resmî memurlar, bu hale hayretle ve tak*dirle bakıyordular.» (Lem’alar sh: 261)
Cevap: Anarşi - Terör ve Bölücülük Sebeb ve Çareleri
İSTİKBALDE ÂLEM-İ İSLÂM
Bediüzzaman Hazretleri 1910 senelerinde ver*diği müjdeli bir ihbarında âlem-i İslâm’da “üç nur”, âlem-i kü*fürde “üç zulmet” geleceğini bil*dirir. Şöyle ki: Bediüzza*man Hazretleri o sene*lerde:
«Van’a gitmek üzere İstan*bul’dan ayrılır, Batum yoluyla Van’a gider*ken Tiflis’e uğrar. Tiflis’te, Şeyh San’an Tepesi’ne çı*kar. Dikkatle etrafı temaşa ederken yanına bir Rus po*lisi gelir ve sorar: “Niye böyle dikkat ediyorsun?”
Bediüzzaman der: “Medresemin plânını yapıyo*rum.”
O der: “Nerelisin?”
Bediüzzaman: “Bitlisliyim.”
Rus polisi: “Bu Tiflis’tir!”
Bediüzzaman: “Bitlis, Tiflis birbirinin kar*deşi*dir.”
Rus polisi: “Ne demek?”
Bediüzzaman: “Asya’da âlem-i İslâm’da üç nur birbiri arkasında inkişafa başlıyor. Sizde bir*biri üs*tünde üç zul*met inkişafa başlayacaktır. Şu perde-i müstebidane yırtılacak, takallüs edecek, ben de gelip burada medresemi ya*pa*cağım.”
Rus polisi: “Heyhat!.. Şaşarım senin ümidine?”
Bediüzzaman: “Ben de şaşarım senin aklına! Bu kışın devamına ihtimal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı vardır.”
Rus polisi: “İslâm parça parça olmuş?”
Bediüzzaman: “Tahsile gitmişler.
İşte Hindis*tan, İslâmın müstaid bir veledidir; İngiliz mek*teb-i idadî*sinde ça*lışıyor.
Mısır, İslâmın zeki bir mahdu*mudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesin*den ders alıyor.
Kafkas ve Türkistan, İslâmın iki bahadır oğullarıdır; Rus mek*teb-i harbiye*sinde talim ediyorlar. İlâ âhir…
Yahu, şu asilzade evlâd, şehadetnamelerini al*dık*tan sonra, herbiri bir kıt’a başına geçecek, muhteşem âdil pe*derleri olan İslâmiyet’in bayra*ğını âfâk-ı kema*lâtta temevvüç ettirmekle, ka*der-i ezelînin nazarında feleğin inadına, nev-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilân ede*cek*tir.”» (Tarihçe-i Hayat sh: 78)
Yukarıda zikredilen “üç nur”, “üç zulmet” ten mak*sadın ne olduğuna “İhbarat-ı istikbaliyeyi zaman tefsir eder” ka*idesiyle bakılmalıdır. Ancak bu arada Risale-i Nur’da izah edilen ve iman, hayat ve şeriatı ifade eden üç mes’ele ve üç devre; hem Nur’un iman hizmeti ve ittihad-ı İslâm ve İslâm-İsevî ittifakı olarak üç ehemmi*yetli inkişafatın tebşir-i istik*baliyesi düşünüle*bilir.
“Üç zulmet” ise, Risale-i Nur’dan “Şualar” adlı eserinde Beşinci Şua’ın 12. Mes’elesinin ikinci te’vilinde beyan olu*nan, her iki Deccal’ın üç devre-i istibdadlarına ve o istibdad*lara karşı çı*kan feveranlarla çökmelerine işaret olabilir. Meselâ, az yukarıda kaydedildiği gibi, Hindistan’ın İngilizlerin ta*hakkümü ile inti*baha gelmesi; Mısır’ın, o istib*dada karşı, mül*kiyede (siyasî ve idarî sahada) hâkimiyet ve is*tiklâliye*tine kavuşacağı; Kafkas ve Türkistan, Rus istib*dadına karşı askerî ve maddî cihad sa*hasında fe*veranla hürriyetine sahib olacağı müjdelerinin tezahürleri gö*rüldü ve daha da görülecek .. İnşaallah.....
--------------------------------------------------------------------------------
[1] el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:529-530; İbni Hibban, Sa*hih, 8:286.
[2] Hucurat Sûresi, 49:10.
[3] Buharî, Salât: 88; Edeb: 36; Mezâlim: 5; Müslim, Birr: 65; Tirmizî, Birr: 18; Nesâî, Zekât: 67; Müsned, 4:405, 409.
[4] “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarat*tık; sonra da, birbirinizi tanıyasınız diye milletlere ve kabilelere ayırdık.” Hucurat Sûresi, 49:13.
[5] Buharî, Ahkâm: 4, İmâra: 36, 37; Ebû Dâvud, Sünnet: 5; Tirmizî, Cihâd: 28, İlim: 16, Nesâî, Bey’a: 26; İbni Mâce, Cihad: 39; Müsned, 4: 69, 70, 199, 204, 205, 5:381, 6:402, 403.
[6] Fetih Sûresi, 48:26.
[7] Mâide Sûresi, 5:54.
[8] “Allah’ın dinine ve Kur’ân’a hep birlikte sım sıkı sarılın.” Âl-i İmran Sûresi, 3:103.
[9] “Mü’minler kardeştirler.” Hucurât Sûresi, 49:10.
HAŞİYE İslâmiyet milleti herşeye kâfidir. Din, dil bir ise, millet de birdir. Din bir ise, yine millet birdir.
[10] “İslâm, Câhiliyetten kalma ırkçılık ve kabileciliği ortadan kaldırmıştır. Müslüman olduktan sonra, Habeşli bir köle ile Kureyşli bir efendi arasında hiçbir fark yok*tur. “
Bu ibare, İslâmiyet öncesi câhiliye âdetlerine dönmek*ten men eden hadislerden iktibas edilmiştir. Bu mev*zuda bir çok hadis-i şerif rivayet edilmiştir. Bunlardan birisi şöyledir: vvv Manâsı: “İslâm dini kendinden önceki bâtıl olan fiil, hareket, âdet ve ina*nışları keser, kaldırır.” Buharî, Ahkâm: 4, İmâra: 36, 37; Ebû Dâvud, Sünnet: 5; Tirmizî, Cihâd: 28, İlim: 16, Nesâî, Bey’a: 26; İbni Mâce, Cihad: 39; Müsned, 4: 69, 70, 199, 204, 205, 5:381, 6:402, 403.
[11] Buharî, Ahkâm: 4, İmâra: 36, 37; Ebû Dâvud, Sünnet: 5; Tirmizî, Cihâd: 28, İlim: 16, Nesâî, Bey’a: 26; İbni Mâce, Cihad: 39; Müsned, 4: 69, 70, 199, 204, 205, 5:381, 6:402, 403.
[12] En’âm Sûresi, 6:164; İsrâ Sûresi, 17:15; Fâtır Sûresi, 35:18; Zümer Sûresi, 39:7.
[13] En’âm Sûresi, 6:164; İsrâ Sûresi, 17:15; Fâtır Sûresi, 35:18; Zümer Sûresi, 39:7.
[14] Mâide Sûresi, 5:32.
[15] “Milletin efendisi, onlara hizmet edendir.” el-Mağ*ribî, Câmiu’ş-Şeml, 1:450, Hadis no: 1668; el-Aclûnî, Keş*fü’l-Hafâ, 2:463.
[16] “Milletin efendisi, onlara hizmet edendir.” el-Mağ*ribî, Câmiu’ş-Şeml, 1:450, Hadis no: 1668; el-Aclûnî, Keş*fü’l-Hafâ, 2:463.
[17]“Allah’ım, erkek ve kadın bütün mü’minleri bağışla.”
[18] A’râf Sûresi, 7:31.
[19] Necm Sûresi, 53:39.
[20] el-Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, 1:517.