Bediüzzaman Sempozyumu 1992
TAKDİM
Bediüzzaman Said Nursî, altı bin sayfayı bulan bir külliyatın müellifidir. Doksan yıla yaklaşan ömrü boyunca (1876-1960) bu asrın meselelerine İslâm inanç ve düşüncesi açısından çözümler getirmeyi kendisine gaye ve dâvâ edinmiştir. Çağımız insanının idrakine hitap eden Risale-i Nur eserleri tamamen kendisine has bir te’lif ve tanzim metoduna sahiptir.
Bu eserlerin her birisi başlı başına bir kelâm, bir hadis veya bir fıkıh kitabı değildir. Onun eserleri, günümüz insan ve toplumlarının zihnini ve gündemini meşgul eden sorulara, Kur’ân ve hadisler kaynak alınarak cevap veren bir özelliğe sahiptir. Sorulara cevap verilirken, felsefeden politikaya, ekonomiden sosyolojiye, mantıktan tabii ilimlere kadar her ilim disiplini ile irtibat kurulmuştur. İman disiplini içinde yaşamasını mümkün kılan te’lif metodu, Risale-i Nur eserlerini, günümüz toplumlarında inanan veya inanmayan herkes için meraklı bir ilgi odağı haline getirmiştir.
Günümüz dünyasında, dine yönelme eğilimlerinin güç kazandığı bir gerçektir. Milletlerarası seviyede yapılan bütün araştırmalar bu gerçeği tasdik ediyor. 21. asırda insanlığı yönlendirmede dinlerin güçlü bir konumda olacağı şimdiden kabul ediliyor.
Dünyadaki sistemlerarası münasebetleri ve dengeleri inceleyen ilmî araştırma eserlerinin, sosyolojik ve kültürel tahlillerinde insanlığın dinî ve mânevî hayata ciddi bir eğilim halinde olduğu sonucuna varılmıştı. İnançlarla mücadele esası üzerine kurulan komünizmin silâh zoruyla ayakta durmaktan başka bir özelliği bulunmadığının anlaşılması ve hükmettiği insanları maddî manevî sefaletle başbaşa ve ortada bırakması, dine yöneliş hızını, beklenenin de ötesinde arttırmıştır. Bu noktada düşünen kafalara düşen iş, bu gelişmenin yolunu kesmek değil, onunla anlaşıp uzlaşma olmalıdır.
Batı sistemi ise, insanı kontrol edemeyişinin maddî ve mânevî sonuçlarına katlanmak zorunda kalmıştır. Sanayi toplumlarının içine düştüğü bunalımlar ve hastalıklar bunun neticesidir. Kimliğinde önemli bir özellik olarak hürriyetçilik damgası taşıyan Batı sisteminin bazı bölgelerdeki etnik çatışmalara ve uluslararası teröre karşı etkisiz kalması ve hattâ örtülü bir destek vermesi, bu sistemin yetersizliğinin başka bir boyutudur.
Sağduyusunu ve hakkaniyet duygularını kaybetmemiş olan insanlığın nazarları genel bir barışın dünyaya hükmetmesi beklentisi içindedir. Bunu sağlayacak inanç ve düşünce potansiyelinin ancak dinde ve mânevî değerlerde bulunabileceği inancı, haklı olarak güçlenmeye devam ediyor.
Güçlenen dine yöneliş eğilimlerinin gerçek muhatabı acaba hangi din olacaktır?
Bilhassa 1970'li yıllardan itibaren dünya kamuoyunun dikkatleri, İslâmın yeniden canlanışı ve yükselişi gerçeğine çevrildi. Tanınmış Batılı yayın organları İslâmın yükselişini konu alan yayınlara son yirmi yıl içinde artan bir ilgi ile yer verdiler. Bu yöndeki yayınlar son yıllarda daha da yoğunlaşarak devam ediyor. Buradan, denilebilir ki, güçlenen dine yöneliş eğilimlerinin gerçek sahibi ve muhatabı İslâmiyet olacaktır. Bu gerçeğe asrın ilk yıllarında işaret eden Bediüzzaman şunları söylüyordu:
“Biz Müslümanlar, bürhana tâbi oluyoruz, akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efratları gibi ruhbanları taklid için bürhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinat eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’ân hükmedecek.” (Hutbe-i Şâmiye, s. 23)
Çünkü onun ifadesiyle İslâmiyet insanlığın yapısına en uygun fıtrat dinidir.
Günümüz insanının boşalan inanç dünyasına ancak fıtrat dini olan İslâmiyetin girebileceğine inanan Bediüzzaman, İslâmiyeti asrın idrakine uygun bir mantık ve üslûp dokusu içinde inceledi. Bugünün insanını nazara alarak yorum ve açıklamalar getirdi. Dinî değer ve düşüncelerle bütünleşmenin her insan için yaratılış gereği olduğunu isbata dayalı bir metod ve üslûpla ortaya koydu.
Dünyanın tanınmış üniversitelerinde görevli, çok değerli yerli ve yabancı ilim adamları, bu topraklarda doğup büyümüş bir âlimin eserlerinin tahlilini yaptılar ve onun görüşlerini ele aldılar.
Bugün Türkiye’den dünya inanç ve fikir hayatına Bediüzzaman’ın görüşleriyle aydınlık bir pencere açılıyor. Bu tebliğler Türkiye’nin gerçek kimliğini takdim ve dışa tanıtılmasında yeni bir dönüm noktası olarak kabul edilmelidir. Bediüzzaman’ın şu ifadeleri bu gerçeği çok açık olarak ortaya koyuyor:
“Size kat’iyyen ve çok emarelerle ve kat’i kanaatimle beyan ediyorum ki, gelecek yakın zamanda bu vatan, bu millet ve bu memleketteki hükümet, âlem-i İslâma ve dünyaya karşı gayet şiddetle Risale-i Nur gibi eserlere muhtaç olacak; mevcudiyetini, haysiyetini, şerefini, mefahir-i tarihiyesini onun ibrazıyla gösterecektir.”
Dünyanın çeşitli üniversitelerinden gelen ve Risale-i Nur üzerinde çalışmalarıyla tanınan değerli ilim ve fikir adamları, asrımızda İslâmın yeniden yapılanması konusunda, Bediüzzaman’ın görüşleri ışığında önemli tespit ve tekliflerde bulundular.
Nesillerin, Batının tercüme kültürüyle yetiştirilmeye çalışıldığı dönemlerde, İslâm inanç ve düşüncesinin terki mümkün olmayan değerler manzumesi olduğunu eser ve hizmetleriyle ispat eden ve bunu topluma mal eden Bediüzzaman hakkında kaleme alınmış olan bu tebliğlerin fikir dünyamıza yeni ufuklar açacağını ümit ediyoruz.
Bu tebliğler, 27-29 Eylül 1992 tarihinde İstanbul İlim ve Kültür Vakfı tarafından tertiplenen “İslâm Dünyasının 20. Asırda Yeniden Yapılanması ve Bediüzzaman Said Nursî” konulu milletlerarası sempozyumda, İstanbul’da Atatürk Kültür Merkezi ve Mim Hotel salonlarından sunulmuştur.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1992
KOLLEKTİF HAFIZA VE ŞUUR
Prof. Dr. ŞERİF MARDİN
(American Üniversitesi, Washington D.C. - ABD)
Bediüzzaman'ın sosyolojik derinliği ve başarısı, İslâmın zengin dinî ve kültürel
dağarcığını anlamış olmasında toplanır.
Herşeyden önce Bediüzzaman Said Nursî konusuna ne şekilde eğildiğimi belirtmek isterim. Her insan belli bir konuya yaklaşmada bu olayları kendine özgü bir görüş açısından değerlendirir. Bu görüş açısının özelliklerini önceden ortaya koymak, bir bilimsel âdâb meselesi olduğu kadar dinleyici ya da okuyucuyu uyarma fonksiyonu da görür. Önce bu bilimsel ödevi en açık bir şekilde ortaya koymam gerektiğinden bu konuda bir açıklamayla başlayacağım.
Vahiy ya da ilham yoluyla şekillenen her dinî girişimde iki eksen bulmak mümkündür. Bir taraftan İlâhî varlığın mevcudiyeti ve kâinata koyduğu düzenle ilgili emirler ve bilgiler sadır olur, diğer taraftan insanların bunları yerine getirmeleri istenir. Ancak, genelde insanlar kendilerine verilen ve bir ideali temsil eden mesajı kusursuz olarak tatbik mevkiine koyamazlar. Bunun sebeplerinden biri, vahyin nâzil olduğunda anlaşılmasından çok hatırlanmasının gerektiği keyfiyetidir. Vahiy nâzil olduğu sırada söylenir, duyulur, ifade edilir ve tekrarlanır. İncelenmesi, anlatılması ve anlaşılması daha bahis konusu değildir. Vahiydeki mesajın anlaşılması ve yorumlanması bir ikinci aşamada başlar. Örneğin Peygamberin Allah kelâmını söyleyicisi safhası birinci safhadır, bu safhadan hemen sonra daha insânî bir kisveyle kelâmullahın başkalarına anlamını aktarması ikinci safhadır. Mesajın mü’minlerce anlaşılması üçüncü bir safha teşkil eder. Mü’minler mesajı kendi insanlıklarının sınırlarının içinden anladıklarından zorunlu olarak mesajın hükmüne nüfuz edemezler. Kısaca, mesajın kendisinin mahiyetiyle insanların onu anlamalarının şekilleri farklıdır. Bediüzzaman’ın Kur’ân’ın icâzı (yani esrarlı derinlikleri) hakkındaki sözleri ve diğer taraftan mesajın herkesçe aynı derinlikle anlaşılmadığı konusunda devamlı olarak söyledikleri mesajla tatbikat arasındaki farkı pek güzel anlatır.
İlâhî mesajın bu safhalarını hatırda tutarsak, bunların iki ayrı bilim alanı oluşturduğunu görürüz. Mesajın salt dinî bir söylem olarak taşıdığı anlamları tahlil eden bilim dalı bunların birincisidir. Bu bilim dalının Batı dillerinde adı “teoloji”, İslâmi ilimlerde ise-yaklaşık bir anlamda-bilim dalının adı “fıkıh”dır. Buna karşılık insanların İlâhî mesaja kendilerince maletmeleri sırasında insanlıklarından ve de topluluklar halinde yaşamalarından dolayı İlâhî mesaja verdikleri-bazan beklenmedik- şekillerin incelenmesi ikinci bir bilim dalının alanıdır. Bu bilim dalının adı “din sosyolojisidir.” Weber diliyle, din sosyolojisi, “din taşıyıcılarının” dine getirdikleri şeklin incelenmesidir.
Bir örnek vermek gerekirse, İslâmda “tevhid” konusu teoloji alanına giren bir konudur. Diğer taraftan medreselerin başlangıçta az çok amatörce bir sistem oluştururken zamanla gittikçe profesyonelleşmelerinin incelenmesi bir din sosyolojisi konusudur.
Benim Bediüzzaman Said Nursî’ye yaklaşımım kendi akademik alanım olan din sosyolojisi açısından olmuştur. Örneğin, Bediüzzaman’ın, mücedditlik hareketinin ne oranda bir yansıması olduğu, başlangıçta fikirlerini yayan kimselerin toplumsal menşeinin ne olduğu ve Bediüzzaman’ın fikirlerinin bunlar için aradıkları nasıl yeni bir dünya görüşünü temsil ettiği, karşılaştığı siyasi ortamın kendisini nasıl etkilediği, bütün bunlar din sosyolojisi alanı içine girer ve benim incelediğim konulardır.
En genel anlamda, Bediüzzaman’ın fikirlerinin kendi devrinin ekonomik, sosyal ve siyasi koşullarıyla nasıl şekillendiği, kendi görüş açım bakımından önem kazanan problemler olmuştur. Gene de sanırım bu arayışlarım din âlimleri için tamamen faydasız olmamış, bir Nur âlemine Bediüzzaman’ın izleyecilerinin davranışlarının bir yönünü açıklarken, belki de bu âlemin ulemasına fazladan küçük bir anahtar sunmuş olabilirim.
Mazi ile bağ ve kimlik sorunu Açış toplantımızda ise, Bediüzzaman’ın fikirlerinin önemli bir sosyolojik soruna getirmiş olduğu katkıyı incelemek istiyorum. O da mazi ile olan bağ ve kimlik sorunudur.
Her topluluk geçmişle olan çizgisini hatırlarda taze tutmak mecburiyetindedir. Dün, bugünün anlaşılması için zaruri bir çıkış noktasıdır. Bu hatırlama ve hatırlatmanın İslâm âleminde en önemli yollarından biri, geçmişin içinde yaşamaktır. Bunun da en çarpıcı bir İslâmî şekli, ölülerinin içinde yaşamaktır. İslâmda önemli bir yer tunan ölü ziyareti, bunun İslâmca makbul olan bir şeklidir. Modern İslâmda bazılarınca kınanan bu ziyaretler aslında tarihin hatırlarda bir nesiller silsilesi olarak yaşamasını sağlar.
Son zamanlarda çıkan bir doktora tezi Kahire’de 11-15. yüzyılları arasında Qarafa adıyla kocaman bir evliyalar şehrinin günlük hayatını derinlemesine incelemektedir. Bu tezden anladığımız, ölüleri ziyaretin mü’minler için hem soluk alma, dinini hüzünle değil, sevinç ve ümitle yaşama, insanlararası bağları güçlendirmeyi sağladığıdır.
Ziyaret âdâbı Müslümanların daha serbest bir hava içinde birbirleri ile konuşmalarını sağladığı oranda cemaatin ve ümmetin devamlılığını sağlayan bir destek olmuştur.
Diğer yönden, ziyaretler kollektif vicdan ve hafızayı fertlerin daha geniş bir anlama, ölülerinin şan ve şerefine bağlamak suretiyle tutmuştur. 20. yüzyıl makine medeniyeti de İslâmî ümmetin kollektif hafızasını dağıtmakla Bediüzzaman’ın üzerinde devamlı durduğu problem ortaya çıkmıştır. O da Müslümanların kimlik problemidir. Makine medeniyetiyle birlikte gelişen bu tür milliyetçilik de Müslümanların geçmişle olan bağlarını geciktirme maharetini sergilemiştir. Evliyaların yerine çok daha eskilerde yaşayan Oğuz Kağan’ı koyan bu anlayış, çağdaş vatandaşın zengin İslâmî dağarcığının yerine abstre, toplumumuz için müphem bir mefhum koymuştur.
Bediüzzaman’ın sosyolojik derinliği ve başarısı bu durumda İslâmın zengin dinî ve kültürel dağarcığının yerini hemen anlamış olmasında toplanır. Zira gene Qarafa örneğinde görüldüğü gibi, bu mahallenin sağladığı yalnız bir ziyaret protokolü değil, kişi kimliğinin gizli yapısında yaşayan bediî zenginliği yaratması olmuştur. Bu bediî zenginlik bir bütün olarak Müslümanın günlük hayatı ile uyum halindedir.
Vatandaşın “hergün”ü Qarafa’nın renkleri mü’minin evinde ve sohbetlerde ya da anlatılan halk hikâyelerinde değer verilen, beğenilen renklerdir. Qarafa’nın kokuları, gene İslam kültüründe verilen buhurdan, baharat, gül ve karanfil karışımı bir râyihadır. Duvarları ve kabirleri süsleyen yazılar tezhibin bir parçasıdır. Önemli olan, kültür, mâşeri vicdan ya da kollektif şuur adını verdiğimiz harcın bu gibi bir bediî zemin temin edildiği zaman canlı kalabildiğidir.
Türkiye’de milliyetçilik son elli yıl içinde bir Türklük şuuru telkin ettiği oranda başarılı sayılabilir. Ne var ki milliyetçiliğimizin eksik taraflarından biri, Qarafa’nın 15. yüzyılda canlı tuttuğu kültür yumağını ve sosyolojik fonksiyonunu ihmal etmiş olmasıdır. Daha genelleştirerek diyebiliriz ki, İslâmın cumhuriyet devrine kadar düzenlediği, fakat cumhuriyetin fazla ilgilenmediği bir alan, vatandaşın "hergün”ü olmuştur. İhmali, İslâmî kültürün detaylı bir şekilde işlediği bir "hergün”ü geniş çapta açık bırakmış olmasıdır. Burada kullandığım "hergün" tabiri, Michel de Certeau adında bir Fransız sosyoloğunun sosyolojiye getirdiği bir ıstılâhtır. Şöyle anlatayım: Michel de Certeau’ya göre insanların çoğunun hayatını düzenleyen ıstılâhlar "dış politika" ya da "iktisadi sistem" gibi büyük büyük ve zaten anlaşılması zor abste konular değildir. İnsanların hayatının harcını meydana getiren her günün örüntüsü ve her günü meydana getiren yüzlerce mekân, davranış, âdâb, estetik ahlâk zerrecikleridir. Bunun klâsik özelliklerinden biri Müslümanların günlük hayatını gayet iyi bilen İmam-ı Gazzali’nin bu detayları İhya’sına koyarak bir bakıma bir Müslüman "âdâb-ı muaşeret" kitabı yazmış olmasıdır.
Bediüzzaman hakkında yazdığım kitabımda Bediüzzaman’ın, Gazzali’nin aksine İslâmın muamelat, ibadat kısmı üzerinde fazla durmamış olduğu, daha çok Müslümanların kendi dinini anlamalarını sağlayacak kısımları irdelemiş olduğunu ifade etmiştim. Meselenin toplandığı ve son derece önemli saydığım bir nokta, artık çağdaş dünyada Müslümanın kendi günlük hayatında istikamet temin edecek bir “harita”ya muhtaç olması ve bunun Said Nursî tarafından anlaşılmış olmasıdır.
Bu “harita” hem geçmişle çizgisini açıklayan, hem de "şimdi"sini düzenleyen bir rehber mahiyetini taşımak mecburiyetindedir. Mısırlı Seyyid Qutb’un kitaplarını bu açıdan değerlendirmek gerekir. Yazılarında Müslümanlara toplumsal harita temin etme amacı açıkça görülmektedir. Bediüzzaman’ın fikirlerinde bir tarihsel sosyal gelişme şemasının mevcudiyetini hepimiz, sanıyorum, az çok biliyoruz. Fakat bunun yanında fikirlerinin karşılamaya çalıştığı nokta, modern Müslümanların modern toplumda kendilerine bir istikamet bulması çabalarıdır.
Said Nursî’nin bu çabalarının yalnız Kemalizmin bir boşluğunu doldurmaya yönelik olduğunu düşünmek haksızlık olur. Sorun, endüstri medeniyetinin ve rasyonalist felsefi temelinin genel problemidir. Bediüzzaman’ın devamlı olarak anlam üzerinde durması, İslâmı anlaşılması gereken bir din olarak sunması, bir bakıma bunu kendiliğinden gösterir. Fakat, yazılarında konunun bir Türkiye problemi olması yanında bir dünya problemi olduğunu anladığını gösteren bir çok örneğe rastlamak mümkündür.
Kendisini bir biyografi konusu olarak seçmiş olmam, İslâmî düşüncesinin geniş boyutları için olduğu kadar bu dünya problemini başkalarından önce anlamış olmasıdır.
____________________
1927'de İstanbul'da doğdu. 1948'de ABD'nin California eyaletindeki Stanford Üniversitesini bitirdi. Siyasal Bilgiler Fakültesine asistan olarak girdi. Burada profesör oldu. Boğaziçi Üniversitesine 1973'de geçti.
Din ve İdeoloji, Jön Türkler, Japonca’ya ve Türkçe’ye çevrilmiş eserleri ve yabancı dillerde yayınlanmış çok sayıda makalesi bulunmaktadır. Ebulula Mardin Hoca'nın yakın arkabasıdır. On yıldır mütefekkir Cemil Meriç'in tavsiyesi üzerine Bediüzzaman Said Nursî ve Nurculuk üzerinde sosyolojik çalışma ve araştırma yaparak bu eserini Religion and Social Change in Modern Türkey The Case Bediüzzaman Said Nursî adıyla 1989 Aralık ayında Amerika'da yayınladı. Bu kitabı Ekim 1992'de de Türkçeye çevrilerek Bediüzzaman Said Nursî Olayı Modern Türkiye'de Din ve Toplumsal Değişim ismiyle neşredildi. Paris, Londra ve Amerika'da Said Nursî ve Nurculukla alâkalı konferanslar vermektedir. Londra'da yayınlanan Religious Organization and Religious Experience adlı dergide “Bediüzzaman Said Nursî ve Bir Tavzifin Şekillenmesi” başlıklı bir inceleme yazısı çıkmıştır.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1992
MEVLÂNÂ’DAN BEDİÜZZAMAN’A UZANAN ÇİZGİ
Ord. Prof. Dr. ANNA MASALA
Mevlânâ, “Gel, yine gel, ne isen öyle gel” derken; Bedizzaman da, “Kim olursa olsun, madem imanı var, o noktada kardeşimizdir” diyordu.
İzin verirseniz, ilk önce sizleri selâmların en güzeliyle selâmlayayım: Esselâmü aleyküm.
Aslında her türlü selâmlama biçimi güzeldir, “Günaydın”, “Merhaba”, “Sabahlarınız hayırlı olsun” diye insanları selâmlamak güzeldir.
Maalesef bugünlerde, 20. yüzyılın sonlarına yaklaştığımızda, bir yandan kardeşlik, dinlerarası diyalog, milletlerarası barış isteniyor, diğer yandan dinler yeniden çatışıyorlar, silâh sesleri, aç insanların çığlıkları, siyasi ve psikolojik savaşın sesleri dünyanın dört bir yanından yükseliyor. Hepimizin barışa, sevgiye ihtiyacı var, onun için sizlere “Esselâmü aleyküm” diyorum. Bu hem bir selâm, hem de bir duadır.
Bugün tek tanrılı dinlerden ya da din biliminden söz etmek istemiyorum. Ayrıca burada her zamanki “Profesör” sıfatıyla da bulunmuyorum. Bugün burada, kardeşliğe ve barışa ihtiyacı olan, Cenab-ı Allah’ın herhangi bir kulu olarak bulunuyorum.
Bildiğiniz gibi, ben Hıristiyan bir ülkede, hattâ Hıristiyanlığın merkezi olan Roma’da doğdum; ama, bir orientalist, bir doğubilimci olarak yeryüzündeki diğer dinleri de tanıma fırsatını buldum.
Üniversite yıllarımda Hint felsefesi sınavını büyük bir merakla hazırladığımı ve klâsik dinlerle ilgili kitapları nasıl ilgiyle okuduğumu hâlâ hatırlıyorum. Daha o zaman, değerli hocalarımın eğitimi doğrultusunda dinler arasında bir bağ, bir mânevî köprü arıyordum ve hepsinde, hattâ pagan dinlerde bile tek bir Allah’ın izlerini bulma arzusunu içten duyuyordum. Çünkü, aziz kardeşlerim, bu konu üzerinde hiçbir şüphe yoktur. Hangi dilde dua eldilirse edilsin, hangi kıbleye doğru durulursa durulsun, insanın küçüklüğü tek bir Allah’ın büyüklüğünü tanımalıdır. Bu da Müslümanların mübarek “Kelime-i Tevhid”ini bütün dillere tercüme etmek demektir.
Benim en büyük şansım, hayat yolunda ilerlerken, beklenmedik bir biçimde, karşıma Türk ulusu gibi bir ulusun çıkmasıdır.
Aziz kardeşlerim, her gün, her an, ak günlerde, kara günlerde, hüzünde, sevinçte, özellikle de bazı insanların acı çektiği bugünlerde ben, işte bu hazineyle avunurum ve bu hazineden hepsi birer altın parçası olan ebedî dersler alır, hayat tecrübesi elde ederim.
Orta Asya eski tarihinden İslâmın kabulüne ve Anadolu Türk medeniyetine kadar Türk kültürünün herşeyini ben, her zaman çok sevdim. Halk edebiyatını, divan edebiyatını, onaltı Türk devleti tarihini, hattatlık güzel sanatını, tasavvufun derin ruhunu, klasik Türk müziğini sevdim. Yahya Kemal’i sevdim, çağdaş Türk edebiyatını sevdim.
Fatih Sultan Mehmed’i nasıl sevdiysem, bugün büyük bir gelişme yolunda ilerleyen aziz Türkiye Cumhuriyetini candan seviyorum.
Ruhumun gözü ile bir aynada sizin pırlanta yüzlerinizi görüyorum, Mevlânâ ve Yunus Emre’yi görüyorum, Bediüzzaman Said Nursi’yi görüyorum, yeni elektrik santrallarını, Boğaz’ı ve Anadolunun dumanlı dağlarını, kubbeleri, minareleri, şehirleri ve köyleri görüyorum ve benim sevgi ve kardeşlik, bu barış arzum hayal değil, bu büyük ustalarımızın bana öğrettikleriyle, sizin de bunu yıllardır gösterdiğiniz sevgiyle gerçekleşiyor.
Üç düşmana karşı mücadele Daha önce de söylediğim gibi, son yıllarda, dünyada dinlerarası diyalogdan bahsediliyor.
Beni affedin, ama ben diyalog kelimesine pek inanmıyorum. Bence bir ayrılık söz konusu olduğunda diyalog gündeme geliyor, savaş yelleri estiğinde de barıştan bahsediyorlar.
Bir bilim adamı olarak biliyorum ki, Musevi, Hıristiyan ve İslâm dinleri gibi tek tanrılı dinler, yüzyıllardır, insanlığın medeniyet yolunda ilerlemesine etki eden kültür alışverişlerine rağmen, kapalı kalelerde yaşıyorlardı.
Bazen din kisvesi altında siyasi ve ticari çıkarlar uzun müddet Hıristiyan ülkelerini Müslüman ülkelerden ayırmıştır. Özellikle de Akdeniz’imizde, güzel Gırnata’nın düşmesinden sonra, tarih, Hıristiyan ve Müslüman ülkeler arasındaki, daha doğrusu Hıristiyan Avrupa ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki ayrılığa şahit oldu.
İşte madalyonun öbür yüzünü de bilen Avrupalı tarihçinin acısı buradadır. Gençliğimden beri, geçmiş yüzyıllarda benim Roma’mın benim İstanbul’umla dini ve çok ticari amaçlarla çarpışmalarını kabullenemezdim.
Ben, yirminci yüzyıl sonunda şu kelimelerin anlamlarının unutulması gerektir, diyorum: savaş, dini hoşgörüsüzlük, ırkçılık, açlık, cahillik. Evet, ben Türk hoşgörüsünün bir talebesiyim. Bunun için Said Nursî’nin bir cümlesi, bir emrine bayılıyorum. Kendileri buyurdular ki:
“Bizim düşmanımız; cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı sanat, marifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz.”
Gençliğimde, ailemle beraber ilk Türkiye’ye geldiğim dönemlerde, Türklere din hakkında birlerce soru yönelttiğimde, kimse bana “Sen Hıristiyan mısın, Müslüman mısın?” diye sormuyordu.
Türkiye’yi sevip sevmediğimi, Mevlânâ ve Yunus Emre mısralarını, Itrî’nin müziğini bilip bilmediğimi, İstanbul’a Bağdat köşkünden, Çamlıca’dan, Rumeli Hisarı’ndan, Galata Köprüsünden baktığımda mutlu olup olmadığımı soruyorlardı. Sonra dinden konuşuluyordu ve ben birçok Müslümanın, Kur’ân-ı Kerimden başka, İncil ve Tevrat’ın sözlerini bildiklerini görüyordum. Halbuki bizde Kur’ân’ı bilen Hıristiyan çok az idi. O da benim için büyük bir ders idi.
Sizlere güzel bir anımı anlatmak istiyorum: Güneş batımından şafak vaktine kadar süren sohbetlerin birinde bazı dindar Müslüman arkadaşlarım hiçbir yanlış yapmadan İncil’den cümleler söylediler.
İtiraf edeyim ki, yeni bir din sohbetine hazırlanabilmek için ertesi gün bütün şehirde bir İncil aradım.
Her zaman hoşgörüye susadım. Bu hoşgörüyü Türk Müslüman tarihinde buldum ben. Osmanlı İmparatorluğunun bütün milletlere, bütün gayrimüslimlere dillerini, âdetlerini ve bilhassa dinlerini koruma imkânını veren hoşgörüsünü gördüm.
Bazı yalancı tarihçilerin ne dedikleri beni ilgilendirmez. Meselâ, çok iyi bilirim ki, bugün Yunanlı, Ermeni, Süryani ve Balkan milletlerinin bir kısmı Müslüman Türklerin hoşgörüsü sayesinde yine Hıristiyandırlar, yine ana dillerini konuşabiliyorlar.
Ama dinî hoşgörünün en güzel yanını Anadolu'nun büyük ustalarından öğrendim. Yüzyıllardır bütün dünyaya seslenen Mevlânâ'dır: “ Gel, yine gel, ne isen öyle gel”. Yunus Emre'dir: “Dağlar ile taşlar ile çağırayım Mevla'm Seni” Aynı tasavvuf ruhu ile Bediüzzaman Said Nursi, “Kâinatın mayası muhabbettir”,“Meşrebimiz muhabbettir” diyor.
Bu bilimsel Uluslararası Sempozyumun konusu “Bediüzzaman Said Nursi ve 20. Asırda İslâm Düşüncesinin Yeniden Yapılanması.” Bediüzzaman’ın hayatı çok enteresan, kitapları çok derin. Maalesef benim bu konuşmam, zamanın darlığı sebebiyle, uzun bir bilimsel bildiri değil, sadece bir selâmlamadır. Ayrıca bu mühim konuyu benden daha iyi bildiğinize inanıyorum. Bu fakir, sizlere ders vermek için değil, öğrenmek için geldim.
“Madem imanı var o noktada kardeşimizdir” Daha önce de söylediğim gibi, bildiklerimin büyük bir kısmını sizlerden ve sizin ustalarınızdan öğrendim.
Türkiye’de herşeyin anlamı derindir ve Nasreddin Hoca fıkralarının derin espri anlayışı, halkı güldürmesi de Türk hoşgörüsünün diğer bir sembolüdür. İnşaallah ilerde bu mühim konuda daha bilgili bir araştırma hazırlayıp sizlere takdim edeceğim.
Kara günlerde, diğer ülkelerden gelen haberler insanların yüreğini yaraladığı zaman, Hıristiyan ve Müslümanlar arasında bir diyalog oluşturduğunu duyduğumda, diğer yandan dünyanın öbür yanında insanların öldürüldüğünü öğrendiğimde, ben, bir damla bal tanesine ihtiyaç duyuyorum. Ve bu balı buldum.
Geçtiğimiz günlerde, şair Feyzi Halıcı ile Said Nursî Hazretlerinin eserlerinden bahsederken, şu cümlesi aklıma geldi: “Kim olursa olsun madem imanı var, o noktada kardeşimizdir.”
Bu güzel bal damlasında Mevlânâ’nın aynı felsefesini bulabiliriz.
Fikrimce, bu gerçek imandır, hoşgörüdür.
Gerçek diyalog dilde değil, gönüldedir.
Bu Eylül ayında, Brüksel’de oniki dinin temsilcilerinin katıldığı dinlerarası bir diyalog oldu. Radyodan öğrendiğim kadarıyla aynı kongre, gelecek yıl, Milano’da düzenlenecek.
Umarım ki, bu din adamları dünyada barışı, din barışını da sağlarlar.
Üzgünüm, ama bazen bu tip dinlerarası diyaloglar bilim adamlarına yönelik oluyorlar, halka hitap edemiyorlar.
Bu kısa konuşmayı hazırlarken aklıma Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasında bir kardeşlik örneği geldi.
Bunun kalplerinizde kalmasını arzu ediyorum, aynı zamanda Hıristiyanlar da bunu bilsinler.
İşte bu bir Hıristiyan tesbihi, bu da bir Müslüman tesbihidir.
Şu anda dünyadaki birçok insan bu ikisinden birini çekmektedir ve değişik dinlere bağlı kalarak, değişik dillerde tek bir Allah’ın adını anıyorlar. O kutsal kelime ne kadar doğrudur: “Lâ ilâhe İllallah!”
Aziz dostlar, bu güzel İstanbul’dan ülkem İtalya’yı selâmlıyorum ve umuyorum ki, her geçen gün Türkiye’ye daha yakın olur. Son olarak da hepimizin çok sevdiği Türk topraklarını selâmlıyorum.
Kabul ederseniz, her zaman söylediğim birşeyi tekrar etmek istiyorum: Türkiye’yi sevmek sizin için kolay. Türkiye’de doğdunuz ve daha çocukluğunuzdan itibaren Türk kültürünü, Türk cumhuriyetini ve şanlı, güzel bayrağınızı sevmeyi öğrendiniz. Ben sizin sevdiğiniz şeyleri uzun yıllar çalışarak, okuyarak, sohbet ederek öğrendim. Türkiye tarihi beynime işledi. Şimdi Türkiye adı kalbimdedir.
Duacınızım, ben Vesselâm!
____________________
(Roma Üniversitesi - İTALYA)
15 Nisan 1934’de Roma’da düyaya geldi. Roma Edebiyat Fakültesinde yüksek tahsilini tamamladı. İtalyan ve Latince dilleri yanında Doğu dillerinden Arapça, Farsça, İbranice ve Türkçe’yi öğrendi. 1968 yılında Roma Üniversitesi Şarkiyat Enstitüsünde Türkçe öğretmenliğine başladı. Bu arada sık sık Türkiye’yi ziyaret ederek Türk kültür ve folklörü ile yakından ilgilendi. Bir Türk hayranı olan Anna Masala 1972’de Roma Üniversitesinde profesör oldu, 1982’de ordinaryüs profesörlüğüne yükseldi.
Şarkiyat konularında İtalyanca olarak Roma’da yayınlanmış olan pekçok eserinden bazıları şunlardır:
Çağdaş Türk Şiiri (1972)
Türk Türküleri (1972)
Yunus Emre (1978)
Bediüzzaman Said Nursî (1978)
Mehter (1978)
Türkü ve kılıç (Serhat Türküleri)
Fevzi Halıcı’nın Şiirlerinden Seçmeler (1987)
Cahit Külebi’nin Şiirlerinden Çeviri (1986)
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1992
HIRİSTİYAN-İSLAM DİYALOĞU
Doç. Dr. URSULA SPULER 1
(Marburg Üniversitesi - ALMANYA)
Hıristiyan-İslâm diyaloğu için, temel şartlardan birisi de, Risale-i Nur noktasından baktığımızda, her şeyden önce her iki dinin ortak noktaları ortaya çıkar. İşte bu ortak noktalar, İslâmın ve Hıristiyanlığın bütün dünyada ateizme, materyalizme ve komünizme karşı ortak hareket etmeleri imkânını vermektedir.
Asrımız Müslümanlarının yaşadığı hayat şartları, çeşitli noktalardan Mekke ve Medine’deki İslâmın ilk yıllarındaki şartlara göre değişiklik arz etmektedir. İslâm çok hızlı bir şekilde dünyanın bütün kıtalarına yayılmıştır. Ayrıca zamanımızda Müslüman sayısı Hıristiyan sayısına ulaşmış bulunmaktadır. Öyle ki, İki dinin mensupları insanlığın yarısını teşkil etmektedir.
Acaba bu durum Hazret-i Muhammed’in zamanında nasıldı? O devirde Mekke’de bir Yahudi bile yokken, Medine’de üç Yahudi kabilesi bulunuyordu. Hıristiyanlık Ortadoğuda her tarafa yayılmışken Necran bölgesini hariç tutarsak, o bölgede (Arap Yarımadasında) çok az sayıda Hıristiyan yayılmıştı. Bunun yanında Hazret-i Muhammed’in bazı Hıristiyanları tanıdığını ve onun geleceğini haber veren Hıristiyan papazın hikâyesini biliyoruz.
Günümüze gelirsek, bugün Mekke ve Medine’den çok uzaklardaki Almanya’da 2 milyona yakın Müslüman 76 milyon Hıristiyanla birlikte yaşamaktadır. Buna karşılık Hıristiyanlar Ortadoğuda azınlık durumuna düşmüşlerdir. Lübnan’ı dahil etmezsek, Hıristiyanlar Mısır ve Suriye’de azınlık gruplar teşkil etmektedir. Görüldüğü gibi, şartlar İslâmın ilk yayılma yıllarına göre çok çeşitli noktadan değişti.
Kur’ân’da Hıristiyanlar hakkıda pekçok âyet vardır. Bunlar Mekke ve Medine’deki şartlara göreydi; aynı zamanda bu âyetler temel esasları teşkil ediyordu.
Said Nursî bu âyetleri günümüz şartlarına göre tefsir etmiş ve istikbalde kullanılabilecek hale getirmiştir. Onun, Kur’ân’ın nurunu kendi hayat şartlarında tatbik etmesi nümune-i imtisaldır ve örnek teşkil etmektedir. Fakat o, bunu herşeyden önce-Şerif Mardin’in de ifade ettiği gibi-zor ve fakat fevkalâde güzel tasavvufi temsillerle süslenmiş bir dille anlatmaktadır. Böylece Risale-i Nur ilk bakışta her okuyucuya kendini açmamaktadır.
Şimdi Nurcular onun eserlerini devam ettirmekte ve onun gayelerini tahakkuk ettirmektedirler. Bu gayeler arasında Hıristiyanlarla Müslümanlar arasındaki diyalog ve dinî hayatın karşılıklı olarak düzenlenmesi de bulunmaktadır. Hıristiyanlara göre iki din arasındaki diyalog artık zaruret haline gelmiştir. Biz Hıristiyanlar olarak Müslümanları iyi anlamaya büyük gayret gösteriyoruz. Birbirimizi iyi tanımak herşeyden önce, hiç şüphesiz her iki taraftaki mevcut korkuları telafi edecektir.
Her iki dindeki ortak noktalar
Hıristiyanlar, İslâmı ciddiye alınması gereken bir din olarak görüyorlar. Bildiğiniz gibi Müslümanlar tek bir Allah’a inanırlar; bu Allah Hıristiyanların da Allah’ıdır. O Allah ki, şefkat sahibi ve bilicidir (Rahîm ve Alîm’dir). Fakat Müslümanların bizim teslis akidemiz (üçlü sistem) hakkındaki görüşlerinin tam aksine baştan beri inanıyoruz ki, Allah birdir. Hıristiyanların büyük bir kısmı her ne kadar bu temel inancı bütünüyle benimsemeseler de, bizim Allah’ımız şefkat eden, seven Allah’tır.
Hiç şüphesiz şu açık bir farklılık ki, biz İncil’i ihtiyatlı olarak değerlendiriyoruz, fakat Müslümanların tutumu Kur’ân‘a karşı böyle değildir. İncil’in yazılmasında çeşitli yazarların tesirinin olduğunu biliyoruz. Bu yazarlar İncil’deki düzenlemeleri çeşitli zamanlarda yapagelmişlerdir. Artık İncil’de, zamanla kayıtlı olan hususlarla ebedi olarak geçerli olanları ayırd etmek mecburiyetindeyiz. Bununla birlikte inancımıza göre, İncil’in tamamı Allah’ın kelâmıdır.
Bediüzzaman Said Nursî, “İncil’in insanlar tarafından değiştirilmesine rağmen, gerçek iman esasları kısmen asliyetini muhafaza etmiştir” demekte ve Hıristiyan dindarlarını saygıyla karşılamaktadır. Hattâ bugün Hıristiyanların çoğu Hz. Muhammed’i (a.s.m.) peygamber olarak tanımaktadır. Bununla birlikte İsa’nın “oğulluk” meselesinde ve çarmıha gerilerek insanlığın kurtarıcısı olma hususunda Hıristiyanlarla Müslümanlar temelden ayrılmaktadırlar. Aslında Müslümanlara göre, Hz. İsa’nın peygamberler arasında üstün bir yeri olmasına rağmen; Said Nursî, Hz. İsa’ya “oğulluk” verilmesi fikrini Hıristiyanların aşırı sevgilerinin bir neticesi olarak görmekte ve Hıristiyanların dindarlıklarını saygı ile karşılamakta, bazı inanç esaslarını aşırı bularak reddetmektedir.
Bunun bir zararının olacağını sanmıyorum. Çünkü neden dünyamızda tek ve merhamet sahibi, dünyayı yaratan ve kıyamet günü insanları hesaba çekecek Allah’a inanan çeşitli dinler olmasın? Cenab-ı Hak, Mâide Suresinin 48. âyetinde şöyle buyurmaktadır:
“Sizin herbiriniz için biz bir şeriat ve açık bir yol tayin ettik. Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı, fakat verdikleriyle sizi imtihan etmek için farklı ümmetlere ayırdı, siz de hayırlı işlerde yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Hakkında ihtilafa düştüğünüz şeyleri o size bildirecektir.”
Bediüzzaman Said Nursî bununla ilgili olarak, “Hattâ hadis-i sahihle, âhirzamanda İsevilerin hakiki dindarları ehl-i Kur’ân’la ittifak edip müşterek düşmanları olan zındıkaya karşı dayanacakları gibi, şu zamanda dahi ehl-i diyanet ve ehl-i hakikat, değil yalnız dindaşı, meslektaşı, kardeşi olanlarla samimi ittifak etmek, belki Hıristiyanların hakiki dindar ruhanileri medar-ı ihtilaf noktaları muvakkaten medar-ı münakaşa ve niza etmeyerek müşterek düşmanları olan mütecaviz dinsizlere karşı ittifaka muhtaçtırlar”1 demektedir.
Bugün yanyana yaşayan çeşitli din ve mezhepler sadece tarihî bir gelişmenin neticesi ve asrımızın bir gerçeği olarak değil; aynı zamanda Cenab-ı Hakkın iradesinin bir tecellisidir. Biz bunun farkına yeni yeni varıyoruz.
Diyaloğa adım atmak bütün dinleri bir ve beraber görmek değildir; üç semavî din olan Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâmiyet müstakil olarak kalacaklardır. Her ne kadar İbrahim (a.s.) insanlığın atası da olsa onun şahsında sadece dinlerin ortak tarihi beraberliği ortaya çıkmaz, bilakis ayrılırlar. Müslümanlar için İbrahim’in (a.s.) bizden çok farklı bir yeri ve mânâsı vardır.
Bediüzzaman’ın bakış tarzı
Bediüzzaman Said Nursî bu farklılığı bilmektedir. Meselâ İsa’nın (a.s) devlet idaresi ve sosyal hizmetler yapmadığını ifade etmektedir. “Bundan dolayı Hıristiyanlıkta sadece dünyevi kanunlar, örfî hukuk vardır” demekte ve bu noktalardan Hıristiyanlığı eksik olarak görmektedir. Biz Hıristiyanlar olarak bu meseleye daha farklı bakmaktayız ve bu konuda Müslümanlarla müzakereye hazırız. Fakat bu mesele şu anda nihâî nokta değildir. Bu hususta yapılacak ilk iş, karşılıklı olarak iki dinin varlığının kabul edilmesidir. Allah’a giden yollar hakkındaki kararı Cenab-ı Hak kendisi verecektir. Farklılıklar karşılıklı olarak kabul edildikten, bilindikten ve tanındıktan sonra adımlar atılabilir. Bu tarihi kritik yapı fevkalâde şâyân-ı temâşadır. Bu kulağa hoş gelmese bile fevkalâde yapıcıdır. Allah’ın muradını ve emrini anlamak, ortak değerleri ortaya çıkarmak, insanlığın saadetini gerçekleştirmek, ancak böylece mümkün olur.
Müslümanlar ve Hıristiyanlar birbirlerine karşı yabancı gibi durmamalıdırlar, ortak vazife üstlenmelidirler. Bu vazifenin vaktiyle şuuruna varmış birisi vardır: Asrımızın büyük âlimi, Müslüman ve Hıristiyanlara önümüzdeki asır için yol gösteren Bediüzzaman Said Nursî‘dir.
O, Emirdağ Lahikası isimli eserinde, Misyonerler ve Hıristiyan ruhanîleri, hem Nurcular çok dikkat etmeleri lâzımdır, komünizme ve dinsizliğe karşı bir cephe oluşturmalılar, demektedir.2
Said Nursî materyalist ve kapitalist Batıya karşı olmasına rağmen, kapitalist “Avrupalı” ve “Amerikalı”yla Hıristiyanlığı ciddiye alan ehl-i kitap Hıristiyan “Avrupalı” ve “Amerikalıyı” çok açık bir şekilde ayırd edip Batıyı tenkit ederken bu Hıristiyanları müstesna tutmuştur.
Şu şüphe götürmez bir gerçek ki, komünizm iflas etmiştir ve görünen o ki, kapitalizm de yıkılacaktır. Bu sebeple her iki dinin ana kaynaklarına dönmek fevkalâde bir mecburiyet haline gelmiştir. Nerede insan hak ve hürriyetlerini kısıtlamayan, hürriyeti temin eden, sadece kendini düşünmeyen (egoist olmayan) bilakis insanlığın saadetine hizmet eden ve ahlâkî değerler sadece bir dinin mensuplarına değil de, bütün din mensuplarına hizmet veren bu kabilden teşebbüsler sınırsız bir şekilde desteklenmeli ve mümkün olan her şekilde takviye edilmelidir.
Bu istikamette hedef gösteren ifadeler yine Bediüzzaman Said Nursî’ye aittir.
O şunun farkındadır: Bu dünyada hiç bir şey sabit değildir, değişmeye ve gelişmeye tabidir. Böylece insan yaşının geçmesiyle bilgisini geliştirmeli ve yeni yollar bulmalıdır. Dahası var: İnsan mahiyeti itibariyle Allah’ın izniyle değişmeye kabil ve bilhassa müsbet gelişmelere müsait bir şekilde yaratılmıştır.
İşte bunun gibi dinler ve dinî cemaatler de gelişmeye müsaittirler. Bugün dünyada 1 milyarın üzerinde Müslüman, bir o kadar da Hıristiyan vardır. Her iki din mensupları olarak eğer biz dikkatlerimizi dinlerimizin temel esaslarına değil de, Cenab-ı Hakkın bize yüklediği ortak vazifeye teksif edersek; yani dünyada adaletin yanında, haksızlığın karşısında yer alırsak, dünyada iyiliğin hâkim olması için çok şeyler yapabiliriz.
Bizler tarihteki düşmanlıkları eski bir deri gibi üzerimizden atmalıyız. Geçmişin hata ve yanlışlıklarını maziye gömüp gözlerimizi geleceğe çevirmeliyiz. Çünkü dünyanın problemleri gittikçe büyümekte ve girift bir hal almaktadır. Bu problemleri ancak beraberce çözebiliriz.
Hıristiyanların ileri gelenleri ile bazı Müslüman liderler, müşterek ahlâkî değerler kurmak üzere, geçtiğimiz aylarda yaptıkları toplantıda “Dünya Ahlâkî Değerler Beyannamesini” yayınladılar. Bu beyanname (Weltethos Erklarung) Birleşmiş Milletlerin İnsan Hakları Beyannamesinin yerine geçecek bir özellik taşımaktadır. Çünkü, İnsan Hakları Beyannamesi Müslümanlar tarafından pek kabul görmemektedir.
II. Vatikan Konsülünden bu yana (1962) Katolik Kilisesi diğer din mensuplarıyla samimi bir diyalog gayreti içindedir. Protestan Kilisesi de Müslümanlarla diyalog yolunu aramış ve teorik münazara yerine, Almanya’da İslâmı yaşayan Müslümanlara, bilhassa Nurculara toplantıları için ibadethanelerini, salonlarını tahsis etmektedirler. Bunun yanında üzüntüyle belirteceğim bir husus vardır. O da bugüne kadar henüz Hıristiyanların, Müslümanların camilerinde ibadet edemeyişleridir. Ülkemizin her köşesinde Müslümanlar cami yaptırabilirken, İslâm ülkelerinde Hıristiyanların kilise yaptırmaları yasak gibidir. Hıristiyanların Müslümanların arasına girip zarar verebilecekleri hususunda korkular mevcuttur. Hıristiyanların katiyetle böyle bir niyeti yoktur.
Said Nursî, her bir dinin gücünü kendi esaslarından kaynaklandığını biliyordu. İslâm gücünü Kur’ân’dan alırken, Hıristiyanlık İncil’den almıştır. Bu esasa bağlı kalanların gücü devam ediyor demektir. Bunun için güçlü bir muhatabın korkması için bir sebep yoktur. Tam tersine bu, günümüzün problemlerinde kendi aslını muhafaza etmeye en iyi yardımdır.
Almanya’da örnek diyalog
Almanya’da hususi olarak Hıristiyan-İslâm diyaloğunu, genel mânâda da dinlerin diyaloğunu esas alan dergiler yayınlanmaktadır. Bunun yanında Hıristiyan-İslâm diyaloğuyla ilgili kitaplar polemiksiz bir şekilde kaleme alınıp neşredilmektedir, Bu dergi ve kitaplarda her iki dindeki bayramlar, farklı gelenek ve görenekler, Müslümanlığın iman esasları, müşterek taraflar ve farklılıklar rahat bir şekilde işlenmektedir.
Bu yayınların hazırlanmasında Müslümanlar bazan yazar, bazan da danışman olarak hizmet görmektedirler. Buna benzer çalışmaların İslâm ülkelerinde ne zaman gerçekleşeceğini merak ediyorum.
Bu arada biz Hıristiyanlarda da çok büyük hataların olduğunu belirtmekte fayda vardır. Hıristiyan-İslâm diyaloğu Almanya’da 30. yılını doldurmaktadır. Ancak bu diyalog âdeta belli bir grup ve kesime mahsus kalmıştır. Çeşitli kuruluşların tertip ettiği kongre ve konferanslarda çok sayıda Hıristiyan temsilcilerin yanında, Müslümanlardan hemen her zaman aynı simalar görünmektedir. Bu diyaloğa canlılık verebilecek bir akım varsa, o da Nurculuktur. Çünkü, bu cemaat diyaloğu çok açık olarak yürütüyor. Bu sözleri sizleri memnun etmek için söylemiyorum; 20 yıldan fazla bir zamandan beri bu meseleyi adım adım takip ediyorum.
Said Nursî’nin fikirlerini umumi mânâda değerlendirirsek, şunu söyleyebiliriz: Biz ilmin buluşlarını ve sonuçlarını yerli yerinde kullanmıyoruz. Bu sözlerimle, atom enerjisinin insanlığa faydalı işlerde kullanılmamasını, atom artıklarının bertaraf edilmesini, gen teknolojisinin sun’i olarak insan, hayvan ve bitki yapıtaşlarına karışmasının sonuçlarını; toprağın ve havanın metallerle kirlenmesini, ozon tabakasındaki deliklerin büyümesini kastediyorum.
Said Nursî bir Müslüman âlimi olarak Kur’ân’dan aldığı ilhamla Cenab-ı Hakkın tabiatta, insanda; hattâ bir sinek ve bir tohumda icraatını görmüştür. Eğer onun Kur’ân‘dan beslenen bu bakış açısı dünyada tesirini gösterse, insanlık kendine gelirdi.
Hıristiyanlık dünyasında da bu sahada ikazcı ve uyarıcılar vardır. Fakat Hıristiyan teolojisi insanların menfaatini ölçü almada İncil’de mevcut ve kendisinin de inandığı sanat-ı İlâhîyi ciddiye alarak, hakikaten nazar-ı itibara almakta hâlâ zorlanmaktadır. Burada hayatî, meyvedar ve önemli diyalog noktaları görüyorum. Maalesef bugün Hıristiyan-Müslüman münasebetleri ileri bir seviyede derin, ve coğu zaman da her iki tarafta da mevcut fevkalade yanlış anlamalarla şekillenmektedir. Eğer muhatabımız misal olarak “hürriyet”, “kadın hakları”, “demokrası” yada “şûrâ”, “din” ve “devlet” gibi İslâmın temel prensiplerinden bahsediyorsa; bunları ancak karşılıklı konuşma ve tanışma yoluyla anlayabiliriz.
Bunun yanında bizi birbirimize yaklaştıran pek çok ortak değerlerimiz vardır: Dindarlık, doğruluk, komşu hakları, karşılıklı dayanışma, muhtaçlara yardım, fakir ve hastaları görüp gözetme, aile fertlerinin birbirine sevgisi, saygısı ve bağlılıkları, misafirperverlik v.s...
* * *
Said Nursî, Kastamonu Lahikası isimli eserinde, Birinci Dünya Savaşı esnasında çocuk ve kadınların düşman tarafından uğradıkları eza ve cefalara ve öldürülmelerine, fıtratlarındaki şefkat dolayısıyla fevkalâde acımıştır. Sonra mânevî gözüyle, öldürülen masum çoçukların ve insanların Cenab-ı Hakkın rahmetiyle Cennete girdiklerini, hattâ o masumlar kâfir de olsalar Cenab-ı Hakkın rahmetinin onları bile içine aldığını ifade etmekte ve devamla “Hattâ o mazlumlar kâfir de olsa, âhirette kendilerine göre o dünyevî âfattan çektikleri belalara mukabil rahmet-i İlâhiyenin hazinesinden öyle mükâfatları var ki, eğer perde-i gayb açılsa o mazlumlar haklarında büyük bir tezahür-ü rahmet görünüp, ‘yâ Rab, şükür elhamdülillah’ diyeceklerini bildim” demektedir.3
Bizim dinimizde şefkatin büyük bir yeri vardır. Şefkat, Said Nursî’nin eserlerinde önemli bir ağırlık teşkil eder. Bu husus aramızdaki diyaloğu zorlamaktadır. Alman Katolikler Gününde Papaz Kardinal Arinze’nin, bugünü, “İnsani yardım diyaloğu yahut sosyal yardım diyalogu 91” diye adlandırması, Said Nursî‘nin arzusuna paralellik arz etmektedir.
Evet, dünyada nerede savaş ve açlık varsa, bunlara çare bulmak için insanların dinine ve rengine bakmadan çalışmaya mecburuz.
Hıristiyanlarla Müslümanlar arasındaki ortak değerler sadece sosyal yardım sahasında kalmamalıdır. Bunun daha da ilerisine gitmelidir. Çünkü Ehl-i Kitap olarak bir Allah’a inanır ve Ona ibadet ederiz. Bununla birlikte gerçek dinin ve vahye dayalı ahlâki esasların hayat sahasına çıkarılmasına ihtiyaç vardır. Said Nursî de bu gerçeği görmüş ve eserleri olan Risale-i Nur Külliyatında bunun lüzumuna işaret etmiştir.
Bediüzzaman’ın Almanya’ya bakışı ve Nurcular
Said Nursî’nin memleketim olan Almanya’ya karşı özel bir bağlılığı vardır. 1918 yılında Rus esaretinden kaçışında Almanlar tarafından işgal edilmiş olan Polonya topraklarından Berlin’e gelmiş, harp esiri subay olarak karşılanmış, 2 ay kadar kalmış ve fikir yapısını aydınlarla yaptığı görüşmelerde tanıma imkânı bulmuştur. O zaman, “Tarih boyunca Almanlar Türklerle ve Türkler Almanlarla çok eski dostturlar” demiştir. Türkler Almanlara nazaran dostluğun korunmasına daima itina göstermişlerdir.4
36 yıl sonra, 1954’te talebesi Muhsin Alev’i Berlin’e göndermiştir. Bundan önce de Berlin Camii imamına Zülfikar isimli eserini göndermiştir. Muhsin Alev, Berlin’de güzel bir hizmet başlattı ve zamanla teşekkül eden cemaat Berlin’de bir matbaa kurulmasına muvaffak oldu. Türkiye’de basma imkânı bulamadıkları tevafuklu Kur’ân’ı burada bastırdılar. Ben böyle bir kitaba sahip olmakla kendimi mutlu addediyorum. Nur talebeleri daha sonra Risale-i Nurdan değişik eserleri Berlin’de Türçe olarak basarak Türkiye’ye göndermişlerdir.
Bu cemaat yıllarca Almanya’nın her tarafına ve Türkiye’ye Bediüzzaman Said Nursî’nin arzu ettiği tarzda güzel hizmetler götürmüştür. Çünkü Bediüzzaman Avrupa’nın İslâmlaşmasında Almanya’yı bir üs olarak düşünmüştür.
Berlin’deki matbaa ve Köln’deki Nur Cemaati Alman kanunlarının kendilerine verdiği haklarla hiçbir engelle karşılaşmadan faaliyetlerini serbestçe sürdürmektedirler. Bu haklar, hangi inanca mensup olursa olsun, hatta bazılarımızın hoşuna gitmese de ateistlere de verilmiştir. Biz her ne kadar ateizmle fikir mücadelesi yapsak bile, fakat şahıs olarak ateistlerin insanî haklarını kısıtlayamayız. Ancak Hıristiyan ve Müslüman olarak beraberce dinimizi örnek bir şekilde yaşayarak ateistleri tekrar imana kazanma gayreti içinde olmalıyız.
Bugün Almanya bir sürü iç karışıklıklara sahne olmakta ve bu olayların sonuçlarının neler getireceğini kestirmek mümkün görünmemektedir. Daha önce Doğu Almanya olan yeni federal eyaletler komünizmin ektiği tohumları henüz kurutamadılar. Sistemlerin yıkılmasıyla yarım asırdan fazla süren doktriner ateizmin kaybolmasına inanmak büyük bir hata olur. Burada Hıristiyanların üzerine büyük vazifeler düşmektedir, Nasıl ki, dağılan Sovyetler Birliğinden doğan Özbekistan, Kazakistan, Kırgizistan ve Tacikistan gibi cumhuriyetlerde Müslümanlara büyük vazife düştüğü gibi...
* * *
Köln’deki Nur Cemaati, Paskalya Bayramı münasebetiyle Papalığa şâyân-ı takdir bir kutlama mesajı göndermişti. Mesajda, Doğu blokunun komünizmden kurtulmasında Polonya asıllı papanın ağırlığı dile getiriliyordu. Komünizme karşı ortak mücadele olarak da Müslümanların Afganistan’dan Rusları çıkardığı ifade ediliyordu. “Aynı zamanda şunun da farkındayız ki” ifadesinin yer aldığı tebrik yazısında devamla “Bütün bu olaylardan sonra vazifemiz bitmemiştir. Zât-ı âlinizin de tespit ettikleri gibi, insanlığın imana ve yeni dünya düzenine ihtiyacı vardır.” Bu paskalya tebriki Said Nursî’nin düşünce sistemiyle yazılmıştır. Nitekim Said Nursî de 1951 yılında zamanın Papazına el yazması çok güzel bir eserini göndermişti.
Protestan ve Katolik kiliseleri İslâmiyetle Hıristiyanlık arasındaki diyaloğun dünyamızın geleceği için hayatî ehemmiyet taşıdığını çoktan farketmişlerdir.
Almanya’da kendim aktif olarak yıllarca diyalog toplantılarına katıldım. Her yıl tekrarlanan Alman Protestanlar Gününde, Müslümanlardan katılanların dilimizi iyi bilen ve Almanlarla çok iyi münasebetler kuran aynı ve fakat az sayıda insanlar olduğunu gördüm. Bununla birlikte diyaloğun devamlılık arz etmesi için yeni bir güç, yeni bir fikir ve geniş bir tabana ihtiyacı vardır.
Ehl-i kitap olarak birbirimizi kendi dinimize çevirme gayreti içinde olmamalıyız. Hele hele zorla, asla! “Çünkü dinde zorlama yoktur”5 Bunun yerine dinden uzak olan insanlara, inandığımız gibi yaşayarak birer canlı örnek olmalıyız. Dinlerimiz arasındaki farklılıkları ortaya çıkarmak yerine, ortak meseleler üzerinde fikir birliği yapmalıyız.
Bediüzzaman Hıristiyanlığa nasıl bakıyor?
Bediüzzaman Said Nursî’nin diğer din mensuplarıyla ilgili detaylı görüşlerini, bilhassa Hıristiyanlarla olan kısmını üç ana noktada özetlemek istiyorum:
Birinci nokta:
Bediüzzaman’a göre insanlığın büyük kısmının İslâmı kabul edeceği görüşü hâkimdir. Ona göre, Avrupanın Müslümanlaşması için gerekli aksiyon Almanya’dan gitmeliydi. Meşhur “Ehl-i Kitaba davetiye”sinde ve Risale-i Nurun çeşitli yerlerinde bu meseleyi işlemektedir.
“Kur’ân-ı Kerim ehl-i kitabı imana teşvik etmekle, onlara bir ünsiyet, bir sühulet gösteriyor. Şöyle ki:
“Ey Ehl-i Kitab! İslâmiyeti kabul etmekte size bir meşakkat yoktur. Size ağır gelmesin! Zira size bütün bütün dininizi terk etmenizi emretmiyor. Ancak itikadınızı ikmal ve yanınızda bulunan esasat-ı diniye üzerine bina ediniz diye teklifte bulunuyor. Zira Kur’ân, bütün kütüb-ü sâlifenin güzelliklerini ve eski şeriatların kavaid-i esasiyelerini cem etmiş olduğundan, usülde muaddil ve mükemmildir. Yani tadil ve tekmil edicidir. Yanlız, zaman ve mekânın teğayyür etmesi tesiriyle tahavvül ve tebeddüle maruz olan füruat kısmında müessistir...
“Bu sırdandır ki Kur’ân fer’i hükümlerden bir kısmını neshetmiştir. Yani vakitleri bitti, nöbet başka hükümlere geldi diye hükmetmiştir.”6
Bediüzzaman İncil’in dinî hakikatlarını tanımakta ve tamamlanmış olarak Kur’ân’da bulunduğunu; müstakil bir din olan Hıristiyanlığın Hz. Muhammed’in (a.s.m.) gelişiyle ona ihtiyaç kalmamakla beraber Müslümanlara sunabilecek halihazır Kur’ân’da olanların dışında bir şey kalmamıştır. Eğer biz Hıristiyanlar bunu başka türlü değerlendirsek Kur’ân’ın bu hakikatini kafi miktarda tanıyamamışız demektir. Bediüzzaman bu meseleyi gayet berrak bir şekilde ifade etmiştir. Bu, onun ana gayelerinden birisidir ve pek tabi, bu düşünce onun için hiç vaz geçilmez olarak kalmıştır.
İkinci nokta:
Pragmatik bir devlet Said Nursî’nin hedefleri arasında yer almaktadır. Bu, Müslüman olmayan unsurların Müslüman devletlerdeki konumlarıdır. Böylece devlet politikası olarak gayr-ı müslimler, İslâm ülkelerinde aynı Müslümanlar gibi haklara sahip olarak muamele görsünler, tâ Müslümanlara da gayr-ı müslim devletleri de aynı şekilde davransınlar.
Bu meseleyi Safa Mürsel, Bediüzzaman Said Nursî ve Devlet Felsefesi isimli eserinde, Münazarat’ı kaynak vererek enteresan bir şekilde tespit etmektedir. Bediüzzaman’ın da, 1911 yılında Rum ve Ermenilere Meşrutiyette aynı hürriyetleri vermeyi “İslâma uygun olarak” kabul ettiğini görüyoruz:
“Farz ediniz ki, hürriyetleri bildiğiniz gibi fena olsun. Lâkin, biz ehl-i İslâma zararlı değiliz”7
Bu husus Hıristiyanlar için de geçerlidir. Eğer Müslümanlar Almanya’da Alman Aanayasasına uyar, Hıristiyan dinine ve kültürüne zarar vermezse, Said Nursî’nin İslâm devletinde Hıristiyanlara verdiği hakların aynısına burada da Müslümanlar sahip olurlar. Gayr-ı müslim bir devlet ve kanunları tanımaz veya misyonerlik yapılırsa, o zaman problemler ortaya çıkar.
Yine Bediüzzaman Said Nursî Münazarat isimli eserinde, Müslüman kalarak, Yahudi ve Hıristiyanlarla dost olunabileceğini ifade etmektedir. Dini farklılıklara zarar vermeden politik, sosyal ve ekonomik sahalarda dostluklar kurulabileceğini belirtmektedir. Nurcular, bu mânâda Üstadlarını, Hıristiyan-İslâm diyaloğunda asrımızın rehberi olarak adlandırıyorlarsa, bu husus Hıristiyanlar tarafından da kabul görür. Hıristiyanlar ve Müslümanlar bu şekilde karşılıklı olarak devletler hukuku üzerinde anlaşabilirler. Birlikte yaşayışa zarar vermeyecek bir ölçüde dinî farklılıklar kabul edilebilir. Azınlıkların bir devletin idare ve anayasasına dinî noktadan müdahelesi ise her hal ü kârda bu meselenin dışındadır.
Bu görüş iyi bir İslâmî geleneği ifade etmekte ve tarihte değişik defalar uygulama sahası bulmuştur. Bediüzzaman bu görüşü, zamanımız için gerçek bir beraber yaşamanın gerçekleşmesinde çok önemli bir prensip olarak tespit etmiştir. Bu görüş, toleranslı bir beraberliğin ötesine geçmemektedir.
Üçüncü nokta:
Hıristiyan-İslâm diyaloğu için, temel şartlardan birisi de, Risale-i Nur noktasından baktığımızda, her şeyden önce her iki dinin ortak noktaları ortaya çıkar. İşte bu ortak noktalar, İslâmın ve Hıristiyanlığın bütün dünyada ateizme, materyalizme, komünizme v.s. karşı ortak hareket etmeleri imkânını vermektedir. Bediüzzaman Said Nursî bu dâvaya delil olarak En’âm Sûresinin 48. âyetini delil olarak göstermektedir. Semavi dinlerin “hayırlı işlerde yarış”ması, bilhassa dinsizliğe karşı ortak mücadele, ittihadı temin ederek tek bir ümmeti ortaya çıkarmaktan daha önce gelmektedir. Onlar hakkındaki kararı insanlar değil de, Cenab-ı Hakkın kendisi verecektir. Allah’a hakkıyla hizmet edebilmek gibi umumi bir gaye için hiçbir şey esirgenmemelidir. Bu, Cenab-ı Hakka hizmet yolunda dinlerin birbirini karşılıklı desteklemesinden başka bir şey değildir. Eğer biz Müslüman olsaydık, bu hareketimizi Bediüzzaman Said Nursî’nin de yaptığı gibi En’am Sûresinin 48. âyetine dayanırdık.
O gerçek Hıristiyanları ve iyi bir Hıristiyan geleneğiyle şekillenmiş Almanya’yı bütün dünyadaki din düşmanlarına karşı mücadelede fevkalâde bir dâvâ arkadaşı olarak görmüştür. Müşterek olarak Cenab-ı Hakka hizmette bulunmak Bediüzzaman için, zamanımızda, sadece tolerans göstermekten ve hattâ Hıristiyanları Müslümanlaştırmaktan çok daha önemli, kalbî bir arzu olarak kalmıştır. Bu vazifenin dışında kalan her şey, diyalog noktasından baktığımızda geri plânda bırakılmalıdır.
Son olarak şunu belirtmek isterim: Dinler, farklılıklarını belki kıyamete kadar sürdüreceklerdir.
Bu geniş temelden hareket eden Bediüzzaman, Hıristiyan-İslâm diyaloğunun en önemli hedefinin, her iki dinin ortak değerlerinin keşfedilmesi ve dinsizlikle olan mücadelede Kur’ân’ı olduğu gibi İncil’i de hazır kuvvet olarak görmektedir. Bu hizmeti sürdürürken hiçbir din “Sadece ben gerçeğim” gibi bir yola girmemelidir. Bu müştereklik daha önce bahsedilen karşılıklı toleranstan çok üstün bir şeydir. Bundan dolayı biz Hıristiyanlar, Müslümanların ibadetlerini yapabilmeleri için kiliselerimizi seve seve tahsis ediyoruz. Bu davranışımız dinsizliğe karşı ortak mücadelemize kuvvet verecekse ibadetleri neden ortak olarak yapmayalım?
Bediüzzaman’ın Lem’alar’da “Âhirzamanda İsevîlerin hakiki dindarları ehl-i Kur’ân’la ittifak edip...” şeklinde ifade ettiği esası kelimesi kelimesine alırsam, onun bu diyaloğu tasvip etmekle kalmayıp bizzat kendisinin de katılacağını söyleyebilirim.
Hıristiyan-İslâm diyaloğunda en önemli mesele nedir?
Bediüzzaman gerçek bir üstad olduğunu bu yolda göstermiştir. Bu meseleyi üç maddede toplamak mümkündür:
1. Herşeyden önce Cenab-ı Hakka dinî ortak değerlerimizle hizmet etmek.
3. Cenab-ı Hakkın adını yüceltmek.
4. Dünyada onun adını ananların sayısını arttırmak.
____________________
Ursula Spuler 1939’da Almanya’da doğdu. Tahsilini Amerika-Los Angeles’te ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde yaptı. Bu esnada din ilimleri, şarkiyat, Farsça, Arapça ve Türkçe öğrendi. Doktorasını ise Bonn Üniversitesinde çağdaş Türk edebiyatı üzerinde yaptı.
Spuler, hâlen Marburg Üniversitesinde, din ilimleri çerçevesinde; İslâm tarihi, Kur’ân, sünnet, din, İslâmın temel esasları, tasavvuf ve bilhassa günümüz İslâm düşüncesi üzerinde dersler vermektedir.
Bediüzzaman Said Nursî ve Nurculuk hakkında 20 yılı aşkın bir zamandan beri araştırmalar yapmakta olan Ursula Hanımefendi, 20 yıl önce ilk makalesini Bediüzzaman hakkında yazmıştı.
1. Bediüzzaman Said Nursî. Lem’alar, s. 144.
2. Bediüzzaman Said Nursî. Emirdağ Lâhikası, II:156.
3. Bediüzzaman Said Nursî. Kastamonu Lâhikası, s. 45.
4. Necmeddin Şahiner. Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî. s.163.
5. Bakara Sûresi, 256.
6. Bediüzzaman Said Nursî. İşârâtü’l-İcâz, s. 53-54.
7. Bediüzzaman Said Nursî. Münazarat, s. 19.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1992
BEDİÜZZAMAN’DA TECDİT VE ISLÂH METODU
Prof. Dr. ABDÜLVEDUD ÇELEBİ
(Ezher Üniversitesi - MISIR)
İslâm tarihinde Müslümanların imanını muhafaza eden birbirine benzer üç hareket vardır: Hindistan’da İmam-ı Rabbanî, Cezayirde İbni Badis ve Türkiye’de Bediüzzaman Said Nursî hareketidir.
Bediüzzaman Said Nursi, Arap âleminde pek duyulmamış bir isimdir. İlk emri “oku” olan bir dinin mensupları okumamış, cehalet her tarafımızı kaplamıştır. Eğitim ve kültür sahasında uzman bir profesörün, Peygamberimizin (a.s.m.) nerede doğduğunu ve nerede vefat ettiğini bilmemesini tasavvur edebilir misiniz? Üstelik bu profesör, Resulullahın Kâbe’de metfun bulunduğunu zannediyorsa...
Bütün dünyanın tanıdığı en mühim ve en büyük insan hakkında cehaletin boyutları bu dereceye ulaşmışsa; Arap olmayan diğer âlimler hakkındaki cehalet ve ilgisizliği varın siz düşünün!
el-Ezher’de “İslâm Dâvâsı Yüksek Meclisi” genel sekreterliğinde bulunduğum sıralarda, İhsan Kâsım es-Salihî’nin Bediüzzaman Said Nursî hakkında yazdığı Tarihçe’den yüzlerce satın almıştım. Bunun üzerine birçok kimse tarafından soru yağmuruna tutuldum: “Bu kitabı niçin alıyorsun? Said Nursî kimdir? Hangi ülkede yaşadı? Şair mi, yazar mı? İslâm âlimi mi, filozof mu? Hindistanlı mı, Arap mı?”
Bu sorular, varlığımızı ve özümüzü tehdit eden cehalet musibetinin ve yıkılış sebeplerinin bir göstergesinden başka bir şey değildir.
Bu sempozyum için şöyle bir başlık seçtim:
“Bediüzzaman’da tecdit ve ıslâh medodu.” Diğer bir ifade ile: “Dâvâsında bütün tecdid ve ıslâh hareketleri şekillenmiş bir ıslâhatçı: Bediüzzaman Said Nursî.”
Araştırmamı dört maddede toplamaya çalıştım:
1. Bediüzzaman’ın yaşadığı asra genel bir bakış.
2. Bediüzzaman’ın yaşadığı asırda yaygın olan ıslâh hareketleri.
3. Bediüzzaman’ın tebliğ metodu.
4. Bediüzzaman’ın üstlendiği hizmet.
19. asır, İslâm tarihinin en dehşetli asrıydı. Türklerin ve diğer bütün Müslümanların en karanlık dönemleriydi. Bu dönemde yıkılışlar ve çöküşler başladı. Kralların istibdadı ve zulmü, kifayetsizlikleri ve sefahatleri; devlet adamlarının ihanetleri ve milleti aldatmaları; halkın rahata ve refaha düşkünlüğü; cehalet ve hurafelerin yaygınlaşması gibi musibetler alabildiğine yaygınlaşmıştı. Müslümanların temel ilimlerle olan bağları kopmuş; fıkıh, dil, edebiyat ve matematik gibi ilimleri öğrenenler azalmış, hattâ çokları, fizik, kimya ve matematik gibi fen ilimlerine küfür veya sihir nazarıyla bakar olmuştu. Zihinler birtakım hurafelerle boyanmıştı. Kurtuluş yanlış kapıda arandı. Yol gösterenler itham edildi. İpin ucunu deccallar ve ihtilâlciler yakaladı. Doğudan Batıya İslâmî eğitim gören talebelerin tartıştıkları şey, kibrite dokunmak caiz midir, onu bir yakıcı olarak kullanmak ve yemek pişirmek caiz olur mu; kibrit maddesinden yapılan zımparaya dokunan günaha girer mi gibi mânâsız şeylerdi.
Felaket korkunç, musibet büyüktü. İslâmiyet ve Müslümanlara karşı açılan savaş şiddetliydi. Tarihçi Cebertî’nin dediği gibi.
“O yıllarda büyük savaşlar, dehşetli hâdiseler, korkunç boyutlarda tabii âfetler ve peş peşe gelen belâlar yaşandı. Zamanın dengesi bozuldu, karakterler değişti, değerler inkılâba yüz tuttu. Nesiller arası çelişkiler baş gösterdi Her şey yıkıldı, yakıldı... ‘Allah, halkı salih olan bir beldeyi haksız yere zulmen helâk etmez”2
Bunun ardından tâbiî olarak reaksiyon başladı. Sömürgecilerin tutumları ve Haçlıların taassubu Müslümanları harekete geçirdi. Gayret ve cihad ruhunu hızlandırdı. Müslüman toplumlarda ve cemaat liderlerinde dinî şuur canlanmaya başladı.
O günlerde din, tek başına bir itici güç teşkil ediyordu. Âlimler, İslâm âleminin bedeninde canlı bir uzuv gibiydi. Kılıç ile kalem yan yana iş görüyordu. İşte, Kafkas kahramanı Şeyh Şâmil, Somali ve Sudan’da çıkan Mehdîler, bu kılıç ve kalemi yan yana getiren yakın İslâm tarihinin ender şahsiyetlerinden birkaçıdır.3
İslâm tarihinde üç hareket
İslâm tarihinde birbirine benzer, belki birbirinin aynı üç İslâmî hareket çıkmıştır. Bu hareketlerin her birisi, Müslümanların inançlarını muhafaza etmekte büyük rol oynamıştır.
Bunlardan birincisi: Hicrî ikinci bin yılının imamı, Hindistanlı müceddid, mücahid ve zâhid İmam-ı Rabbânî’nin hareketiydi.
İkincisi: Cezayir’de Abdülhamid bin Bâdis’in hareketi.
Üçüncüsü: Türkiye’de Bediüzzaman Said Nursi’nin hareketi.
İbni Bâdis’in hareketi:
Cezayir’de İslâmiyete ve Araplara ait herşeyi değiştirmeye ve yok etmeye çalışan Fransız sömürgesine karşı idi. Zira Fransız Kardinali L. Figri şöyle diyordu:
“Cezayir artık İslâmiyeti temsil etmiyor, Hıristiyanlığın beşiği haline gelmiştir. Her mescidde ve her köşede ezan seslerinin yerine kilise çanlarının seslerinin yükselmesi gerekir.”
Kan ve fışkı ortasından çıkan süt gibi, sabah da karanlık ve gecenin bağrından doğar. İşte bu karanlık dönemde bütün Cezayir halkı Abdülhamid bin Bâdis’in sabahı müjdeleyen sesiyle uyandı:
Cezayir halkı Müslümandır ve Araptır.
Kim dese ki onlar aslından kopmuştur, yalandır.
Onları imha etmeye kalkışanlar bilsinler ki,
Muhali talep etme sevdasına kapılmışlardır.
İbni Bâdis, eğitim, öğretim, vaaz, irşat, cemaat faaliyeti, kitap yayını ve gazeteciliğe önem vermiştir.
İbni Bâdis Bediüzzaman’la çağdaştı. Bediüzzaman, Hicrî 1293 tarihinde doğmuş, 1379 tarihinde vefat etmiş; İbni Bâdis ise, 1308’de doğmuş 1359’da vefat etmiştir.
İmam-ı Rabbanî Hareketi
İmam-ı Rabbani’nin hareketini Bediüzzaman’ın hareketiyle karşılaştırdığımızda tamamen mutabık olduğunu görmekteyiz. İmam-ı Rabbanî (k.s.) Hindistan’ın en sefih hükümdarlarından Ekber Şah zamanında yaşadı. Ekber Şah İslâmiyeti tamamen ortadan kaldırmak istedi. İslâmiyeti sinsice tahrif etmeye teşebbüs etti. Putperestliğe yer veren yeni bir din kurmak arzusuna kapıldı. Güya bu hareketiyle saltanatını muhafaza edecek, Hindulara şirin gözükecek, kalplerinde taht kuracaktı. Sonunda geniş çaplı bir program tatbik etmeye başladı. İcraatlarından bazıları şunlardır:
1. Hindu emîrlerin kızlarıyla evlendi. Evlendiği bu kızlar, dinlerine bağlı kalacaktı. Sarayda diledikleri gibi inançlarını yaşayabileceklerdi.
2. Giyim kuşamda onların âdet ve geleneklerini taklit etti.
3. İslâmiyete karşı nefret ve düşmanlık getirdi. Bu nefret ve düşmanlığı o dereceye vardırdı ki Peygamberimizi tahkir maksadıyla hizmetçilerine “Ahmed, Muhammed” gibi isimleri taktı.
4. Hicrî takvimi, “İlâhî Takvim” diye isimlendirdi ve başlangıç olarak da kendisinin tahta çıkış tarihini koydu.
Bununla beraber içki, kumar ve her türlü menhiyatı meşru kıldı. Ekber Şah icraatlarında yalnız değildi. En büyük destekçileri, maalesef ilmin şerefini ayaklar altına alan âlimlerdi. Bu âlimler Ekber Şah’a “Sicil” adını verdikleri bir lâyiha sunarak masum (günahsız) olduğunu ilân ettiler. Ayrıca bu lâyihada ona, dilediği kanunu çıkarabilme, istediği hükmü verebilme ve arzu ettiği şeyi yapabilme fetvasını verdiler.
Kısacası, bütün bu icraat, İslâm dininin yerine yeni bir din ihdas etme gayretkeşliğinin ön hazırlıklarıydı. Zira, kendisinin ve çevresindekilerin görüşlerine göre, İslâm asrın ihtiyaçlarına cevap veremiyordu. Bunun için yeni bir “din”e ihtiyaç vardı.
Ve sonunda “İlâhî Din” dedikleri yeni dinlerini ilân ettiler. Sloganları da, “Allahü Ekber”di. Bununla-Hâşâ-Ekber Şah’ı kasdediyorlardı.
Bu dönem, Müslümanlar için felaket yıllarıydı. Yangın ülkenin her tarafını sarmıştı. İşkencelerden, hapislerden, sürgünlerden nasibini alan alana... Fakat en elim olan ve gözleri en çok yaşartan şey, halka gelen bu belâların, o asrın en büyük âlimlerine de ulaşmasıydı. Bu fitnenin karşısında çok az sayıda âlim ayakta kalabildi. Âlimlerin ekseriyeti Krala boyun eğmişti.
O dehşetli günlerde, ortaya Allah’ın inayetine mazhar olan bir zat çıktı. Şah’ın karşısına dikilerek cihad bayrağını açtı. İşte bu zât, Hicrî ikinci bin yılının imamı, İmam-ı Rabbânî Hazretleridir. Cenab-ı Hakkın inayetine mazhar olan İmam-ı Rabbanî cihadıyla Kralın fitnesini tarihe gömdü.4
* * *
İslâm dini “tevhid dini” olduğu için birlik dinidir.
“İşte bütün bu peygamberlerin getirdikleri din, tek bir dindir ki, o da sizin dininiz olan İslamdır.” 5
“Müşriklerden olmayın. O müşrikler ki, dinlerinde ayrılığa düşerek parça parça olmuşlardır. Ve herbir fırka, kendi diniyle övünüp durur.” 6
İslâmiyet şirki ortadan kaldırdığı gibi, şirkin neticesi olan bölücülüğü ve ihtilafı da yasaklamıştır. Bu hususta Resulullah (a.s.m.) şöyle buyurmaktadır:
“Benden sonra birbirinin boynunu vuran kâfirlere dönmeyiniz.” 7
Müslümanlar arasındaki ihtilafın sebeplerinden biri olan cehalet bugün ortadan kalkmış değildir. Günümüz Müslümanları arasında hâlâ İbn-i Teymiye ve ibn-i Kayyum el-Cevzî gibi âlimleri dalaletle itham edenler var. Tasavvuf ve tarikata “hurafe” diyenler var. Muhyiddin İbni Arabi hakkında kâfir ve mürted görüşünde olanlar var. Bugün hâla birçok kimse İmamiye Şiasını küfür ve zındıklıkla itham ediyor.
Bediüzzaman, bütün bu ihtilafların karşısına bir hâkim-i âdil sıfatıyla çıktı, cehalet ve taassubun doğurduğu görüş ayrılıklarını adaletin hassas terazisiyle tarttı.
İhsan Kasım es-Salihî’nin dediği gibi:
“Risale-i Nurlar, şahıs ve cemaatlar hakkında hüküm verirken haşir meydanında kurulacak olan İlâhî adalet terazisinin bir benzerinin bu dünyada da kurulmasına davet eder.
“Bediüzzaman, ihtilafa düşen tarafların aralarını bulmak için, ölçüler koyarken; ne bir tarafı terk edip sadece diğer tarafı ele alır ve ne de birinin hakkına göz yumarak karşı taraftakini haklı çıkarır. Her iki tarafın iyilik ve kötülüklerini ve onları o yola sevkeden sebepleri ve çevre faktörlerini nazara alarak hükmünü verir. İslâm âlimleri ve cemaatlari hakkındaki tarihî ihtilaflar konusunda Risale-i Nurların takip ettiği yol budur.”
Şu ifadelerde de Risale-i Nurun realiteye uygun ince yorumları bir derece hissedilebilir.
“Âlem-i İslâmda ehl-i sünnet ve cemaat denilen ehl-i hak ve istikamet fırka-i azimesi, hakaik-i Kur'âniyeyi ve imaniyeyi istikamet dairesinde hüve hüvesine sünnet-i seniyyeye ittiba ederek muhafaza etmişler, Ehl-i velayetin ekseriyet-i mutlakası, o daireden neş'et etmişler. Diğer bir kısım ehl-i velayet, ehl-i sünnet ve cemaatin bazı desatirleri haricinde ve usullerine muhalif bir caddede görünmüş. İşte şu kısım ehl-i velayete bakanlar iki şıkka ayrıldılar:
“Bir kısmı ise, ehl-i sünnetin usulüne muhalif oldukları için velayetlerini inkâr ettiler. Hattâ onlardan bir kısmının tekfirine kadar gittiler.
“Diğer kısım ki, onlara ittiba edenler, onların velayetlerini kabul ettikleri için derler ki: ‘Hak yalnız ehl-i sünnet ve cemaatin mesleğine münhasır değil.’ Ehl-i bid’adan bir fırka teşkil ettiler, hattâ dalalete kadar gittiler. Bilmediler ki, her hâdi zat, mühdi olamaz. Şeyhleri hatasından mazurdur. Çünkü meczubdur. Kendileri ise mazur olamazlar.
“Mutavassıt bir kısım ise, o velilerin velâyetlerini inkâr etmediler, fakat yollarını ve mesleklerini kabul etmediler. Diyorlar ki; ‘Hilaf-ı usul olan sözleri, ya hale mağlub olup hatâ ettiler veyahut mânâsı bilinmez müteşâbihat misillü şatahattır.’
“Maatteessüf birinci kısım, hususan ulemâ-i ehl-i zâhir meslek-i ehl-i sünneti muhafaza niyetiyle, çok mühim evliyayı inkâr, hatta tadlil etmeye mecbur olmuşlar. İkinci kısım olan tarafdarları ise, o çeşit şeyhlere ziyade hüsn-ü zan ettikleri için hak mesleğini bırakıp, bid’ate, hattâ dalalete girdikleri olmuş...” 8
Şeyhülislâm İbn-i Teymiye ve sadık talebesi İbn-i Kayyum el-Cevzi hakkında Risale-i Nurun görüşü nedir? Muhyiddin-i Arabî hakkındaki kanaati nedir?
Emirdağ’da ikamet ettiği yıllarda bir talebesine gönderdiği bir mektubunda Bediüzzaman Hazretleri, İbn-i Teymiye ve İbni Kayyum el-Cevzi’nin kendileri ve eserleri hakkında, “Meşhur dehşetli dâhi”; “pek acip ve câzibedar eserler” diye söz eder ve şöyle der:
“Meşhur dehşetli dahilerden İbni Teymiye ve İbni Kayyum el-Cevzi’nin pek acip ve câzibedar eserleri İstanbul’da çoktan beri hocaların eline geçmesiyle...” 9
Muhyiddin-i Arabi’ye gelince, iki ayrı risaleden iki paragraf alıyoruz. Birisi kendisi hakkında, diğeri de mesleği hakkındaki hükmü açıklıyor.
“Mustafa Sabri ile Musa Bekuf’un efkârını muvazene etmek için vaktim müsait değildir. Yalnız bu kadar derim ki: Muhyiddin, kendisi hâdi ve makbuldür. Fakat her kitabında mühdi ve mürşid olamıyor. Hakaikte çok zaman mizansız gittiğinden, kavaid-i ehl-i sünnete muhalefet ediyor ve bazı kelâmları, zahiri dalâlet ifade ediyor; fakat kendisi dalaletten müberrâdır. Bazan kelâm küfür görünür, fakat sahibi kâfir olamaz.”
Devamında ise kitapları hakkında şu hususa dikkat çekiyor:
“Evet bu zamanda Muhyiddin’in kitapları, hususan vahdetü’l-vücuda dâir mes’elelerini okumak, zararlıdır.” 10
Bu ihtilaf ve tenakuzlara karşı Bediüzzaman’ın tutumu, İmâm-ı Gazâlî’nin kendi zamanında yaygın olan ihtilaf ve tenakuzlara karşı tutumu gibidir. İmam-ı Gazâlî, fikirleri ve ilmî mevkii itibariyle müstakil bir şahsiyetti. Görüşleri kendinden öncekilerinkinden, hattâ mensup olduğu mezhebe bağlı olan âlimlerinkinden bile farklıydı.
İmam-ı Gazâlî, bazı kelâm meselelerinde, Eş’arî’den farklı görüşe sahip olduğu gibi; mensubu bulunduğu Şâfiî Mezhebinin imamı Şâfiî’den de bazı fıkhî meselelerde farklı düşünmüştür. Meselâ, İhyâu Ulûmuddin’de su bahsinde şöyle der:
“Candan arzu ederdim ki, İmam Şâfiî’nin mezhebi de İmâm-ı Mâlik’in, ‘su, ne kadar az olursa olsun, üç vasfından biri değişmedikçe pislenmez’ dediği gibi olsaydı.” Ve sonra İmâm-ı Mâlik’i yedi delil ile te’yid eder... 11
Onun İmam-ı Eş’arî’ye olan muhalefeti, bazı Eşa’rîlerin damarına dokunmuş; hattâ onu yoldan çıkmakla, küfürle itham etmişlerdi. Bu kimseler,
“Gazâli’nin bazı kitaplarında Sahabenin ve mütekellimîn ulemasının mezhebine muhalefet vardır. Halbuki Eş’arî mezhebinden sapmak küfürdür. Onun görüşlerine ters düşmek dalâlettir, hasârettir”
diyerek ona hücum etmişlerdi. 12
Bediüzzaman ve çağdaş mütefekkirler
Bediüzzaman Said Nursi, siyasete günlük mânâsıyla ehemmiyet vermez. Onun siyasete karşı ilgisi, İslâm âleminin dertleriyle azap çeken bir Müslümanın ilgisidir. Bu asırda bilinen mânâsıyla siyaset, konuştuğu şeyin tersini yapmaktır.
İslâmiyetteki siyaset ise, dinî inançlara ve bu inançların sağladığı ahlâkî değerlere bağlı kalmaktır.
Bediüzzaman Said Nursi’nin bu inancı ve bunun çağrıştırdığı ahlâkî değerleri yaşatmak gayretindedir. Mesele Resulullahın (a.s.m.) şu hadisi etrafında dönmektedir:
“Kim Müslümanların işlerine ihtimam göstermezse, onlardan değildir.”
Bu hadis her Müslüman kadın ve erkeğe hakkı açıkça söylemeyi, yeryüzünde Allah’ın adını yüceltme konusunda gayret göstermeyi, meşru vesileleri kullanarak İslâma hizmeti şart kılıyor.
Bediüzzaman bu hususta Cemâleddin Afgânî gibi hakkı apaçık söylemiştir. Zâlimlerin yüzlerine karşı “Millete yaptığınız zulme son verin” diye haykırmıştır.
Bununla beraber Bediüzzaman’ın üslûbu siyasi değil, fikir ve eğitim ağırlıklıdır. Bu yönüyle Şeyh Muhammed Abduh’a benzemektedir. Muhammed Abduh’un bu konuda meşhur bir sözü vardır:
“Geçmişte, şimdide ve her zaman, siyasetten kaynaklanan her şeye ve siyasete Allah lânet etsin...”
Şeyh Muhammed Abduh’un nazarında, îmanın muhafazası ve takviyesi için en önemli vesile, Kur’ân-ı Kerîm tefsiridir...
Abduh, âyeti okur, şayet âyet îmana dair ise, başka âyetlerden de istifade ederek kâfi derecede izah ederdi. Şayet ahlâka ait bir âyet ise, bu âyette geçen ahlâkî düsturların, milletin ıslâhındaki tesirini ve aydınlatcı yönlerini beyan ederdi. Şayet âyet-i kerime sosyal hayatın esaslarından bahsediyorsa, milletin hayatında bu esasların önemini nazara olarak açıklardı. 13
Muhammed Abduh, Tefsîrü’l-Menâr’ında bu üslûbu tercih etmiş. Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’ân’da bu üslûbu tercih etmiş. Ezher şeyhlerinde Mahmud Şeltut bu üslûbu tercih etmiş. Daha sonra da İslâm dünyasında birçok âlim bu üslûbu tercih etmiştir.
Bediüzzaman Said Nursî’nin Risale-i Nur tefsirinde tercih ettiği üslûba gelince; Üstad, risaleleri tarif ederken şöyle eder:
“Risale-i Nur doğrudan doğruya Kur’ân’ın bâhir bir bürhanı ve kuvvetli bir tefsiri ve parlak bir lem’a-i i’caz-ı mânevîsi ve o bahrin bir reşhası ve o güneşin bir şuâı ve o mâden-i ilm-i hakikattan mülhem ve feyzinden gelen bir tercüme-i mâneviyesidir.” 14
“Risale-i Nurlar, çeşitli ilim ve fen kaynaklarından istifade edilerek yazılan diğer eserler gibi değildir. Üstad Bediüzzaman, Kur’ân’dan başka hiçbir kitaba müracaat etmeden ve te’lifat zamanında yanında hiçbir kitab bulunmadan Nur Risalelerini te’lif etmiştir.” 15
“Sual: Risale-i Nurlar bildiğimiz diğer tefsirlere benzemiyor, nasıl onlara Kur’ân-ı Kerim tefsiri nedir?
“Cevap: Tefsir iki kısımdır: Biri, âyetin ibaresini ve lâfzını tefsir eder; biri de, âyetin mâna ve hakikatlarını izah ile isbat eder. Risale-i Nur, bu ikinci kısım tefsirlerin en kuvvetlisi ve en kıymettarı ve en parlağı ve en mükemmeli olduğu, ehl-i tahkik ve tetkikten binlercesinin şehadetiyle ve tasdikiyle sabittir.”16
* * *
Bediüzzaman Said Nursi, Muhammed ikbâl ile aynı zamanlarda dünyaya gelmişti. Her ikisi de 19. asrın yetmişli yıllarında doğdular. Fakat Bediüzzaman, Muhammed ikbâl’den daha fazla yaşamıştır. Bu iki değerli âlim, Batı medeniyetine karşı aynı tutumu izlediler. Her ikisi de Batının adlatıcı, parlak görünüşüne itibar etmediler. Batı medeniyetinin ruhuna nüfuz ederek içyüzünü ortaya çıkardılar.
İlmin ve terakkinin aslâ karşısında olmadılar. Her ikisi de zulümden kurtuluş çarelerini aradılar. Bütün bunlar, zaten bizim inancımızın bir parçasıdır. Çünkü İslâm dini, ilim öğrenmeyi farz kılan tek dindir.
Bediüzzaman’ın, Kur’ân’la barışmayan Avrupanın ikinci yüzü olan Batı medeniyetine bakışı şöyledir:
“Küfür ve küfranı dağıtıp neşreden onun bedbaht ruhudur! Acaba hem ruhunda, hem vicdanında, hem aklında, hem kalbinde dehşetli musîbetlerle musîbetzede olmuş ve azaba düşmüş bir adamın cismiyle, zahirî bir surette aldatıcı bir zînet ve servet içinde bulunmasıyla saadeti mümkün olabilir mi? Ona mes’ud denilebilir mi? Âyâ görmüyor musun ki, bir adamın cüz’î bir emirden me’yus olması ve vehmî bir emelden ümidi kesilmesi ve ehemmiyetsiz bir işten inkisar-ı hayale uğraması sebebiyle tatlı hayaller ona acılaşıyor, şirin vaziyetler onu tazib ediyor, dünya ona dar geliyor, zindan oluyor. Halbuki senin şeâmetinle, kalbinin en derin köşelerinde ve ruhunun tâ esasında dalâlet darbesini yiyen ve o dalâlet cihetiyle bütün emelleri inkıtâa uğrayan ve bütün elemleri ondan neş’et eden bir bîçare insana hangi saadeti temin ediyorsun? Acaba zâil, yalancı bir Cennette cismi bulunan ve kalbi, ruhu Cehennemde azap çeken bir insana mes’ud denilebilir mi? İşte sen bîçare beşeri böyle baştan çıkardın. Yalancı bir Cennet içinde Cehennemî bir azap çektiriyorsun.”16
Alex Carrel’de İnsan Denen Mechul kitabında aynı meâlde şeyleri söylememiş midir? Tomby’nin bu medeniyetin yorumunu yaparken ikazda bulunduğu şey, aynı şey değil midir? Evet, eskiden birçok medeniyetin çökmesi gibi, bu medeniyetin de çöküşünün yaklaştığını haber veren son zamanlarda birçok kitap ve araştırmanın yayınlandığını görmekteyiz.
Muhammed İkbâl’in haber verdiği gibi, ruhu susuzluktan ölmeye yüz tutmuş Avrupa, içinde medeniyet görünen aldatıcı serapta intihar ediyor. Bugün değilse de, yarın mutlaka edecektir. Zira, temel taşları kaymış olan bu medeniyetin en ufak bir sadmeye dahi tahammülü kalmamıştır. Bu hüküm kapitalizm için geçerli olduğu kadar, komünizm için de geçerlidir. Her ikisi de Allah Teâlâ’nın yeryüzünün halifesi olarak yarattığı insan gerçeğine zıddır. 17
Verilen haberin yarısı komünizmin çöküşüyle gerçekleşti. Diğer yarısının tamamlanması ise uzak değildir.
Evet, biz sıradan bir adamın karşısında değiliz. Abbas el-Akkad’ın Hz. Ömer (r.a.) hakkında dediği gibi,
“Fevkalâde üstün meziyetlere sahip, kusursuz bir insan, hâlifelik konusunda mümtaz bir şahsiyet. Böyle şahsiyetler bir zaman dilimi içinde ancak bir kaç tane bulunabilir.”
“Evet, o hiç şüphesiz güçlü bir insandır. Zîra her büyük insan güçlüdür. Böyle insanları gerçek yönleriyle tanımak kolay değildir. Çünkü o insan tarihte emsâli az görülen bir şahsiyettir. Bazan olur ki, ahlâk ve karakterlerinin incelikleri bakımından böyle büyük şahsiyetler tarihte tek başlarına bir tarz, bir ekol hükmünde yerlerini alırlar.”
Bediüzzaman’ın cesaret ve cihadı
İşte Said Nursi, böyle bir büyüklüğün ve gücün en üst mertebesine ulaşmış bir şahsiyettir.
Küfre karşı imân gücü...
Bâtıla karşı hak gücü...
Hurafelere karşı ilim gücü...
Ölüme ve tehditlere karşı kahramanlık gücü... Bediüzzaman’ın Rus Generali Nikolaviç ile olan kıssası, onun bu cesaret ve gücüne canlı bir misaldir.
Şeriatı tatbik etmek isteyen bir harekete katıldığı gerekçesiyle mahkemeye sevkedilen Bediüzzaman’ın mahkemedeki tavrı da bu güce canlı bir misâldır. O gün mahkeme, pencereden bakıldığında dışarıda idam edilmiş 15 kişinin cesetlerinin görüldüğü bir manzaraya sahipti. Mahkeme Reisi sorar:
“Sen de Şeriat istedin mi? İşte şeriatı isteyenler böyle asılırlar.”
Bediüzzaman’ın ise cevabı şudur:
“Şeriatın bir hakikatına bin ruhum olsa feda etmeye hazırım.
“Ben hapishane denilen âlem-i berzahın kapısında durmuşum ve darağacı denilen istasyonda âhirete giden şimendiferi bekliyorum.
“Bu hükümet, zaman-ı istibdatta akla husumet ederdi. Şimdi de hayata adavet ediyor. Eğer hükûmet böyle olursa yaşasın cünun! Yaşasın mevt! Zalimler için de yaşasın Cehennem!”
“Âlimler ıslâh olursa, âlem de ıslâh olur.” Evet, âlim ıslâh olursa, âmirler de ıslâh olur. Âmirler ıslâh olursa, onların işleri de sâlih olur.
Resulullah (a.s.m.) buyuruyorlar ki: “Ümmetimden iki sınıf vardır ki, bunlar ıslâh olduğu zaman insanlar da ıslâh olur. Bunlar bozulduğu zaman insanlar da bozulur. Bu iki sınıf âlimler ve âmirlerdir”.
Önce âlim... Çünkü gerçekleri dile getirmekten o sorumludur. Sonra âmirler gelir; çünkü onlar da âlimlerin izahları istikametinde karar alıp tatbik ederler.
Muhammed bin Sâlih şöyle anlatıyor:
“Hammad bin Seleme’nin ziyaretine gittim. Evinde bir hasır, bir Mushaf, bir kitaplık ve bir ibrik vardı. Kendisiyle otururken kapı çalındı. Kapıyı açtık, baktık Muhammed bin Süleyman. Müsaade edildi, içeri girdi ve huzurunda oturdu. Sonra, ‘Sizi görünce beni bir heybet sardı, bunun hikmeti nedir?’ diye sordu.
Hammad:
“Çünkü Resûl-i Ekrem (a.s.m.), ‘Âlim, ilmi ile Allah rızasını murad ederse, ondan her şey korkar. Fakat ilmi ile dünya menfaatini kasdederse, o her şeyden korkar’ buyurmuştur.” 18
Evet, Bediüzzaman Said Nursi, İslâm âleminin vicdanında yaşayacaktır. Dünyada tek bir Müslüman kaldığı müddetçe eserleri ve hizmetleri devam edecektir. Onun şöhret ve cihadı ölümüyle son bulmayacak ve bulmamıştır. Neşrettiği nur-u Muhammedîyi söndürmeye kimsenin gücü yetmeyecektir. Yoksa, tâ el-Ezher diyarı olan Mısır’dan bizi buralara kadar getiren sır nedir? İslâmiyet ne ırk, ne de dil farkı tanır. Zalimler, en büyük kötülük olarak, bu İslâm ümmetini cahil ve ırkçı toplumlar haline getirmeye çalışsalar bile...
Bediüzzaman Said Nursi’nin şahsında İslâm güneşi parlamaya başladı. Öyle bir güneş ki, zaman, mekân, hâl ve müstakbel sınırlarını aşıyor.
Öyle bir güneş ki, ümitsizlikle kararmış kalplerde ve İslâmbol minarelerinden yeniden ümit ruhunu canlandırıyor.
Artık İslâmbol eski haliyle geri dönüyor. Her renkten, her milletten İslâmın evlâtları, onun bu dönüşünü kutluyor...
____________________
1. Tahsilini el-Ezher Üniversitesinde yaptı. Yüksek ihtisasını Camridge, Oryantal ve Pencap Üniversitelerinde tamamladı. Mısır’ın İngiliz işgalinden kurtulmasında aktif rol aldı. Bunun üzerine İngilizler tarafından tutuklanarak işkenceye tabi tutuldu. İhvân-ı Müslimîn saflarında hizmet gördüğü yıllarda Cemal Abdünnâsır’ın zulmüne uğrayanlar arasındaydı.
Mısır’da ve diğer İslâm ülkelerinde önemli görevler üstlendi. Uzun yıllar Avustralya’nın Sidney şehrinde faaliyet gösteren İslâm Merkezinin Müdürlüğünü ve Ezher İslâm Dâvâsı Yüksek Meclisi Genel Sekreterliğini yapmış olan Çelebi, Mısır Yazarlar Birliği, Pakistan İslâm Dâvâsı Yüksek Meclisi ve Sudan İslâm Dâvâsı Cemiyeti gibi kuruluşların âzâsıdır. Mezhepler Arasında Yakınlık Noktalarını araştıran milletlerarası ilmî meclisin de kurucu üyesidir.
Çok iyi bir hatip olan Çelebi, daha çok İslâmî tebliğ konusunda Asya, Avrupa, Afrika ve Avusturalya’da 70’ten fazla milletlerarası konferansa katıldı.
Abdülvedud Çelebî’nin İngilizce ve Arapça olarak 15’in üzerinde yayınlanmış eseri bulunmaktadır.
2. el-Cebertî. Acîbu'l-Asâr. Kahire: Dârü’ş-Şa’b.
3. el-Mehdî el-Sudânî. Kahire: Dârü'l-Maarif, 1981.
4. Mesud En-Nedevî. Nazratün İcmâliyye İlâ intişâri'd-Da'vâti'l-İslâmiyye Fî'l-Hind, s. 20.
5. Enbiya Sûresi, 92.
6. Rum Sûresi, 31-32.
7. Buharî, İlim: 471
8. Bediüzzaman Said Nursî. Mektubat, s. 319.
9. Bediüzzaman Said Nursî. Emirdağ Lâhikası, I:201.
10. Bediüzzaman Said Nursî. Lem'alar, s. 262.
11. İhyâu'Ulûmid-Dîn, C.1; 3 Kitâb; 1. Bâb.
12. Dr. Yusuf el-Kardâvî. el-İmâmü'l-Gazâlî, s. 67, 68
13. Târihu'l-Üstâzi'l-İmam Li Reşid Rızâ, Muhammed Abduh Li'l-Akkad, Züamâu'l-Islâh, Ahmed Emîn, s. 329. Beşinci baskı.
14. Bediüzzaman Said Nursî. Şu'alar: 576.
15. Bediüzzaman Said Nursî. Tarihçe-i Hayat, s. 143.
16. A.g.e., s. 143.
17. Bediüzzaman Said Nursi, Lem'alar, s.106.
18. Allâme Ebûl-Hasen en-Nedevî. Revâiu'l-İkbâl.
19. (Buharî, Edeb'inde; Müslim, Erba'a'sında rivayet etmiştir.)
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1992
BEDİÜZZAMAN’IN EDEBİ GÜZELLİĞİ
Prof. Dr. İMADÜDDİN HALİL
(Musul Üniversitesi - IRAK)
Bediüzzaman’ın eserlerinde fevkalâde bir estetik göze çarpmaktadır. Said Nursî, kâinatın güzelliğinden, Kur’ân’ın sönmez güzelliğine, oradan da Resulullah’ın güzelliğine intikal ederek vicdanı harekete geçiriyor.
BİRİNCİ BÖLÜM
Bediüzzaman’ın edebî güzelliği
Sözler’i başından sonuna kadar dikkatle okudum. Bediüzzama-n’ın o güzel düşünce dünyasında saatlerce kendisiyle beraber oldum. Üslûbu bir şelâle gibi akıcıydı. Önce, o denizin yüzünde seyrettim, sonra yavaş yavaş derinliklerine daldım. Ve o büyük mütefekkirin önüne diz çöktüm. Hitabını kelime kelime hazmetmeye çalıştım. Zaman oldu ki, kelime ve harfleri, yazarının elinden birer inci tanesi gibi aldığımı hissettim.
Başlangıçta bu güzellikler bahçesinden güzel ifade ve cümleleri seçip sunmayı düşündüm. Üstadı böylece anlatmayı plânladım. Ancak okudukça bunun imkânsız olduğunu farkettim. Çünkü güzellikleri birbirine tercih edemiyordum. Ya bütün eseri birden alacaktım veya bırakacaktım. Güzelliğin nabzı, Bediüzzaman’ın eserlerinde hiç durmadan ve temposunu düşürmeden her yerinde atmaya devam ediyordu.
O halde ne yapmalıydım?
Sözler’in tamamını nazara veremeyeceğime göre, o deryadan damlalar sunmakla, iktibaslar yapmakla o güzelliğe bir ayna tutmayı tercih ettim.
Bediüzzaman’ın iman ufkunun sonsuzluğu karşıma çıktı. Görünen âlemden, göklere ve ötesine, âhirete uzanıyor. Atomların titreşimlerinden, yıldızların ve sistemlerin hareketlerine ulaşıyor. Kanunlardan kanunlar üstü gücün varlığına intikal ediyor. Akıldan vicdana geçiyor, cansızlardan canlılara, bitkilerden hayvanlara, hayvanlardan insanlara; nehirlere, şelâlelere, dağlara; özetle, kâinat kitabının bütün fasıllarına atlayarak, eşsiz bir seyahat ettiriyor. Bu seyahatini Kur’ân-ı Kerimdeki âyet ve hükümlerle pençinleyip noktalıyor.
Said Nursî bu maddeperest asırda kâinatın güzelliğinden Kur’ân’ın sönmez güzelliğine, oradan da Resulullahın (a.s.m.) güzelliğine intikal ederek vicdanları harekete geçiriyor.
Bediüzzaman, tam beklenilen bir zamanda zuhur ediyor. Kur’ân’ın îcazı hakkında vicdanları sarsıcı izahlarda bulunuyor. Allah’ın kelâmını bu asrın anlayışına taze olarak sunuyor. Kâinatta, dünyada, varlık âleminde, insanda, eşyada ve atomlardaki göz kamaştırıcı hârika sanatları açıklayıp gözler önüne seriyor.
Bu konudaki söz çok uzar ve sanırım, bir kitap hacmine de zor sığar. İnşaallah bu da bir gün gerçekleşir. Fakat ben şimdi, bir tebliğ hacmi içinde Sözler’in ele aldığı “Cemal”li mevzuların tahlillerini kısaca aktarmaya çalışacağım.
Bediüzzaman’ın eserlerinde fevkalâde bir estetik göze çarpmaktadır. Hitap üslûbu olarak lügatten işe başlar. Kelimeleri kâinattaki varlıkların yaratılış, şekil, biçim ve muhtevalarını kucaklayacak şekilde seçer. Böylece insan, kâinattaki yaratılışın büyük güzelliğine intikal eder. İnsanın ruh, kalb, görünen ve görünmeyen âlemlerle münasebetini ve bu noktadan İslâmın hakikatının güzelliğini sergiler. Ele aldığı mevzularda ulaşılamamış güzelliğe ulaşır. Kur’ân ve sünnette geniş sahalar açar ve onları yegâne hareket noktası kabul eder.
Sözler’i Arapçaya kazandıran İhsan Kasım es-Sâlihî sıradan bir mütercim değildir. Dilin bütün inceliklerine sahip olarak, hassas bir edebiyatçı ruhuyla ölü ve kuru lâfzî tercümelerden farklı olarak, Risale-i Nurdaki tesiri aslına en yakın bir şekilde ortaya koyuyor. Oku-yucuyu Bediüzzaman’ın vermek istediği atmosferin içine çekiyor.
Edebî zirve: Lemeât
Bediüzzaman’ın kullandığı dil, lâfızdan ziyade mânaya önem vermektedir. Üslûbunda âdeta kâinatın bağrındaki musiki nağmelerinin ritmi çağlar. Şiir kalıplarına mahkûm olmadan şâirane bir tarz ortaya koyar. Bazan vezin kullanır, fakat kafiyeyle uğraşmaz. Bu durum manzum bir nesri andırır.
Bediüzzaman Said Nursî, üstadı Mevlâna Celâleddin-i Rûmî’nin tesiri görünen Lemeât isimli eserinde tevazu göstererek şöyle der:
“El-mer’u adüvvün limâ cehile, kaidesiyle ben dahi nazım ve kafiyeyi bilmediğimden ona kıymet vermezdim. Sâfiyeyi kafiyeye kurban etmek tarzında hakikatın suretini nazmın keyfine göre tağyir etmek hiç istemezdim. Şu kafiyesiz, nazımsız hitaptan, en âli hakikatlere en müşevveş bir libas giydirdim.”
Bunu bir özür olarak beyan ederken, şiirin gereklerini bilmediğini söylüyor. Bununla o, fikrini lâfza mahkûm etmek değil, mânâya bağlı kılmak ister. Hattâ fikri lâfza tâbi etmeye tenkit gözüyle bakar ve şöyle der: “Cesedi libasa (elbiseye) göre yontmakla rendeleyen şuarâya (şairlere) tenkidimi göstermek isterdim.”
Şüphesiz, bütün şairler böyle değildir. Bazıları bu tenkidin dışına çıkarlar. Meselâ, Celâleddin-i Rûmi, Sa’di-i Şirazî, el-Mütenebbi, el-Buhteri, el-Muarri gibi edebiyat dâhileri bu zor imtihanı geçerek parlak manâları kifayet derecesinde nazma dökebilmişlerdir.
Bediüzzaman bunun idraki içinde olarak şöyle der:
“Ey okuyucu! Ben hata ettim, itiraf ederim. Sakın sen hata etme. Yırtık üslûba bakıp o âli hakikatlere karşı dikkatsizlik ile hürmetsizlik etme!” Ve devamla, “Nazım ve vezin ise, ömrümde bir fıkra yapmamıştım.”
Bediüzzaman Said Nursî Lemeat’ta önümüze şekil ve mânâ meselesini çok güzel bir tarzda koyar. Bu mesele hakkında Cahiz’den Fransız Roland Bart’a kadar çok şeyler söylenmiştir. Çünkü hepimiz biliyoruz ki, şekil ve mânânın her ikisi beraber bulunmadığı takdirde edebi bir eser ortaya konulamaz. Lemeat’ta, Bediüzzaman mânâya verdiği önem kadar, edebi bir gayret sergilediği de gözlenmektedir.
“Birden bire zihnime, nazma karşı musırrâne bir arzu geldi. Sahabelerin gazevâtına dair ‘Kavl-i Nevale Sisiban’ namında bir destan vardı. Onun İlâhi tarzındaki tâbii nazmına ruhum hoşlanıyordu. Ben de kendime mahsus onun tarz-ı nazmını ihtiyar ettim. Nazma benzer bir nesir yazdım. Fakat vezin için katiyyen tekellüf yapmadım. İsteyen adam, nazmı hatıra getirmeden zahmetsiz, nesren okuyabilir. Hem nesren olarak bakmalı tâ mânâ anlaşılsın. Her kıt’ada ittisal-i mânâ vardır. Kafiyede tevakkuf edilmesin. Külâh püskülsüz olur, vezin de kafiyesiz olur, nazım da kaidesiz olur. Zannımca lâfız ve nazım, san’atça câzibedar olsa, nazarı kendisiyle meşgul eder. Nazarı mânadan çevirmemek için perişan olması daha iyidir.”
Az çok şiir türünde bir çalışma olan Lemeat’tan gözlerimizi Sözler’in geniş, edebi ufkuna çevirirsek, kendimizi, tarzı fevkalâde orijinal bir edibin karşısında buluruz. Evet o, mânâyı ifade etmek için dil kaidesini, istiare, mecaz, kinaye, teşbih gibi edebi sanatları nasıl kullanacağını çok iyi biliyordu. Daha da önemlisi, Bediüzzaman, üslûbun gerektirdiği zaruretler hariç, genelde derin fikirler manzumesi olan eserlerinde şâirane ritimlerden uzaklaşmaz. Okuyucusunu şevk içinde terakki ettirir. Hülâsa, Bediüzzaman, fikirlerini insana, dünyaya kâinata ulaştıran yüksek bir hitab içine saran, son derece mahir bir edibdir.
Lemeat’ın şiirden uzaklaştığını farz etsek bile, Bediüzzaman’ı eserlerinin bütününde bir sanatçı hassasiyet ve mes’uliyetini taşıdığını görürüz. Bu noktada Sarter’in şiir hakkındaki sözünü hatırlamak gerekir: Diyor ki: “Şairin kendi derûnundakileri anlatması için şiirin kalıplarından çıkması gerekir.”
Gerçekten şiir büyük mütefekkirlerin engin fikirlerini taşıyamaz, bunu ancak nesir ortaya koyabilir. Bundan dolayı Bediüzzaman en yüksek hakikatları nesir halinde, fakat tatlı güzel ve şâirâne ibare ve üslûblarla dile getiriyor. Tabiri caizse o, manzum nesir ve mensur şiir üslûbuyla ifadelerine musikinin edasını katıyor. İfadesinin güzelleşmesi için temsil, hikâye, remiz, muhavere, mukteza-yı hale uygun ifadeler, zamirler, mecazlar, istiareleri sık sık kullanıyor.
Sözler’i okuyan insan, edebiyat zevki içinde sunulan yüksek bir ilim ve iman zenginliği ile karşı karşıya kalır. Şu kelimeler bu zenginliği taşıyan mefhumlardan sadece bazılarıdır:
Sözler’deki anahtar mefhumlar ve nidalar
Şua, tecelli, zinet, sanat, nur, dallar, reşhalar, lem’alar, katreler, cevherler, elmas, şûle, nakış, cilve, inci, lâtife, ziya, şeffafiyet, nuraniyet, tecelli, deniz, zehra, hüsün, hakikat nurları, vicdan, bedî, incisam, cemâl, itkan, kemal, elvan, savt v.s. gibi...
Dikkat edilirse, Bediüzzaman, bu kelimeleri işlediği mevzuların başında ve içinde bir odak noktası olarak kullanır. Mantık adına güzellikten uzak; kuru tabirler yerine, son derece canlı kelimelerle şeffaf bir üslûb ortaya koyar.
Bediüzzaman’ın, konuların başında ve sonunda kullandığı nida üslûbu da çok tesirlidir:
“Ey kardeş!” “Nefsimle beraber dinleyen kardeşim!” “Ey Kardeşim!” “Aziz ve Sıddık Kardeşlerim!” “Ey dostum!” “Ey bedbaht nefsim!” “Ey gafil nefsim!” “Ey kardeşim, eğer bunu anladınsa gel!” v.s.
Sık sık kullandığı bu nidâ üslûbu okuyucuyu doğrudan konuya iştirak ettirmeye sebep oluyor.
Başkalarını gördüğü ince ve derin hakikatlere iştirak ettirmek için en ince nidâ üslûbunu kullanır. Nidasına cevap verir vermez muhatabını âdeta melekût âlemlerine götürür. Ancak, aklı perdeli, kalbi mühürlü ve şeytan vesvesesine mağlup olanlar bu manevî seyahate katılmayı reddederler.
Nida bazan kişinin damarına dokunup aksi tesir yapabilir. Bunu dikkate alan Bediüzzaman, çok defa kendi nefsine hitap eder. Hakikatleri, nihayet derecede tevazu içinde başkalarına anlatır. Hakikatın parlak yüzüne engel olan nefsânî duygularını kırmak için bu yolu seçer. O, ne dediğinin idraki içindedir. Bediüzzaman gibi yüksek bir şahsiyet kendi nefsini ele alarak kötülerse, onu okuyanlar da herhalde lütfedip kendi nefislerine bakma gereğini duyacaklardır. Bediüzzaman, gaflet, cehalet, enaniyet perdelerini kaldırmak için nefsiyle dâimi bir mücadele içindedir.
Dilerseniz onun kullandığı tesirli bazı tabirlerden örnekler verelim:
“Ebedü’l-âbâd yolculuğunda ne kadar mühim, değerli, revnaktar bir bilet...” “Şu çiçeğe bak ki, kısa bir zamanda o çiçek tebessüm edip bize bakar, derakab fena perdesinde saklanır... Kendisi gider, fakat onu gören her şeyin hâfızasında zahirî suretini ve her bir tohumunda manevî mahiyetini bırakıp öyle gidiyor.”
“Hattâ eğer hayalen bin sene evvel kendini farz etsen, sonra o zamanın iki cenahı olan mazi ile müstakbeli birbirine karşılaştırsan, asırlar, günler adedince misâlî haşir ve kıyametin nümunelerini göreceksin.”
“Evet, her kim fikren tarihe binip mazi cihetine gitse, şu zaman-ı hazırda gördüğümüz menzil-i dünya, meydan-ı ibtilâ, meşher-i eşya gibi, seneler adedince vefat etmiş menziller, meydanlar, meşherler, âlemler görecek.”
Bu gibi güzel ifadeler pek çoktur. Ve risalelerin her yerine dağılmıştır. Tıpkı Süleyman Aleyhisselâmın neşideleri gibi hikmet ve güzellik bir araya gelmiştir. Bediüzzaman, bu ifadelerde görüldüğü gibi, ebediyet, fanilik, diriliş gibi fikirler takdim eder. O güneşi, gülü, tohumu, şekil ve suretleri, menzilleri, sergileri gayesi istikametinde pek güzel kullanır. Zamanın hareketini, tarihin hükmünü de katarak fikirlerine güzel elbiseler giydirir.
Bediüzzaman’ın edebi üslubundan örnekler vermeye devam edelim.
Diyalog
Diyalog, belâğat unsunlarından biri olarak eserlerinin pek çok yerinde başvurduğu bir üslûptur. Burada onları sıralamak mümkün değil. Olsa olsa sadece kaynak gösterebiliriz. Meselâ, Sözler’in 53. 261. 303. 553. 560. sayfalarında bu örneklere rastlamak mümkündür. Bediüzzaman bu diyaloglarda, tarafsız bir muhakemeden hareket ederek, kendini meydandan çeker, her iki tarafı konuşturur. Hattâ fıtrî olması için günlük hayattan alınan konuşmaları tercih eder. Ancak, bu karşılıklı diyalog içinde gerçekleri son derece sanatkârane bir şekilde derinliklerine inerek ispat eder.
Mesel
Said Nursî temsilleri sık sık kullanır. Temsil, uzak hakikatları akla yaklaştıran bir dürbün gibidir. Bunun da pek çok örneği vardır. Yalnız birkaçını zikredeceğiz. Meselâ,
“Demek derd-i maişet için namazını terk eden, o nefere benzer ki, tâlimi ve siperini bırakıp çarşıda dilencilik eder. Fakat namazını kıldıktan sonra Cenab-ı Rezzak-ı Kerimin matbaha-i rahmetinden tayinatını aramak, başkalara bâr olmamak için bizzat gitmek güzeldir, mertliktir.”
Gözünü dünyaya diken adamın durumunu ise şu misâlle açıklıyor:
“Nasıl dünyaya hasr-ı nazar, aziz bir lezzeti, elîm bir eleme kalbeder. Meselâ şu karyede (yani, Barla’da) iki adam bulunur. Birisinin yüzde doksandokuz ahbabı İstanbul’a gitmişler. Güzelce yaşıyorlar. Yalnız bir tek burada kalmış. O dahi oraya gidecek. Bunun için şu adam İstanbul’a müştaktır, orayı düşünür. Ahbaba kavuşmak ister. Ne vakit ona denilse, “Oraya git” sevinip gülerek gider. İkinci adam ise, yüzde doksan dokuz dostları buradan gitmişler. Bir kısmı mahvolmuşlar, bir kısmı ne görür, ne de görünür yerlere sokulmuşlar; perişan olup gitmişler, zanneder. Şu bîçare adam ise, bütün onlara bedel, yalnız bir misafire ünsiyet edip teselli bulmak ister. Onunla o elîm âlâm-ı firakı kapamak ister.
“Ey nefis! Başta Habîbullah, bütün ahbabın kabrin öbür tarafındadırlar. Burada kalan bir iki tane ise, onlar da gidiyorlar. Ölümden ürküp, kabirden korkup başını çevirme. Merdâne kabre bak, dinle ne talep eder? Erkekçesine ölümün yüzüne gül, bak, ne ister. Sakın, gafil olup ikinci adama benzeme!
“Ey nefsim! Deme ‘Zaman değişmiş, asır başkalaşmış, herkes dünyaya dalmış, hayata pereştis eder, derd-i maişetle sarhoştur.’ Çünkü ölüm değişmiyor. Firak, bekaya kaybolup başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sür’at peyda ediyor.”
Bir başka örnek 22. Söz’ün Altıncı Bürhan’ında şöyle geçiyor:
“Gel bu geniş ovaya çıkacağız. İşte o ova içinde yüksek bir dağ var. Üstüne çıkacağız; tâ bütün etrafı görülsün. Hem her şeyi yakınlaştıracak güzel dürbünleri de beraber alacağız. Çünkü, bu acip memlekette acip işler oluyor. Her saatte hiç aklımıza gelmeyen işler oluyor. İşte bak! Bu dağlar ve ovalar ve şehirler birden değişiyor. Hem nasıl değişiyor. Öyle bir tarzda ki, milyonlarla birbiri içinde işler gayet muntazam surette değişiyor. Âdeta milyonlar mütenevvi kumaşlar birbiri içinde beraber dokunuyor gibi pek acip tahavvülât oluyor. Bak, o kadar ünsiyet ettiğimiz ve tanıdığımız, çiçekli miçekli şeyler kayboldular. Muntazaman yerlerine ve mahiyetçe onlara benzer, fakat suretçe ayrı başkaları geldiler. Âdeta şu ova, dağlar, birer sahife; yüzbinlerle ayrı ayrı kitaplar içinde yazılıyor. Hem hatasız, noksansız olarak yazılıyor. İşte, bu işler yüz derece muhaldir ki, kendi kendine olsun.”
Dikkat edilirse, Said Nursî iman hakikatlerini akıl ve kalbe yerleştirmek için meseleyi, hayattan alınmış müşahhas örneklerle canlandırıyor.
Hikâye
Bazan hikâye, bazan da bir kıssa, Bediüzzaman’ın kullandığı diğer bir üslûp tarzıdır. Gerçekleri akla kabul ettirmek ve gerçeğin bütün yönlerini açığa çıkarmak ve meselenin tesir gücünü artırmak için bu tarzı tercih etmektedir. Hikâye ve misâl birer belâğat unsurudur, edebî türdür. Hikâye için hemen Birinci Söz’de çok güzel bir örneğe rastlıyoruz:
“Şöyle ki: Bedevî Arap çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki, bir kabile reisinin ismini aslın ve himayesine girsin. Tâ, şakîlerin şerrinden kurtulup hâcatını tedarik edebilsin. Yoksa tek başıyla hadsiz düşman ve ihtiyâcatına karşı perişan olacaktır.
“İşte böyle bir seyahat için iki adam sahraya çıkıp gidiyorlar. Onlardan birisi mütevazi idi. Diğeri mağrur. Mütevazii bir reisin ismini aldı. Mağrur almadı... Alanı her yerde selâmetle gezdi. Bir katiü’t-tarike rastgelse, der: ‘Ben filân reisin ismiyle gezerim.’ Şaki defolur, ilişemez. Bir çadıra girse o nam ile hürmet görür. Öteki mağrur bütün seyahatinde öyle belâlar çeker ki, tarif edilmez. Dâima titrer, dâima dilencilik ederdi. Hem zelîl, hem rezil oldu.
“İşte ey mağrur nefsim! Sen o seyyahsın. Şu dünya ise, bir çöldür. Aczin ve fakrın hadsizdir. Düşmanın, hâcatın nihayetsizdir. Madem öyledir, şu sahranın Malik-i Ebedîsi ve Hâkim-i Ezelîsinin ismini al. Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisatın karşısında titremeden kurtulasın.”
Birinci Söz’den 22. Söz’e kadar bu şekilde pek çok hikâyeye rastlıyoruz. Bütün bu hikâye ve remizlerde hakikatın her yönüne işaret ve delâlet eden hususlar ortaya çıkar. Bediüzzaman madde âlemin-den çıkıp gayb âlemlerine yükselir. Oralara çıkmak için günlük hayattan anahtar hükmünde kelime ve remizler uzatır.
Ritim
Ritim, Bediüzzaman Said Nursî’nin çok takdir ve hayranlık duyduğum şâirâne üslûbunu gösteren bir özelliğidir. Bu estetik üslûp, bir noktadan başlayıp melekût âlemine doğru kanat açar. Bütün engelleri aşarak semâlara yükselir. Ruh âlemlerinin en nihâî köşelerine kadar ulaşır, gayb âlemlerinde cevelan eder. Zaman zaman bu âleme dönmeyi de ihmal etmez. Zira bu âlemde henüz doğru yoldan nasipsiz olanlar onun himmet elini beklemektedir. Onların önüne binlerce delil serer; karanlık dehlizlerden nurlu âlemlere bu sayede çıkarır. Bu âlem de Kur’ân ve Resulünün sünnetidir.
* * *
Sözler’in en yaygın örgüsü iki noktada toplanmaktadır: Celâl ve Cemal. Dikkat edildiğinde de fark edileceği üzere, bu âlemdeki tecelliler bu iki noktada temerküz etmektedir.
Risâle-i Nurun verdiği mesajın tamamını ifade etmek mümkün değildir. Bunun için sizi bizzat eserlere havale etmekten başka çaremiz yoktur. 33 adet “Sözler” ayrılmaz bir bütündür. Bu bütündeki manzum nesri ve yüksek ritmi idrak edebilmek ancak bu şekilde kabildir.
Birinci Söz öyle tatlı bir nida ile biter ki, herkes kalbinden o nidaya katılmaya can atar:
“Ey nefis! Böyle ebleh olmamak istersen, Allah namına ver, Allah namına al, Allah namına başla, Allah namına işle! Vesselâm.”
32. Söz’ün sonunda Veysel Karanî’nin duasıyla Rabbine el açan Bediüzzaman şöyle diyor:
“Ya Rab! Nasıl büyük bir sarayın kapısını çalan bir adam, açılmadığı vakit, o sarayın kapısını, diğer makbul bir zatın sarayca me’nus sadasıyla çalar, tâ ona açılsın. Öyle de, bîçare ben dahi, senin dergâh-ı rahmetini, mahbub abdin olan Üveyse’l-Karanî’nin nidasıyla ve münacatıyla şöyle çalıyorum. O dargâhını ona açtığın gibi, rahmetinle bana da aç. Ekulü kemâ kale:”
Evet, Birinci Söz’den 32. Söz’e kadar her sayfada sevgi pınarları çağlıyor. Delil ve bürhan gözleri kaynıyor, Mesnevi-i Mevlâna gibi muhabbet dalgaları yayılıyor. Bir farkla ki, Mevlâna şiirle konuşuyor, Bediüzzaman nesirle. Fakat ikisi de şiirin nabzını elinde tutuyor.
Beşinci Söz’ün sonunda nefsine şöyle hitap ediyor:
“Demek ey nefsim! Eğer hayat-ı dünyeviyeyi gaye-i maksat yapsan ve ona daim çalışsan, en edna bir serçe kuşunun bir neferi hükmünde olursun. Eğer hayat-ı uhreviyeyi gaye-i maksat yapsan ve şu hayatı dahi ona vesile ve mezraa etsen ve ona göre çalışsan, o vakit hayvanatın büyük bir kumandanı hükmünde ve şu dünyada Cenab-ı Hakkın nazlı ve niyazdan bir abdi, mükerrem ve muhterem bir misafiri olursun. İşte sana iki yol! İstediğini intihab edebilirsin. Hidayet ve tevfiki Erhamürrahimînden iste...”
Yedinci Söz’de insanı önce hazin ve korkulu manzaralarla karşılaştırıyor, sonra da imanın insanı o korkulu ve hüzünlü hallerden nasıl kurtarıp sevinçli âleme götürdüğünü ispat ediyor:
“İşte ey gençliğinde gülmüş, şimdi güldüğüne ağlayan nefsim! Bil, o biçare asker ise, sensin ve insandır. Ve o arslan ise eceldir. Ve o darağacı ise, ölüm ve zeval ve firaktır ki, gece gündüzün dönmesinde her dost veda eder, kaybolur. Ve o iki yara ise, birisi, müz’iç ve hadsiz bir acz-i beşerî; diğeri, elîm, nihayetsiz bir fakr-ı insânîdir. Ve o nefy ve yolculuk ise, âlem-i ervahtan, rahm-ı maderden, sabavetten, ihtiyarlıktan, dünyadan, kabirden, berzahtan, haşirden, sırattan geçer bir uzun sefer-i imtihandır. Ve o iki tılsım ise, Cenab-ı Hakka iman ve âhirete imandır.
“Evet, şu kudsî tılsım ile ölüm, insan-ı mü’mini, zindan-ı dünyadan bostan-ı cinana, huzur-u Rahman’a götüren bir musahhar at ve burak suretini alır. Onun içindir ki, ölümün hakikatını gören kâmil insanlar ölümü sevmişler. Daha ölüm gelmeden ölmek istemişler. Hem zeval ve firak, memat ve vefat ve darağacı olan mürur-u zaman, o iman tılsımı ile Sani-i Zülcelâlin taze taze, renk renk, çeşit çeşit mu’cizat-ı nakşını, havârik-i kudretini, tecelliyat-ı Rahmetini, kemal-i lezzetle seyir ve temâşaya vasıta suretini alır. Evet, güneşin nurundaki renkleri gösteren aynaların tebeddül edip tazelenmesi ve sinema perdelerinin değişmesi, daha hoş, daha güzel manzaralar teşkil eder. Ve o iki ilâç ise biri sabır ve tevekküldür. Hâlikının kudretine istinat, hikmetine itimattır. Öyle mi? Evet, emr-i kün feyekûn’e mâlik bir Sultan-ı cihana acz tezkeresiyle istinat eden bir adamın ne pervası olabilir?”
Onuncu Söz’de şu münacatı dinliyoruz:
“Ey bizi nimetleriyle perverde eden Sultanımız! Bize gösterdiğin nümunelerin ve gölgelerin asıllarını, menbalarını göster. Ve bizi makarr-ı saltanatına celbet. Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bizi huzuruna al. Bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir. Bizi zeval ve teb’id ile tazip etme. Sana müştak ve müteşekkir şu mutî raiyyetini başı boş bırakıp idam etme.”
“Bak hem öyle yüksek bir fizar-ı istimdatkârane ile istiyor ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârane ile yalvarıyor ki, güya bütün mevcudata, semavata, arşa işittirip vecde getirip duasına, ‘Âmin, Allâhümme âmin’ dedirtiyor.”
Onüçüncü Söz’de ise yüksek bir yerde durmuş, dünyaya aldananların görmediklerini görüyor, onlara haber veriyor ve diyor ki:
“İşte ey hayat-ı dünyeviyenin zevkine mübtelâ ve endişe-i istikbal ile istikbalini ve hayatını temin için çabalayan biçareler!
“Dünyanın lezzetini, zevkini, saadetini, rahatını isterseniz, meşrû dairedeki keyfe iktifa ediniz. O keyfinize kâfidir. Haricinde ve gayr-i meşrû dairedeki bir lezzetin içinde bin elem olduğunu sabık beyanatta elbette anladınız. Eğer mazi, yani geçmiş zamanın hâdisatını, sinema ile halihazırda gösterdikleri gibi, istikbaldeki ahval dahi, meselâ elli sene sonraki halleri bir sinema ile gösterilse idi, ehl-i sefahet şimdiki güldüklerine yüzbinlerce nefrin ve nefret edip ağlayacaktılar.”
Yine aynı sözde hapishanedeki arkadaşlarına hitap ederek şöyle diyor:
“Aziz yeni kardeşlerim ve eski mahpuslar! Benim kat’i kanaatim gelmiş ki, buraya girmemizin inayet-i ilâhiye cihetinde bir ehemmiyetli sebebi sizsiniz. Yani Nurlar tesellileriyle ve imanın hakikatleriyle sizi bu hapis musibetinin sıkıntılarından ve dünyevî çok zararlarından ve boşu boşuna gam ve hüzün ile giden hayatınızı faydasızlıktan, bâdiheva zayi olmasından ve dünyanızın ağlaması gibi âhiretinizi ağlamaktan kurtarıp tam bir teselli size vermektir.”
Onyedinci Söz’de şiire benzer bir kıtada şöyle diyor:
“Ya Rab! Madem çare-i necat budur. Senin yolunda o cüz-i ihtiyarîden vazgeçiyorum ve enaniyetimden teberri ediyorum. Tâ senin inayetin acz ve za’fıma merhameten elimi tutsun. Hem tâ senin rahmetin, fakr ve ihtiyacıma şefkat edip bana istinatgâh olabilsin, kendi kapısını bana açsın. Evet, her kim ki, rahmetin nihayetsiz denizini bulsa, elbette bir katre serap hükmünde olan cüz’î ihtiyarına itimat etmez, rahmeti bırakıp ona müracaat etmez. Eyvah! Aldandık. Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik. Evet, şu güzeran-ı hayat bir uykudur, bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi, bir rüzgâr gibi uçar gider. Kendine güvenen ve ebedî zanneden mağrur insan, zevale mahkümdür. Sür’atle gidiyor. Hane-i insan olan dünya ise, zulümat-ı ademe sukut eder. Emeller bekasız, elemler ruhta baki kalır.”
Sonra diyor:
“Güzel değil batmakla gaip olan bir mahbub. Çünkü zevale mahkûm, hakiki güzel olamaz. Aşk-ı ebedî için yaratılan ve ayine-i Samed olan kalb ile sevilmez ve sevilmemeli. Bir matlup ki, gurubta gaybûbet etmeye mahkûmdur, kalbin alâkasına, fikrin merakına değmiyor. Âmâle merci olamıyor. Arkasında gam ve kederle teessüf etmeye lâyık değildir. Nerede kaldı ki kalb ona perestiş etsin ve ona bağlansın, kalsın. Bir maksud ki, fenada mahvoluyor, o maksudu istemem. Çünkü, fâniyim, fâni olanı istemem, neyleyeyim?”
Sonra yıldızları tatlı bir üslûbla canlandırıp konuşturuyor. Ve insana iman edebiyatının en yüksek ve en ulvî örneğini sunuyor:
“Binler müdakkik gözleriz biz.
“Tûba-i hilkatten semavat şıkkına, hem kehkeşan ağsanına
“Bir Cemil-i Zülcelâlin, dest-i hikmetle takılmış pek güzel meyveleriyiz biz.
“Şu semavat ehline birer mescid-i seyyar, birer hane-i devvar, birer ulvî âşiyane, birer misbah-ı nevvâr, birer gemi-i cebbâr, birer tayyareleriz biz. Bir Kadir-i Zülkemalin, bir Hakim-i Zülcelâlin birer mucize-i kudret, birer hârika-i san’at-ı hâlikane, birer nâdire-i hikmet, birer dâhiye-i hilkat, birer nur âlemiyiz biz.
“Böyle yüz bin dil ile yüz bin bürhan gösteririz, işittiririz, insan olan insana. Kör olası dinsiz gözü, görmez oldu yüzümüzü, hem işitmez sözümüzü, hak söyleyen âyetleriz biz.
“Sikkemiz bir, turramız bir, Rabbimize musahharız. Müsebbihiz, zikrederiz âbidane.
Son olarak Yirmidördüncü Söz’den kısa bir muhabbet bahsi ile nihayet vermek istiyorum:
“Ey nefisperest nefsim! Ey dünyaperest arkadaşım! Muhabbet şu kâinatın bir sebeb-i vücududur. Hem şu kâinatın rabıtasıdır, hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır. İnsan kâinatın en câmi bir meyvesi olduğu için, kâinatı istilâ edecek bir muhabbet o meyvenin çekirdeği olan kalbine dercedilmiştir. İşte böyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemal sahibi olabilir.”
İşte Sözler bütünüyle baştan sona böylesi güzelliklerle dolu ve kâinatın bütün güzelliklerine kucak açıyor. Allah’ın iradesiyle mânen bütün kâinata sahip oluyor.
İKİNCİ BÖLÜM:
Risale-i Nurda güzellik mefhumu
Risale-i Nuru okuyan insanın gözüne ilk çarpacak olan şey, eserlerin kâinatla çok yakın bir ilgi içinde olduklarıdır. Risale-i Nuru tetkik eden insan, Bediüzzaman’ın kâinattaki her güzel varlıkla âdeta konuştuğunu, ülfet ve muhabbet içinde anlaştığını hisseder.
Onun kâinatla bu yakın alâkası, atomlardan başlayıp tâ kâinatın en geniş ve büyük galaksilerine kadar uzanır. Dünyadaki canlı ve cansız varlıklardan kâinatın en mükemmel varlığı olan insana, oradan da bütün maddî engelleri aşarak gayb âlemlerine intikal eder; bu âlemlerle dâimi bir irtibat kurar, ve o âlemden insanın dünyasına mânevî tatlar, kokular ve ruhu heyecana getiren tehassüsler getirir.
Bediüzzaman Said Nursî eserlerinde bu fikrî seyahati devamlı yapıyor. Bu seyahatin daha güzel ve mütekâmil şekillerini ise gayb âlemlerinde gerçekleştiriyor. İnsan ruhuyla muhavere ediyor, iç âlemlere nüfuz ediyor. Sonra melekût âlemindeki ruhanilerle; sonra ölüm, haşir ve dirilme, kıyâmet, hesap, azap ve mükâfatla bu seyahatini sürdürüyor. Oradan Cennetin güzelliklerine geçiyor ve onları bize dünyadaki benzerleri ve nümuneleri ile anlatıyor. Bütün bu fikrî seyahatler sırasında güzeller güzeli Resulullahı (a.s.m.) hiç unutmuyor. Varlıklar üzerinde ve gayb âleminde onun görüp haber verdiği güzellikleri terennüm ediyor.
Bediüzzaman aynı zamanda Kur’ân’ı ve onun güzelliklerini de ihmal etmiyor. Onun îcaz, belağat ve yüksek mânalarına ait risaleler kaleme alıyor.
Sonra okuyucusunun elinden tutup, Cemâl ve Celâl-i İlâhinin semâsına yükseltiyor. Efendimizin (a.s.m.) ifade buyurdukları “ihsan” makamına erdiriyor, “İhsan” makamını şu hadis-i şerifle öğreniyoruz:
“İhsan, Allah’ı görür gibi ibadet etmendir. Sen Onu görmüyorsan da O seni görüyor.”
Güzellik mefhumu Sözler şelâlesinde bütün teferruatıyla baştan sona öyle çağlıyor ki, âdeta kelimeler canlanıyor, varlıklar dile geliyor, güzelliklerini kendileri anlatıyor.
Bediüzzaman’da güzellik mefhumu o kadar geniştir ki, canlı ve cansız varlıklardan, kâinata, meleklerden, cinlerden tâ en geniş âlemlere kadar, Cenab-ı Hakkın hiç tükenmeyen kelimeleriyle örülüyor. Kâinatta güzellik ciheti olmayan hiçbir varlık yoktur. Ya güzel sesiyle, ya lâtif kokusuyla veya göz alıcı rengiyle, hareketiyle en ince ve mânidar davranışlarıyla, nizam ve intizamıyla bu güzelliği gözler önüne seriyor.
Kâinatın güzelliğine paralel olarak kâinatın özeti olan Kur’ân-ı Kerim, bütün belâğat, fesahat kaideleriyle âyetlerinin tenasüb ve intizamıyla hakikatlerinin bütün güzelliğiyle Peygamberimizin (a.s.m.) kalbine iniyor. Rasulullah (a.s.m.) böylece, güzellik mefhumunun en güzel nümûnesi haline geliyor. Bütün hal ve hareketleri söyledikleri bu güzelliğin en parlak bir aynası oluyor.
Bediüzzaman, Resulullaha Hira dağında gelen ilk vahiyden kıyamete, hattâ “gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, kalblerin hissetmediği” güzelliklerin meydanı olan Cennete kadar bütün güzellikleri bize anlatıyor. Biz bu güzelliklerin âşıkı ve muftunuyuz; bu güzelliklerle münasebet kurarak Allah’a giden yolda ilerleyiz.
Filiz, toprağı çatlatıp yüzümüze gül ile güler. Kuş semada süzülür. Pınar yerden fışkırır. Güneş ışıklarını saçar. Ay nuruyla lemeân eder. Ve bunlar gibi kâinattaki binlerce varlık, aynı güzellik lisanıyla konuşur. Allah’ın varlık ve birliğini anlatır.
Kâinat, insan ve güzellik
Bediüzzaman, kâinattaki bu güzellikleri en güzel bir şekilde idrak edip bizimle kâinat arasında sevgi köprüleri kuruyor, daha da öteye giderek kâinatın esrarını, bilinmez hakikatlerini keşfediyor. Ve şöyle diyor:
“İşte Cennet bir çiçektir. Huri taifesi dahi bir çiçektir. Rûy-i zemin dahi bir çiçektir. Bahar da bir çiçektir. Sema da bir çiçektir; yıldızlar, o çiçeğin yaldızlı nakışlarıdır. Güneş de bir çiçektir, ziyasındaki yedi rengi, o çiçeğin nakışlı boyalarıdır. Âlem, güzel ve büyük bir insandır, nasıl ki insan küçük bir âlemdir. Huriler nevi, ruhaniler cemaati ve melek cinsi ve cin taifesi ve insan nevi birer güzel şahıs hükmünde tasvir ve tanzim ve icat edilmiştir.
“Hem herbiri, külliyetiyle, hem her bir ferdi, tek başıyla Sâni-i Zülcelâlinin esmâsını gösterdikleri gibi, Onun cemaline, kemaline, rahmetine ve muhabbetine birer ayrı ayrı aynalardır. Ve nihayetsiz cemal ve kemaline ve rahmet ve muhabbetine birer şâhid-i sadıktır. Ve o cemal ve kemalin ve rahmet ve muhabbetin birer âyâtıdır, birer emâratıdır. ”
Sonra Bediüzzaman melekût âlemine yükselir, oradaki varlıklarla alış veriş eder. Nazarlarını en uzak, en derin ve en geniş buudlara yayar. Atomlar âleminden başlayıp, sonsuzluğa kadar gider. Kâinat, Allah’ın sanat eserlerini gösteren bir meşher haline gelir. Ve nihayet insan bütün bu kâinat güzellikleri içinde bir odak noktası olarak yer alır. Kalbinden, aklından, ruhundan kâinata açılmış pencerelerle kâinat güzelliklerini insan ruhuna aksettirir. İnsan bütün bu güzelliklere ayna olmakla îman ve yakîn vecdine ve cazibesine erişir. Bu vecd ve câzibe, ruh, kalb, vicdan ve imanın lezzetidir. Bu helâl olan bir şaraptır ki, Mevlâna’nın dediği gibi onu içsek mest oluruz ve melekût âlemlerinde gezeriz.
İslâmiyetin bize bahşettiği bu ulvî, geniş ve feyizli hayat nerede, maddenin buudlarına sıkışmış kuru ve dar hayat anlayışı nerede?
İşte Bediüzzaman Said Nursî eserleriyle böyle bir hayat anlayışını önümüze seriyor, Allah’ın kâinat ve insanla istediği o güzel münasebet halkasını koruyor ve bu hakikatı şöyle dile getiriyor:
“Hem zeval ve firak, memat ve vefat ve darağacı olan mürur-u zaman, o iman tılsımı ile Sâni-i Zülcelâlin taze taze, renk renk, çeşit çeşit mucizat-ı nakşını, havârik-i kudretini, tecelliyât-ı rahmetini kemâl-i lezzetle seyr ve temaşaya vasıta suretini alır. Evet, güneşin nurundaki renkleri gösteren âyinelerin tebeddül edip tazelenmesi ve sinema perdelerinin değişmesi, daha hoş, daha güzel manzaralar teşkil eder.” 2
Sonra Bediüzzaman, bize gece ve gündüzün bir saat dakikliği içinde an be an değişmesine karşı insanların, ülfet gözü ile bakışlarını değiştirip bu muazzam hâdisenin altındaki hârika tasarrufatı gösteriyor. Ve diyor ki:
“Nasıl ki haftalık bir saatin saniye ve dakika ve saat ve günlerini sayan milleri birbirine bakarlar, birbirinin misalidirler ve birbirinin hükmünü alırlar. Öyle de Cenab-ı Hakkın bir saati kübrâsı olan şu âlem-i dünyanın saniyesi hükmünde olan gece ve gündüz deveranı ve dakikaları sayan seneler ve saatleri sayan tabakat-ı ömrü insan ve günleri sayan edvarı ömrü âlem birbirine bakarlar, birbirinin misâlidirler ve birbirinin hükmündedirler ve birbirini hatırlatırlar. Meselâ, fecir zamanı, tulûa kadar evveli bahar zamanına, hem insanın rahm-ı madere düştüğü âvanına, hem semavat ve arzın altı gün hilkatinden birinci gününe benzer ve hatırlatır. Ve onlardaki şuûnat-ı İlâhiyeyi ihtar eder...3
Bediüzzaman derin ve dikkatli bir nazarla kâinatın muhteşem sanatını göze göstererek şöyle diyor:
“Şu muhteşem kâinat, öyle bir saraydır ki, Ay, Güneş lâmbaları, yıldızlar mumları, zaman bir ip, bir şerittir ki, o Sani-i Zülcelâl, her sene başka bir âlemi ona takıp gösteriyor. O taktığı âlemin içinde üç yüz altmış tarzda muntazam suretlerini tecdit ediyor. Kemal-i intizamla ve hikmetle değiştiriyor. Yeryüzünü bir sofra-i nimet yapmış ki, her bahar mevsiminde üç yüz bin enva-ı masnuatı ile tezyin ediyor. Had ve hesaba gelmez enva-ı ihsanatı ile dolduruyor. Öyle bir tarzda ki, nihayet ihtilât içinde ve karışmış oldukları halde, nihayet derecede imtiyaz ve farkla birbirlerinden ayrılıyor. Başka cihetleri buna kıyas et. Nasıl böyle bir sarayın Saniinden gaflet edilebilir? Hem nasıl ki, bulutsuz, gündüz ortasında güneşin deniz yüzünde bütün kabarcıklar üstünde ve karada bütün parlak şeylerde ve karın bütün parçalarında cilvesi göründüğü gibi ve aksi müşahede edildiği halde güneşi inkâr etmek ne derece acîb bir divanelik hezeyanıdır.” 4
Soruyor Bediüzzaman:
“Hiç mümkün müdür ki, şe’n-i Rububiyet ve saltanat-ı Uluhiyet, bâhusus böyle bir kâinatı kemalâtını göstermek için gayet âlî gayeler ve yüksek maksatlar ile icat etsin, onun gayât ve maksadına karşı, iman ve ubudiyetle mukabele eden mü’minlere mükâfatı bulunmasın. Ve o maksadı red ve tahkir ile mukabele eden ehl-i dalâlete mücazat etmesin.” 5
Bu soruyla iki şık ortaya koyuyor. Ya kâinattaki bu güzellikler baştan sona abestir, mânâsızdır veya iman mertebelerinde yükselmek için o güzellikler birer hikmetli alâmet ve işaretlerdir. Bunları abes olarak görenlerin kalbi ölmüş, aklı gözüne inmiş, kulakları tıkanmış maddeperestlerdir. Onlar bu gerçeği görmüyor ve göremiyorlar:
“Bu kâinatı cilvesiyle süslendiren bir Cemal-i Mutlak ve umum mahlukatı sevindiren bir Rahmet-i Mutlaka, böyle hadsiz bir çirkinlikten ve kubh-u mutlaktan ve böyle bir zulm-ü mutlaktan, bir merhametsizlikten, elbette nihayetsiz derecede münezzehtir ve mukaddestir.” 6
Bediüzzaman pek çok yerde kâinatta abesiyetin, intizamsızlığın olmadığını, her şeyde hikmet ve intizamın hükmettiğini ve güzellik ve intizam mefhumunun insanların bakışlarına göre değiştiğini bize bir misalle anlatıyor:
“Bir adam, elinde bir ayineyi güneşe karşı tutar. O ayine miktarınca bir ışık ve yedi rengi câmi bir ziya olur. O nisbetle güneşle münasebettar olur, sohbet eder ve ışıklı ayineyi karanlıklı hanesine veya dam altındaki bağına tevcih etse, güneşin kıymeti nisbetinde değil, belki o ayinenin kabiliyeti miktarınca istifade edebilir. Diğeri ise, hanesinden veya bağının damından geniş pencereler açar, gökteki güneşe karşı yollar yapar. Hakiki güneşin dâimî ziyasıyla sohbet eder, konuşur. Ve lisan-ı hal ile böyle minnettarane sohbet eder. Der: ‘Ey yeryüzünü ışığıyla yaldızlayan ve bütün çiçeklerin yüzünü güldüren dünya güzeli ve gök nazdarı olan nazenin güneş. Onlar gibi benim haneciğimi ve bahçeciğimi ısındırdın, ışıklandırdın.’ Halbuki ayine sahibi böyle diyemez. O kayıt altındaki güneşin aksi ise, asârı mahduttur, o kayda göredir.” 7
“Ve lekad Zeyyene’s-Semâe’d-dünyâ” âyetini açıklarken Bediüzzaman, okullarda okutulan astronominin ruhsuz meseleleriyle darlaşan zihinlere ve aklı gözüne inmişlere bu âyetin geniş hakikatlerini ortaya koyuyor:
“... Kâinatı had ve hesaba gelmeyen tezyinat ve mehasin ve nukuş ile süslendirip tezyin etmesi, bilbedahe, mütefekkir, intihsan edici ve mütehayyir takdir edicilerin enzârını ister.”8
Varlıkların asıl yaratılış gayeleri
Hepimizin hayatı okullarda geçmiş, orada bize verilen hakikatlar derma çatma, hakikate eriştirmeyen bilgiler olup, akılla ruh arasında kalın duvarlar örmektedir. His ve vicdan arasında derin engel koymakta, gönünen eşya ile delâlet ettiği güzellikler arasında yine bir mânia koymaktadır. Bu sebepledir ki, talebeler bu okullarda giderek maneviyattan uzaklaşıyor, hayatı ve insanlığı kaybediyor. Meselâ okul, güneşin sadece fizikî özelliklerinden bahsediyor. Ama onun Allah’ın güzel sanatkârlığına işaret eden yönüne hiç temas edilmiyor. Said Nursî bu konuyu ele alırken şöyle diyor:
“Şu siraç tabiriyle âlemi bir kasır suretinde, içinde olan eşya ise, insana ve zîhayata ihzar edilmiş müzeyyenat ve mat’umat ve levazımat olduğunu ve güneş dahi musahhar bir mumdar olduğunu ihtar ile Rahmet ve ihsan-ı Halikı ifham eder. Şimdi bak! Şu sersem ve geveze felsefe ne der? Bak diyor ki: ‘Güneş, bir kitle-i azîme-i mâyia-yı nâriyedir. Ondan fırlamış olan seyyaratı etrafında döndürüp cesameti bu kadar, mahiyeti böyledir, şöyledir.’ Müthiş bir dehşetten, müthiş bir hayretten başka rûha bir kemal-i ilmî vermiyor. Bahs-i Kur’ân gibi etmiyor. Buna kıyasen, batinen kof, zahiren mutantan felsefî meselelerin ne kıymette olduğunu anlarsın.”9
Bununla Bediüzzaman Said Nursî, güneşi bu şekilde ele almakla, güneş, aklî, ruhî ve imanî hakikatlere bir delil olsun istiyor. Maddî ve mânevî yönlerini birleştirip güneşin dünyaya ışık vermesi gibi ruhlara da nur versin ve insanı inkârın karanlıklarından kurtarsın.
Bediüzzaman dağları ele alıp konuşturup, o dağlar ki Bediüzzaman
“Her cebelin bir şahs-ı mânevisi bulunduğunu ve ona münasip birer tesbih ve birer ibadetin olduğunu”10
belirtiyor.
Ateşten bahsederken
“Ateş dahi sair esbab-ı tabiiye gibi kendi keyfiyle, tabiatiyle körü körüne hareket etmiyor. Belki emir tahtında bir vazife yapıyor ki, Hz. İbrahim’i (a.s.) yakmadı. Ve ona ‘yakma’ emrediliyor.”11
Tabiatta görünen değişiklikler ve yeni yeni oluşlar hususunda Bediüzzaman’ın şu ifadeleri ne kadar manidardır:
“Milyonlarla birbiri içinde işler gayet muntazam surette değişiyor. Âdeta milyonlar mütenevvi kumaşlar birbiri içinde beraber dokunuyor gibi pek acib tahavvülât oluyor.”12
Şu âlemdeki varlıkların birbirine karşı olan vaziyetlerini izah ederken şöyle diyor:
“Bu âlemde o derece intizam ile küllî işler yapılıyor ve umumî inkılâblar oluyor ki, âdeta bütün bu saraydaki mevcut taşlar, topraklar, ağaçlar, her bir şey, birer fâil-i muhtar gibi bütün bu âlemin nizamat-ı külliyesini gözetip, ona tevfik-i hareket ediyor. Birbirinden en uzak şeyler, birbirinin imdadına koşuyor.”13
Irmakların kabarcıklarına bakarak onlardan öyle yüksek bir hakikata delil çıkarıyor ki, hayran kalmamak elde değil:
“Nasıl ki bir ırmağın kabarcıkları gidiyor, arkasından gelen kabarcıklar, gidenler gibi parladığından anlaşılıyor ki, onları parlattıran, dâimî ve yüksek bir ışık sahibidir. Öyle de bu işlerin sür’atle değişmesi, arkalarından gelenlerin aynı renk alması gösteriyor ki, zevalsiz, dâimî bir tek zatın cilveleridir, nukuşlarıdır, âyineleridir, sanatlarıdır.”14
İlim nazarında bakıldığında dünya milyonlarca yıldızdan birisi olarak güneş etrafında döner, küçük bir varlıktır. Fakat iman gözüyle bakıldığında onun pek çok manâları olduğunu işaret eden Bediüzzaman şöyle diyor:
“Zemin semaya nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber mânen ve san’aten bütün kâinatın kalbi, merkezi; bütün mucizat-ı sanatının meşheri, sergisi; bütün tecelliyat-ı esmâsının mazharı, nokta-i mihrakiyesi; nihayetsiz faaliyeti Rabbaniyenin meşheri, ma’kesi; hadsiz Hallâkiyet-i İlâhiyenin, hususan nebatat ve hayvanatın kesretli enva-ı sağiresinden cevâdâne icadın medarı, çarşısı ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuâtın küçük mikyasta nümunegâhı ve mensucat-ı ebediyenin sür’atle işleyen tezgâhı ve menâzır-ı sermediyenin çabuk değişen taklitgâhı ve besatîn-i dâimenin tohumcuklarına sür’atle sümbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur.
“İşte arzın bu azamet-i mâneviyesinden ve ehemmiyet-i sa’aviyesindendir ki, Kur’ân-ı Hakîm, semâvata nisbeten büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan arzı, bütün semâvata karşı küçücük kalbi, büyük kalıba mukabil tutmak gibi denk tutuyor. Onu bir kefede, bütün semavatı bir kefede koyuyor, mükerreren ‘Rabbü’s-semavati ve’l-ardı’ diyor.”15
Bediüzzaman sanki bir kamera ile bütün varlıkların, çeşitli cephelerden görüntülerini alıyor ve eşyanın maddesiyle mânâsını yoğurarak Allah’a delâlet eden cihetlerini ortaya koyuyor.
Bu gerçeği merak edenler 25. Söz’ün İkinci Şua’sının misâllerine bakabilirler.
Sema boşluğunda yıldızların hareketlerindeki intizama dikkat çeken şu ifadeler de manidardır:
“Hem semavat yüzünde, öyle bir haşmet içinde bir parlamak ve bir zinet içinde bir tebessüm var ki, Sani-i Zülcelâlin ne kadar muazzam bir saltanatı, ne kadar güzel bir sanatı olduğunu gösterir. Donanma günlerinde kesretli elektrik lâmbaları, sultanın derece-i haşmetini ve o terakkiyat-ı medeniyede derece-i kemalini gösterdiği gibi, koca semavat, o haşmetli, zinetli yıldızlarıyla Sani-i Zülcelâlin kemal-i saltanatını ve cemal-i sanatını, öylece nazar-ı dikkate gösteriyorlar.”16
Meselenin özü şudur: Bu kâinatta her şey bir gaye ve maksada dayandığı gibi, aynı zamanda bir güzelliğe delâlet ediyor. Aynı zamanda hikmet, inayet ve ilâhî sanatı gösteriyor. Kâinatın baştan sona insana musahhar edildiğini ve insanı şükre sevkedecek bir nimetler manzumesi olduğunu gösteriyor.
32. Söz’de Bediüzzaman ehl-i dalaletin vekili ile ehl-i imanın temsilcisi arasında kurduğu bir diyalog ile zerreden başlayarak kâinatın en ücra köşelerine kadar şirki reddedip Allah’ın varlık ve birliğini ispat ediyor. Bu diyalog içinde de yine kâinattaki güzellik mefhumunu ihmal etmiyor.
____________________
1. 1939’da Irak’ın Musul şehrinde dünyaya geldi. Tahsilini Musul, Bağdat ve Kahire’de tamamladı. İslâm tarihi konusundaki doktora tezini 1968 yılında Aynü’ş-Şems Üniversitesinde (Mısır) yaptı.
Birçok İslâm ülkesi üniversitelerinde dersler verdi ve çeşitli ülkelerde tertip edilen konferans ve sempozyumlara katıldı
İslâm düşüncesi, edebiyat, tarih ve tarih felsefesi sahasında 40’ın üzerinde yayınlanmış kitabı bulunmaktadır. Çalışmalarında teoriye, kritik yapmaya ve düşünce dünyasına yeni kapılar açmaya dikkat etmiştir. Bazı eserleri ise Türkçeye tercüme edilmiştir.
Halen Musul Üniversitesinde İslâm Tarihi ve Araştırma Tenkitleri öğretim üyeliği yapan İmadüddin Halil, evli ve üç çocuk babasıdır.
2 . Sözler, S. 589-590
3. Sözler, S. 28.
4. Sözler, S. 38-39.
5. Sözler, S. 54-55.
6. Sözler, S. 57.
7. Sözler, S. 98.
8. Sözler, S. 120.
9. Sözler, S. 163.
10. Sözler, S. 227.
11. Sözler, S. 242.
12. Sözler, S. 243.
13. Sözler, S. 264.
14. Sözler, S. 264.
15. Sözler, S. 268.
16. Sözler, S. 325.
17. Sözler, S. 564.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1992
İMANIN KUVVETLENMESİNDE BEDİÜZZAMAN FAKTÖRÜ
Prof. Dr. AHMED ABDURRAHİM ES-SÂYİH 1
(Katar Üniversitesi - KATAR)
Bediüzzaman, iman hakikatlerini en parlak delillerle ispat etmiştir. İmanî meseleleri asrın insanının anlayacağı şekilde ortaya koymuştur. İnsanlık için de bir hayat tarzı ve ahlâk programı çizmiştir.
Asrımızda insanlık mânevî buhranın girdabına düşmüş, bütün değerlerini yitirmeye başlamıştı. Hayatın asıl gayesini anlamak, müsbet hisleri geliştirmek, emniyet ve asayişi sağlamak için bir rehbere muhtaçtı. İşte, o rehber bütün eserlerinin şehadetiyle Bediüzzaman Said Nursî’dir.
İslâm âlemi, bu asrın ilk çeyreğinde düşmanları tarafından açılan savaşlarda mağlup düşerek bütün toprakları işgal edilmişti. Düşman bununla da yetinmeyip Müslümanların öz varlığını, mânevî değerlerini tahrip etmek için korkunç bir kültür savaşı başlatmıştı. Kur’ân ve iman hakikatleri tahrip ediliyordu. İşte bu durumda Said Nursî, gerçek cihadın, îman hakikatlerini takviye ile olacağını idrak etmişti.
Zira hakikî iman, insanı insan eder. Onu istikamet dairesinde yaşatarak tahripçi bir unsur olmaktan kurtarır.
Ayrıca iman insanın düşünce ufkunu genişleterek faaliyet ve gayret gücünü geliştirir.
İman, insanı tükenmez bir enerjiye sahip kılar. Onu İslâmî bir hayat çerçevesinde mücadeleye hazırlar. Zira İslâmiyet nazarında hayat, daimî faaliyet ve hayırlı işlerde yarışmak ve yardımlaşmaktır.
İman insana İslâmî bir şahsiyet kazandırır. Onu ölçülü ve dengeli kılar, günahlardan alıkoyar, menfaatperestlikten kurtarır. Fikrî dalâletlere düşmekten muhafaza eder.
Hakiki iman, insanları, aynı fikrî ve ahlâkî değerler etrafında birleştirir ve geliştirir.
Hakiki îmanı elde eden adam, başkalarının hidayeti için çalışır. Mes’uliyet hissiyle insanlığı adalet ve barış sahillerine götürmek için elinden geleni yapar.
Bilindiği gibi, İslâm âleminin maruz kaldığı en büyük tehlike, inanç, ahlâk ve kültür sahalarında şahsiyetini kaybetmesinden doğmaktadır.
Yıkılışımıza sebep olan dinamitin fitili, İslâmî şahsiyetin çökmesiyle ateşlenmiştir. İşte bu sebepledir ki Bediüzzaman, bütün himmetini Risale-i Nurun neşrine sarfetmiş; talebelerini bu hususta teşvik etmiştir. Çünkü Risale-i Nur Müslümanları bu hakikatlere götüren yolda birer irşat meş’alesidir.
İman hakikatleri ve İslâm akaidi
Önce şu hususu ifade etmek isterim: İman hakikatlerinin ehemmiyetini işleyebileceğim bir başlık bulabilmek için uzun müddet düşündüm. “Buldum” dediğimde mutlaka bir noksan tarafı gözüme çarpıyordu. Bu esnada, Bediüzzaman’ın şu sözü gözüme ilişti:
“Ben tahmin ediyorum ki, eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylânî (r.a.) ve Şâh-ı Nakşibend (r.a.) ve İmam-ı Rabbânî (r.a.) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imâniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarfedeceklerdi. Çünkü Saâdet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız cennete gidemez.”2
Bediüzzaman’ın bu sözü, konuya düşünebileceğim en münasip bir başlıktı. Evet, Kur’ân-ı Kerim pek çok yüce hakikatlere ısrarla inanmaya davet etmiştir. Yâni, kâinatın yaratıcısı olan Allah’a, âhiret hayatına ve Cenab-ı Hakkın insanlara bildirmek istediği bütün hakikatleri ders veren nübüvvet ve vahye iman etmeye davet etmiştir.
İşte, Bediüzzaman Said Nursî’nin Risale-i Nur Külliyatından sadece Sözler’i okuyan bir kimse açıkça görür ki, o Kur’ân’da geçen bu hakikatleri, gaybî meseleleri isbat ve takviyede fevkalâde bir başarı ortaya koymuştur.
Meselâ, bu gerçeği “İkinci Söz”de, “Vellezîne yü’minûne bi’l-ğaybi” âyetinin mühim bir sırrını tefsir ederken görebiliyoruz. Sâni-i Âlemin varlığını mükemmel bir şekilde açıklayan “Onuncu Söz”ün “Mukaddime”sinde görebiliyoruz. Risâletin birçok vazifesiyle beraber, Risalet-i Ahmediyeyi isbat eden aynı Mukaddime’nin “İkinci İşaret’inde görebiliyoruz. Onuncu Söz’de geçen, “Onikinci Hakikat”ta haşri isbat eden “Onuncu Söz”ün Hâtime’sinde görebiliyoruz. “Ondokuzuncu Söz”ün, “Onikinci Reşha” sında: “İşte bu zât, şu mev-cûdat Hâlikının vahdâniyyetinin hakkaniyeti derecesinde hak bir bürhan-ı nâtık, bir delil-i sâdık olduğu gibi; haşrin ve saâdet-i ebediyenin dahi bir bürhan-ı katıı, bir delil-i sâtııdır” bahsinde görebiliyoruz. Tevhid bahsi olan “Yirmiikinci Söz”de görebiliyoruz. “Yirmidokuzuncu Söz”de görebiliyoruz.
Hülâsa, bu gerçeği açık ve net bir şekilde, Bediüzzaman Said Nursî’nin eserlerinin her yerinde görebiliyoruz. Ve şunu kesin olarak anlıyoruz ki, varlık âleminin sırlarını noksansız bir şekilde açıklayan ancak İslâmiyettir. Hem anlıyoruz ki, Allah ile kâinat, Allah ile insan ve insan ile kâinat arasındaki ilişkiyi, tereddütlere mahal bırakmayacak şekilde izah eden sadece İslâmiyettir.
Bütün bunların hepsi biraraya geldiğinde, insanda kâmil bir iman ve geniş bir görüş ufku teşekkül ediyor. İman konusunda başka vesilelere muhtaç olmayacağı gibi; hiçbir aklî kavramın zorluklarına da takılmaz. 3
Bediüzzaman, Müslümanları muhatap alarak iman hakikatlerini izah ederken, aslında bütün insanlığa hitap etmekte ve insanın bu kâinat içinde çok önemli bir mevki işgal ettiğinin şuuruna varmasını istemektedir.
İnsan, çok yönlü bir varlıktır. Bir yönüyle kâinatta bulunan diğer varlıklara, bir yönüyle de hayvana benzer. Zira onlarla birçok ortak noktaları bulunur. Allah Teâla bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Allah, her hayvanı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayağı üstünde yürür, kimi dört ayağı üstünde yürür.” 4
Başka bir yönüyle insan, yalnız insana benzer. Yâni, mânevî yönü itibariyle sair mahlukattan ayrılır ve bu yönüyle bütün varlıkların üstüne çıkar.
Bu sebeple Bediüzzaman insana hitaben şöyle der:
“Ey insan, eğer hakikat ilmini, hakiki hikmeti istersen marifetullahta terakki et. Çünkü bütün mevcudat Onun Hak isminin şuaları, Esmâ-i Hüsnâsının mazharları, sıfatlarının tecellîleridir.”
Beşer aklının, nizam ve intizamının belki yüzde birine bile vakıf olamadığı ve mükemmelliği önünde dehşete kapıldığı Cenab-ı Hakkın şu mahlukatına tefekkür gözüyle bakıldığında insan anlar ki, her şeyi yaratan ve ihsanıyla yaşatan ve kâinattaki bütün zerreleri belirli gayelerde istihdam eden bizzat Cenab-ı Haktır. Bütün mahlukat yalnız Ona yönelir, yalnız Ona secde eder ve yalnız Ona boyun eğerler.
Bu hususta Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz semâvat ve arzın yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanların faydasına olan şeyleri, denizde taşıyarak yüzüp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirdiği bir su ile ölmüş olan toprağı diriltmesinde, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları döndürmesinde elbette düşünen bir topluluk için Allah’ın varlığını ve birliğini isbatlayan pekçok delil vardır.” 5
“Onun delillerinden biri de, gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için alınacak dersler vardır.” 6
“Yine Onun delillerindendir ki, size korku ve ümit vermek üzere şimşeği gösteriyor, gökten su indirip ölümünün ardından arzı onunla diriltiyor. Doğrusu bunda, aklını kullanan bir kavim için alınacak dersler vardır.” 7
Fakat insanlık, tarih boyunca Yaratıcısına karşı büyük hataların içine düşmüştür. Bu hususta dalâlete sapanlar ve başkalarını da saptıranlar çoktur. Çoğu kez aklın sesini dinlemeyip sefih hükümdarların sapık fikirlerine tabi olmuşlar ve onları Rablerinden daha fazla yüceltmişlerdir. Hem zaman olmuş, zenginlik ve servet sarhoşluğuyla hayatın o güzel yanlarını görememişlerdir.
Üstadın talebelerinden Zübeyir Gündüzalp bu hususu şöyle dile getirmektedir:
“Bu asırda din ve İslâmiyet düşmanları, evvelâ îmâ-nın esaslarını zayıflatmak ve yıkmak plânını, programlarının birinci maddesine koymuşlardır. Hususan bu yirmibeş sene içinde, tarihte görülmemiş bir halde münâfıkane ve çeşit çeşit maskeler altında îmanın erkânına yapılan su-i kasdler pek dehşetli olmuştur, çok yıkıcı şekiller tatbik edilmiştir.
“Halbuki: îmanın rükünlerinden birisinde hâsıl olacak bir şüphe veya inkâr, dînin teferruatında yapılan lâkaydlıktan pek çok defa daha felâketli ve zararlıdır. Bunun içindir ki; şimdi en mühim iş, taklidî îmanı tahkikî îmana çevirerek îmanı kuvvetlendirmektir, îmanı takviye etmektir; îmânı kurtarmaktır. Herşeyden ziyade îmanın esasatıyla meşgul olmak kat’i bir zaruret ve mübrem bir ihtiyaç, hattâ mecbu-riyet haline gelmiştir.”8
İman hakikatleri mü’minin mânevî bünyesini güçlendirerek onun bütün kalbî hastalıklarını tedavi eder. Bu sebepledir ki Bediüzzaman, îman hakikatlerini en ince teferruatına kadar açıklamıştır.
“Çünkü bu hakikatler, insanı Allah’a sım sıkı bağlar ve onu kâinatın hem mülk, hem de melekût cihetine dost yapar. İnsana huzur ve emniyet hissi verir ve onu inkârcı ve bâtıl akımlara karşı güçlendirir. İnsanın yolunu aydınlatır ve onu yüce gayelere sevk eder, dertlerini ve problemlerini halleder.”9
Bir mü’minin, bütün kâinatın karşısına izzet ve vakar sahibi olarak çıkabilmesi için, kalbine bu hakikatlerin yerleşmesi gereklidir.
İman hakikatlerini güzel bir üslupla açıklayan Risale-i Nur mü’minlerin yeniden yapılanmasında ve kendilerinde yüksek değer yargılarının teşekkülünde aktif rol oynamaktadır. Çünkü, kişiyi kâinatın sırlarını ve muammasını çözecek bir bakış açısına sahip kılmaktadır. Bu ise hayat kanunlarını ve himmetin hangi gayeler peşinde sarf edileceğini göstermek için en mühim bir esastır.
Bediüzzaman’ın dâvâsı
Bediüzzaman, yalnız Kur’ân-ı Kerimi esas aldığından, dâvâsı, akılların ve kalplerin tasdikine mazhar olmuştur. Kendi nefsini çok yakından tanımıştır. Tıpkı bir hekim gibi, onun iyi ve kötü, hasta ve sıhhatli bütün hallerini teşhis etmiştir. Hastalanmadan önce nasıl korunacağını, hastalandığında nasıl tedavi edileceğini bilmiştir.
İşte Risale-i Nur Bediüzzaman’ın bu Kur’ân irfanının ve nefsin iyi teşhis edilmesinin bir tezahürüdür. Kalplerde yaktığı îman meşalesiyle insanları manevî cennetlere, mârifet-i ilâhiyeye ve huzur-u daimîye sevketmiştir.
Dünyada, insana tükenmez bir enerji vererek kemâlâta sevkeden îmandan başka güç yoktur. Bu sebeple, hakiki îmanı elde eden bir insan, îmanın binlerce güzelliğine mazhar olur (Bak: 23. Söz)
Tarihin seyrini değiştiren dâvâlarda, îman gücünün hâkim olduğu görülür. Bunun içindir ki, bir dâvâ adamı imâna ehemmiyet verir, kemiyete, sayı çokluğuna değil, keyfiyete, kaliteye bakar.
İlk Müslümanları bütün dünyaya üstad ve muallim yapan sır, onların sahip oldukları îman kuvvetidir. Şiddetli belâ, musibet ve acılara maruz kalmalarına rağmen, dâvâlarında asla gevşeklik göstermemişlerdir. Şayet aynı musibetlere başkaları maruz kalsaydı, belki asıllarını inkâra kadar giderlerdi. Meselâ Bilâl Habeşî, Ammar bin Yâsir, Mus’ab bin Umeyr ve Suheyb-i Rûmî îman salâbetinde ve ihlâsta denilebilir ki dünya rekoru kırmışlardır.
Bediüzzaman, îman hakikatlerini en parlak delillerle isbat etmiştir. Yâni, Allah’a, melâikeye, semavî kitaplara, âhiret hayatına, peygamberlere ve Peygamberimizin (a.s.m.) risaletine ait îmanî meseleleri asrın insanının anlayacağı şekilde ortaya koymuştur. İnsanlık âlemi için de bir hayat tarzı ve bir ahlâk programı çizmiştir. İslâm âlemi, inşaallah çok kısa bir zamanda îmanın hayat bahşeden altın değerini anlayacak ve ona olan ihtiyacını hissedip elde etmeye çalışacaktır. Evet, Bediüzzaman’ın da dediği gibi, bu zamanda en büyük vazife, imanı kurtarmak, başkalarının îmanına kuvvet verecek şekilde çalışmaktır.
Bediüzzaman’ın üslûbu îman hakikatlerini tesbit ve kuvvetlendirme üslûbudur. Hissiyatı tahrik ederek infiale ve şuursuz hareketlere sebep olan bir üslup değildir. Doğrudan doğruya akıl ve kalbe hitap etmiş ve ulaşmıştır.
Bediüzzaman’ın niçin îmana ve îmanî meselelere bu derece ehemmiyet verdiği akla gelebilir. Resulullahın (a.s.m.) hayatını, İslâmiyetin ilk zuhurunu ve yeryüzüne yayılmasını inceleyen insan bu sorunun cevabını bulacaktır. Peygamberimizin (a.s.m.) hayatında, îman meselesi esas teşkil eder. Bütün faaliyetleri îmana dayanır ve îman içindir. İslâmiyetin ilk çıkışı da, insanları îmana davetle başlamış ve bütün dünyaya îmanı neşrederek yayılmıştır. Bu asırda da iman za’fa uğradığından Bediüzzaman’ın îmana ve îman hakikatlerine verdiği ehemmiyeti anlayabiliriz. İman, bütün hakikatlerin gerçek yönlerini gösteren bir dürbün, aynı zamanda hayattar âlemlere açılan bir penceredir.
Terakki yolunda ilerlemeye çalışan milletler, ilim cihetiyle inkişaf etmeli ve sırtlarını Allah inancına dayandırmalıdırlar. Müslümanlar âlimlerden istifade etmeli ve sözlerine kulak vermelidirler.
____________________
1. Tahsilini Ezher Üniversitesinde tamamladı. Doktorasını yaptıktan sonra aynı üniversitenin Usûlü’d-Dîn Fakültesi İslâm Akaidi ve Felsefe bölümünde öğretim üyeliği görevinde bulundu. Şimdi ise Katar Üniversitesi Şeriat ve İslâmî İlimler Fakültesinde dersler vermektedir.
Mısır Yazarlar Birliği, Mısır Felsefe Cemiyeti ve Ürdün Medeniyet Vakfı gibi kuruluşların azası olan es-Sayih pek çok ilmî makale yazmış ve şu anda Körfez ülkeleri radyo ve televizyonlarında programlar yapmaktadır. Bu arada milletlerarası birçok konferansa da katılmıştır.
İslâm düşüncesi ve diğer konularda 35 kadar eseri bulunan es-Sâyih’in kitapları, Mısır, Suudi Arabistan, Katar, Suriye ve Lübnan’da yayınlanmıştır.
2. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, s. 20.
3. Dr. Ahmed es-Sâyih, İlmü’l-Akîde Beyne’l-Esâleti ve’l-Muasıra, s. 12.
4. Nûr Sûresi, 45.
5. Bakara Sûresi, 164.
6. Rûm Sûresi, 22.
7. A.g.s. 24.
8. Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, s. 716.
9. es-Sayih, s. 20.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1992
BEDİÜZZAMAN’A GÖRE İSLÂM ÂLEMİNİN ANA MESELELERİ VE ÇÖZÜM YOLLARI
Prof. Dr. İBRAHİM CANAN 1
(Atatürk Üniversitesi)
“Alem-i İslâmdaki ihtilafı, tadil edecek çare nedir?” sorusuna Bediüzzaman şu cevabı verir: “Evvela müttefekun aleyh olan (herkesin ittifakla kabul ettiği) makasıd-ı âliyyeye (yüce maksadlara) nazar etmektir. Çünkü Allah’ımız bir, Peygamberimiz bir, Kur’ânımız bir, zaruriyat-ı diniyye’de umumuz müttefik.”2
Ben sizlere Bediüzzaman’ın bir asra yaklaşan hayatı boyunca verdiği mücadelenin özünü teşkil eden üç temel meseleyi tanıtacağım. Mevzuun daha iyi anlaşılması için, önce bir kaç noktaya parmak basmak istiyorum:
Birinci nokta: Bediüzzaman’ın fikri bütünlüğü: Bediüzzaman, bir asra yakın uzun bir hayat geçirmiş kimsedir. Bu asır, sadece Türk tarihinde değil, insanlık tarihinde de en büyük inkılâpların cereyan ettiği bir devirdir. Bu esnada yaşayan nice insanlar fikrî zikzaklar geçirip düşünce değişiklikleri ortaya koymuştur. Bediüzzaman’da dikkat çeken husus, onun ilk söyledikleri ve yazdıkları ile son söyledikleri ve yazdıkları arasında bir farklılığa rastlanmamasıdır.
İlmî ve fikrî olgunluğa çok erken yaşta ulaşması ve Bitlis’teki hocalarından Şeyh Emin’in henüz büluğa ermemiş bir çocuk olan Said’e “kisve-i ilmiye” giydirmeye kalkması, Bediüzzaman’ın dikkatleri çeken istisnâî hâdiselerden biridir.
Bu hususa şunu belirtmek için temas ediyoruz: Bediüzzaman, daha işin başında, hayatı boyu mücadelesini yapacağı temel fikirleri sistematize etmiş, bir program halinde sunmuştur. Ele alacağımız üç düşman meselesi, onun kendisi için yaptığı programın âdeta nokta-i merkeziyesini, kalbini teşkil etmektedir. Üç düşmanın onun düşünce sistemindeki yerini görmek için mezkur programı özetle vermede fayda var.
İkinci nokta: Bediüzzaman’ın efkârının programı ve davasının esasları: Bediüzzaman, 1909’da Dini Ceride adlı bir gazetede “Dağ meyvesi acı da olsa devadır” adlı makalesinde fikriyatını “dokuz” madde halinde özetler. Bu makalenin alt başlığı, onun şuurlu şekilde belli maksatları mücadele programına aldığını göstermesi bakımından zikre değer: “Bediüzzaman’ın Fihriste-i Makasıdı ve Efkarının Programıdır.” Bu dokuz maddeyi şöyle özetleyebiliriz:
Birinci madde: İslâm âlemini terakkiye sevkedecek uyanışı sağlamak.
İkinci madde: İslâm maarifini sağlayan üç merkez arasındaki ihtilafı gidermek: Bu üç merkez medrese, mektep ve tekkedir.
Üçüncü madde: İlmî çevrelerde ilmî hürriyeti tesis etmek.
Dördüncü madde: Medreselerde ihtisas şubeleri te’sis etmek.
Beşinci madde: Mürşid-i umumi olan vaiz ve hatiplerin yetişmesini de ele almak.
Altıncı madde: Osmanlılarda terakki meylini uyandırmak. Burada asıl mevzumuzu teşkil eden üç düşman mevzubahis edilir.
Yedinci madde: Hilafet makamının ıslâhı meselesi.
Sekizinci madde: Osmanlı Devletinin beylikler devrine dönüşmemesi için, Müslüman halklar arasında ittihad-ı Muhammedî fikrinin geliştirilmesi.
Dokuzuncu madde: Millî birliği sağlayarak, Kürtlerin ihtilafı sebebiyle zayi olan kuvve-i cesimelerinden istifade etmek.3
Hemen kaydedelim ki, 1907’de İstanbul’a gelmiş olan Bediüzzaman’ın bu fikirleri çok önceleri geliştirdiği, İstanbul’a gelmezden önce bunlardan bir kısmının tahakkuku için yıllar önce, aşiretler nezinde çalışmalar yaptığı bilinmektedir. Hattâ İstanbul’a da fikirlerinin tahakkuku maksadıyla gelmiştir.4
Bediüzzaman dokuz maddede hülasa ettiği bu temel fikirleri, “hem bir meslek takip ettiğini göstermek”5, hem “hakikat olduğu için” hem de hak olan bir davanın iyice yerleşmesi için onun esaslarına “mükerreren irca-ı nazar lâzım olduğu” için bütün kitaplarında ve yayınlarında tekrar tekrar ele alır.6
Üçüncü nokta: Bir mukayese: Bediüzzaman’ın İslâm dünyasında oynamakta olduğu rolü hakkıyla anlamak, hattâ şu anda sadedinde olduğumuz üç düşman meselesinin şümulünü kavrayabilmek için, Batı hayatında büyük bir ameliyat icra etmiş olan Kalvin’le (Calvin 1509-1564) kısa bir mukayese yapmak istiyoruz. Herkesin bildiği üzere, Kalvin Hıristiyan dünyasında ciddi bir reform yapmıştır. Alman Sosyolog Max Weber’in reddedilemeyen açıklamalarına göre, bugün kapitalizm diye ifade ettiğimiz Batı teknolojisi de varlığını Kalvin’e borçludur. Çünkü o, Batı hayatına üç temel fikir vermiş, bu fikirlerin hayata geçmesi ile Batıda ilim, fen ve teknoloji gelişmiştir. Açıklanması uzun kaçacak bu üç temel fikir şunlardır: İlim, çalışmak ve zühd (dünyaya ehemmiyet vermemek). Weber yaptığı çalışmalarda ilmî ve teknik gelişmelerin, bütün Batı memleketlerinde, Kalvin’in yolunda giden protestan çevrelerde geliştiğini göstermiştir.
Üç düşman: Bediüzzaman’ın üç düşmanı cehalet, zaruret ve ihtilaftır. Bu üç düşmana Eski Said dönemindeki yazıların hemen hepsinde olmak üzere, bütün yazılarında rastlamak mümkündür. Bu üç temaya değişik vesilelerle çok farklı üsluplarla yer vermiştir. Birinde şöyle der:
“Her bir mümin i’la-yı Kelimetûllahla mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi maddeten terakki etmektir. Zira ecnebiler, fünun ve sanayi silâhıyla bizi istibdad-ı mânevileri altında eziyorlar. Biz de fen ve san’at silâhıyla İ’la-yı kelimetullahın en müthiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilaf-ı efkâra cihad edeceğiz.”7
Bir başka yazısında
“Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı san’at, marifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz” demiştir.8
Bediüzzaman, bu meseleyi tekrar ederken marifet yerine “ilim ve fen” kelimelerini, zaruret yerine “fakr” ve “ihtiyaç” kelimelerini, ittifak, uhuvvet, kardeşlik kelimelerini ihtilaf yerine, nifak, keşmekeş, adavet, husumet, düşmanlık kelimelerini fen ve sanat yerine, sa’y (çalışmak) vs. kelimelerini kullanır.
Az yukarıda dokuz madde halinde fihriste-i maksadını ve fikirlerinin programını belirtirken altıncı maddede üç düşman meselesine yer verdiğini söylemiştik. Bediüzzaman’ın bu üç düşmanla mücadeleden elde etmek istediği maksadı, bütün şümulüyle kavramak için o maddeyi aynen görmekte fayda var, Der ki:
Altıncı madde: “Osmanlılığın meylutterakkisini faal etmektedir. Şöyle ki: Bu devletin mabihi’l-hayatı (kendisini yaşatan şey) ve dini, din-i İslâm olduğundan, her bir Osmanlı, i’la-yı şevket-i islâ-miyeye mükellef ve her bir mü’min i’la-yı kelimetullaha muvazzaftır. Ve bu zamanda İ’la’nın en büyük sebebi maddeten terakki olduğundan ve terakkinin en müthiş düşmanı olan “cehalet” ve “zaruret” ve “ihtilaf”a seyfu’l-marifet (ilim kılıcı) ve say’-i insani (çalışma) ve ittihad ile din namına ittihad edeceğiz. Amma a’da-i harici (dış düşmanlar), medeni olduklarından fikren galebe çalmak lâzımdır. O cihadı berâ-hin-i şeriata havale edeceğiz.”9
Bütün kötülüklerin başı cehalet: Bediüzzaman devamlı üç düşmana nazar-ı dikkati çekerse de, bazı açıklamalarında hepsinin cehaletten kaynaklandığını ifade eder:
“Hem de bizim düşmanımız ve bizi mahveden cehalet, ağa oğlu” “zaruret efendi ve hafidi (torunu) husumet” bey’dir. “Ermeniler bize düşmanlık etmişlerse, şu üç müfsidin kumandası altında yapmışlardır.”10
Bediüzzaman’ın şu gelecek ifadesi göz önüne alınınca, onun nazarında, bütün içtimai bozuklukların, zikredilen üç düşmandan ve dolayısıyla da cehaletten ileri geldiği anlaşılır:
“Hem de düşmanlarımız onlar (ecnebiler) değil. Asıl bizi bu kadar düşürüp İ’la’yı Kelimetullaha mani olan cehalet ve neticesi olan muhalefet-i şeriattır. Ve zaruret ve onun semeresi olan sû-i ahlâk ve harekattır. Ve ihtilaf ve onun mahsulü olan ağraz ve nifaktır ki, ittihadımızın (gayesi) bu üç insafsız düşmana hücumdur.”11
Her kötülüğümüzün dip temelinde cehaleti gören Bediüzzaman, kurtuluşu da ilimde bulur. Der ki:
“Ben Vilâyet-i Şarkiyyede aşiretlerin hâl-i perişaniyetini görüyordum. Anladım ki, dünyevi bir saadetimiz, bir cihetle fünun-u cedide-i medeniye ile olacak.”12
Bediüzzaman’ı ilme ehemmiyet vermeye sevkeden bir başka kanaati daha vardır. Bu, onun muasırları açısından son derece orjinal bir görüştür. Bu asrın başlarında ilmin geleceği hakkında bu kadar kesin basîrete her ilim adamında rastlamak zordur. Der ki:
“Elbette nev’i beşer âhir vakitte ülûm ve fünuna dökülecektir. Bütün kuvvetlerini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise, ilmin eline geçecektir.”13
Ayrıca kuvvete dayanan hükümetlerin aynen kuvvet gibi çabuk ihtiyarlayacağını, ilmin şanı tezayüd (artma) olduğundan ilme dayanan hükümetlerin hızırvâri (ebedi) bir ömre mazhar olacaklarını”14 belirterek devletimizin mutlaka ilme istinat etmesini söyler.
Cehalet meselesinin halli: Bütün ahlâksızlıkların, gerilikler ve harici düşmanlara karşı mağlubiyetlerin asıl sebebi gördüğü cehaletin izalesini, medreselerin yaygınlaştırılmasında görmüştür. Ancak o, devrindeki medreselerden hem kemiyet (sayı) hem de keyfiyet yönüyle memnun değildir. Evet, medreseler sayıca artırılmalıdır. Fakat bundan önce ıslâh edilmeli, medreselerde inkılâb yapılmalıdır. Ona göre medreseler, taşıdıkları üç eksiklik sebebiyle asrın ihtiyacına uygun adam yetiştirememektedirler.15
Bu eksiklikleri intizam, tefeyyüz, mahrec olarak tesbit eder.
İntizam’la iç yapıdaki mühim eksikliği kasteder:
Medreseler tek tip insan yetiştirmektedir. İhtisas şubeleri yoktur. Halbuki o, medreselerin, Darü’l-Fünun’da (Üniversitede) olduğu gibi, ihtisas şubelerine ayrılmasını temenni etmektedir. Birbirleriyle irtibat halinde olan şubelere ayrılmalıdır. “Taksimü’l-a’mal kaidesini (iş bölümünü) bi-temâmihâ tatbik etmelidir” der16. Başka açıklamalarını da dikkate aldığımızda, medreseler yeniden elden geçirilip önce bir kısım temel dersleri alan, sonra da ihtisas bölümlerine, yani fakültelere ayrılan üniversitelere dönüştürülmelidir.
Tefeyyüz’le ilmî ilerlemeyi kasdetmektedir. Bu eksikliğin, ona göre bir çok sebebi var:
1. Âlet dersleri asıl derslerin yerine geçmiştir. Âlet dersleri ile Arapçayı ve Arapçaya bağlı temel ilimleri kasdeder. Talebe bunların ötesine geçememekte, ömrü ibare çözmekle tükenmektedir.
2. Medresenin resmi programına aynı meseleleri işleyen çok kitap girmiştir. Talebeler, ömrü tüketen bu kitapların dışına çıkamamaktadır. Ana metinler, bunlar üzerine yapılan şerhler, şerhlere yapılan haşiyeler, bazan haşiyenin haşiyesi vs. bunlar talebenin “evkat” ve “efkârını” kendine hapsedip harice çıkmasına meydan vermemiştir. 17
3. İhtisaslaşma olmadığı için, talebeler fıtrî meyillerine uygun gelişme göstermiyorlar, kendi tabirleriyle herkeste meyl’ül-ağalık ve meyl’ül-amiriyet gibi tehakküm hissi galebe çalıyor ve ilmin gelişmesine sahip çıkan olmuyor. “Medreseler, bu yüzden indirasa uğradı” der.18
Tefeyyüze mâni bir diğer husus medreselerde fenni ilimlerin yokluğudur. Bediüzzaman medreselere müsbet ilimler dediğimiz fen ilimlerinin (veya ulûm-u medeniyenin) konmasını teklif etmektedir. Bunun eksikliği talebelerde taassuba sebep olmaktadır. Az ileride de temas edeceğimiz üzere Bediüzzaman medreselere fen ilimlerinin konulmasını teklif ederken mekteplere de dini ilimlerin konulmasını teklif eder. Fen ilimlerinin eksikliği medrese talebesini taassuba atmakta, dini ilimlerin eksikliği de mektep talebelerini şüpheye, hileye sevketmektedir.19
Mahrec meselesi: Bu, medrese mezunlarının iş sahasıdır. Bu eksiklik medreselere kaliteli, kabiliyetli talebelerin gitmesini engellemektedir. “Zekiler mektebe gitti, zenginler medresenin maişetine tenezzül etmedi”20 diyerek, mahreç eksikliğinin medreseler üzerinde hasıl ettiği menfi tesirlere dikkat çeker. Onun ideali olan ve kendi ifadeleriyle 55 yıl açılmasına gayret gösterdiği Medresetü’z-Zehra’nın taşıması gereken şartlarını sayarken, onun müdavimlerinin yüksek tahsil yaptıran diğer müesseselerle müsavi tutulmaları, imtihanlarının da öbürlerinin imtihanı gibi aynı ölçüde muteber kılınıp akim bırakılmamalarını da kaydeder.21
Çocuklarınızı okutun: Bediüzzaman, bir taraftan medreselerin ıslahı, sayıca artırılması için mücadele verirken, diğer taraftan da çocukların okutulmasına teşvikte bulunmuştur. O kadar ki, Cumhuriyetten sonra, okullardan din derslerinin tevhid-i tedrisat kanunuyla tamamen çıkarılması sebebiyle, yurt sathında yaygın hale gelen ve kimlerin ne maksadla çıkardığını bilmediğim “Bunlar gavur okuludur, çocuklarınızı buralarda okutmayın” sloganı, dindar çevrelerde müessir olduğu devrelerde bile Bediüzzaman “Bütün fenler, kendi lisan-ı mahsuslarıyla mütemadiyen Allah’tan bahseder, siz muallimleri değil, onları dinleyin” diyerek okullardan geri kalmayı değil, bilakis çocukların okullara gönderilmesini tavsiye eder. Bediüzzaman’la ilgili hatıralarda, bu çeşit tavsiyelere sıkça rastlanır.22
İkinci düşman : Zaruret Bediüzzaman, zaruret’le Müslümanların maddi ve teknik yönden maruz kaldıkları gerilikleri kasteder. Bunu bazan “fakr”, bazen açlık manasına gelen “cu” bazan “ihtiyaç” vs. kelimeleriyle ifade eder. Bediüzzaman, İslâm âleminin sikleti altında kıvır kıvır kıvrandığı, her an omuzunda ağırlık ve zilletini hissettiği bu fakirlik, yani gerilik, yani ihtiyaç halini olduğu gibi kabul ve itiraf eder. Ama, bunu bir kısım maddecilerin yaptığı gibi, insanları mefluç hale getiren, yapabileceği şeye bile teşebbüsünden alıkoyan yeis ve atalet vesilesi yapmaz. Bilakis istikbalde, Müslümanların, tekrar terakki edip fen ve teknikte Batılılara yetişip, hattâ onların önüne geçeceklerine dair kanaatine delil yapar.23 Batının kalkınmasını, orada ortaya çıkan ihtiyaç ve darlıkla izah eder. Bu sadedde sıkça kullandığı bir vecizesi şudur: ” ihtiyaç medeniyetin üstadıdır.”24 O, bu prensibin şahsi bir kanaati olmadığını, “Hikmeten (yani ilmen) sabit” olduğunu söyleyerek medeniyetlerin gelişmesinde, harp, kuraklık, zelzele, salgın gibi ciddi felaketlerin müsbet rol oynadığı hususunda sosyologların ileri sürdüğü nazariyelere atıf yapar.25
Bediüzzaman, fakr ve ihtiyacın insanları gayrete sevkettiğini, böylece fıtratlarında mevcut olan meylü’t-terakkinin kuvveden fiile geçtiğini, teşebbüs ve çalışma sonunda terakkinin geldiğini belirtir.
Bu bahsin ikna edici bir açıklığa kavuşmasında Bediüzzaman çeşitli tahlillere girer. “Çalışmayı sevkeden âmiller nelerdir, bizde çalışma şevki niçin kırılmıştır, bu şevk nasıl uyandırılır, insanlardaki ukde-i hayatiye nasıl intibaha getirilir, takip edilen kalkınma modelinin yanlışlıkları nelerdir, nasıl bir model takip edilmelidir?” gibi meseleleri birer birer gündeme getirir, açıklamalar sunar.
Meselâ “Hayat bir faaliyet ve harekettir, şevk ise onun matiyyesi (yani bineği) dir”26 veya “sa’-yi insani’nin buharı”dır.27 diyerek, bütün faaliyet ve gayretin temelinde şevk yattığını söyler. Geçmişte, zamanın şartlarını yeterince göz önüne alamayan bir kısım yetersiz âlim ve vâizlerin, bazı dini metinlerin zahirlerine bağlı kalarak insanları yanlış bir tevekkül anlayışına iterek çalışma şevkini kırıp atalete attıklarını söyler.”28 Bu noktada İslâmın gerçek tevekkül anlayışı nedir, onu belirtir. Çalışma şevkinin kişideki himmet (yani milletini düşünme) duygusu ile yakın alakasını belirtir. Dine hizmet gibi yüce maksatlar taşıyan insanın himmetinin de yücelerek, değerinin artacağına dikkat çeker: “Kimin himmeti milleti ise o tek başına küçük bir millettir” der29 Batılıların “Bizden hırsızladıkları” milliyetçilik duygusuyla terakki ettiğini30, Ermenilerin bu himmet yüceliği ile büyük fedakâr-lıklar izhar ettiklerini belirtir.31 Bediüzzaman’a göre Batı terakkisinin üssü’l-esası milliyetçilik duygusudur.32 Bu duygunun bizde de uyandırılması lâzımdır. Ancak o, milliyetçilikten İslâmcılığı anlar. “Milliyet bir bedendir, Ruhu dindir.” “Din milliyetin hayatı ve ruhudur” der. 33 Batının fen ve ilmini almamız gerektiğini, ama bunu yaparken kendi millî âdetlerimizden fedakârlık etmemenin şart olduğunu belirtir. Millî âdetlerin terkini o milletin ihtiyarlaması kabul eder.34 Bu sebeple terakkide Japon Modeli’ni takip etmeyi uygun bulur ve,
“Kesb-i medeniyette Japonlara iktida bize lâzımdır ki, onlar, Avrupadan mehasin-i medeniyeti almakla beraber, her kavmin mâbihi’l-bekası (devamını sağlayacak) olan âdet-ı milliyeyi muhafaza ettiler” der.35
Maddi terakki için çalışmanın Müslümanlara dinî bir vecibe olduğunu söyler:
“Her bir mü’min, i’la’yı kelimetullahla mükelleftir, bu zamanda en büyük sebebi maddeten terakki etmektir” der.36
Çalışmak, Cenab-ı Hakkın tekvînî (tabiata hakim) şeriatındandır. Bu şeriatın emirlerine uymanın veya uymamanın mükâfat veya cezası dünyada peşindir. “Çalışmanın sevabı servettir, ataletin cezası sefalettir” der.37
Çalışma ve gayrete insanı ziyade sevk eden şevkin kaynağı olan himmeti kıran düşmanlar üzerinde müstakil olarak durur ve bunları dağıtma çarelerini gösterir.38
Verimli bir çalışmanın olması için fıtrî meyle uygun meslek tavsiye eder.39
Gayr-ı müslimin san’atından istifade edilebileceğini, kâfirin küfrünün veya fasıkın fıskının maharete ve sanata zarar getiremeyeceğini belirtir.40
Yerli olarak imal edilen malların kullanılmasını tavsiye eder. Aynen Gandi’nin yaptığı gibi Batı mamülatını hayatı boyu boykot ederek ” ...yanlız memleketimin maddi ve mânevî mahsulatını giyiyorum” der.41
Fakr bahsi ile ilgili olarak son bir nokta daha belirtelim: Bediüzzaman’a göre Osmanlı Devletindeki azınlıklar zenginleşirken Müslümanların fakirleşmesinin bir sebebi de meslek seçimi ile ilgilidir. “Biz gayr-ı tabii ve tembelliğe müsait ve gururu okşayan imaret (amirlik) maişetine el atıp belamızı bulduk” der. Maişet ve geçimin “tabii” ve “meşru” ve “hayattar” yollarının: “ziraat”, “ticaret” ve “san’at” olduğunu belirtir. “Bence” der, “memuriyete ve imarete giren, yanlız hamiyet ve hizmet için girmelidir, yoksa maişet ve menfaat için girse bir nevi çingenelik eder.”42
Üçüncü mesele : İhtilaf Bediüzzaman’ın üzerine gittiği üçüncü mesele, yani üçüncü düşman ihtilaftır. Bunu bazen keşmekeş, bazan nifak, bazan husumet gibi başka kelimelerle de ifade eder. Bunun zıddı ittifaktır, bunu da vifak, tesanüt, teavün, ittihad, uhuvvet gibi benzer kelimelerle ifade eder.
Farklı beyanlarına bakılınca “ihtilaf”la hem dar çerçevedeki Müslümanlar arasındaki ihtilafı, hem dini gruplar arasındaki ihtilafı kasdettiği, bunlardan her birine ehemmiyetleri nisbetinde temas ettiği, tekrar ettiği görülür. Israrla üzerinde durduğu ve telafisi için çareler teklif ettiği ihtilaflardan biri de feyiz kaynağı olan üç büyük şubenin, medrese, mektep ve tekke arasındaki ihtilaftır.
Cemiyet seviyesindeki ihtilafların kendi nazarındaki ciddiyetlerini ifade edebilmek için matematikteki bir kaideye başvurur.
“Cemiyette vahid-i sahih olmazsa cem ve zam, kesir darbı gibi küçültür” der ve açıklar: “hesapta malumdur ki, darb ve cem (çarpma ve toplama) ziyadeleştirir: Dört kere dört onaltı eder. Fakat kesirlerde darb ve cem bilakis küçültür. Sülüsü sülüs ile (üçte biri üçte birle) darbetmek tüsü’ (dokuzda bir) olur. Aynen onun gibi insanlarda sıhhat ve istikamet ile vahdet olmazsa ziyadeleşmekle küçülür, bozuk olur, kıymetsiz olur!”43
Cemiyetteki ihtilafın kendisine verdiği ızdırabı ifadede Yavuz Sultan Selim’in şu beytinden istifade eder:
“İhtilafu tefrika endişesi,
Kûşe-i kabrimde hattâ bî karar eyler beni,
İttihatken savlet-i âdayı def’e çaremiz,
İttihat etmezse millet, dağdar eyler beni!”44
Bediüzzaman’a göre “hayat ittihattadır.”45
Hayatı ve devamı olan herşey, belli bir ittihadla vücut bulmaktadır. “İttifakta kuvvet var, ittihadda hayat var, uhuvvette saadet var” der.46 İslâm âlemi, aralarında tam bir birlik yapabilseler, hiçbir dünyevi gücün bunun önünde duramayacağını söyler.
İttifakla hasıl olacak gücü belirtmek için, dört elif ayr ayrı oldukları takdirde dört kıymetinde olacaklarını, bir maksadla yan yana gelmeleri halinde bin yüz on bir kuvvetine ulaşacaklarını, keza dört tane dört ayrı ayrı iken onaltı ettikleri halde bir maksadla ittihad edip omuz omuza verince dört bin dört yüz kırk dört kuvvetine ulaşacakların söyler.47
İhtilafın sebepleri Bediüzzaman, Müslümanlar arasındaki ihtilafların, iman zaafı, bencillik, en doğruyu (ehakkı) aramak gibi bir kısım eksikliklerden ve yanlış davranışlardan ileri geldiğini belirtir. Ona göre, Müslümanları geri bırakan altı hastalıktan dördüncüsü “ehl-i imanı birbirine bağlayan nurani rabıtaları” bilmemektir .48
Öyleyse bu imânî, dinî bağları ortaya çıkarıp harekete geçirmek gerekmektedir.
“İttifak hüdadadır, heva ve heveste değil” der. 49 Böylece din dışı, beşerî formüllerle birlik sağlanamayacağını belirtir. Mesela birliğin sağlanmasında, korku ve baskının (cebr’in) hiçbir fayda sağlamayıp, bilakis aradaki nifak ve tefrikayı daha da artıracağını söyler.50
Tevhid’in çareleri Bediüzzaman, bu maksatla pek çok çare zikreder, yollar gösterir, açıklamalar yapar. Biz mühim olan birkaçına dikkat çekeceğiz:
İmani Şuur: Kur’ân-ı Kerim ihtilafa düşüldüğü takdirde Allah (c.c) ve Resulü’nün (a.s.m.) hakemliğine başvurmayı emrettiği için (Nisa 59) mü’min, mü’min kaldıkça bu emri gözardı edemez.
Bediüzzaman, mü’minler arasında birliği gerektiren bağların Uhud Dağı azametinde ve Kâbe hürmetinde olduğunu, aralarında ihtilafa ve ayrılığa götüren sebeplerin çakıl taşı hükmünde olduğunu söyler ve dini değerleri düşünmeden mü’mine küsüp darılmanın çakıl taşlarını Uhud Dağından büyük, Kâbe’den daha hürmetli tutmak kadar bir divanelik olduğunu belirtir. 51
“Âlem-i İslâmdaki ihtilafı, tadil edecek çare nedir?” sorusuna Bediüzzaman şu cevabı verir “Evvela müttefekun aleyh olan (herkesin ittifakla kabul ettiği) makasıd-ı âliyyeye (yüce maksadlara) nazar etmektir. Çünkü Allah’ımız bir, Peygamberimiz bir, Kur’ânımız bir, zaruriyat-ı diniyyede umumumuz müttefik” der. 52
Eşitlik: Bediüzzaman bilhassa millî birliği sağlayacak hususlardan biri olan eşitliğe ehemmiyet verir. “ittihad-ı millet, ref’-i imtiyazdan başka ne ile olur?” der.53
Bunun kanun hâkimiyetini tam olarak sağlamakla gerçekleşeceğini söyler, aksi takdirde, her bir idarecinin müstakil bir müstebit olacağına, araya komiteciliğin girerek istibdadı artıracağına dikkat çeker.54
Sevad-ı a’zam’a uyma: Bediüzzaman’a göre bir kısım meselelerde sevad-ı a’zama uymak ihtilafı kaldıracaktır. Ekseriyetten ayrılmak tehlikelidir.55
Maarif : Bediüzzaman bugün Doğu bölgelerimizi kasıp kavuran anarşiyi bu asrın başlarında sezmiş, bunun maarif yoluyla önlenebileceğini söyleyerek, Doğunun ismen saydığı belli başlı merkezlerinde medreseler açılarak devlet eliyle talebeler yetiştirilmesini teklif etmiştir. Gerekçeyi şöyle ortaya koyar:
“Bununla, maarifin temeli teessüs eder. Ve bu mebde-i teessüsten ittihad takarrur edecektir (birlik hasıl olacaktır). İhtilaf-ı dâhilinden dolayı mahvolan kuvve-i cesimeyi (büyük kuvveti) hükümetin eline vermekle harice sarfettirmek için hakkıyla müstehakk-ı adalet ve kabil-i medeniyet oldukları gibi cevher-i fıtriyetlerini gösterecekler”.56
Bu cümleler, sanki günümüzün şartlarına parmak basıyor gibidir.
Ehakkı aramak: Bilhassa mezhep ihtilaflarını ve dini gruplar arasındaki ihtilafları bertaraf edecek bir formül, budur. “Hakta ittifak ehakta ihtilaf olduğundan bazan hak, ehaktan ehaktır”57 der. Herkesin kendi mesleğini “hak” bilmeye, daha güzel bilmeye hakkı olduğunu, amma başkalarının mesleğini batıl ve çirkin bilmeye hakkı olmadığını söyler. Kişinin sadece kendi mesleğine hak demesini zihniyet-i inhisar olarak tavsif eder, bunun bencillikten, “hubb-u nefs”ten geldiğini belirtir. Bu hastalığı tedavi maksadıyla “hakkın taaddüd edeceğine” misaller verir.58
Muhabbete muhabbet, adavete adavet: İhtilafın giderilmesinde, mü’minlere karşı muhabbetin yaygınlaştırılmasını, husumetin yok edilmesini tavsiye eder. “Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yok” der. 59, Kendisine hayatı boyu işkence yapıp ızdırap veren, karakol karakol, mahkeme mahkeme süründüren, hapislere attıran kimselerin hepsine hakkını helâl ettiğini ilân eder.60
İTTİFAK ETMESİ GEREKENLER Bediüzzaman ittifakı sağlayacak formüllerden başka, ittifak etmeleri gerektiğine dikkat çektiği ve mesai sarfettiği bazı müesseseler de var. Onları da belirtmemiz gerekmektedir:
Üç büyük şubenin ittifakı: Bunlar, daha önce kaydettiğimiz üzere, mekteb, medrese ve tekkedir. “Medeniyette geri kalışımızın en büyük sebebinin, istibdaddan sonra, mürşid-i umumi üç büyük şube olan ehl-i medrese, ehl-i mekteb ve ehl-i tekkenin tebayün-ü efkârı ve tehalüf-ü meşaribi” olduğunu söyler.61
Ona göre, “bu tebayün-ü efkâr, ahlâk-ı İslâmiyenin esasını sarsmış, ittihad-ı milleti çatallaştırmıştır...” Bediüzzaman tahlilinin devamında medreselerin mektebleri tekfir ettiğini, onların da bunları techil ettiğini söyler. İlmin halka mal edilebilmesi için halkın itimad ettiği ulema kanalıyla halka sunulması gerektiğini belirtir. 62 Bunun için medreselerde fen ilimlerinin okutulmasının, mekteplerde de din ilimlerinin okutulmasının şart olduğunu söyler. Bu ilimlere müfredatında yer verecek olan Medresetü’z-Zehra’nın faydalarından birinin de üç şubeyi barıştırmak olacağını belirtir. 63
Burada kaydetmek isterim: Cumhuriyet, döneminde bu üç şubeden ikisini yasaklamak suretiyle getirilen çözümün isabetliliği yeni nesilde ortaya çıkan anarşi sebebiyle münakaşaya açıktır.
Dini cemaatlerin ittifakı: Bediüzzaman bu meselede de kanaatimizce bugün dahi muteber çözümler teklif etmiştir. Herşeyden önce o farklı cemaatlerin varlığını gerekli ve faydalı görür. Cemaatlerin gayede bir olmalarını arar. Elbette bu gaye müsbet ve yapıcı olacak. Dine, millete hizmet etmek olacak. Bu varsa, metodda ve meşrebde birlik aranmaz. Böylesi birliğin fayda değil, zarar getireceğini, insanları “nemelazım başkası düşünsün” demeye iteceğini söyler.64 Şöyle der:
“Muhabbet-i din saikasıyla (din sevgisinin sevkiyle) teşekkül eden cemaatlerin, iki şart ile umumunu tebrik ve onlarla ittihad ederiz.
“Birinci şart: Hürriyet-i şer’iyeyi ve asayişi muhafaza etmek.
“İkinci şart: Muhabbet üzerine hareket etmek, başka cemiyete leke sürmekle kendisine kıymet vermeye çalışmamak.”65
Bediüzzaman, görüldüğü üzere, ihtilalci cemiyetlere karşıdır.
Adem-i merkeziyet’e hayır Bediüzzaman, Prens Sabahattin’in ortaya attığı adem-i merkeziyet ve tevsi-i mez’uniyet fikrini beğenir. Fakat taraftar olmaz. Çünkü milletin fertleri arasında Osmanlılığı sağlayan bağlar kuvvetlendirilip, millî sevgi sağlanmadan buna gidilmesi onüç asır önce ölmüş olan ırkçılığı ihya edip fitneyi uyandıracak ve memleket beylikler devrine dönecektir. Bu düşünce, onun millî birliğe verdiği ehemmiyeti gösterir. Bu meselelerin yeniden gündeme geldiği Türkiye’de Bediüzzaman’ın bu mülâhazaları da gözden uzak tutulmamalıdır.
Harici düşman Bediüzzaman, ısrarla en büyük ve hakiki düşman olarak cehalet, zaruret ve ihtilaftan söz edince ister istemez “harici düşman hakkında ne diyor?” sorusu akla gelmektedir. Zaten çoğu kere aynı bahislerin devamında o, bu meseleye temas eder. Onlara maddi silâhla savaşılacak düşman olarak bakmaz. Hattâ onlara dost nazarıyla bakmak gerektiğini söyler ve buna birkaç sebep gösterir:
1. Onlar bizim uyanmamıza vesiledir.
2. Onlardan fen alacağız.
3. Onları, İslâmın sulh dini olduğunda ikna etmemiz gerekmektedir.
4. Onlar komşularımızdır, komşuluk dostluğu gerektirir. 66
Bir ifadesi şöyle: “Ecnebilere düşman nazarıyla değil, belki saadetimize ve İ’la-yı Kelimetullaha bu zamanda vasıta olan terakki ve medeniyete bizi teşvik ve icbar ettiklerinden dost ve hâdim nazarıyla bakacağız..”67
Bediüzzaman, Avrupanın İslâm hakkındaki yanlış kanaatlerini silme meselesine daha bir ağırlık verir ve
“Avrupa bizdeki cehalet ve taassub müsaadesiyle, şeriatı hâşâ ve kellâ istibdada müsait zannettiklerinden nihayet derecede kalben üzülmüştüm. Onların zanlarını tekzip etmek için meşrutiyeti herkesten ziyade şeriat namına alkışladım” der.68
Bu mevzuda ısrarla tekrar ettiği bir husus, gayr-i müslimlerin medeni oldukları ve medenilere karşı cihadın silâhla değil, ikna ile olacağıdır. İttihad-ı Muhammedi cemiyeti hakkında bilgi verirken der ki:
“Bu ittihadın meşrebi muhabbettir. Husumeti ise cehalet ve zaruret ve nifaktır. Gayr-ı müslimler emin olsunlar ki, bu ittihadımız bu üç sıfata hücumdur. Gayr-i müslimlere karşı hareketimiz iknadır. Zira onları medeni biliriz. İslâmiyeti (onlara) mahbub ve ulvi göstermektedir” 69
Medenilere karşı silâh : Harici düşmanlara karşı takib edilecek temel politika ikna olunca, “silâh” anlayışının da değişeceği tabiidir. Nitekim onlara karşı silâhımızın şeriatın kat’i bürhanları olduğunu sıkça tekrar etmiştir.70 “Ermenileri nasıl mağlub edeceğiz?” sorusuna cevabı onun “silâh” anlayışına ışık tutar: “Onlar sizi mağlup ettiği silâh ile, yani akıl ile, fikr-i milliyetle, meyl-i terakki ile, temayül-ü adalet ile mağlub edebilirsiniz.”71 Bir başka beyanında: “İstikbalde silah kılınç yerine hakiki medeniyet ve maddi terakki ve hak ve hakkaniyetin mânevi kılıçları düşmanları mağlup edip dağıtacak” der.72
Bir başka tavsiyesinde silâh olarak İslâmı fiilen yaşamayı zikreder.73 Biz İslâmı ef’alimizle gösterecek olsak yeryüzünde birçok kıtaların kendiliğinden İslâma dahil olacağını söyler.74
Geleceğin en güçlü silâhının belağat ve cezalet olduğunu belir-ten75 Bediüzzaman, artık, şecaat-ı fıtriyenin de devrinin geçtiğini, bunun yerini şecaat-ı fenniyyenin aldığını söyler.76 Ve yeni nesillere:
“Kılınçlarınızı fen ve san’at ve tesanüd-ü hikmet-i Kur’âniye cevherinden yapmalısınız!” 77 der.
Artık, cihad da cephelerden ziyade, fen ve san’at ve tesanüd-ü hikmet-i Kur’âniyeyi elde etme yolu olan nefis dairesinde olmalıdır. “Herkes kendi âleminde bir kumandan olduğundan, âlem-i asğarında cihad-ı ekberle mükelleftir” der. 78
Sonuç: İstikbal ümidi: Bediüzzaman demek, mücessem ümit demektir. Eserleri üç beş ana maddeye icra edilerek özetlense, bunlardan biri mutlaka istikbal ümidi olacaktır. Bu sebeple, tebliğimizi ümitle kapatmak isteriz. O, islâm âleminin şu ana kadar tahlil ettiğimiz her üç düşmanı da yenip, gelecekte maddi cihette de insanlığa önderlik edip, sulh-u umumi getireceğine inanmaktadır. “Akıl ve ilim fen hükmettiği istikbalde elbette, burhan-ı akliye istinat eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’ân hükmedecek” der.79 “İstikbal yalnız ve yalnız İslamiyetin olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’âniye ve imaniye olacaktır” der.80
“Bilâ-perva olarak ilân ederim... İtikat ve yakinimdir. Hak neşv ü nemâ bulacaktır. Hem de itikadımdır ki, istikbale hüküm sürecek ve her kıtasında hâkim-i mutlak olacak yalnız hakikat-ı İslâmiyedir” der.81
“Yakinim var ki, istikbal semavatı ve zemini Asya,
Bahem olur teslim yed-i beyza-yı İslâma!” 82 der.
“İ’lay-ı Kelimetullahın bayrağı olan hilâl-yıldız bayrağı teâli edecek, eski şevketini bulacak inşaallah” der. 83.
____________________
1. 1940 yılında Konya’da doğdu. İlk öğrenimini memleketinde tamamladı. Konya Erkek Lisesi (1958) mezunu. Kayseri (1962-64) ve Akşehir’de (1966-67) orta dereceli okullarda öğretmenlik yaptıktan sonra, Atatürk Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi’nde 1972’de başladığı öğretim üyeliği görevini aynı üniversiteye bağlı olarak kurulan İlahiyat Fakültesi’nde sürdürdü. Makalelerini fakülte dergileri yanı sıra Diyanet, Hakses, İslâm, İslâm Medeniyeti, Zafer, Sur, İcmal, Kadın ve Aile, Altınoluk, Okul gibi dergilerde yayımladı. Resulullah’a Göre Okul ve Ailede Çocuk Terbiyesi adlı eseriyle 1979’da Türkiye Milli Kültür Vakfı Ödülü’nü aldı.
Eserleri: Tarihçi Açısından Din (Arnold Toynbee’den çeviri, 1978), Seminer ve Tez Rehberi (1979), Resulullah’a Göre Okul ve Ailede Çocuk Terbiyesi (1988), Atatürk Üniversitesi Lojmanları ve Taklitçiliğimizin Muhasebesi (1979), İslamda Çocuk Hakları (1980), İslamda Temel Eğitim Esasları (1980), Sulh Çizgisi (1980), Tebliğ Terbiye ve Siyasi Taktik Açısından Hicret (1981), Hz. Peygamberin Sünnetinde Terbiye (1980), Yeni Usul-i Hadis (Zafer Ahmed el-Osmani’den çeviri (1982), Kur’an ve Hadise Göre Fitne ve Anarşi (1981), Kur’an’da Çocuk (1984), Peygamberimizin Hadisleriyle Medeniyet Kültür ve Teknik (1984), Ahkâmu’s-Siğâr (Üstruşeni’den çeviri, 1984), Peygamberimizin Okuma-Yazma Seferberliği ve Öğretim Siyaseti (1985), İslâm’da Zaman Tanzimi (1985), 88), İslamda Çevre Sağlığı, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Şerhi 1-15 (1988).
2. Bediüzzaman Said Nursî. Âsâr-ı Bediiyye, (Osmanlıca olarak neşredilen risaleleri cemeden bir eserdir) s. 669.
3. Âsâr-ı Bediiyye, s. 372-378.
4. Bediüzzaman Said Nursî. Divân-ı Harb-i Örfî, İstanbul, 1990. s. 28-29.
5. Bak. Âsâr-ı Bediiyye, s. 385; Mesnevî-i Nûriye, İstanbul, 1958. s.217.
6. Weber Max, Ethique Protestante et L’esprit du Captilazim, (Fransızcaya çeviren Jacques Chavy) Plon, Paris, 1987, p, 81. (Eserin Türkçesi: Protestan Ahlâkı Kapitalizmin Ruhu’dur)
7. Divân-ı Harb-i Örfî, s. 57. (Bu ibare Mart 1909 tarihli 70 numaralı Dinî Ceride’de çıkan yazısından alınmadır.)
8. A.g.e. s. 15.
9. Âsâr-ı Bediiyye, s. 375.
10. Bediüzzaman Said Nursî. Münazarat, İstanbul, 1991, s.69.
11. Âsâr-ı Bediiyye, s. 381.
12. Divân-ı Harb-i Örfî, s. 28.
13. Bediüzzaman Said Nursî. Sözler, İstanbul, 1985, s. 264.
14. Münazarat, s. 134.
15. Sözler, s. 264.
16. Münazarat, s. 128.
17. Muhakemat, İstanbul, 1977. s. 47.
18. A.g.e., s.47.
19. Münazarat, s. 127.
20. A.g.e., s.134.
21. A.g.e., s. 128.
22. Şahiner, Necmeddin. Son Şahitler. İstanbul:1988. 4:372; Çeleğen, Nuriye. Bediüzzaman’ı Gören Hanımlar, İstanbul:1987. s.11.
23. Âsâr-ı Bediiyye, s. 349; D.H.Ö. s. 69.
24. Sünuhat, Ankara, 1976. s. 55. (Bediüzzaman’ın bu görüşü, “Muvaffak olma ihtiyacı şahsiyetin bir parçasıdır” tezinden hareketle, ders kitaplarında yer alan hikâye, destan ve masal gibi edebi nev’den parçalarla genç nesle telkin edilmiş olan muvaffak olma ihtiyacı bir müddet sonra o milleti iktisadî hayatında gözle görülür bir terakkinin meydana geleceğini bir kısım araştırmalarla ispatlayan Amerikan sosyologu Mc Clelland’ı hatırlatır. Ancak hikâye ve masalla sun’i olarak aşılanan muvaffak olma ihtiyacı ile imanın bir emri, dinin bir gereği olarak vicdanın derinliklerinden gelecek olan bir terakki ihtiyacının farkı açıktır. Mc. Clelland’ın nazariyesi hakkında biraz daha geniş bilgi ve kaynak için Hz. Peygamberin Sünnetinde Terbiye, s. 117 ve Hz. Peygamberin Hadislerinde Medeniyet, Kültür ve Teknik, s. 54-55 adlı kitaplarımız görülebilir.)
25. Bu hususta geniş bilgi Arnold Toynbee’nin L’Historie adlı eserinde vardır. (Fransızcaya çeviren Elizabeth Julia Gallimard, Paris, 1951) s. 104-157 vd.
26. Bediüzzaman Said Nursî. Münazarat, s. 136.
27. A.g.e. s. 30.
28. A.g.e., s. 78.
29. Bediüzzaman Said Nursî. Hutbe-i Şâmiye, İstanbul, 1990. s. 56.
30. Hutbe-i Şâmiye, s. 58-59; Münazarat, s. 100-101.
31. Münazarat, s. 98.
32. A.g.e. s. 100.
33. Hutbe-i Şâmiye, s. 64.
34. Âsâr-ı Bediiyye, s. 359.
35. Âsâr-ı Bediiyye, s. 350.
36. Bediüzzaman Said Nursî. Muhakemat, s. 37.
37. Hutbe-i Şâmiye, s.129; Sözler, s. 726.
38. Münazarat, s. 136-139
39. Muhakemat, s.46.
40. Âsâr-ı Bediiyye,, s. 396.
41. Divân-ı Harb-i Örfî, s.15-16 (Dipnot)
42. Münazarat, s. 77-79.
43. Hutbe-i Şâmiye, s.124.
44. Divân-ı Harb-i Örfî, s. 21-22.
45. Âsâr-ı Bediiyye, s. 356.
46. Muhakemat, s. 42.
47. Bediüzzaman Said Nursî. Lem’alar, s. 150-151.
48. Hutbe-i Şâmiye, s. 20.
49. Hutbe-i Şâmiye, s. 89; Divân-ı Harb-i Örfî, s. 58.
50. Divân-ı Harb-i Örfî, s.52.
51. Bediüzzaman Said Nursî. Mektubat, s. 287.
52. Bediüzzaman Said Nursî. Tulûât, s. 84 (Sünûhat’la birlikte basılmıştır)
53. Divân-ı Harb-i Örfî, s. 41.
54. Divân-ı Harb-i Örfî, 41.
55. Hutbe-i Şâmiye,124.
56. Şahiner, Necmeddin. Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî, İstanbul:1974. s., 64; Âsâr-ı Bediiyye, s. 267.
57. Hutbe-i Şâmiye, s. 124-125.
58. Bediüzzaman Said Nursî. Sözler, s. 719.
59. Divân-ı Harb-i Örfî, s. 57.
60. Bediüzzaman Said Nursî. Tarihçe-i Hayat. İstanbul:1976, s. 604.
61. Divân-ı Harb-i Örfî, s. 80,; Âsâr-ı Bediiyye, s.355.
62. Divân-ı Harb-i Örfî, s. 28.
63. Münazarat, s. 132.
64. Hutbe-i Şâmiye, s. 99; Âsâr-ı Bediiyye, s.391.
65. Hutbe-i Şâmiye, s. 98; Âsâr-ı Bediiyye, s. 390.
66. Âsâr-ı Bediiyye, s.357.
67. Âsâr-ı Bediiyye, s.389.
68. Divân-ı Harb-i Örfî, s. 16.
69. Âsâr-ı Bediiyye, s.379.
70. Divân-ı Harb-i Örfî, s.57; Hutbe-i Şâmiye, s.88; Âsâr-ı Bediiyye, s.375.
71. Münazarat, s. 68.
72. Hutbe-i Şâmiye, s.35.
73. A.g.e., s.96.
74. A.g.e., s. 24.
75. Sözler, s.264.
76. Divân-ı Harb-i Örfî, s.28.
77. A.g.e., s.54.
78. Münazarat, s. 68.
79. Hutbe-i Şâmiye, s. 27.
80. A.g.e., s. 21.
81. Muhakemat, s.7.
82. Sözler, s. 694; Bediüzzaman Said Nursî. Şuâlar, s. 502.
83. Âsâr-ı Bediiyye, s.679.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1992
BEDİÜZZAMAN’IN EĞİTİM METODU
Prof. Dr. ÂDEM TATLI 1
(Selçuk Üniversitesi)
Bediüzzaman, geçmişin medresesini günümüz anlayışına göre ıslâh edip bunu fen ilimleriyle barıştırmış ve ikisini bir arada başarıyla sunarak, değişik eğitim sistemleriyle bunalmış insanlığa yep yeni bir eğitim modeli sunmuştur.
Toplumların bütün gayret ve faaliyeti, maksat ve gayesi, ferdin ve dolayısıyla bütün bir cemiyetin refah ve huzurunu temindir. Bunun sağlanması da, hem ferdin arzu ve isteklerinin iyi bilinmesine ve hem de fertleri birbirlerine bağlayan rabıtaların tesbitine ve tesisine tabidir. Bunları sağlayacak olan da eğitimdir. Şahsı, hem maddi ve hem de mânevi yönüyle ele alamayan eğitim nakıstır, eksiktir, onun biyolojik yapısına uygun değildir, aile ve toplum saadet ve muhabbetini, şefkat ve merhametini teminden uzaktır.
İnsanın ortaya çıkışını, bilhassa evrimci ve tamamen maddi bir nazarla değerlendiren, onun arzu ve isteklerini, yaratılış gayesine uygun hissiyatının ve beklentilerinin yeterince dikkate alınmadığı günümüz Batı eğitim sisteminin neticesi olan hâl-i âlem buna en güzel şahittir.
Evrimci Batı felsefesine göre insan, konuşan bir hayvandır. Bu insan, alt seviyedeki birtakım canlıların zaman içinde tesadüfen hasıl olan değişiklikleriyle maymun seviyesine yükselmiş, en son olarak da tüylü postunu bırakarak mağaradan çıkmıştır.
Biyolojik olarak da, belirli şekil ve yapıda, belli sayıda hücrelerden hasıl olmuş tüysüz bir hayvandır.
Böyle bir insanın bütün gayesi ise, sahip olduğu sınırlı bir dünya hayatında, şahsi ihtiyaçlarını temin ederek en iyi şekilde yaşamaktır. Ona verilmeye çalışılan eğitimin gayesi de tamamen bunu sağlamaya yöneliktir.
İnsan, hem geçmiş ve hem de gelecekle alakadardır
Risale-i Nur ise, Kur’ân’dan ilhamen, insanın eşref-i mahlukat olarak (mahlukatın en üstünü) ve kasdî bir irade ile en mükemmel şekilde yaratıldığını, maddi ve mânevî pek çok duygularla bezetildiğine dikkat çeker. Ona çok geniş ve umumi bir istidat ve kabiliyet verildiğini, onda nihayetsiz arzuların bulunduğunu hesaba katar. Hepsinden önemlisi, kâinatın sahibi bulunan Allah’a muhatap olma keyfiyetini gözönünde bulundurur. Maddi ve mânevî cihetiyle onu bir bütün olarak değerlendirir ve şöyle bir yaklaşımda bulunur:
“İnsan zaiftir, belaları çok... Fakirdir, ihtiyacı pek ziyade... Acizdir, hayat yükü pek ağır... Eğer, Kadir-i Zülcelal’e (Cenab-ı Hakka) dayanıp tevekkül etmezse ve itimat edip teslim olmazsa, vicdanı dâim azap içinde kalır. Semeresiz meşakkatler (sıkıntı ve zahmetler), elemler, teessüfler onu boğar. Ya sarhoş veya canavar eder”.2
Risale-i Nur insanın, nihayetsiz arzuya sahip olduğuna da dikkat çeker:
“İnsan, kâinatın ekser envaına (nevilerine) muhtaç ve alakadardır. İhtiyacı âlemin her tarafına dağılmış, arzuları ebede kadar uzanmış...Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi, ebedî Cenneti de arzu eder”3
Böyle ruhî yapıya sahip bir insan, hem geçmiş, hem de gelecekle alakadar olacaktır. Nitekim Bediüzzaman bunu şu şekilde ifade eder:
“Geçmiş zamanın elemleri ve gelecek zamanın korkuları herbir lezzetin dahi elem-i zevali (lezzetin gitmesiyle bıraktığı elem) onun zevklerini bozuyor.”4
İnsanın bütün maksadı dünya hayatı olmamalı
Risale-i Nurda, bu kadar ince duygu ve düşüncelerle bezetilen, maddi ve mânevî en güzel şekilde yaratılan insanın, sadece dünya hayatını esas maksat yapması halinde Allah’a muhatap olamayacağına dikkat çekilir:
“Ahsen-i takvim suretinde (en güzel şekilde) yaratılan insan, hayat-ı dünyeviyeye hasr-ı fikr etse (bütün hissiyatiyle dünyaya yönelse), yüz derece sermayece hayvandan yüksek olduğu halde, yüz derece serçe kuşu gibi bir hayvandan aşağı düşer.”5
Peki, insanın makamını yükselten, onu lâyık olduğu mevkiye çıkaran ne olacaktır? Bunun cevabı, insanını dünyaya bakış tarzında, bu âlemin fâni ve geçici oluşunu idrakte aranmalıdır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle;
“Sen burada misafirsin. Ve buradan da diğer bir yere gideceksin. Misafir olan kimse, beraberce getiremediği bir şeye kalbini bağlamaz. Bu menzilden ayrıldığın gibi, bu şehirden de çıkacaksın. Ve keza, bu fani dünyadan da çıkacaksın. Öyle ise, aziz olarak çıkmaya çalış. Vücudunu Mûcidine fedâ et (Hayatını, seni yaratan Cenab-ı Hakkın rızası yolunda sarfet). Mukabilinde büyük bir fiyat alacaksın (Karşılığında Cennet verilecektir).6
İnsanın değeri, Allah’a muhatap olduğu nisbette yükselir
İnsanı, maymunun tesadüfi değişmesiyle hasıl olmuş bir hayvan olarak telakki eden Batı felsefesi, bekaya müştak, maddi-mânevî elemlerle âlûde insan ruhuna hangi kemalâtı verecek, onu ne gibi güzelliklerle bezetecektir? Şimdiye kadar taraftarlarına, sıkıntı, ızdırap ve rezilliklerle beraber canavarlaşmış bir halet-i ruhiyeden başka ne vermiştir ki, bundan sonra ne beklenecek?
Ama, Kur’ân’dan ders alan Bediüzzaman, Risale-i Nurlarla Kur’ân yolunu göstererek şöyle sesleniyor:
“Sen, çendan (gerçi) nefsin ve suretin itibariyle hiç hükmündesin. Fakat vazife ve mertebe noktasında, sen şu haşmetli kâinatın dikkatli bir seyircisi, şu hikmetli mevcudatın belağatlı bir lisan-ı nâtıkı (Bütün varlıkların namına, Allah’a muhatap olarak en güzel ve beliğ şekilde konuşan bir dili) ve şu kitab-ı âlemin (kitap şeklinde halkedilmiş bu âlemin) hayretli bir nâzırı ve şu ibadet eden masnuatın (san’atkârane yapılmış varlıkların) hürmetli bir ustabaşısı hükmündesin...
“Netice-i kelâm, sen eğer nefis ve şeytanı dinlersen, esfel-i safiline (Cehennemin en aşağı tabakası) düşersin. Eğer Hak ve Kur’ân’ı dinlersen, âlâ-yı İlliyine (Cennetin en yüksek tabakası) çıkar, kâinatın bir güzel takvimi olursun.”7
Ve Bediüzzaman devam ediyor:
“Aklı başında olan insan, ne dünya umurundan (işlerinden) kazandığına mesrur ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz. Zira dünya durmuyor, gidiyor. İnsan da beraber gidiyor. Sende yolcusun. Bak, ihtiyarlık şafağı kulakların üstünde tulû etmiştir. Başının yarısından fazlası beyaz kefene sarılmış. Vücudunda tavattun etmeye (yerleşmeye) niyet eden hastalıklar, ölümün keşif kollarıdır. Maahâza (Bununla beraber) ebedî ömrün önündedir. O ömr-ü bakide (ebedî hayatta) göreceğin rahat ve lezzet, ancak fâni ömürde sa’y (gayret) ve çalışmalarına bağlıdır. Senin o ömr-ü bakiden hiç haberin yok. Ölüm sekerâtı uyandırmadan evvel uyan!”8
Şimdi bu dersi alan ve hayatını, ideallerini ve gayesini bu ölçülere göre tanzim eden bir fert, insaniyetin efendisi, âlemin reisi, kâinatın en güzel meyvesi ve Cenab-ı Hakkın en nazdar ve nazenin bir kulu olmaya layık değil midir? Ve bu şekilde ahlâka sahip fertlere insanlık ne kadar muhtaçtır?
İnsana verilecek eğitimde onun bütün arzuları dikkate alınmalıdır
İşte bir eserin insanın şahsî hayatında tesirli olabilmesi için, onun istek ve arzularını bir hat altına alarak müsbet bir yöne kanalize edebilmesi, evvel emirde, bu insanın aklına, kalbine, his ve ruh âle-mine hitap etmesi ile mümkündür.
Bilhassa, orta ve yüksek öğretim gençliğinin kalb ve ruhlarına ait arzu ve isteklerin göz ardı edilmemesi gerekir. Şimdiye kadar bunu dikkate almadık. Dolayısiyle orta veya lise talebelerinin okullarını bitirince, kitaplarını bahçede yakarak etrafında dans etmeleri, sıkça şahit olunan hâdiselerden biri haline geldi.
Pek çok yüksek öğretim kurumunda, ne sınıfta kalma korkusu, ne de istikballerini kazanma endişesi, onlara ders kitaplarını hakkıyla okuma şevk ve gayretini vermiyor. Bazı derslerin bir kaç gecede halledilmeye çalışılması ve hele mezuniyetten sonra kitapların kütüphane raflarında tozlanması, bunun bariz göstergeleridir.
Yüksek okullardan sadece maddi bilgilerle mezun ettiklerimizin halet-i ruhiyesi ise, ibretle incelenmeye değer. Genelde hangi meslek erbabımızı dinleseniz, hemen hepsinde en refah bir şekilde yaşama arzusunu işitir, kısa zamanda ne pahasına olursa olsun, köşeyi dönme hesaplarının yapıldığına şahit olursunuz.
Ne fertler ve ne de millet ve memleket için bunların pek çoğundan, ferâgat, fedakârlık, hamiyet gibi hamasî duygu ve gayretleri bekleyemezsiniz. İstemeye de hakkımız yoktur. Çünkü biz onlara bu mânâda bir eğitim vermedik ki. Sadece, nasıl kazanacaklarını öğretmeye çalıştık. Kalb ve ruhlarının arzu ve isteklerini ihmal ettik.
İşin dahası da var. Yüksek okullardan mezun ettiğimiz bazı mühendislerden ve çeşitli meslek erbabından, sanayi kuruluşları ile iş yerlerini korumak, mal ve can emniyetini sağlamak da zaruret halini almıştır. Beğenmesek de, bizim yetiştirdiklerimiz bunlardır.
Şimdi aynı perspektifle, Risale-i Nur’dan istifade edenlere bakacağız. Ondan feyz alan, onun tavsiyelerini dinleyen, kalb ve ruhunu onun çeşmesinden sulayanları temaşa edeceğiz.
Okuma ve yazmada yediden yetmişe gönüllüler ordusu
1930’lu yıllar, her türlü dini eserin okunup yazılmasının, dağıtılmasının ve hattâ bulundurulmasının yasak olduğu yıllardır. “Din öldürülecektir” emrinin verildiği yıllardır. İşte o yıllarda, Doğudan sürgün edilmiş ihtiyar bir zat, Bediüzzaman:
“Ben cemiyetin iman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem, orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selamette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken gönlüm gül-gülistan olur”9
deyip, Kur’ân hakikatlerini te’life başlıyor. Isparta’nın Barla nahiyesinde dikte ettirilen 20-30 sayfalık âhiret ve imana ait bir risale, gizlice Sav köyüne ulaştırılıyor. Burada, eli kalem tutan kadın, erkek, çocuk herkes, bu fedakâr âlimin imdadına koşuyor. Bin kalem, bu risaleleri mum ışığında, perde veya kilimle kapatılmış duvar içinde ve yüklüklerde yazıyor. Zira, jandarma ve emniyetin mes’eleye muttali olması halinde gidilecek yer hapishanedir.
Biz, ne taltif ve ne de not korkusuyla bile, pek çok maddi kolaylıklar sağlamamıza rağmen kitap okutamazken, yediden yetmişe bu insanları okuma ve yazmaya sevk eden âmil nedir? Hem de devletin baskısı ve hapis tehdidine rağmen.
Elbette yakın gelecekte bütün dünya sosyolog ve eğitimcileri bunun üzerinde önemle duracaklardır. Bunu onlara havale ederek, günümüze nazar edelim.
Halk üniversitesi
Bediüzzaman, hangi yaş ve tahsil seviyesinde olursa olsun, bütün insanların diz dize oturup birarada ve beraberce istifade edebileceği eserler te’lif etmiştir. Bu eserleri tahsil için ne mekân, ne zaman ve ne de maddi imkâna gerek yoktur. Her zaman ve mekânda bunlardan faydalanmak mümkündür. Dolayısıyla Bediüzzaman’ın eserleri, girdiği her yeri aydınlatmış, hapishaneleri birer Medrese-i Yusufiyeye, mektepleri birer tefekkürhaneye, fabrikaları birer ibrethaneye ve haneleri saadet saraylarına çevirmiştir. Bediüzzaman eski medreselerin beş-on senede verdiği eğitimi, Nur medreselerinin beş-on haftada temin edebileceğini belirtir.”10
Hemen her akşam, bütün beldelerde, değişik meslekte, farklı yaşta ve farklı tahsil seviyesinde yüzlerce, hattâ büyük vilayetlerde belki binlerce insan, üçer-beşer kişilik gruplar halinde bir araya gelerek gürül gürül Risale-i Nurları okuyor. Âdeta halka açık bir üniversite. Yediden yetmişe herkesin severek ve isteyerek katıldığı ve okuduğu bir üniversite.
Risale-i Nur’un bu şekilde bir halk mektebi haline gelmesindeki hususlardan bazıları şunlar olabilir:
1. İnsanı Allah’a muhatap edecek bir maksat ve gaye gütmesi,
2. İnsanı, maddi ve mânevî yönüyle birlikte ele alarak, hem dünya ve hem âhiret saadetini netice verecek ölçüleri zikretmesi,
3. Ye’s ve ümitsizliği değil, dünya ve âhiret için devamlı çalışma aşk ve şevkini verebilmesi,
4. İnsanı çevreleyen kâinattaki bütün varlıkların bir gaye için, ince ve hassas mizanlar, dakik ölçülerle hikmet ve san’atlı yaratılışlarına dikkati çekerek, alışılagelmiş nazarlardaki ülfet perdesini yırtması,
5. En şümullü İslâmî hakikatleri dahi, temsil usülüyle akıllara yaklaştırarak muhatabın zihnini yormadan verebilmesi,
6. Müellifin Hak ve hakikati tebliğde, başkasını değil, doğrudan kendi nefsini muhatap alması, yani ifadedeki harbiliğin bulunması.
7. Kur’ânî hakikatlere iyi bir ayna olmasıdır.
Risale-i Nurları okuyan şahısları dinlediğiniz zaman, her birisinin kendi kabiliyeti ve kapasitesi nisbetinde faydalandığını, imanlarının inkişaf ettiğini, fertlere ve cemiyete karşı şefkat ve muhabbet hislerinin geliştiğini, memleket ve millete olan bağlılığının arttığını, fedakârlık duygularının ön plâna geçtiğini görüyorsunuz. İşte bunun sırrı Risale-i Nur’un eğitim metodunda gizlidir. Çünkü bu eserler insanın sadece aklına hitap etmekle kalmaz, diğer duygularını da göz önüne alır. Bediüzzaman bununla alakalı olarak şu değerlendirmeyi yapar:
“Risale-i Nurun gıda ve taam hükmündeki hakikatlerinden hem akıl, hem kalb, hem ruh, hem nefis, hem his, hisselerini alabilir.”11
Bir başka ifadesinde de şunu belirtir:
“...gördüm ki, içinde hem küllî zikir, hem geniş fikir, hem kesretli tehlil, hem kuvvetli imani ders, hem gafletsiz huzur, hem kudsi hikmet, hem yüksek bir ibadet-i tefekküriye gibi nurlar var.”12
Fedakârlık ölçüsü
Risale-i Nurlarda, memleket ve millet için yapılabilecek fedakâr-lığın ölçüsü ise şöyle özetlenir:
“Bir adamın kıymeti, himmeti nisbetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir milletttir...Kimin himmeti yalnız nefsi ise, o insan değil.”13
İşte bizim verdiğimiz eğitimle Risale-i Nur’un verdiği eğitimin farkı. O, sadece nefsini düşünen birisini, insan sıfatına layık görmüyor.
Risale-i Nur, hapishaneleri birer ıslahhaneye çevirmiştir
Bediüzzaman, insanlık tarihi hadiselerini bir sosyolog gibi tahlil eder ve onlardan eğitim noktasında önemli dersler çıkarır:
“Ben Rusya’da esir iken, en evvel bolşevizm fırtınası hapishanelerden başladığı gibi, Fransız İhtilal-i Kebiri (Büyük Fransız İhtilali) dahi en evvel hapishanelerden ve tarihlerde ‘serseri’ namiyle yâdedilen mahpuslardan çıkmasına binâen, biz Nur Şakirtleri, hem Eskişehir, hem Denizli, hem burada (Afyon’da) mümkün oldukça mahpusların ıslâhına çalıştık. Eskişehir ve Denizli’de tam faidesi görüldü.”14
Bugün hapishanedekilerin her zamankinden daha fazla Risale-i Nur’a ihtiyaçlarının olduğu gözden uzak tutulmamalıdır.
Din eğitiminin ihmal edilmesi anarşiyi netice vermiştir
Bediüzzaman, gençlerin dinî eğitimlerinin ihmal edilmesinin, istikbalde telafisi imkânsız zararlar vereceğini, memleket ve milletin başına anarşistlerin musallat olacağını, o zamanın yetkililerine müteaddit defalar söylemiş ve bunu bir mahkemede şu şekilde dile getirmiştir:
“Efendiler, siz ne için bizimle ve Risale-i Nur’la uğraşıyorsunuz? Kat’iyyen size haber veriyorum ki: Ben ve Risale-i Nur, sizinle değil mübareze, belki sizi düşünmek dahi vazifemiz haricindedir. Çünkü, Risale-i Nur ve hakiki şakirtleri, elli sene sonra gelen nesl-i âtiye gayet büyük bir hizmet ve onları byük bir vartadan ve millet ve vatanı büyük bir tehlikeden kurtarmaya çalışıyor. Farz-ı muhal olarak, o saadet ve selamet hizmeti bir mübareze olsa da, kabirde toprak olmaya yüz tutanları alâkadar etmemek gerektir.
“Bin seneden beri bu fedakâr millet, bütün ruh u canıyla Kur’ân’ın hizmetinde emsâlsiz kahramanlık gösterdikleri halde, elli sene sonra o parlak mazisini dehşetli lekedâr, belki mahvedecek bir kısım nesl-i âtinin eline elbette Risale-i Nur gibi bir hakikatı verip o dehşetli sukuttan kurtarmak en büyük bir vazife-i milliye ve vataniye bildiğimizden, bu zamanın insanlarını değil, o zamanın insanlarını düşünüyoruz...
“Çünkü bir Müslüman başkasına benzemez. Dini terk edip İslâmiyet seciyesinden çıkan bir müslim, dalalet-i mutlakaya düşer, anarşist olur, daha idare edilmez...
“Madem hakikat budur, adliyenin, değil beni ve onları itham etmek, belki, Risale-i Nuru ve şakirtlerini himaye etmek en birinci vazifeleridir. Çünkü, onlar bu millet ve vatanın en büyük bir hukukunu muhafaza ettiklerinden, onların karşısında, bu millet ve vatanın hakiki düşmanları Risale-i Nura hücum edip, adliyeyi şaşırtıp, dehşetli bir haksızlığa ve adaletsizliğe sevkediyorlar.”15
Bizim yaşta olanlar iyi bilirler. Bizler, Bediüzzaman ve Risale-i Nur aleyhtarlığı ninnileriyle, bunların vatan ve millete verdiği ve vereceği zarar ve düşmanlığın telkiniyle büyüdük. Ama yakından tetkik edince anladık ki, hakikat hiç de öyle değildir.
Peki eserlerinde ne demiş bu zat?
Vatan ve milletin muhafazası, hukukumuzun müdafaası, insanların dünya ve âhiret saadet ve mutluluğu için bilhassa gençlerin imanına sahip çıkılmasını istemiş. Bir Müslümanın, İslam dininden çıkarsa, hem kendine, hem ailesine ve hem de topluma zararlı bir uzuv haline geleceğine, bunların anarşist olacağına işaret etmiş.
Netice de böyle olmadı mı? Yanlış eğitim, Bediüzzaman’ı haklı çıkarmıştır.
Risale-i Nur’un kalb ve gönüllerde yaptığı inkılabın canlı bir misali
Şimdi sizlere, bir süre önce Güneydoğu’dan bir Risale-i Nur talebesinin gönderdiği mektubu, beldenin ismini vermeden aynen okumak istiyorum.
“Aziz muhterem, hizmet-i Kur’âniyede sebatkâr ve dirayetli ağabeylerim,
“Evvelâ, şuhûr-u selâsenizi (üç aylarınızı) tebrik ederim. Bu bereketli ayların âlem-i İslâm ve bizler hakkında rahmete vesile olmasını Rahmanü’r-Rahimden niyaz ederim.
“Sâniyen, beyaz kefenini giyen şu günlerde Şark’ta maddi ve mânevî fırtınalar eserken, karın soğuk perdesi altında bazen şeker gibi tatlı neticeler de meydana geliyor.
“Sâlisen, birkaç aydır şer güçlerin tahriki ile buradaki lisede çok dehşetli hâdiseler vuku buluyor. Yürüyüşler, boykotlar ve anarşi herşeyi kasıp kavururken, kardeşler tehdit edilirken, bütün esbap sukut ettiği, bütün maddi çarelere başvurulduğu halde bir türlü okul sakinleşmedi. Gizli komiteler durmadan parmak karıştırarak yakıp yıkarken dershanedeki kardeşler ve cemaat Müsebbibü’l Esbaba (Sebeblerin gerçek sahibi Allah’a) yüzlerini dönerek Allah’a iltica ettiler, yoğun bir hizmet programı başlatıldı. Okulda bu işi yapan elebaşlarından bir öğrenci yemeğe davet edildi. O vesileyle biraz tevhid, haşir ve nübüvvetten iki saat kadar ders yapıldı. Genç, dersin sonunda ok gibi yerinden fırlayarak, ‘Bana bir saat süre tanıyın, tekrar geleceğim’ dedi. Biraz sonra birkaç arkadaşıyla beraber geldi. ‘Hocam, bana anlattıklarınızın aynısını bu arkadaşlarıma da anlatın’ dedi.
“Biz de bir miktar onlarla sohbet ettik. Kalktılar, bizimle beraber akşam namazını kıldılar. Namazdan sonra şu itirafı yaptılar. ‘Bizler burayı böyle bilmiyorduk. Bizler bu güne kadar hep horlandık. Herkes, hattâ ailemiz, bizlere sert tepki gösterdiler, sizler bizlere birer ana baba gibi şefkat gösterdiniz, dertlerimizi dinlediniz, dertlerimize deva oldunuz. Bundan sonra biz, arkadaşlarımızla beraber geleceğiz’ dediler.
“Hakikaten her gün bir kaç arkadaşlarını beraber getiriyorlar. Gelenler, umumiyetle her sınıfın eski elebaşı talebeleridir. İçlerinde bir çoğu, ‘Eğer buraya gelmeseydik, dağa çıkacaktık’ diyorlar.
“Bu bir hafta içerisinde bu talebeler nasıl değişti?’ diye çevre hayret ediyor. Bir öğretmen sınıfa girdiğinde bakıyor ki, sınıf sessiz, herkes yerinde oturuyor, ellerinde birer kırmızı kitap okuyorlar görmüş, hayret etmiş, öğrencilere sormuş: ‘Nedir bu elinizdeki?’ demiş, Onlar da ‘Bediüzzaman’ın Risale-i Nur eserleridir’ demişler. O öğretmen, öğretmenler odasına gelince, bakmış umum öğretmenler aynı şeyi söylüyorlar. Hepsi de, bu çocukların bu kadar kısa süre içerisinde bu kadar düzelmiş olmalarına hayret ediyorlar.
“Allah’a şükür, şu sıralar bu havalide herkes üstünde Risale-i Nur hizmetinin müsbet bir tesiri oldu. Yakın ilçelerin birinde Mustafa kardeşimizin aynı şekilde müsbet bir hizmeti var. Okul müdürü ve öğretmenleri çok memnun olmuşlar. Dershane orada cıvıl cıvıl gençlerle dolup taşıyor. Şark, Nur cemaatinin şu müsbet mânâsına çok muhtaç. Nur hizmeti, ye’se düşmüş millete bir nokta-i istinat oluyor.
“Elhasıl, Cenab-ı Hak, Risale-i Nuru ankaribüzzamanda Şarkın imdadına yetiştirsin. Ümmet-i Muhammed’i bu helaket ve felaketlerden kurtarsın Amin. Şarkın hizmetine omuz verecek, ölümü Üstad gibi hakir görecek, hayatını Nur hizmetine tereddüt etmeden feda edecek, Nur kahramanları yetiştirsin Amin.
“Risale-i Nurun tahakkuk ettirmek istediği ve Resullulah’ın (a.s.m.) razı olduğu müsbet mânâyı âlem-i İslâma teşmil ettirsin Amin. Bu mânâyı deruhte eden Nur fedakârlarına ömürlerinin sonuna kadar bu hizmette ihlâsla sebat ve devam nasip etsin. Amin...
Duanıza muhtaç kardeşiniz Salih
Bunun hikmeti nedir? Dağa çıkacak kadar maddi ve mânevî muvazenesini kaybedenleri bir hafta gibi çok kısa bir zamanda Hak ve hakikat âşığı haline getiren sır nerede gizlidir?
Bu sorunun cevabını yine Bediüzzaman’ın sözlerinde bulabiliriz:
“Bizim iman derslerimiz anarşiye karşıdır, bozgunculuğa karşıdır, farmasonlar ve komünistlere karşıdır. Memleketin bütün zabıta dairelerinden sorulsun. Beşyüzbin Nur irfan mektebi talebesi neden (1940’lı yıllarda savcının belirttiği Nur talebesi sayısı) birinin nizam ve intizama aykırı bir vukuatı var mıdır? Yoktur. Elbette yoktur. Çünkü hepsinin kalbinde nizam ve intizamın en sağlam muhafızı olan iman bekçisi vardır.”
“...Hakiki bir Müslüman, samimi bir mü’min hiçbir zaman anarşiye ve bozgunculuğa taraftar olmaz. Dinin şiddetle menettiği şey, fitne ve anarşidir.”16
İşte aile ve toplum huzur ve saadetinin anahtarı buradadır. Şimdi, dahilde huzur isteyenlerin, eğitimcilerin, memleket ve milletini seven yetkili ve etkili mercilerin, peşin hükümlerden uzak bir şekilde, bu mektubun ifade ettiği mânâ üzerinde düşünmesi gerekir.
Bediüzzaman’a göre bu milletin yeniden hayat bulup dirilmesi, ancak dinin telkinatıyla olacaktır.
“Din hayatın hayatı, hem nuru hem esası, ihya-yı din ile olur şu milletin ihyası.”17
Toplum hayatında huzur ve saadetin zembereği ve anahtarı dindir. Bediüzzaman bunu şöyle ifade eder:
“Hayat-ı içtimaiyemizin esası olan sıdkı, doğruluğu içimizde ihya edip, onunla mânevî hastalıklarımızı tedavi etmeliyiz. Evet, sıdk ve doğruluk, İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesinin ukde-i hayatiyesidir.”18
Ona göre toplumların mânevî hastalıklarından birisi de ye’is, yani ümitsizliktir. Eğitimde bu hususlar gözden uzak tutulmamalıdır.
“Ye’is mâni-i herkemaldir...İslâm âlemini parça parça eden ye’isdir, ümmetlerin, milletlerin, seratan (kanser) denilen en dehşetli hastalığıdır.”19
Fen ve din ilimleri birlikte verilmelidir
Bediüzzaman’a göre bir memleketin huzur içinde kalkınması için gençlere hem fen ilimleri ve hem de din ilimleri birlikte verilmelidir. O, bunu şöyle ifade eder:
“Vicdanın ziyası, ulum-u diniyedir, (dini ilimlerdir) aklın nuru, fünun-u medeniyedir (fen ilimleri). İkisinin imtizaciyle (birleşmesiyle) hakikat tecelli eder. O, iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder (kanatlanır). İftirak ettikleri (ayrıldıkları) vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile ve şüphe tevellüd eder (doğar).”20
Fen, teknik ve felsefe ilimlerinin okutulduğu üniversitelerimizde, gençlerin mânevî yönlerini şimdiye kadar ihmal ettik. Onlar da genelde ya anarşist oldu, ya da sadece şahsi menfaatini herşeyin üstünde tutan, kısa yoldan köşeyi dönme hesapları yapan aydınlar haline geldi.
Bizim burada teklifimiz, daha fazla vakit geçirmeden Risale-i Nur külliyatının, orta ve yüksek, bütün eğitim kurumlarına mecburi ders olarak konması, radyo ve televizyondan da okunmasıdır. Böyle bir tatbikat, bu milletin âlem-i İslâmla birliğine de vesile olacaktır İnşaallah. Bediüzzaman, milletimizin İslâm âlemine karşı Risale-i Nurlarla iftihar edeceğini belirtir ve şöyle der:
“Size katiyen çok emarelerle ve kat’i kanaatimle beyan ediyorum ki, gelecek yakın bir zamanda, bu vatan, bu millet bu memleketteki hükümet, âlem-i İslâma ve dünyaya karşı gayet şiddetle Risale-i Nur gibi eserlere muhtaç olacak; mevcudiyetini, haysiyetini, şerefini, mefahir-i tarihiyesini onun ibraziyle gösterecektir.” 21
“Çünkü” diyor Bediüzzaman:
“Dalalet ve fenalıklar cehaletten gelse, defetmesi kolaydır. Fakat, fenden, ilimden gelen dalaletin izalesi çok müşküldür. Bu zamanda dalaletten ve ilimden geldiği için, ancak izale etmeye ve nesl-i âtiden (gelecek nesilden) o belaya düşen kısmını kurtarmaya karşılarında dayanmaya Risale-i Nur gibi her cihetle mükemmel bir eser lâzımdır.”22
Medreset’üz-Zehra
Bediüzzaman, İslâm âlemindeki gerilik, fakirlik ve ihtilaf gibi en mühim hastalıkların temelinde cehaleti görür. İstikbalde hâkimiyetin kılıçta değil, fende olacağını belirtir:
“Şimdi hükümferma şecaat-i imaniye ve akliye ve fenniyedir. Bazan bir münevverü’l-fikir yüze mukabildir. Ecnebiler bu şecaatle galebe çalıyorlar. Yalnız şecaat-i fıtriyye kafi değil” der 23, ve şu tavsiyede bulunur:
“Kılıçlarınızı fen ve san’at ve tesanüd-ü hikmet-i Kur’âniye cevherinden yapmalısınız.”24
Bilhassa Şark vilayetlerindeki maddi ve mânevî geriliğin giderilmesini, bu beldelerde eğitimle ilim ve irfanın yükseltilmesinde görür. Bunun için “Medrese” ismini taşıyan bir Doğu Üniversitesini teklif eder. Bu üniversitenin hedefini, teşkilatını, müfredatını, mahiyeti ve gelir kaynakları gibi temel esaslarını belirtir. Hedef ve mahiyeti ile alakalı olarak şöyle der:
“Camiülezher Afrika’da bir medrese-i umumiye olduğu gibi, Asya Afrika’dan ne kadar büyük ise, daha büyük bir daru’l-fünun, bir İslâm üniversitesi Asya’da lâzımdır. Ta ki, İslâm kavimlerini, meselâ, Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan’daki milletleri menfi ırkçılık ifsat etmesin. Hakiki, müsbet ve kudsi ve umumi milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile ‘İnneme’l-mü’minûne ihvetün’ Kur’ân’ın bir kanun-i esasisinin tam inkişafına mazhar olsun.”25
O, sözü edilen Medresetü’z-Zehra’nın şu şartlar üzerine bina edilmesini ister:
1. “Medrese” ismini taşımalıdır.
2. Eski medrese ilimleri ile yeni ilimler beraber okutulmalı. Tedrisat dili, Arapça ,Türkçe, Kürtçe olmalı; ancak, Arapça vacip, Türkçe lâzım, Kürtçe caiz olmalıdır.
3. Zülcenaheyn (dini ve dünyevi ilimleri bilen) ve hem Kürtlerin ve hem de Türklerin güvenecekleri (yani unsuriyetçi olmayacak) ekrad ulemasını veya istınas etmek (ünsiyet sağlamak) için lisan-ı mahalliye âşina olanları müderris olarak intihab etmeli.
4. Ekradın istidatları ile istişare etmeli. Onların sabavet ve besatetlerini nazara almalı.
5. Müşterek derslerle birlikte ihtisas şubeleri teşkil etmeli.
6. Mezunlara istihdam sahası bulmalı. Buradan mezun olanlar, diğer devlet üniversitesinden mezun olanlarla eşit haklara sahip olmalı.
7. Muallim yetiştiren mektepleri, geçici bir müddet bu medresede merkezleştirmeli, tâ ki intizam ve tefeyyüz ondan buna, fazilet ve diyanet bundan ona geçsin.
8. Kürdistandaki münferid tedrisat sistemini tadil edip umumileştirmeli.26
Bediüzzaman Medresetü’z-Zehra vasıtasıyla medrese, mektep, ve tekke mensupları arasındaki fikir ve ayrılıkları ve meşrep farklılıklarının kalkacağı, bütün İslâm âleminde, hassaten Yakın Şark’ta uhuvvet ve vahdetin te’sis edileceği kanaatindedir.
Bediüzzaman, bu medresenin fiilen gerçekleşmesi için Sultan Reşad, Mustafa Kemal ve son olarak da Celal Bayar ve Adnan Menderes’e müracaatlarda bulunmuştur.
Son müraacatında şöyle der:
“Vilayet-i Şarkiyenin merkezinde hem Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas ve Hem Türkistan’ın ortasında Medresetü’z-Zehra mânâsında, Camiü’l-Ezher üslubunda bir darü’l-fünun, hem mektep, hem medrese olacak bir üniversite için tam 55 senedir, Risale-i Nur’un hakikatına çalıştığım gibi, ona da çalışmışım...”27
Büyük Millet Meclisi açıldıktan sonra bu medresenin hayatiyet kazanması için tekrar talepte bulunur. Mustafa Kemal’in de içinde yer aldığı iki yüz mebustan yüz altmış üçünün iştiraki ile yüz ellibin lira toplanmıştır. Mebusların ikisi, “Biz şimdi ulum-u an’ane ve ulum-u diniyeden ziyade garplılaşmaya ve medeniyete muhtacız” diye itiraz ederler. Onlara şu cevabı verir:
“Siz farz-ı muhal olarak, hiçbir cihette ihtiyaç olmasa da ekser enbiyanın Asya’da, Şarkta zuhuru ve ekser hükemanın ve feylesofların Garbta gelmelerinin delaletiyle Asya’yı terakki ettirecek, fen ve felsefenin te’siratından ziyade hiss-i dini olduğu halde, bu fıtrî kanunu nazar-ı dikkate almayarak garplılaşmak namıyla an’ane-i İslâmiyeyi bırakırsanız ve lâdini bir esas yapsanız dahi dört-beş büyük milletlerin merkezinde olan vilayet-i Şarkiye’de, millet, vatan selâmeti için dine, İslâmiyetin hakikatına katiyen taraftar olmak, size lâzım ve elzemdir.”28
Kalp ve gönülleri teshir eden, her yaşa ve her eğitim seviyesine hitap edebilen, fertleri cemiyete faydalı bir uzuv, Allah’a muhatap ve Cennete lâyık hale getiren Risale-i Nurlarla alakalı olarak kısaca şu söylenebilir: Geçmişin medresesini, günümüz anlayışına göre ıslâh edip, bunu fen ilimleriyle barıştırmış ve ikisini bir arada başarıyla sunarak, değişik eğitim sistemleriyle bunalmış ve kendisine bir çıkış yolu arayan beşeriyete yeni bir eğitim modeli sunmuştur. Bu eğitim modeli doğrudan Asr-ı Saadetteki Dârü’l-Erkam modelini, Ashab-ı Suffa tarzını yansıtmaktadır. Risale-i Nur eğitim metodu özellikle gençlerin Kur’ân terbiyesi ile yetiştirilmesine büyük bir ehemmiyet verir. Kemiyetten ziyade keyfiyeti esas alır.
Bediüzzaman, eğitiminde, ferdi Allah’a muhatap etmeyi, ona dünya ve âhiret saadetinin yollarını, Müslümanlar arasında vahdet, uhuvvet, tesanüt ve muhabbetin te’sis ve teminini esas almıştır.
____________________
1. 1947 yılı Antalya-Korkuteli doğumlu. Ankara Yüksek Öğretmen Okulu Hazırlık Lisesi (1966), Ankara Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü mezunu. Tokat İlköğretmen Okulunda iki yıl (1970-1971) öğretmenlik yaptıktan sonra, 1971’de Atatürk Üniversitesi Temel Bilimler Yüksek Okuluna asistan olarak girdi. Burada doktorasını verdi, doçentliğe yükselerek 1982’de Atatürk Üniversitesi Eğitim Fakültesine geçti.
1988’den beri Konya-Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesinde profesör ünvanıyla öğretim üyeliği görevini sürdürüyor. Makaleleri, 1987-1988 yılları arasında Zafer dergisinde; 1984-1988 yılları arasında Sur dergisinde; 1974-1980 yıyları arasında Yeni Asya Gazetesinde ve 1986 yılında Tercüman Gazetesinde yayınlandı.
Eserleri: Fosiller ve Evrim (Çeviri, 1984), Evrim Teorisi Hakkında Rapor Özeti (1985), Yaratılış, Evrim ve Halk Eğitimi (Çeviri, 1985), Yaratılış Modeli (Çeviri, 1985), Merak Ettiklerimiz (1988).
Ayrıca uzmanlık dalında yayınlanmış eserleri de vardır.
2. Bediüzzaman Said Nursî, Sözler (İstanbul:1959), s. 29.
3. A.g.e.s. 333.
4. A.g.e.s. 338.
5. A.g.e.s. 339.
6. Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevi-i Nuriye. Mütercim: Abdülmecid Ünlükul. (İstanbul: Sözler Yayınevi, 1979), s.108.
7. Nursî, Sözler, s.343.
8. Nursî, Mesnevi-i Nuriye, s.119.
9. Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat. (İstanbul: Sinan Matbaası, 1960), s.524.
10. Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lahikası, (İstanbul: Sinan Matbaası, 1959) I:245.
11. A.g.e., s.64.
12. Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 256.
13. Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye (İstanbul: Envar Neşriyat, 1990), s.60.
14. Nursî, Tarihçe-i Hayat, s.496.
15. A.g.e., s. 386.
16. A.g.e., s.544-45.
17. Nursî, Sözler, s.703.
18. Nursî, Tarihçe-i Hayat, s.81.
19. Nursî, Hutbe-i Şamiye, s.81.
20. Bediüzzaman Said Nursî, Münazarat. (İstanbul: Sözler Yayınevi, 1977), s.72.
21. Nursî, Emirdağ Lahikası, I:72.
22. Nursî, Tarihçe-i Hayat, s.387.
23. Bediüzzaman Said Nursî, Divan-ı Harbi Örfi (İstanbul: Enver Neşriyat, 1990), s.28.
24. A.g.e.s. 54.
25. Nursî, Emirdağ Lahikası II:195.
26. Nursî, Münazarat, s. 127-129.
27. Emirdağ Lâhikası, II: 196.
28. A.g.e.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1992
RİSALE-İ NURUN METOD VE GAYESİ
Prof. Dr. ŞENER DİLEK 1
(İnönü Üniversitesi)
Risale-i Nur, davetini hikmetle yapmış, yumuşak söz ve tatlı dille mesajını sürdürmüştür. Davasını sabır ve çile içinde, yılmadan, yıkılmadan, müsbet hareketle yürütmüştür. Tarz ve üslubünda insanı esas almıştır. Geleceğe ümitle bakmıştır. Hâlis bir fedakârlar ordusu tesis etmiştir.
BİRİNCİ BÖLÜM
Risale-i Nurun meslek ve meşrebi
Bir fikir hareketi ya da bir düşünce sistemi incelenirken, evve-lâ incelemeye esas olabilecek bazı temel kriterler ortaya koymak ve bu kriterler çerçevesinde sistemi birtakım ciddi süzgeçlerden geçirmek ve mihenge vurmak gerekir. Çünkü tahkik mesleği bunu emreder, hakikat bunu ister. Böylece o aksiyon, o düşünce sisteminin gerçek değeri, mahiyeti ve önem derecesi ortaya konulmuş olur. Risale-i Nur Külliyatının müellifi Bediüzzaman Said Nursî Münazarat isimli eserinde,
“Hiçbir müfsit ben müfsidim demez. Dâimâ sûret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez, ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim, veya bilmediğim halde ifsat ediyorum. Öyle ise, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalbde saklayınız. Bakır çıktı ise, çok gıybeti üstüne ve bedduâyı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz”2demektetir.
Biz de bu gerçekler ışığında “mihenk taşı” niteliğinde bazı sualler belirledik. Kanaatimizce, fikir hareketleri, düşünce sistemleri aşağıda sıralayacağımız sualler ile ciddi bir biçimde test edilmelidir. Böylece, sistemin temel çizgisi, kökeni, derinliği, mizaç, hedef ve mahiyeti-belli ölçüler içerisinde-anlaşılmış olur.
Sistemlerin test edilmesinde belirlediğimiz sualleri şöyle sıralayabiliriz:
1. Test edilecek fikir hareketi ve düşünce sistemi fıtrat kanunlarına uygun mudur?
2. Menbaı (kaynağı), me’hazi, kökeni nedir? Arzî midir, semâvî midir? Nerelerden ve kimlerden beslenir, güç alır?
3. İnsanın iç iklimine yaptığı etki nedir? Bu etki, sathî (yüzeysel) ve şeklî midir, yoksa hayattar, dinamik ve derûnî midir?
4. İçtimai bünyenin tesis ve tekmiline kuvvet verebilecek “temel değerleri” nelerdir? Sosyal yapı ve beşerî ilişkiler açısından belirlediği “esaslar”, “hedefler” var mıdır? İçtima-i hayatta istikamet, müsbet hareket, sükûn ve huzuru mu esas alır, yoksa gayesi, kin, kan ve intikam mıdır?
5. Eğitici, öğretici, ufuk açıcı ve yol gösterici midir; yoksa, slogan
üretici, uyutucu, avutucu, his ve hevayı tahrik edici midir?
6. Tek yönlü, tek hayatlı, sırf dünya boyutlu mudur? Yoksa, madde ile mânâyı mezceden, dünya ile ukbayı (ahireti) birlikte kucaklayabilen bir mizaçta mıdır?
7. Dahilî ve haricî, menfi ve yıkıcı cerayanların etkisinde midir? Onların yörüngesine girip, onlara âlet ve tabi olabilir mi?
Tebliğimizin bu ilk bölümünde bu suallerle ilgili bazı değerlendirmeler yapılacak ve Risale-i Nur’un meslek ve meşrebi yukarıda sıraladığımız sualler çerçevesinde özet bir biçimde açıklanacaktır. Tebliğimizin ikinci ve üçüncü bölümlerinde “Risale-i Nur’un metod ve gayesi” genel hatlarıyla ve sistematik bir yaklaşımla, suallere cevap olabilecek bir nitelikte beyan edilecektir.
* * *
Birinci sual:
Risale-i Nur fıtrat kanunlarına uygun mudur?
Bu suale cevap vermeden önce fıtrat kanunları hakkında kısaca açıklamalarda bulunalım:
Fıtrat kanunları: Cenab-ı Allah’ın, “âdetullah”, “sünnetullah” diye tabir ettiğimiz kâinatta vaz ettiği ve âlemde câri olan kanunları ile insanın mahiyetine dercettiği kanunlarının hey’et-i mecmuasıdır. Bu kanunların bir kısmı, kâinatta câri olan kanunlardır ki, bu kanunları bugünkü tatbîkî ilimler keşfetmektedirler. Meselâ, yerçekim kanunu, suyun kaldırma kanunu gibi... Diğer kısmı, insanın hilkatine dercedilmiş kanunlardır. İnsan fıtratına nakşedilmiş kanunlardan bazılarını önemine binaen zikredelim:
* “Beşer dinsiz yaşayamaz.”
* “İnsan fıtratında mülkiyet esastır.”
* “İnsan acz ve zaaf üzere yaratılmıştır. Şefkate muhtaçtır.”
* “İnsan ihsanın kölesidir.”
* “İnsan tahakküm ve terörden hoşlanmaz.”
* “İnsan sadece maddi ve süfli bir varlık değildir. Midesi rızka muhtaç olduğu gibi, kalb ve ruhu da mânevî rızıklara muhtaçtır.”
* “İnsan ebed için halkolunmuştur. İnsan fıtratı ebediyeti arar, bekayı ister.”
* “İnsan sevdiğini anar, sevdiğini zikreder.”
* “İltica, istiğfar, istimdat, dua ve talep fıtratın vazgeçilmez lâzımlarındandır.”
* “Fıtrat, insaniyete layık itibar ister.”
Kâinata vaz edilmiş, fıtrata nakşedilmiş bu kanunlar kâinattan koparılıp atılamaz, fıtrattan sökülüp çıkarılamaz. İnsaniyet bu kanunlar arasındaki ilişkiyi kavradığı, dengeyi tesis ettiği zaman kemalini bulur. Ancak, fıtrata nakşedilen bu esasları keşfetmek, kanunlar arasındaki dakik dengeyi kavramak, fıtrattaki bu muvazeneyi tefsir etmek ve hayatın bütün tabakalarına, beşerin bütün ilişkilerine hikmet ve adaletle tam yansıtabilmek beşerin takatının fevkindedir. Bu sebeple beşer, bu esasları ders verecek, bu hakikatları talim ettirecek bir muallime, bir mürebbiye, bir müfessire muhtaçtır. Bu muallim ve müfessir ise Kur’ân-ı Kerimdir, Furkan-ı Hakimdir. Bu hakikat Risale-i Nurda şöyle dile getirilir:
“Evet, Kur’ân-ı Hakim, şu Kur’ân-ı azîm-i kâinatın en âli bir müfessiridir ve en beliğ bir tercümanıdır. Evet, O Furkandır ki, şu kâina-tın sahifelerinde ve zamanın yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekviniyeyi cin ve inse ders verir”3
Bediüzzaman’a göre, şu muhteşem, muazzam ve mükemmel olan kâinat bir kitab-ı ekberdir. Kur’ân-ı Hakim ise, “kâinat kitabının kıraatıdır ve nizâmâtının tilâvetidir ve Nakkaş-ı Ezelisinin şuûnâtını okuyor ve fiillerini yazıyor.”4Bediüzzaman’daki bu tespitler bizi şu neticeye ulaştırmaktadır: Fıtrat kanunlarını anlayabilmek için Kur’ân-ı Kerimi mütalâa etmek şarttır.
Risale-i Nur Külliyatını okuduğumuz zaman şu realite ile yüzyüze geliriz: Risale-i Nurun yüklendiği görev, kâinatta ve insan fıtratında câri olan fıtrat kanunlarını açıklamaktır. Risale-i Nur, Kur’ân-ı Kerimin hakiki ve mânevi bir tefsiri olduğu için onun maksadı, kâinat kitabını okumak, fıtratın gayesini, hilkatin neticesini beyan etmektir. Çünkü, Cenab-ı Hak kâinatı insan için, insanı da marifet ve muhabbeti için halketmiştir. Bu hakikatları Bediüzzaman’dan dinleyelim:
“Kat’iyyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi iman-ı billahtır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billah içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en sâfi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir. Evet, bütün hakiki saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahdadır. Onlar onsuz olamaz. Cenab-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakiki tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlama ve evhama mânen ve maddeten mübtelâ olur. Evet, şu perişan dünyada, âvare nev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta; sahipsiz, hâmisiz bir surette; âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder?”5
İşte Risale-i Nurların ilk ve en birinci gayesi, fıtratın en yüce neticesini anlatmak; yani Allah’ı bildirmek, onun muhabbet ve marifetini kalb ve ruhlara nakşetmektir. Altı bin küsür sayfalık Risale-i Nur Külliyatının mihveri budur. Hep bu mânâ etrafında döner, durur. Onu anlatır, ondan bahseder. Kalb ve gönülleri bu mânâ için tutuşturur, yakar. Fıtratı aşk ile yoğrulmuş gibi sermest-i cami-i aşk olan Mevlânâ Câmi bu hakikatı şöyle vecizleştirir:
* Yeki hah: Yani yalnız biri iste, başkaları istenmeye değmiyor.
* Yeki han: Biri çağır, başkaları imdada gelmiyor.
* Yeki cuy: Biri taleb et, başkaları layık değiller.
* Yeki bin: Biri gör, başkalar her vakit görünmüyorlar.
* Yeki dan: Biri bil, marifetine yardım etmeyen başka bilmekler faidesizdir.
* Yeki guy: Biri söyle, Ona ait olmayan sözler, mâlâyani sayılabilir. 6
Bediüzzaman içtimai hâdiselerdeki başarının sırrını da fıtrat kanunları ile açıklamaktadır. Ona göre, beşerin içtimai hayatında bir çığır açan fıtrat kanunlarına uygun hareket etmezse, hayırlı işlerde ve terakkide muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer. 7İçtimai çarklar altında kalır, ezilir. Fıtrata muhalefet edene fıtrat muvafakat vermeyecektir.8 Bunun tarih sahnesinde yaşanan en canlı örneği komünizmdir. Çünkü komünizm fıtrata muhalefet ettiği için yıkılmıştır. Fıtrata muhalefet eden bütün sistemler er geç yıkılacak, param parça olacaktır.
Bediüzzaman, İslâmiyet ile fıtrat kanunları arasındaki ilişkiyi şu cümleler ile dile getirmektedir:
“Evet, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın getirdiği şeriatın hakaiki, fıtratın kanunlarındaki muvazaneyi muhafaza etmiştir. İçtimaiyatın rabıtalarına lâzım gelen münasebetleri ihlal etmemiştir. Zaman uzadıkça, aralarında ittisal (bağlılık) peyda olmuştur. Bundan anlaşılır ki; İslâmiyet, nev’-i beşer için fıtri bir dindir ve içtimaiyatı tezelzülden (sansıntıdan) vikaye eden (koruyan) yegâne bir âmildir”9
İkinci sual:
Risale-i Nurun menbaı, me’hazi nedir? Arzî midir, semâvî midir? Nerelerden ve kimlerden beslenir?
Risale-i Nurun me’hazi, menbaı Kur’ân-ı Azimüşşandır. Rehberi Peygamber-i Zîşan Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Çizgisi, ehl-i sünnet ve’l-cemaatin cadde-i kübrasıdır. Cemiyeti ayakta tutan, insanları birbirleriyle pekiştiren kuvvetler içerisinde hiçbir kuvvet din kuvveti kadar müessir olamaz ve dinî kuvvetin yerini tutamaz. Vicdanın tâ derinliklerine kadar inmek, kalp ve ruhları hakikatlara raptetmek, hissiyat-ı insaniyeti aşk ve şevk ile uyandırmak için me’hazin kudsi olması lâzım ve elzemdir. Kuvvetler kudsileşmedikçe ve kudsiyet umumiyet ve külliyet kesbetmedikçe, tesir cılız ve sönük kalır. Me’haz kudsi olursa, tesir köklü, derin, küllî ve dâimî olur. Bu hakikatı Bediüzzaman şu cümleler ile ifade eder:
“Me’hazin kudsiyeti çok bürhanlar kuvvetinde te’sirat gösteriyor; onun ile ahkâmı umuma kabul ettiriyor.”10
İşte Risale-i Nur, Kur’ân’ın kudsiyetinden telemmü eder, o kudsiyeti terennüm eder. Bediüzzaman:
“Elde Kur’ân gibi bir mu’cize-i bâki varken, başka bürhan aramak aklıma zâit görünür.
“Elde Kur’ân gibi bir bürhan-ı hakikat varken, münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir?”11der.
Üçüncü sual:
Risale-i Nurun insanın iç ikliminde yaptığı etki nedir? Bu etki sathî ve şeklî midir, yoksa hayattar, dinamik ve derunî midir?
Risale-i Nur insanın iç mimarisini esas alır, onun nakşına yönelir. Etkisi derin, hayattar ve köklüdür, ruhu şekillendirir, düşünce ufkunu açar, akıl ve kalbin imtizacını sağlar. Onun etkisi, insanı en büyük ve en mükemmel bir değişime hazırlamaktır. Risale-i Nur, insanın iç iklimine rıza-i ilâhî, ihlâs, hasbîlik, saffet ve samimiyet gibi hissiyatları yerleştirir. Batı dünyası, Garb medeniyeti bu hisleri bilmez, bu kavramları tanımaz. Çünkü bunlar imânî, amelî, vicdânî ve hâlîdir. Kavlî ve lisanî değil. Bunlar para ve maddenin içinde aranmaz, şan ve debdebenin içinde bulunmaz.
Risale-i Nurun etkisi, hayat ve ameldedir. Davranışlarda görünür, simada okunur. Bu münasebetle bir hatıramı sizlere aktarmak istiyorum:
Yıllar önce mektep ve medrese görmemiş köylü bir zatla tanışmıştım. Ara sıra yanıma uğrar, hal hatırımı sorardı. Bir gün bir sohbet esnasında elindeki Risale-i Nurları göstererek, “Şu kitaplarda acîp bir iksir, müthiş bir tesir var” dedi.
“Nereden biliyorsun? Okuyup tetkik ettin mi?” diye sordum.
Bana: “Benim doğru dürüst okur yazarlığım yok. Fazla okumuş da değilim. Fakat müşahade ettiğim ve izlediğim kadarıyla bende şu kanaat oluştu: Bir gencin cebine bu risalelerden bir tanesini koy, bir hafta sonra gel bak; şekli değişmiş, hali değişmiş, siması değişmiş...” dedi.
Dördüncü sual:
Risale-i Nurun içtimai bünyenin tesis ve tekmiline kuvvet verebilecek temel değerleri nelerdir? Sosyal yapı ve beşerî ilişkiler açısından belirlediği esasları, hedefleri var mıdır? İçtimai hayatta istikamet, müsbet hareket, sükûn ve huzuru mu esas alır, yoksa gayesi kin, kan ve intikam mıdır?
Risale-i Nur, içtimai bünyenin sıhhat ve istikametine fevkalâde önem verir. İçtimai sükûn ve istirahat-ı umumiyenin tesisine çalışır. Yıkıcı, dağıtıcı, parlayıcı ve parçalayıcı hareketlere aslâ itibar etmez. Müsbet hareketi bir vazife olarak görür, bir şiâr bilir. Menfi hareketlere müsaade etmez. Cemiyet bünyesinde muhabbet ve kardeşliği pekiştirir. İttihat, imtizaç ve ittifakın lüzumunu ortaya koyar. Dinimizdeki kardeşlik ruhunu söndüren, Müslümanlar arasındaki muhabbeti, samimiyeti parçalayan hareketlere; yani kabilecilik, aşiretçilik, kavmiyetçilik, unsuriyetçilik, menfi milliyetçilik gibi his ve fikirleri katiyyetle red ve tardeder.
Risale-i Nur, içtimai bünyede istinat noktası olarak hakkı kabul eder. Hakkın hatırının âli kılındığı bir cemiyette zorba mecal bulamaz, kaba kuvvet tahakküm edemez. Hakkın adaletle dağıtıldığı, hakikatın incitilmediği bir cemiyette ittifak hayat bulur.
Risale-i Nurun içtimai bünyedeki hedef ve gayesi, rıza-i İlâhî ve fazilettir. Fazilet yerine madde ve menfaatin, alkış ve gösterişin sergilendiği bir cemiyette bütün ilişkiler dalkavukluk ve riyakârlık esasları üzerine kurulur, hakiki muhabbet ve tesanüt tesis edilemez.
Risale-i Nur, içtimai hayatta teavün (yardımlaşma) düsturunu esas kabul eder. Fakirin, âcizin, garibin, muhtaç ve kimsesizin, yetim ve sahibsizin imdadına koşar. Boğuşmaya, çarpışmaya, kin ve kana musaade etmez. İçtimai hastalıkları hilim ve şefkatle tedaviye çalışır.
Beşinci Sual:
Risale-i Nur eğitici, öğretici, ufuk acıcı ve yol gösterici midir; yoksa slogan üretici, avutucu, his ve hevayı tahrik edici midir?
Risale-i Nurun mesleği okuma mihveri üzerine kurulmuştur. Amacı, muhataplarını hakikat ve marifet ile eğitmek, okutarak onlara şahsiyet kazandırmaktır. Risale-i Nurun mütalâası lezizdir. Metodu ikna edicidir. Meseleleri mantık ve muhakeme esaslarıyla ele alır, delil ve bürhanlarla yoğurur. Aklın istifadesi yanında kalb, ruh, sır gibi diğer latifelerin de hissesini verir; keyfiyeti yüksek, ufku geniş, hamiyeti büyük dava ve ideal elemanları yetiştirmeyi gaye edinir.
Risale-i Nurun eğitim ile ilgili şu açıklayacağımız metodu kanaatimizce eğitim müesseseleri ve pedagoglar tarafından incelenmelidir. Bediüzzaman, “Bâtılı tasvir, sâfi zihinleri idlal eder (dalalete götürür)” demektedir. Bu sebeple Risale-i Nurun eğitim tarzı, bâtılı anlatmadan müsbeti vermek, yara açmadan tedavi etmektir. Çünkü fena şeylerle meşgul olmak kalb ve ruhta menfi iz bırakır, saf zihinleri bulandırabilir. Risale-i Nur sloganlar ve menfi fikirler yerine, kalb ve gönüllere nuru yerleştirerek zulmeti izale ediyor; iyiyi öğreterek fenayı fark ve tefrik ettiriyor; hakikatı ders vermekle batıldan kurtarıyor. 12
Altıncı sual:
Risale-i Nur tek yönlü, tek hayatlı, sırf dünya boyutlu mudur? Yoksa madde ile mânâyı mezceden dünya ile ukbayı (âhireti) birlikte kucaklayan bir mizaçta mıdır?
Günümüzde ve tarih boyunca Batı orjinli düşünce sistemleri, insan realitesini genellikle madde ağırlıklı ve tek boyutlu olarak ele almış olduklarından insanın mahiyet ve derinliklerine, melekûtî inceliklerine ulaşamamışlardır. Neticede tek kanatlı kalmış, dengeyi tesis edememişlerdir. Halbuki Risale-i Nur, gerçek saadet ve hayat kaynağı olan İslâmiyetin esaslarını terennüm ettiği için insanın dünyevî, içtimai görev ve sorumlulukları yanında âhiret sorumluluğunu, kulluk görevlerini de fevkalâde hassasiyet ve ciddiyetle nazara verir.
“Elbette en bahtiyar odur ki; dünya için âhireti unutmasın; âhiretini dünyaya feda etmesin; hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın; mâlâyani şeylerle ömrünü telef etmesin” 13 der.
Yedinci sual:
Risale-i Nur dahili ve harici, menfi ve yıkıcı cereyanların etkisinde midir? Onların yörüngesine girip, onlara âlet ve tabi olabilir mi?
Bediüzzaman Said Nursî, hak ve hakikat, din ve adalet hesabına olmayan, belki inat, asabiyet-i milliye ve menfaat-i cinsiye ve nefsin enaniyetine dayanan, dünyada emsali görülmeyen bir zulüm hesabına çalışan cereyanlara, değil taraftar olmak; hattâ, merakla o cereyanları takip etmenin, onların yalan ve aldatıcı propagandalarını dinlemenin ve zulümlerine bakmanın caiz olmadığını ifade etmektedir. Çünkü, zulme rıza zulümdur; taraftar olsa zalim olur. Meyletse-velâ terkenû ilellezîne zalemû fetemessekümünnar âyetine mazhar olur”14 demektedir.
Bediüzzaman’ın bu konudaki şu tesbitleri fevkalâde dikkat çekicidir:
“İşte böyle hiçbir kanun-u adalete ve insaniyete ve hiçbir düstur-u hakikata ve hukuka muvafık gelmeyen boğuşmalardan, elbette âlem-i İslâm ve Kur’ân teberri eder. Yardımcılıklarına, tenezzül edip tezellül etmez. Çünkü onlarda öyle dehşetli bir firavunluk, bir hodgâmlık hükmediyor, değil Kur’ân’a, İslâma yardım; belki kendine tâbi ve âlet etmekle elini uzatır. Öyle zalimlerin kılıçlarına dayanmak, hakkaniyet-i Kur’âniye elbette tenezzül etmez. Ve milyonlarla masumların kanıyla yoğrulmuş bir kuvvet yerine, Hâlik-ı Kâinatın kudret ve rahmetine dayanmak, ehl-i Kur’ân’a farz ve vacibtir.” 15
Bu zamanda ehl-i gaflet, dalalet ve dinini dünyaya satan ve bâki elmasları şişeye bilerek tercih eden gafil insanların nazarında bu kudsi hizmet-i imaniyeyi hiçbir cereyana tâbi ve âlet etmemek, bu Kur’ân hizmetini umumun nazarında tenzil etmemek için âfâki, hârici meselelerle meşgul olmadığını söyleyen Bediüzzaman, bunun sebebini soranlara karşı,
“... Tâ ki, kudsî hizmetimize zarar gelmesin. Bunun sebebi şudur ki: İman hizmeti, iman hakaiki, bu kâinatta herşeyin fevkindedir, hiç bir şeye tâbi ve âlet olamaz.” 16
“Bu zamanda ehl-i iman öyle bir hakikata muhtaçtırlar ki, kâinatta hiçbir şeye âlet ve tâbi ve basamak olamaz ve hiç bir garaz ve maksat onu kirletemez ve hiç bir şüphe ve felsefe onu mağlup edemez bir tarzda iman hakikatlarını ders versin. Umum ehl-i imanın, bin seneden beri teraküm etmiş dalaletlerin hücumuna karşı imanları muhafaza edilsin.
“İşte bu nokta içindir ki, dâhili ve hâricî yardımcılara ve ehemmiyetli kuvvetlerine, Risale-i Nur ehemmiyet vermiyor, onları arayıp tâbi olmuyor. Tâ avâm-ı ehl-i imanın nazarında, hayat-ı dünyeviyenin bazı gayelerine basamak olmasın ve doğrudan doğruya hayat-ı bakiyeden başka hiçbir şeye âlet olmadığından, fevkalâde kuvveti ve hakikatı, hücum eden şüpheleri ve tereddütleri izale eylesin”17demektedir.
İKİNCİ BÖLÜM
Çalışmamızın bu ikinci ve müteakip üçüncü bölümünde Risale-i Nurun metod ve gayesi üzerinde durulmuştur. Risale-i Nurun metod ve gayesi incelenirken, konuyu sistematik bir bütünlük içerisinde ele almak, tahlile esas olabilecek bir tasnif ile bir çerçeve çizmek ve bu çerçeve içerisinde, fazla ayrıntıya girmeden ana başlıklar altında açıklamalarda bulunmak gerekir.
Risale-i Nur’un mesleği, tarz ve üslubuna iki açıdan bakılabilir:
Birincisi: Risale-i Nur mesleğinin esasları nelerdir? Diğer bir tabirle, Risale-i Nurun mesleği hangi esaslar üzerine oturtulmuştur?
İkincisi: Risale-i Nur hizmetinin icrasındaki metodları nelerdir?
Bu iki bakış açısından Risale-i Nur Külliyatı ve hizmet tarzı hakkındaki tesbitlerimizi özet bir biçimde sunacağız. Bu ikinci bölümde Risale-i Nur mesleğinin esasları açıklanacak, üçüncü bölümde ise Risale-i Nur hizmetinin icrasındaki metodlar üzerinde durulacaktır.
I. Risale-i Nur mesleğinin esasları:
1. Risale-i Nurun mesleği, hizmet-i iman, dâvâ-yı Kur’ân’dır
Risale-i Nur mesleğinin esası; imana, Kur’ân’a hizmettir. Yaratılışın gayesi Allah’a imandır. En büyük dâvâ, bâki olan âlemi kazanmaktır. Cihan savaşlarından ve zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme dâvâsından daha ehemmiyetli dâvâ budur. Bâki ve ebedî bir âlemi kaybetmek veya kazanmak dâvâsı her Müslümanın başına açılmıştır. İman vesikası sağlam elde edilmezse, bu dâvâ kaybedilecektir. İşte Bediüzzaman’ın dâvâsının özü, özeti budur. Bu sebeple beşeri küfür bataklığından, fısk ve dalalet çukurlarından kurtarıp, iman dairesine celbetmek, bu mânâ için çalışmak, didinmek, yanmak ve tutuşmak, onun dâvâsının mihverini oluşturmaktadır. İnsan sadece bir “yığın”, bir “ceset” değildir. İnsanın hayat felsefesi yalnız cesede hizmet etmek için değildir. “Cesedi beslemek için kalb, dil, akıl, dimağ koparılıp o cesede yedirilmez. Onlar imha edilmez. Onlar da idare ister.
“Ve madem kabir kapısı kapanmıyor ve madem kabrin öbür tarafındaki endişe-i istikbal her ferdin en mühim mes’elesidir. Elbette milletin itaat ve hürmetine istinat eden vazifeler, yalnız milletin hayat-ı dünyeviyesine ait içtimai ve siyasi ve askeri vazifelere münhasır değildir. Evet, yolculara seyahat için vesika vermek bir vazife olduğu gibi, ebed tarafına giden yolculara da hem vesika, hem o zulümatlı yolda nur vermek öyle bir vazifedir ki, hiçbir vazife o vazife kadar ehemmiyetli değildir”.18
Bu vazife, saadet-i ebediyenin anahtarı olan imandır. Ve imanın ders ve takviyesidir.
Sefih medeniyet beşer ruhunda kapatılması müşkil gedikler açmıştır. Küfrün, ahlâksızlığın ezici, boğucu ve bunaltıcı etkisinden çözülen, hırpalanan, parçalanan insanlara kim el atacaktır? Bunlara kim hâmi olacak, kim yol gösterecektir? Bediüzzaman’ın ızdırabı budur. Bu ızdırabını şu cümleler ile dile getirmektedir:
“Dünya, büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Mânevî temelleri sarsılan Garb cemiyeti içinde bir hastalık, bir veba, bir tâun felaketi gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sâri illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş bâtıl formülleriyle mi? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. İman kalesini, küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için, ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum. Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevi varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum. Yalnız Kur’ân’ın tesis ettiği tevhid ve iman esası üzerinde işliyorum ki, İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur.”19
2. Risale-i Nurun mesleğinin esası ihlâstır
Risale-i Nurun yolu ihlâs yoludur. Necat ve kurtuluş ancak ihlâs iledir. Kur’ân’a hizmetteki muvaffakiyetin, kabul ve makbuliyetin mânevî şifresi ihlâstır. Amelde Allah’ın rızası esas alınmalıdır. Bediüzzaman, Risale-i Nurun en büyük kuvvetinin ihlâs olduğunu ifade etmektedir. Bu maksatla bir risale telif etmiştir. Bu risalenin başına “En az 15 günde bir defa okunmalı” kaydını koyması onun ihlâsa ne derece önem verdiğini göstermektedir.
Kur’ân hizmetini yürüten hakikat kahramanlarının riya, gösteriş, kıskançlık, hırs ve tama gibi pes hislerden sıyrılabilmelerinin yolunun ancak ihlâsdan geçtiğini beyan etmiştir. Hubb-u cah, nazarı kendine celbetmek ruhî bir marazdır. Risale-i Nurun mesleğinde yalnız ve yalnız Cenab-ı Hakkın rızasını esas yapmak gerekir.
Risale-i Nur bu derece muvaffak olmuşsa ve oluyorsa, herhalde bunun sırrı ihlâsta aranmalıdır.
3. Risale-i Nurun mesleğinin esası uhuvvettir
Risale-i Nurdaki ilişki, hasbi, samimi, hakiki kardeşlik ilişkisidir. Şeyh ile mürid, peder ile evlat arasındaki ilişki değildir. Nur talebeleri Kur’ân dersinde kardeş ve arkadaştırlar. Birbirlerinin muîn ve müzahiridirler. Bu düstur Risale-i Nurda “Fenâ fi’l-ihvan” tabiriyle ifade edilmiştir. Yani, birbirinde fani olmak, kardeşinin meziyet ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır. Eksiğini görse tamamlamak, yırtığını görse dikmek, fenalığını görse ona acımak, tahakkümle değil, lûtuf ile ıslâhına çalışmaktır.
İman, muhabbeti; İslâmiyet, uhuvveti iktiza etmektedir. Mü’minler arasında birlik, ittifak ve imtizaç rabıtalarını tesis eden bağlar Esmâ-i İlâhiyye sayısıncadır. Bu ilişkiyi Bediüzzaman şöyle açıklamaktadır:
“Her ikinizin Halikınız bir, Malikiniz bir, Mabudunuz bir, Râzıkınız bir... bir bir, bine kadar bir bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir... bir bir, yüze kadar bir bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir... ona kadar bir bir.” 20
Bütün bu rabıtalar, kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak mânevî zincirlerdir. Bu ilişkiler maddî, şeklî, sathî, siyasî ilişkiler değildir. Bu ilişkiler kaynağını Kur’ân’dan alan, hamiyet-i diniyenin kudsî heyecanı ile coşan, davâ ruhu içinde bütünleşen ve kenetlenen ilişkilerdir.
4. Risale-i Nurun mesleği acz, fakr, şefkat ve tefekkürdür
Risale-i Nurun mesleği bu dört esas üzerine kurulmuştur. Bediüzzaman’ın Kur’ân’dan çıkartmış olduğu bu yol Allah’a vâsıl olacak en keskin, en selâmetli ve en kısa bir yol olarak nitelendirilmiştir. Mü’min, Allah’a karşı acz ve fakrını, naks ve kusurunu idrak ettiği nisbette terakki edecektir. Böylece acz onu ibadet yolu ile mahbubiyete, fakr yolu ile de Rahim ismine ulaştıracaktır. Bu yolda mü’min fıtratındaki acz ve fakr madenini işlete işlete tecelli-i samedaniyete bir ayna olacaktır.
Risale-i Nurun mesleğinin dörtte biri şefkattır. Kur’ân nâmına ve âhiret hesabına mânen yıkılan ve dökülen insanlara şefkat elini uzatmak, onların kurtuluşu için çırpınmak, didinmek ve yoğun gayret göstermek de Nurun mesleğinin esaslarındandır.
Şefkat, aşk gibi, belki daha keskin ve geniş bir yoldur. Şefkat yolu, rahmet yoludur. Bediüzzaman şefkat noktasından bütün Müslümanlarla, hattâ bütün beşerle alakadardır. Şu sözler onun yoğun şefkatini göstermektedir:
“Bana, ‘sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış, ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler! Dar görüşler!”21
Risale-i Nurun mesleğinin temel rükünlerinden birisi de tefekkürdür. Meseleleri büyük boyutlarda ele almak, dakik ve ince düşünmek, olayları fikir süzgecinden geçirerek süzmek, rafine etmek; neticede tasnife, tahlile, terkibe ulaşmak, onun mesleğinin esaslarındandır. Risale-i Nurda engin bir tefekkür vardır. Marifet ile ilgili tefekkür boyutu enfüsî ve âfâkîdir. Enfüsî tefekkürü, derin ve dakiktir. Hakikat-i insaniye haritasını ve mahiyet-i insaniye âyinesini mütalâa ederek i’zâni bir vicdan ve itmi’nan ile iman-ı tahkikinin nihayetsiz derecelerinde yol katetmek, esrar-ı İlâhiyede kulaç atmaktır.
Risale-i Nurun kazandırdığı âfâki tefekkür ise, kâinat kitabını bab bab, sayfa sayfa, satır satır, Allah namına, Esmâ hesabına okumaktır.
Risale-i Nurlarda tefekküre azim rağbet vardır. Bu rağbet “Bir saat tefekkür bir sene nafile ibadetten hayırlıdır” hadis-i şerifindeki sırra yetişmek içindir.
5. Risale-i Nurun mesleği sebat ve sadakattır
Risale-i Nur, “kendi sâdık ve sebatkâr şâkirtlerine kazandırdığı çok büyük kâr ve kazanç ve pek çok kıymettar neticeye mukabil fiat olarak, o şakirtlerden tam ve hâlis bir sadakat ve dâimî ve sarsılmaz bir sebat ister.”22
Ölünceye kadar, şartlar ne olursa olsun, yılmadan, çekinmeden hizmette sebat etmek, Risale-i Nurlardaki düsturlara kanaat ederek izzet-i İslâmiyeyi muhafaza ile, Kur’ân dâvâsına sadakat göstermek de Risale-i Nurun mesleğinin esaslarındandır.
İslâm tarihinde yaşadığı asırda kilit görevler görmüş büyük şahsiyetler ile isimlerini tarihe yazdırmış kahramanların en bariz vasıflarından birisi sadakattır. Dâvâ ruhu, sadakat ile ile yürür, sadakat ile yaşar. Bediüzzaman’daki sadakat, sadakat-ı sıddıkiyedir. Şu sözler onun sadakat ve kahramanlığını göstermeye kâfidir:
“Saçlarım adedince başlarım bulunsa, her gün biri kesilse, bu hizmet-i imaniyeden çekilmem.” “Dünyayı başıma ateş yapsanız, hakikat-i Kur’âniyeye fedâ olan bu başı zındıkaya eğmem.” 23
6. Risale-i Nurun mesleğinin esası, şevk-i mutlak ve şükr-ü mutlaktır
Elemde, kederde, zevkte ve sürurda, her halde ve her mekânda, her zamanda şevkini muhafaza etmek, ye’se düşmemek, bulunduğu durum ve şartlar ne olursa olsun rahmet-i İlâhiyeyi itham etmeden şükrünü ifa etmek de Risale-i Nur mesleğinin esaslarındandır.
Bediüzzaman’a göre “Yeis mâni-i herkemaldir. İslâm âlemini param parça eden ye’stir. Yeis, ümmetlerin, milletlerin seratan (kanser) denilen en dehşetli hastalığıdır.”24
Her türlü kemâlâta mânidir, korkak, aşağı ve âcizlerin vasfıdır.
Bediüzzaman, hakkında idam kararları verildiği, her türlü ihanet plânlarının sergilendiği o korkunç ve karanlık dönemlerde bile asla ye’se düşmemiş, eğilmemiş, celadetini, dinî izzetini muhafaza etmiştir. Gittiği her yere “dâvâ aşkı”nı, ümidi, şevki götürmüş, hamiyetleri alevlendirmiştir. Risale-i Nurdaki şevk, hâdiselerle gelen, hâdiselerle giden bir şevk değildir. Belki, şevk-i dâimîdir. Bunu, bizzat Risale-i Nurdan dinleyelim:
“Evet, evet... Sivrisinek tantanasını kesse, balarısı demdemesini bozsa, sizin şevkiniz bozulmasın, hiç teessüf etmeyiniz.”25
“Evet, ümitvar olunuz! Şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sadâ İslâmın sadâsı olacaktır!”26
Risale-i Nurdaki esaslardan ikincisi ise, şükr-ü mutlaktır. Halik-ı Rahmanın kullarından istediği en mühim iş şükürdür. Âlemde yaratılan her şey bir cihette şükre bakmakta, şükrü netice vermektedir. Hilkat şeceresinin meyvesi şükürdür.
“Şükrün mikyası; kanaattir ve iktisattır ve rızadır ve memnuniyettir. Şükürsüzlüğün mizanı; hırstır ve israftır, hürmetsizliktir, haram helâl demeyip rastgeleni yemektir.”27
Şükrün nevileri bulunduğunu anlatan Bediüzzaman, o neviler içerisinde en câmi ve fihriste-i umumiyenin namaz olduğunu ifade etmektedir.
“İnsanı, bu câmiiyete göre en âla bir mevki olan ahsen-i takvime çıkarmak vasıtası, şükürdür. Şükür olmazsa, esfel-i sâfiline düşer; bir zulm-ü azîmi irtikap eder.”28
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
II. Risale-i Nur hizmetinin icrasındaki metodları
1. Risale-i Nur Kur’ân-ı Azimüşşana ayna olmuştur
Bediüzzaman’a göre, Müslümanların ahkâm-ı diniyede göstermiş oldukları lâkaydlığın, tembellik ve ihmalin en mühim sebeplerinden birisi, yazılan eserlerin, telif olunan kitapların Kur’ân’ın me’hazındaki kudsiyeti layıkıyla yansıtamamalarıdır. Ona göre, kitaplar, içtihatlar Kur’ân’a cam gibi ayna olmalı, içinde Kur’ân’ı göstermelidir. Kitaplar vekil ve gölge olursa, me’hazdaki kudsiyet kaybolur. Çünkü cumhuru bürhandan ziyade me’hazdaki kudsiyet imtisale sevketmektedir.
“Bir adam İbn-i Hacer’e nazar ettiği vakit, Kur’ân’ı anlamak ve Kur’an’ın ne dediğini öğrenmek vasıtasıyla nazar etmeli. Yoksa İbn-i Hacer’in ne dediğini anlamak maksadıyla değil.”29
Eğer nazarlar bu tarzda Kur’ân’a çevrilse, zaruriyet-i diniyede doğrudan doğruya Kur’ân gösterilse, vicdanlar daha ziyade ikaz olunur, ruhların hakikata karşı şevki artar, Kur’ân’ın kudsiyet ve câzibesi vicdanları ihtizaza getirir. İman vasıtasıyla hakikatların telkini nefisleri etkiler, bu suretle Kur’ân doğrudan doğruya nefisler üzerinde bütün mânasıyla hâkim ve nâfiz olur.
İşte bu orijinal metoda Risale-i Nurlar tam ayna olmuştur. Kur’ân’ın kudsiyetini şeffaf bir biçimde göstermek gayesiyle muhataplarını doğrudan doğruya Kur’ân ile karşı karşıya getirip, kendi şahsiyetini tamamen azletmiştir. Hayatında, sohbetlerinde ve telifatında kendisine “Kutbü’l-Arifin”, “Gavsü’l-Vâsilin” süsü vermemiş, kendisini Kur’ân’ın bir dellâlı ve bir hizmetkârı olarak görmüştür.
Bu sebeple “Risale-i Nuru okuyan, Müellifin şahsına bakmaz; doğrudan doğruya eserin içindeki hakikatlara, bürhan ve delillere hasr-ı nazar eder.” 30
Risale-i Nurun hizmetindeki muvaffakiyetin sırrını da Bediüzzaman şöyle ifade etmektedir:
“Ben görüyorum ki; Kur’ân-ı Hakîmin hakaikına ait bazı kemâlat, o hakaika dellallık eden vasıtalara veriliyor. Şu ise yanlıştır. Çünkü, Me’hazin kudsiyeti çok bürhanlar kuvvetinde te’sirat gösteriyor; onun ile, ahkâmı umuma kabul ettiriyor. Ne vakit dellal ve vekil gölge etse, yani onlara teveccüh edilse, o me’hazdaki kudsiyetin te’siri kaybolur.”31
Bu zamanda “hiç bir şeye âlet olmayacak bir tarzda bir Kur’ân dersi vermek lâzımdır ki; küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inatçı dalaleti kısrın; herkese kat’i kanaat verebilsin. Bu kanaat da, bu zamanda, bu şerâit dahilinde dinin hiçbir şahsî, uhrevî, dünyevî, maddî ve manevî bir şeye âlet edilmediğini bilmekle husule gelebilir.
“Kader-i İlâhî ihtiyarım haricinde dini, hiç bir şeye âlet etmemek için beşerin zalimâne eliyle mahz-ı adalet olarak beni tokatlıyor, ikaz ediyor: Sakın, diyor, iman hakikatını kendi şahsına âlet yapma; tâ ki imana muhtaç olanlar anlasınlar ki yalnız hakikat konuşuyor, nefsin evhamı, şeytanın desiseleri kalmasın, sussun.”
“İşte Nur Risalelerinin, büyük denizlerin büyük dalgaları gibi gönüller üzerinde husule getirdiği heyecanın, kalblerde ve ruhlarda yaptığı tesirin sırrı budur; başka bir şey değil. Risale-i Nurun bahsettiği hakikatların aynını binlerce âlimler yüzbinlerce kitaplar daha beliğâne neşrettikleri halde yine küfr-ü mutlakı durduramıyorlar. Küfr-ü mutlakla mücadelede bu kadar ağır şerâit altında Risale-i Nur bir derece muvaffak oluyorsa, bunun sırrı işte budur. Said yoktur; Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur; konuşan yalnız hakikattır, hakikat-ı imaniyedir.” 32
2. Risale-i Nur ilm-i akide ve kelâmda tecdid yapmıştır
Risale-i Nur, iman hakikatları ve İslâm esaslarını aklî ve mantikî delillerle isbat ve izah etmiştir. Merhum Mehmed Akif’in:
“Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhamı,
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı” beytiyle ifade ettiği mânâya Risale-i Nur tam ayna olmuştur.
Risale-i Nur, Kur’ân-ı Hakimin bu asrın idrakine bir dersidir. Risale-i Nurlarda Kur’ân hakikatleri, ilim ve tekniğin dili ile asrın idrakine uygun bir biçimde açıklanmıştır. Mantık ve muhakeme sentaksı içerisinde “sırr-ı temsil” metodu ile uzak hakikatlar yakınlaştırılmış, dağınık meseleler sistematik bir yaklaşımla biraraya getirilmiş, en yüksek hakikatlara ulaşılmıştır. Aklın istifadesi yanında, nefis, hayal, vehim, heva gibi his ve duyguların da istifadesi gözetilmiştir. Metod olarak, uzak yerlerden dağları kazarak su getirmek yerine, Musa Aleyhisselâmın asâsı gibi, her yerde suyu bulmuş, asasını nereye vurmuşsa oradan âb-ı hayatı fışkırtmıştır.
“Risale-i Nur, sâir ulemanın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve nazarı ile ders vermez ve evliya misillü, yalnız kalbin keşf ve zevkiyle hareket etmiyor. Belki akıl ve kalbin ittihat ve imtizacı ve ruh vesair letâifin teavünü ayağıyla hareket ederek evc-i âlâya uçar; taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişemediği yerlere çıkar; hakaik-i imaniyeyi kör gözüne de gösterir.”33
Risale-i Nur aleyhinde yapılan sinsi planlara, uydurulan yalan ve propagandalara rağmen onun yurt içinde ve dışında kemâl-ı iştiyak ile okunmasının sebeplerinden biri de iman ve küfür muvazenelerinde ortaya koymuş olduğu orijinal bir metod ile küfür ve dalaletin dünyadaki elim ve ürkütücü neticelerini göstererek, hakiki ve elemsiz lezzetin ancak ve ancak imanda olduğunu isbat etmesidir.
Risale-i Nur, “Bu dünyada bir mânevî Cehennemî, dalalette gösterdiği gibi, imanda dahi bu dünyada manevi bir Cennet bulunduğunu” isbat etmiş, “günahların ve fenalıkların ve haram lezzetlerin içinde mânevi elim elemleri gösterip hasenat ve güzel hasletlerde ve hakaik-i şeriatın amelinde, Cennet lezâizi gibi lezzetler bulunduğunu” 33 gözlere göstermiştir. “Akibeti görmeyen ve bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzetlere tercih eden hissiyat-ı insaniye akıl ve fikre galebe ettiğinden, ehl-i sefaheti sefahatinden kurtarmanın yegâne çaresi, aynı lezzetinde elemini gösterip hissini mağlup etmektir.” 35
Risale-i Nurdaki bu metod, “İmanın kuvvetini lakaydlığa, ibadetin iştiyakını sefahata hâkim kılmak”tır.
Bu asırda diğer dehşetli bir hal ise, küfr-ü mutlak, fen ve felsefeden ve küfr-ü inadiden gelen bir temerrüdün iman hakikatlarına karşı muaraza etmesidir. Bunlara karşı atom bombası gibi küfrün temellerini param parça edecek bir hakikat-i kudsiye lâzımdır. Bu hakikat, Kur’ân’ın elmas bir kılıcı olan Risale-i Nurdur. Çünkü bu asırda mânevî cihat, iman-ı tahkiki kılıcı ile olacaktır. Dindeki “Sâhib-i rüşt ve dâvâ” hakikatına bihakkın ayna olan ve hak ve hakikatları gözlere gösteren Risale-i Nurdur.
3. Risale-i Nur bir şahs-ı mânevî tesis etmiştir
Bediüzzaman’a göre, bu asırda komitecilik ve cemiyetcilik fikrinden doğan dehşetli dinsizlik şahs-ı mânevîyesine karşı çıkan bir şahıs en büyük bir mânevi mertebede de bulunsa, küfür ve dalaletten gelen vesveseleri tamamiyle izale edemez. Dinsizliğin şahs-ı mânevisine karşı mukabele edebilecek bir şahs-ı mânevi gerektir. Risale-i Nur, bugün milyonlarca insanı kendine celbetmiş, bir şahs-ı mânevi oluşturmuştur. Bu şahs-ı mânevi, siyasetçilik, cemiyetçilik, komitecilik, dernekçilik, kavmiyetçilik, bölgecilik, şahsiyetçilik gibi vasıf ve biçimler taşımaz. Bunlar, Kur’ân’ın mânevi ve hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur etrafında toplanan, ondaki hikmet ve marifete müşteri olan hakikat halkalarıdır. Bu şahs-ı mânevî, siyasi ve içtimaî anlamda bir teşkilat, gizli veya açık bir cemiyet değildir. Belki kalbî ve vicdanî bir ilişkiden kaynaklanan, bir “gönül birliği” ve bir “Kur’ân mensubiyeti” dir.
Risale-i Nurun şahs-ı mânevisinin hizmet tarz ve anlayışı, maddi, siyasi, şeklî, sathî kalıplar içerisine girmez ve sıkıştırılamaz. Onun şahs-ı manevisinin hizmeti bir merkeze, bir şahsa, bir muhite münhasır değildir. Onda, maddi, şeklî bir emir-komuta zinciri, alt-üst ilişkisi yoktur. Risale-i Nurun şahs-ı mânevisi, bir “Kur’ânî yakınlaşma” ve “ulvî hisleri paylaşma” oluşumudur. Risale-i Nurun şahs-ı mânevîsi, toplum hayatının en kuvvetli, en güçlü mânevi dinamiğidir.
Risale-i Nurun şahs-ı mânevisi, farklı boyutlardaki insanı bir araya getirmiştir. Birbiri içinde merkezden muhite doğru açılan “talebe-kardeş-dost” olarak ifade edilen bu hakikat halkalarının hizmet sunuş yelpazesi çok yönlüdür. Bu tarz, içtimai hayatın farklı, yaygın ve değişken cephelerine Kur’ân hakikatlarını hasbî olarak ulaştırmayı amaçlamaktadır. Risale-i Nurun meslek-i esası aynı olmakla birlikte, bütün bu farklı tezahürler meşrebe bakar, esasa taalluk etmez. Yani, Risale-i Nur, “tek-boyutlu”, “şablon” insan yetiştirmez. Risale-i Nur “ism-i Câmi”ye mazhar olduğundan, onun küllî marifet, hikmet, hakikat, fikir ve hizmet çerçevesini herkes kendi idrak ve anlayışı, teveccüh ve kabiliyeti, ruhundaki kabul ve saffeti, azm ve gayreti nisbetinde alır, öyle yansıtır. Bu meşreb anlayışı, hakaik-i nisbiyenin vuzuh ve huzuruna sebep olur. Tabiri caizse, Risale-i Nurun şahs-ı mânevisi içinde tek tip meyva ağacı yetiştiren bir bahçe değil, belki mütenevvi ağaçlar, meyveler, çiçekler, güller ve gülistanlar barındıran muhteşem ve mükemmel bir bahçe, tatlı bir iklimdir. Bu tezahürler kendi bütünlüğü içinde, belki “güzel”, “daha güzel”, “en güzel” olarak nitelendirilebilir.
4. Risale-i Nurun metodu müsbet harekettir
Bediüzzaman Said Nursî’nin vefatından önce vermiş olduğu en son ders: “Müsbet hareket” dir. Son dersinde şöyle der:
“Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfi hareket değildir. Rıza-yı İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlahiyeye karışmamaktır. Bizler âsayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.”36
“Bütün hayatımda bütün kuvvetimle âsayişi muhafazaya çalışmışım. Bu kuvvet dahile değil, ancak harici tecavüze karşı istimal edilebilir. Vazifemiz, dahildeki âsayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Cihad-ı mâneviyenin en büyük şartı da; vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır ki, ‘Bizim vazifemiz hizmettir, netice Cenab-ı Hakka aittir; biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz.”
“Ben de Celaleddin Harzemşah gibi, benim vazifem hizmet-i imaniyedir; muvaffak etmek veya etmemek Cenab-ı Hakkın vazifesidir deyip ihlâs ile hareket etmeyi Kur’ân’dan ders almışım.”36
Bediüzzaman bu memleket ahalisini birbirine karşı sertleştirecek, tarafgirlik ve iltizam hissini verebilecek, âsayiş ve sükûneti bozabilecek her türlü hareketten şiddetle kaçınmış ve talebelerini de kaçındırmıştır. Onun şu sözleri fevkalâde dikkat çekicidir:
“Risale-i Nur, kırılmaz; ona iliştikçe kuvvetleşir. Ve millet ve vatan aleyhinde hiçbir vakit istimal edilmemiş ve edilmez ve edilemez.”38
Bediüzzaman’ın müsbet harekete ve âsayişe bu derece ehemmiyet vermesinin birçok hayatî ve köklü sebepleri vardır:
İçtimai hayat bulanırsa, onun teskin ve durulması uzun bir zamana muhtaçtır, yeniden tesisi ve sükûneti, büyük himmet ve gayret ister. İstibdad, terör ve anarşi ile çalkalanan içtimaî bir bünyede sağlıklı, sürekli ve müessir bir hizmet yapılamaz. Kur’ân hakikatlarının kalb ve idraklere nakşı için içimai sükûn elzemdir. Olaylara “akıl-mantık-muhakeme” zinciriyle değil “heyecan-fiziki güç ve tarafdarlık” hissiyle bakılırsa, zıtlaşma şiddet kazanır, içtimai nabız yükselir. Şiddetli çalkantılar cemiyetin iç huzurunu, kalbî bütünlüğünü bozar. Sükûnet giderse, onun yerini anarşi, istibdat ve terör doldurur. Bu içtimaî kargaşanın, fesat ve ihtilallerin önünü kesecek ve durduracak sed, müsbet hareket etmektir.
Bediüzzaman, hayatında hiçbir kitap telif etmemiş olsaydı sadece takdim edeceğim su vecizesi, kalbî duygulardan, niyet ve nazar dairesinden tutun tâ fert ve aile ilişkilerine, içtimai ilişkilerden tutun tâ âfâki ve geniş dairelere kadar hayatın bütün boyutlarında, beşerin bütün ilişkilerinde rahatlıkla kullanılabilecek bir reçetedir:
“Güzel gör, hem güzel bak. Ta güzel düşünmeli:
Güzel bil, hem güzel düşün. Tâ leziz hayatı bulmalı.
Hayat içinde hayattır hüsn-ü zanda emeli.
Su-i zanla yeistir, saadet muharribi, hem de hayatın katili.”39
5. Risale-i Nur siyasetten tecerrüt etmiştir
Bediüzzaman, hayatı boyunca fiili siyasete asla itibar etmemiş, siyasetten tamamen tecerrüd etmeyi de hizmet tarzının esası olarak görmüştür. İçtimai ve siyasi olayları gayet hakîmane ve mükemmel bir biçimde fikren tahlil edebilen bir zatın bu derece siyasetten tecerrüt etmesi, düşündürücüdür. Gerçekten, siyasetten tamamen uzak bir hizmet tarzı benimsemiş olması, onun düşünce ve fikirlerinin en orijinal, en önemli ve dikkatle araştırılması gereken yönlerinden birisidir. Bediüzzaman neden bir parti kurmamış, siyasi bir model üzerinde çalışmamış, bütün himmet ve gayretini Kur’ân hizmetine tahsis etmiştir? Bu sualin cevabını, Risale-i Nurları tarayarak özet bir biçimde maddeler halinde sıralamaya çalışalım:
a. Bediüzzaman’a göre, içtimaî hâdiseler değerlendirilirken teşhis tam, sağlam ve sağlıklı olmalıdır. Onun teşhisinin özeti şudur:
Milletin hastalığı zaf-ı diyanettir. Kalbler bozulmuştur, iman zedelenmiştir. Şu zamanda, hayat-ı beşeriye yolculuğu bataklığa girmiştir. Pis ve kokuşmuş çamur içerisinde kafile-i beşer düşe kalka gitmektedir. Bunlardan ancak bir kısmı selametli bir yolda gitmektedir. Bir kısmı da mümkün olduğu kadar bataklıktan kurtulmak için bazı vasıtalar bulmuştur. Fakat o gidenlerin %20’si sarhoştur. Dalaletten telezzüz etmektedir. O pis çamuru misk ü amber zannediyorlar, yüzlerine gözlerine bulaştırıyorlar, boğuluyorlar. Geriye kalan %80’i ise mütehayyirdirler. Bataklığı biliyor, pis olduğunu hissediyorlar, dalaletten nefret ediyorlar, fakat çıkamıyorlar, yol bulamıyorlar. İşte bunlara nur vermek, nur göstermek gerektir 40Siyaset topuzu ile kalbleri tenvir etmek zordur. Hem fırtınalı bir zamanda sağlam hizmet edilemez. Bazı arızalar ile topuz kırıldığı zaman nur dahi uçar veya söner. Onun için o ciheti bırakıp, en mühim, en lüzumlu, en selâmetli olan imana hizmet cihetini tercih etmiştir.
Dahildeki cihad-ı mânevi için, maddi değil, mânevi hizmetler lâzımdır.
b. Risale-i Nurlar, iman ve Kur’ân dersidir. Maksadı, rıza-ı İlâhîdir. İman dersi için gelenlere, kim olursa olsun tarafgirlik nazarıyla bakılamaz. Dost-düşman derste farketmez. Halbuki siyaset tarafgirliği bu mânâyı zedeler, ihlâs kırılır.41
c. Kalb, mide, beden, hane dairesinden tutun tâ mahalle, şehir, vatan, memleket, küre-i arz ve nev-i beşer, dünya dairesine kadar birbiri içinde daireler vardır. Her bir dairede, herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede (kalb dairesi) en büyük ve ehemmiyetli ve dâimî vazife vardır. En büyük dairede ise en küçük, muvakkat ve ara sıra vazife bulunabilir.42Fakat büyük daire daha caziptir.
“Cazibesi ile meraklıları kendi ile meşgul eder. Hakiki ve büyük vazifeyi unutturur. Tarafgirlik meylini verir, zalimlerin zülmünü hoş görür, şerik olur.”43
Gaflet veren, dünyaya boğduran, âhireti unutturan en geniş daire siyaset dairesidir. Siyasi bir insanın ihlâs, saffet ve samimiyetini muhafaza etmesi zordur. Mücadele suretindeki hâdiseler karşısında güneş gibi bir iman lâzımdır ki tâ boğmasın. Onun için,
“Siyasetçi, ekserce tam müttaki ve dindar olamaz. Tam ve hakiki dindar müttakiler de siyasetçi olamazlar. Halbuki dindar ise, bütün kâinatın en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir diye siyasete, aşk-ı merak ile değil, ikinci, üçüncü mertebede onu dine ve hakikata âlet etmeye-eğer mümkünse-çalışabilir.”44
d. Sırr-ı ihlâs siyasetten tecerrüdü emreder. Kur’ân’ın elmas gibi hakikatlarını “siyasi propaganda” ithamı altında cam parçaları kıymetine indirmemek için siyasetten tecerrüd gerektir. Tâ ki o elmaslar kıymetini her kesimin, her taifenin nazarında parlak bir biçimde göstermiş olsun, ihlâs kırılmasın.45
e. Siyaset dairesi bulaşıcı ve yaygın bir hastalıktır. İspanyol nezlesine benzer, fikri hezeyanlaştırır. Müslümanları tefrikaya atar. Kendi siyasi görüşünü paylaşmayan melek gibi bir mü’min kardeşine düşmanlık eder, kin besler, el-hannas gibi bir siyaset arkadaşına muhabbet ve tarafgirlik eder, zulmüne rıza gösterir, cinayetine mânen iştirak eder. İcraatta adalet, hakkaniyet esaslarını zedeler, onun yerine siyasi tarafgirlik esas alınır, içtimai râbıtayı bozar. 46
f. Siyasi hâdiselerde “müteharrik-i bizzat değiliz. Bilvasıta müteharrikiz. Avrupa üflüyor, biz burada oynuyoruz.” 47Siyasi olayların menbaı, tezgâhı Batıdır. Onların çirkef, çıkarcı oyun ve manevralarına bilerek veya bilmeyerek âlet olmak ihtimali vardır. O cereyanlara kapılanların hareketi hariç hesabına geçer, iradesi hükümsüzdür. Niyetinin hâlis olması fayda vermez.48
g. Bediüzzaman, fert psikolojisi açısından da siyaset ile meşguliyete taraftar değildir. Çünkü, âfâkî ve siyasi boğuşmaları merak ile takip edenler, tarafgirâne bakanlar, ruhlarını sersem, akıllarını geveze ederler. Siyaset bu zamanda kalbleri ifsat eder, asabi ruhları azap içerisinde bırakır. Selâmet-i kalb ve istirahat-ı ruh isteyenler siyaseti bırakmalıdırlar. 49
h. Kur’ân-ı Hakimin hizmetinin bütün siyasetlerin fevkinde bir kutsiyet ve ulviyeti vardır. Çoğu yalancılıktan ibaret olan dünya siyasetine tenezzül edemez. Bize ve merakımıza dairemiz içinde ezvak-ı mâneviye ve envar-ı imaniye kâfi ve vâfidir. 50
6. Risale-i Nurun aksiyon gücü orijinaldir
Risale-i Nur hizmetinin aktif, güçlü ve sürekli bir aksiyon gücü vardır. Bu gücün kaynağı imandır. İman inkişaf ettiği nisbette fertte aksiyon da inkişaf eder. Bediüzzaman’ın ifadesi ile
“İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir. Ve imanın kuvvetine göre hâdisatın tazyikatından kurtulabilir.”51
Kalblere sahip çıkamayan, ruhları tutuşturamayan hizmetler zahiren ve şeklen ne kadar büyük görünürse görünsün hakikat noktasında çabuk parlayan, alevleri sönen saman ateşine benzerler, kalıcı ve etkili olamazlar. Risale-i Nurun aksiyonu en büyük bir mâna içindir. “Akıl-kalb-ruh” üçlüsünü esas aldığı için slogan değil, hayat ve tatbikattır. Yıkım, paralama, parçalama, hiddet, fizik gücü, silâh değil; aşk-ı hakikat, kalbi irşattır. Sistemsiz, hedefsiz, gayesiz değildir. Onun aksiyon gücü âsayiş ve emniyetin teminine yardım eder, fitnenin kapısında durur, içtimai yıkım ve çalkantılara fırsat vermez. Bu aksiyon, bozulan, laşkalaşan çarkları rıfk ve mülayemetle, şefkat ve merhametle tedaviye çalışır. Onun aksiyonu nakkaştır, kalblerin derinliklerine kadar iner, hissiyatın en incelerini heyecana getirir, ulvî istidatları inkişaf ettirir.¨
Risale-i Nurun aksiyon gücünün etkinliğini ifade etmesi açısından yaşanmış bir olayı dile getireceğim:
1985 yılında sıkıyönetim mahkemesinde Risale-i Nurlardan dolayı yargılanan bir nur talebesinin koğuşuna-muhtemelen-ASALA örgütüne mensup bir Ermeni getirilir. İstanbul doğumlu bu Ermeni vatandaş gayet güzel Türkçe bildiğinden aralarında şöyle bir konuşma geçer:
Ermeni sorar:
“Sen ne suç işledin? Ne diye seni buraya getirdiler?”
“Bir suçum yok. Sadece kitap okuduğumuz için...”
“Ne kitabı?”
“Risale-i Nur..”
“Risale-i Nur” kelimesini işitince, Ermeni bir an durur ve dudaklarından şu kelimeler dökülür:
“Nurculuk... Dünyanın en sessiz, fakat en kuvvetli gücü.”
7. Risale-i Nurun eğitim ve öğretim metodu mükemmeldir
Risale-i Nur bütün vatan sathında yaygın ve sürekli bir eğitim tezgâhı kurmuştur. Vatan sathını bir mektep, bir irfan müessesesi haline getirmiştir. Bugün Risale-i Nur Türkiye’de ve dünyada 7’sinden 70’ine kadar uzanan yaş grupları tarafından iştiyakla ve sürekli olarak “gürül gürül” okunmaktadır. Hiçbir zorlama ve aralarında maddi bir bağ bulunmadığı halde, belki milyonlarca insanın Risale-i Nurun ders ve hakikatlarının etrafında-lillah için-kenetlenmeleri Kur’ân namına büyük bir hizmet ve ehemmiyetli bir olaydır. İslâm tarihinde, hiçbir müellifin yazmış olduğu eserin etrafında bu derece bir içtima yaşanmamıştır. Risale-i Nur, sahabe mesleğinin bu asırda bir cilvesi olduğundan, onun eğitim modeli doğrudan doğruya Asr-ı Saadetteki “Darü’l-Erkam” modelini yansıtmaktadır.
Risale-i Nurun eğitim ve öğretim metodu mü’minlerin, özellikle genç nesillerin Kur’ân terbiyesi ile yetiştirilmelerine büyük önem verir. Eğitimdeki amacı, kemiyetten ziyade, keyfiyete bakar. Bu anlamda “Ashab-ı Suffa” tarzını örnek alır, “1000 koyuna bedel bir aslan” felsefesini yansıtır.
8. Hizmetin icrasında ecir ve ücret istemez
Risale-i Nur, neşr-i hakta enbiyaya ittiba eder. Yani hizmetinin karşılığında ecir ve ücret istemez. Ücretini Cenab-ı Allah’tan bekler, bu dünya hizmet yeridir, ecir ve ücret yeri değildir. Risale-i Nurun bu metodu riyasız, alkış ve gösterişten uzak, sâfi bir hizmet metodudur. Risale-i Nur bu tarzı ile “şâşâasız hizmet” düsturunu esas almıştır. Halktan istiğna ve iktisada riayet ile de, ilmi vâsıta-i cer etmekten kurtarmış, ilimdeki izzetini muhafaza etmiştir.
SONUÇ:
Bediüzzaman Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybi isimli eserinde,
“Ben kasemle (yeminle) te’min ederim ki; Risale-i Nuru senâdan maksadım, Kur’ân’ın hakikatlarını ve imanın rükünlerini te’yid ve isbat ve neşirdir. Halik-ı Rahimime yüzbinler şükrolsun ki, kendimi kendime beğendirmemiş, nefsimin ayıplarını ve kusurlarını bana göstermiş. Ve o nefs-i emmâreyi başkalara beğendirmek arzusu kalmamış”demektedir.
Bu ifadelerin ışığı altında biz de tebliğimizde, Said Nursî’nin şahsiyetini nazara vermek değil, belki onun Kur’ân’a ve İslâma yapmış olduğu hizmeti anlayabildiğimiz ölçüde sizlere aktarmaya gayret gösterdik. Biraz uzun gittik, sabrınızı taşırdık. Ancak, böyle bir Allâme-i Kur’ân’ın, böyle bir sahib-i zamanın Kur’ân namına medih ve senâsı herhalde israf olamaz. Çünkü o Kur’ân’ın emrindedir, Kur’ân’ın şakirdidir.
Çünkü o, asrın bunalımlarını teşhis etmiş Lokman-ı Hekim, tabib-i iman, dellal-ı Kur’ân, mânâ âleminde mütehassıs-ı cihandır.
Bediüzzaman, asrın hastalıklarına Kur’ân’ın eczahanesinden ilaçlar sunan tabib-i zamandır.
Bediüzzaman, sünnet-i Resulüllahın ihyasına çalışan ve Kur’ân’ın kutsiyetini ilân eden dellal-ı Kur’ân’dır.
Bediüzzaman, kurtuluşu Kur’ân’da arayan, nazarları Kur’ân’a celbeden rehber-i zamandır.
Bediüzzaman, dâvâ-yı Kur’âniyenin mes’uliyetini omuzuna almış nâşir-i nur-u Kur’ân’dır.
Bediüzzaman, kalb-i küllîyi ve vicdan-ı umumiyi hikmet-i Kur’âniye ile tamir eden mimar-ı imandır.
Bediüzzaman, marifetullahın esrarında kulaç atan küheylan-ı zamandır, muarrif-i Kur’ân’dır. Ve nihayet, beklenen ümid-i İslâmdır.
Bediüzzaman, mesleğini sağlam temeller üzerine oturtmuştur. Çizdiği yol hakîmanedir ve fıtrata uygundur. İnsana en lâzım olandan başlamış, beşeri “Tevhid”e çağırmıştır. Müntesiplerini fikrî, kalbî ve ruhî bir istihaleden geçirerek tefekkürün engin ufkunda gezdirmiş, müstakim ve kâmil bir cemaat tesis etmiştir. Dâvetini hikmetle yapmış, yumuşak söz ve tatlı dille mesajını sürdürmüştür. Kaba, sert, tutarsız, kırıcı ve yıkıcı bir üsluba asla iltifat etmemiştir. Dâvâsını sabır ve çile içerisinde celadetle, yılmadan ve yıkılmadan, müsbet hareket ile yürütmüştür. Kenetleşmiş, samimi, hâlis bir fedakârlar ordusu tesis etmiş, küfrün şahs-ı mânevisi karşısında nurlu ve metin bir şahs-ı mânevi oluşturmuştur. Geleceğe ümitle bakmış, ye’se düşmemiştir. Konuştuğunu yaşamış, yaşadığını konuşmuştur. Yaşayan bir hakikat olarak gönüllerde taht kurmuştur. Mesleğinde, meşrebinde, tarz ve üslubunda insanı esas almış, ona ulaşmanın yollarını çizmiş, onun inşa ve ikmaline büyük önem vermiştir.
Said Nursî, ihlâs-ı tammı, engin tefekkürü, hadsiz fedakârlığı, toprakvari mahviyeti, imtizaçkârane ruhu, yoğun şefkati, enaniyetsiz büyüklüğü, rekabetsiz hizmeti, gösterişsiz ve hâlis ubudiyeti, metin sadakatı ile çağın beklenen halaskârı olmuştur. Yirminci yüzyılda Asr-ı Saadet modelini çağa yansıtmış, Darü’l-Erkam ve Ashab-ı Suffa usulünü yaygınlaştırarak durgun ve donuk kitleleri aşk-ı hakikat ile harekete geçirmiştir. İslâm idealini, dinin ulvî ve kudsî gayelerini, her türlü şahsî ihtiras ve menfaatlerin üzerinde tutmuştur. İzzet-i diniyeyi muhafaza etmiş, ihlâs, istiğna, ferağat ve azamî iktisadi hayatına temel esaslar yapmıştır. Merkezden muhite yayılan bir hizmet anlayışı içerisinde ise kendinden başlamış, nefsine hitap etmiştir. Onun hizmet enerjisi, belli bir mekâna, belli bir zamana, belli bir muhite inhisar etmemiş, sürekli ve hasbî hizmet anlayışını her mekânda, her zamanda, her şart altında sürdürmüştür.
Elhasıl: Risale-i Nur doğrudan doğruya Kur’ân’dan telemmü etmiştir. Risale-i Nur:
“Takdir-i Hüda, kuvve-i bazu ile dönmez
Bir şem’a ki, Mevlâ yaka, üflemekle sönmez” hakikatına mazhar olmuştur.
Risale-i Nur yüklü mesajı, keskin fikri ve derin ilmi itibarı ile “muallim” vasfını; nefisleri tezkiye, kalbleri tatmin, ruhları tezhip etmesi itibariyle de “mürebbi” sıfatını taşır.
Risale-i Nurun mütalâası, insana insanı unutturur, insanı marifet iklimine ulaştırır, Kur’ân’ın esrar ve envarında yoğurur, şekillendirir, tasaffi ettirir. İnsanı Resulullah’a, Kur’ân’a, Allah’a bağlar. Esmâ ve sıfat-ı İlâhiyede tayerân, aşk ve muhabbet-i ilahiyede seyeran verir.
İşte böyle bir Kur’ân tefsiri ve hakikat manzumesine bütün İslam âlemi, belki umum beşer hidayet noktasından muhtaçtır. Ve her geçen gün, bu ihtiyaç artacak, Risale-i Nur insaniyetin gündeminde kıyâmete kadar tazeliğini koruyacaktır.
____________________
1. 1949 yılında Erzurum’un Hınıs ilçesinde doğdu. 1970 yılında Atatürk Üniversitesi İşletme Fakültesinibitirdi. 1970-72 yılları arasında Erzurum Ticaret Lisesinde meslek dersleri öğretmeni olarak görev yaptı.
1972’de İşletme Fakültesine asistan oldu. 1976’da doktorasını tamamlayan Şener Dilek, 1983 yılında doçent, 1989 yılında ise profesörlüğe yükseldi.
Halen İnönü Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesinde öğretim elemanı olarak görev yapmaktadır.
Risale-i Nur’da derin bir vukufu bulunan Prof. Dr. Şener Dilek’in kendi sahasında yayınlanmış çalışmaları bulunmaktadır.
2. Nursi, B. S, Münazarat, Sözler Yayınevi, 1977, s. 11.
3. Nursi, B. S, Sözler, Envar Neşriyat, s. 131.
4. Nursi, B. S, Mesnevi-i Nuriye, Envar Neşriyat, s. 168.
5. Nursi, B. S, Mektubat, Envar Neşriyat, s. 222.
6. Nursi, B. S, Sözler, s. 217.
7. Nursi, B. S, Lem’alar, Sinan Matbaası, 1959, s. 160.
8. Nursi, B. S, İşaratü’l-İ’caz, Envar Neşriyat, s. 124.
9. Nursi, B. S, İşaratü’l-İ’caz, Envar Neşriyat s. 125.
10. Nursi, B. S, Mektubat, s. 319.
11. Nursi, B. S, Sözler, s. 365.
12. Nursi, B. S, Tarihçe-i Hayat, Envar Neşriyat, s. 609.
13. Nursi, B. S, Mektubat, s. 71.
14. Nursi, B. S, Kastamonu Lâhikası, Envar Neşriyat, s. 189.
15. Nursi, B. S, Kastamonu Lâhikası, Envar Neşriyat, s. 190.
16. Nursi, B. S, Kastamonu Lâhikası, Envar Neşriyat, s. 126.
17. Nursi, B. S, Emirdağ Lâhikası, Sinan Matbaası, s. 73.
18. Nursi, B. S, Lem’alar, s. 171.
19. Nursi, B. S, Tarihçe-i Hayat, s. 629.
20. Nursi, B. S, Mektubat, s. 264.
21. Nursi, B. S, Tarihçe-i Hayat, s. 629.
22. Nursi, B. S, Kastamonu Lâhikası, s. 122.
23. Nursi, B. S, Tarihçe-i Hayat, s. 701.
24. Nursi, B. S, Hutbe-i Şâmiye, s. 38.
25. Nursi, B. S, Münazarat, s. 9.
26. Nursi, B. S, Tarihçe-i Hayat, s. 133.
27. Nursi, B. S, Mektubat, s. 366.
28. Nursi, B. S, Mektubat, s. 367.
29. Nursi, B. S, Sünuhat, Tülûat, İşârât, s. 28.
30. Nursi, B. S, Tarihçe-i Hayat, s. 478.
31. Nursi, B. S, Mektubat, s. 319.
32. Nursi, B. S, Tarihçe-i Hayat, s. 678.
33. Nursi, B. S, Kastamonu Lâhikası, s. 12.
34. Nursi, B. S, Hutbe-i Şamiye, s. 18.
35. A.g.e., s. 7.
36. Nursi, B. S, Emirdağ Lâhikası-2, s. 241.
37. Nursi, B. S, A.g.e., s. 242.
38. Nursi, B. S, Emirdağ Lâhikası-1, s. 18.
39. Nursi, B. S, Sözler, s. 571.
40. Nursi, B. S, Mektubat, s. 48.
41. Nursi, B. S, Emirdağ Lâhikası-2, s. 36
42. Nursi, B. S, Şuâlar, s. 202.
43. A.g.e., s. 202.
44. Nursi, B. S, Emirdağ Lâhikası-1, s. 57
45. Nursi, B. S, Mektubat, s. 49.
46. Nursi, B. S, Kastamonu Lâhikası, s. 113.
47. Nursi, B. S, Sünuhat, Tülûat, İşârât, s. 46.
48. A.g.e., s. 46.
49. Nursi, B. S, Kastamonu Lâhikası, s. 123.
50. Nursi, B. S, Mektubat, s. 48. , Kastamonu Lâhikası, s. 109.
51. Nursi, B. S, Sözler, s. 314.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1992
BEDİÜZZAMAN’IN SİYASİ VE SOSYAL GÖRÜŞLERİ IŞIĞINDA CUMHURİYET İDEALİNİN ANAHTARI
Prof. Dr. MİM KEMAL ÖKE 1
(Boğaziçi Üniversitesi)
Bediüzzaman’ın, “Ben zaten dindar bir cumhuriyetçiyim” sözleri, belki bir yerde 21. yüzyıla girerken insanlığın itirafla gelebileceği noktayı o günlerde âdeta ilâhi bir kanun olarak tesbitinden kaynaklanmaktadır.
Bediüzzaman Said Nursi’nin, “Yeni Said” olarak tanımlanan döneme intibaktan sonra kendini tamamen “iman hakikatleri”ni neşre ve tebliğe hasrettiği, üzerinde tartışma götürmez bir gerçektir. Dolayısıyla bu tebliğimizin amacı, onun bu gayesine hizmet edebilecek siyasi ve sosyal ortamın özelliklerini satırbaşlarıyla da olsa işaret etmekten ibaret kalacaktır.
Hiç şüphesiz araştırmacılar, Bediüzzaman’ın telif ettiği Risale-i Nurları taradıklarında; onun, ilâhiyatın dışındaki sahalarda da görüşlerinin ipuçlarını yakalayacaklardır.
Osmanlı Türkiye’sinin Mutlakiyet ve II. Meşrutiyet dönemlerinde aktif olarak siyasetin içinde gördüğümüz “Eski Said”, bu siyasi aktivitesinin yanında, bir milis kumandanı olarak “Keçekülahlılar”ın başında Doğu Anadolunun Rus-Ermeni karma güçlerince istilasına bilfiil çarpışarak karşı çıkmıştır.
Bediüzzaman, İslâm dünyasının selâmeti ve İttihad-ı İslâm dâvasına hizmette gerekli olduğuna inandığı bütün platformlarda bilfiil hizmette bulunmuştur. Çünkü onun amacı, insana ve insanlığa hizmettir.
İnsan, İslâma göre “eşref-i mahlûkat”tır. Hele Müslümanlar için bu şeref, uğruna kâinatın halk edildiği Habibullahın ümmeti olmakla en büyük değerini kazanmıştır. Böylelikle, Müslümanların, dünya hayatında hem çeşitli hakları, hem de mesuliyetleri vardır. Bu cümleden olmak üzere Müslümanlar “medeniyet”e layıktır. O günlerde İslâm âleminin iktisadî zaafiyet ve siyasi açıdan da sömürgecilerin tahakkümü altında oldukları düşünülürse, Bediüzzaman’ın neden Müslümanların içinde bulundukları ortamı hazmedemediği ortaya çıkacaktır.
İşte, bu konuda sözü ona bırakalım:
“Hakiki medeniyet, nev-i insanın terakki ve tekemmülüne ve mahiyet-i nev’iyyesinin kuvveden fiile çıkmasına hizmet ettiğinden, bu nokta-i nazardan medeniyeti istemek, insaniyeti istemektir.
“Hem de mânâ-yı meşrutiyete ibtilâ ve muhabbetimin sebebi budur ki: Asyanın ve âlem-i İslâmın istikbalde terakkisinin birinci kapısı, meşrutiyet-i meşrûa ve şeriat dairesindeki hürriyettir. Ve tâli ve taht ve baht-ı İslâmın anahtarı da, meşrutiyetteki şûradır.”2
Yukarıdaki ifadede, onun süzgecinde insanımıza hizmet için medeniyetin şart olduğu, bu medeniyetin maalesef kaybedildiği, ihyası içinde İslâm âleminin meşrutî idareye geçmesi icap ettiği, bu hürriyetin oluşacağı zeminin ise İslâmî akaide uygun bulunması gerektiği fevkalâde berrak, birbiri içine geçmiş anahtar kavramlarla vurgulanmaktadır.
Devamla Bediüzzaman, meşrutiyet ve hürriyetin de millî esaslar dahilinde vücut bulabileceğini, çağın dönemecini kavramış bir düşünür olarak açıkça vazeder. Ancak millî hayatın şekil bulacağı bir yapılanma, onun “frenk illeti” olarak tavsif ettiği “asabiyete” yada “menfi” bir cereyana geçit vermemelidir. Çünkü, bu cereyan İslâm âlemine “tefrika” getirecektir.
Bediüzzaman, “hayat-ı içtimaiyenin ihtiyac-ı dâhiliyesinden ileri gelen” müsbet milliyet fikrini vurgular ki, bu da İslâmın kabul ettiği şekilde nihaî ittihada varılacak durak mahiyetindedir. Şöyle ki: Ona göre “müsbet fikr-i milliyet, İslâmiyete hâdim olmalı, kal’a olmalı, yerine geçmemeli”dir.3
Bediüzzaman, gönlünde, meşrutiyetin daha tekamül etmiş çerçevesi olarak mütalaa ettiği cumhuriyetin de siyasi kültüründe, idarenin dine hizmetkâr olması gerektiğine işaret eder. Ona göre, Şark, yani İslâm toplulukları ahlâk, mâneviyat ve kültür üzerine yoğunlaşmışlar ve bu dinamiklerden hareketle içtimai kalkınlamaları sağlamışlardır. Bu itibarla kültürün temel taşı olan İslâm gerek hürriyetin sınırlarını belirleyen bir çerçeve, gerekse “milletin ihyasını” sağlayan normlar olarak korunmalıdır.
Emirdağ Lahikası’nda, devrin Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a yazdığı bir mektupta, bu düşüncelerini dâvâsının esas yörüngesi olarak ifade eder:
“Biz dini siyasete âlet değil, belki rıza-yı ilâhîden başka hiç birşeye, hattâ dünyaya ve saltanata âlet etmemek bizim esas mesleğimiz olduğundan...
“Evet, biz dini siyasete âlet değil, belki vatan ve milletin dehşetli zararına siyaseti mutassıbâne dinsizliğe âlet edenlere karşı, bizim siyasete bakmamıza mecburiyet-i kat’iye olduğu zaman, vazifemiz siyaseti dine âlet ve dost yapmaktır ki, üç yüz elli milyon kardeşlerin uhuvvetini bu vatandaki kardeşlere kazandırmaya sebep olsun.”4
Bediüzzaman zaten bu hususları devrin Meclisine de açıkça belirtmişti. Millî Mücadeleyi kazandıran unsurun İslâmın baş tacı edildiği Kuva-yı Milliye ruhu olduğundan hareketle, bu cereyanın İslâm âleminde Türkler hakkında ne kadar müsbet yankılar yaptığına, dolayısı ile yardımlara sebep olduğuna işaret etmiştir.
Şimdi ise ülkenin kurtuluşunda ve Cumhuriyetin kuruluşunda denenmiş ve tutmuş olan yaklaşımın sürdürülmesini tavsiye edecektir. Bunu yaparken endişesi, o devirde giderek Türkiye’ye sirayet etmekte olan materyalizm, pozitivizm gibi cereyanlardır.
“Ben hükümet-i cumhuriyeyi, ilcâât-ı zamana göre bir kısım kanun-u medenîyi kabul etmiş ve vatan ve millete zarar veren dinsizlik cereyanlarına meydan vermeyen bir hükümet-i İslâmiye biliyorum” demekle, insanlığın, medeniyetin, cumhuriyetin “meşveret-i şer’iyeye girmeden” yükselmeyeceği inancını tekrarlamaktadır.
Osmanlı devletinin son yıllarında meşrutiyetin ilânı ile hürriyetin ilânı arasında çok fark yoktur. Aralarındaki nüanslar hürriyetin teorik, meşrutiyetin ise pratik olması ve kurumlara dayanmasındandır. Başka bir ifadeyle hürriyetin kurumlaşacağı rejim meşruti özellikler taşıyan rejimlerdir.
Bediüzzaman, meşrutiyetten bahsederken daima “meşrua” sıfatını eklemektedir. Bundan kasdı meşrutiyetin şeriat, yani İslâmın esaslarına uygun olmasıdır. Burada da zikredilecek unsurlar, şeriatın çerçevelediği meşrutiyetin özellikleridir.
Bediüzzaman, meşrutiyeti tarif ederken şöyle demektedir:
“Meşrutiyet ve kanun-u esasi işittiğiniz mesele ise; hakiki adalet ve meşveret-i şerriyyeden ibarettir. Hüsn-ü telakki ediniz. Muhafazasına çalışınız.”5
Keyfi yönetimlerin ve şahsi tasarrufların önüne ancak parlamenter yönetimlerle geçilebileceği, tarihin gösterdiği bir vakıadır. Milletin temsilcilerinden oluşan parlamento yine milletin menfaatini gözeterek en uygun kararları alacaktır. Yetkinin parlamentoda toplanmasının temelinde milletin hürriyeti ve adaletin sağlanması maksadı yatmaktadır.
Bediüzzaman, meşrutiyetin bir anayasal rejim olduğunu daima zikreder. “Meşrutiyet ve kanun-u esasi ise”6 şeklinde açıklamalarda bulunurken bu iki kavramı birbiriyle özdeş olarak kullanmaktadır.
Bediüzzaman, “yaşasın Kur’ân-ı Kerim’in kanun-u esasileri”7 demek suretiyle bizim toplumsal kurum ve kuruluşlarımızın İslâma dayandığını kaydetmektedir.
Bir toplumun başta yönetici ve yönetilenleri olmak üzere her ferdi; kendisini bağlayan, temel hak ve hürriyetler ile sorumluluklarını düzenleyen, önceden belli olan ve genel kabul gören kurallar bütününe sahip olunca pek çok sû-i istimallerin önü alınacak ve kurallar bütünü olan anayasa düzeninin istikrarlı bir şekilde devam etmesini sağlayacaktır.
Bu açıdan meşrutiyetin İslâmın mahiyetinde bulunduğuna dikkati çeken Bediüzzaman, bu anlayışı ile benimsediği siyasî görüş olarak hukukun üstünlüğüne dayalı, hürriyetçi ve âdil bir siyasi yapının tasvirini yapıyordu.
Onun Asr-ı Saâdeti ve dört halife devrini örnek göstererek adalet, meşveret ve kanun hâkimiyeti şeklindeki unsurla belirlediği bir model, aslında ideal bir cumhuriyetten başka birşey değildir.
Cumhuriyet hakkındaki görüşünü, henüz Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önce yukarıdaki ana esaslarla ortaya koyan Bediüzzaman, 1923’ten sonra, cumhurî rejime muhalefet iddialarıyla zaman zaman mahkemelere verilmiştir. Bunlardan 1935 yılında sevkedildiği Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde, cumhuriyet hakkında ne düşündüğü sorulduğunda, cevap olarak: “Eskişehir Mahkeme Reisinden başka daha sizler dünyaya gelmeden benim dindar bir cumhuriyetçi olduğumu tarihçe-i hayatım isbat eder” diyerek karşılık vermiş ve buna delil olarak Siirt’te ilimle meşgul olduğu sırada, kendisine gelen çorbaları karıncalara verişini anlatmış; bunun sebebini soranlara ise:
“Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. O cumhuriyetperverliklerine hürmeten tanelerini karıncalara verirdim”8 diyerek cevap vermiştir.
Esas olarak bu muhtevaya sahip bir cumhuriyet görüşü benimsediğini gördüğümüz Bediüzzaman, Türkiye’de 1923’den sonra karşılaşılan laik cumhuriyet uygulaması hakkında da yer yer görüşlerini ifade etmek zorunda kalmıştır. Ona göre, Batılı mânâdaki laik cumhuriyetin dine karşı herhangi menfi bir tavır takınmaması gerekir.
Bugün dünyada, özellikle de Batının ilerlemiş sanayi toplumlarında sadece iktisadî dürtülerle hareket eden bir toplumun demokrasiyi yaşatamayacağını, demokrasiyi ise sadece din ve kültürle tezyin etmiş faziletli insanların idame ettirebileceği düşünceleri, geçmişin acı tecrübeleri ışığında artık kabul gören prensipler haline gelmiştir.
Bediüzzaman’ın “Ben zaten dindar bir cumhuriyetçiyim” sözleri belki, bir yerde 21. yüzyıla girerken insanlığın itirafla gelebileceği noktayı o günlerde âdeta İlâhi bir kanun olarak tesbitinden kaynaklanmaktadır, diyebiliriz.
____________________
1. 1955’te İstanbul’da doğdu. Şişli Terakki Lisesinden sonra, İstanbul Amerikan Robert Kolejini bitirdi. İngiltere’de Cambridge’te iktisat ve tarih dallarında yüksek tahsilini 1977 yılında ikmal etti. Sussex (MA), Cambridge (M. Phil) ve İstanbul Üniversitelerinde ihtisas yaptı. 1979’da Birleşmiş Milletler Güvenlik Kuruluna bağlı Filistin Dairesinde çalıştı. Yurt dışındaki dergilerde muhtelif makaleleri ve yakınçağ Osmanlı tarihine ait kitapları vardır. 1984’de doçent, 1985’de TRT Kurumunda Türk Siyasal Tarihi dallarında genel müdür danışmanı oldu. Bu arada TRT’ye çeşitli tarihi diziler hazırladı. 1990’da profesörlüğe yükseldi. Halen Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim görevini devam ettirmekte, günlük bir gazetede tarihi makaleler yazmakta, çeşitli kültürel vakıflarda yönetim kurulu üyesi olarak hizmet vermekte, görsel medya türünde televizyon programı yapım çalışmalarına, fikrî ve tarihî araştırmalarına devam etmektedir. 10’un üzerinde Türkçe ve İngilizce olarak yayınlanmış eseri ve çok sayıda ilmî makalesi mevcuttur.
2. Bediüzzaman Said Nursi. Divan-ı Harb-i Örfi, s. 41.
3. Bediüzzaman Said Nursi. Mektubat, s. 299.
4. Bediüzzaman Said Nursi. Emirdağ Lahikası, 2:16.
5. Bediüzzaman Said Nursi. Divan-ı Harb-i Örfi, s. 13.
6. A.g.e., s.13.
7. Bediüzzaman Said Nursi. Hutbe-i Şâmiye, s.53.
8. Bediüzzaman Said Nursi. Tarihçe-i Hayat. s,332.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1992
YENİ BİR ÎMAN MEKTEBİ OLARAK RİSÂLE-İ NUR
Doç. Dr. AHMET AKGÜNDÜZ1
(Selçuk Üniversitesi)
Risale-i Nur, yeni bir iman mektebi olarak Kur’ân’ın hakikatlerini asrın idrakine uygun olarak izah ederken, kâinat kitabından misaller vererek ilimlerin ışığında Kur’ân’ı tefsir etmekte, İslâmiyetin hakiki ilimlerin zübdesi ve özü olduğunu da ortaya koymaktadır.
I. Allah’a giden yollar ve Risâle-i Nur
Yaratılışın en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi Allah’a imandır. En büyük dâvâ da Allah’ı tanıyarak ebedî saâdeti kazanmaktır. Bu sebeple İslâm tefekkür tarihinde, âlimlerin üzerinde durduğu, mütefekkirlerin üzerinde zekâ yorduğu, filozofların bütün tafsilatıyla tartıştığı en önemli mevzu, Allah’a ve sıfatlarına iman; Allah’ın varlığının ve birliğinin bilinmesi ve isbatı olmuştur.
İslâm fikir tarihi tetkik edildiğinde, marifet-i Sâni denilen kemâlât arşına uzanan yolların dört asla ircâ edilebileceğini görüyoruz:
Birincisi:
Tasfiye ve işrak üzerine kurulmuş olan ehl-i tasavvufun yoludur. Tasfiye, zikir ve ibadetlerle kalbi ve aklı mâsivâdan arındırarak Allah’a ve Onun marifetine ulaşmaya çalışmaktır. İşrak ise, keşif ve ilham ile insanı Allah’a götüren yolları bulmaya gayrettir. Her ikisinde de marifetullah yolunda kalb ayağıyla gidilmeye çalışılır. Bu seyr ü sülûkün anahtarı ve vesileleri, zikr-i ilâhî ve tefekkürdür. İmam-Rabbânî’nin ifadesiyle, “Bütün tariklerin nokta-i müntehâsı, iman hakikatlerinin vuzûh ve inkişafıdır.”2 Yine İmam-ı Rabbânî’nin tasnifine göre, tasavvuf tariki, velâyet-i suğrâdır.3 İmam-ı Rabbânîler, Abdülkâdir-i Geylânîler ve Bâyezîd-i Bistâmîler, bu yolun manevî reisleri arasında yer alırlar.
İkincisi:
İslâmın itikat esaslarını muhafaza ve müdafaa için kelâm denilen bir ilim teşekkül ettiren kelamcıların yoludur ki, Allah’ı tanıma ve isbat hususunda bunların dayandıkları en mühim iki esas, imkân ve hudûs denilen delillerdir. Bunlar, bu iki delili kullanırken, akla ve nazarî esaslara istinat ederler. Fahreddin Râzîler, Teftezânîler ve İmam Gazalîler, bu yolun manevî reisleri arasındadırlar.
Bu her iki yol da, her ne kadar Kur’ân’dan ilham alarak dal budak salmışlar ise de, beşer fikri bunları başka başka kalıplara soktukları için uzunlaşmış, müşkülleşmiş ve bazı vehimlerden ve vartalardan mahfuz kalamamıştır. Kelamcıların bazı ifrat ve tefritlerini kelam kitaplarında okuduğumuz gibi, ehl-i tasavvufun bazı vartalarını da, Bediüzzaman’ın “Telvîhât-ı Tis’a” adını verdiği risâlesinden öğreniyoruz.
Üçüncüsü:
Şüphelerle dolu olan ve sahiplerini de şüpheler içinde bırakan İslâm filozoflarının yoludur ki, İbn-i Sinalar, Farabiler, Kindîler gibi bir kısmı aklı esas alarak yürüyen ve kendilerine Meşşâiyyûn veya Aristocular tabir edilenler ile Sühreverdîler ve İbn-i Tufeyl’ler gibi ilham ve kalbe sezişi esas alan ve kendilere İşrâkıyyûn tabir edilenler, bu yolun yolcusudurlar. Felsefenin fâsit birtakım esasları ve müntesiplerini sürüklediği vahim neticelerinden dolayı, İslâm filozoflarından olan İbn-i Sina ve Farabi gibi dâhiler, âdî bir mü’min derecesini ancak kazanabilmişlerdir. Hatta İmam-ı Gazali gibi bir hüccetü’l-İslâm, onlara o dereceyi de vermemiştir.4
Dördüncüsü:
Risâle-i Nurun esas mesleğini teşkil eden Kur’ân’ın yoludur.5 Bu ifadeden, öteki yolların Kur’ân dışı olduğu şeklinde bir mânâ çıkarılmamalıdır. Ne demek olduğunu isterseniz, Bediüzzaman’dan dinleyelim:
“Risâle-i Nur, sâir ulemânın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve nazarı ile ders vermez ve evliyâ misillû yalnız kalbin keşif ve zevkiyle hareket etmiyor. Belki akıl ve kalbin ittihat ve imtizacı ve ruh ve sâir letâifin teâvünü ayağıyla hareket ederek evc-i âlâya uçar. Taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişemediği yerlere çıkar; hakaik-i imâniyeyi kör gözüne de gösterir.” 6
Risâle-i Nurun telif edildiği Yeni Said devresini anlatırken de, İmam-ı Rabbânî’nin “Tevhîd-i Kıble et; yani yalnız bir üstadın arkasından git” şeklindeki manevî ikazından sonra kalbine şöyle geldiğini anlatmaktadır:
“Üstad-ı hakiki Kur’ân’dır. Tevhîd-i kıble bu üstadla olur’ diye, yalnız o üstad-ı kudsînin irşadıyla, hem kalbi, hem ruhu gayet garip bir tarzda sülûka başladılar. Nefs-i emmâresi de, şekler ve şüpheleriyle onu manevî ve ilmî mücahedeye mecbur etti. Gözü kapalı olarak değil, belki İmam-ı Gazali, Mevlânâ Celâleddin ve İmam-ı Rabbânî gibi kalb, ruh, akıl gözleri açık olarak gezmiş. Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, Kur’ân’ın dersiyle ve irşadıyla hakikata bir yol bulmuş, girmiş. Hattâ “Her şeyde bir delil var; gösteriyor ki, Allah bir” meâlindeki hakikata mazhar olduğunu Risâle-i Nur ile göstermiş.” 7
Kur’ân’ın Allah’ı isbat ederken kullandığı ihtirâ ve inâyet delillerini, asrımızda gelişen ilimlerle birleştirerek şerh eden Risâle-i Nurun evvelâ bu asırda yeni bir iman mektebi olarak ifa ettiği fonksiyonu ve sonra da diğer İslâm âlimlerinin eserlerinden ve mesleklerinden farkını, yine Bediüzzaman’dan dinleyelim:
“Risâle-i Nur, yalnız bir cüz’î tahribatı ve bir küçük haneyi tamir etmiyor. Belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhît kal’ayı tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslâha çalışmıyor, belki, bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsit âletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umûmîyi ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun ve bâhusus avâm-ı mü’minînin istinadgâhları olan İslâmî esasların ve cereyanların ve şeâirlerin kırılmasıyla bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi, Kur’ân’ın i’câzıyla ve imanın ilâçlarıyla tedavi etmeye çalışıyor.” 8
Diğer eserlerden farkı ise, şöyle ortaya konuluyor:
“Eski mübarek zatların ekseri divanları ve ulemânın bir kısım risaleleri, imanın ve marifetin neticelerinden ve meyvelerinden bahsederler. Onların zamanlarında, imanın esaslarına ve köklerine hücum yok idi ve erkân-ı iman sarsılmıyordu. Şimdi ise, köklerine ve erkânına şiddetli ve cemâatli bir sûrette taarruz var. O divanlar ve risâlelerin çoğu, has mü’minlere ve fertlere hitap ederler. Bu zamanın dehşetli taarruzunu def edemiyorlar. Risâle-i Nur ise, Kur’ân’ın bir mânevî mûcizesi olarak, imanın esaslarını kurtarıyor ve mevcut ve muhkem imandan istifade cihetine değil, belki çok deliller ve parlak bürhanlar ile imanın isbatına, tahakkukuna, muhafazasına ve şüphelerden kurtarılmasına hizmet etmektedir.
“Diğer ulemânın eserleri der ki: Veli ol, gör, makâmata çık, bak; nurları, feyizleri al. Risale-i Nur ise der: Her kim olursan ol, bak, gör; yalnız gözünü aç, hakikatı müşahede et, saâdet-i ebediyenin anahtarı olan imanını kurtar.” 9
Kısaca Risâle-i Nur, mânen şu beyti terennüm etmektedir:
Elde Kur’ân gibi bir mu’cize-i bâkî varken, başka bürhân aramak aklıma zâid görünür.
Elde Kur’ân gibi bir bürhân-ı hakikat varken, münkirleri ilzâm için gönlüme sıklet mi gelir? 10
Ehl-i tasavvuf ve kelâmcılar da bu yolun ulvîliğini ve umumiliğini haber vermişlerdir
Kur’ân’dan ilham alınan diğer önemli iki yolun müntesibleri, yani ehl-i tasavvuf ve kelamcılar da, Kur’ân’ın bu umumî caddesinin üstünlüğünü ve umumîliğini, tâ kendi asırlarında idrak etmişler ve müntesiblerine haber vermişlerdir. Bunlardan sadece ikisini kısaca nakledeceğiz.
Ehl-i tasavvufdan İmam-ı Rabbânî Mektûbât adlı eserinin 1. cildinin 301. ila 302. ve 3. cildinin “122. mektubu”nda özetle şunları söylemektedir:
“Ulûhiyyetin en büyük dellalı Hz. Peygamberdir. Hz. Peygamberin âleme neşretmiş olduğu kemâlât-ı nübüvvete insanı ulaştıran iki yol vardır: Birincisi velâyet-i suğrâ da denilen velâyet yoludur ki, perdelidir ve ulaşılması kolay değildir. Çok makamları kat’ etmek icap eder. İkincisi ise, velâyet-i kübrâ tabir edilir ki, verâset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikata bir yol açmaktır. Bu yol, enbiyâya, sahâbelere, tabiinlere, bazı büyük tabe-i tâbiînlere ve âhirzamanda gelecek olan bir cemâate hasdır. Bu yol, kısadır, kolaydır ve tehlikesizdir.”11
Bediüzzaman da İmam-ı Rabbânî’yi şöyle tasdik ediyor:
“Cadde-i kübrâ, elbette velâyet-i kübrâ sâhipleri olan sahâbe, asfiyâ, tâbiîn, eimme-i ehl-i beyt ve eimme-i müçtehidîn caddesidir ki, doğrudan doğruya Kur’ân’ın birinci tabaka şâkirtleridir.”12
“İşte Risâle-i Nur, bu câmi ve küllî ve yüksek mârifet caddesini tefsir edip, bin seneden beri Kur’ân aleyhine ve İslâmiyet ve insaniyet zararına tarhibatçı küllî cereyanlarına karşı, Kur’ân ve iman namına müdafaa ediyor”13 ve İmam-ı Rabbânî’nin bahsettiği yolu, Risâle-i Nurun açtığını Nurları okuyan gönüller ve kalbler, hem idrak ve hem de tasdik ediyor.
Kelâmcılardan ise, bir kelam, tefsir, fıkıh ve kısaca şer’î ve aklî ilimlerde dâhi olan Fahreddin Râzi’yi duymayan ve bilmeyen yok gibidir. Onun bir tefsir şaheseri olan Mefâtîh’ul-Ğayb, yani gaybın anahtarları veya gerçekten büyük olan 30 ciltlik et-Tefsirü’l-Kebîr adlı tesiri; el-Muhassal ve el-Erbaîn adlı kitapları başta olmak üzere kelâma dair elliye yakın eseri, kendisine, “İmam” ünvanının verilmesine sebep olmuştur.
Razi’nin vasiyetinden bazı hakikatleri beraber dinleyelim:
“Ey din kardeşlerim! Ve imanda yakini isteyen dostlarım! İnsanlar derler: İnsan vefat edince, mahlûkatla alakası kesilir. Bu umumi kaide iki açıdan tahsis edilmiştir: Birincisi, eğer amel-i sâlih kalırsa, bu duaya vesile olur. Duanın da Allah katında bitmeyen izleri vardır. İkincisi ise, çocukların terbiyesi ve mazlumların hakkı da alakayı devam ettiren hususlardır.
“Birinci husus için derim ki:
“Bilesiniz ki, ben ilmi seven bir insandım. Her konuda kalem oynattım. Hak-bâtıl, faydalı faydasız demeden yazdıklarımın ne kemiyeti ve ne de keyfiyetine vâkıf değilim. Ancak bana ait muteber eserlere baktığımda, gördüm ki:
“Gözle gördüğümüz şu âlem, bir müdebbirin tedbiri altındadır. O müdebbir, misil ve nazirlerden münezzeh ve kemâl-i kudret, ilim ve rahmetle muttasıfdır. Kelâm ilminin bütün ma’rifet yollarını denedim. Bunların hiç birinde, Kur’ân’da bulduğum manevî fayda ve lezzete denk gelebilecek bir fayda göremedim. Zira Kur’ân, azamet ve celâlin külliyen Allah’a verilmesini delilleriyle gösteriyor ve iman meselelerinde derin kelamî delillerle münakaşa edilmesini men ediyor. Bunun tek sebebi, Kur’ân’ın sâhibinin, beşerin aklının bu tür müphem ve derin münakaşalarda karıştıracağını ve şaşıracağını bilmesidir”14
İşte bu sebepledir ki Bediüzzaman şu tesbitleri rahatlıkla yapmaktadır:
“Madem hakikat böyledir. Ben tahmin ediyorum ki, Eğer Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî ve Şah-ı Nakşibend ve İmam-ı Rabbânî gibi zatlar, bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imâniyenin ve akâid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi. Çünkü, saâdet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekâvet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennete gidemez, fakat tasavvufsuz Cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakâik-i imaniye gıdâdır. Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakâik-i imâniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise, Cenab-ı Hakkın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaika çıkılacak bir yol bulunsa, o yola karşı lâkayd kalmak, elbette kâr-ı akıl değil.”15
İşte o yol, Risale-i Nurdur. Çünkü Risale-i Nur, Kur’ân’ın hakiki bir tefsiridir.
II. Risâle-i Nur, Kur’ân’ın hakiki ve mânevi bir tefsiridir
Risale-i Nurun bu zikredilen özelliği, Kur’ân’ın bu asrın idrakine uygun hakiki ve manevî bir tefsiri olmasından kaynaklanmaktadır. Bilindiği gibi, tefsir iki kısımdır:
Birincisi: Lafzî tefsirdir. 350 bin adede ulaşan bu mânâda tefsirler, Kur’ân’ın ibaresini ve lafızlarını izah ederler. Cümlelerinden çıkarılabilecek itikâdî, amelî ve ahlâkî hükümleri çıkarırlar. Dirâyet ve rivâyet tefsirleri adıyla kendi arasında kısımlara ayrılan bu mânâda Kur’ân tefsiri, eski ulemâ tarafından telif edilmiştir.
İkincisi:
Mânevî tefsirdir ki, Kur’ân’ın hakikatlarını tefsir ve izah ederler. Risâle-i Nur, bu ikinci kısım tefsirlerin en kuvvetlisi ve en kıymettarıdır.16
Risale-i Nur Kur’ân’ın hakiki bir tefsiri olduğuna göre, Kur’ân neyin tefsiridir? Ve Kur’ân’ın esas maksadı ve beyan ettiği hakikatler nelerdir? Bu suallerin cevabı, Risale-i Nurun neden hakiki ve manevî bir Kur’ân tefsiri olduğunun da cevabı olacaktır.
Evvelâ: Kur’ân, Allah’ın Tekvîn sıfatından doğan kâinat kitabının ezelî tercümesidir. Yani kudret kalemiyle kâinat kitabını yazan Allah, bu kitabını Kelam sıfatından neş’et eden Kur’ân denilen ezelî kelâmıyla tercüme etmiştir. İslâmiyetin yüceliği, kâinat kitabının kaideleri ile Kur’ân’ın kaideleri arasında mutabakat bulunmasındandır. Bu sebepledir ki, İslâmiyet fıtrat dini olmuştur. Risale-i Nur da, bu ezelî tercümenin izahı ve tefsiri mahiyetindedir.
Sâniyen: Kur’ân’ın ana maksadı, hikmet tarafından, kâinata sorulan “Ey kainat! Nereden? Ve kimin emriyle geliyorsunuz? Sultanınız kimdir? Delil ve hatibiniz kimdir? Vazifeniz nedir? Ve nereye gideceksiniz?” şeklindeki sorulara cevap vermektedir.
Salisen: Kur’ân, “Şu sorulara dört ana maksadım vardır” diyerek cevap vermiştir ki, kâinatın ustası olan Allah’ın isbatı, yani tevhid, nübüvvet, cismani haşir ve ibadet ve adaletten ibaret bulunan bu dört maksat, Kur’ân’ın her yerine intişar eylemiştir.
O halde Kur’ân’ın asıl maksadı bu dört hakikatın beyanıdır ve Kur’ân’ın kâinattan bahsedişi, bu dört ana maksadı izah edebilmek içindir. Zaten kâinat kitabının sureleri, âyetleri ve harfleri demek olan masnu ve mahluklar, Kur’ân’ın bu dört hakikatını âkıl olan kimselere anlatmak için kudret kalemiyle yazılmışlardır.
Buradan şu hakikat ortaya çıkıyor: Kur’ân’ın konusu kâinat olduğu gibi, ilimlerin de konusu kâinâttır. Kur’ân da, ilimler de, kâinat kitabının bablarını ve fasıllarını, sûrelerini ve âyetlerini izah etmektedirler. O halde hakiki hikmet ve ilimlerden hiçbirinin Kur’ân’a muhâlif olması mümkün değildir. Zira Kur’ân, kâinat kitabının müellifi tarafından yapılan tercümesidir; ilimler ise, aynı kitabın acemileri ve mübtedîleri tarafından yapılan izahıdır. Fizik, kimya ve matematik gibi ilimler, kâinât kitabının hükümlerini açıklayan fenlerdir.
İşte Risâle-i Nur, Kur’ân’ın dört ana maksadı olan tevhîd, nübüvvet, haşir ve adâlet hakikatlerini, Kur’ân’ın kâinat kitabını tercümesinden ilham alarak, kâinat kitabından âyetlerle ve temsil sırrıyla izah eden bir tefsirdir. Kur’ân’ın hakikatlerini kâinat kitabından verdiği misallerle ve temsil yoluyla tefsir ve izah ettiğinden, aynı zamanda kâinat kitabının da bir tefsiri mahiyetindedir. Bu sebeple, Risâle-i Nur, araştırma konusu, kâinat kitabının bu bâbı veya faslı olan müsbet ilimlerin kâinatla ilgili olarak ortaya koyduğu ve mutlak intizâmı ve nizâmı gerektiren ilim kâidelerinde, Kur’ân’ın ana maksatlarını isbat etmekte ve kör gözlere de göstermektedir. Yani Risâle-i Nur, ilimlerle içiçedir ve mevzu bütünlükleri vardır. Kur’ân’ın mevzuları içine girmiş kâinatla ilgili meselelerde, aynı konuyu araştıran ilimlerin kaidelerini de kullanarak, tevhîd, nübüvvet, haşir ve adâlet esaslarını açıklar.
Buna bazı misaller verelim:
Bütün müsbet ilimler, ortaya koydukları ilmî esaslar ile, kâinattaki bir nev’in nizam ve intizamını anlatmaktadırlar. Göz ile ilgili bilimlerin, gözdeki nizamı anlattıkları gibi. Bu konuda, ilim ve Kur’ân müttefiktir. Yani her ikisi de, kâinat kitabının intizam içinde yazılmış olduklarını ittifakla kabul etmektedirler. İşte Kur’ân ve onun hakiki bir tefsiri olan Risâle-i Nur, ilimlerin diliyle sâbit olan bu intizam ve nizamın, ittifak ile kâinat Sultânının saltanatını ve san’atını ilân ettiğini, görmeyen gözlere gösterir. Bir kısım ilim adamlarını inkâra götüren ilmin kaideleriyle Kur’ân’ın dört ana maksadını izah ve isbat eder.
İşte tevhîde dair kâinattan Halıkını soran bir seyyahın müşahedelerinden bir misal:
“Yağmura bakar görür ki; yağmurun taneleri sayısınca menfaatler ve katreleri adedince Rahmânî cilveler ve latîf ve mübârek katreler, o kadar muntazam ve güzel halkediliyor ki, hususan yaz mevsiminde gelen dolu, o kadar mizan ve intizam ile gönderiliyor ve iniyor ki, fırtınalar ile çalkalanan ve büyük şeyleri çarpıştıran şiddetli rüzgârlar, onların muvazene ve intizamlarını bozmuyor; katreleri birbirine çarpıp, birleştirip, zararlı kütleler yapmıyor. Ve bunlar gibi çok hakîmâne işlerde ve bilhâssa zîhâyatta çalıştırılan basit ve câmit ve şuursuz hidrojen ve oksijen gibi iki basit maddeden terekküp eden bu su, yüzbinlerle hikmetli ve şuurlu ve muhtelif hizmetlerde ve sanatlarda istihdam ediliyor. Demek bu tecessüm etmiş ayn-ı rahmet olan yağmur, ancak bir Rahmân-ı Rahîm’in hazîne-i gaybiye-i Rahmetinde yapılıyor.”17
Haşre dair misali de verelim ve kâinat kitabından bazı masnûları, mahlukları, tasarrufları ve yapılan işleri nazara vererek, ilimlerin diliyle âhirete imanı nasıl isbat ettiğini Bediüzzaman’ın şu ifadelerinden dinleyelim:
“Nakkâş-ı Ezelî, gözümüzün önünde, kışın beyaz sayfasını çevirip, bahar ve yaz yeşil yaprağını açıp, rûy-ı arzın sayfasında üç yüz binden ziyâde nevi’leri, Kudret ve Kader kalemiyle ahsen-i sûret üzere yazar. Birbiri içinde birbirine karışmaz. Beraber yazar; birbirine mâni olmaz. Teşkilce, sûretçe birbirinden ayrı, hiç şaşırtmaz. Yanlış yazmaz. Evet, en büyük bir ağacın ruh programını bir nokta gibi en küçük bir çekirdekte derc edip muhafaza eden Zât-ı Hakîm-i Hafîz, vefat edenlerin ruhlarını nasıl muhâfaza eder, denilir mi? Ve küre-i arzı bir sapan taşı gibi çeviren Zât-ı Kadîr, âhirete giden misâfirlerinin yolunda, nasıl bu arzı kaldıracak veya dağıtacak denilir mi?”18
Nübüvvete dair olan kısa bir delili de zikredelim:
“Hem şu âlemin Sâni-i Zülcelâli, bütün güzel masnûatıyla kendini zîşuur olanlara tanıttırması ve kıymetli nimetler ile kendini onlara sevdirmesi, bizzarûre onun mukabilinde, zîşuur olanlara marziyyâtı ve arzuyu İlâhiyelerini bir elçi vasıtasıyla bildirmesini istemesine mukabil, en âlâ ve ekmel bir surette Kur’ân vasıtasıyla o marziyyât ve arzuları beyan eden ve getiren, yine bilbedâhe O Zattır (a.s.m.).”19
Kısaca, ilimlerin diliyle Kur’ân’ın dört ana maksadını izah ve isbat eder. Risâle-i Nur, bu noktada öylesine Kur’ân’a âyine olmuştur ki, 6000 sayfayı bulan külliyatta tevhîd, nübüvvet, haşir ve adalet mevzularına ayrılmış kısımlar, eğer Kur’ân âyetlerinde aynı mevzulara tahsis olunan nisbetlerle mukayese edilecek olursa, ikisinin birbirine yakın oldukları görülecektir.
III. Netice
Risâle-i Nur, sadece kelamda değil, Kur’ân’ın maksatlarını ve iman hakikatlerini izahta ve marifet-i Sâni hususunda, bir tecdit hareketidir ve kökü mazide ve Asr-ı Saâdette olan yeni bir iman mektebidir. Risâle-i Nur yeni bir iman mektebi olarak sadece Kur’ân’ın hakikatlerini asrın idrâkine uygun olarak izah etmekle kalmamakta, kâinat kitabından misaller vererek, ilimlerin ışığında Kur’ân’ı tefsir etmekle, Kur’ân’ın ezelî tercümesi olduğu kâinât kitabının her bir mevcut ilimlerinde de konusu olmakla, İslâmiyetin hakiki ilimlerin zübdesi ve özü olduğunu da ortaya koymaktadır.
Öte yandan Kur’ân’ın hakikatlerini kâinat kitabından misallerle izah ve tefsir etmekle, kelam sıfatından doğan Kur’ân kitabı ile kudret kaleminden doğan kâinat kitabının kanunları ve kaideleri arasında tam bir mutabakat bulunduğunu isbat eylemektedir. Böylece, bu özelliğiyle İslâmiyetin, hevâ ve heves içinde dönüp dolaşan, bazan ışık ve bazan zulmet veren ve çabuk değişen diğer din ve doktrinlerden mümtaz ve serfirâz olduğunu akıllara anlatmaktadır.
Kâinat kitabının her bir harfi ve âyetinin birer Kur’ân hakikatinin menbaı ve nümûnesi olduğunu göstermekle, kâinat kitabındaki hakikatlere nazar-ı dikkatleri çekiyor.20 Meselâ diyor:
“Şimdi kuşlara bak! Onların söyleşmeleri ve cıvıldaşmaları, bir Sâni-i Hakîmin intâk ve söyletmesi olduğuna delil ise, hayret verir bir tarzda, birbirine o seslerle müdâvele-i hissiyât ve ifade-i maksad etmeleridir.”21
Hülâsa Risâle-i Nurlar, “tasavvur değil tasdiktir; teslim değil imandır; marifet değil, şehâdettir, şuhuddur; taklit değil hakikidir; iltizâm değil, iz’ândır; tasavvuf değil hakikattır; dâvâ değil, dâvâ içinde bürhandır.”22
Ve “bu memlekette, bu asırda, bu milleti, anarşilikten, tereddî ve tedenni-i mutlaktan kurtaracak yegâne çare, Risâle-i Nur’un esâsâtıdır.”23
____________________
1. 1955 yılında Çüngüş kazasının Malkaya köyünde doğdu. İlkokulu adı geçen köyde bitiren Akgündüz, babası Cuma Akgündüz’den Osmanlıca öğrendi. Gaziantep Lisesi’ne devam ederken Arapçayı da öğrenen Akgündüz, 1982 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun oldu. Mezuniyetini müteâkip Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesinin Kamu Hukuku Bölümü Hukuk Tarihi Anabilimdalına Araştırma Görevlisi olarak girdi ve aynı yıl yüksek lisansına da başladı. 1983 Kasım’ında Prof. Dr. Halil Cin’in nezaretinde doktorasına başlayan Akgündüz, “İslâm Hukukunda ve Osmanlı Tatbikatında Vakıf Müessesesi” adlı teziyle ilgili araştırmalarda bulunmak üzere 1985 yılının ilk yarısında kazandığı araştırma bursuyla Kuveyt’e gitti. 1986 Ağustos’unda doktor ünvanını aldı ve bunun müteâkiben Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesine Hukuk Tarihi Yardımcısı Doçenti tayin edildi. 1984-1985 ve 1985-1986 ders yıllarında Dicle Hukuk’da ve 1986-1987 ders yılından beri de Selçuk Hukuk’da Türk Hukuk Tarihi ve Genel Hukuk Tarihi derslerini yürüten Akgündüz, Kasım 1986 döneminde Arapça’dan ve Nisan 1987 döneminden ise İngilizce’den doçentlik dil sınavlarını kazandı. 3 Kasım 1987 tarihinde doçent oldu ve aynı fakültenin ilgili bilim dalına doçent olarak tayin edildi. 1986-1988 tarihleri araında Başbakanlık Osmanlı Arşivinde “Osmanlı Kanunnâmeleri” üzerinde araştırma yapan Akgündüz’ün 10’a yakın eseri ve çok sayıda te’lif ve tercüme ile ilgili ilmî makaleleri bulunmaktadır. Akgündüz, İngilizce, Arapça ve Farsça bilmektedir; evli ve iki çocuk babasıdır.
2. Bediüzzaman, Mektûbât, 5. Mektûb, sh. 22
3. İmam Rabbânî, Mektûbât, c. 2, sh. 363 vd.; Bediüzzaman, Mektûbât, 5. Mektûb, sh.22
4. Bediüzzaman, Sözler, 30. Söz, sh. 543
5. Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye, 252-253; Muhâkemât, Âsâr-ı Bedîiyye, 252
6. Bediüzzaman, Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, 189
7. Bediüzzaman, Mesnevî Nuriye, sh. 7-8
8. Bediüzzaman, Şualar, 179
9. Bediüzzaman, Sikke-i Tasdîk, Gaybî, sh. 188
10. Bediüzzaman, Sözler, 365
11. İmam-ı Rabbânî, Mektûbât, C.1, sh. 361-366 (31 ve 302. Mektublar); III, 184-186 (122. Mektûb); Bediüzzaman, Mektûbât, 5. Mektûb, sh. 22-23
12. Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbât, s. 85
13. Bediüzzaman Said Nursî, Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, s. 218.
14. Fahreddin Razi. et-Tefsirü’l-Kebir, c.1, Mukaddime
15. Nursî, Mektûbât, s. 23
16. Bediüzzaman Said Nursî, Şu’alar, s.425.
17. A. g. e., s. 108-109.
18. Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 81-82.
19. Nursî, Mektubat, s. 213.
20. Bediüzzaman Said Nursî, (Muhakemat) Âsâr-ı Bediiiyye, s. 163-165.
21. Nursî, Sözler, s. 671.
22. Nursî, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 239.
23. A. g. e., s. 185.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1992
MÜCEDDİDLİK VE BEDİÜZZAMAN
Dr. COLİN TURNER1
(Durham Üniversitesi - İNGİLTERE)
İnancım odur ki, Risale-i Nur kâinatı olduğu gibi takdim eden, Kur’ân’ı Resulullahın murad ettiği gibi tefsir eden, modern insana musallat olmuş asıl tehlikeli hastalıklara tedavi çareleri sunan yegâne İslâmî eserdir. Bu yüzden Bediüzzaman’ın müceddid ünvanına layık olduğuna inanıyorum.
Ebû Dâvûd’un Sünen’inde Kitabü’l-Melâhim bölümü şu hadis-i şerifle başlar: “Her asrın başında Allah bu ümmete, dinlerini tecdit etmek üzere birisini gönderecektir.”
Hadislerin yorumlanması, her zaman için Kur’ân’ı tefsir etmekten çok daha fazla problem arz etmiştir. Bunun en âşikâr sebebini ise, hadislerin sahih olup olmadığı konusu teşkil etmiştir. (Gerçi bundan başka sebepler de vardır; ancak burada bizi bunlar ilgilendirmiyor.) Hadislerin hepsinin birden sahih kabul edilmediği bilinmektedir. Gerçekte, Resulullaha atfedilen sözlerin pek az bir kısmı üzerinde hadis âlimleri ittifak etmişlerdir. El-Muvatta’ ile Müslim ve Buhârî’yi hariç tutarsak, hadis kitaplarının çoğunda, sahih kabul edilen hadisler zayıf veya mevzû hadislerle yan yana yer almaktadır. Hattâ sahih kabul edilen hadisler bile bu sahanın uzmanları tarafından sorgulanmış ve tenkit edilmiştir.
Müceddid hadisi de bu kaidenin dışında değildir. Ebû Dâvûd’un kendisinin dahi, bu hadisin Resulullaha izafe edilmesini şüpheyle karşıladığı görülmektedir. Diğer âlimler ise, hadisin senedindeki, yani râviler zincirindeki son iki halkanın şüpheli oluşuna dikkat çekmektedirler. Diğer muhaddisler ise, bu hadisin değişik rivâyetlerini, herhangi bir kaynak belirtmeksizin, sanki kendi sözleriymiş gibi nakletmekte, yahut hiçbir senet zikretmeden hadisi Resulullaha izafe etmektedirler.
Hadis alanında uzman olmadığım için, bu rivayetlerin sıhhati üzerinde söz söylemek elbette bana düşmez. Şahsî fikrimi belirtmek gerekirse, müceddidlik konusunda zihnimi kurcalayan birtakım meseleler vardır; ancak hadisin sıhhati, yani bizzat Resulullah tarafından söylenip söylenmediği hususu, bunlar arasında değildir. Çünkü hadis sahih olsun veya olmasın, ifade ettiği bir gerçek vardır ki, bu gerçek geçmişte birçok topluluklar tarafından yaşanmıştır, bugün bizim zamanımızda ve hattâ şurada toplandığımız sırada bile yaşanmaktadır.
Beni rahatsız eden asıl konu ise, Müslümanların bu hadisi çoğu zaman kendi maksatlarına uygun şekilde yorumlamış olmalarıdır. Aslında bu sadece hadise münhasır bir durum da değildir; sıhhati her türlü şüphenin üzerinde bulunan Kur’ân’da dahi birçok âyet, birtakım şahsî mülâhazalara uyacak şekilde ve kasıtlı olarak yanlış tefsir edilmiştir.
Müceddid listelerinin tanzimi
Müslüman âlimlerin bu hadise ilgisi, hemen hemen daima şahsiyetler, yani müceddidlerin kimlikleri üzerinde temerküz etmiştir. Tecdid mefhumu, bu mefhumun mâhiyeti ve lüzumu ise, eğer münakaşa edilmişse bile nâdiren edilmiştir. Bu hadis Müslümanlar arasında yayıldıkça ve nesilden nesle intikal ettikçe, birçok farklı müceddid listeleri de tanzim edilmiştir. Eğer bu listeleri düzenleyenlerin sayısınca farklı müceddid listeleri çıkacak olsa, bu beni hiç şaşırtmayacaktır. Şu ana kadar gördüğüm listeler yirmiyi aşmış bulunuyor; her ne kadar bazı isimler birden fazla listede yer alsa da, hiçbir liste diğerini tutmamaktadır. Müceddid olarak kabul edilen kimselere ait bu listeleri inceleyen bir kimse, herbir listenin, o listeyi düzenleyenin mensup olduğu kaynaktan rengini aldığını görmeden geçemeyecektir. Meselâ bir Hanbelî tarafından düzenlenmiş bir liste büyük ihtimalle yalnız Hanbelîlerden ibaret kalacak, bir ehl-i tasavvufun listesi yalnız ehl-i tasavvufu içine alacaktır. Kısacası, herhangi bir akıma, bir daireye veya bir ideolojik gruba mensup olan bir âlim, bu hadisi kendi üstadlarına tatbik etmeye meyillidir. Hattâ bir kraliyet sarayına mensup bir âlim tarafından hazırlandığında şüphe bulunmayan bir liste vardır ki, bu listedeki herbir müceddid ismi ya bir krala veya bir sultana âittir.
Bir müceddidin nasıl tanındığı ve nasıl müceddid olarak seçildiği konusunda görüş birliği olmadığı için-nihayet bu bir makam veya vazifenin ünvanı değil, sadece bir şeref ünvanı olduğuna göre-belki de farklı listeler kaçınılmaz olacaktır. Bundan daha az mültefit, fakat daha gerçekçi bir izah tarzı ise, bana göre şu olmalıdır: Aslında biz şahıslara fazlaca düşkünüz; “bizden birinin” yüksek bir makama terfi etmesi ise, onlar adına bizde bir gurur ve tatmin duygusunu ortaya çıkarmaktadır.
Bu meselede daha başka münakaşalı konular da vardır. Meselâ, ilk iki müceddidin Ömer bin Abdülaziz ile eş-Şâfiî olduğunda birçok âlim ittifak ederler ki, bunlardan birincisi 101, ikincisi 204 yılında vefat etmiştir. Bu iki zâtın İslâm dâvâsına hizmetlerini hiç kimse inkâr edemez. Fakat müceddidlerin teşhisinde esas alınan tarihin, bu zâtların ölüm tarihleri olduğunu fark etmemek de elde değildir. Gerçi bu, İslâmî biyografilerde ölüm tarihlerinin esas alınması şeklindeki gelenekle uyum halindedir; ancak hadisin lâfzına pek uygun düşmemektedir. Çünkü asrın başlangıcından hemen sonra bu iki zât ölmüştür; dolayısıyla dini tecdit veya tâmir etmeleri imkânsızdır. Bu yüzdendir ki, daha sonraki âlimler, asrın başlangıcından sonra müceddidin hayatta ve faal bulunmasını şart koşmuşlardır. Bu defa da, İslâma hizmetleri her türlü şüphenin ötesinde olduğu halde ölüm tarihleri hadisin târifine uymadığı için müceddid ünvanına lâyık görülmeyen âlimlerin durumu, başka bir problem olarak ortaya çıkmaktadır.
Sayısız âlimlerin, başka âlimler tarafından hazırlanmış listeleri tartışmak ve bunlara reddiyeler düzmek için harcadıkları zaman ve enerji ise başka bir konudur.
Kısacası, yorumu bu ölçüde bağnazlığa ve partizanlığa müsait olan pek az hadis vardır.
Yine de, bu münakaşaların hiçbiri müceddid hadisinin kendisiyle alâkalı değildir; dolayısıyla, bazı âlimlerin yaptığı gibi hadisin reddine bir sebep teşkil etmemelidir. Öyle sanıyorum ki, müceddid hadisinin sıhhatiyle ilgili olarak lehte ve aleyhte yürütülen tartışmalar, her ne kadar kendi içlerinde aydınlatıcı olsalar da, meselenin esasından çok uzak düşmektedir. Resulullaha atfedildiği halde Kur’ân’la ve mantıkla çelişen ve reddedilmesi gereken sözler bulunduğu gibi, Kur’ân ve mantık tarafından desteklenen nice hakikatler vardır ki, bir hadis halinde ifade edilmemiştir. Herhangi bir hadisin sıhhatini sınamak için akla gelebilecek nisbeten emin bir yol, bizzat Resulullah tarafından gösterilmiştir: “Benim sözüm olarak size söylenen bir sözü Allah’ın kitabıyla karşılaştırın. Ona uyan ne varsa bendendir-onu gerçekten söylemiş olayım veya olmayayım.”Bu ölçüye dayanarak, müceddid hadisini reddetmek için hiçbir sebep görmediğim gibi, kabul etmek için de pek çok sebep bulabiliyorum.
Ancak bunu da bazı kayıtlarla söyleyebiliyorum. Bu hadisi hiç değilse mânâ itibarıyla doğru kabul etmenin şartı, içinde bazı müphem tarafların-veya başka bir deyişle tâbirlerindeki esnekliğin-mevcudiyetini göz önüne almaktır. Hadiste geçen men kelimesi, Arapçada bir veya birden fazla kişiyi ifade edebilir. Dolayısıyla, herhangi bir çağda birden fazla müceddidin bulunma ihtimalini dikkate almak zorundayız. Yüz yıllık bir zaman dilimi ise, değişik mânâları içine alabilen popüler bir deyimdir: yedi ve kırk rakamları gibi. Bu deyim, kesin ve tam bir 100 yıl esasına göre tekrarlanan bir tecdit devresinin işareti olarak alınmamalıdır. Benim inancıma göre hadisin mânâsı, ihtiyaçların gerektirdiği zamanlarda, îman ve İslâmı, vahyin ruhuna ve çağın ihtiyaçlarına uygun şekilde insanlara nasıl sunmak gerekiyorsa hayatları ve eserleriyle öylece sunan kişi ve kişileri Allah’ın ilhâma mazhar ettiği yönündedir. Böylece, müceddid, son derece önemli iki şeyi birden gerçekleştirmiş olur.
Birincisi: Kur’ân’ı, nasıl anlaşılması murad edilmişse ve 1400 küsür sene önce nasıl indirilmişse, öylece kendi çağının insanlarına sunar.
İkincisi: Bunu da, kendi çağının insanlarının anlayış seviyelerine uygun bir şekilde yapar, böylece Kur’ân’ın 7. yüzyılda Mekke ve Medine halkından gizli kalmış yönlerini keşfeder. Bence tecdidin gerçek mânâsı da budur. Nur dergisinin kapağındaki şu yazı, bana daima bu hakikati hatırlatmaktadır: “Zaman ihtiyarlandıkça Kur’ân gençleşiyor, rumuzu tavazzuh ediyor.”
Aziz Peygamberimiz de Kur’ân’ın daha sonraki nesiller tarafından anlaşılacak yönlerinin bulunduğunu söylemiş, böylece tecdid mefhumuna îmâda bulunmuştur.
Müceddidin lüzum ve ehemmiyeti
Müceddidin lüzum ve ehemmiyetini gösteren aklî ve naklî pek çok delil vardır. Kur’ân, âyet-i kerîmenin bildirdiği gibi, eğer bütün insanlara ve bütün zamanlara bir İlâhî hitap ise, ve Yaratanın vaad ettiği gibi hidâyet isteyen herkesi Allah doğru yola iletiyorsa, bu demektir ki, her çağda Kur’ân’ı yeniden açıklamakla ve ancak zamanı geldikçe mânâsı anlaşılacak hakikatlerini keşfetmekle vazifeli kişi yahut kişiler bulunacaktır. Bu kişiler ise âlimlerdir. “Âlimler” ile, “Kulları arasında Allah’tan ancak âlimler korkar” (35:28) meâlindeki âyet-i kerîmede işaret edilen kimseleri kastediyorum-yoksa ilâhiyat veya hukuk alanında uzmanlaşmış olanları değil. Bu ikinciler bilgi sahibi oldukları halde Kur’ân’ın kastettiği mânâda âlim olmayabilirler.
Âlimler arasında da, diğerlerine nisbetle kâinatı anlayışı daha geniş ve Kur’ân’a daha yakın olanlar bulunacaktır. Bunlar müceddidlerdir.
Ulemâ olarak müceddidler, başka bir meşhur hadisin belirttiği gibi, peygamberlerin vârisleridir. Böylece tecdid, peygamberliğin bir uzantısı olarak, müceddidler de kendi zamanlarının bir nevi peygamberi olarak görülebilir. Burada “peygamber” kelimesini ihtiyatla kullanıyorum; benim kastetmediğim bir mânâyı bu kelimeden kimsenin alelacele çıkarmayacağından da eminim. Bir müceddidin, Allah tarafından gönderilmiş peygamberler gibi vahye mazhar olmadığı âşikâr-dır. Müceddid hatâya düşebilir ve bazan da kusurlu insandır; enbi-yânın sahip olduğu peygamberlik hassalarından hiçbirine sahip değildir. Peygambere İlâhî vahiy suretinde gönderilmiş bulunan Kur’ân’ın kelimeleri kesindir ve değiştirilemez; müceddidin sözleri ise değiştirilip düzeltilebilir ve, tecdidin devamlılık arz eden mâhiyeti göz önüne alındığında, mutlaka değiştirilecektir. Peygamberlerin bir sonuncusu, bir mührü, bir hâtemi vardır; müceddidlerin ise yoktur. Dünya durdukça ve zaman ilerledikçe, daha öncekilerin yerini almak üzere, Kur’ân’ın daha fazla sırlarını açığa çıkaracak yeni müceddidler de daima olacaktır, ilh.
Çağımızda müceddidlik ve Bediüzzaman
Çağımıza gelince, İslâm ümmetinin durumuna şöylece bir bakmak, tecdide olan ihtiyacımızın hiçbir zaman bugünkü kadar şiddetli olmadığını göstermeye kâfi gelecektir. Bu husus üzerinde uzun uzun durmaya gerek yoktur.
Problem, bizim Müslüman olmayışımızdan kaynaklanmıyor- bilâkis, sayımız neredeyse 1 milyar. Problemin kaynağı, çoğumuzun inanmayışında yatıyor. İnananların dahi çoğu yetersiz bir şekilde inanmakta ve sadece Allah’a inanmak yerine, Onun yanı sıra şeriklere de inanmaktadır. “Onların çoğu, Allah’a ortak koşmaksızın Ona inanmazlar” (12:106) meâlindeki âyet-i kerîme, günümüzü ve çağımızı son derece yakından ilgilendirmektedir. Bugün hücuma mâruz kalan İslâmın dış kaleleri değil, îman temellerinin tâ kendisidir. Bu yüzden, günümüz dünyasında bir müceddidin en mühim vazifesi îmânı kurtarmak ve günümüzde dine ve inançlara yöneltilen bütün şüphe ve hücumlara karşı durabilecek bir kesinlik seviyesine yükseltmektir. Bu da, insan aklıyla beraber kalbe ve diğer kabiliyetlere birden hitap edebilen bir bakış açısına ihtiyaç göstermektedir. Bu ise, ruhla beraber aklı da tatmin edecek bir şekilde kâinat kitabını anlamayı gerektirir. Çağımız, Kur’ân’ın inişine tekaddüm eden Cahiliyet Devrini andırmaktadır. Bu ene devridir, başıboş bırakılmış nefs-i emmârenin devridir. Kurtuluşumuz için zarurî olan tecdid ise, insanı topyekûn yeniden inşâ etmekten daha aşağı bir iş değildir. Bu, insan ruhuna Allah’ı aksettiren bir îman, İslâm ve ihsan elbisesi giydirmek demektir. Bugün müceddidin vazifesi işte budur.
Son yirmi beş yılda “İslâmî uyanıştan,” İslâmî devletlerden, İslâm kanunlarını getirmekten pek çok söz edildi. Hattâ bu arada bir de “İslâmî” ihtilâl gördük. “Müslüman,” “İslâm” ve “İslâmî” kelimeleri her tarafta... “Allah” ve “îman” kelimelerini ise nâdiren işitiyoruz. İşte bu yüzden Risale-i Nur tek başına ortada durmaktadır.
Fakat Risale-i Nur ve Müellifine dönmeden önce, “müceddid”in târifini içine alan şu ifadeleri inceleyelim:
“Her asır başında hadisçe geleceği tebşir edilen dinin yüksek hâdimleri, emr-i dinde mübtedi’ değil, müttebi’dirler. Yani, kendilerinden ve yeniden birşey ihdâs etmezler, yeni ahkâm getirmezler. Esâsât ve ahkâm-ı diniyeye ve sünen-i Muhammediyeye (a.s.m.) harfiyen ittibâ yoluyla dini takvim ve tahkim ve dinin hakikat ve asliyetini izhar ve ona karıştırılmak istenilen ebâtılı ref’ ve iptal, ve dine vâki tecâvüzleri red ve imhâ ve evâmir-i Rabbâniyeyi ikame ve ahkâm-ı İlâhiyenin şerâfet ve ulviyetini izhar ve ilân ederler. Ancak tavr-ı esâsîyi bozmadan ve ruh-u aslîyi rencide etmeden, yeni izah tarzlarıyla, zamanın fehmine uygun yeni iknâ usulleriyle ve yeni tevcihât ve tafsilât ile ifâ-i vazife ederler.” (Şuâlar, s. 563.)
Müceddidliğin bu târifi ışığında, Risale-i Nur’u inceleyen bir kimse, bu külliyatın 5 bin sayfasından herhangi birinde tecdid alâmetlerini teşhis etmekte ve bir Müceddidin mührünü görmekte zorluk çekmeyecektir.
Çünkü Risale-i Nur, Kur’ân hazinelerinin çağımıza bakan bir tefsiridir. Eğer Kur’ân’ı kâinat için bir rehber kitap olarak anlayabiliyorsak, Risale-i Nur da Kur’ân için bir rehberdir. Bu çağın en dehşetli hastalığının inançsızlık olduğunu doğru bir şekilde teşhis eden Risale-i Nur Müellifi, Kur’ân’ın esas umdelerini, kendiliğinden birşey katmaksızın yine Kur’ân ile tefsir eder. Risale-i Nur ile diğer tefsirler arasındaki başlıca fark, Risale-i Nur’un tahkikî îmana öncelik vermesi ve yirminci yüzyıl insanı için mânâ ifade edecek bir şekilde konuşmasıdır.
Benim bildiğim kadarıyla, Risale-i Nur, insanların îman ile ilgili olarak karşılaştıkları problemleri tutarlı bir şekilde ele alan, Kur’ân’a dayalı ve şümullü bir irşad külliyatı olarak halihazırda yegânedir. Eğer insan ebediyen yok oluş tehdidinden kurtulmak istiyorsa îmânı anlamak, îmanı geliştirip arttırmanın lüzumunu anlamak zorundadır. Ben, Risale-i Nur’un bize bu anlayışı kazandırdığına inanıyorum. Risale-i Nur, inanmayanlara, inançsızlıklarının hiçbir fayda sağlamadığını gösterir; inananlara ise, îmanlarını tekrar değerlendirmenin ve teyid ve takviye etmenin yollarını öğretir. Bu husus son derece önemlidir; çünkü İslâm dünyasındaki umumî gerilemenin sebebi, Hıristiyanlıkta olduğu gibi birtakım ilmî gelişmelerin ortaya çıkardığı doktrin yetersizliği değil, Müslümanların îmanlarını korumakta gösterdikleri zaaftır. Batının Hıristiyanlığı bir kenara iterek maddî gelişmeyi sağladığı bir gerçektir; İslâm dünyasında ise, dinin ihmâli ancak gerileme ile neticelenmiştir-öyle bir gerileme ki, hâlâ bizimle beraberdir ve bizi terk etmeye de pek niyeti yoktur.
Bizim başlıca zaaflarımızdan birisi, daha önce de gördüğümüz gibi, esâsât yerine fer’î, ikinci derecede meselelere gereğinden çok fazla önem vermemizdir. Risale-i Nur bu dengesizliği gidererek önceliği îman hakikatlerine verir ki, bu hakikatlerin anlaşılmaması halinde zâten diğer bütün fer’î meseleler mânâsız kalacaktır.
Netice olarak şunu söyleyebilirim: Yıllar süren araştırma ve karşılaştırmalarım sonunda inancım odur ki, Risale-i Nur, kâinatı olduğu gibi gören, îman hakikatini olduğu gibi takdim eden, Kur’ân’ı Resulullahın murad ettiği gibi tefsir eden, modern insana musallat olmuş asıl tehlikeli hastalıkları teşhis edip kalıcı tedâvi çareleri sunan, kendi içinde yeterli ve şümullü yegâne İslâmî eserdir.
Bu yüzden, Risale-i Nur Müellifinin, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde müceddid ünvanına lâyık olduğuna inanıyorum. Zamanının yegâne müceddidi olup olmadığını, yahut Risale-i Nur’un yegâne tecdid eseri olup olmadığını bilemem; ama daha önce söylediğimi tekrarlamak gerekirse, yarı ömrümü alan arayışlarımın sonunda, müceddid ünvanına Risale-i Nur Müellifinden daha lâyık bir kimseyi bulamadığımı söyleyebilirim.
Bununla beraber, Bediüzzaman Said Nursî için sadece parlak methiyeler sıralamak üzere buraya çıkmadığımı da belirtmek isterim. Çünkü Bediüzzaman’ın bizzat kendisi, kişinin değil, onun getirdiği mesajın önem taşıdığını defalarca belirtmiştir. Bu noktada Türkiye’deki Risale-i Nur talebelerine söyleyeceğim şundan ibarettir:
Kardeşlerimizin yüzyıllar boyunca yaptıkları ve bugün de bazılarının hâlâ tekrarlamakta oldukları hatâlara düşmeyin. Zira Resulullahın Arap oluşunu ve Arapça bir Kur’ân ile gelişini bazı Arap kardeşlerimiz yanlış bir şan ve şeref vesilesi yapmış, hattâ birçoğu için İslâm ve Resulullah, nefislerinin yahut egolarının âdetâ bir uzantısı haline gelmiştir. Onların gözünde İslâm, kendilerinin mülkiyeti altında birşey, kendi kültürlerinin bir zeyli, sahip oldukları bir mal olup çıkmıştır. Risale-i Nur talebeleri bu tuzağa düşmekten kaçınmalıdırlar. Sizin bölgenizden ve sizin aranızdan bir müceddidin çıkmış olması ne bir gurur, ne bir gösteriş vesilesi olmamalıdır; eğer birşeye vesile olacaksa, sorumluluk duygunuzun artmasına vesile olmalıdır. Çünkü, Risale-i Nur’un yakınında bulunanlar olarak, onun mesajını yaymak ve onun elçileri ve temsilcileri olarak hareket etmek, sizin en büyük vazifenizdir. Risale-i Nur ise ne bir milletin, ne birkaç ferdin malı değildir; o, insanlığa, Rabbinin ilhâmına mazhar ihlâslı bir zattan bir mesajdır ve dolayısıyla hepimize âittir.
Risale-i Nur talebesi olmayan Müslümanlara da söyleyeceğim birtek şey var: Sizi Allah’a ulaştıracak emin ve selâmetli, denenmiş ve sınanmış bir yol arıyorsanız, açık bir zihin ve açık bir kalble Risale-i Nur’a yaklaşın. Kaybedecek hiçbir şeyiniz yok; kazanacak herşeyiniz var.
Kur’ân’ın nûrunu aksettiren, kâinatı aydınlatan ve insanın varlığına mânâ kazandıran Risale-i Nur gibi bir eser görmezlikten gelinemez. Çünkü modern insan ile felâket arasında sadece İslâm (Yaratıcıya teslimiyet) vardır ve, inanıyorum ki, İslâmın geleceği de Risale-i Nur ile onu takip eden ve onun irşâdından ilhâm alanlara bağlıdır.
Vesselâmü aleyküm ve rahmetullah.
____________________
1. 1955 yılında İngiltere’nin Birmingham şehrinde dünyaya geldi. 1975 yılında İslâmla şereflendi. Yüksek tahsilini Durham Üniversitesinde tamamladı. Arapça ve Farsça üzerine ihtisas yaptı.
Daha sonra, İran’da Safevîler döneminde siyasî ve dinî hareketler konusunda doktora yaptı. Halen Manchester Üniversitesinde dersler vermekte ve 17. Asır İslâm Felsefesi konusunda bir eser hazırlamaktadır.
On yıldan fazla bir süredir Risale-i Nur üzerinde çalışmaktadır.
Dr. Turner evli ve üç çocuk babasıdır.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1992
RİSALE-İ NUR’DAN ESMÂ PARILTILARI
ÜMİT ŞİMŞEK 1
(Araştırmacı - Yazar)
Esma-i Hüsnâ’nın, varlıklar üzerindeki muhteşem tecellilerini okumaya başladığımız zaman, bu dünyaya gönderiliş sırrını anlamış ve bu şirin gezegen üzerinden kâinat kitabının sayfalarını okuyan aziz bir misafir olarak Rabbimizi tanımaya, marifetullah ve muhabbetullah deryalarında kulaç atmaya başlamışız demektir.
1. Neden Esmâ
Âyet-i kerîmede, bütün Güzel İsimlerin (Esmâ-i Hüsnâ) Allah’a âit olduğu beyan buyurulur.2 Bir başka âyet-i kerîmede, “Onun isimleriyle adlandırılabilecek başka birisini bilir misin?”3 buyurularak bu mânâ teyid edilir. Daha başka bir âyet-i kerîmede de, Allah’a ortak koşanlar, ilâhlarına isim takmaya çağrılır,4 yani, “Allah’ın güzel isimleri gibi bir ismi, taptığınız varlıklara yakıştırabilecek misiniz?” şeklindeki bir meydan okuma ile karşı karşıya bırakılır.
Bir hadîs-i şerifte ise, Allah’ın doksan dokuz ismi bulunduğu bildirilmiş ve bu isimleri sayanlar Cennetle müjdelenmiştir.5 Ancak âlimler, Allah’ın isimlerinin 99 sayısı ile sınırlı olmadığını, hadisteki murâdın, “en faziletli 99 isim” olarak anlaşılması gerektiğini belirtmişlerdir. Nitekim Resulullah (a.s.m.) Efendimize vahiyle gelen Cevşenü’l-Kebîr’de, Allah’ın bin kadar ismi sayılmaktadır. Büyük Müfessir Fahreddin Razî ise, Allah’ın isimlerinin sonsuz olduğunu Tefsîr-i Kebîr’inde bildirir.
Kur’ân ve hadîsin bizi Allah’ın isimlerini öğrenmeye teşvik etmesi, sadece bir liste ezberletmek gayesine münhasır olamaz. Bu teşvikler, bize yaratılış sırrımızı açıklayan “Ben insanları ve cinleri, ancak Bana ibâdet etsinler diye yarattım”6 meâlindeki âyet-i kerimenin ışığında değerlendirilmelidir. Bu âyet-i kerîmeyi, Bediüzzaman Âyetü’l-Kübrâ’nın Mukaddimesinde şöyle özetler:
İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi Hâlık-ı Kâinatı tanımak ve Ona îmân edip ibâdet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve fariza-i zimmeti, mârifetullah ve îmân-ı billâhtır ve iz’ân ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir.7
Bu açıklamalar bizi, Allah’a îmân ile beraber gelen “mârifetullah” bahsine getirmekte ve bunu, yaratılış ve bu dünyada bulunuş sebebimiz olarak önümüze koymaktadır. Gerçekten de, insanın dünyaya ayak basışından bu yana gelip geçen bütün peygamberlerin ve indirilen kitapların “Allah’a îmân edin” çağrısına karşılık, beşer aklında ilk olarak uyanan şöyle bir sorudur:
Peki, kimdir o Allah? Nasıl bir zâttır? Onu nasıl tanıyacağız?
İşte, Kur’ân’da ve hadîste geçen Allah’ın isimleri, yani Esmâ-i Hüsnâ, bu soruyu cevaplandırmaktadır.
Şöyle düşünelim: İnsan, bütün sevdikleriyle beraber darağacı önünde idam sırasını beklemekte iken, âniden meçhul bir kimsenin lûtfuyla hepsinin birden hayatının bağışlandığını öğrenecek olsa, o târif edilmez sevinçle beraber kalbinde ilk olarak uyanacak duygu, ona ve sevdiklerine bu lûtfu yapanı tanımak iştiyâkı olacaktır.
İşte, bu kararsız dünyada ne aradığını bilemeyen, bütün sevdikleri göz önünde birer birer yok olup giden, kendisi de onlarla beraber ebedî bir yokluğun pençesine düşmek üzere bulunan insan, ebedî bir hayat ve ebedî bir saâdet müjdesini aldığı zaman, kendisine bu müjdeyi göndereni mutlaka tanımak ister.
Kur’ân ise, ilk sûresinin başındaki besmeleden, son sûresine kadar, insana Rabbini güzel isimleriyle tanıtır. İnsana düşen, artık bu isimleri okumak, öğrenmek, mânâlarını keşfetmek, o isimlerin târif ve tavsiflerindeki mertebelerde dolaşmak, böylece bütün varlığını dolduran şükran hislerini sunabileceği bir yer bulmuş olmanın sevinciyle Rabbi hakkındaki bilgisini ve mârifetini arttırarak, Onu sevmek ve kendini Ona sevdirmeye çalışmaktır.
2. Esmâyı okutan anahtar
Bir kuşa ilk baktığınızda, onun uçmak için yaratıldığını anlarsınız. Balığın yüzmek, koyunun süt vermek, devenin susuz çöllerde kumlara batmadan günlerce yol almak üzere yaratılmış ve bu gayelere uygun âlet ve cihazlarla donatılmış olduğu da ilk bakışta hemen anlaşılır.
İnsanın duygu ve kabiliyetleri ise, bütünüyle yukarıda zikredilen âyet-i kerîmeyi tefsir eder mâhiyettedir. Eğer bu dünyaya, “kâinattan Yaratıcısını sormak ve öğrenmek üzere” bir varlık gönderilecekse, bu mutlaka insan olacaktır. Çünkü böyle bir vazife için neye ihtiyacı varsa, hepsi, sonsuza varan bir kabiliyetle ona verilmiş ve öylece gönderilmiştir.
Bunlardan akıl, beş duyu, konuşma ve anlama kabiliyeti gibi ilk hatıra gelenlerin yanı sıra, ülfet perdesi altında gözümüzden kaçan çok önemli bir unsuru, Bediüzzaman Otuzuncu Sözde derinlemesine inceler. Hattâ bu unsuru, “Biz emâneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik; hepsi de yüklenmekten kaçındılar ve ondan korktular. İnsan ise onu yüklendi”8 meâlindeki âyet-i kerîmede geçen emânet deyiminin bir vechi olarak tefsir eder. Bu, ene adıyla bilinen “benlik” duygusundan başka birşey değildir:
“Sâni-i Hakîm, insanın eline emânet olarak, rubûbiyetinin sıfât ve şuûnâtının hakikatlerini gösterecek, tanıttıracak işârât ve nümuneleri câmi bir ene vermiştir-tâ ki o ene, bir vâhid-i kıyâsî olup evsâf-ı rubûbiyet ve şuûnât-ı ulûhiyet bilinsin. Fakat vâhid-i kıyâsî, bir mevcud-u hakikî olmak lâzım değil. Belki hendesedeki farazî hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vâhid-i kıyâsî teşkil edebilir. İlim ve tahakkukla hakikî vücudu lâzım değildir.
“Sual: Niçin Cenâb-ı Hakkın sıfât ve esmâsının mârifeti enâniyete bağlıdır?
“Elcevap: Çünkü mutlak ve muhît bir şeyin hududu ve nihâyeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez ve üstüne bir suret ve bir taayyün vermek için hükmedilmez, mâhiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Ne vakit hakikî veya vehmî bir karanlık ile bir hat çekilse, o vakit bilinir. İşte, Cenâb-ı Hakkın ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfât ve esmâsı muhît, hudutsuz, şeriksiz olduğu için, onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyleyse, hakikî nihâyet ve hadleri olmadığından, farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. [Üstad, bahsin biraz ilerisinde “Vaktâ ki ene vazifesini şu suretle ifâ etti; vâhid-i kıyâsî olan mevhum rubûbiyetini ve farazî mâlikiyetini terk eder” diyerek bu farazî ve vehmî sınırın bir süre sonra ortadan kalkacağını belirtir.] Onu da enâniyet yapar. Kendinde bir rubûbiyet-i mevhûme, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder, bir had çizer. Onunla muhît sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz’ eder. “Buraya kadar benim, ondan sonra Onundur” diye bir taksimat yapar; kendindeki ölçücüklerle onların mâhiyetini yavaş yavaş anlar. Meselâ, daire-i mülkünde mevhum rubûbiyetiyle, daire-i mümkinatta Hâlıkının rubûbiyetini anlar. Ve zâhirî mâlikiyetiyle Hâlıkının hakikî mâlikiyetini fehmeder. Ve “Bu hâneye mâlik olduğum gibi, Hâlık da şu kâinatın mâlikidir” der. Ve cüz’î ilmiyle Onun ilmini fehmeder. Ve kisbî sanatçığıyla o Sâni-i Zülcelâlin ibdâ-ı sanatını anlar. Meselâ, “Ben şu evi nasıl yaptım ve tanzim ettim. Öyle de, şu dünya hânesini birisi yapmış ve tanzim etmiş” der. Ve hâkezâ, bütün sıfât ve şuûnât-ı İlâhiyeyi bir derece bildirecek, gösterecek binler esrarlı ahval ve sıfât ve hissiyat, ene’de münderictir. Demek ene, âyine-misâl ve vâhid-i kıyâsî ve âlet-i inkişaf ve mânâ-yı harfî gibi, mânâsı kendinde olmayan ve başkasının mânâsını gösteren, vücud-u insâniyetin kalın ipinden şuurlu bir tel ve mâhiyet-i beşeriyenin hullesinden ince bir ip ve şahsiyet-i âdemiyetin kitabından bir eliftir.”9
Elinde ene gibi bir anahtarla kâinatın kapılarını açan insan, artık duygularının kendisine getirdiği bilgileri yorumlayarak Rabbini tanımaya hazırdır. Ancak bu, soyut düşüncenin varabileceği en son noktadır. Ve ancak insan düşüncesi, ilim ve temrinle böyle bir merhaleye varabilecek bir kabiliyette yaratılmıştır. Yeteri kadar gelişmiş bir insanın muhayyilesi, kâinattaki atomları tek tek saymaya ihtiyaç duymaksızın, birtakım ilmî hesaplamalarla 79 sıfırlı bir rakamı kullanabilir; yahut kâinatın büyüklüğünü anlamak için galaksi kümelerini tek tek ziyaret etmeyi aklından geçirmeden, ışık yılını ölçü olarak kullanabilir.
Allah’ın sıfat ve isimlerini tanımak için ise bundan daha ileri bir tecrid merhalesine ulaşmış bir zihne ihtiyaç vardır. Çünkü kâinatın atomları da, genişliği de sınırlıdır; İlâhî isimler ve sıfatlabir insanta zaman ve mekân olmak üzere, akla gelebilecek her türlü sınırlamanın üzerindedir. Ve bu isim ve sıfatlarda Allah’ın hiçbir ortağı yahut benzeri yoktur. Bu ise, onların anlaşılmasını bütünüyle imkânsız kılan bir durumdur. Öyleyse, Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi, Allah’ın isim ve sıfatlarını tanımak için, önce benlik duygusunun yardımına, yani kendi sınırlı kabiliyet ve faaliyetlerimizle yapacağımız karşılaştırmalara ihtiyaç vardır. Bu karşılaştırmalar için konulacak hayalî ve vehmî sınırların hiçbir hakikati olmadığını ise, bir müddet sonra yine o duygu bize gösterecektir. Başka bir deyişle, önceleri “Sobam evimi nasıl ısıtıyorsa güneş de dünyayı öyle ısıtıyor” diyeceğiz. Sonra, yeryüzündeki hidrojen bombalarıyla güneşteki nükleer faaliyetler arasında benzetmeler kuracağız. Sonra da, güneşin merkezindeki sıcaklığın 15 milyon derece civarında bulunduğunu hesaplayacağız. Gerçi 15 milyon derece sıcaklığın nasıl birşey olduğunu hiçbir zaman tecrübe edemeyeceğiz ve anlayamayacağız. Fakat bu konudaki âcizliğimiz, öyle bir güneşte böyle bir sıcaklığın bulunması gerektiği yolundaki kesinleşmiş bilgimizi hiçbir zaman zedelemeyecektir. Çünkü elimizde bir ölçü, bir vâhid-i kıyâsî vardır ve Kelvin ölçeğine göre bu sıcaklığı ifade edebileceğimiz bir rakam mevcuttur.
Elinde ene ölçeğiyle kâinattan Rabbini soran insan ise, gerek kâinatın bütününde, gerekse büyük küçük herbir varlıkta, bilhassa canlı varlıklarda aradığı soruların cevabını bulacak ve sonunda, Bediüzzaman’ın tâbiriyle, “bir şahsiyet-i İlâhiye, bir ehadiyet-i Rabbâniye ve sıfât-ı seb’aca mânevî bir sîmâ-i Rahmânî ve temerküz-ü esmâî ve ‘İyyâke na’budu ve iyyâke nestaîn’deki hitâba muhâtap olan Zâtın bir cilve-i taayyünü ve teşahhusu” ile karşılaşacaktır. Yani, şekil ve suretten sonsuz derecede münezzeh bulunan Zât-ı Vâcibü’l-Vücudu, varlıklarda temerküz eden isimlerinin ve yedi kudsî sıfatının meydana getirdiği bir “mânevî sîmâ” ile tanıyacaktır:
“O cüz’î zîhayatlarda pek zâhir bir surette anlaşılır ki, onun Sânii onu görür, bilir, dinler, istediği gibi yapar. Âdetâ, o zîhayatın masnûiyeti arkasında muktedir, muhtar, işitici, bilici, görücü bir zâtın mânevî bir teşahhusu, bir taayyünü îmâna görünür.
“Ve bilhassa, zîhayattan insanın mahlûkiyeti arkasında, gayet âşikâr bir tarzda o mânevî teşahhus, o kudsî taayyün, sırr-ı tevhid ile, îmanla müşahede olunur. Çünkü o teşahhus-u ehadiyetin esasları olan ilim ve kudret ve hayat ve sem’ ve basar gibi mânâların hem nümuneleri insanda var, o nümunelerle onlara işaret eder. Çünkü, meselâ gözü veren zât, hem gözü görür, hem ince bir mânâ olan gözün gördüğünü görür, sonra verir. Evet, senin gözüne bir gözlük yapan gözlükçü usta, göze gözlüğün yakıştığını görür, sonra yapar. Hem kulağı veren zât, elbette o kulağın işittiklerini işitir, sonra yapar, verir. Sâir sıfatlar buna kıyas edilsin.
“Hem, esmânın nakışları ve cilveleri insanda var; onlarla o kudsî mânâlara şehâdet eder.
“Hem insan zaafıyla ve acziyle ve fakrıyla ve cehliyle diğer bir tarzda âyinedarlık edip, yine zaafına, fakrına merhamet eden ve medet veren Zâtın kudretine, ilmine, iradesine ve hâkezâ sâir evsâfına şehâdet eder.
“İşte, dâire-i kesretin müntehâsında ve en dağınık cüz’iyâtında, sırr-ı vahdetle bin bir esmâ-i İlâhiye, zîhayat denilen küçücük mektuplarda temerküz edip açık okunduğundan, o Sâni-i Hakîm zîhayat nüshalarını çok teksir ediyor. Ve bilhassa zîhayatlardan küçüklerin tâifelerini pek çok tarzda nüshalarını teksir eder ve her tarafa neşreder.”10
3. Tasavvuf, ilm-i kelâm ve Risale-i Nur
Ehl-i hakikatin, “hakikat ve mârifetullahı bulmak için kesret dairelerini unutmak”11 şeklindeki yaygın temâyülüne karşılık, Bediüzzaman, tam tersine, kesret dairelerinde mârifetullahın yollarını arar ve bulur. Bunun verâset-i Nübüvvet sırrıyla doğrudan doğruya Kur’ân’dan alınan bir yol olduğunu belirten Bediüzzaman, böylece, Risale-i Nur’un bir tecdid hareketi olduğunu da îmâ eder:
“Muhyiddin-i Arabî’nin nazarına, Fahreddin Râzî’nin ilm-i kelâm vasıtasıyla aldığı mârifetullah ne kadar noksan görülüyor; öyle de, tasavvuf mesleğiyle alınan mârifet dahi, Kur’ân-ı Hakîmden doğrudan doğruya verâset-i Nübüvvet sırrıyla alınan mârifete nisbeten o kadar noksandır. Çünkü, Muhyiddin-i Arabî mesleği huzuru dâimîyi kazanmak için “Lâ mevcûde illâ Hû” deyip, kâinatın vücudunu inkâr edecek bir tarza kadar gelmiş. Ve sâirleri ise, yine huzuru dâimîyi kazanmak için “Lâ meşhûde illâ Hû” deyip, kâinatı nisyân-ı mutlak altına almak gibi acib bir tarza girmişler. Kur’ân-ı Hakîmden alınan mârifet ise, huzuru dâimîyi vermekle beraber, ne kâinatı mahkûm-u adem eder, ne de nisyân-ı mutlakta hapseder. Belki, başıbozukluktan çıkarıp Cenâb-ı Hak nâmına istihdam eder; herşey mir’ât-ı mârifet olur. Sadi-i Şîrâzî’nin dediği gibi, herşeyde Cenâb-ı Hakkın mârifetine bir pencere açar.”12
Bediüzzaman’ın bu ifadeleri, klâsik ilm-i kelâm metodlarının yetersizliğini ortaya koymakla beraber, yine ilm-i kelâmda bundan çok daha büyük bir potansiyel bulunduğuna işaret etmektedir ki, bir mektubunda bunu daha açık şekilde dile getirir:
“Eski zamandan beri ekser yerlerde medrese tâifesi tekkeler tâifesine serfurû etmiş; yani inkıyad gösterip onlara velâyet semereleri için müracaat etmişler, onların dükkânlarında ezvâk-ı îmâniyeyi ve envâr-ı hakikati aramışlar. Hattâ, medresenin büyük bir âlimi, tekkenin küçük bir velî şeyhinin elini öper, tâbi olurdu. O âb-ı hayat çeşmesini tekkede aramışlar.
“Halbuki, medrese içinde daha kısa bir yol hakikatin envârına gittiğini ve ulûm-u îmâniyede daha sâfî ve daha hâlis bir âb-ı hayat çeşmesi bulunduğunu ve amel ve ubû-diyet ve tarikatten daha yüksek ve daha tatlı ve daha kuvvetli bir tarîk-i velâyet ilimde, hakaik-ı îmâniyede ve Ehl-i Sünnetin ilm-i kelâmında bulunmasını Risale-i Nur, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın mucize-i mâneviyesiyle açmış, göstermiş, meydandadır.”13
4. Esmâ nasıl okunur?
Bir sanatkârı tanıtan eserleridir. Biz Mimar Sinan’ı Selimiye ve Süleymaniye ile, Yunus Emre’yi şiirleriyle, Mevlânâ’yı Mesnevî’si ile, Itrî’yi bayram tekbiriyle tanırız. Eserlerinde gördüğümüz güzellik ve mükemmellik, onların büyüklüğü hakkında bize fikir verecektir.
Eseri tanımak, bizi eserin ardındaki fiile götürür. Meselâ Itrî’nin bayram tekbiri, yüzyıllardır nesilden nesle aktarılan ve her dinleyişimizde içimizi lâhûtî hislerle dolduran muhteşem bir musikî eseridir. Bu eseri dinlediğimizde anlarız ki, onu büyük bir sanatkâr bestelemiştir. Çünkü bir musikî eseri kendiliğinden ortaya çıkmaz; bir “besteleme” faaliyetinin sonunda vücuda gelir. Demek ki, her eserin arkasında bir fiil vardır. Eserin güzelliği, onu ortaya çıkaran fiilin güzelliği hakkında bize bir ölçü verir.
Fiilin arkasında mutlaka bir fâil vardır. Beste yapan kimseye biz “bestekâr” adını veriyoruz. Dolayısıyla, her besteleme fiili gibi, bayram tekbirini ortaya çıkaran fiil de bir bestekârdan gelmiştir. İşte bu “bestekâr” ismi, bayram tekbirini besteleyen sanatkârın bir ünvanıdır. Başka bir deyişle, nasıl “beste” dediğimiz eserin ardında bir besteleme fiili varsa, bu fiilin arkasında da bir bestekâr ismi vardır. Böyle bir muhâkemeyle, bayram tekbirinden hareketle, onun sanatkârı olan Itrî’nin “bestekâr” ünvanına varıyoruz. Söylemeye gerek yok, bayram tekbirindeki mükemmellik, Itrî’nin “bestekâr” ünvanındaki büyüklük ve mükemmelliğini de bize açıkça gösteriyor.
Bu noktadan itibaren sanatkârın kendisi hakkındaki bilgilere daha da yaklaşmış oluyoruz. Çünkü isim ve ünvanlar, o ismin sahibi hakkında bize bazı ipuçları verir. Meselâ bir kimsenin “bestekâr” ismiyle anılması, o kimsede bazı özelliklerin bulunduğunu göstermektedir. Çünkü herkes bestekâr değildir ve olamaz da. Öyleyse bir bestekârı, hele bayram tekbiri gibi bir şaheserin bestekârını diğer kimselerden ayıran özellikler, sıfatlar olmalıdır. Herşeyden önce bestekârın varlığı şarttır. Çünkü olmayan birşey, mevcut bir eseri ortaya çıkaramaz. Sonra bestekârın hayat sahibi olması gerekir. Çünkü cansızlar beste yapamaz. Bestekâr işitmelidir. Çünkü anadan doğma sağırların, asla işitmediği ve bilmediği sesleri âhenkli bir şekilde kullanarak bir müzik eseri ortaya çıkarması mümkün değildir. Bestekâr bilgi sahibi olmalı, musikî ilminin derinliklerine nüfuz edebilmelidir. Ayrıca bestekârın anlatmak istediği birşeyler olmalı ve sesleri ve sazları konuşturarak, anlayabilecek kabiliyete sahip kimselere mesajını bestesiyle aktarabilmelidir. İşte bunlar gibi özellikler, “bestekâr” ismiyle anılan bir kimsede var olması gereken sıfatlardır. Demek ki eser fiili, fiil ismi gösterdiği gibi, isim de bazı sıfatların varlığına delil teşkil etmektedir.
Sıfatlar ise, o kimsede, bu sıfatlara uygun birtakım kabiliyetlerin bulunduğunu gösterir. Meselâ müzik bilgisi bir bestekârın sıfatıdır. Ama yıllarca müzik dersi aldığı halde perdeleri ve makamları birbirinden ayırd edemeyen nice insanlar vardır. Demek ki, müzik bilgisine vukuf da, bu bilgiye uygun şekilde bazı kabiliyetleri gerektirmektedir. Bunun gibi, bestekârlığın gereği olan ne kadar sıfat varsa, hepsi de kendisine münasip kabiliyetler ister: hayat sahibi olmak için hayata kabiliyetli bir vücuda sahip olmak, bilgisini yerli yerince kullanabilmek için ince bir zevke, bir ruh zenginliğine sahip olmak gibi... Öyleyse, eser sahibinin sıfatları da, o sanatkârda bulunan bazı kabiliyetlerin varlığını göstermektedir.
Nihayet bu sıfat ve kabiliyetler, sanatkârın kendisi hakkında bize fikir verir. Böylece, eserde gördüğümüz özelliklerden yola çıkarak takip ettiğimiz mantık silsilesi, karşımıza sanatkârın mânevî bir portresini çıkarır. Telefonda sesini duyduğumuz bir dostumuzun sîmâsı nasıl hayalimizde canlanıyorsa, eserini gördüğümüz ve tanıdığımız bir sanatkârın fiil, isim, sıfat ve kabiliyetlerinden çıkan bir mânevî sîmâsı da bilgimizde ve hayalimizde öylece teşekkül eder. Ve bu mantık silsilesinin en başında yer alan eserde gözlediğimiz bütün güzellik ve mükemmellikler, gide gide, o eser sahibinin kendi güzellik ve mükemmelliği hakkında bize fikir verir. Hattâ o kadar fikir verir ki, Selimiye Camiini fotoğraflarından inceleyen bir mimar, Koca Sinan’a hayatı boyunca komşuluk etmiş kör bir adamdan çok daha iyi bir şekilde onu tanıyabilir.
* * *
Yukarıdan beri verdiğimiz misaller, bir sanatkârın sadece bir ismi etrafında cereyan ediyordu. Şimdi bakış açımızı biraz daha genişletelim. Bunun için, değişik isim ve ünvanlara sahip olan “ideal” bir kimseyi misal olarak alacağız. “Ahmet Bey” adıyla anacağımız bu kimse, mesleğinin zirvesine erişmiş bir mühendis olsun. Bunun yanında da, pek çok mahâret ve sanatlara sahip bulunsun. Meselâ öğretim üyeliği yapsın, roman yazsın, hüsnühat sahibi olsun, ney üflesin, evinin bahçesinde nâdide çiçekler yetiştirsin. Bütün bu faaliyetlerinin hepsinde de, Ahmet Beyi, mühendisliğindeki kadar mahâret ve mükemmellik sahibi farz ediyoruz.
Bir müşterisine “Ahmet Beyi nasıl bilirsiniz?” diye sorduğumuzda, “Çok iyi bir mühendistir” diyecek ve onu mühendis isminin mükemmelliğiyle tarif edecektir.
Aynı soruyu öğrencilerine soracak olsak, çok iyi bir hoca olduğunu söyleyecekler ve onu profesör isminin mükemmelliğiyle anlatacaklardır.
Okuyucuları ise onu edip isminin mükemmelliğiyle tanırlar ve çok iyi bir yazar olduğunu söylerler.
Hat sanatından anlayanlar, Ahmet Beyi mükemmel bir hattat ismiyle anlatırlar; çünkü onu bu sanat dalındaki eserleriyle tanımaktadırlar.
Musikî meclisindeki arkadaşlarının gözünde de Ahmet Bey mâhir bir neyzendir; çünkü onlar kendisini neyzen ismiyle tanımaktadırlar.
Komşu evin bahçıvanı onu daha değişik bir ismiyle tanıdığından, Ahmet Beyi çok iyi bir bahçıvan olarak tarif edecektir.
Ahmet Beyin işyerinde çalışanlar ise kendisini iş ahlâkı, prensipleri ve güzel huylarıyla tanımakta ve onu mükemmel bir âmir ismiyle anlatmaktadırlar.
Görüldüğü gibi, Ahmet Beyi tanıyan herkes onun mükemmelliğinde birleşmekte, ancak herbiri onu ayrı bir ismiyle anmaktadır. Bu isimlere bakarak Ahmet Beyi şöyle tarif edebiliriz: O hem mükemmel bir mühendistir, hem ediptir, hem hattattır, hem musikişinastır, hem bahçıvandır, hem âmirdir. O bütün bu isimlere, ve bu isimlerin gerektirdiği bütün sıfat ve kabiliyetlere sahip bir kimsedir. Bazıları onu bir ismiyle tanır. Bazıları birkaç ismiyle tanıyabilir. Bazıları da, onun bütün bu faaliyetlerine birden şahit olduğu ve bütün eserlerine âşinâ bulunduğu için, Ahmet Beyi bütün isimleriyle tanıyabilir. Kısacası, Ahmet Beyi tanıtan, onun eserleri ve fiilleridir. Onun isimlerini tanımak, bu eserleri ve fiilleri tanımaya bağlıdır. Sonra da bu isimlerin herbirinin gerektirdiği sıfatları ve kabiliyetleri dikkate alarak, Ahmet Beyin kendisi hakkında bilgi sahibi oluruz.
* * *
Ahmet Bey ile ilgili olarak verdiğimiz misallerin de bir eksik tarafı var: Onun herbir isminin, ayrı ayrı eserlerinde ve faaliyetlerinde ortaya çıktığını farz ettik. Meselâ projelerinin mükemmelliğinde mühendis ismini, romanlarında edip ismini, hattında hattat ismini okuduk. Oysa, zaman olur ki, Ahmet Bey bir eserinde birden fazla ismini okutabilir. Meselâ bahçesini tanzim ederken botanik bilgisiyle mühendisliğini beraber kullanabilir. Hattâ daha da ileri giderek, tek bir eserinde, bütün isimlerini birden toplayabilir. Meselâ yazdığı bir romanda, Ahmet Beyin bütün isimlerinden parıltılar bulabilirsiniz. O zaman, Ahmet Beyi bütün yönleriyle tanımak isteyen bir kimse, onun bütün hayatını tarassut altında tutmak zorunda kalmaz. Tek bir kitabını dikkatlice okumak suretiyle Ahmet Beyin bütün isimlerini öğrenebilir, bu isimlerin kaynağı olan sıfat ve kabiliyetler silsilesini takip ederek onun mânevî bir portresini çıkarabilir.
Bediüzzaman, Yirmi İkinci Sözde ve diğer bazı eserlerinde, böyle bir muhâkeme sonunda Âlemlerin Rabbini eserleriyle tanımanın yolunu bize gösterir:
“Şu kitâb-ı kebîr-i kâinat, nasıl ki vücud ve vahdete dâir âyât-ı tekvîniyeyi bize ders veriyor. Öyle de, o Zât-ı Zülcelâlin bütün evsâf-ı kemâliye ve cemâliye ve celâliyesine de şehâdet eder ve kusursuz ve noksansız kemâl-i zâtîsini ispat ederler.
“Çünkü, bedîhîdir ki, bir eserde kemâl, o eserin menşe ve mebdei olan fiilin kemâline delâlet eder. Fiilin kemâli ise, ismin kemâline ve ismin kemâli sıfatın kemâline ve sıfatın kemâli şe’n-i zâtînin kemâline ve şe’nin kemâli, o zât-ı zîşuûnun kemâline, hadsen ve zarûreten ve bedâheten delâlet eder.
“Meselâ, nasıl ki kusursuz bir kasrın mükemmel olan nukuş ve tezyinâtı, arkalarında bir usta ef’âlinin mükemmeliyetini gösterir. O ef’âlin mükemmeliyeti, o fâil ustanın rütbelerini gösteren ünvanları ve isimlerinin mükemmeliyetini gösterir. Ve o esmâ ve ünvanlarının mükemmeliyeti, o ustanın sanatına dâir sıfatlarının mükemmeliyetini gösterir. Ve o sanat ve ısfatlarının mükemmeliyeti, o sanat sahibinin şuûn-u zâtiye denilen kabiliyet ve istidat-ı zâtiyesinin mükemmeliyetini gösterir. Ve o şuûn ve kabiliyet-i zâtiyenin mükemmeliyeti, o ustanın mâhiyet-i zâtiyesinin mükemmeliyetini gösterdiği misillü, aynen öyle de:
“Şu kusursuz, fütursuz, “Hel terâ min futûr” sırrına mazhar olan şu âsâr-ı meşhûde-i âlem, şu mevcûdât-ı muntazama-i kâinatta olan sanat ise, bilmüşâhede bir Müessir-i Zil’iktidarın kemâl-i ef’âline delâlet eder. O kemâl-i ef’âl ise, bilbedâhe o Fâil-i Zülcelâlin kemâl-i esmâsına delâlet eder. O kemâl ise, bizzarure o esmânın Müsemmâ-i Zülcelâlinin kemâl-i sıfatına delâlet ve şehâdet eder. O kemâl-i sıfat ise, bilyakîn o Mevsûf-u Zülkemâlin kemâline delâlet ve şehâdet eder. O kemâl-i şuûn ise, bihakkılyakîn, o Zîşuûnun kemâl-i zâtına öyle delâlet eder ki, bütün kâinatta görünen bütün envâ-ı kemâlât, Onun kemâline nisbeten sönük bir zıll-i zaif suretinde âyât-ı kemâli ve rumûz-u celâli ve işârât-ı cemâli olduğunu gösterir.”14
Eserler ve fiiller, gözle gördüğümüz varlıklar ve hâdiselerdir. Bunlardan isim ve sıfatlara geçmek ise, ilim ve tefekküre ihtiyaç gösterir: mahlûkat üzerinde görünen ikram, inâyet ve tezyin fiillerinden Kerîm ismine geçmek gibi...15 Başka bir deyişle, eser ve fiilden isim ve sıfata intikal ettiğimizde, gözle görünen gerçeklerden ilmî kesinlik taşıyan gerçekleri bulup çıkarmış oluruz.
Ancak ne fiiller, ne de isimler, hiçbir zaman karşımıza tek tek çıkmazlar. Herbir varlık üzerinde Esmânın nakışları öylesine iç içe dokunur ki, bunları saymak, tahlil etmek, birbirinden ayırd etmek müşkülleşir:
“Her yerde aynı isim, aynı fiil birbiri içinde, hem nihâyet mertebede, hem ihâtalıdırlar, hem birbirinin nakşını öyle tekmil ederler ki, güya o isimler ve o fiiller ittihad edip, kudret ayn-ı hikmet ve rahmet ve hikmet ayn-ı inâyet ve hayat oluyor. Meselâ, hayat verici ismin birşeyde tasarrufu göründüğü anda, yaratıcı ve tasvir edici ve rızık verici gibi çok isimlerin aynı anda, her yerde, aynı sistemde tasarrufatları görünüyor. Elbette ve elbette ve bedâhetle şehâdet eder ki, o ihâtalı isimlerin Müsemmâsı ve her yerde aynı tarzda görünen şümullü fiillerin Fâili birdir, tektir, vâhiddir, ehaddir. Âmennâ ve saddaknâ!”16
“Hiçbir şey yoktur ki, Onu hamd ile tesbih etmesin”17 meâlindeki âyet-i kerîmenin tefsirinde birbiri içinde tecellî eden fiil ve isimlerin ayrıntılı bir tahlilini, Otuzuncu Sözde, “güzel bir çiçek ve insan cins-i lâtifinden gayet güzel bir hasnâ” üzerinde gösteren Bediüzzaman, bu bahsi şöyle özetler:
“Sâni-i Zülcelâl, bütün masnûâtını öyle bir tarzda yapmış ki, ekserisi, hususan zîhayat kısmı, çok esmâ-i İlâhiyeyi okutturur. Güya herbir masnûuna ayrı ayrı, birbiri üstünde yirmi gömlek giydirmiş, yirmi perdeye sarmış, her gömlekte, her perdede ayrı ayrı esmâsını yazmış. Meselâ, temsilde gösterildiği gibi, tek güzel bir çiçekle, insanın kısm-ı sânîsinden bir ferd-i hasnânın yalnız zâhirî hilkatlerinde çok sayfalar vardır. Başka büyük ve küllî masnûâtı o iki cüz’î misale kıyas et.
“Birinci sayfa: Umumî şekil ve miktarını gösteren heyettir ki, “Yâ Musavvir, yâ Mukaddir, yâ Munazzım” isimlerini yâd eder.
“İkinci sayfa: Suretlerinde ayrı ayrı âzâların inkişâfıyla hâsıl olan çiçek ve insanın basit heyetidir ki, o sayfada Alîm, Hakîm isimleri gibi çok isimler yazılıyor.
“Üçüncü sayfa: O iki mahlûkun ayrı ayrı âzâlarına ayrı ayrı hüsün ve ziynet vermekle, o sayfada Sâni’ ve Bâri’ isimleri gibi çok isimler yazılıyor.
“Dördüncü sayfa: Öyle bir ziynet ve hüsün o iki masnûa veriliyor ki, güyas lûtuf ve kerem tecessüm etmiş, onlar olmuş. O sayfa “Yâ Lâtîf, yâ Kerîm” gibi çok isimleri yâd eder, okur.
“Beşinci sayfa: O çiçeğe leziz meyveler, o hasnâya sevimli evlâtlar, güzel ahlâklar takmakla, o sayfa “Yâ Vedûd, yâ Rahîm, yâ Mün’im” gibi isimleri okutturuyor.
“Altıncı sayfa: O in’âm ve ihsan sayfasında “Yâ Rahmân, yâ Hannân” gibi isimler okunuyor.
“Yedinci sayfa: O nimetlerde, o neticelerde, öyle lemeât-ı hüsün ve cemâl görünüyor ki, hakikî bir şevk ve şefkatle yoğrulmuş hâlis bir şükür ve sâfi bir muhabbete lâyık olur. O sayfada “Yâ Cemîl-i Zülkemâl, yâ Kâmil-i Zülcemâl” isimleri yazılı okunuyor.
“İşte yalnız bir güzel çiçek ve hasnâ bir insan ve yalnız maddî ve zâhir suretinde bu kadar esmâyı gösterirse, acaba umum çiçekler ve bütün zîhayat ve büyük ve küllî mevcûdat, ne derece ulvî ve küllî esmâyı okutuyor, kıyas edebilirsin.
“Hem insan ruh, kalb, akıl cihetiyle, hayat ve letâif sayfalarıyla Hayy, Kayyûm ve Muhyî gibi ne kadar esmâ-i kudsiye-i nûrâniyeyi okur ve okutturur, kıyas edebilirsin.
“İşte Cennet bir çiçektir. Hûri tâifesi dahi bir çiçektir. Rûyi zemin dahi bir çiçektir. Bahar da bir çiçektir. Semâ da bir çiçektir; yıldızlar o çiçeğin yaldızlı nakışlarıdır. Güneş de bir çiçektir; ziyasındaki yedi rengi o çiçeğin nakışlı boyalarıdır. Âlem güzel ve büyük bir insandır; nasıl ki insan küçük bir âlemdir. Hûriler nev’i ve rûhânîler cemaati ve melek cinsi ve cin tâifesi ve insan nev’i, birer güzel şahıs hükmünde tasvir ve tanzim ve icad edilmiştir. Hem herbiri külliyetiyle, hem herbir ferdi tek başıyla Sâni-i Zülcemâlinin esmâsını gösterdikleri gibi, Onun cemâline, kemâline, rahmetine ve muhabbetine birer ayrı ayrı aynalardır. . . . Eğer bir çiçekte esmâyı okuyamıyorsan ve vâzıh göremiyorsan, Cennete bak, bahara dikkat et, zeminin yüzünü temâşâ et. Rahmetin şu büyük çiçekleri olan Cennet ve bahar ve zeminde yazılan esmâyı vâzıhan okuyabilirsin, cilvelerini ve nakışlarını anlar, görürsün.”18
Bir çiçek ve bütün çiçekler, bir varlık ve bütün varlıklar, bir fert ve bütün bir tür, Bediüzzaman’ın bize ders verdiği tefekkür sisteminde beraberce göz önüne alınmalıdırlar. Çünkü içinde yaşadığımız gerçek dünya bundan ibarettir. Ağacın başındaki kuş yavrusu, hiçbir zaman tek başına beslenmez. Aynı anda, yeryüzünün bütün köşelerindeki bütün kuş yavrularına, hattâ bütün insan ve hayvan yavrularına birden rızıkları aynı hârikulâdelik içinde ve aynı rahmet ve şefkat tecellîleri altında yetiştirilir. Bir zerre tek başına dönmez. Bütün zerreler ve bütün küreler aynı şekilde, aynı ilim, hikmet ve kudretle hep beraber dönerler. Bir insan, tek başına kendi hususî dünyası içinde yaşamaz. Bütün dünyayı paylaşan bütün insanlar, aynı anda, o büyük dünya içindeki kendi hususî dünyalarının nimetleriyle beraber yaşarlar.
İşte, tek bir varlıktaki pek çok fiil ve ismi beraber okuduğumuz gibi, tek bir varlığın üzerindeki o muhteşem tecellîleri de, aynı kaderi paylaşan sayısız varlıklar üzerindeki tecellîleriyle beraber okumaya başladığımız zaman, bu dünyaya gönderiliş sırrımızı biraz olsun anlamış ve bu şirin gezegen üzerinden kâinat kitabının sayfalarını okuyan aziz bir misafir olarak, Âlemlerin Rabbini tanımaya, mârifetullah ve muhabbetullah deryâlarında kulaç atmaya başlamışız demektir:
“Meselâ, iktidarsız ve ihtiyarsız bir yavrunun imdadına umulmadık bir yerden, yani kan ve fışkı ortasından beyaz, sâfî, temiz bir süt göndermek olan cüz’î fiil ise, tevhid nazarıyla bakıldığı vakit, birden bütün yavruların pek çok hârikulâde ve pek çok şefkatkârâne olan küllî ve umumî iâşeleri ve validelerini onlara musahhar etmeleriyle rahmet-i Rahmân’ın cemâl-i lâyezâlîsi kemâl-i şâşaa ile görünür. Eğer tevhid nazarıyla bakılmazsa, o cemâl gizlenir ve cüz’î iâşe dahi esbâba ve tesadüfe ve tabiata havale edilir, bütün bütün kıymetini, belki mâhiyetini kaybeder.
“Hem meselâ müthiş bir hastalıktan şifâ bulmak, eğer tevhid nazarıyla bakılsa, birden zemin denilen hastahane-i kübrâda bulunan bütün dertlilere, âlem denilen eczahane-i ekberden ilâçları ve dermanlarıyla şifâ ihsan etmek yüzünde, Rahîm-i Mutlakın cemâl-i şefkati ve mehâsin-i rahîmiyeti küllî ve şâşaalı bir surette görünür. Eğer tevhid nazarıyla bakılmazsa, o cüz’î fakat alîmâne, basîrâne, şuurkârâne olan şifâ vermek dahi, câmid ilâçların hâsiyetlerine ve kör kuvvete ve şuursuz tabiata verilir, bütün bütün mâhiyetini ve hikmetini ve kıymetini kaybeder. . . . Evet, bir meyve, bir çiçek, bir ışık gibi küçücük bir ihsan, bir nimet, bir rızık, bir küçük ayna iken, tevhidin sırrıyla birden bütün emsâline omuz omuza verip ittisal ettiğinden, o nevi büyük aynaya dönüp o nev’e mahsus cilvelenen bir çeşit cemâl-i İlâhîyi gösterir. Ve fânî, muvakkat olan güzellikle bâkî bir nevi hüsn-ü sermedîyi irâe eder.”19
Bu tefekkürün bir ileri safhasında, Bediüzzaman bütün dünyayı içindeki bütün varlıklarıyla beraber göz önüne serdiği gibi, fiilleri, isimleri, sıfatları ve şe’nleri de bir arada nazarımıza sunar:
“Eğer Cemîl-i Zülcelâlin esmâsındaki hüsünlerin mevcûdat aynalarında bir cilvesini müşahede etmek istersen, zeminin yüzünü bir küçük bahçe gibi temâşâ edecek bir geniş, hayâlî gözle bak. Ve hem bil ki, rahmâniyet, rahîmiyet, hakîmiyet, âdiliyet gibi tâbirler, Cenâb-ı Hakkın hem isim, hem fiil, hem sıfat, hem şe’nlerine işaret ederler.
“İşte, başta insan olarak bütün hayvanatın muntazaman bir perde-i gaybdan gelen erzaklarına bak, rahmâniyet-i İlâhiyenin cemâlini gör.
“Hem bütün yavruların mûcizâne iâşelerine ve başları üstünde ve annelerinin sînelerinde asılmış tatlı, sâfî, âb-ı kevser gibi iki tulumbacık süte temâşâ eyle, rahîmiyet-i Rabbâniyenin câzibedâr cemâlini gör.
“Hem bütün kâinatı envâıyla beraber bir kitab-ı kebîr-i hikmet ve öyle bir kitap ki, her harfi yüz kelime, her kelimesi yüzer satır, her satırı bin bab, her bâbı binler küçük kitap hükmüne getiren hakîmiyet-i İlâhiyenin cemâl-i bîmisâline bak, gör.
“Hem kâinatı bütün mevcûdâtıyla mîzânı altına alan ve bütün ecrâm-ı ulviye ve süfliyenin muvazenelerini idâme ettiren ve güzelliğin en mühim bir esası olan tenâsübü veren ve herşeye en güzel vaziyeti verdiren ve her zîhayata hakk-ı hayatı verip ihkak-ı hak eden ve mütecâvizleri durduran ve cezalandıran bir âdiliyetin haşmetli güzelliğine bak, gör.
“Hem insanın geçmiş tarihçe-i hayatını, buğday tanesi küçüklüğündeki kuvve-i hâfızasında ve her nebat ve ağacın gelecek tarihçe-i hayat-ı saniyesini çekirdeğinde yazmasına ve her zîhayatın muhâfazasına lüzumu bulunan âlât ve cihâzâta, meselâ arının kanatçıklarına ve zehirli iğnesine ve dikenli çiçeklerin süngücüklerine ve çekirdeklerin sert kabuklarına bak ve hafîziyet ve hâfiziyet-i Rabbâniyenin letâfetli cemâlini gör.
“Hem zemin sofrasında Kerîm-i Mutlak olan Rahmân-ı Rahîmin misafirlerine, rahmet tarafından ihzar edilen hadsiz taamların ayrı ayrı ve güzel kokularına ve muhtelif, süslü renklerine ve mütenevvi, hoş tatlarına ve her zîhayatın zevk ve safâsına yardım eden cihazlara bak, ikram ve kerîmiyet-i Rabbâniyenin gayet şirin cemâlini ve gayet tatlı güzelliğini gör.
“Hem Fettah ve Musavvir isimlerinin tecellîleriyle, başta insan olarak bütün hayvanatın su katrelerinden açılan pek çok mânidar suretlerine ve bahar çiçeklerinin habbe ve zerreciklerinden açtırılan çok câzibedar sîmâlarına bak, fettâhiyet ve musavviriyet-i İlâhiyenin mucizatlı cemâlini gör.
“İşte bu mezkûr misallere kıyâsen, Esmâ-i Hüsnânın herbirisinin kendine mahsus öyle kudsî bir cemâli var ki, birtek cilvesi koca bir âlemi ve hadsiz bir nev’i güzelleştiriyor.
“Birtek çiçekte bir ismin cilvei cemâlini gördüğün gibi, bahar dahi bir çiçektir. Ve Cennet dahi görülmedik bir çiçektir. Baharın tamamına bakabilirsen ve Cenneti îman gözüyle görebilirsen bak, gör, cemâl-i sermedînin derece-i haşmetini anla.20
5. Bir varlıkta bütün Esmâ
Eserden başlayıp fiil, isim, sıfat ve şuûnattan geçerek Zât-ı Vâcibü’l-Vücudu bize tanıtan bir tefekkür silsilesinin yolunu böylece açtıktan sonra, Bediüzzaman, tek bir varlıkta bütün kâinatı okuyacak kadar geniş bir bakış açısını önümüze serer. Ve, kâinat dolusu varlıkların herbirinde tecellî eden fiillerin ve isimlerin birliğine dikkat çekerek, tek bir zerrenin arkasında, kâinat dolusu şâhitlerle bir yığınak yapar:
“Âlemde herbir şey, bütün eşyayı kendi Hâlıkına verir.
“Ve dünyada herbir eser, bütün âsârı kendi Müessirinin eserleri olduğunu gösterir.
“Ve kâinatta herbir fiil-i îcâdî, bütün ef’âl-i îcâdiyeyi kendi Fâilinin fiilleri olduğunu ispat eder.
“Ve mevcûdatta tecellî eden herbir isim, bütün esmâyı kendi Müsemmâsının isimleri ve ünvanları olduğuna işaret eder.
“Demek herbir şey doğrudan doğruya bir bürhân-ı vahdâniyettir ve mârifet-i İlâhiyenin bir penceresidir.... Herbir eser, bütün âsârı müessirine verdiği gibi, herbir fiil dahi, bütün ef’âli fâiline isnad eder. Çünkü, görüyoruz ki, herbir fiil-i îcâdî, ekser mevcûdâtı ihâta edecek derecede geniş ve zerreden şumûsa kadar uzun birer kanun-u hallâkıyetin ucu olarak görünüyor. Demek o cüz’î fiil-i îcâdî sahibi kim ise, o mevcûdâtı ihâta eden ve zerreden şümûsa kadar uzanan kanun-u küllî ile bağlanan bütün ef’âlin fâili olmak gerektir. Evet, bir sineği ihyâ eden, bütün hevâmı ve küçük hayvânâtı îcad eden ve arzı ihyâ eden Zât olacaktır. Hem mevlevî gibi zerreyi döndüren kim ise, müteselsilen mevcûdâtı tahrik edip tâ şemsi seyyârâtıyla gezdiren aynı Zât olmak gerektir. Çünkü kanun bir silsiledir; ef’âl onunla bağlıdır.
“Demek, nasıl herbir eser bütün âsârı Müessirine verir ve herbir fiil-i îcâdî bütün ef’âli Fâiline mal eder. Aynen öyle de, kâinattaki tecellî eden herbir isim, bütün isimleri kendi Müsemmâsına isnad eder ve Onun ünvanları olduğunu ispat eder. Çünkü, kâinatta tecellî eden isimler, devâir-i mütedâhile gibi ve ziyâdaki elvân-ı seb’a gibi birbiri içine giriyor, birbirine yardım ediyor, birbirinin eserini tekmil ediyor, tezyin ediyor. Meselâ, Muhyî ismi birşeye tecellî ettiği vakit ve hayat verdiği dakikada, Hakîm ismi dahi tecellî ediyor, o zîhayatın yuvası olan cesedini hikmetle tanzim ediyor. Aynı halde Kerîm ismi dahi tecellî ediyor; yuvasını tezyin eder. Aynı anda Rahîm isminin dahi tecellîsi görünüyor; o cesedin şefkatle havâicini ihzar eder. Aynı zamanda Rezzak ismi tecellîsi görünüyor; o zîhayatın bekasına lâzım maddî ve mânevî rızkını ummadığı tarzda veriyor, ve hâkezâ... Demek, Muhyî ismi kimin ise, kâinatta nurlu ve muhît olan Hakîm ismi de Onundur. Ve bütün mahlûkatı şefkatle terbiye eden Rahîm ismi de Onundur. Ve bütün zîhayatları keremiyle iâşe eden Rezzak ismi dahi Onun ismidir, ve hâkezâ...
“Demek herbir isim, herbir fiil, herbir eser öyle bir bürhân-ı vahdâniyettir ki, kâinatın sayfalarında ve asırların satırlarında yazılan ve mevcûdat denilen bütün kelimâtı, kâtibinin nakş-ı kalemi olduğuna delâlet eden birer mühr-ü vahdâniyet, birer hâtem-i ehadiyettir.”21
Bütün varlıkları, bütün İlâhî fiil ve isimleri birbiri içinde gösteren bu hakikat dahi, kâinatın bütün hakikatleri gibi, Allah’ın isimlerinden bir güzel ismin tecellîsinden başka birşey değildir. Başka bir eserinde Bediüzzaman, bu hakikati “Ferd isminin tecellî-i âzamı” olarak ifade eder.22
Ferd isminin tecellîsini tekmil eden ve herbir varlıkta Vâcibü’l-Vücudu isim ve sıfatlarıyla tanıtan ise, Ehadiyet tecellîsidir. Bediüzzaman, ehadiyeti “birşeyde ekser esmânın tecellîsi” olarak târif eder:
“Kâinatın heyet-i mecmuasında tezâhür eden haşmet-i rubûbiyet vahdâniyet-i İlâhiyeyi ispat edip gösterdiği gibi, zîhayatların cüz’iyatlarına mukannen erzaklarını veren nimet-i Rabbâniye dahi, ehadiyet-i İlâhiyeyi ispat edip gösterir. Vâhidiyet ise, bütün o mevcûdât Birinindir ve Birine bakar ve Birinin îcâdıdır demektir. Ehadiyet ise, herbir şeyde Hâlık-ı Külli Şey’in ekser esmâsı tecellî ediyor demektir. Meselâ güneşin ziyâsı, bütün zeminin yüzünü ihâta ettiği haysiyetiyle vâhidiyet misâlini gösterir. Ve herbir şeffaf cüzde ve su katrelerinde güneşin ziyâsı ve harareti ve ziyasındaki yedi rengi ve bir nevi gölgesi bulunması, ehadiyet misâlini gösterir. Ve herbir şeyde, hususan zîhayatta ve bilhassa herbir insanda o Sâniin ekser esmâsı onda tecellî ettiği cihetle, ehadiyeti gösterir.”23
6. Netice
Bu tesbit bizi, başta naklettiğimiz, “Şecere-i hilkatin meyveleri olan zîhayatta bir şahsiyet-i İlâhiye, bir ehadiyet-i Rabbâniye ve sıfât-ı seb’aca mânevî bir sîmâ-i Rahmânî ve temerküz-ü esmâî ve ‘İyyâke na’budu ve iyyâke nestaîn’deki hitâba muhâtap olan Zâtın bir cilve-i taayyünü ve teşahhusu tezâhür eder” hükmüne getirmektedir. Bu hükme varıncaya kadar katettiğimiz merhaleleri özetlersek:
1. Gözle gördüğümüz varlıkları birer eser olarak aldığımızda, o eserin ardındaki fiili görüyoruz. Fiili teşhis ettikten sonra o fiilin ardındaki ismi okuyor, sonra o ismin ardındaki sıfatları anlıyor, sonra sıfatların ardındaki şe’nlere varıyor, sonra da o fiil, isim, sıfat ve şuûnâtın sahibi olan Zât-ı Zülcelâlin varlık ve birliğini ve cemâl ve kemâlini tasdik etmiş oluyoruz. (Bu tebliğde Risale-i Nur’dan sadece birkaç esmâ parıltısı zikredilmiş, sıfat ve şe’nler konusuna hiç girilmemiştir. Çünkü bu konular, bilhassa şuûnât, Risale-i Nur’da ayrıntılı bir şekilde incelenen ve tahkikî îmânı hakkalyakîn mertebesine çıkarabilecek bir potansiyel taşıyan son derece derin ve o nisbette de hassas konular olduğundan, ayrı tebliğler ve kitaplar hacminde incelenmeyi gerektiren bir mâhiyet arz etmektedir.)
2. Fiiller ve isimler, herbir varlıkta iç içe daireler gibi beraberce tecellî ettiğinden, bunları birbirinden tecrid ederek değil, bir arada, fakat aradaki incelikleri ayırd ederek ve tecelliyattaki zenginliği zevk ederek incelemek gerekmektedir.
3. Esmâ-i Hüsnânın güzelliğini ve tecellîlerindeki nihâyetsizliği görebilmek için, cüz’î fiilleri küllî tecelliyat içinde ele almalı, yani bir varlıktaki cüz’î bir tecellîyi, kâinattaki bütün emsalleriyle beraber omuz omuza vermiş şekilde görecek şekilde bakış açımızı genişletmeliyiz.
4. Aynı şekilde, bir eserdeki bir fiil, aynı eserde ve bütün eserlerdeki isim-sıfat-şuûnât silsilesini de bir bütün olarak gözlerimizin önüne sermektedir.
5. Bundan bir adım ötesi ise, tek bir varlıktaki tek bir fiilin ardında kâinattaki bütün fiilleri, tek bir varlıktaki bir Esmâ tecellîsinin ardında bütün kâinatı kuşatan bütün Esmâyı birden bulmaktır.
Ana hatlarıyla ve çok kabaca bu beş merhale ile özetleyebileceğimiz tefekkürü yakalayabilen insan, kâinatı Kur’ân’ın ışığında bir kitap gibi okuyan, herşeyde Rabbini bütün isim ve sıfatlarıyla birlikte bulan, huzur-u dâimînin anahtarını keşfetmiş, kendisine tevdi edilen emâneti yeri yerince kullanıp “ahsen-i takvim” sırrına erişerek meleklere üstünlüğünü göstermiş, Rahmân’ın nâdide sanat eserleriyle süslü şu dünya sergisine seçkin bir dâvetli olarak ayak basmakla nasıl bir lûtfa eriştiğini anlayabilmiş insandır.
Bu tefekkürü yakalayabilmek, elbette ki kolay değil; sürekli bir ilim tahsiline ve hergün, her vakit tekrarlanacak egzersizere ihtiyaç gösterir. “Bir gün çalışmazsam aradaki farkı ben anlarım; iki gün çalışmazsam orkestra şefi anlar; üç gün çalışmazsam dinleyici anlar” diye virtüözün sanatındaki hassasiyeti, Rabbini tanımaya müştak bir kul da mârifetullah sahasında göstermek zorundadır. Fakat bu zorluğun yanında, Cennetin mânevî lezzetleri de vardır:
Onun tanımanın, Onunla beraber olmanın, Onun bize gösterdiğini görüp anlattığını anlamanın, Ona muhatap olmanın, her yerde her zaman Onu bulup Âlemlerin Rabbiyle başbaşa sohbet etmenin lezzeti...
İşte Risale-i Nur’un dâveti budur.
____________________
1. 1950 yılında İstanbul’da doğdu. Genç yaşta basın-yayın hayatına atıldı. 1967 yılından itibaren çeşitli gazete ve dergilerde çalışmaya başladı. Kuruluşundan itibaren Yeni Asya ve Yeni Nesil Gazetelerinde çalıştı. 1979 yılında, ilim ve imanı kaynaştıran eserler konusunda bir çığır açan “İlim-Teknik Serisi”ni hazırlayan Yeni Asya Araştırma Merkezi’nin kurulmasında aktif rol aldı ve genel koordinatörlüğünü üstlendi.
Halen serbest-yazar olarak, aylık Zafer dergisinde periyodik, başka gazete ve dergilerde de non-periyodik olmak üzere yazılar yazmaktadır.
Yayınlanmış eserleri:
1) Atom
2) Big Bang - Kâinatın Doğuşu
3) Bir Arının Hatıra Defteri
4) Araştırma Teknikleri
5) Uzay
6) Gezegenler
7) Madde ve Enerji
8) Dünya
9) Kur’ânımızı Öğrenelim
10) Kur’ân-ı Kerim ve Açıklamalı meâli (Heyet)
11) Şeytanla Münazara
12) Risale-i Nur Işığında Cevşen Meâli
2. En’am Sûresi, 180; Kehf Sûresi, 110; Tâhâ Sûresi, 8; Haşir Sûresi, 24.
3. Meryem Sûresi, 65.
4. Ra’d Sûresi, 33.
5. Tirmizî, Daavât: 83.
6. Zâriyât Sûresi, 56.
7. Bediüzzaman Said Nursî. Şualar, s. 84.
8. Ahzâb Sûresi, 72.
9. Bediüzzaman Said Nursî. Sözler, s. 503
10. Şuâlar, s. 9.
11. Bediüzzaman Said Nursî. Emirdağ Lâhikası, 1: 57.
12. Bediüzzaman Said Nursî. Mektubat, s. 306. Bkz. Bediüzzaman Said Nursî. Emirdağ Lâhikası, 2: 68-9.
13. Bediüzzaman Said Nursî. Kastamonu Lâhikası, 172.
14. Sözler, s. 283-4.
15. A.g.e., s. 58, 75, 588, 620.
16. Şuâlar, s. 137.
17. İsrâ Sûresi, 44.
18. Sözler, 589-90.
19. Şuâlar, s. 7-9.
20. A.g.e., s. 62-3.
21. Mektubat, s. 309-10.
22. Bediüzzaman Said Nursî. Lem’alar, s. 304, 309.
23. Mektubat, s. 216. Bkz. Mektubat, s. 228; Şuâlar, s. 557; Sözler, s. 56, 275, 278, 529, 536, 553, 557; Hülâsatü’l-Hülâsa, 31. Mertebe.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1992
SİSTEMLER VE BLOKLARARASI MÜNASEBETLERDE BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ’NİN TAVRI
SAFA MÜRSEL 1
(Araştırmacı - Yazar)
Bediüzzaman, milletlerarası münasebetleri insanlığın ortak değerlerine dayalı ölçülere bağlamıştır. Bu ortak değerin başında din gelir. Öncelikle aynı dine mensup milletlein kendi aralarında bir bütünlük ve dayanışma içinde olmasını gerekli görmüştür. Dinlerin farklı olmasından dahi istifade edilebileceğini ifade etmiştir.
Bu tebliğin başlığını, “Bediüzzaman’ın dış politika ve diplomasiye ilişkin görüşleri” şeklinde koymak da düşünülebilirdi. Fakat onun uluslararası ilişkilere ait görüşlerini günlük dış politika hâdiseleri ve diplomasi münasebetleri çerçevesinde ele almak yeterli bir yaklaşım olmaz. Çünkü onun meselelere yaklaşım tarzı tatbikata yön gösterici olma sınırlarını aşar mahiyettedir. O her hâdiseyi inanç manzumesi içinde bir fikir temeline oturtmayı esas almıştır.
Bir konunun âyet ve hadis hükümlerine ne derece uygun olduğu veya olmadığı hususu onun hareket noktasıdır. Bu noktadaki yorumları, tatbikata da yol gösteren bir genişlik ve zenginliğe sahiptir. Onun içindir ki, tebliğin başlığını daha genel kavramları seçerek belirledik. Böylece çağdaş bir İslâm âlimi olarak Bediüzzaman’ın sistemlere ve bloklararası münasebetlere yaklaşımını, tatbikat kadar teorisiyle birlikte ortaya koyma imkânını bulduğumuz inancındayız. Kısaca söylemek gerekirse, Bediüzzaman günlük hâdiselere tavır koyma özelliği yanında uluslararası ilişkilere esas olabilecek kalıcı değer ölçüleri, belirleyici özelliği ile ele alınmalıdır. Tebliğde bu anlayışı esas aldık.
Onun uluslararası ilişkiler hakkındaki görüşleri, dünyanın yoğun ve köklü değişimler yaşadığı bir döneme rastlar. Zira, o I. Dünya Harbi ile birlikte Osmanlı Devletinin çözülüşünü ve çöküşünü hem gördü, hem de yaşadı. Bu sırada komünist ihtilale şahit oldu. Hangi anlayış ve esaslara dayanması gerektiği ikazlarını yaptığı Cumhuriyet Türkiye’sinin kuruluşunu gördü. II. Dünya Harbini ve onu takip eden yıllarda Türkiye’nin çok partili hayata geçişini müşahade etti. Komünizmin iflasını ve çöküşünü görmedi. Çünkü, komünizmin resmen çöküş tarihi olan 1990’dan otuz sene evvel vefat etmişti. Fakat, Rusya’nın komünist sistemle uzun süre yaşayamayacağını, komünizmin çökmeye mahkum olduğunu, sistemin çöküşünden kırkelli yıl önce net ifadelerle ortaya koymuştu. İnançsızlığı esas alan bu sistemin sadece ekonomik maksatlı bir doktrin olmadığını çok iyi gören bir değerlendirme ile Rusya’nın dinsiz kalamayacağını, 1 dine dönmek zorunda olduğunu çok net ifade etti. Komünizmin baskısı altına düşmüş Müslüman-Türk Kafkas toplumlarının, birgün bağımsızlıklarını mutlaka kazanacaklarını bundan elli sene evvel, sanki bugünleri görürcesine dile getirdi.3
Milletlerarası münasebetlerin çağımızdaki karakterini, “Devletler milletler muharebesi tabakat-ı beşer muharebesine terk-i mevki ediyor” 4 ifadeleriyle ortaya koydu. Bu ifade, tarihî gerçeğin tesbiti idi. Zira, 19. asra kadar devletten devlete ve devletler arasında cereyan eden münasebetler, 20. asırdan itibaren, önce sınıf farklılıklarına, sonra farklı sistemlerin rekabetine ve mücadelesine dönüştü. Milletlerarası münasebetler, farklı dünya görüşüne mensup milletlerin bloklaşması şekline girdi. Bu münasebetler 20. asıra kadar devam etti.
Milletlerarası münasebetlerin tarih içindeki gelişme seyri, bu münasebetlerin hangi esaslara dayandırılabileceği sorusunu önümüze getiriyor. Hangi sistemle ne ölçüde münasebet tesis edilecektir? Bunun cevabını Bediüzzaman’ın görüşlerinden bulmaya çalışmak tebliğimizin ana konusu olacaktır.
Milletlerarası münasebetlerin tasnifi
Bediüzzaman’ın milletlerarası münasebetleri insanlığın ortak değerlerine dayalı kıstaslara bağlamaya çalıştığı bir gerçektir. Bu ortak değerin başında din unsuru geliyor. Öncelikle aynı dine mensup milletlerin kendi aralarında bir bütünlük ve dayanışma içinde olmasını gerekli görmüştür. Hattâ dinler farklı dahi olsa, üzerinde mutabık bulundukları kavramların sağladığı bir bütünleşme ve bilhassa dayanışma anlayışından istifade edilmesi gerektiğini savunmuştur. Özellikle semavi olması bakımından Hristiyanlığa mensup milletlerle İslâmiyete mensup milletlerin, inançsızlığa ve onun hâsıl ettiği ahlâkî ve siyasi yozlaşmaya karşı birlikte hareket etmeleri gerektiği hususu onun bu konu ile ilgili görüşlerinde önemli bir hareket noktasıdır. Bu açıdan bakıldığında Bediüzzaman, sistemler ve bloklararası münasebetleri öncelikle ikiye ayırmaktadır: Bunlardan birisi, İslâm milletleri câmiasının kendi aralarındaki münasebetleridir. Diğeri ise, İslâm dünyasının diğer inanç ve düşüncelere mensup milletlerle münasebetidir.
Müslüman olmayan çevrelerle yürütülecek münasebetleri de Bediüzzaman ikiye ayırmaktadır. Bu ayırımda da kıstas dindir. Buna göre, bir dine mensup ve inançlara saygılı ehl-i kitap milletlerle herhangi bir dinî inancı olmayan ve din kavramına düşman olanlar ayrımı yapmıştır.
I. Batı sisteminin tahlili
Bediüzzaman, İslâm dışı sistemlerle münasebetten bahsederken daha ziyade ve özellikle semavî bir din olan Hıristiyan dünyasını kasdetmiştir. Hıristiyanlık âlemini daha ziyade Batının temsil ettiği görüşündedir. Fakat onun bu görüşü Batının tamamen dindar olduğunun kabulü mânâsına gelmiyordu. Zira, pozitivist ve rasyonalist özellikli felsefi akımlar ve bunun sonucu olan materyalist telakkilerin kaynağı yine Batı idi. Onun için, “yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir” şeklinde bir ayrımı nazara vermek ihtiyacını duymuştur. Onun bu tasnifine göre, iki Batıdan, “birisi isevilik din-i hakikisinden aldığı feyz ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi sanatları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden Avrupa”dır.
Bediüzzaman’ın “ikinci Avrupa” dediği, dine ve mâneviyata yabancı, felsefe kültürüne dayalı Avrupadır. Gelişmiş maddi vasıtalarına rağmen ikinci Avrupa insanı mesut edememiştir. Bu sistemin yetiştirdiği, aklı, kalbi mânen azap içinde ve bunalımda bocalayan bir insanın “aldatıcı bir ziynet ve servet içinde bulunmasına”5 rağmen, gerçekte mesut olamayacağı görüşü Bediüzzaman’a aittir. Akılcı felsefe kültürüne mensup bu Avrupanın bu haliyle hem insanı, hem de toplumları gerçek özelliklerden uzaklaştırdığı görüşündedir. Batı düşüncesinin bu özellikleriyle ile tesir ettiği her yerde çok menfi neticeler hasıl ettiği günümüzün inkâr edilemez gerçeğidir.
Batının mânevî kontrolden uzak, sırf akılcı felsefi telkinleri ile menfaatçı ve hırs sahibi olarak yetiştirme anlayışı şahıslara münhasır zaaflar olarak kalmamış, dünya barışını tehdit eden boyutlara ulaşmıştır. I. Dünya Savaşını böyle bir telakkinin eseri olarak gören Bediüzzaman, bu harbin geçmiş bütün asırların kötülüğüne ve zulmüne denk gelecek bir vahşeti netice verdiğinden bahisle, “kurun-u ûlânın mecmûu vahşetini bu medeniyet bir defada kustu” demektedir. 6
Batının rasyonalist felsefeye dayalı dünya görüşünün savaşlara kaynak oluşu kadar, daha değişik sonuçlarına dikkat çeken Bediüzzaman, bu medeniyeti daha geniş bir çerçevede tahlile tabi tutmuştur. Bu konudaki görüşlerini, Batı medeniyetini niye tenkitçi bir tutumla yaklaştığını soranlara cevap verirken dile getirmektedir:
“Medeniyet-i hâzıra-ı Garbiyye semavi kanun-u esasilere muhalif olarak hareket ettiği için seyyiatı hasenatına, hataları, zararları faidelerine râcih geldi. Medeniyetteki maksud-u hakiki olan istirahat-ı umumiye ve saadet-i hayat-ı dünyeviye bozuldu. İktisat, kanaat yerine israf ve sefahet; sa’y ve hizmet yerine, tembellik ve istirahat meyli galebe çaldığından biçare beşeri hem gayet fakir, hem gayet tembel eyledi.”7
Bediüzzaman’ın “medeniyet-i hâzıra” dediği, insanı insana, devleti devlete saldırtan Batı medeniyeti menfi olarak vasıflandırdığı beş esas üzerine kuruludur. Bu prensipler: nokta-i istinad olarak kuvvettir. Menfaatin yegâne hedef alınmasıdır. Mücadele anlayışının hayata esas olmasıdır. Kitlelerin ortak noktasının ırkçılıkta aranmasıdır. İnsanın heves ve arzularının sınırsızca tatmin edilmesidir. 8
İnsan ve toplumları meşrûluk, adalet ve ahlâk gibi kavramlardan uzaklaştırıp egoist ve saldırgan hale getiren bu prensipler, günümüz insanlığını gerçekten üstesinden gelemeyeceği maddi ve mânevî problemlerle karşı karşıya bırakmıştır.
Yukarıdaki esaslara dayalı olarak günümüz Batı sisteminin laik ve rasyonel düşünce tarzına dayanması, onu semavî dinlerin telkin ettiği iktisatlı, yardımlaşmaya ve dayanışmaya yer veren, hoşgörülü yaşama tarzından uzaklaştırmıştır. Bu uzaklaşmanın pratikteki sonuçları, insanları gerçekte emeklerinin karşılığı olmayan imkân ve servet elde etmeye sevketmiştir. İnsanın istismarı ile yayılması sömürge politikaları buradan doğmuştur. Bu yoldan elde edilen gelir ve servetler aşırı tüketim ve israfta kullanılmıştır. Milletler ve toplumlar arasında sevgi ve saygıyı kaldırmakla kalmayıp refah ve gelir dağılım dengesini de kaldıran bu anlayış, Bediüzzaman’ın ifadesiyle gerçek bir medeniyetten beklenen, istirahat-ı umûmî ve saadet-i hayat-ı dünyeviyeyi bozmuştur.
Bozulan bu maddi ve mânevî dengelerin, ancak islâmın telkin ettiği inanç ve yaşama düşüncesi ile kurulabileceğine inanan Bediüzzaman, insan emeğinin önemine ve tüketimde israf etmemeyi emreden âyetleri delil göstermektedir. Bu prensiplere uyulması halinde toplumdaki farklılıkların ve insanlar arasındaki dengesizliğin giderilebileceğini söylemektedir. 9
Kabul edilmelidir ki, Batı medeniyetinin dinin ve moral değerlerin kontrolünden uzak bir şekilde yetiştirdiği insan ve toplum modeli, problemlerini de beraberinde getirmiştir. İsrafa dayalı, kamçılanmış bir tüketim anlayışından kaynaklanan sosyal denge bozuklukları, ekolojik yapının bozulmasına, ağır çevre ve insan sağlığı problemlerine yol açmıştır. Bu sonuç, aslında felsefe kültürü ile şekillenen Batı insanının kontrol tanımayan hırs ve ihtirasının eseridir. Gücü, kuvveti elinde tutanın hâkim olması gereğine inanan bir anlayışın mahsülüdür.
Bediüzzaman bu sonucu gördüğü içindir ki, Batıyı değerlendirmede gerçekçi bazı kıstas ve sınırlar getirmiştir. Öncelikle Batıyı ikiye ayırma ihtiyacı duyması bundandır. Batıyı menfi yönleriyle kabul ve tasvibin mümkün olmadığını söylemektedir. Çünkü, ona göre,
“Medeniyet-i hâzıra beşerin yüzde seksenini meşakkate, şekavete atmıştır. Halbuki saadet odur ki, külle ya eksere saadet ola. Nev-i beşere rahmet olan Kur’ân ancak umumun, lâakal ekseriyetin saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder” 10
Batı sistemini bu açıdan tahlil eden Bediüzzaman, özellikle kapitalist dönemde azınlığın refahı sağlanırken insanda uyandırılan sınırsız ihtiyaç duygusu ile çoğunluğun tatminsiz bir ortamda bırakıldığı görüşündedir. Batının yaşama anlayışında,
“Sa’y masrafa kâfi gelmediğinden, hile ve harama sevketmekle ahlâkın esasını şu noktadan ifsat etmiştir. Cemaate, nev’e verdiği servet ve haşmete bedel, ferdi, şahsı, fakir, ahlâksız etmiştir”11 demektedir.
İnsanı, emeği ile karşılayamayacağı kadar ihtiyaçlarla başbaşa bırakan bu Batı dünya görüşü, insanı, haram, helal, meşru, gayr-ı meşru kaygısı duymadan, bu ihtiyaçlar için çırpınan çabalayan ağır bir hayat yükü altında bırakmıştır. Aslında insanın emeği karşılığı olan ve meşru yollardan ahlâkî sınırlar içinde ihtiyaçların karşılanabildiği bir hayat anlayışına ihtiyaç vardır.
Felsefeye dayanan Batı medeniyet anlayışı bu dengeyi kuramadığı ve insanlığı bu konuda daha da tahrik ettiği için toplum hayatı dengesizliklere, sınıf çatışmalarına, emek-sermaye düşmanlığına ve nihayet savaşlara varan sarsıntılara maruz kalmıştır. Bu özelliği sebebiyledir ki, Bediüzzaman, Müslümanların, Batı sistemine soğuk baktıklarını, onu kabulde zorlandıklarını söylemektedir. Günahları ve menfilikleri iyilik ve güzelliklerine ağır basan bir medeniyetin kabulüne imkân yoktur. Bu görüşün iki dünya harbi ile insanlığı perişan ettiğini söylemektedir. Medeniyetin güzelliklerinin üstün geleceği, zemini pisliklerinden temizleyecek bir ortamın İslâmiyet sayesinde kurulacağı insanlığın genel bir barış ve refaha kavuşacağı inancındadır. 12
Bütünleşme konusu
Telkin ettiği prensiplerle insanlığı harp, fakirlik ve ahlâk buhranı içine sürükleyen bir medeniyet anlayışının Müslümanlar tarafından kabulünün mümkün olmadığına işaret eden Bediüzzaman, iki sistemin temel tercihlerdeki köklü farklılığının, bu iki sistemin imtizacını imkânsız kıldığı görüşündedir. Ona göre Roma felsefesi ile Yunan düşüncesi bile hâlen tam bütünleşmemiştir. Müşterek bir medeniyete mensup olmalarına ve Hıristiyanlığın çabalarına rağmen Roma felsefesi ile Yunan dehâsı su ve yağ gibi ayrı durmaya devam ederken, İslâmiyetin Batı sistemi ile bütünleşmesini Bediüzzaman mümkün görmemiştir.13
Osmanlı devletinin dağılma yıllarında bazı aydınların İslâm dünya görüşünü terk ederek Batı medeniyeti içinde yerimizi almamız yolundaki görüşlerine karşı Bediüzzaman, bunun niçin mümkün olamayacağını yukarıdaki gerekçe ile izah ediyordu. Fakat işaret edilmelidir ki, Bediüzzaman İslâm ve Batı medeniyetlerinin bütünleşmesindeki imkânsızlığı dile getirirken, iki medeniyetin birbirine karşı diyalog halinde olmasını mümkün görmüştür. Hele 20. asırda inkâr-ı Uluhiyet fikrinin ideolojik bir akım halinde komünizm tarafından siyasi ve kültürel yollardan yayılmacı metodlarla dünyayı ve insanlığı tehdit ettiği bir ortamda, semavî dinlere mensup olanların diyaloğunu gerekli ve hattâ zaruri karşıladı. Bu amacın gerçekleşmesi için Batı dünyası ile siyasi muhtevalı, güvenliği sağlamaya dönük bir diyalog ve işbirliğini savundu.
Bediüzzaman’a göre inkâr-ı Uluhiyet akımına karşı Batı dünyası ile dayanışma ve işbirliği ihtiyacı sadece İslâm ülkelerinden kaynaklanmıyor. İslâm dünyası ile işbirliğine Batı dünyası da aynı derecede muhtaçtır. Bu işbirliği ve diyalog ihtiyacı sadece ekonomik ve siyasi menfaatlerle ele alınmamalıdır. Belki ondan da önemlisi, imânî, mânevî ve ahlâkî sahadaki başıboşluk, bu iki farklı medeniyet mensubunu yapıcı bir diyalog içinde olmaya daha ziyade mecbur ediyor. Batının İslâm birliğine niçin taraftar olması gerektiğini açıklarken, aynı zamanda iki sistemin gerekçesini şöyle izah ediyor
“Şimdi bu zamanda en büyük tehlike olan zındıka ve dinsizlik ve anarşilik ve maddiyunluğa karşı yalnız ve yalnız tek bir çare var. O da Kur’ân’ın hakikatlarına sarılmaktadır. Yoksa koca Çin’i az zamanda komünistliğe çeviren musibet-i beşeriye, siyasi, maddi kuvvetlerle susmaz. Yalnız onu susturan hakikat-ı Kur’âniyedir. Eskiden Hıristiyan devletleri bu ittihad-ı İslâma taraftar değildiler. Fakat şimdi komünistlik ve anarşistlik çıktığı için, hem ABD, hem Avrupa devletleri Kur’ân’a ve İttihad-ı İslâm taraftar olmaya mecburdurlar.”14
İslâm devletleri ile münasebetlerini münhasıran petrol teminine bağlayan bir anlayışın yeterli ve sağlıklı olmadığı artık kabul edilmelidir. Zira Batı, insanın fikrî, ahlâkî ve mânevî sağlık ve istikametinde, belki petrolden fazla muhtaçtır. Bu ihtiyacın karşılanabileceği fikri ve mânevî ortam İslâmda mevcuttur.
Sosyal sistemi, aile yapısı, ferdin kişiliği çözülme ve yozlaşma halindeki Batı tipi toplumların gerçekten böyle bir fikir ve mânevî dinamizm kaynağına şiddetle ihtiyacı vardır. Bugün sosyal ve ekonomik sistemi en ileri kabul edilen ABD’de bile mânevî yetersizliğin toplumdaki çözülmeyi hazırladığı ve hızlandırdığı kolaylıkla görülüyor. Bu yetersizlikten kaynaklanan problemler için Bediüzzaman, Batının, özellikle İslâmiyetten faydalanması gereğine ısrarla dikkat çekmiştir. Bu ise sistem ve dünya görüşü arasında bir diyaloğun konusu olacaktır. Tevhid inancının temelinde gerçekleştirilecek böyle bir diyaloğu, Bediüzzaman Müslümanlar açısından Batı sistemi ile kayıtsız şartsız bir bütünleşme mânâsına kabul edilmemiştir.
Dinler arasında bir bütünleşme sözkonusu olacaksa bu ihtiyacı öncelikle Hıristiyanlığın duyması beklenebilir. Şu ifadeler bu konuda yeterli fikir verebilecek mahiyettedir:
“Nasraniyet ya intifa veya istifa edip İslâmiyete karşı terk-i silâh edecektir. Nasraniyet birkaç defa yırtıldı, protestanlığa geldi. Protestanlık da yırtıldı. Tevhide yaklaştı. Tekrar yırtılmaya hazırlanıyor. Ya intifa bulup sönecek veya hakiki Nasraniyetin esasını câmi olan hakikat-ı İslâmiyeyi karşısında görecek teslim olacaktır. İşte, su sırr-ı azime Hz. Peygamber (a.s.m.) işaret etmiştir ki, ‘Hz. İsa nazil olup gelecek ümmetimden olacak, şeriatımla amel edecektir.” 15 İslâmiyetle dayanışma ve bütünleşme ihtiyacını duyması gerekenin Batı Hıristiyan dünyası olduğunu başka bir ifadesinde şöyle nazara veriyor:
“İstikbalin kıtalarında hakikî ve mânevî hâkim olacak ve beşerî dünyevî, uhrevî saadete sevkedecek yanlız İslâmiyettir. Ve İslâmiyete inkılâp etmiş ve hurafattan sıyrılacak İsevilerin hakikî dinidir ki, Kur’ân’a tabi olur, ittifak eder.”
Özetlemek gerekirse, İslâmî kimliğin terki ile Batı içinde bütünleşmek mümkün değildir. Fakat her iki sistem mensuplarının kendi kimliklerini muhafaza ile belli ölçüde diyalog halinde olmaları mümkündür. Bunun gerekçesi de inkâr-ı Uluhiyet cereyanlarına karşı işbirliği ihtiyacıdır. Bunun gerektirdiği münasebetlerden kaçınılmamasını savunmuştur. Bediüzzaman, hadis ifadelerinden getirdiği delillerle tevhid inancını yayma yolunda Hıristiyan dünyasının İslâm inanç telâkkisinin benimseyeceğini söylemekte, bu yüzden diyalog kapısının açık tutulması gereği üzerinde durmaktadır. 16
II. Marksist sistem ve doğu tahlili
Batı dünyası ile münasebetleri inanç çerçevesinde belirleyen Bediüzzaman, Doğu blokuna hükmeden komünizmi de aynı açıdan ele almıştır. Çünkü bu görüş, Bediüzzaman’ın ikinci Avrupa dediği rasyonalist ve materyalist felsefe telâkkisinin uzantısı ve ürünüdür. Marksizmin uygulama şekli olarak ortaya çıkan komünizmi, Bediüzzaman inanç yönüyle olduğu kadar, ahlâk, ekonomi ve sosyal bünye üzerindeki tesirleri ile de tahlil etmiştir. Temelde tevhid inancına aykırılık esasına dayanan bu dünya görüşünün, propaganda ile yayılma çabalarına karşı, milletlerarası dayanışma ve güç birliği ile tedbir alınması gereğine dikkat çekmektedir. Hattâ bu konuda misyonerlerle, Hıristiyan ruhanilerinin Müslümanlarla birlikte hareket etmesi ihtiyaç olarak görülmüştür. Bu konudaki işbirliği zaruretini şu gerekçeyle izah ediyor:
“Herhalde şimal ceyeranı, İslâm ve İsevî dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle İslâm ve misyonerlerin ittifaklarını bozmaya çalışacak. Tabaka-ı avama müsaadekâr ve vücub-u zekât ve hurmet-i riba ile burjuvaları avamın yardımına davet etmesi ve zulümden çekmesi cihetinde Müslümanları aldatıp onlara imtiyaz verip, bir kısmını kendi tarafına çekebilir.” 17
Bu görüşler, komünizmin bütün dünyaya yoğun bir yayılma çabası içinde olduğu 1950’lili yıllarda dile getirildiği gözönüne alınarak değerlendirilmelidir. Gerçekten komünizmin tehdit ve yayılma çabasının en büyük dayanağı, fakir kitlelerin ekonomik menfaatlerini savunur görünmesi olmuştur. Gerçi bu sistem sonunda kendi insanlarını aç, fakir ve hattâ ekmek kuyruklarında bekler duruma düşürmüştür, ama o yıllarda sefalet istismarı ile sınıf çatışması tahriklerinin bir ölçüde prim yaptığı inkâr edilemez. Komünizmin bu propagandasının İslâm dünyasında bazılarına cazip geldiği görülmüştür. Bu yüzden Doğu bloku ile siyasi, ekonomik ve kültürel işbirliği içine giren idarelere rastlanmıştır.
Bediüzzaman, marksist sistemin insanı madden ve mânen mesut edemeyeceğini, bu sebeple propagandasına ve istismarına itibar edilmemesi gerektiğini zamanında ısrarla dile getirmiştir. İslâmiyetin de fakirleri koruduğunu ileri sürerek kendisine müttefik ve taraftar toplamaya çalışan komünizmin propagandalarına aldanılmamasını eserlerinde etraflıca işlemiştir. Onun bu yöndeki dikkat çekme çabaları müsbet tesirlerini yapmış, Müslüman kitleler komünizme hiçbir şekilde sıcak bakmamışlardır.
Bediüzzaman Rusya kaynaklı komünist yayılma çabalarının özellikle Türkiye için ayrı önemi bulunduğu inancındadır. Zira ona göre, Rusya, Türkiye’ye ve İslâm dünyasına karşı bin yıllık bir husumetin sahibidir. Komünizm, bu husumeti körükleyip saldırganlık haline getiren yeni bir vesile olmuştur. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’den toprak talebine varan gelişmeler, aslında geçmişin yayılmacı politikalarının yeniden diriltilmesi idi. Komünizm, yeni ideolojik sloganlarla hem bu yayılmanın, hem de toplumları mânen tahrip etmenin silâhı olarak ortaya çıktı. Komünizmin değişik zamanlarda Avrupa’da, Asya’da ve Orta Doğuda gerçekleştirdiği işgal ve darbelerle nisbi bir başarı sağladığı söylenebilir. İşte bu gerçeğe işaret eden Bediüzzaman, komünizmin bütün çabalarına rağmen Türkiye’de nihâî başarı gösteremeyişini İslâm inanç ve düşüncesinin topluma kazandırdığı mânevî dirençte aramıştır. Bunu şöyle ifade ediyor.:
“Rus’un Amerika ve İngilize karşı tecavüzünden ziyade bin senelik adavetinden dolayı en evvel bize tecavüz etmesi, adavetinin mutezası iken, o tecavüzü durduran, şüphesiz hakaik-i Kur’âniye ve imaniyeyi bilfiil elde edip dinsizliğin önüne kuvvetli bir Sedd-i Zülkarneyn gibi sedd-i Kur’ânî yapılması lâzım ve elzemdir. Çünkü, dinsizlik Rus’u, şimdiye kadar yarı Çin’i ve yarı Avrupa’yı istila ettiği halde bize karşı tecavüz ettirmeyip tevkif ettiren hakaik-i imâniye ve Kur’âniyedir.”18
Bu ifadeler, din duygusunun komünizmin mânevî tahribatlarına karşı nasıl bir mânevî direnç vazifesi gördüğünü açık olarak nazarlara veriyor. Bu sisteme karşı sadece maddi ve adlî yollardan alınacak tedbirlerin yeterli olamayacağına işaret ediyor. Komünizmden kaynaklanan ahlâk ve mâneviyat tahribinin eğitim yoluyla alınacak köklü tedbirlerle durdurulabileceği görüşünü devrin yetkililerine her vesile ile ulaştırmaya çalışıyordu.
Bediüzzaman, komünizmi sadece siyasi ve ekonomik boyutlu bir ideoloji olarak görmedi. Bu akımı tarif ederken, “Şimalden gelen küfr-ü mutlak cereyanı”19ifadesini kullanmaktadır. Burada marksist düşünce sistemi temelde mânevî değerleri inkâr eden bir bütünlük içinde ele alınmıştır. Komünizmin maddi ve ekonomik vasıflı bir mesele olmadığını, hayatı her yönü ile mâneviyattan uzak tutan bir inkâr hareketi olduğunu söylemiştir. Bunun için Hıristiyan dünyasını bu akıma karşı verilecek mücadelede Allah inancındaki müştereklik sebebiyle tabii bir müttefik olarak görmüştür. Bu akıma karşı verilecek mücadelede ortak hareket edilmesi görüşünü savunmuştur.
Onun, insanlığın uzun süre dinsiz kalamayacağı görüşü, komünist sistem mensupları hakkında da geçerlidir. Komünist sistemi uygulama çabası içindeki Rusya’nın dinden uzak kalamayacağına 1950’lerde işaret ediyordu:
“İki dehşetli harb-i umuminin neticesinde beşerde hasıl olan intibah-ı kavî ve beşerin tam uyanması cihetiyle kat’iyyen dinsiz bir millet yaşamaz. Rus da dinsiz kalamaz. Geri dönüp Hıristiyan da olamaz. Olsa olsa küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakikate dayanan ve hüccet ve delile istinat ve aklı, kalbi ikna eden Kur’ân ile musâlâha veya tabi olabilir.”20
Rus komünizminin milliyetler mozayiğini 1990’ların dünyasında dağılmaya zorlayan âmillerin başında din duygusunun geldiği inkâr edilemez. Sosyal hayatın bütün yönleriyle gerilediği ekonominin güçsüz, siyasetin tesirsiz kaldığı Sovyetler Birliği, komünist sistemi terk ederek yeni bir kimlik bulma ihtiyacı ve zaruretini duymuştur. Rusya, ilk merhalede, Bediüzzaman’ın dediği gibi başta Kur’ân olmak üzere dinlerle barışmaya ve onları kabule mecbur olmuştur. Komünizme sadece dinî hayat noktasından yaklaşmakla kalmayan Bediüzzaman, bu sistemin öngördüğü sosyal ve ekonomik vasatı da tahlil etmektedir. Bediüzzaman bu sistemin insan ve toplum gerçeğini gözardı ettiği görüşündedir. Onun için baskıcı metodu kullanmaya mecbur kalmıştır. Sistemin nasıl bir vasatta tutunabileceği konusuna temas etmekte ve şöyle demektedir:
“Sosyalizm, bir kısım mukaddesatı tahrip ettiğinden, aşıladığı fikir bilahare bolşevikliğe inkılâp etti ve bolşeviklik dahi çok mukaddesat-ı ahlâkiye ve kalbiye ve insaniyeyi bozduğundan, elbetteki ektikleri tohumlar hiçbir kayıt ve hürmet tanımayan anarşistlik mahsulünü verecek. Çünkü kalb-i insanîden hürmet, merhamet çıksa, akıl, zekâvet o insanları gayet dehşetli ve gaddar canavarlar hükmüne geçirir. Daha siyasetle idare edilmez. Ve anarşistlik fikrinin tam yeri ise, hem mazlum kalabalıklı, hem medeniyette ve hakimiyette geri kalan, çapulcu kabileler olacak.”19
Hiçbir mânevî değer hükmü tanımayan komünizmin anarşiyi netice vereceğini söyleyen Bediüzzaman, böyle insanları yetiştiren bir sistemin, hak, hürmet, merhamet kavramlarına saygılı medeni bir toplumda yer bulamayacağını, ancak, medeniyette geri ve hukuka bağlı devlet anlayışından mahrum ilkel kabilelerde tutunabileceğini nazara vermektedir.
Komünizmi bu mahiyeti sebebiyle bütün insanlık için fıtrata aykırı görmüş ve tadbik kabiliyeti bulunmadığını işlemiştir. Zaman içinde günümüze kadar gelişen hâdiseler, marksist temele dayalı komünizmin insanî ve medenî hayatı arzu eden toplumlarda tutunamayacağını göstermiştir. Bediüzzaman’ın bu fikirleri dile getirişinden elli yıl sonra, komünizm terk edilmek zorunda kalınmıştır. Arkasında büyük zulümler bırakarak, milyonlarca insanın yaşama hakkını alarak silâh korkusu üzerine kurduğu, dünyayı kendi eliyle yıkarak tarihe karışmış bulunuyor. Bir daha ortaya çıkması, medeni bir toplumda değil, belki Bediüzzaman’ın dediği gibi medeniyette geri ilkel kabile toplumlarında mümkündür.
III. İslâm ülkeleri arası münasebetler
Diğer semavî dinlerle inançtaki beraberliği milletlerarası dayanışma ve diyaloğun en önemli sebebi kabul eden Bediüzzaman, aynı inanca mensup İslâm milletlerinin kendi aralarındaki münasebetleri ve bunlara yön vermesi gereken prensipleri ele almaktadır.
Bediüzzaman, İslâm dünyasını son asırlarda geri ve fakir bırakan sebeplerin neler olduğunu ve bunların nasıl aşılabileceğini 20. asrın ilk yıllarından itibaren eserlerinde etraflıca ele almıştır. Kendi tabiri ile Müslümanları, “Kurûn-u vusta” şartlarında tutan sebepleri saymakta ve çıkış yollarını da göstermektedir.
1. Münasebetlere yön veren prensipler
İslâm dünyasını maddi ve mânevî yönden harekete geçirecek, gelişip kalkınmasına yol açacak unsurları, “İslâm dünyasını maddi ve mânevî dinamikleri” şeklinde ifade etmenin uygun olacağı inancındayız. İslâm dünyasının gelişmesini, refahını, maddeten ve mânen inkişafını temin edecek prensipleri isimlendirmek gerekirse, şu başlıklar çıkarılabilir: Dinin nokta-i istinat olarak herşeyin üstünde tutulması, Müslümanların birlik ve dayanışmasının temel taşı olarak ittihad-ı İslâm şuuruna bağlılık, hürriyet ve bağımsızlık görüşüne mensubiyet, maddi kalkınmanın şartı olarak fen ve sanayie yöneliş, insan unsurunu gerçekçi ve fıtrata uygun olarak eğitecek bir eğitim anlayışı, istişare metodunu işler hale getirmek, ümitsizliği atıp, hadiselere ümit ve moral ile yaklaşmak, meselesine sahip ve şuurlu bir kamuoyu teşekkül ettirmek.
Belirlediğimiz bu prensipleri başlıklar altında toplayıp Bediüzzaman’ın görüşlerinden istifade ile açmak gerekirse aşağıdaki değerlendirmenin mümkün ve gerekli olduğunu düşünüyoruz.
2. Dinin nokta-i istinad olma vasfı
Aynı inanca ve dine mensup olma duygusunun her sahada olduğu gibi İslâm ülkeleri arasındaki münasebetlerde de hayatî derecede önemi vardır. Bediüzzaman, aynı dine mensup olma duygusunun hiçbir şeyle kıyaslanamayacak kadar güçlü bir dayanak olduğu inancındadır. O, aynı dine mensubiyet duygusunun sağladığı dayanışma ve moral gücün, Müslüman milletler arasında en büyük yapıcı âmillerinden birisi olduğu inancındadır. Batı dünyasının bu duygudan asırlar boyunca ileri ölçüde faydalandığını belirtmektedir.
Avrupanın nasıl zenginleşip kalkındığı sorusuna cevap veren Bediüzzaman, bunu iki önemli sebebe bağlıyor. Bunlardan birisi, Avrupada yaşayan nüfusa tabii ve coğrafi yapının yetmemesidir. Bu sebeple Batı insanı ihtiyaçlarını karşılamak için daha fazla çalışmak ve sanayiini kurmak zorunda kalmıştır. Avrupanın kalkınmasını temin eden ikinci sebep ise, aynı inanca mensup olmanın sağladığı yardımlaşma ve dayanışma duygusudur. Bu duygudan istifade ederek dünyanın her tarafına ulaşıp maddi imkânlar elde etmiştir. Bediüzzaman, Müslümanlar bakımından da dinin nokta-i istinat olma özelliğinden faydalanması gerektiğini söylemektedir.
“Ey ehl-i İslâm, işte küre-i zemin gibi ağır ve âlem-i İslâmiyete çökmüş olan mesâip ve devâhiye karşı nokta-i istinadınız, muhabbet ile ittihadı, marifet ile imtizac-ı efkârı, uhuvvet ile teâvünü emreden nokta-i İslâmiyettir.”21
İslâm dininin, İslâm dünyası için en büyük dayanak olduğunu söyleyen Bediüzzaman, İslâm dünyasında başka bir düşünce veya inanç sisteminin rehber ve dayanak olamayacağını her zeminde ifade etmiştir. Ona göre, Şark insanının fıtratı, yapısı sadece dinî düşünceye açık ve yatkındır. Bu konuya ilişkin görüşünü 1909’da yazdığı bir makalede şöyle dile getiriyordu:
“Bu memleket insanlarının makina-i tekemmülâtının buharı diyanettir. Ve bu Asya ve Afrika tarlasının ve Rumeli bostanının çiçekleri ziyayı İslâmiyet ile neşv ü nemâ bulacaktır.”22
Aynı konudaki görüşlerini, 1922’de Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluş arefesinde, her İslâm toplumu için geçerli olacak genel prensip halinde şöyle ortaya koyuyordu:
“Enbiyanın ekseri Şarkta ve hükemânın ağlebi Garpta gelmesi, kader-i ezelînin bir remzidir ki, Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalptir, akıl ve felsefe değil. Şarkı intibaha getirdiniz, fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa sa’yiniz heba olur gider veya muvakkat, sathi kalır.”23
Doğu, toplumların yapısına uygun dayanak gücün İslâm inanç ve prensipleri olduğunu dile getiren bu ifadeler, aynı zamanda sosyolojik bir gerçeği de ifade ediyordu. Buna göre, din, Müslüman toplumlar arası her türlü münasebette dayanak noktası olmalıdır. Doğu toplumlarında arzulanan sonuçları almanın şartı, din duygusuna gereken önemin verilmesine bağlıdır.
3. İttihad-ı İslam
Bediüzzaman, İttihad-ı İslâm görüşünün hayata geçirilmesinin Müslümanlar için ihmal edilmeyecek bir vecibe olduğu inancındadır. Müslümanlar arası birlik ve dayanışmanın nasıl gerçekleştirilebileceği konusunda onu dikkat çekici tekliflerin sahibi olarak görüyoruz. Müslümanlar arası birlik ve dayanışmanın sağlanması gereğini ve önemini şöyle dile getiriyor:
“Bu zamanın en büyük farz vazifesi ittihad-ı İslâm’dır. İttihadın hedef ve maksadı o kadar uzun ve münşaip ve muhit ve merakiz ve meabid-i İslâmiyeyi birbirine rabtettiren bir silsile-i Nuraniyeyi ihtizaza getirmekle onunla merbut olanları ikaz ve tarik-i terakkiye bir hahiş ve emr-i vicdanı ile sevketmektedir.”
“Bu ittihadın meşrebi muhabbettir. Husumeti ise, cehalet, zaruret ve nifakadır. Gayr-ı müslimler emin olsunlar ki, bu ittihadımız, bu üç sıfata hücumdur. Gayr-ı müslime karşı hareketimiz iknadır. Zira onları medeni biliriz. Ve İslâmiyeti mahbup ve ulvî göstermektedir.”24
İttihad-ı İslâm kavramının kapsamı ve ona verdiği önem bu ifadelerde açıkça görülüyor. “Bu zamanın en büyük farz vazifesi” dediği bu birliğin, İslâmın güzelliklerinin Müslümanlar arasında yayılma ve yaşanmasına vesile olmasını dilemektedir. Böyle bir birliğin maddi ve mânevî kalkınma yolunda önemli ve yapıcı bir rol oynayacağı görüşündedir.
Müslümanların birliğinin kalıcı ve sağlıklı olması için öncelikle muhabbet duygusunun mevcudiyetini aramaktadır. Düşmanlık, sadece cehalete, fakirliğe ve ihtilafa karşı beslenmelidir. Bu yoldan gidilmesi halinde gayr-i müslimler de Müslümanlıktan ve Müslümanlardan yersiz bir korku duymayacaklardır. İslâmiyetin güzelliklerinin ve ulvî yönlerinin nazara verilmesi halinde gayr-i müslimlerle müsbet bir diyalog kurulabilecektir. Hattâ İslâma kazandırılmaları bile mümkün olabilecektir.
Bediüzzaman, İslâmın bu konudaki gerçek görüşünü bilmeyen ve bu yüzden taassup sergileyen Batı Hıristiyan dünyasındaki inadın kırılmaya mecbur olduğunu, marifet ve medeniyetin mehasini ile taassubun dağılmaya başladığını söylemektedir. Yani medeni duygular inkişaf ettikçe, gerçekleri görme imkânı artmakta ve hoşgörü kendisini göstermektedir. Bu anlayışın henüz yeterli bir mesafe aldığı söylenemez. Fakat köleci ve sömürgeci politikalardan bugünlere gelinmiş olması oldukça müsbet gelişme olarak kabul edilmelidir.
Bir diğer önemli husus, İslâmiyeti mahbub ve ulvî gösterme ihtiyacıdır. Bilhassa Batı kamuoyunda günümüzde İslâmiyet bahsi geçtiği zaman asılsız yere menfi duyguların kolayca uyanabildiği düşünülürse, Bediüzzaman’ın İslâmiyeti sevimli gösterme ve sevdirme konusundaki fikirlerinin önemi kendiliğinden ortaya çıkacaktır. İnsanlık için ahlâk, barış ve refah gibi değerlere katkıda bulunabilecek bir dinin korkulacak tarafı yoktur. Bu inançtaki Müslümanların birlik ve beraberliğinden kimseye bir zarar gelmeyecektir. Bediüzzaman bunu her vesile ile anlatmaya çalışmıştır. Konu ile ilgili şu ifadeler oldukça dikkat çekicidir:
“İngiliz, Fransız, Amerika siyasetleri ve menfaaatleri buna muarız olmakla mani olurdular. Şimdi menfaatleri ve siyasetleri buna muarız değil, belki muhtaçtırlar. Çünkü komünistlik, masonluk, zındıklık, dinsizlik doğrudan doğruya anarşistliği intaç ediyor. Ve bu dehşetli tahrip edicilere karşı ancak ve ancak hakikat-ı Kur’âniye etrafında ittihad-ı İslâm dayanabilir.”25
İslâm ülkelerinin parçalı halde güçsüz düşürülmesi sonucu Rus komünizminin Orta Doğudaki barış ve istikrarı uzun yıllar bozması gözönüne alınırsa, yukarıdaki görüşlerin isabeti daha iyi anlaşılır. Orta Doğuya inmesine imkân verilmeyen komünizmin başka yerlere yayılması kolay olmayabilirdi. İslâm dünyasına girememesi halinde bu sistemin başka yerlerdeki varlığı fazla bir önem arzetmezdi. İslâm ülkelerinin dağınıklığından istifade ile bu zeminlerde hem de başka bölgelerde yayılma ve tutunma ortamı aramış, bir ölçüde başarılı olmuştur. İslâm birliği buna meydan vermemek için gerekli idi.
Bediüzzaman ittihad-ı İslâmın çağımız şartları içinde nasıl gerçekleştirilebileceği konusunda tatbiki mümkün görüşlerin sahibidir. Bu ittifakın öncelikle, her bir Müslüman tarafından İslâmın hakkıyla bilinip yaşanması halinde tesis edilebileceği inancındadır.
Ona göre, Müslümanların birlik ve bütünlüğünü sağlamanın diğer yapıcı şartlarından birisi, meselelerini bilen, aynı prensip ve gayeleri düşünen bir kamuoyunun teşekkülüdür. Bunun bilgi ile sağlanacağına işaretle, “İttihad cehil ile olmaz. İttihad imtizac-ı efkârdır. imtizac-ı efkâr, marifetin şua-ı elektriki ile olur”26demektedir.
Görüldüğü gibi birlik için öncelikle kültürel birlik ve bütünleşmeyi gerekli görmektedir. Fikir birliğini sağlayacak olan da kurumlaşmış eğitimdir. Bu yüzden eğitimi, İslâm dünyasındaki bütünleşmesinin en önemli vasıtası olarak görmüştür. “İran, Arabistan, Mısır, Afganistan, Türkistan ve Anadolunun merkezinde bir kalp hükmünde” 27 beynelmilel vasıflı bir üniversitenin kurulmasını İslâm ülkeleri arası dayanışmanın temel şartlarından birisi olarak kabul etmiş ve hayatı boyunca bunun gerçekleşmesine çalışmıştır.
Böyle bir üniversitede bütün İslâm dünyasından gelecek öğrenci ve öğretim üyeleri yer alacaktır. Böyle bir eğitim kurumu, hem Batı tekniğinin alınmasında önemli bir vasıta olacak, hem de ırkçılığın zararlarına karşı koruyucu bir vazife görecektir. Şu ifadelerde bu husus açıkça görülmektedir:
“Bir dar-ül fünun, bir İslâm üniversitesi Asyada lazımdır. Ta ki, İslâm kavimlerini, meselâ Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan’daki milletleri menfi ırkçılık ifsat etmesin. Hakiki müsbet ve kudsi ve umumi millet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile “Bütün müminler kardeştir” (diyen) Kur’ân’ın bir kanun-u esasisinin tam inkişafına mazhar olsun. Ve felsefe fünunu ile ulûm-u diniye birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikiyle tam musalâha etsin.”28
Çağın gereklerini bünyesinde taşıyan böyle bir eğitim anlayışı ile Müslümanların şuurlu birliğini tesise çalışan Bediüzzaman, arzuladığı ittihadın muhabbetle tesis edileceği inancındadır. “İttihadın meşrebi muhabbettir. Husumet ise, cehalet ve zaruret ve nifakadır”29demektedir. İslâm milletleri böyle bir ittifakın gereği olarak birbirlerine mânen ve hattâ maddeten yardım etmekle sorumludurlar. 30
Müslüman ülkeler arasındaki birliğin önemini böyle nazara veren Bediüzzaman, dünya ve bölge barışını korumaya yönelik siyasi dayanışma çabalarına dâimâ taraftar çıkmıştır. Ona göre dayanışmanın meydana getireceği bütünleşme duygusu, aynı zamanda ırkçılığın zararlarını da bertaraf edecektir. Bağdat Paktının 1955’lerde kuruluşunu bu anlayışla karşılamıştır. Bu konudaki görüşünü devrin Cumhurbaşkanına yazdığı mektup ile dile getirmekte, tebriklerinden sonra şöyle demektedir: “Irkçılık bütün bütün tehlike-i azimdir. Sizin bu defaki Irak ve Pakistan’la pek kıymettar ittifakınız inşaallah tehlikeli ırkçılığın zararlarını defedecek.” 31 Bu pakta Amerika’nın da katılmasıyla, Batı Hıristiyan dünyasının barış içinde yaşama arzusuna katkıda bulunacağı temennisini dile getiriyordu.
Müslümanlar arası barış ve dayanışmanın korunması için her vesileyi değerlendirmeye çalışan Bediüzzaman, bunun için İslamî şuurun güçlü olması gereğini daima nazara vermiştir. Zira, onun nazarında İslâm dünyası bir camiin muazzam cemaati gibidir. Farklı milliyetleri birbirine bağlayan unsur İslâmiyettir. “Arap, Türk, Kürt, Arnavut, Çerkez ve Lazların en kuvvetli ve hakikatlı revabıt ve milliyetleri İslâmiyetten başka birşey değildir”32 demektedir. Osmanlı Devletinin bünyesinde gerçekleştirilip yaşanan bu millet gerçeği içeriden ve dışarıdan tertiplere maruz kalmaya başladığı 20. asrın ilk yıllarında Bediüzzaman bütünlüğü koruma inancıyla meseleye böyle yaklaşıyordu. Bu görüşlerini dile getirdiğinden bu yana aradan seksen sene geçti. Şimdi yukarıda bahsi geçen Müslüman unsurlar aralarında bütünleşme sağlamanın gereğine inanmış olarak bunu nasıl gerçekleştireceklerinin yollarını arama noktasına gelmişlerdir. İslâm dünyasını ve Asya’yı bir camiin cemaati gibi bütünlük içinde gören Bediüzzaman’ın yaklaşımı, bugün bütün engelleme çabalarına rağmen güncellik kazanmış olarak kabul bekliyor.
İslâm ülkeleri arasındaki ittifakın hangi yolla sağlanabileceği üzerinde duran Bediüzzaman, bunun için federatif bir şekli öngörmektedir. Bunun zaman içinde gerçekleşeceği inancındadır. Bu görüşünü 1910’lu yıllarda şöyle dile getiriyor:
“40-50 sene sonra hususan Arap tâifeleri cemahir-i müttefika-i Amerika gibi en ulvi bir vaziyete girmeye, esarette kalan hâkimiyet-i İslâmiyeyi eski zaman gibi kür-i arzın nısfında, belki ekserisinde tesisine muvaffak olmanızı Rahmet-i İlahiyeden kuvvetle bekliyoruz.” 33
İslâm dünyası gerçi henüz arzulanan federatif bir bütünleşme noktasına gelmiş değildir. Fakat İslâm dünyasındaki maddi ve mânevî dayanışmanın 1910’lu veya 1940’lı yıllarla kıyaslanamayacak kadar ileri mesafe aldığı bir gerçektir. Özellikle İslâm aydınları arasında ve kamuoylarında, arzulanan bütünleşme ve dayanışmanın gelecek için ümit veren güçlü bir potansiyel haline geldiği kolaylıkla görülmektedir. İslâm Konferansı çerçevesindeki gelişmeler bunun elle tutulur göstergesidir. İslâm ülkeleri arasındaki ekonomik ve siyasi münasebetlerin bu gelişmeye hız kattığı inkâr edilemez. Doğu blokunun baskıcı ve yayılmacı tehdidinin büyük ölçüde ortadan kalkmasından sonra, artık İslâm dünyası 2000’li yıllara Bediüzzaman’ın hedef gösterdiği gibi yeni bir güç merkezi olarak girme şansını elde etmiş bulunuyor.
4. Ümit
Bediüzzaman, ümitsizliği bırakıp, geleceğe ümitle bakmaya yönelik bir tutumu, İslâm dünyasının en önemli ihtiyacı olarak görmüştür. En dehşetli hastalıkla eş tuttuğu ümitsizliğin milletlerarası münasebetlerde esareti netice verdiğini şu ifadelerinde dile getiriyor:
“Yeis, en dehşetli bir hastalıktır, âlem-i İslâmın kalbine girmiş. İşte o yeistir ki, bizi öldürmüş gibi, Garpta bir iki milyonluk küçük bir devlet, Şarkta 20 milyon Müslümanları kendine hizmetkâr ve vatanlarını müstemleke hükmüne getirmiş. Hem o yeistir ki, kuvve-i mâneviyeyi kırmış. Az bir kuvvetle imandan gelen kuvve-i mâneviye ile Şarktan Garba kadar istila ettiği halde, o kuvve-i mâneviye-i hârika, meyusiyetle kırıldığı için zalim ecnebiler dört yüz seneden beri üç yüz milyon Müslümanı kendilerine esir etmiş. Bu hastalık bize bu zulmü etmiş, bizi öldürüyor, biz de o katilimizden kısasımızı alıp onu öldüreceğiz. Lâ taknetû (Allah’tan ümidinizi kesmeyiniz) kılıncı ile o ye’sin başını parçalayacağız. Yeis, ümmetlerin, milletlerin seretan denilen en dehşetli hastalığıdır. Kemâlâta mâni ve ene inde zanni abdî bî (kulum beni nasıl bilirse, ona öyle muamele ederim) hadis-i kudsisindeki hakikata muhaliftir. Korkak ve aşağı ve acizlerin şe'nidir (vasfıdır), şehâmet-i İslâmiyenin şe'ni değildir.” 34
Batı medeniyetinin hatalarını, zaaflarını ve yanlışlıklarını ortaya koyan değerlendirmelerden sonra, bu yönü ile Batının örnek alınmaması gerektiği üzerinde duruyor. İnsanlığa teklif ettiği inanç ve düşünce esasları bakımından İslâm medeniyet telakkisinin insanları geleceğe ümitle bakmaya sevkeden bir özelliğe sahip olduğunu şöyle nazara veriyor:
“Ehl-i iman ve İslâm için böyle maddi ve mânevî terakkiyata vesile ve kuvvetli, sarsılmaz esbap varken ve demiryolu gibi istikbal saadetine yol açıldığı halde nasıl me'yus olup, ye'se düşüyorsunuz ve âlem-i İslâmın kuvve-i mâneviyesini kırıyorsunuz. Ve yeis ve ümitsizlikle zannediyorsunuz ki, ‘dünya herkese ve ecnebilere terakki dünyasıdır. Fakat yalnız biçare ehl-i İslâm için tedenni dünyası oldu’ diye pek yanlış bir hataya düşüyorsunuz.” 35
Ümitsizliğin hâsıl ettiği her yönden geri kalmışlığı kabullenen anlayışı bu şekilde tenkit eden Bediüzzaman, Müslümanların ümitsizliği bırakıp sorumluluklarının gereğini yapmaları halinde kalkınmanın ve refahın yollarını bulacaklarını söylemektedir.
5. Şûra
İslâm dünyasının meseleleri çözmede esas alınması gereken önemli prensiplerden birisi de şûradır. Bediüzzaman başta Kur’ân emri olan şûrayı, İslâm dünyasındaki baskıcı eğilimlere son vermek, hürriyetten istifade ile en uygun çözümleri bulmak ve kalkınmayı temin konusunda vazgeçilmez bir müessese olarak görmüştür.
İstişarenin, hakkı arama duygusu ile delile dayanarak ve aklen tahkik suretiyle yapılması gerekir. Bu yapıldığında hiçbir meselede şüphe ve tereddüde yer kalmayacaktır. Şûranın Asr-ı Saadette böyle bir anlayışla yapıldığını, günümüz Müslümanlarının da aynı yolu takip etmeleri gerektiğini söylemektedir. 36
Şûranın İslâm dünyası için lüzumunu şu ifadelerle nazara veriyor:
“Müslümanların hayat-ı içtimaiyedeki saadetlerinin anahtarı meşveret-i şer’iyedir, (Onlar işlerini şura ile görürler) âyet-i kerimesi şûrayı esas olarak emrediyor. Asyanın en geri kalmasının bir sebebi o şûrayı yapmamasıdır.”
“Asya kıtasının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı şûradır. Yani nasıl fertler birbiriyle meşveret eder, taifeler dahi o şûrayı yapmaları lâzımdır ki, üç yüz, belki dört yüz, milyon İslâmın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdatların kayıtlarını açacak, dağıtacak meşveret-i şeriye ile şehamet ve şefkat-ı imaniyeden tevellüd eden hürriyet-i şeriyedir.” 37
Asyanın geri kalmışlığında şûraya riayet etmeyişinin önemli rolü bulunduğuna işaret eden Bediüzzaman, şûra ile büyük işlerin kolayca çözüme bağlanabileceği görüşündedir.
“Neden şûraya bu kadar ehemmiyet veriyorsun ve beşerin, hususan Asyanın, hususan İslâmiyetin hayatı ve terakkisi nasıl şûra ile olabilir?” şeklindeki soruya şu cevabı veriyor:
“Haklı şûra ihlâs ve tesanüd-ü hakiki ile üç adam yüz adam kadar millete fayda verebilir. Ve on adamın hakiki ihlâs ve tesanüt ve meşveretin sırrı ile bin adam kadar iş gördüklerini çok vukuat-ı tarihiye bize haber veriyor.” 38
Görüldüğü gibi sadece hakkı arama duygusu ile, ard niyetten uzak olarak samimiyetle yapılacak istişare, doğruyu bulmayı kolaylaştıracak ve çok müsbet sonuçlar verecektir. Bu özelliği sebebiyle İslâm ülkelerinin de kendi aralarındaki istişareye riayet eden bir anlayış içinde olmaları, hem inançlarının gereği olmakta, hem de maddi ve mânevî kalkınmanın gereği olmaktadır.
____________________
1. Denizli’nin Tavas ilçesinde 1949 yılında dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini Tavas’ta yaptı. Denizli Lisesini bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine girdi. Üniversiteden 1973 tarihinde mezun oldu. Mezuniyet sonrasında lisans ve lisansüstü çalışmalar yaptı. 1975’de avukat oldu.
Halen serbest avukatlık yapan Safa Mürsel günlük gazete ve bazı dergilerde birçok makale yazdı. Bediüzzaman Said Nursî ve Devlet Felsefesi, Siyasi Düşünce Tarihi Işığında Bediüzzaman Said Nursî, Laikliğin Neresindeyiz? ve TCK 163. Maddesi ile ilgili müstakil eserleri yanında eğitim, kültür ve siyasi konularda müşterek imza ile yayınlanmış eserleri bulunuyor.
2. Bediüzzaman Said Nursî. Emirdağ Lâhikası, II:71.
3. Bediüzzaman Said Nursî. Tarihçe-i Hayat, s. 73.
4. A.g.e., s. 116
5. Bediüzzaman Said Nursî. Lem’alar, s, 111.
6. Bediüzzaman Said Nursî. Sünuhat, s. 45.
7. Bediüzzaman Said Nursî. Hutbe-i Şâmiye, 133, Emirdağ Lâhikası, II:98.
8. Hutbe-i Şamiye, s. 110-111. (Batı medeniyetine esas alan bu prensiplere karşı İslâmın medeniyet telâkkisinin dayandığı esasları şu şekilde belirlemektedir: (Hutbe-i Şâmiye, s. 111-112’den nakil)
9. Nursî. Emirdağ Lâhikası, 11:98.
10. Nursî. Sünuhat, s. 44-45.
11. A.g.e. s. 45.
12. A.g.e. s. 45.
13. A.g.e. s. 45.
14. Nursî. Emirdağ Lahikası, II:56.
15. Nursî. Hutbe-i Şâmiye, s. 103.
16. A.g.e. s. 28.
17. Nursî. Emirdağ Lâhikası, I:156.
18. A.g.e.ı, II:71.
19. A.g.e., I, 204.
20. A.g.e. II:74.
21. Bediüzzaman Said Nursî. Şuâlar, s. 536.
22. Nursî. Sünuhat, s. 60.
23. Nursî. Hutbe-i Şâmiye, s. 76.
24. Bediüzzaman Said Nursî. Mesnevî-i Nûriye, s. 91.
25. Nursî. Hutbe-i Şâmiye, s. 80-81.
26. Nursî. Emirdağ Lâhikası, II:24.
27. Bediüzzaman Said Nursî. Münâzarat, s. 60-61.
28. Nursî. Emirdağ Lâhikası, II:156
29. A.g.e. II: 195-196.
30. Nursî. Hutbe-i Şâmiye, 81.
31. A.g.e.
32. Nursî. Emirdağ Lâhikası, II: 194-195.
33. Nursî. Hutbe-i Şâmiye, s. 83.
34. A.g.e.
35. A.g.e.
36. A.g.e.s. 31-32. Bediüzzaman Said Nursî. Divan-ı Harb-i Örfî, s. 41,
37. Bediüzzaman Said Nursî. Muhâkemât, s. 32.
38. Nursî. Hutbe-i Şâmiye, s. 52-53.
39. A.g.e.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1992
DOĞUNUN KURTULUŞUNDA BEDİÜZZAMAN FAKTÖRÜ
NECMEDDİN ŞAHİNER 1
(Araştırmacı - Yazar)
Yüz sene evvel Anadoluyu adım adım dolaşan Bediüzzaman, Doğunun fakirliğini, cahilliğini ve medeniyet dünyasından çok gerilerde kaldığını bizzat görmüştü. Bu sebeple İstanbul’a kadar gelmişti. En üst makamlara müracaat ederek Doğuda din ve fen ilimlerinin birlikte okutulacağı bir üniversitenin açılması için çalıştı.
Bediüzzaman Said Nursi deryalara, denizlere benzeyen bir insandır. Bediüzzaman Said Nursi belki yüz kapısı olan bir kervansaraydır, bir muhteşem külliyedir.
İman külliyesi, irfan külliyesi...
Tâ ilk, gençlik günlerimden beri bu deryanın sahillerinde dolaşmaya çalışmaktayım ve dolaşmaktayım.
Bu nur sarayının kapılarını aralamaya çalışmaktayım.
Bu âbide şahsiyet, tarihlerimizin “doksan üç harbi” diye yazdıkları karanlık günlerde Doğu Anadolu’nun Van-Bitlis yaylasının, Nurs güneşinden ışıklarını saçarak aziz vatan Anadolumuzu aydınlatmaya başlamıştı. Nurs’un nuru Müslüman-Türkiye’den parlarken, aynı tarihlerde Batı dünyasında Edison ise tıpkı Genç Said gibi üç aylık bir öğretimden sonra insanlığa bulduğu ampulü armağan ediyordu.
Bu ışıklı insan Bediüzzaman asırların ve nesillerin hasretle bekledikleri ve gözledikleri birisidir.
Yüzyıllardır çok dehşetli tahrip kalıplarıyla yaralanan iman sarayının bir tamire ihtiyacı vardı. İslâm abidesinin yaralarının onarılması gerekiyordu.
Yollarda beklenen nur üstad, çağımızı şereflendirdi.
Fazilet yolcusu bütün insanlığa şefkat kucağını açtı.
Seksen sene evvelinden günümüze ve bizlere hitap ediyor: Ben acele ettim, kışta geldim, ama sizler cennet gibi bahar günlerinde geleceksiniz. O mutlu günde kemiklerimi misafir eden Van’ın Horhor toprağına uğrayınız, bahar hediyeleri olan çiçeklerden mezarımıza bırakınız, makberimden sizleri tebrik edip, sizlere afiyetler olsun! Sedalarını duyacaksınız.”
Bediüzzaman şiddet-i zuhurundan gizlenmiş tarihin ender yetiştirdiği bir insandır. Hayatının tarihi ve tarihçesi hep gizlenmiştir. Bu gizlemeyi “Tarihçe-i hayatımda geçen, çoğunu gizlediğim çok hârika hâdiseler vardır” diyerek bazan kendisi gizlemektedir; çoğu zaman da müfteri düşmanları tarafından gizlenmiştir. Hattâ maksadının aksiyle itham edilen Bediüzzaman gibi zatları insanlık tarihi pek az kaydetmektedir.
Helaket-felaket asrının, yani günümüzün adamı olduğunu söylemektedir ve insanlığın ebedî yaralarına ilâçlar hazırlayarak sunmaktadır.
Müslümanların sadece iman ederek inandıkları haşir meselesini ele almaktadır. Bu haşir meselesi ki, İbn-i Sina gibi hikmetlerin ve gerçeklerin bir dâhisi, “Haşir bir mesele-i nakliyedir. Buna sadece iman edilir, bu bahsin delili nakildir, ancak iman etmek gerekmektedir” demektedir. İşte bu iman nurunun bu hârika bahsini Bediüzzaman, Nur Risalelerinin ilk kitabında haşir meselesini aklen, ilmen ve mantiken izah edip isbat etmektedir.
Hem de Kur’ân’dan aldığı dersini iki kere iki dört eder katiyetinde ispatlamaktadır.
Bu büyük insanın hayatı hârikalarla dolu levhalarla ışıldamaktadır. Bu derya bahsin izahı için tam çeyrek yüzyıldır kütüphanelerde, şehirlerde, köylerde ve doğu Anadolu’nun o heybetli, ama çok samimi dağlarındaki köyleri adım adım gezmekteyim.
Neşrettiğim bir düzine kitap, baştan başa vesikalarla, canlı şahitlerle doludur. Kütüphaneleri, hususi kütüphaneleri, arşivleri, başvekalet arşivini misal olarak gösterebilirim.
Şu anda mezkur arşivden bana intikal eden vesikaların adedi ise, tam yirmi altı tanedir.
Bunlardan yine İstanbul kütüphanelerinde bulduğum Fransızca bir eserden bahsetmek istiyorum. Bu eserin ismi: Document sur les Atrocutes Armeno-Russes’dir. Eserin Türkçesi, Ermeni-Rus Zulmüne Dair Vesikalar.
Fransızca eserin sadece bir sayfasının bahsimizle alakalı satırında şunları okumaktayız:
“Mehmed oğlu Yusuf ve Abdurrahman yeminle anlatıyorlar:
“Biz Hizan kazasının Sıpayirt nahiyesinin yaz otlaklarının bulunduğu, Nurs, Vavink, And ve Mezraa-i And ahalisindeniz. Çatak kazasının Ruslar tarafından işgalinden sonra, bizimkine komşu Livar, Yukarı Kutis, Aşağı Kutis Çacuan, Sikuar, Yukarı Andr köyü Ermenileri her ikisi de Rusya’dan Anadolu’ya sızmış olan Lato, diğer ismiyle Mihran ve Kazar Dilo’nun kumandasında Yukarı Kutis köyüne geldiler. Orada nahiyenin eşrafına yazılı olarak üç teklifte bulundular. Eşraf arasında Bediüzzaman namiyle meşhur olan Genç Said de vardı. Kendisinin esir mi, yoksa öldürülmüş mü olduğuna dair bir haber alınamıyordu. Teklifleri şunlardı:
“1. Düşmana teslim olmak.
“2. Nahiyeyi boşaltmak,
“3. Harb etmek.
“Düşman, gelişinden dokuz saat sonra, altı yüz kişiyle bizim köye hücum etti. Düşman askerleri şapkalı ve üniformalıydı. Aralarında Rus askeri bulunup bulunmadığını tesbit edemedik. Düşman ordusunda sefil görünüşlü olanların sayısı hayli kabarıktı. Bunlar Ruslar veya Rusya’dan gelme Ermeniler olabilirdi.
“Düşman bizim köyün ahalisini Mezraa-i Anda götürdü. Eşraftan Hurşid Bey oğlu Abdurrahman, oğlu ve karısı da bulunuyordu. Ertesi gün otuz üç erkek ve oğlan çocukları ve sayıları seksene varan kadınlar, kızlar ve kız çocukları ayrı ayrı kafileler halinde Müküs’e sevkedildi. Kadınlar kafilesi Çaçuan’da bırakıldı. Erkeklerin ise hepsi geceleyin kılıçtan geçirildi.
“Bana bir vazife verildiği için katliamdan kurtuldum. Vazife verdikleri sırada şöyle dediler:
“Sana para vaadediyoruz. Git Molla Said’e, orada kalan Ermenileri bize teslim etmesini söyle. Kendilerini boş yere öldürmenin hiçbir faydası olmadığını onlara anlat. Zaten memleket aşağı yukarı tamamiyle işgal edildi. Ruslar Haleb’e kadar indiler. Ermenistan kuruldu. Orada bulunan Türk askerinin sayısı ve kuvveti hakkında bize malumat getir.
“Bu sözler bana Dilo tarafından söylenmişti. Ben hemen yola çıktım. Çacuan’a vardığımda, nahiye müdürümüz ve Bediüzzaman’la birlikte, jandarma ve Kürtlerden teşekkül etmiş kuvvetlerimizin oraya geldiklerini gördüm. Beş saat devam eden şiddetli bir çarpışmadan sonra Bediüzzaman Said Efendi’nin kumanda ettiği birliklerimiz, kadınlar kafilesini kurtarmaya muvaffak oldular. Kadınların hali son derece acıklıydı. Yürümeye mecalleri yoktu. Çocuklarının çoğu çizmelerle çiğnenmek suretiyle can vermişti. Otuz üç erkekten ise sadece iki kişi kalmıştı.”
Bu fâcialar ve Bediüzzaman’ın kumandanlığı mezkur eserin yirmi iki ve yirmi üçüncü sayfalarında anlatılmaktadır.
Cihan savaşının doğu cephesinde Bediüzzaman’ın fedaileri olan Habib, ablası Dürriye’nin oğlu olan yeğeni Ubeyd ve Demir Mahey namındaki yiğitler, kanlarıyla zafer destanları yazmışlardı. Bunlardan Habib çok güzel, inci gibi yazılarıyla, hem de kâtipliğini yapıyordu. Cephelerde İşarâtü’l-İ’caz isimli Kur’ân’ın hârika tefsirinin yazma işlerinde bulunuyordu. Fedai ve Nur kâtibi Habib, Bediüzzaman’ın emri ile muharebenin seyrini ve düşmanın durumunu İran cephesindeki Harbiye Nazırı Enver Paşanın amcası Halil Paşaya bildirdikten sonra, sevgili üstadı ve komutanı Bediüzzaman’a dönerken Gevaş’ta alnından yediği kurşunlarla şehid olarak cennetlere uçmuştu. Çok zeki ve hazırcevap sevgili Ubeyd ise bir mübarek bayramda sırtında yep yeni bayram elbiseleriyle Bitlis kalesinin altında yediği kahpe kurşunla şehid olurken, arkadaşı Ali Çavuş gelip üzerindeki yeni elbiselerini ve kuşağındaki altınları alması için çağırırken mübarek dilindeki şehadet kelimeleriyle amcasının bedeline şehidler kervanına karışmıştı.
Keçe külahlıların zafer menkıbelerinden
Birinci Dünya Savaşında Doğu Anadoluda Bediüzzaman tek başına kurduğu gönüllü milis alayı ile Ruslara ve Ermenilere kan kusturuyordu. Bu kahramanlıkları Osmanlı Cihan Devletinin Harbiye Nazırı Enver Paşa, Sadrazam Talat Paşa ve Said Halim Paşa takdir ve şükran duygularıyla ifade ediyorlardı. Bediüzzaman’ın gönüllü fedailerine “Keçe Külahlılar” deniliyordu. Keçe Külahlılar, harbin başlangıcında geri çekilmeye başladıkları zaman, düşmanlar zaferi kazandıklarından emin bir şekilde ilerliyorlardı. Fakat tam bu esnada Keçe Külahlılar düşmanları iyice vadiye çektikten sonra çember içine alıp takır takır ateş ederek imha ediyorlardı.
Hattâ bir defasında Bediüzzaman gönüllülere: “Rusların eline geçen otuz topu kurtarmak için benimle birlikte gelen var mı?” demiş, kendisine iştirak eden üç yüz gönüllü ile geceleyin Nurşin taraflarından Muş’a inerek otuz topu fedaileri teslim edip, sonuncu topu da kendisi dahil, üç kişi çekerek kaçırmışlardı. Bu toplarla üç gün gece-gündüz Rusları oyalayarak kadın ve çocukların geriye çekilip kurtulmalarını sağlamışlardı. Bütün bunları erkân-ı harbiye arşivinde, eski askeri mecmualarda, milis teşkilatı bahislerinde ve son bulunan vesikalarda ise başvekalet arşivindeki dört belgede okumaktayız.
1916 Şubat’ında Bitlis deresinde karlar içinde yaralı bir vaziyette, bir ayağı kırık bir halde otuz üç saat kalan Bediüzzaman, burada esir edilerek Van, Culfa üzerinden Tiflis’e götürülmüştü.
1916 senesi yazında Dahiliye Nazırı Talat Paşa tarafından Kızılay Cemiyeti Reisi Besim Ömer Paşaya Cihan Savaşında çarpışırken esir düşen Milis Albayı Bediüzzaman’a yardım konusunda tezkireler gönderiliyordu.
Esir olarak Tiflis’te bulunan Bediüzzaman Said Kürdi Efendiye gönderilmek üzere altmış lira hazırlanmasını bildiriyorlardı. Çökmek üzere bulunan ebed-müddet devletin kıymetli parası, Alman markı ile iki bin yüz elli dört mark tutuyordu.
Bu paranın derhal İstanbul’dan Tiflis’e gönderilmesi hususi bir memurla ve çok acele olarak Sadrazam Talat Paşanın Kızılay Başkanı Ömer Paşaya verdiği emir sayesinde tahakkuk etmişti. Osmanlı Sadrazamı mezkur emirnamesinde:
“Bediüzzaman gibi bir kahraman, esir olarak Tiflis’te bulunmaktadır. Bu gönüllü albayın, Bitlis’in düşmanın eline düştüğü günlerde, Muş’tan sekiz top kurtarmak ve gönüllü fedai toplamak suretiyle büyük hizmetleri olmuştur. Tiflis’te muhtac-ı atıfet olan Bediüzzaman’a emredilen miktar hemen gönderilsin!”
Yetmiş altı yıldır bilinen bu gerçeği, şimdi 1992 yazında İstanbul Başvekalet arşivlerindeki vesikalardan bir daha okumaktayız.
Yine bu kahramanlık destanının şahidlerinden Birinci Devre Erzurum Milletvekili Salih Yeşil, CHP iktidarı Dahiliye Vekili Hilmi Uran’a yazdığı mektupta Bediüzzaman’ın kahramanlıklarını “Kafkas’ın karlı dağlarında, gönüllü alay kumandanı olarak mücadele ve irşad için dolaşıp büyük bir harp madalyası almıştı” diye bir gerçeği dile getiriyor.
Doğu üniversiteleri
Bediüzzaman yüz sene evvel, bütün Anadoluyu, hassaten Doğu Anadoluyu adım adım gezmişti. Doğunun fakirliğini, cahilliğini ve medeniyet dünyasından çok gerilerde, âdeta çağ dışında yaşadıklarını bizzat gözleriyle görmüştü. Bu sebeple yollara düşerek İstanbul’a kadar gelmişti. Van Valisi İşkodralı Tahir Paşadan bir mektup getirmişti. Ayrıca gazetelerde yazdığı yazılarla saraya müracaat etmişti. Doğu Anadolunun mühim merkezleri: Van, Bitlis, Siirt ve Diyarbakır’da üniversitelerin açılmasını istiyordu. Bu mekteplerin ismi Medresetü’z-Zehra olacaktı. Bu irfan yuvalarının mutlak tahakkuk etmesinin lüzumunu uzun izahlarından sonra, aklın ışığı medeniyet fenleri, kalbin nuru İslâmî ilimlerdir. İkisinin birleşmesiyle gerçekler meydana çıkar. Bunlar şayet ayrılırsa, sırf medeniyet fenleri okutulursa, hile, şüphe ve inançsızlık çıkar, sırf ilâhiyat ilmi okutulursa bundan taassubun meydana geleceğini söylüyor, şayet birlikte okutulur, tedris ve talim edilirse, talebe âdeta çift kanatlı şahinler gibi âsumanda kanat çırparak aziz vatan Anadoluya maddi-mânevî yükselişin ufuklarını gösterir ve fezalara doğru ülkemiz kanat açar diyordu.
Bu Medresetü’z-Zehra ile alakalı olarak İstanbul Başvekalet Arşivinden temin ettiğim elimde şu anda tam yirmi tane vesika bulunmaktadır. Bu belgeler Van valisi Tahsin Uzer tarafından Osmanlı Hakanı Sultan Mehmed Reşad Han’a sunulmuştur. Bunlardan sadece birisini arzetmek istiyorum. 4 Haziran 1914 tarihli mektubunda Van Valisi Tahsin Uzer “Bab-ı âli Daire-i Sadaret şifre kalemi” başlıklısında sadrazamlıktan ve saraydan şunları istiyordu:
“Doğu Anadolu ve Van taraflarında Müslüman-Kürtlerin cehaletinden istifade ederek, Şii mezhebi gittikçe yayılmaktadır. Bu arada Abdürrezzak isminde bir yalancı ise çok yıkıcı faaliyetler yapmaktadır.
“Bütün bu menfi hareketlere karşı buralarda yapılacak bir üniversite, saçağı nurlu Osmanlılığın ve İslâmiyetin bekası için büyük bir dayanak noktası olacaktır. Eşraf, âlimler ve aşiretler bu güzel neticeyi sabırsızlıkla beklemektedirler.
“Bütün Şarkın büyük âlimi Bediüzzaman bu mesele için can ü gönülden samimiyetle çalışmaktadır. Bu meseleyi Evkaf-ı Hümayun Nezaretine de yazıp bildirmiştik. Fakat mesele çeşitli yazışmalarla ve mali darlık gibi sebeplerle gecikmektedir. Medresetü’z-Zehra ismindeki bu üniversitenin inşası için gereken masrafların ‘ceyb-i Hümayundan’ ödenmesi için bütün ulema, rüesa ve eşraf tarafından hak-i pay-i Şahanenin bu hayırlı işin hassaten taraf-ı Şahaneden vücuda getirilmesini istirham etmekteyiz.”
Tarihe bakıldığında büyük dâvâ ve gayelerin ancak, büyük müesseselerde tecelli ve tahakkuk ettiğini görmekteyiz. Bu büyük gerçeğin idraki içinde olan Bediüzzaman uzun yıllar Medresetü’z-Zehra isimli mektep için çalışmıştı. Bu meseleye o kadar çok ehemmiyet veriyordu ki, “Risale-i Nur’un hakikatına çalıştığım gibi, bu mesele için de o kadar çalıştım” diyordu. İhmal edilerek, fakir ve cahil bırakılan Doğu Anadolunun Van, Bitlis, Siirt ve Diyarbakır gibi dört merkezinde yapılacak bu mekteplerin tahakkuku için de üç büyük müracaat ve teşebbüs yapmıştı.
İlk teşebbüsü Sultan İkinci Abdülhamid devrinde, ikinci müracaat ve teşebbüsü Sultan Mehmed Reşad zamanında olmuştu. Van Gölü sahillerinde çok şirin bir mevki olan Edremit:
“Edremit Van’a bakar
İçinde Şamran akar!...” şeklinde bu güzel belde için türküler yakılan ve söylenen sahillerde yapılacaktı. İkinci teşebbüs Sultan Reşad zamanında yirmi bin altınla bu yüce gayenin temelleri atılmıştı. Fakat şanlı devletin sonunu getiren Birinci Cihan Harbi ismindeki siyah bulutlar sevgili vatanımızın üzerine çökmüştü. Neticede dokuz cephede Mehmedlerin ve Ahmedlerin seller gibi mübarek kanları dökülmüş, devletimiz de çökmüştü. Edremit sahillerinde ki Medresetü’z-Zehra da yapılmamıştı.
Ayrı bir destan olan Rus esaretinden sonra vatana dönen Bediüzzaman, İngiliz Fransız işgali altındaki İstanbul’da kahramanca hizmet ve çalışmalarından sonra, davet edildiği Ankara’daki ilk mecliste Medresetü’z-Zehra’yı onlara da anlatmıştı. İlk Millî Meclis’te Mustafa Kemal’in de içinde bulunduğu iki yüz mebustan yüz altmış üç kişi, karar vererek yüz elli bin lira tahsisat ayrılmıştı. Fakat bu defa da namazsız mebuslarla uyum ve âhenk sağlanamamıştı.
Çeşitli mâniler bu büyük mefkûreyi geri bırakmıştı.
Aradan geçen yıllar ve büyük çalışmaların, mücadelelerin neticesinde Bediüzzaman ve kendisine candan bağlı Nur Talebelerinin gayretleriyle Medresetü’z-Zehra, Risale-i Nurların yazılmasıyla, bütün vatan sathına, ülkelere, kıtalara yayılmasıyla, elden ele gezerek okunmasıyla bu gaye bambaşka bir şekilde tecelli ve tahakkuk etmiştir. Nur Medresesi, yani Medrese-i Nuriye ismindeki bu iman-irfan yuvaları, ışıklı evlerin bütün vatan sathında birer nur şubesi halinde olduğu gibi, içinde bulunduğumuz günlerde, Almanya, Amerika, Arabistan, Kahire, Kıbrıs, Pakistan ve Malezya ve daha nice muhtelif ülkelerde Üstad Bediüzzaman’ın parlayan güneşi halinde görmekteyiz.
Bediüzzaman’ı hayatında, vatan için, din için, islâm milleti için ve insanlık için en hayırlı ve faydalı hizmetlerin içinde, başında görmekteyiz. İstanbul işgalci düşmanlar tarafından fıçılarla getirilen içkilerle dolduruluyordu. Tam bu kara günlerde Osmanlı Cihan Devletinin Şeyhülislamı Haydarizade İbrahim Efendi ile yanyana ve devrin münevverleriyle birlikte Cağaloğlu’nda Nallı Baba Mescidi’nin yanındaki gazeteciler cemiyetinde Yeşilay Cemiyetini kuruyorlardı.
İki buçuk senelik Milis Albayı Rus esaretinden dönünce ısrarlı teklifler karşısında Osmanlı Ordusunun adayı olarak Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiyeye âza oluyordu.
Hizmetler içinde matbuat meselelerine çok ehemmiyet vermek lâzım diyordu.
Yirmi beş yıllık Nur mesailerim esnasında köy köy, şehir şehir, dağ dağ, kale kale gezerken, Nurların aziz avukatı merhum mağfur Bekir Berk Ağabeyimin verdiği dosyaları ve evrakları Kastamonu adliyesine götürmüştüm. Adliyedeki nurların evraklarını verdikten sonra, hiç bilmediğim Kastamonu sokaklarını yapayalnız geziyordum. 1968 sonbaharındaki bu Kastamonu yolculuğumda şehrin dimdik kalesi dikkatimi çekti. Oraya çıkarak bu güzel Türk beldesini seyretmek istedim. Kalenin üzerinde gezinirken orada bir zatla selâmlaştık. Uzun zamanlar âdetim olduğu üzere hemen sözü Nur Üstad Bediüzzaman’dan açtım. Adam bana oranın bekçisi, yangın gözetleyicisi ve Ramazan topçusu olduğunu anlattı. Bediüzzaman’ın devamlı kaleye geldiğini, buradaki burçlar üzerinde ayaklarını boşluğa bırakarak eserlerini tashih ettiğini, dualarda bulunduğunu, ibadetlerle meşgul olduğunu söyledi. Kendisine de her zaman “Yunus Bey karındaşım!” diye hitaplar ettiğini, bu hitaplarla çok duygulanıp, bahtiyar olduğunu sevinçlerle bana anlatıyordu. Yunus Çavuş, “Bu hitapları ne kadar candan ve tatlı bir şekildeydi, bir bilseniz, bu tat ve lezzet hâlâ kulaklarımda çınlamaktadır” diyordu.
Ramazan topçusu Yunus Çavuş’un anlattığı bir hatırayı naklederek, bu deryadan yine dolaştığım sahillere dönmek istiyorum. Yunus Çavuş anlatmıştı:
“Bir gün sabahın erken saatlerinde Bediüzzaman yine kaleye çıktı. Şehre bakan ve altı çok derin olan burcun üzerine oturarak ayaklarını aşağıya doğru sarkıtmıştı. Yine âdeti veçhile çalışmaya başlamıştı. Bu esnada sabaha kadar içip sarhoş olan ayyaş bir adam, sabahleyin erken saatlerde kalenin altındaki yoldan geçerek geneleve gitmek istiyordu. Bu sarhoş adam Hoca Efendinin hizasına gelince, sanki yerinde çakılı durdu, Ne bir adım ileri, ne bir adım geriye adım atamıyordu. Bediüzzaman ise adama şefkat ve merhametle bakıyor ve selâm veriyordu. Hoca Efendi şunları söylemeye başlamıştı:
“Dön kardaşım, evine dön kardaşım. Çocuklarına dön kardaşım. Gitme oraya. Doğru banyoya git! Yıkan, tevbe et! Namaz kıl, dua et!” diye sesleniyordu. Şaşıran ve neye uğradığını bilemeyen zavallı sarhoş adam, ağlayarak gözyaşları içinde geriye döndü, hamama doğru yöneldi. Temizlenip, tevbe ederek yuvasına, hanımına çocuklarının yanına döndü. O fena hallerden kurtuldu.”
Yangın gözetleyicisi Yunus Çavuş, bu hadiseden az sonra, daima Bediüzzaman’ı takiple görevli “Olivutlu Hafız” lakabıyla anılan polis memuru o kötü yoldan dönen zavallı ayyaşı tutarak: “Ne söyledi sana o kürt!” diye Müslüman-Türkiye’de bedbahtlığını gösteren güya vazife ismi altında bir adiliği sergiliyordu.
Bediüzzaman ünvanı
“Bediüzzaman” ünvanı, namı ve ismi aynen hayatında tecelli ve tahakkuk etmiştir. Hani edebiyatımızdaki eski bir tabirle söylemek gerekirse, ismi ile müsemmadır.
Bu meselemizi izah ve ispat sadedinde söylemek gerekirse, uzun ve bereketli ömründe başkalarına benzemeyen bir çok hallerinden sadece şunları söylemek isterim:
1. İlmine ve irfanına münasip elbiseler giymemiştir.
2. Harb cephesinde düşmanla çarpışırken, Kur’ân tefsiri olan eserlerini yazmaya başlamıştır.
3. Nur Risaleleri bin beşyüz defa mahkemeye verilmiş ve hepsinde aynı suçlardan beraat etmiştir.
4. Hayatı boyunca evlenmeye vakit ve fırsat bulamamıştır.
5. Vefat ettiği Şanlıurfa’daki İbrahim Halilullah Dergâhında yüz on bir gün misafir kalmıştır. Mezarı geceleyen parçalanarak, bir meçhul diyara kaçırılmıştır.
Hülâsa olarak arzetmek isterim ki:
Zamanın garibidir,
Zamanın eşsizidir,
Zamanın misilsizidir,
Zamanın bedîsidir,
Zamanın güzelidir,
Ve BEDİÜZZAMAN’ dır.
____________________
1. 1945’te Gaziantep’te doğdu. 1972’de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinden mezun oldu. 1967 tarihinden itibaren yazılarını İttihad gazetesinde yayınlamaya başladı. Başta Yeni Asya, Yeni Nesil ve Zaman olmak üzere pekçok gazete ve dergide çalışmalarını yayınladı.
30 yıldır Bediüzzaman Said Nursî konusunda çalışmalarda bulunan Necmeddin Şahiner 1974’de yayınlanan Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî isimli kitabıyla kısa zamanda dikkatleri çekti. Mülâkat ve hâtırat nevinden çalışmalarını sürdüren Şahiner’in, mülakat türünden: Bediüzzaman Said Nursî ve Nurculuk Hakkında Aydınlar Konuşuyor ve Türk ve Dünya Aydınlarının Gözüyle Bediüzzaman Said Nursî adıyla iki kitabı yayınlanırken, hâtırat türünden ise: Son Şahitler Bediüzzaman Said Nursî’yi Anlatıyor adıyla 5 kitabı çıktı. Bu serinin 1. cildi ile Türkiye Milli Kültür Vakfı’nın Teşvik Armağanı’nı kazandı (1978)
Necmeddin Şahiner’in yaptığı çalışmalar başta İngilizce, İtalyanca, Arapça ve Hintçe olmak üzere birçok Batı ve Doğu dillerinde kaynak olarak alındı.
Yayınlanmış diğer eserleri:
Nur Çocuklar (1970), Bize Hayreddinli Derler (Barbaros Hayreddin Paşa’nın Hayatı 1972), Edebî Sanatlar (1975), Bin Yıldır Yaşayanlar (1975), Mehter ve Marşları (1975), Nurs Yolu (1975).
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1992
BEDİÜZZAMAN’IN HİZMET HAYATINA KISA BİR BAKIŞ
AHMET BEHCET 1
(el-Ehram Gazetesi Yazarı - MISIR)
28 yılını hapislerde ve sürgünlerde geçiren Bediüzzaman bütün zor şartlara rağmen, eline nurdan bir meş’ale alarak Allah’ın inayet ve keremiyle Türkiye’yi kucaklayarak arkasında nurlu bir ekol bırakmayı başarmış bir mücahiddir.
Dünyada karanlığa lânet okuyanlar çoktur, ama bir mum yakıp da karanlığı dağıtacaklar pek azdır. Mütefekkir, mücâhit ve müceddid Bediüzzaman Said Nursî, işte bu mumu yakan ender insanlardan birisidir. Telif ettiği eserlere Risale-i Nur ismini vermiştir. Çünkü Nur’un insan hayatındaki ehemmiyeti çok büyüktür. İnsan günlük hayatında ışığa nasıl muhtaçsa, eşyanın gerçek mahiyetini keşfedebilmek için de nura muhtaçtır. Aksi halde dünyaya geliş gayemizi bilemezdik.
Said Nursi, 1876 yılında, Bitlis’e bağlı Hizan kazasının Nurs köyünde dünyaya geldi. Daha küçük yaşlardayken din ve fen ilimlerini tahsil etmiş ve her iki dalda da kendisini mükemmel bir şekilde yetiştirmişti. Fevkalade bir zekâya sahipti.
Bediüzzaman, Osmanlı Devletinin son dönemlerinde dünyaya geldi ve bütün düşmanların ittifak ederek bu İslâm devletini ortadan kaldırmak için yaptıkları yoğun tahribata şahit oldu. Onları harekete geçiren şey, İslâma besledikleri kin ve nefret duygusundan başka bir şey değildi. Bundan dolayı, Hilâfet onların kin ve nefret oklarına hedef haline geldi. Abdülhamid Han, Hilâfeti 33 sene ayakta tutmaya çalıştı, ama kurulan tuzaklar, yapılan sinsi plânlar bir kere işlemeye başlamıştı. Ecnebî mahfiller, Hilafet merkezine istedikleri gibi hükmedebiliyorlardı. “Hasta adam”ın düşmesi artık an meselesiydi. Sultan Abdülhamid bütün gayretlerine rağmen, Batının bu oyunlarını bertaraf edemedi.
Böyle bir atmosferde dünyaya gelen Said Nursî, milletin dertlerini omuzlayarak, onları nurlu ve parlak günlere çıkarmak için elinden geleni yaptı.
Bediüzzaman otuz yaşlarında iken el-Ezher Şeyhlerinden Bahit el-Mutiî İstanbul’a bir seyahat için gelmişti. Bediüzzaman’ı ilmen mağlup edemeyen İstanbul âlimleri, ondan, genç Bediüzzaman’ı ilzâm etmesini istediler. Görüşme gerçekleşti ve Şeyh Bahit Bediüzzaman’a şöyle bir sual sordu:
“Osmanlı devletindeki hürriyete, Avrupadaki medeniyete ne diyorsunuz? Bunlar hakkındaki fikriniz nedir?”
Bediüzzaman cevap verdi:
“Osmanlı Devleti Avrupa ile hamiledir. Avrupa gibi bir hükûmeti doğuracak. Avrupa da İslâmiyete hamiledir. O da bir İslâm devleti doğuracak.”
Bu veciz cevap karşısında Şeyh Bahit şöyle dedi:
“Ben de tasdik ediyorum, ben de aynı kanaatteyim. Bu gençle münazara edilmez.”2
Hakikaten Bediüzzaman, çetin bir hayat yaşamıştı. Ulaşabidiği her insana hak ve hakikatı anlatıyordu. Bundan dolayı da hayatı boyunca, idarî takibe maruz kalıyor veya mahkemelere hedef oluyordu. Birçok defa idam talebiyle yargılandı, ama Allah’ın inayetiyle hep kurtuldu.
Said Nursi, en zor şartlarda bile hakkı söylemekte tereddüt göstermedi. Mesela, kendisini idamla yargılayan Askerî mahkeme başkanı Hurşit Paşa ona şöyle demişti:
“Sen de şeriat istedin mi? İşte şeriat isteyenler böyle asılırlar.”
Bediüzzaman ayağa kalkarak mahkemeye karşı şöyle dedi:
“Şeriatın bir hakikatına bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Bu haydut hükümet zaman-ı istibdadda akla husumet ederdi. Şimdi de hayata adavet ediyor. Eğer hükümet böyle olursa, yaşasın cünun! Yaşasın mevt! Zalimler için de yaşasın cehennem!”3
Zaman imanı kurtarmak zamanıdır
Bediüzzaman’ın hayatı, mahkemeler, sürgünler, mecburî ikametler ve hapisler zinciridir. Tek suçu, insanları Allah’a davet etmesi, İslâmiyeti kalplerde hâkim kılmaya çalışması ve Kur’ân ahkâmının tatbik edilmesini istemesiydi.
Mustafa Kemal devletin başına geçtikten sonra, en tabiî hak olan bu istekler, büyük suç teşkil etmeye başladı. Türk tarihinin bu zulmetli günlerinde Hilâfet kaldırıldı, İslâm kanunlarının yerine ecnebî kanunlar getirildi. İslâm harflerinin yerine Lâtin harfleri kullanılarak, halk dinî kaynaklardan uzaklaştırıldı. Ezan Türkçeye çevrildi. İslâmî kıyafetlerin giyilmesi yasaklandı. Devlet lâik oldu. Din adamlarına zulümler başladı. Okullardan din dersleri kaldırıldı. Kitaplardan Yaratıcı, Rab ve Allah gibi isimler çıkartıldı, onların yerine tabiat, evrim, devletçilik, milliyetçilik gibi kelimeler kondu. Gaye, zihinlerden Yaratıcı fikrini silmekti.
İşte bu zulmetli yıllarda Said Nursi, nurdan bir meş’ale yakarak, şöyle haykırıyordu:
“Zaman imanı kurtarmak zamanıdır.”
Evet, iman kurtarmak, bir an bile ertelemeye tahammülü olmayan bir mesele...
Bundan sonra Said Nursi, bütün gayretiyle imân kurtarma hizmetine başladı.
Said Nursi’nin hizmet hayatının ilk safhasında siyasetin yeri vardı. Bu safhada siyaset yoluyla İslâmiyete hizmet etti. İslâmiyete zararlı akımların karşısına çıktı. Volkan gazetesinde makaleler yazdı. İttihad ve Terakkî mensuplarını İslâmî yöne çekmeye çalıştı. Ankara’da Büyük Millet Meclisi üyelerine tesir ederek onlara destek oldu. Birçok defa tutuklandı, sorgulandı ve muhkemelere sevkedildi.
Bediüzzaman bu merhalede bizzat siyasete girerek İslâma hizmet edilemeyeceğini anladı. Zira, medreseler kapatılmış, yüzlerce cami ve mescid ya depo yapılmış veya ahır veyahut halk evleri haline getirilmişti. Böyle vahim neticeler doğuran siyaset için şu meşhur sözünü söyleyerek siyasî hayattan uzaklaştı:
“Eûzü billahi mine’ş-şeytâni ve’s-siyâse.”
Çünkü, siyasetle meşgul olduğu dönemlerin tecrübesiyle anlamıştı ki, bu sahada istihdamına ihtiyaç duyulan araçlar insanların bizzat kendileridir. Halbuki bu insanlar, imânî yönden zayıf oldukları gibi aldatılmaya da musaittiler. Bediüzzaman bu noktada kendi kendine sorar: Hakiki imana sahip olmayan bu insanlarla İslâmî hizmet mümkün olur mu? İslâmı bilmeyen, dinî yaşayışları zayıf olan bu insanlarla İslâmî hizmet yapılabilir mi? Şayet hizmet için onlarla ortaya çıkılsa; İslâmiyete en büyük kötülük olmaz mı? Zaten, İslâmiyeti yakın takibe alan Batının da istediği bu değil miydi?
Hissî davranıştan ve ucuz kahramanlıktan uzak bu derin ve metanetli görüşü sebebiyle siyaset dünyasına sırtını çeviren Said Nursi, siyasetle ilgili görüşünü de şöyle anlatır:
“Eski Said bir miktar siyasete girdi. Belki siyaset vasıtasıyla hizmet edeceğim diye beyhude yoruldu. Ve gördü ki, o yol meşkûk ve müşkilâtlı ve bana nisbeten fuzuliyâne, hem en lüzumlu hizmete mâni ve hatarlı bir yoldur. Çoğu yalancılık ve bilmeyerek ecnebi parmağına âlet olmak ihtimali var.”
Böylece siyaseti terk etme sebeplerini belirten Said Nursî, bu fikrini şöyle noktalar: “Eski Said sigara ile birlikte siyaseti ve sohbet-i dünyeviye-i siyasiyeyi terk etti.”4
Bediüzzaman bütün himmetini Risale-i Nura sarfetmiştir. Risale-i Nurun asıl mahiyeti ise, kalbi iman ile hayatlandırıp İslâmiyetle nurlandırarak insanları Allah’a götürmektir.
Risale-i Nur Kur’ân tefsiridir
Evet Risale-i Nur Kur’ân-ı Kerimin değerli bir tefsiridir ve başka tefsirlerde bulunmayan özelliklere sahiptir. Bu özelliklerin en önemlisi de, Said Nursî’nin, kendisine yalnız Kur’ân-ı Kerimi üstad ve mürşid kabul etmesi; Kur’ân-ı Kerimden başka hiç bir şeyi, hiç bir kitabı kaynak almamasıdır.
Burada şöyle bir soru akla gelebilir: Risale-i Nur bildiğimiz diğer tefsirlere benzemiyor, nasıl onlara Kur’ân-ı Kerim tefsiri denir?
Evet, tefsir iki kısımdır: Biri, âyetin ibaresini ve lâfzını tefsir eder; biri de, âyetin mâna ve hakikatlarını izah ile isbat eder. Said Nursî’nin Risaleleri bu ikinci kısım tefsirlerdendir.5
Kur’ân-ı Kerim, hazineleri bitmeyen bir denizdir. Bunun için her asrın bir tefsiri vardır. Her asır, ilimleri, keşifleri ve bilgi birikimleri ışığında Kur’ân-ı Kerimi tefsir eder. Meselâ bir âyet-i kerimede,
“Hayır! Yıldızların yerlerine yemin ederim ki, bilirseniz, gerçekten bu büyük bir yemindir.”6
Bu âyet-i kerîmeden eski tefsircilerin anladıkları, çağdaş müfessirlere benzemez. Yani çağdaş müfessirler, daha ileri seviyede anlarlar. Çünkü, astronomi ilmindeki gelişmeler, bazı yıldızların ışıklarının dünyamıza dört bin ışık yılında ulaştığını keşfetmiştir. Yâni, saniyede 300 bin km hızla yol alan bazı yıldızların ışıkları dünyamıza dört bin yılda ulaşmaktadır.
Bu ilmî tesbit neticesinde, Allah Teâlanın “mevâkı’ı’n-nücûm” yani yıldızların yerleri üzerine yaptığı yeminin büyüklüğünü anlarız. O halde, çağdaş müfessirlerin nazarında bu âyetin mânâsı, eskilere nazaran daha fazla açıklık kazanmaktadır.
Bu sebeple Said Nursî bütün himmetini, Risale-i Nurların yazılmasına sarfederek, bu çalışmalarını “Üçüncü Said” dönemine kadar devam ettirdi. “Üçüncü Said” dönemde ise, Risale-i Nurlar için cemaatî mânâda tedris faaliyetleri başladı. Bunun yanı sıra Said Nursi, siyasetin içine girmeden, siyasetçilere ve devlet adamlarına, İslâmiyete sahip çıkmaları için nasihatlerde bulundu.
Hülâsa, 28 yılını hapislerde ve sürgünlerde geçiren Bediüzzaman bütün zor şartlara rağmen, eline nurdan bir meş’ale alarak Allah’ın inayet ve keremiyle Türkiye’yi kucaklayarak arkasında nurlu bir ekol bırakmayı başarmış bir mücahiddir.
____________________
1. Arap dünyasının en meşhur gazetecilerinden birisidir. 40 küsür yıldan beri Mısır’ın en büyük gazetesi olan el-Ehram’da köşe yazarlığı yapmaktadır. Günlük yazılarını gazetenin ikinci sayfasında “Dünya Kutusu” başlığını taşıyan köşesinde yayınlamaktadır. Aynı gazetenin Yazıişleri Başkan Yardımcılığını da yürütmektedir.
Ahmet Behcet’in İslâmî, edebî ve sosyal hâdiselerin kritiği şeklinde 35 kitabı bulunmaktadır. Bu kitaplarından 4’ü İngilizce, Fransızca, Sırpça ve Hırvatçaya tercüme edilmiştir.
2. Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s.49.
3. A.g.e., s.59.
4. Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s.57.
5. Tarihçe-i Hayat, s. 143.
6. Tekvir Sûresi, 15.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1992
BEDİÜZZAMAN’IN TABİATÇILARA KARŞI MÜDAFAA STRATEJİSİ
HÜSEYİN ÂŞÛR 1
(Yayıncı - Gazeteci - Yazar - MISIR)
Said Nursî, gerçeklere susamış akıl ve kalblere mükemmel bir tefekkür turu takdim eder. Kâinattaki düzeni ve intizamı tarif ederken aklı bir mızrap gibi kullanır. Kalb telleri üzerinde vura vura gafleti dağıtır, basiret gözünü açar. Sebeplerin kısır döngüsüne kapılmış insanlığın elinden tutar, göklerin, yerin ve içlerinde bulunan herşeyin yaratıcılarını tesbih ettiklerini anlatarak marifet iklimine götürür.
Bediüzzaman Said Nursî’nin, “kâinattan Hâlikını soran bir seyyah” gibi yaptığı fikrî seyahatinden; Allah’ın varlığını, İslâm dâvâsının doğruluğunu ve Kur’ân-ı Kerimin i’cazını ispatı hususunda yaptığı izahlardan söz ettiğimizde, hatırımıza hemen “stratejik müdafaa” terimi geliyor.
Said Nursî’nin yaşamış olduğu ağır şartları, gördüğü amansız baskıları, uğradığı dayanılmaz hücumları ve bu hareketler karşısında İslâmı müdafaa için takip ettiği metodu göz önüne getirirsek; bunlar, ancak “stratejik müdafaa” ifadesiyle karşılanabilir.
Said Nursî’nin Türkiye içinde ve dışında talebeleriyle ve ilminden istifade eden diğer mü’minlerle elele vererek aldığı netice, onun “stratejik müdafaa” üslubundan kaynaklanmaktadır.
Dış ve iç alemde
Tefekkür, İslâmî bir vecibedir. Hâdiselerden ibret almak ibadetlerin en efdalidir. Yaratıcısını tanıması, Onun varlık ve birliğini idrak etmesi için Cenab-ı Hak insana düşünme kabiliyeti vermiştir. İnsanın kâinatta sergilenen hârika sanat eserleri ve kudret mûcizeleri üzerinde düşünmesi, onu doğrudan doğruya Vâhid, Kadir ve Latîf olan Allah’a götürür.
Kâinatta küçük büyük her bir varlıkta tecelli eden İlâhî Kudreti tefekkür etmek; hakikatı öğrenmenin ve onu içimizde hâkim kılmanın tabiî yoludur. Zaten büyük varlıklar üzerinde yapılan tefekkürle küçük varlıklar üzerinde yapılan tefekkür arasında fark yoktur.
Tefekkür, âlimler için daha da zaruridir. Çünkü insanları hak ve hakikata onlar sevkeder; çizdikleri tefekkür yolu üzerine işaret levhaları koyarak insanların kalblerindeki perdeyi kaldırırlar. Bu hususta Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
“De ki: Yeryüzünde gezin de görün: Allah mahlukatı ilk önce nasıl yaratmış, sonra da ikinci bir inşâ ile nasıl vücuda getiriyor. Şüphesiz ki Allah’ın kudreti her şeye kâfi gelir.”2
“Muhakkak ki, göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün değişmesinde akıl sahipleri için Allah’ın varlık ve birliğine, kudret ve rahmetine işaret eden pek çok deliller vardır.”3
“Kulları içinde ancak âlimler Allah’tan korkar.”4
Bu meseleye dair pek çok âyet-i kerime vardır. İlhamını Kur’ân’dan alan Said Nursî, gerçeklere susamış akıl ve kalplere şâhâne ve mükemmel bir “tefekkür turu” takdim etmektedir. İnsanları, büyüleyici bir güzelliğe ve seyri doyumsuz bir manzaraya sahip olan varlık tabloları önünde durdurur, sırlarını ince ince anlatır. Kâinattaki düzeni ve intizamı tarif ederken akılları bir mızrap gibi kullanır, kalp telleri üzerine vura vura, gafleti dağıtır, basiret gözünü açar. Sebeplerin kısır döngüsüne kapılmış, faniliğin zifiri karanlığına batmış olan insanlığın elinden tutar; göklerin, yerin ve içlerinde bulunan her şeyin Yaratıcılarını tesbih ettiklerini anlatarak ilim ve marifet iklimine götürür.5
Said Nursî tabiatı müşahede ederken, mükemmel ve derin mânaları idrak eder. Bu hususiyeti, onun, bu meseleler için lâzım olan her şeye sahip olduğunu gösterir. Bunlardan birisi, ihlâsıdır. Bediüzzaman ihlası sayesinde, kâinatın yaratılış maksadını berrak bir şekilde kavramış, ders ve ibretler çıkarmıştır. Çünkü ihlâslı bir insan, güçlü bir alıcı cihaza benzer.
Bediüzzaman, üstün bir akla, parlak bir zekâya, güçlü bir hâfızaya, eşsiz meleke ve kabiliyetlere sahipti. Zaten bu vasıflarından dolayı “Bediüzzaman” ünvanıyla anılmıştı.
Said Nursî, din ve fen ilimlerini tahsil ederken büyük bir ciddiyet ve gayret göstermiştir. Daha on dört yaşındayken Kur’ân-ı Kerimi hıfzetmiş; dil, edebiyat, belağat, tefsir ve fıkıh gibi ilimlerden icazet almıştı. Ayrıca, matematik, astronomi, fizik, kimya, felsefe, jeoloji, tarih ve coğrafya gibi fen ilimlerini elde etmiş; hattâ bu ilimlerin bazıları hakkında eserler telif etmişti.
İlim asrı
Fıtrat insanı imana götürür. Selim bir görüş imana götürür. Selim bir akıl imana götürür. Yani iman için çok çeşitli yollar vardır. Bütün yollar aynı sonuca varır.
Said Nursî’nin yaşadığı dönemde (1876-1960) fen ilimleri sahasında büyük ilerlemeler gerçekleşti. Ancak bu ilimleri öğretenler onu dinsizliğe âlet ediyorlar, akıl ve zihinlerde İslâmiyet hakkında şüphe meydana getiriyorlardı. İslâmla barışık olan bu ilimleri, kasdî olarak İslâmın aleyhinde kullanıyorlardı. Bir medeniyet dini olan İslâmı, ilerlemeye, teknolojiye karşıymış gibi gösterme gayretinin içine girmişlerdi.
Birisinin bu yanlış gidişe “Dur!” demesi gerekiyordu. Bunu Bediüzzaman Said Nursi yapmıştır. Asrımız insanının hastalığının “imansızlık” olduğunu teşhis ederek Cenab-ı Hakkın varlık ve birliğini, İslâmın her asra hitap eden bir din olduğunu, zaman geçtikçe Kur’ân’ın tazeliğini ve gençliğini koruduğunu, Resulullahın (a.s.m.) getirmiş olduğu hidayet nuruna bütün insanlığın muhtaç olduğunu gösterdi. Akla ve ilme dayanarak tefekkür yoluyla küfür selinin önüne set çekti. Dinî ilimlerle fen ilimleri arasında çıkartılan kavga ve kargaşayı giderdi. Bu hususta şöyle diyordu:
“Vicdanın ziyası ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.”6
Stratejik müdafaa
Said Nursi’nin yaşadığı dönemde İslâm dünyası maddi ve mânevi felaketlerle yüz yüze bırakılmıştı. Bütün Müslümanları yekvücut halde tutan hilafet müessesesini parçalayan Batı, birlik ruhunu dejenere etmiş, zehirini İslâma akıtmıştı. Çünkü, düşmanlık, saldırganlık ve yağmacılık üzerinde şekillenen Avrupa, biliyordu ki, hedefine varmada önünde en büyük engel İslâmiyetti. Bu engeli bertaraf etmek için Müslümanları Kur’ân’dan soğutacak, dinlerinde şüpheye düşürecekti. Bunun için her fırsatı değerlendirdi, bütün imkânını kullandı. Bir İngiliz politikacısı olan Gladstone’nun bu hususta şöyle bir sözü nakledilir:
“Bu Kur’ân Müslümanların elinde kaldıkça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, ya Kur’ân’ı ortadan kaldırmalıyız veya Müslümanları ondan soğutmalıyız.”
Yapılan plânların, kurulan tuzakların hedef ve maksadını yakından fark eden Bediüzzaman bu söze büyük bir tepki gösterdi ve şöyle haykırdı:
“Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez mânevî bir güneş olduğunu ben dünyaya göstereceğim ve ispat edeceğim.”7
Çünkü, hedefine doğru ilerleyen düşmanın, engellenmesi ve peş peşe gelen yenilgilerin durdurulması gerekiyordu. Bunun için de “stratejik müdafaa” için hazırlık yaptı. İşte burada Said Nursî’nin Batının plânları karşısında bir nevi stratejik müdafaa olan tabiatı tefekkür ederek Kur’ân’ın îcazını, risaletin doğruluğunu, Allah Teâlânın varlık ve birliğini ispat etmeye çalışması devreye girer ki, bu hususta kaleme aldığı kitaplar, hiç şüphesiz böyle bir müdafaa için en yeni ve en modern eserlerdir. Ayrıca, böyle bir üslûbu tercih etmesi de, onun fevkalâde üstün bir şahsiyete sahip olduğunu gösterir.
Tefekkür üslubu
Bediüzzaman’ın üslubu; ilmî dayanağı, tutarlı mantık örgüsü, meseleleri kavrayışı, şiiriyeti, geniş ufku; güçlü, açık ve sağlam ifadesiyle farklı bir üsluptur. Bu üslup, zihinlerde şüphe ve tereddütler doğuran terimlerden, ruhsuz felsefik tabirlerden uzaktır. Said Nursi kullandığı bu üslupla, felsefik delillerin sergilenmesi haline gelen kelamı, ilmî hakikatlere dayalı, ona hareket ve hayat kazandıran bir ekol haline getirmiştir. Böylece kelam, belli bir kesime hitap eden bir ilim olmaktan çıkmış, çeşitli kültürel ve fikrî seviyelere uygun faydalı, sosyal bir akım şekline girmiştir.
Bediüzzaman’ın başarısı
Bediüzzaman’ın yüz otuza ulaşan eserleri yalnızca Türkiye’de değil, dünyanın her tarafında büyük bir hizmet görmektedir. Risalelerin Arapçaya, İngilizceye, Kürtçeye, Fransızcaya, Almancaya, Urducaya ve diğer dillere yapılmış tercümeleri vardır. Ayrıca, muhtelif dillerde master ve doktora tezleri yapılmıştır. Bütün bu neticeler, Bediüzzaman’ın ihlâsını ve Allah rızasından başka bir gayesinin bulunmadığını gösterir.
Hiç şüphesiz, kalpten çıkan bir şey, diğer kalplere kolay ulaşır. Daha da önemlisi Bediüzzaman asrın ruhunu kavramış, İslâmiyetin stratejik müdafaa üslûbunu kullanmıştır.
____________________
1. Mısır’da faaliyetini sürdüren Muhtarü’l-İslâmî Gazetecilik ve Yayıncılık adlı kuruluşun genel koordinatörüdür. 700’ün üzerinde kitap yayınlayan Hüseyin Aşur ayrıca üç de dergi çıkarmaktadır:
1) Fikir ve edebiyat dergisi: el-Muhtârü’l-İslâmî
2) Kadın dergisi: Hacer
3) Çocuk dergisi: Zemzem.
el-Muhtârü’l-İslâmî’de Bediüzzaman Said Nursî ve Risale-i Nur hakkında pek çok yazı yayınlayan Hüseyin Aşur, şu anda Risale-i Nur Külliyatından küçük boy risalelerin basım ve dağıtımına başlamış ve Bediüzzaman’ı çocuklara tanıtan bir kitap hazırlamıştır.
2. Ankebut Sûresi, 20.
3. Âl-i İmran Sûresi, 190.
4. Fâtır Sûresi, 28.
5. Prof. Dr. Muhsin Abdülhamid.
6. Bediüzzaman Said Nursî. Münazarat, s. 72.
7. Bediüzzaman Said Nursî. Tarihçe-i Hayat, s. 47.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1992
BEDİÜZZAMAN VE İMAN EDEBİYATI
EDİB İBRAHİM DEBBAĞ 1
(Araştırmacı - Yazar- IRAK)
Bediüzzaman, bu asır insanının derdinin iman zaafından ileri geldiğini basiretiyle farketti ve sathileşen İslâmî idraki bu temelden başlayarak derinleştirme gereğini duydu ve bu tesbiti üzerine yep yeni bir nesil yetiştirmeye koyuldu. Öyle bir nesil ki, ehl-i dalâlete boyun eğmez, şuurlu, nasıl hareket edeceğini bilen, dünyayı avucuna aldığı halde kalbinde ona yer vermeyen bir nesil...
Biz Araplar zaman ve mekân bakımından uzak olsak da Bediüzzaman Said Nursî'yi tanıma ve anlama bakımından bir cihette daha büyük bir imkâna sahibiz. Çünkü yüksek bir binanın ihtişamını dışından bakanlar içindekilerden daha iyi görür. İslâm ve imana âşina olan Arapların böylesine büyük bir İslâm mütefekkirini elbette tanıması gerekir. Ben itiraf ediyor ve inanıyorum ki, Bediüzzaman'ın Arapçaya tercüme edilen eserleri kısa bir zamanda tecdide susamış insanların ihtiyaçlarına cevap verecek imanî bir fikir kaynağı haline gelecektir.
Böyle büyük bir eser sahibinin şahsiyeti üzerinde durmak gerekir.
12 seneden beri Bediüzzaman'ın risalelerini okuyorum. Bu eserleri iman ve fikir sahasında kendime rehber kabul ettim ve şu neticeye vardım:
Biz öyle bir şahsiyet karşısındayiz ki, ruhu iman esrarıyla dolu, kalbi güneş kadar pırıl pırıl, aklı iman hakikatları ile alev alev; nefesi, uyumuş ve uyuşmuş fikirlerimizi uyandıracak kadar güçlü; hitabındaki güzellik celâlî isimlere ayna olacak kadar berrak ve müessirdir.
Bediüzzaman'ın bu yüce mertebeye ulaşması, öyle pek kolay olmamıştır. Uzun ruhî ve kalbî seyahatlerden, çetin nefsî mücadelelerden geçerek ulaşmıştır. Rûhî ve fikrî hayatında en mühim dönem noktası, onun kendi nefsiyle giriştiği mücadeleden başarıyla çıkmasıdır. O, bir an bile nefsiyle mücadeleden geri durmadı. O kadar ki, nefsinin “cenaze namazını” kılana kadar bu cihadı devam ettirdi.
Bu mücadeledeki muzafferiyeti neticesinde hak yolu kendisine açılmış ve mânen çöle dönmüş ruhlara hayat vermek, ancak iman âb-ı hayatı ile olacağı ona ilham edilmiştir. İşte bunun üzerine “Eski Said” i maziye gömdü, “Yeni Said” olarak dirilip fanilik toprağını üzerinden attı. Güçlü bir ruh, şaşmaz bir akıl ve yılmaz bir irade ve tükenmez bir gayretle iman kurtarma hizmetine girişti.
Bediüzzaman, bu asır insanının derdinin iman zaafından ileri geldiğini basiretiyle farketti ve sathileşen İslâmî idraki bu temelden başlayarak derinleştirme gereğini duydu ve bu tesbiti üzerine yep yeni bir nesil yetiştirmeye koyuldu. Öyle bir nesil ki, ehl-i dalâlete boyun eğmez, şuurlu, nasıl hareket edeceğini bilen, dünyayı avucuna aldığı halde kalbinde ona yer vermeyen bir nesil...
Maddî cihadın harici düşmana karşı olacağını belirten Bediüzzaman, yeri geldiğinde kalem tutan eli ile silâh taşımış cepheye koşmuş, hattâ bu uğurda yaralanıp Ruslara esir düşmüştür. 1917'deki bolşevik ihtilâline kadar bu esarette kalmıştır.
Bediüzzaman Said Nursî Hutbe-i Şâmiye isimli eserinde İslâm dünyasının içine düştüğü manevî felâketlerin kaynaklarına işaret etmekte ve çıkış yollarını göstermektedir. Bu manevî hastalıklardan birinin, ümitsizliğin Müslümanlar arasında hayat bulup dirilmesi olduğunu belirtir. Ümitsizliğin her türlü ilerlemeye engel, kanser mikrobu gibi olduğunu ifade ederek Müslümanların ümitvar olmaları gerektiğine işaret eder. Çünkü ümit ve iyimserlik duygusu, Müslümanlar için kuvvet kaynağı, zamanın acı darbelerine karşı koymanın en güçlü bir dayanağıdır. Ümit, hüzün karanlıklarını gideren ve gayb âleminden içimize yağan bir nurdur.
Dikkat edilirse, Risale-i Nurun bütününde Müslümanlara ümitvar olmaları telkin edilir. Nurların nabzı emel ruhuyla atar. Gözleri arkada maziye bakıp İslâmiyeti bırakanlara şöyle hitap eder.
“İşte ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyeti bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz. Tâ ki, hakikat-i İslâmiyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvüçsaz edecek olan nesl-i cedid gelsin!”2
Felaket asrının adamı
Bediüzzaman, Barla'da kendini iki ayrı gurbetin içinde bulur. Birisi İslâmın başına gelen felâketlerin gurbeti; diğeri de bizzat kendisinin bütün yakınlarından ve dostlarından uzak kaldığı gurbet. Evet, Bediüzzaman bu gurbetler içinde yalnız, kimsesiz, tesellisiz; ne sığınacak bir yer, ne de kendini bağrına basacak bir yuva vardır. Acı ve elîm bir gurbeti bütün ruhunda hisseder.
Dünya ona kapılarını kapamıştır. Zaman ona sırtını çevirmiştir. O da dünyayı bırakıp âhirete yönelmiştir.
Bediüzzaman, İslâmiyetin gurbete düştüğü bir zamanda geldi. İslâmiyet adına her şeyin silinmek istendiği karanlık bir devirde, çorak bir zeminde vazife başına geçti. O, bu gerçeği şu ifadelerle dile getirir ve o karanlıklar arasından yine ümidi haykırır.
“Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim, sizler cennetâsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları zemininizde çiçek açacaktır. Biz, hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz ki, mazi kıt'asına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız. O bahar hediyelerinden bir kaç tanesini medresemin mezar taşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve Horhor toprağının kapıcısı olan kal'anın başına takınız, kapıcıya tembih edeceğiz, bizi çağırınız. Mezarımızdan 'Henîen Leküm' sadasını işiteceksiniz.”3
Bediüzzaman hüznün her rengini tatmış, her türlü elem ve keder gömleğini giymiş, fakat halini kimseye şikâyet etmemiştir. İçinde yanardağlar kaynamasına rağmen, dışında sükûnet hâkimdi. O kendisini düşünmekten vazgeçmiş, İslâmın elemleriyle inliyordu. Huşû içinde Rabbine yönelmiş, korkaklığı ayaklar altına almıştı. Aç canavara yakın olmanın, merhametini değil, iştihasını kabartacağını biliyordu. Onun için bir defa olsun zalimlere boyun eğmemişti.
O Barla gibi ıssız bir köyde, yokluğa ve ölüme terk edilmiş bir halde, bütün benliğiyle Rabbine yöneldi. Böylece Rabbinin kendisine ihsan ettiği enerjiyi-ki bu bir ilâhi vergidir, Allah onu seçilmiş insanlara verir-ortaya koymaya başladı. Bu potansiyel güç, iman gücüdür ve Risale-i Nurlar bu eşsiz iman gücünün meyveleri olarak meydana gelmiştir.
Bediüzzaman gibi şahsiyetler cemiyet içinde kısa zamanda bir odak noktası haline gelirler. Nitekim çok geçmeden insanlar onun etrafında halkalanmaya; yazdığı eserleri okuyup yazmaya, onlarla yeniden hayatlanmaya, canlanıp dirilmeye, risaleleri muhtaç gönüllere ulaştırmaya başlamışlardı.
Risale-i Nurun mahiyeti, gayesi ve ağırlık merkezi nedir? Biraz da bu konu üzerinde duralım:
Risale-i Nurun mahiyeti ve gayesi
Bu soruların en kısa ve kestirme cevabı insandır, diyebiliriz. Risale-i Nur insanı ele alıyor, insana hitap ediyor ve ona, en az âhireti kadar içinde yaşadığı âlemin de hârikalarla dolu olduğunu gösteriyor. Çünkü insanlar doğup büyüdükleri dünyayı ülfet ve alışkanlık gözlüğüyle perdelenmiş olarak görüyorlar. Bu ülfet sebebiyle kör olan basiret, insana eşyanın mahiyetini ve gayesini göstermiyor. İşte Bediüzzaman Said Nursî evvelâ insanın gözünden bu ülfet perdesini kaldırmakla işe başlıyor.
Dünya vardır, onu nasıl aklımız ve duyularımızla hissediyorsak, âhiret de öylece vardır. Onun varlığı dünyanın varlığı kadar kesindir. Risale-i Nur bu basireti veriyor.
İnsan kâinatın bir hülâsasıdır. Bu sebeple Risale-i Nur, insanı muhatap almıştır. Dünya, fâniliğiyle bir kışırdır, kabuktur, değersizdir. Fakat insanın ebedîliğine bir geçit ve köprü teşkil etmesi, âhiretin fidanlık tarlası olması ve İlâhî isimleri aksettiren bir ayna olması cihetiyle önemlidir. Bu yüzden insanın gözünü bu fani hayattan ebedî âhiret hayatına çevirmekte ve onu kaybedip kazanma meselesinin ise dünyadaki her şeyden daha ehemmiyetli bir mesele olduğunu işaretlemektedir. O, içimizdeki ebed sesinin ve ebedî yaşama arzusunun âhiretin varlığına en büyük delil teşkil ettiğini belirtmektedir. Evet, insan yokluğa razı olamaz. Dünya, beka isteyen insan ruhuna bir hapishanedir, bir gurbet diyarıdır. Bu yüzden insan, içten içe gerçek vatanına hasret duyar.
Âhiret âleminin bu âleme uzantıları vardır. Bunlar insanda tezahür eder. İnsan maddî ve manevî unsurlarıyla görünen ve görünmeyen âlemlerin bir haritası olur. Onun cüzî varlığı, mutlak varlığa, ilmi, mutlak bir ilme, cüzî kudreti, mutlak kudrete, cüzî iradesi mutlak ve muhit bir iradeye delâlet eder. Evet, insanda bulunan bütün cüz'î sıfatlar gayb âlemindeki mutlak olan şeylere delâlet eder.
Bütün varlıklarda bir tekâmül kanunu hükmeder. Madem ki, insan bütün varlıkların en üstünüdür; elbette onun cüz'îlikten kurtulup küllî bir hayata, ebedî bir âleme gitmesi onun en büyük gayesidir. İşte Bediüzzaman bu gurbet diyarından insanı hep bu asıl gayesine yöneltmektedir.
Bunun için gayb âlemlerinin kapısı olan Kur'ân'ı sunmakta, bize o kapıdan nurânî ipler uzatmaktadır. Böylece insanları sonsuz âlemlerin derinliklerine çekmektedir. Bediüzzaman “Bâkiye müteveccih olan şey, bekanın cilvesine mazhar olur” diyerek bu yolu göstermektedir.
Gayb âleminin canlı ve cansız varlıklar üzerinde sınırsız tecellileri vardır. Bu tecelliler tekvînî kanunlar halinde cereyan eder. Onun gibi Kelâm sıfatının bir tecellisi olarak da Peygamberimizin (a.s.m.) kalbine Kur'ân-ı Kerim inmiştir. Diğer ilâhî sıfatlardan Kudret, Hikmet, İrade, İlim ve Hayatın da kâinat kalbinde tecellisi vardır. Âlemler eşyada sessizce iş gören bu tekvini şeriata teslim olmuştur. İnsanlar her iki şeriata uymakla maddeten ve mânen terakki ederler. Bunun için Müslüman kâinatı incelemeye ihtimam gösterir. Kâinattaki ilâhi kanunların inceliklerine inerek sırlarını keşfetmesi de aynı zamanda onun imanî vecibelerinden biridir. Müslümanın kâinat bilgisi ne kadar az olursa, Rabbi hakkında bilgisi de o kadar az ve zayıf olur. Bediüzzaman'ın işaret ettiği gibi, her Müslüman tekvînî şeriattan da haberdar olmalıdır. Kelâm-ı ilâhî ile kâinattaki ilâhî kanunlar bir Müslümanın birbirinden ayırmadan beraber mütalâa etmesi gereken ilimler cümlesindendir.
İslâm medeniyeti, işte bu her iki şeriatın Müslümanın akıl ve vicdanında aksiyon haline dönüşmesiyle vücut bulabilir.
Bilindiği gibi, bugün İslâm âlemi medeniyet yönünden kış mevsimini yaşıyor. İslâm düşüncesi eski canlılığını kaybetmiş, bir rehavet dönemine girmiştir. Hattâ denilebilir ki, kendisine meydan okuyanlara, kendisini itip kakanlara cevap veremeyecek bir duruma düşmüştür. Böylece imanî hayatımız yozlaşmış, hattâ tehlikeye düşmüştür.
İşte Risale-i Nurun önemi bu noktadan ileri geliyor. Kaybolan değerleri yeniden keşfetmeye, kapalı fikir kapılarını açacak anahtarları bulmaya, iman hayatımızı canlandırmaya, nazarları keskinleştirip hayal ufkumuzu ebediyete sevketmeye çalışıyor.
İşte beklenen İslâm medeniyeti Bediüzzaman'ın ektiği bu fikir ve iman tohumları üzerinde yeşerecektir. Çünkü Risale-i Nur müsbet ilimle imanı, diğer tabirle tekvinî şeriatla kelâmî şeriatı kaynaştırmıştır. İslâm tarihinde müjdelenen en büyük medeniyet hamlesi bunun neticesinde gerçekleşecektir.
Celâl ve Cemâl tecellileri
Bediüzzaman, İlâhî terbiyeden mahrum olan aklın, eşyanın ve kâinatın hakikatlarını kavramaktan uzak olduğu görüşündedir. O, iman nuruyla aydınlanmış, Kur'ân güneşiyle parlamış bir akıl ve basiretle ancak İslâm medeniyetinin kurulabileceği kanaatindedir. Bu medeniyetin iki temeli vardır: Celâl ve Cemal.. Cemal bu medeniyetin ruhu, celâl bedeni hükmündedir. Cemal o medeniyetin bahçesi, celâl da surlarıdır. Cemal, hakikattır, adalettir, hayırdır, güzelliktir, rahmettir, sıdktır, şeref ve fazilettir, bütün güzel sıfatlardır; Celâl ise bu değerleri tahripten koruyacak kalkandır, kılıçtır.
Bediüzzaman Hazretleri 30. Lem'a olan “İsm-i Âzam Risalesi”nde gerek insan üzerinde ve gerekse dünya ve kâinat üzerinde tecelli eden Esma-i Hüsnânın cilvelerini, işleyişlerini ve eserlerini açıklamaktadır. Cenab-ı Hakkın Cemil ve Celil isimlerinin tesirlerine işaret etmektedir. Cenab-ı Hak Cemîldir. Her bir eserde, her bir şekil ve sûrette cemalinin renklerini tazelendirir. Celîldir; azamet ve heybeti altında her varlık dehşete düşer.
Risale-i Nur, işte bu celâlî ve cemalî isimlerin tecellisi ve hendesesiyle kâinatın özünden süzülmüş hakikatlerdir. Satırlarında ve sayfalarında celâl ve cemal kol koladır. Bazan bu eserler manâ güzelliğinin feyziyle bir şelâle gibi çağlar. Kendinizi şair ruhlu büyük bir edibin karşısında bulursunuz. Bazan celâlin ihtişamı sizi kuşatır ve kalbinizi sarsar. Sizi hayret secdesine götürür. Risale-i Nurun sayfalarını çevirdikçe şiddet içinde rikkat, kuvvet içinde şefkat, izzet içinde rahmet, azamet içinde tevazu, salâbet içinde lütuf, kalb içinde akıl, akıl içinde de kalbi görürsünüz... Said Nursî'nin kalbinin vecd içinde inlediğini hisseder ve Allah'tan uzak kalmanın ızdırabı içinde kıvranan insanlığın felâketi için hüzün dolu gözyaşı döktüğünü sezersiniz.
Said Nursi, âhiretin korkunç âkibetlerini işlerken bile asıl vazifesini ihmal etmez, insanlara, korkutmadan önce Allah'ı sevmeyi öğretir. Yani önce cemâli sergiler, sonra celâli...
Risale-i Nur kuracağı medeniyetin temelini Celâl ve Cemâl esasları üzerine atar. Buna göre bir insan modeli ve örnek Müslüman yapısı örer. Bu insan, yüksek fikirli insanlar sırasına girer ve medeniyeti bu insanların omuzuna tevdi eder.
Celâlin şefkati “ene”nin kibir, ucub ve isyanını yok eder. Celâlin heybeti ile 'ene' düşmanlarına boyun eğmekten, tezellülden ve ümitsizlikten kurtulur. Cemal bizi fikre, adalete, hakka, fazilete ve mes'uliyete sevkeder; Celâl ise içimizden güçlü bir kaynak fışkırmasına sebep olur. Pısırıklıktan, korkaklıktan kurtarıp cesaret, hamiyet ve fedakârlığı aşılar.
Çağdaş insanda “ene”, çözüme yanaşmayan muamma vasfını koruyor. “Ene”nin isyanı, insanlığın mâneviyatını bir mikrop gibi kemiriyor.
Filozoflar onun tedavisine çabalıyor, ahlâkçılar ve eğitimciler, ona güzel bir şekil vermeye çalışıyor. Fakat ne yazık ki, bu sahada arzuladıklarına bir türlü ulaşamıyorlar.
Risale-i Nurun takdim ettiği Celâl ve Cemal karışımı terbiye ve irşat metodu ise, ona en güzel bir tedavi reçetesi sunuyor. “Ene” tedavi edilmezse, insanlığın içine sürükleneceği buhranlara dünya hazır olsun. Çünkü şerlerin kaynağı “ene”dir.
“Ene” iman güneşi ve islâmiyet suyu ile terbiye edilirse o zaman bütün İlâhî isimleri aksettiren bir ayna olur. Herkesin nefsi bir ayna olur, mü'min kardeşler kendilerini bu aynanın nurâni akislerinde bulurlar. “Mü'min, mü'minin aynasıdır” hadis-i şerifi bu mânâya işaret eder. Bediüzzaman, kâinattaki zıtlıklara şöyle işaret eder: Gündüz içinde gece karanlığı gizlidir. Gece kanatları altında gündüzün aydınlığı saklıdır. Kışın soğuk karı altında baharın çiçekleri saklıdır. Her zayıf, içinde gücünün çekirdeğini saklar. Her güçlü de zayıflığın tohumunu gizler. Bediüzzaman zayıfların teslim olmamalarını, zayıflıkları içinde kuvvetin saklı bulunduğunu ve kuvveti geliştirmelerini teşvik eder.
Güçlülere de güçleriyle gurura düşmemelerini, çünkü güçlerinin içinde kendilerini felâketin kucağına atacak bir za'f bulunduğunu ihtar eder. Şer zannettiğimiz çok şeyin de çok hayırları netice verdiğini ifade eder.
Bediüzzaman Said Nursî, gerek İslâm tarihinde cereyan etmiş ve gerekse bugün ve yarın olacak hâdiseleri bu esaslar açısından açıklamaya çalışır. Zâhiren elemli görünen hâdiselerin altındaki hayırları ve hikmetleri nazara verir.
Hattâ bu açıdan bakarak bâtıl mezheplerin içinde bile bir hakikat tanesi bulunduğuna işaret eder. O bâtıl mezheplerin tabileri bu hak nokta sebebiyle o mezhebin peşine takıldılar. Bir hakikat araştırıcısına bu konuda yaptığı nasihat mânidardır:
“Ey tâlib-i hakikat! Maziye, hem musibet; müstakbel ve mâsiyet ayrı görür şeriat. Maziye mesaibe nazar olur kadere, Söz olur Ceberiye. Müstakbel ve maâsi, nazar olur teklife, söz olur i'tizale, İ'tizal ile Cebir şurada barışırlar. Şu bâtıl mezheplerde birer dane-i hakikat mevcut, münderiçtir. Mahsus mahalli vardır, bâtıl olan tamimdir.” 4
Kader üzerinde çok çeşitli fikirler söylenmiş olsa bile kader hayatın tuzudur, yokluğunda hayatın tadı kaçar. Kaderin süprizleri olmasa, hayat monotonlaşır, hayatın dünü, bugünü, yarını birbirine benzer, usandırıcı olur. Böylece insan zamana karşı bilgisini yitirir. İstikbalin endişeli bekleyişinden gelen canlı haleti kaybeder.
İki medeniyet
Bediüzzaman “Yeni Said” dönemine girdiğinde, İslâmiyet bugün cüz'î bir mücadele, mevzii bir hadiseyle değil, büyük bir kültür ve medeniyet savaşı ile karşı karşıya olduğunu idrak etmişti. Medeniyetin zirvesine çıkan Avrupanın İslâmiyetle hâmile olduğunu ve günün birinde onu doğuracağı müjdesini vermiştir.
Bugün İslâm medeniyetinin karşısında yer alan Avrupa, sanki Doğuda bir nur görerek kendi ehline mânen şöyle seslenmektedir: “Bekleyiniz! bir nur görüyorum, belki ondan size bir parça getirir veya onunla yolumu aydınlatırım.”
Evet, Avrupa bu nurdan avuçlar dolusu alacak, İslâm medeniyeti bu nurla aydınlanacaktır. Sonra kapılarımızdan içeri girip bize geldiğinde güzelliği ve edasıyla gözlerimizi kamaştıracaktır.
Evet, acaba tarih tekerrür eder de putperestlik içinde boğulan Avrupa tekrar tevhid dinine döner mi? Bu bize Bediüzzaman'ın müjdesidir. Ona göre, âhirzamanda İsa Aleyhisselâm gökten nâzil olup gelmesini Hıristiyanlığın Hak dine inkılâp edip tâbi olması şeklinde yorumlamıştır.
Medeniyetleri parlak zirvelere doğru din sevkeder. Zamanla medeniyetler güç kazandıkça devreye akıl girer, akıl her şeyi hâkimiyeti altına alır. Sonunda insanı İlâhlaştırır. Bu devreyi atlatan medeniyet güneşi sönmeye yüz tutar, zevale meyleder. Akıl tahtını terk ederek yerini hissiyata bırakır. Bir zamanlar emrinde hizmet ettirdiği hissiyatın emrine girer.
Medeniyet hakkında yaptığımız bu değerlendirmeler, birbirinden kesin hatlarla ayrılmaz. Her devirde bir özellik galip olur, diğerleri ona tâbi durumda bulunur.
Günümüz Batı medeniyetini kaplayan hissiyat, aklı hâkimiyeti altına alarak duyguları patlama noktasına getirdi. Bu merhalede medeniyet eserleri ortaya çıktı. Ancak, bu eserler, kalbin sıcaklığından, dinin letâfetinden mahrum olarak doğdu. Dinden uzak medeniyet şehevî duyguları kamçıladı.
Bediüzzaman'ın hissiyat hakkındaki görüşü, hissiyatı bütünüyle bir hastalık görüp, insanı ona ulaştırmamak düşüncesinde olanlardan farklıdır. Bediüzzaman'ın nazarında his ve şuur, kâinattan süzülmüş bir hülâsadır. Bu hisleri öldürmek veya vazifelerinden alıkoymak insan fıtratına aykırıdır. Bediüzzaman bu hisleri kökünden söküp atmak yerine, onları ıslâh etmeyi ve onları faydalı istikametlere sevketmeyi tavsiye eder. Hattâ duygular terbiye edilirse, marifetullahta çok mühim birer vasıta haline gelebilirler. Nitekim insanda hiçbir duygu ve lâtife yoktur ki, yerinde kullanılır, istikamete sevkedilirse Allah'a ulaştırmasın. Bunun içindir ki, akıl, kalb, göz, kulak gibi duygulara Kur'ân hitap etmekte, onların dünyada mükellef oldukları gibi, âhirette de mes'ul tutulacakları belirtilmektedir.
İslâm medeniyeti bir bütündür, inançla başlar, inançla yükselir. Bu medeniyetin gelişmesi sırasında akıl ve kalb beraber omuz omuza bulunurlar. Peygamberler de mucizelerini hissedilen ve görülen varlıklardan getirirler. Kevnî kanunları ihtiyaç anında kıran mucizeler, kâinatın ve kanunların yalnız Allah'ın kudret ve iradesine boyun eğdiklerini ispat ederler. Bediüzzaman'da geçmiş peygamberlere ait bazı mucizelerin bir diğer boyutu daha vardır. O da bu mucizelerin insanlığın maddi terakkisinin en uç noktalarına işaret ettikleri hususudur. Buna Kur'ân’ın peygamberlerin mucizeleri vasıtasıyla insanları teşvik ettiğini belirtir. Mucizeler Allah'ın “Kün” emri ile meydana gelir, halbuki insanlar ilimle çalışarak zamanla onlara ulaşmaya gayret eder. Bu bakımdan ilim elde etmek her şeyden önce mü'minlere bir vecibedir. Yabancıların elinde bulunan ilmi almanın ve geliştirmenin zamanı gelmiş ve geçmektedir. Müslümanlar buna su ve havaya muhtaç oldukları kadar muhtaçtırlar. İlâhî vahiy olan Kur'ân'a Müslümanlar nasıl şevk ile sarılıyorlarsa, aynı şekilde ilme de sarılmalıdırlar. Çünkü her ikisi de Allah'ın eseri, onun sıfatlarından gelmiş kanunlar bütünüdür.
Kâinata bir bakış açısı
Hayattaki İlâhî musikinin nağmeleriyle insan arasındaki bağı Bediüzzaman kadar hisseden ve kuranlar azdır. Bediüzzaman bu dakik besteyi müşahede edip kaydetmeye muvaffak olmuş nâdir mütefekkirlerdendir. Bediüzzaman'ın eserlerini okuyanlar, zahmet çekmeden kâinat ile insan kalbi arasındaki bağı görebilirler. Hattâ dikkat ettiklerinde insanın kâinatın küçültülmüş bir nüshası olduğunu farkederler. Kâinat ile insanın vicdanında sevgi, yardımlaşma ve tesanüt nağmeleri yankılanır. Bediüzzaman iman yolculuğunda ilerlerken, kâinatın fıtrî olarak, insanın da şuûrî olarak yaptığı ibadeti Cenab-ı Hakka takdim eder. Bu hakikatı şu şekilde beyan eder:
“Evet, şu kâinatta insan bir fihriste-i câmia olduğundan, insanın kalbi binler âlemin harita-i mâneviyesi hükmündedir. Evet, insanın kafasındaki dimağı, hadsiz telsiz telgraf ve telefonların santral denilen merkezi misillü, kâinatın bir nevi merkez-i mânevisi olduğunu gösteren hadsiz fünun ve ulûm-u beşeriye olduğu gibi insanın mahiyetindeki kalbi dahi, hadsiz hakaik-i kâinatın mazharı, medarı, çekirdeği olduğunu, had ve hesaba gelmeyen ehl-i velâyetin yazdıkları milyonlarla nûranî kitaplar gösteriyorlar.”5
Said Nursî eşsiz tecrübesiyle kâinata yep yeni bir bakış açısı getiriyor. Bu bakış açısı, edebiyatçılara, kalem erbabına ve fikir sahiplerine devamlı sûrette kaynayan gür bir pınar oluyor. İman edebiyatını zenginleştiriyor ve ona yeni boyutlar kazandırıyor. Bir yandan göklere tırmanıyor, diğer yandan yerin derinliklerine kök salıyor. Çünkü o, bu zamanda insan fikrinin, kâinatla çok yakından alakadar olduğunu biliyor.
Vicdanı, asaletinden bir şey kaybettirmeden terbiye etmek ve ona yol gösterebilmek Müslüman düşünürlerin üzerinde çok durdukları bir konudur. Fakat bu konuda muvaffak olanlar pek azdır. Said Nursî, bu asırda bozulan vicdanı tamir etmekte muvaffak olmuştur. İnsanları bu asrın dışına çıkarmadan, kalbiyle, ruhuyla, aklıyla bu asırda tutarak ona hitap ediyor. Sorumluluklardan kurtulmak için cemiyetin dışına çıkarmıyor.
İnsan hayatı mukaddestir. Bu kudsiyet, hayatı veren Allah'tan gelmektedir. İnsan buna inandığı zaman elbette üzerinde titreyecek, hayatını kirletmeyecek, zayi etmeyecektir. Sıkıntılar sebebiyle onu üzerinde ağır bir yük olarak gördüğünde ondan kurtulmak istemeyecek, ona en yüksek fiyatı veren Allah'ın hizmetine sunacaktır.
Bediüzzaman hayatın kıymetini belirtirken diyor ki: “Hayat, bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş, hayatın bir hülâsasıdır.”
Hayat kâinatın özlü bir parçası olduğuna göre, kâinatı tanımazsak hayatı da tanıyamayız. İlim bize eşyanın boyutlarını sadece nisbi olarak tanıtıyor. İlim, eşyanın hakikatını hâlâ tam olarak keşfedebilmiş değildir. Eli her yere uzandığı halde, hâlâ kesin bir neticeye ulaşamamıştır. Bu durum daha çok teori plânında kalıyor.
Bunun yanında insan, mutlak hakikata ulaşmak ve gerçeği bulmak için çalışmaktadır. Mutlak gerçeğe yönelmek sanılmasın ki, aklî meseleleri bir kenara itmek demektir. Mutlak gerçeğe akıl ve mantığı bir kenara itip ulaşılmaz. Kâinatın ötesine sırf hayalle yapılan seyahatle de mutlak gerçek bulunmaz. Çünkü hiçbir dinî hakikat yoktur ki, akıl ve mantığın esaslarına uygun olmasın. Tersine, aklî meselelerin derununa inildiğinde orada dini buluruz. Vicdana hitap eden âlimler, genellikle en ince aklî delilleri ortaya koymuşlardır. Gazalî, Said Nursî ve benzerlerinde olduğu gibi.
Özetle; tahrif edilmemiş bir din aklî bir dindir, akla ve mantığa asla ters gelen meselesi olmaz. Kelâm ilmi, modern çağ öncesinde İslâmın akıllaştırılma çalışmasının bir merhalesidir. Ancak, bu modern ilim asrında, geçmiş asrın ilm-i kelâm çalışmaları kifayetsiz kalmaktadır. Bediüzzaman Said Nursî bu boşluğu görmüş ve kelâmı bu asra uygun bir şekilde ortaya koşmuştur. Bu mazhariyet Bediüzzaman Said Nursî'ye nasip olmuştur. O, akıl ve mantığa uzak gibi görünen meselelerde bile en yüksek akıl ve mantık ölçülerini vazediyor. Ve meseleleri öylesine ulvileştiriyor ki, şair ruhluları bile ihtizaza getiriyor.
Sözler’den âdeta hayat fışkırıyor. Kâinatın İlâhî nağmeleri dinleniyor. İmanı gurbette kalmış gönüller en güzel teselliyi, vuslatı onda buluyor.
Son olarak size Said Nursî'nin manevî nidasıyla seslenmek istiyorum:
“Ey Müslüman! Kalk, üzerindeki ölü toprağını at, yeni bir genç Said olarak diril, hayatın içine gir! İmanı muhtaç gönüllere yetiştir.”
____________________
1. 1931’de Irak’ın Musul şehrinde dünyaya geldi. Çeşitli eğitim kurumlarında 29 yıl hocalık yaptı. 1980’de emekliye ayrıldı. 1950’den beri birçok gazete ve dergide makaleleri yayınlanan Edib İbrahim, Irak dışındaki ülkelerde de tanınmış bir edibdir. 1980 yılında Bediüzzaman Said Nursî ve Risale-i Nur Külliyatını tanıyan Edib İbrahim Debbağ’ın Bediüzzaman’ın hayatı ve fikirleri konusunda yayınlanmış 5 kitabı ve çok sayıda makaleleri bulunmaktadır.
2. Bediüzzaman Said Nursi. Münazarat, s. 41.
3. A.g.e., s. 39
4. Bediüzzaman Said Nursi. Sözler, s. 662
5. Bediüzzaman Said Nursi. Mektubat, s. 415.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1992
RİSALE-İ NURDA EĞİTİM METODLARI
MUHAMMED RÜŞDİ UBEYD 1
(Araştırma - Yazar - IRAK)
Bediüzzaman insanların akıl ve seviyelerine göre hitap etmeye dikkat etmiştir. “Medrese-i Yûsufiye” adını verdiği hapishanede dahi irşadına devam etmiştir. Din düşmanlarının çocukları dahi olsa, tebliğde talebeleri arasında fark gözetmemiştir; kendisini gözetim altına alan polise dahi iman dersi vermiştir.
Bir kış gecesinde, gördüğüm bir rüya üzerine âniden uyandım. Rüyanın ayrıntıları uykunun kesif perdeleri arasında kalmış ve karanlıkları arasında kaybolmuşsa da sabah uyandığımda ana çatısını hatırlıyordum. Rüyada ne görmüştüm?
Said Nursi’nin Hakikat Nurları adlı kitabını okuyordum. Rüyamın te’vili, kitabın isminden anlaşılıyordu. Gerçekten bu eser, şeksiz şüphesiz “hakikatın nurları”ydı. Kalbime Risale-i Nur’un şeffaf birer ayna gibi güzel tabirleri ile akseden nurlarından daha açık ve anlaşılır bir te’vil, bu rüya için bulunabilir mi? İhsan Kasım es-Sâlihî’nin tercüme ettiği o değerli kitap, sağıma soluma yüzlerce ilmî eser doldurmuş gibiydi. Kitabı okudukça okudum. İşte bu okuyuş, beni Risale-i Nura kavuşturdu. Bu hal Risale-i Nur ile ilk buluşmamdı; mânevî bir kristal olan Risale-i Nurun yedi renginin cilvelerine dalıştı. Lem’alar’ın ve Şuâlar’ın ziyalar denizinde mânevî bir yıkanmaydı. O âlem, Said Nursi’nin üstün maharetiyle tanzim olunmuş rengârenk ve süslü bir âlemiydi. Bu âlemde çiğ damlalarının arz ettiği bir manzara vardı. Bu âlemde çevreye çok farklı ve güzel kokular saçan çiçeklerin gülücükleri mevcuttu. Bu âlemde bal süzülen bir muhabbetin zevki tadılıyordu. Bu âlemde Sözler’e akan damlaların sahibi olan bir ruh vardı. Mektubat’ın sayfalarını çevirdikçe büyük bir mimarın tecessüt eden ruh ve fikirleri ile karşılaşıyordum.
İşte bu enis ve nezih mecliste Said Nursi ile karşılaştım. O veciz ifadeleriyle Allah’ın birliğini terennüm ediyor, kaleminin ince fırçalarıyla hakikatın tablosunu çiziyordu.
Said Nursi bana şöyle diyordu:
“Ben Said Nursi’yim. Belli kalıpların altında ezilen ve üniversitelerin fildişi kulesinden çıkamayan ilmî hitap tarzından vazgeçtim. Hayatın içine girdim. Yani insanların yaşadıkları, çalıştıkları, seyahat ettikleri, hapse atıldıkları, hastalandıkları, hayatın dalgalarına takıldıkları ve kısaca onların yaşamayı tercih ettikleri yerlerde onlarla beraber oldum. Bu sahada peygamberlerin yolunu tuttum.
”Ağdalı, resmî üslûbu terk ettim; fıtrî hitap tarzını seçtim. Müccerret ilmî kaidelere göre aklın muhatap alındığı, fertlere teker teker hitap tarzını reddettim; hitabımı bütün bir insanlığa tevcih eyledim. Tâ ki, Müslümanlar hakikatlardan kaçmak yerine özüne dönsün; hakikatı başkasıyla paylaşmadan evvel kendi nefsini muhatap kabul etsin; aklını ve kalbini dağıtmaktan kurtarıp esasata yönelsin; anlatılanları koruyabilsin ve sahip çıksın; basit meselelerle zihnini meşgul etmektense iç âlemini halletsin.”
Bundan sonra Bediüzzaman’ın hayali yeşil ufukta kayboldu ve ben Risale-i Nurla başbaşa kaldım.
Beni Bediüzzaman’ın eğitim yönünü tetkik etmeye sevkeden birçok haricî ve dahilî sebep vardır:
Yuşa Tepesindeki o hazin gurbet günleri ve yalnızlığı...
Volga Nehrinin kenarındaki ruhî intibah...
Bayezid Camiinde huşû ile okunan Kur’ân onun ruhunda büyük bir inkılâp meydana getiriyor; hayat gemisini sonsuzluk denizinde sefere çıkartıyordu.
Saçındaki beyaz kıllar verdiği derslerle intibahını tamamlayıp nur kandilini yakıyor, fikrini harekete geçiriyordu.
Ebâ Eyyûb el-Ensârî Hazretlerinin türbesini ziyareti, düşünce dünyasında yep yeni ufuklar açıyor, onu başka âlemlere götürüyordu.
Onun sınırlı olan şu âlemle sınırsız yüce hakikatlerin zirvesi arasında gidip gelen şâirâne tabiatı; dünyanın âlayişinden onu uzak tutan takvası ve İlâhî hakikatları tebliğe karşı aşk derecesine varan emeli, onda zaman ve mekân içinde iman tarihini yazma imkânını veriyordu.
Hülâsa; Said Nursi, gerçekten kaderin garip bir adamıdır...
Risale-i Nurda eğitim mefhumu nedir? İfade ettiği mânalar nelerdir? Önemli özellikleri hangileri olabilir?
Her şeyden önce Said Nursi, hayatı, varlık ağacının en mükemmel meyvesi olarak görüyor. İnsanı sevme ve ona muhabbet yolunda, kendi saadetini fedâ edebiliyor.
Said Nursi’ye göre insan sadece maddi bir varlık olmadığı gibi sadece akıl ve mantıktan da ibaret değildir. İnsan pekçok hissiyata sahip ve yüksek ruh cevheriyle, mümtaz bir varlıktır. Her şeye şamil aklî, ruhî, vicdânî ve ahlakî daireleri vardır; ve o küre-i arzın halifesidir; kemâl ve ebediyet yolundaki arzuları sonsuzluğa uzanmaktadır.
İşte böyle bir insanın duygularını terbiye edip gelişterecek bir yol, insanın yaratılışına uygun olmalıdır. Çağdaş eğitimciler, bu esasa dayanmayan metodlarla bu vazifeyi gerçekleştiremediler. Zira metodları, insan ruhuna ve fıtratına uygun değildir.
Said Nursî’nin metodunda eğitimin önemli boyutları
İmânî Boyut:
Said Nursî, insanın metafizik bir varlık olduğunu ve tevhidden başka bir şeyin onun aklî, ruhî ve hissî ihtiyaçlarını tatmin edemeyeceğini çok iyi idrak etmiştir. Gerçekten hangi maddî, aklî veya laik nazariye olursa olsun, bu derin ihtiyaçları karşılayamamıştır, karşılayamamaktadır ve istikbalde de karşılayamayacaktır. Bu hakikatı, Karbıl, Rina Dubo, Solifian, John Forastiye gibi filozoflar kabul ettiği gibi; William James, Sorokin ve benzeri muâsır sosyologlar da kabul ve itiraf etmişlerdir.
Said Nursî, ispat etmiştir ki, insan dinsiz yaşayamaz ve bir mabuda ibadet etmeden de duramaz. Gerçekten birçok felsefeciler farklı şekillerde de olsa ilâhlara ibadet etmişlerdir. Rijson, hayatın kendisini bir ilâh olarak görürken, Darwin, yaratılıştaki tekâmülü ilâhlaştırmıştır. Hegel, mutlak ruhu ilâh kabul ederken, Marks, diyalektik materyalizmi rab tanımıştır. Durkheim’ın ilahlaştırdığı toplum, Frueyd’un takdis ettiği cinsiyet, Sarter’ın putlaştırdığı ferdin vücudu, zikredilen ilâh şekillerinden bazılarıdır. Bütün bunlar, kâinat sarayında Allah’ın yarattığı ve icad ettiği sosyal, hayatî, insanî ve kevnî fiil ve hareketlere takılan adlardan başka bir şey değildir.
Said Nursi, asrının insanında görülen ruh yaralarını, Kur’ân’ın nuru ve hakikatları ile tedavi etmiştir. Gerçekten insanı, kendini ve mahiyetini kaybetmekten, arzularının sönmesinden, sabır gücünü zorlayacak sıkıntılardan, ölümden korkmaktan kurtarmakla kalmamış, ona Allah’a, âhiret gününe inanma ve Kur’ân’ın gayb âleminden bir harita gibi takdim ettiği iman sofrasını sunmuş ve böylece insanı, kalbinde huzur, nefsinde sükûn; kâinat ve mahlukat ile uyum içinde olan ve Allah’a dayanan mutlu bir varlık haline getirmiştir. Onu soğuk ve kuru taklîdi imandan kurtarmış, ruhunu tahkiki iman meş’alesi ile nurlandırmıştır. Dinî hükümlerdeki hikmetleri ve ibâdete ait fiillerdeki İlâhî maksatları izah etmiştir.
Said Nursî, Esmâ-i Hüsnâya getirdiği izahlarla hissiyâtı bıkkınlıktan ve vicdanı basit duygulardan temizlemiş, şu güzel kâinat karşısında hayret ve merak içinde bırakarak varlıkları ilk defa görüyor gibi bir hâlet-i rûhiyeye sokarak günlük olayların, soğuk aklî muhâkemelerin çukurlarına düşmekten kurtarmış; bütün bu hakikatleri keşfedecek ufuklar açmıştır.
Said Nursi, insanı, elem ile emel, aşk ile ayrılık, ebedî meyil ile zevâlin dalgaları, varlık ile yokluk, gerçekle hayâl, fertle toplum, yardımlaşma ile çatışma arasındaki tezatlarından kurtarmıştır.
Said Nursi, insanı, hayata geçme kabiliyeti olmayan, tatbik imkânı bulunmayan, gerçeklerden uzak odun yığını gibi kuru malumattan tecrit etmeye çalışmıştır. Böylece aklı, iman hakikatlerini kabule hazır hâle getirmiştir. Bu yolda en büyük örnek kendi nefsidir.
Said Nursi, akla, hisse, vâkıaya, akl-ı selime kesin ve yakînî olan müsbet ilimlere dayanarak iman hakikatlerini yeniden ihyâ etmiştir. Böylece insanın zaman ve mekân ufuklarını genişletmiştir.
Said Nursi, materyalistlerin ileri sürdüğü bütün şüpheleri, vesveseleri, vehimleri ve zanları Kur’ân’ın nuruyla bertaraf etmiştir.
Hakikata ulaşmak için takip ettiği yolların bir kısmı vicdânî, aklî, ruhî ve ahlakî şartlar ve yollardır. Gafletten, isyandan, gururdan, taassubdan, vehimden, muhakemesizce her şeyi reddetmekten, hayalî şerikler edinmekten, ilme dayanmayan benzetmelerden kaçınmak da bunların bazılarıdır.
Ahlâkî terbiye alanında
Bediüzzaman’ın kurmayı başardığı en önemli esas, bilhassa bu zamanda şirin gösterilen şerrin aslında insan yaratılışına ters, çirkin bir şey olduğunu ispat etmiş olmasıdır. Bu yaklaşımı, insanı şerden nefret etmesine ve el çekmesine vesile olmuştur.
Said Nursi, ahlâkî terimleri ele almış ve tetkik etmiştir. Doğruluk, emel, sabır, cesaret ve fedâkârlık gibi hasletleri ahlâkın yücelmesini ve çiçek açmasını temin edecek bir şekide kullanmıştır.
Said Nursi, insanı Allah’ın rızasına götürecek çok kısa yollar göstermiştir. Şükür, tevazu, tevekkül, muhabbet ve ihlâs yolları gibi...
Said Nursi, talebelerini müsamahaya, muhabbete, yardımlaşmaya, iktisada, dünyaya fazla dalmamaya davet ederek cemaat ruhunun kuvvet bulmasını temin etmiştir.
Said Nursi, diyaloğun bütün prensiplerini ortaya koymuş; bunun yanında, ihtilâf, tecâvüz ve Müslümanları hakir görme gibi fitneye vesile olacak davranışlardan uzak durmayı tavsiye etmiştir.
Kısaca, Said Nursi, kuvvete bedel hakkın; çıkar üzerinde çatışmaya bedel Allah rızasının; birbiriyle boğuşmaya bedel yardımlaşmanın; ırkçılığa bedel İslâm kardeşliğinin; nefsin heves ve arzularını tatminine bedel, onu yüce duygulara ve kemâlata davet etmenin hâkim olacağı bir cemiyeti tesis etmek için gayret etmiştir.
Duygu eğitimi
Said Nursi, duyguların kayıt altına alınamayacağını, yok edilemeyeceğini, ama tahdit edilip mecralarının hak, hayır ve adalete çevrilebileceğini ifade etmiştir. Meselâ muhabbet bahsinde şöyle demektedir: “Biz demiyoruz ki, muhabbet etme, sevme! Belki diyoruz ki, muhabbetini Allah yolunda ve Onun rızâsı dairesinde kullan.” Böylece, hissiyatla Allah’ın rızasının nasıl kazanılacağını göstermiştir.
Sadece hissiyâtın tatmininden ibaret olan zevkler basit zevklerdir ve elemle karışıktır. Böyle zevkler zevâle mahkûmdur; her an kaybedilme tehlikesiyle karşı karşıyadır; onlarda safa ve devam yoktur. Halbuki iman dairesindeki ulvi lezzetler, temizdir, şeffafdır, elemsizdir ve devamlıdır.
Said Nursî’de estetik eğitimi
İnsanın güzelliğe meftun oluşu fıtrî ve asîl bir duygudur. Kezâ, kâinatta güzellik asıldır, küllîdir, herşeye şamildir. Evet, herşeyde bir cemâl ve güzellik vardır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Güzelleştirme ve tahsîn cilveleri, İlâhî rahmet tarafından bizzat murad ve maksuttur.” Ancak güzellikler arasında da dereceler vardır. İnsan hep en güzele müştakdır. Cemâlî lezzetler ve estetik zevkler, bütün çeşitleri ve genişliğiyle insanın yüzüne gülmektedir. Bu güzelliklerde ve cemâllerde, kulağa, göze, buruna ve dile yönelik lezzetler bulunduğu gibi, akıl, ruh ve kalbin zevk aldığı fikrî ve ruhî lezzetler de vardır. İnsan bütün bu lezzet ve güzelliklerden istifade etmektedir. Zira bunlar insanın duygularını inceltir, hislerine ulvî heyecan verir; fikirlerini saflaştırır, nefsini temizler. Böylece kul, Rabbine yönelir.
Said Nursi, Müslümanları güzelliklerden güzelce istifade etmeye ve İslâmî ölçüler çerçevesinde kalmaya teşvik eder. Tâ ki, lezzeti kemâle ersin ve alınan lezzetler zevâlin eleminden sâlim kalsın.
Bediüzzaman Kur’ân medeniyeti ile Batı medeniyeti arasında mukayese yaparken birincinin cemâlini ve faziletlerini sergiler, diğerinin ise elem ve ıztırabını gözler önüne serer. Said Nursi, bu mânâyı kısaca şöyle açıklamaktadır:
Batı medeniyeti kuvveti hak bilir; tabiatı ilâhlaştırır ve insanı ona köle yapar. Batı edebiyatı, okuyucusuna mânâsız sıkıntıları aşılar; intisap şerefini keser ve mahiyetini kaybettirir; vicdanında kimsesizlik vahşetini doğurur.
Batı medeniyeti, “Güya beşeriyetin ağzına yalancı bir dil koymuş; insanın yüzüne fâsık bir göz takmış ve dünyaya da rakkâse bir kadının elbisesini giydirmiştir.”
Batının edebiyatı, hakiki aşk ve hâlis muhabbetin mânâlarından ve zeklerinden mahrumdur. Zira hep şehevî zevkler aşılar.
Batı edebiyatı kâinata sadece maddî gözle bakar, kâinâtın mânevî boyutlarından habersizdir. Şöyle ki: Ya kâinatın mânevî boyutlarını yok kabul eder veya bu hususa sim siyah bir felsefe gözlüğüyle veya sırf menfaati gaye edinen bir yaklaşımla bakmaya çalışır. Böylece beşerin zihninde zanları ve bâtıl vehimleri ortaya çıkarır.
Batı medeniyetinin kâinatla ilgili bazı teorilere dayanan klasik edebiyatı evrensel bir edeb seviyesine ulaşamadığı için ölüdür. Said Nursî’nin tesbitiyle “Ölü, başkasına hayat verebilir mi?”
Yunan veya Roma dehâsının iddia ettiği ahlâkî değerlerle makuliyet arasında ciddi tenakuzlar bulunmaktadır. Fert ve toplumda doğurduğu pespaye duyguların müsebbibi olan tasvirleri, iddia ettiği ahlâk nizamına tamamen terstir. Aklın ve şuurun hâkimiyetini yerle bir eden bu tasvirler, okuyucunun hevâ ve hevesini tahrik eder.
Batı edebiyatı, insana, ahbapsızlıktan, ümitsizlikten ve sahipsizlikten gelen karanlıklı bir hüzün verir. Bu hüzün, ebedî saadetten, insanların birbirine yeniden kavuşmaları gibi uhrevî emel ve ümitlerden mahrum kalmaktan doğan bir hüzündür. Bu edebiyatın verdiği neşe ise, nefsi hevesata teşvik eden neşedir ki, ıztıraptan uzak değildir. Bu neşe ayrılık, kıskançlık, pişmanlık ve benzeri elemlerle malûldür.
Said Nursî, bu uğursuz edebiyatın karşısına Kur’ân’ın edebiyle çıkmıştır. Kur’ân’ın edebi, bir tevhid edebidir. Onda şüphe yoktur, gurbet yoktur. Bu edebin terbiyesindeki insana kudret, hikmet, inayet ve rahmet dellileri inkişaf eder ve bütün gayretiyle İslâmî hakikatlara yapışır; ruhu huzur, sevgi ve ferah dolar.
Kur’ân edebi, nefsi ve hevesi tahrik etmez; akıl ve kalbe hakkı, saf güzelliği ve doğruluğu yerleştirir. Kur’ân’ın edebinin verdiği neşe, masumâne bir ferahtır, insanı fazilete sevkeder, ulviliğe teşvik eder; vuslat vaadiyle dolu bir ümit doğurur.
Bedenî eğitime bakışı
Sürgünler, mecburî ikametler, hapisler, maruz kaldığı zulümler, Bediüzzaman’a eğitimin bu noktasına eğilme fırsatını vermemiştir. Hayatı boyunca cihad yolundaki azim ve gayreti ona bedenî eğitim hususunda mütekâmil bir nesil yetiştirmek için vakit bırakmamıştır. Ancak dolayısıyla da olsa bedenin eğitimi ile alakalı bazı mühim noktalara dikkat çekmiştir. Bunlardan bazıları:
Yiyip içmenin kontrol altında tutulup tahdid edilmesinin zarureti üzerinde durması; israftan şiddetle kaçması, ahlâkî sapıklıkla hastalıklar arasında ciddi bağlar kurması; hastalanınca ilâç kullanmanın önemine işaret etmesi, ibadete teşvik ederek ibadetin bedenin sıhhatine ait hikmetlerine dikkat çekmesi gibi hususlar...
İrade eğitimine bakış
Said Nursi, insan iradesine gereken değeri vermiştir. İradeyi ortadan kaldıran veya kadere meydan okuyacak derecede bir benlik duygusu veren felsefî yollar arasında hidayet yolu olan Kur’ân’ın nuruyla iradeyi terbiye etmeye çalışmıştır. İnsan iradesi, cüz’î iradedir. İrade, imanla, ibadetle, tâatle, belâ ve musibetlere karşı sabırla takviye edilmelidir. Said Nursi, günahlara karşı tevbeyi teşvik etmekle ve ebedî sâadet müjdesiyle iradeyi ümitsizlik girdabından kurtarmaktadır.
İnsanın şerefli bir varlık olduğuna; Cenab-ı Hakkın mü’minlerle beraber olduğuna, ümit verici ifade ve beyanlarla insanın cüz’î olan iradesini kuvvetlendirir. “İraden cüz’î ise, irade-i külliyeye istinat et” der.
Bediüzzaman üstün mantık örgüsü, edebî üslûbu, şeytanın vesvesesinden Allah’a sığınması, sabır kuvvetini dağıtmadan ihtiyaç duyulan yerde kullanılması meâlindeki izahlarla iradeyi canlandırır.
Said Nursi’nin ümitsizlikten, ihtirastan, korku ve sıkıntıdan, acelecilikden, körü körüne taklitten, bugünün işini yarına bırakmaktan; tembellikten, israfdan, gösterişten, kendini beğenmişlikten, gururdan ve benzeri kötü huylardan uzak durmayı telkin eden beyanları, hep insan iradesini olgunlaştırmaya yöneliktir.
Said Nursî’nin eğitim vasıtaları ve eğitim metodunun ana esasları
1. İnsana güvenmek.
2. Akıl, kalb ve ruha birlikte hitap etmek.
3. Tabiat laboratuvarında eğitim yapmaya ve kâinat kitabından hikmet derslerini almaya davet etmek.
4. Hakikatları izahta temsil (örnekleme) metodunu kullanmak.
5. Eğitimle alakalı beyanların sırf Allah rızasına yönelik olması.
6. Şahıslarda basireti geliştirmek.
7. Muhataba “Güzeli al; kötüyü bırak” prensibini aşılamak, “Güzel gören güzel düşünür; güzel düşünen hayatından lezzet alır” hakikatını anlatmak.
8. Yegâne örnek olarak Resulullahı nazara vermek.
9. Bütün eğitim yollarını kullanmak: Başta lisân-ı hal olmak üzere, vaaz, nasihat; bütün çeşitleriyle hikâye ve temsiller ve saire gibi...
10. Kadınlara has eğitimin ehemmiyetine dikkat çekmek. Said Nursi, kadınları şefkat kahramanı mübarek bir tâife olarak görür. Kadının sadece dış güzelliğini esas alan, onun ruh güzelliğini ihmal eden Batı kaynaklı eğitim metodlarını şiddetle tenkit etmiştir. Kadınları yoldan çıkarmaya çalışan komitelere işaret ederek, İslâm kadınlarının bu çeşit tuzaklara karşı dikkatli olmalarını tavsiye etmiştir.
Risâle-i Nurun eğitim metodunun önemli özellikleri
1. Eğitimin, İslâmın iki temel kaynağı olan Kur’ân ve sünnete dayanması.
2. Sahabe içtihatlarını daha sonra yapılan içtihatlara tercih etmesi,
3. İlim ve aklı, tek başına dinî naslar için hakem olarak kabul etmemesi.
4. İman hakikatlarının isbatında, İslâmın gönüllerde yerleştirilmesinde asrın ulaştığı ilmî metodları kullanması ve onları şâhit göstermesi.
5. Dinî meselelerin edebî bir bir şekilde izah ve ifade edilmesi.
6. İçtihad konusunun zaman ve mekânın şartlarına göre değerlendirilip bunun umumî ve herkesin gidebileceği bir yol olmadığı ve herkesin o yola giremeyeceğini ifade etmesi.
7. Risale-i Nurda “sehl-i mümtenî” denebilecek üslûbun kullanılması ve bazı fikirlerin usandırmayacak şekilde ve kâinat kitâbından farklı sayfaları nazara verecek tarzda tekrar edilmesi.
Bir eğitimci olarak Said Nursî
Said Nursî’nin eğitim metodlarından birisi de, eğitime önce nefsinden başlamasıdır. Bu esasa hayatı boyu riayet etmiş, her türlü medih ve tenkidin üstüne çıkmış, tevazuun zirvesine yükselmiştir. Delil ve diyalog metodunu esas almış; müsamahayı şiâr edinmiştir.
Eğitim metodunun bir diğer esası da istiğnadır; eğitim ve öğretimi karşılığında hiçbir ücret almamaktır. Bediüzzaman hediye dahil, kimseden karşılıksız bir şey almamıştır.
Bediüzzaman insanların akıl ve seviyelerine göre hitap etmeye dikkat etmiştir. “Medrese-i Yûsufiye” adını verdiği hapishanede dahi irşadına devam etmiştir. Din düşmanlarının çocukları dahi olsa, tebliğde talebeleri arasında fark gözetmemiştir; kendisini gözetim altına alan polise dahi iman dersi vermiştir.
Bediüzzaman asrının bütün şartlarını göz önüne alarak hizmetini devam ettirmiştir.
Son duamız ve davamız, “Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’adır”.
____________________
1. 1947’de Irak’ın Musul şehrinde dünyaya geldi. Eğitim uzmanı olan Muhammed Rüşdi orta öğretimde ve bazı İslâmî kuruluşlarda dersler vermektedir.
Muhammed Rüşdi Ubeyd Irak’ta yayınlanan Terbiyetü’l-İslâmî’de, Kuveyt’te çıkan el-Va’yü’l-İslâmî’de, Katar’da neşrolan el-Ümme’de, Hindistan’da yayınlanan er-Râdiü’l-İslâm’da, Fas’ta çıkan el-Mişkâtü’l-Edebiyye’de ve Türkiye’de İslâmî Edebiyat gibi dergilerde edebî, fikrî, dinî ve tenkidî makaleler yazmaktadır.
Yayınlanan eserleri:
Aklî İlimler Işığında İman
Aklî İlimler Işığında Nübüvvet
Baskıya hazır olan kitapları:
İslâm Güzelliğine Giriş (2 cilt)
Laiklik Fikrinin Çöküşü
Kur’ân Ahlâkı ve Fikir Savaşları