-
Senai Demirci
http://img518.imageshack.us/img518/2973/partilerbp7.jpg
Yolculukları sırasında bir genç kızı sırtına alıp ırmağın öbür kıyısına geçiren dervişe, arkadaşı günler boyu sitem eder:
“Sen nasıl olur da bir kızı sırtına alırsın?” der de der.
Sonunda derviş dayanamaz:
“Ben kızı ırmağın beri yakasında sırtımdan indirdim; sen günlerdir kızı kafanda taşıyorsun; kafandan indir artık şu kızı…” der.
Irmağın bu kıyısına kadardı bizim işimiz; seçim oldu ve bitti.
Kardeşliğimizi siyasal taraftarlığa endekslemedik çok şükür(!)
Siyasi tercihimizi kutsallaştırmadık; Kimseyi de hatasız ve kusursuz ilan etmedik.
Benim çoktan sırtımdan indirdiğim şeyi, hala kafalarından indiremeyen kardeşlerimize muhabbetlerimi gönderiyorum.
Kafanıza yük etmeyin partileri...
Senai Demirci
-
Cevap: Senai Demirci
Sen çekip gitmek nedir bilir misin Bekir Amca?
Geçmiş zamanlardı, Bekir Amca. Nazenin genç kızlar yurtlarından çekip gitmek zorunda kaldılar. İstemeye istemeye. Ayaklarını sürüyerek gittiler. Analarını son defa koklayarak. Çekip gittiler. Babalarına bir daha sarılamama korkusuna sarılıp gittiler.
Genceciktiler. Kelebek gibiydi kalpleri. Al aldı yanakları. Moldova’ya gittiler, meselâ. Dillerini anlamayan ve dinlerini bilmeyen adamlardan medet umdular.. Romanya’ya uçtular. Hollanda’da hasret çektiler. Orta Asya’nın demir perde artığı soğuk ve suskun şehirlerine çekildiler. Viyana’ya çekip gittiler. Niye mi? Dillerini bilen, dinlerini bilen, Bekir Coşkun amcaları gibi taze mısır ekmeğinin mis gibi kokusunu seven büyüklerinden, kırılgan hayallerine analık etmelerini bekledikleri kadınlardan, tazecik umutlarına babalık etmelerini umdukları adamlardan çektiler. Varlıkları, yere göğe sığmayan bir ayıpmış gibi sınıftan uzaklaştırıldılar. Sınavdan kovuldular. Umutlarını nokta nokta dizmeye hazırlandıkları kurşun kalemlerini gözyaşları içinde çektiler kâğıttan. Başları önde, çekip gittiler.
Çekip gitmesini bildi o incecik kızlar. Rantiye hesaplarının üzerine perde olarak çekilen laik-Müslüman çekişmesinin gerilimini 13-14 yaşlarındaki dal gibi kızların saçlarının ucuna bağladılar. Kızlar da “Bana mısın!” demediler, çektiler. Çekip gittiler. İhale takipçilerinin aç gözlerine sürme yaptığı “irtica geliyor!” tehditlerinin kapkara dehşetini 17’lik kızların omuzlarına yıktılar. Kaçmadı kızlar. Kaçamadılar. Çaresiz, çektiler. Ağlayacak gibi olsalar da, belli etmediler. Boylarını aşan hıçkırıklarını içlerine çekip gittiler.
Bazıları, okul kapısında bir kuytuya çekildi. İlk defa ulu orta. İlk defa herkesin göreceği yerde. Ak duvağının arkasına koymak üzere cevher gibi sarıp sarmaladığı saçlarını yağmalatırcasına. Sadece helâlinin bakışına sakladığı zülüflerini çamura yatırırcasına. Her defasında ilk defa yapıyormuşçasına gibi ezilerek. Utanarak. Çekinerek. Sıkılarak. Yutkunarak. Ağlayarak. Ağlamıyormuş gibi yaparak, başından örtüsünü çekti. Çekip gitti sınıfa. Bazıları da elini eteğini çekip gitti. Okuma hayallerini kirli bir mendil gibi katlayıp, köşelerine çekildiler. Şimdi, ülkenin aydınları olarak çıkacakları üniversite kapılarının önünden, başını örterse, kızını nerede okutacağını kara kara düşünen “oku(tul)mamış ev hanımları” olarak iç çeke çeke geçiyorlar. Yaralı geçmişlerini, ezilmiş gençliklerini hatırlıyorlar: Arkadaşlarının yanında aşağılanmışlardı, utandırılmışlardı. Kardeşçe sarmaş dolaş oldukları, sırdaş edindikleri başı açık arkadaşlarıyla aralarına s/ağır mı s/ağır setler çekmişlerdi. Başı açık olanlar da çekmişti. Onları da utandırmışlardı. Yanı başından kaldırılan arkadaşının ardından sınavı terk etme “delikanlılığı” ile sınavı verip okulu bitirme “pısırıklığı” arasında, vicdanları yalım yapalak bir oraya bir buraya çekilmişti. Okul kapısında bekletilen “kanka”larının yüzüne bakamadan, kendilerini en çetin hesaplara çekip de gitmişlerdi amfiye.
Kimisi hazırlık sınıfına başlayamadan. Kimisi diplomasına birkaç ay kala. Çekip gitmişti. Bekir amcalarının güzelce tarif ettiği o yeri, kendisi ya da eşi başörtülü ya da başörtüsüz olsa da, kendisi ya da anası/kızı/kız kardeşi çarşaflı yahut dekolte olsa da, “her insanın asla kovulamayacağı, kovuldukça kalacağı, gönderilmek istendikçe yerleşeceği, atıldıkça geleceği” o yeri arayıp durdular. Her defasında, karşılarında, “kamusal alan” uydurması etrafına çekilmiş dikenli teller buldular. Ülkelerinin orta yerinde, habire genişletilen ve nerede kardeşlik umudu varsa üzerine sünger çeken o dikenli tellerde kanadı hayalleri.
Dün ben de çekip gittim. Kamusal alandan rahmetsel alana attım kendimi. Medine’deyim. Başını örteni de, örtemeyeni de, örtmek istemeyeni de, örteni istemeyeni de huzuruna alan Muhammed-i Emin’in [asm] huzurundayım. Kin ve nefret çöllerinden kardeşlik vahaları yeşerten Sevgili’nin yurdundayım. Çekip gelse, Bekir Coşkun’u da R. Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül kadar sımsıkı kucaklayacakları, kırk yıllık dost gibi ağırlayacakları, teklifsiz sofraya buyur edecekleri yer burası. Çekip gitmiş kızların, kendilerine çektiren büyüklerini görecek olsalar, ömürlerinde görmedikleri içten bir sevgiyle, her şeyi unutarak kucaklayacakları yer burası. Kardeşler arasına ayrıkotları dikenlerin ayakları altına gül dikenlerin bağı burası. Misilleme, rövanş ve intikam duygusunu yanağında serinleten O Gül’ün [asm] gülüşleri çoğalttığı yer burası. İstanbul’un sokaklarına serin huzurların taştığı pınar başı burası. Ankara’da komşuyu komşuya sevdiren sırrın doğum yeri burası. Bekir’i, Abdullah’ı, Tayyip’i birbirine kardeş yapan muhabbetin mayalandığı yer burası. Benim ülkemi de baştan başa dost sıcağıyla ısıtan Muhammedî medeniyet güneşinin doğduğu yer burası.
SENAİ DEMİRCİ-ZAMAN
-
Cevap: Senai Demirci
Kıpırtısız bir boşluğa koyarsın alnını günde beş vakit.
Secdenin alnını nereye değdirdiğinden habersizsin.
Gösterişsiz bir yöne dönersin yüzünü; ışıktan yolları yoktur şehrin kıblesinin.
Kıblenin yüreğini nereye götürdüğünü bilmiyorsun.
Suskun bir duvarın dibinde oturur gibisin her tahiyyatta...
Selâmının kimleri neşelendirdiğini tahmin edemiyorsun, aldığın selâmların sıcağını hissedemiyorsun.
Adını bilmediğin bir deniz kıyısında yürür gibisin.
Yüzünü görüyorsun sadece mavinin; derindeki incilerin pırıltısına dokunamıyorsun.
Terazinin bu kefesindesin; varlığını inceltirken rükûlarda, karşı kefede neyi biriktirdiğini bilmiyorsun.
Şimdilik hece hece tutunduğun duanın gölgesinin haber verdiği ışıktan nasibin pek az.
Dudaklarını ıslatan abdest suyunun her bir damlasının dudaklarını hangi billur pınarlara değdirdiğini fark etmiyorsun.
Hüznünün kuytularından taşırdığın fısıltılarını dök seccadene...
Aynalarda aradığın avuntuları sök bakışının perçemlerinden..
Bulduğunu yitir bir tekbirin yankısında...
De ki "ben buraya razı değilim!"
Yitiğini bul elini elin üzerine koymana fırsat veren vuslatın arefesinde..
De ki "ben sonsuzluğa adayım!"
Varı yok et secdenin yüzünde; benliğini sıfırın altına çek, varlığını sonsuzluğun başına taşı.
Yoğu var et niyetin fısıltısında; ettiklerinin değil niye/t ettiklerinin seni kurtardığını anla..
Diriyi öldür rükûların darağacında; teninden geç, bedenini yık dağ gibi..
Ölüyü dirilt dualarının burcunda; çağır günahın peltesinde dilsiz ettiğin ruhunu..
Umutlarını namazların ipeğine tane tane dizdiğini bil de sevin dostum. Namazın uçuruma atılmış en güzel gülündür senin.
Namaz gülünün bin bahar olup içinde yankılandığını bil de sevin.
Bir namazı kaçırmış olmanın o hüznü yok mu?
Hiç olmazsa onu al yedeğine?
Sana müşfik bir vaize olsun...
Pişmanlık değil midir bizi en çok büyüten?
Yüzü yerde pişmanlıklarının kalbine attığı sızıları kaybetme lütfen..
Bu bize lazım..
Hep lazım..
İncelmiş duygularımızın izinde yürüyelim hep...
İçimizdeki hüzün yol göstersin bize.
Kırık kalbimiz, bükük boynumuz Rabbimizin rahmet dergâhına bitiştirsin secdemizi.
Göz yaşlarımız rahmetin kucağına akıtsın yakarışlarımızı.
"Din sadeliktir" der peygamberimiz [asm]..
Bu zamanda beş vakit namazı bir kenara koyup, aradaki vakitleri de namaz beklentisi içinde yaşaman yeter...
Tesbihatını yapabildiğin kadar
yap;
"subhanallah"ı, "elhamdulillah"ı, "allahuekber"i dilinden kalbine indirmeye çalış.
Sakın telaşlanıp kendini altından kalkılmaz dil kalabalıklarına, binlerce binlerce ezbere mahkûm etme daha baştan...
Önce durul, namazın sükûnetini dinle...
Çevreni temiz tut
Çevreni temizle.
Namaza kalktığın zaman, yeryüzünün bütün gürültülerini sustur, işleri durdur, yollardan ayrıl, kenara çekil.
Ruhunun yanına park et, kalbinin ahengsiz çırpınışlarına mola ver.
Kapat kapıları; başkalarını alma içeri; dudaklarını kapat yalana, boş söze...
Lüzumsuzlukları terk et, silkele üzerindeki şehrin görünmez tozlarını, cebinden boşalt sahte paraları, elini göğsüne sokup alıp verdiğin nefesi, kâinatın o en eşsiz, en görkemli ahengini farket.
Yüzünü fenaya çevirmekten, ümitsizliğin karanlıklarında tüketmekten, gözlerini harama bakmanın kirinden, dilini yalanı/yanlışı dillendirmekten, dudaklarını boş sözlerin tozundan yıka, temizle.
Ellerini şerre alet olmaktan yıka.
Başını şu fani dünyada Rabbinin aziz bir misafiri olma şerefiyle meshet.
Topuklarla birlikte ayaklarını da dünyadan yıka; seni yükselteceğini sandığın şeyleri ayaklarının altından çek.
Namazın eşiğinde doğrul yeniden.
Orada En Sevgili'nin en çok sevdiği halde olduğunu hatırla.
Orada En Sevgili'nin en çok sevildiği hale büründüğünü bil.
Kâinatın sahibinden, kalbini kudret elinde evirip çeviren Rabbinin en sıcak, en taze aferinini alıyorsun şimdi. Duyuyor musun?
Bedenini pak eyle...
Bedenini, elbiseni, namaza durduğun yeri temizle.
Güzel bir kokuyu koklar gibi bedeninden sıyrıl, teninden ruhuna taşın.
Mevki ve makamını yansıtan her türlü elbiseyi çıkar üzerinden.
Irkınla övünmeyi bırak, kavminden ayrıl, ülkeni terket, varsa, müdürlükten istifa et.
Sadece seccadenin yöneldiği yere yönel; bulunduğun yerin ihtişamından sıyrıl.
Sadece yüzünün döndüğü yerde ara itibarını, kalbini Kâbe'nin eteğine bırak.
Kıbleyi bulduğunda, başka türlü endişelerden yüz çevir.
Her yanını saran kaygıları, korkuları, hüzünleri, abdest suyunun alıp götürmesine izin ver.
Dağılan gönlünü geri topla, uçurduğun huzuru geri çağır.
Gamı sil göğsünden, dünyalıkları yıka elinden, benliğini düşür yakandan. Öylece temizlen....
Ayıplarını kapat..
Her mescide gelişinde "güzel elbiselerini giyerek gel" (el-A'râf, 7/31)
Ne kadar örtünürsen örtün, kendini Rabbinden gizleyemezsin.
O bilir içinin içindekini.
O bilir niyetini.
O bilir kendine sakladığını ve kendinden sakladığını.
Başkalarına görünür olmak için kılma namazını.
Başkalarının gözlerinden kaç.
Başkalarının takdirinden uzaklaş.
Niyetinin vadisine koy kalbini.
Rabbe yöneldiğin köşe, kendini başkalarından gizlediğin yerdir.
Rabbine yüzünü çevirdiğin seccade, kendi kendine kaldığın demdir.
Nedir avret, ne demek avret yerini örtmek?
Göründüğün gibi olamadığın kadar ayıpların var, göründüğünden geri kalan her oluş avret yerindir senin.
Şimdi herkesin takdirinden uzak,
tüm vitrinlerin parıltısına küs,
her türlü gösterinin uzağında,
seccadenin kuytusunda iken,
kendi kendine sarılmışken,
elini elinin üstüne koyup kendini kuşatmışken,
yüzünü fanilerden dönüp sonsuza çevirmişken,
diz çöküp benliğini büyüklemekten vazgeçmişken,
eğilip doğru olmaya azmetmişken,
secdede varlığını sıfırlayıp kendini aşmışken,
avret yerlerini ört;
yani,
kendine sakladığın,
kendinden sakladığın eksiklerini, ayıplarını, kusurlarını,
herkesten gizlediğin hallerini yok et, ört.
Herkesin huzurunda hesap verecek, kimseden utanmayacak bir hâl elbisesine bürün..
İki yakanı bir araya getir; olduğun hali göründüğün hale yanaştır.
Söküklerini dik sözlerinin, dilini kalbine yanaştır; dilinle söylediğini kalbinle de söyle.
Dikiş tutmuyorsa şayet, söylenmeyi bırak, sus, kalbinden geçmeyeni diline değdirme...
Kalbini kıbleye bırak...
Kalbini çokluğun perçemlerinden kurtar...
Seni dünyaya doğru çekiştiren cezbeleri düşür yakandan.
Seni yokluğun kuyusuna çeken kaygılardan uzaklaş.
Seni uzaklara savuran rüzgârları sustur.
Ruhunu ayrılıkların uçurumuna sürükleyen hüzünleri sil.
Dünün hüzünlerinden yüz çevir.
Yarının korkularını unut.
An'ın içinde var et kendini yeniden.
Yüzünün her noktasına her an rahmetinin güneşini değdiren Yaradan, kutlu nazarında ağırlıyor seni.
Tebessümlerinin en güzel en tatlı hediye olduğunu söyleyen En Sevgili, âşinası olduğun, sıcağını özlediğin yüzlere çeviriyor yüzünü.
Her şeyin alçaldığı,
her işin meyvesizleştiği,
her yüzün kirlendiği bu çağda,
kıble kalbinin adımlayacağı kırmızı halı gibi serildi önüne.
Seni özel eyleyen,
seni biricik bilen Rabbinin rızasına yönel.
Şehrin telaşlarını,
dünyanın çekip çekiştirmelerini,
günübirlik sevdalarını kıblenin kırmızı halısına adım atar atmaz uzaklara at.
Kalıbını tuttuğun gibi, kalbini de tut kıblede.
Her secdede Kâbe'ye değdir alnını.
Yöneldiğinde, Kâbe'nin analık ettiği nurlu sütunun önünde ağırlanan aziz bir misafir bil kendini.
Vakti kaçırma...
Vakte dikkat et...
Sabahın buğusunu değdir göğsüne,
yapraklarında taze şebnemler ağırlayan bir gül gibi aydınlığa uyan.
Göz kapaklarını araladığında seni nice aldanışlara düşüren düşlerden uyandığın gibi gönlünü de aç ki kalbinin ufkuna nice muştu güneşleri doğsun.
Ellerinde dualar kelebekler gibi uçuşsun.
Kimliksiz, isimsiz, önemsiz bir nutfenin ana rahmine tutunup insan olmaya yolculanması gibi,
sen de var-yok arası varlığını,
vefasız dudaklar arasında silinmeye ayarlı adını,
bir mezar taşının insafına kalacak hatırını,
Rabbinin rahmet kucağına bırak...
Dünyanın güneş gibi başına dikilip sözüm ona sahiciliğini,
kalıcılığını sımsıcak kalbine düşürdüğü öğle vakitlerinde,
telaşlardan sıyrıl, oyunlardan uzaklaş..
Ellerini kaldır tekbire, O'nu büyüklerken başka her şeyi küçük bil.
Önemini O'na yönelmekte bil.
Şimdilik burada olduğunu, ama 'şimdilik' olduğunu hatırla...
Terkedeceğin gölgelerde, seni terkedecek gölgelerde oyalanma..
Bir tekbir ile dünyayı arkana at.
Elinin tersiyle geride bırak gündelik sevdaları...
"Oynamıyorum!" de.
Seni herkesle ve her şeyle buluşturacak Rabbinin sılasına yönel.
Yol açık, yola çık...
Gölgen uzadığında yeryüzündeki varlığının da azaldığını hatırla.
Ne çok hatıran varsa, o kadar az ömrüm kalmış demektir...
Gölge gibidir yaşanmışlıklar; onlar ardın sıra uzanıp çoğalırken ömürden nasibinin azaldığını haber verirler.
Gölgelerin uzadığı ikindinin hüznüne, ihtiyarlığın habercisi gibi bak.. Şakaklarına kar yağan adamların toprağa yönelen yüzlerini giyin... Bedenini taşıyamayan acuzelerin kalplerine devşirdiği tesellilerin ardına düş.
Hüsrana uğrayanların en sonunda yaşayacağı pişmanlığı düşür göğsüne..
Akşam vakti erişince, ufuklara kan ağlatan vedaları taşı yüreğine...
varlık güneşin battığında seni sen eyleyecek yıldızlar besle namazın göğünde..
Sensiz batacak güneşleri düşün.
Senin umarsızca batırdığın güneşlerin her biri, bir gün sensiz ve umarsız batacak güneşi ateşliyor gizlice..
Bunu bil ve bil ki namazını son namazınmış gibi kıl..
Yatsı vakti, suskunun üzerine çekilen yeni bir susku gibi geceyi kalbinin üstüne yayar.
İçinin fısıltısına yanaştırır kulaklarını.
Yüreğin boş sevdalardan boşanır.
Göz kapağının tenine değdiği titrek çizgiye doğru çekilir varlığın. Sükûnetin nabzını doldurur gece.
Varlığın kıpırtısı biter.
Eşyanın kanı çekilir.
Şehir yüzünü senden çevirir.
Işığın seni uzaklara dürten cezbesi söner.
Yatsı dudağını dudağına kilitler.
İçinin kıpırtılarına dön yatsı vakti.
Ölümün toprağı suskular çekmeden nefesine, şimdi alıp verdiğin her nefeste Rabbinin hatırını saydığını bil öylece yönel O'na...
Dünyaya veda vaktidir yatsı vakti.
Gün gelecek, yaşaman fazladan görülecek, ölümüne hiç kimse şaşırmayacak.
Senin için ömrün gecesi başlayacak.
Zaman siyah bir tül gibi üzerine örtülecek...
Varlığının kalp atımları zayıflayacak.
Heveslerin dünyadan yüz çevirecek.
Öyle bilerek var secdeye...
Benliğini sıfırla...
Kaygılarının kışını erit secdenin sıcağında..
Senai Demirci......
-
Cevap: Senai Demirci
Doğunun kanlı şafaklarından birinde ışık vurdu yüzüne.
Nefeslere derinlik veren taze bir seherde, ruhların göçebelik kışkırtısına yakın olduğu sabah vakitlerinde duru bir reşha olarak vardı yeryüzüne.
Saliha bir ananın göz yaşından taştı da geldi.
Helâl-haram kaygısını bir tutam ota taşıyacak denli müttaki bir babanın alın terinden billurlaştı da yağdı yağmur.
Şarkın humma nöbetleriyle kıvranan toprağına dokundu en önce.
Son âlimlerin son nefesleriyle savruldu yağmur, aşkın rüzigârına tutuldu, damla damla sevdaya aktı.
Yitirilmiş bir coğrafyanın dağıyla taşıyla kucaklaştı, fakrla, cehaletle, zaruretle derinleşen bir yaranın orta yerinde kan olup aktı, kıvrandı.
Uçurumlara düştü, mağaralara sığındı, taşlarla arkadaş oldu, pınar başlarında geceledi, gecenin orta yerinde yüreğine düşen dava ateşiyle buharlaştı.
Van Kalesi’nin taşlarından devşirdiği haşin fıtratını, Zernabâd suyunda yıkadığı duru, keskin bakışını, Şark’ın kavruk toprağından beslediği ateşîn zekâsını alıp yeniden göğe karıştı yağmur.
Bir sabah tozlu ayaklarıyla vardığı İstanbul’a, ırkçılık, küfür, şüphe ve emperyalizmle kirlenmiş bu iklime, muhteşem bir saltanatın batmaya yüz tuttuğu hazan mevsiminde bir ikindi yağmuru olup düştü. Mahzun coğrafyanın meyus insanlarına, peşi sıra getirdiği Şark ışıklarıyla taze ve rengarenk bir gökkuşağı sundu.
Hiçbir yağmura benzemiyordu.
Sanki başka zamanlara, başka mevsimlere, başka coğrafyalara aitti de, bu talihsiz mevsime, bu mahzun şehre kazara uğramış gibiydi.
‘Bediüzzaman’ dediler yağmura.
Eşsiz ve belki zamansız yağmış bir yağmurdu.
Acele etmiş, kışta gelmişti.
Çiçekleri solmuş, tohumları kurumuş bu topraklara, yazı baharı unutmuş bu iklime yeni baharlar getirecekti.
Yağmur, soğuk ve acı kışlarda da yağdı.
Kalemin ve kılıcın ucu sıra şehir şehir dolaştı.
Harflerin efsununda savruldu, harplerin hüznünde yoğruldu.
Kalemi ve kılıcı bir tutan âlim hassasiyetini ve mücahid heyecanını her diyarın göğüne taşıdı yağmur.
İlmin mürekkebine dolanıp sayfalar boyu yazı olmayı da, şehidlerin kanına karışıp yeni baharların toprağına gömülmeyi de göze aldı.
Sayfalar boyu kara harfler gözlere nur olacak ve şehidler şehirlere gözyaşı olacak değil miydi nasılsa?
Yağmur eninde sonunda gözlere değecekti.
Son terazide, âlimin mürekkebi ile şehidin kanı bir tutulacak değil miydi?
Yağmur göklüydü ve nasılsa göğe dönecekti.
Bir gece, hain bir pusunun girdabına düştü yağmur.
Acımasız bir kılıcın ucunda, paslı bir namlunun ardı sıra yabancı ellere savruldu.
Volga nehrinin hazin akışına kapıldı.
Yaban rüzgârlarına esir düşüp, uzak coğrafyalara sürüklendi.
Gecenin koynunda, gurbetin kapkara hüznünde, zihninde çakan yakıcı şimşeklerle sarsıldı, yüreğinde kopan fırtınalarla yeniden yeniye duruldu, ruhunu saran gökgürültüleriyle yeniden ateşlendi.
Ve yağmur şanlı saltanatın yıkık taşlarına yeniden yağdı.
Güzel zamanlardan geriye kalan bu donuk bakışlara dolandı durdu.
Duruldu.
Saltanatsız, devletsiz ve hilafetsiz bir payitahtın son küllerini yıkadı.
“Esaretten sonra” yeniden Anadolu’ya vardığında, Ankara Kalesi’nde soluk bir ikindi vakti, Avrupa’dan gelen katran karası küfrün gölgesini hissetti.
“Ankara’dan en kara bir halet”le yeniden ilk yurduna,
Doğu’ya doğru yola çıktı.
Medeniyetin kirlerini, saltanat ve iktidarın yükünü üzerinden atarak hafifledi, duruldu.
Yalın bir damla olarak yeniden Erek Dağı’nın serin kuytularına döndü.
Sözler’ce kalbimize yağmak için, Mektup’larca ruhumuza varmak için, aklımıza Lem’a Lem’a Şualar düşürmek için saflaştı, inceldi, çoğaldı, çağladı.
Yağmurla ilk kez çay kokulu bir sonbahar akşamı tanıştım.
Karşımdan değil, yanımdan konuşuyordu yağmur.
Yağmur gibi yükseklerden konuşuyor ama yumuşakça iniyordu zihnime.
“Yağmurca” söylüyordu, incitmesiz ve berrak.
Sessiz ama ahenkle; kimseyi kimseden ayırmadan ve herkese özel olarak düşüyordu Sözler’i.
Kağnı sırtında meçhul bir sürgüne giderken, öküzün kanayan ayağını dert edinen Yağmur’du.
Sessiz ve kimsesiz bir yalnızlığa itilirken, yavrusuna giden kuşlara kanat geren Yağmur’du.
Barla’nın hüzünlü yalnızlıklarında, Çam Dağı’ının vahşetli gecelerinde çise çise yağan, sessizce çoğalan, hece hece biriken, Sözler’ce taşan Yağmur’du.
Denizli, Eskişehir, Afyon hapishanelerinin duvarlarını yıkan bakışlarla yağdı Yağmur. Parmaklıklara inat yeryüzünün her noktasına vardı, zerreden küreye herşeyi tefekkürle yıkadı yağmur.
Bir bahar günü, Eğirdir Gölü’nün yeni açmış çiçekleri, taze kokulu yapraklarıyla sele dönüştü yağmur.
Yaprak yaprak, çiçek çiçek binlerce Esmâ’ya şebnem oldu.
Esmânın güzel kanatları arasında bizi Haşre, Ebede, Cennete taşıdı Yağmur.
Gözlerimizin gördüğü suretlerden gönlümüzün gördüğü hakikatlere sürükledi bizi.
Öylece “yeryüzündeki rahmet eserlerine nazar” eyledik.
Ve öylece dirilişe, hesaba, ebede vardı aklımız.
Yusuf’un[as] rüyasıyla uyandırdı bizi.
Kuyuda ve zindanda aklımızı hakikate boğdu.
Yunus’un[as] gecesiyle aydın etti gözümüzü.
Yunus’un[as] denizinde dalga dalga gerçeğe savurdu nefsimizi.
İbrahim’in[as] düştüğü yangından bize ebedî güller devşirdi.
Musa’nın[as] asasını dilimize verdi; taşı tefekkürümüze taşıdı, katı kalpleri taşla yumuşatacak Sözlerle geldi.
Eyyub’un [as] sabrını yüreğimize indirdi Yağmur.
Damağımıza metanetli bir Eyyub duası yapıştırdı.
Ve ‘Bütün Zamanların En Güzel Yağmuru’nu, Muhammed Mustafa Aleyhisselatüvesselamı, ‘Reşha, Reşha’ bu çorak iklime, bu kurak dimağlara indirdi Yağmur.
Gülü ve salâvatı, bülbülü ve nübüvveti, insanı ve haşri, geceyi ve yıldızları, göğü ve tevhidi yeniden yeniye yoğurup yıkadı Yağmur.
Hiç incitmeden, yıkmadan ve kırmadan, üzmeden ve korkutmadan alnımıza, aklımıza yağdı.
Hiç ayırmadan ve bölmeden, hiç zorlamadan ve yormadan dimağımıza ve damağımıza değdi Yağmur.
Ve hala Sözler’ce yağıyor yüzümüze, sabahları şebnem olup Lem’a Lem’a parıltılar saçıyor, ebedi bir bahardan, sonrasız bir andan taze ve sımsıcak Mektuplar taşıyor, sayfalar boyu gökkuşağı oluyor, gözümüze ve gönlümüze Şualar gönderiyor.
Yağmur hâlâ yağıyor.
Rahmet rahmet müjde indiriyor gönlümüze.
Senai DEMİRCİ
-
Cevap: Senai Demirci
Doğunun kanlı şafaklarından birinde ışık vurdu yüzüne.
Nefeslere derinlik veren taze bir seherde, ruhların göçebelik kışkırtısına yakın olduğu sabah vakitlerinde duru bir reşha olarak vardı yeryüzüne.
Saliha bir ananın göz yaşından taştı da geldi.
Helâl-haram kaygısını bir tutam ota taşıyacak denli müttaki bir babanın alın terinden billurlaştı da yağdı yağmur.
Şarkın humma nöbetleriyle kıvranan toprağına dokundu en önce.
Son âlimlerin son nefesleriyle savruldu yağmur, aşkın rüzigârına tutuldu, damla damla sevdaya aktı.
Yitirilmiş bir coğrafyanın dağıyla taşıyla kucaklaştı, fakrla, cehaletle, zaruretle derinleşen bir yaranın orta yerinde kan olup aktı, kıvrandı.
Uçurumlara düştü, mağaralara sığındı, taşlarla arkadaş oldu, pınar başlarında geceledi, gecenin orta yerinde yüreğine düşen dava ateşiyle buharlaştı.
Van Kalesi’nin taşlarından devşirdiği haşin fıtratını, Zernabâd suyunda yıkadığı duru, keskin bakışını, Şark’ın kavruk toprağından beslediği ateşîn zekâsını alıp yeniden göğe karıştı yağmur.
Bir sabah tozlu ayaklarıyla vardığı İstanbul’a, ırkçılık, küfür, şüphe ve emperyalizmle kirlenmiş bu iklime, muhteşem bir saltanatın batmaya yüz tuttuğu hazan mevsiminde bir ikindi yağmuru olup düştü. Mahzun coğrafyanın meyus insanlarına, peşi sıra getirdiği Şark ışıklarıyla taze ve rengarenk bir gökkuşağı sundu.
Hiçbir yağmura benzemiyordu.
Sanki başka zamanlara, başka mevsimlere, başka coğrafyalara aitti de, bu talihsiz mevsime, bu mahzun şehre kazara uğramış gibiydi.
‘Bediüzzaman’ dediler yağmura.
Eşsiz ve belki zamansız yağmış bir yağmurdu.
Acele etmiş, kışta gelmişti.
Çiçekleri solmuş, tohumları kurumuş bu topraklara, yazı baharı unutmuş bu iklime yeni baharlar getirecekti.
Yağmur, soğuk ve acı kışlarda da yağdı.
Kalemin ve kılıcın ucu sıra şehir şehir dolaştı.
Harflerin efsununda savruldu, harplerin hüznünde yoğruldu.
Kalemi ve kılıcı bir tutan âlim hassasiyetini ve mücahid heyecanını her diyarın göğüne taşıdı yağmur.
İlmin mürekkebine dolanıp sayfalar boyu yazı olmayı da, şehidlerin kanına karışıp yeni baharların toprağına gömülmeyi de göze aldı.
Sayfalar boyu kara harfler gözlere nur olacak ve şehidler şehirlere gözyaşı olacak değil miydi nasılsa?
Yağmur eninde sonunda gözlere değecekti.
Son terazide, âlimin mürekkebi ile şehidin kanı bir tutulacak değil miydi?
Yağmur göklüydü ve nasılsa göğe dönecekti.
Bir gece, hain bir pusunun girdabına düştü yağmur.
Acımasız bir kılıcın ucunda, paslı bir namlunun ardı sıra yabancı ellere savruldu.
Volga nehrinin hazin akışına kapıldı.
Yaban rüzgârlarına esir düşüp, uzak coğrafyalara sürüklendi.
Gecenin koynunda, gurbetin kapkara hüznünde, zihninde çakan yakıcı şimşeklerle sarsıldı, yüreğinde kopan fırtınalarla yeniden yeniye duruldu, ruhunu saran gökgürültüleriyle yeniden ateşlendi.
Ve yağmur şanlı saltanatın yıkık taşlarına yeniden yağdı.
Güzel zamanlardan geriye kalan bu donuk bakışlara dolandı durdu.
Duruldu.
Saltanatsız, devletsiz ve hilafetsiz bir payitahtın son küllerini yıkadı.
“Esaretten sonra” yeniden Anadolu’ya vardığında, Ankara Kalesi’nde soluk bir ikindi vakti, Avrupa’dan gelen katran karası küfrün gölgesini hissetti.
“Ankara’dan en kara bir halet”le yeniden ilk yurduna,
Doğu’ya doğru yola çıktı.
Medeniyetin kirlerini, saltanat ve iktidarın yükünü üzerinden atarak hafifledi, duruldu.
Yalın bir damla olarak yeniden Erek Dağı’nın serin kuytularına döndü.
Sözler’ce kalbimize yağmak için, Mektup’larca ruhumuza varmak için, aklımıza Lem’a Lem’a Şualar düşürmek için saflaştı, inceldi, çoğaldı, çağladı.
Yağmurla ilk kez çay kokulu bir sonbahar akşamı tanıştım.
Karşımdan değil, yanımdan konuşuyordu yağmur.
Yağmur gibi yükseklerden konuşuyor ama yumuşakça iniyordu zihnime.
“Yağmurca” söylüyordu, incitmesiz ve berrak.
Sessiz ama ahenkle; kimseyi kimseden ayırmadan ve herkese özel olarak düşüyordu Sözler’i.
Kağnı sırtında meçhul bir sürgüne giderken, öküzün kanayan ayağını dert edinen Yağmur’du.
Sessiz ve kimsesiz bir yalnızlığa itilirken, yavrusuna giden kuşlara kanat geren Yağmur’du.
Barla’nın hüzünlü yalnızlıklarında, Çam Dağı’ının vahşetli gecelerinde çise çise yağan, sessizce çoğalan, hece hece biriken, Sözler’ce taşan Yağmur’du.
Denizli, Eskişehir, Afyon hapishanelerinin duvarlarını yıkan bakışlarla yağdı Yağmur. Parmaklıklara inat yeryüzünün her noktasına vardı, zerreden küreye herşeyi tefekkürle yıkadı yağmur.
Bir bahar günü, Eğirdir Gölü’nün yeni açmış çiçekleri, taze kokulu yapraklarıyla sele dönüştü yağmur.
Yaprak yaprak, çiçek çiçek binlerce Esmâ’ya şebnem oldu.
Esmânın güzel kanatları arasında bizi Haşre, Ebede, Cennete taşıdı Yağmur.
Gözlerimizin gördüğü suretlerden gönlümüzün gördüğü hakikatlere sürükledi bizi.
Öylece “yeryüzündeki rahmet eserlerine nazar” eyledik.
Ve öylece dirilişe, hesaba, ebede vardı aklımız.
Yusuf’un[as] rüyasıyla uyandırdı bizi.
Kuyuda ve zindanda aklımızı hakikate boğdu.
Yunus’un[as] gecesiyle aydın etti gözümüzü.
Yunus’un[as] denizinde dalga dalga gerçeğe savurdu nefsimizi.
İbrahim’in[as] düştüğü yangından bize ebedî güller devşirdi.
Musa’nın[as] asasını dilimize verdi; taşı tefekkürümüze taşıdı, katı kalpleri taşla yumuşatacak Sözlerle geldi.
Eyyub’un [as] sabrını yüreğimize indirdi Yağmur.
Damağımıza metanetli bir Eyyub duası yapıştırdı.
Ve ‘Bütün Zamanların En Güzel Yağmuru’nu, Muhammed Mustafa Aleyhisselatüvesselamı, ‘Reşha, Reşha’ bu çorak iklime, bu kurak dimağlara indirdi Yağmur.
Gülü ve salâvatı, bülbülü ve nübüvveti, insanı ve haşri, geceyi ve yıldızları, göğü ve tevhidi yeniden yeniye yoğurup yıkadı Yağmur.
Hiç incitmeden, yıkmadan ve kırmadan, üzmeden ve korkutmadan alnımıza, aklımıza yağdı.
Hiç ayırmadan ve bölmeden, hiç zorlamadan ve yormadan dimağımıza ve damağımıza değdi Yağmur.
Ve hala Sözler’ce yağıyor yüzümüze, sabahları şebnem olup Lem’a Lem’a parıltılar saçıyor, ebedi bir bahardan, sonrasız bir andan taze ve sımsıcak Mektuplar taşıyor, sayfalar boyu gökkuşağı oluyor, gözümüze ve gönlümüze Şualar gönderiyor.
Yağmur hâlâ yağıyor.
Rahmet rahmet müjde indiriyor gönlümüze.
Senai DEMİRCİ
-
Cevap: Senai Demirci
Hoş geldin bize sevgili pişmanlık…
SENAİ DEMİRCİ
Tenimizdeki çizik olmadan nasıl anlamıyorsak canımızın incinebilirliğini, pişmanlığın sızısı olmadan fark edemiyoruz içimizde saklı masumiyeti.
Sessizce akıp giden suyun önüne çıkan bir çağlayan yahut kaya gibi suçlarımız; vicdanımızın sessiz bekçiliğini hatırlatırlar bize, girdaplar, fırtınalar katarlar masum sandığımız hayatımıza. Kendimizi masum ve günahsız, hatasız ve kusursuz bildiğimizde kalınlaşıveren, kalınlaştıkça da ruhumuzu sağırlığa hapseden demir perdeyi yıkar günahlar. Dokunulmazlığımız üzerine kurduğumuz sırça sarayın yıkılışını haber verir içimizde yükselen “ah!”lar. Gururun kalesinin yangına verilişine denk düşer hatamızın utancını kıpkızıl yüzümüze taşıdığımız anlar. Pişmanlığın o kekremsi tadı, o akrepsi sokulganlığı utançla tanıştırır bizi. Utançla tanıştığımızda da, utanabilen yanımızla, içimizde suskunca bekleyen vicdanımızla buluşuruz ilk defa. Film gibi hani… Sevdiğimizle çarpışmak gibi köşe başında; defterler kitaplar dağılırken havada, kalpler buluşur, gözler el ele tutuşur ya. O hata; o sakarlık, o dikkatsizlik, o sürçme, o ayak kayması, o kaza, utanabilen yanımızla tanıştırır bizi. “Ah!” ettiren her günah, bağışlanmanın ve affın, rahmetin ve gufranın serin pınarlarına susatır bizi.
Hiç istemeden olmuş gibi, kaza ile değmiş gibi sokulur günah ve kirler ruhumuzun billur sularına. Paslı bir bıçak gibi bulandırıverir kalbin duru ayazmalarını. Sular üzerinde rüzgâr ürpertisi gibi, dudaklarımızda içli yakarışların kıpırtısını başlatır hatalar. Yağmurun çöllerin kumunu yarması gibi, içimizin de içinde sancılı itiraflara kuytular açar günahların darbesi. Vicdanımızın kulağının dibinde fısıltılı hesaplaşmalara çağırır bizi pişmanlıkların nefesi. Utandırır bizi. Utandırdığı gibi, utanabilir olduğumuzu da hatırlatır bize. Yüzümüz kızarır, başımız öne eğilir, mahcubiyetle kısılır gözlerimiz, belki gözyaşı dökeriz. Müşfik bir baba gibi teselli eder bizi pişmanlığımız: “Ağlıyorsun ya işte; o işi yapmayı yakıştıramadın kendine. Sen elinle ettiğinden fazlasısın. Sen bile isteye ettiğin günahtan daha yukarıdasın…”
Kucağımızda hiç durmadan ağlayan bebek gibi, habire sızlanan bir hasta gibi buluruz pişmanlığı. Ne inkar edebilir, ne unutabilir ne acısını dindirebiliriz. Bırakalım öyle kalsın! Acısın. Kanasın. Ağlasın. Sızlansın. Dağlasın göğsümüzü. Yırtsın yüzümüzü. Kendi gözlerimizin içine baktığımızda, hemen yüzünü gösterip utandırsın bizi. Bizi bize gammazlasın. Acısına ihtiyacımız var pişmanlığın. Ya hiç acıtmasaydı günah kalbimizi? Ya pişmanlığın sızısı hiç yapışmasaydı yakamıza? Kurtulmak için çırpındıkça üzerimize atılıvermeseydi pıtraklar gibi? Kıvrandıkça, kıvrandıkça yine yeniden yakalamasaydı bizi bileklerimizden?
İyi ki öyle... Kaynağı saptanamayan ağrılarda hastalara, kural gereği, ağrı kesici verilmez. Çünkü ağrısı olmazsa, hasta çare aramaz. Kıvranmazsa, ağrının odağını bulmaya yönelik zahmetlere katılmaz, katlanmaz.
Pişmanlığın da soğuk sert taşlar gibi vurması beklenir ayaklarımıza. Hiç bitmeyen kışlar gibi soğuk buzlar düşürmesi gerekir alnımıza. Firari mahkûmlar gibi köşe bucak tedirginliklere mahpus etmesi istenir bizi. İlk fırsatta, saati geri alma telaşına düşmek, takvim yapraklarını yerine yapıştırma telaşıyla yanıp tutuşmak gerek. Günahı, ömrünün son deminde ak örtülere sarılmış adamı/kadını acı bir sırla kirletmek diye bilmek gerek.
“Kim aklar beni?” diye bütün kapılardan eli boş döndüğümüzde, “illâ O” diyecek çaresizliğin dizi dibine oturtmalı bizi pişmanlığımız. Rahmetin ve gufranın dergâhında kusurluluğumuzu ve günahkârlığımızı şefaatçi bilip öylece ümitlenmeliyiz Allah’tan. Hiç koşulsuz affedileceğimiz kapının eşiğinde umutla ve gözyaşıyla oturabilmeyi öğretmeli bize pişmanlık. Kimselere diyemediğimiz sırlarımızı kabuğunda sızlanan bir inci gibi rahmetin kucağına itiverme ihtiyacını tir tir titreyerek hissetmeliyiz pişmanlık göğsümüze sarıldığında. Ne kadar çok hata etmişsek etmiş olalım, sonsuz serin bir okyanusun maviliğinde kir pasımızı kimselere göstermeden yıkayıverme umudunu göğsümüzde cılız pınarlar gibi biriktirmeyi vaat eder bize pişmanlığımız.
Sevapça hiçbir şey edemediğimizi, ettiklerimizin de bize ait sayılmayacağını aniden görebilmek demektir günahların “ah!”ları. O’ndan korkup yine O’na kaçacak denli anaç ve müşfik olan rahmeti acıyan dudaklarımızla içmeyi sadece pişmanlığımız öğretir bize..
O tatlı Şebnem Ferah şarkısı gibi, “Sil baştan başlamak gerek bazen. Hayatı sıfırlamak. Sil baştan sevmek gerek bazen. Her şeyi unutarak, yeni baştan sevmek gerek.”
Sil baştan başlama telaşıyla affın boynuna sarılırız pişmanlığımızla. Sil baştan sevildiğimizi ummak adına rahmetin kucağına bırakırız gözyaşımızı. Sancıyan vicdanımızla, utanan yüzümüzle, ağlayan gözümüzle, titreyen dudağımızla içten bir özür, mahcup bir tövbe fırsatı sunar bize pişmanlığımız. Ya hiç olmasaydı pişmanlığımız? Hiç yakmasaydı canımızı? Ağrı hissedemeyen hastalar gibi yakardık rahmete yürüyen ayaklarımızı, kırardık affı avuçlayan ellerimizi
-
Cevap: Senai Demirci
Hoş geldin bize sevgili pişmanlık…
SENAİ DEMİRCİ
Tenimizdeki çizik olmadan nasıl anlamıyorsak canımızın incinebilirliğini, pişmanlığın sızısı olmadan fark edemiyoruz içimizde saklı masumiyeti.
Sessizce akıp giden suyun önüne çıkan bir çağlayan yahut kaya gibi suçlarımız; vicdanımızın sessiz bekçiliğini hatırlatırlar bize, girdaplar, fırtınalar katarlar masum sandığımız hayatımıza. Kendimizi masum ve günahsız, hatasız ve kusursuz bildiğimizde kalınlaşıveren, kalınlaştıkça da ruhumuzu sağırlığa hapseden demir perdeyi yıkar günahlar. Dokunulmazlığımız üzerine kurduğumuz sırça sarayın yıkılışını haber verir içimizde yükselen “ah!”lar. Gururun kalesinin yangına verilişine denk düşer hatamızın utancını kıpkızıl yüzümüze taşıdığımız anlar. Pişmanlığın o kekremsi tadı, o akrepsi sokulganlığı utançla tanıştırır bizi. Utançla tanıştığımızda da, utanabilen yanımızla, içimizde suskunca bekleyen vicdanımızla buluşuruz ilk defa. Film gibi hani… Sevdiğimizle çarpışmak gibi köşe başında; defterler kitaplar dağılırken havada, kalpler buluşur, gözler el ele tutuşur ya. O hata; o sakarlık, o dikkatsizlik, o sürçme, o ayak kayması, o kaza, utanabilen yanımızla tanıştırır bizi. “Ah!” ettiren her günah, bağışlanmanın ve affın, rahmetin ve gufranın serin pınarlarına susatır bizi.
Hiç istemeden olmuş gibi, kaza ile değmiş gibi sokulur günah ve kirler ruhumuzun billur sularına. Paslı bir bıçak gibi bulandırıverir kalbin duru ayazmalarını. Sular üzerinde rüzgâr ürpertisi gibi, dudaklarımızda içli yakarışların kıpırtısını başlatır hatalar. Yağmurun çöllerin kumunu yarması gibi, içimizin de içinde sancılı itiraflara kuytular açar günahların darbesi. Vicdanımızın kulağının dibinde fısıltılı hesaplaşmalara çağırır bizi pişmanlıkların nefesi. Utandırır bizi. Utandırdığı gibi, utanabilir olduğumuzu da hatırlatır bize. Yüzümüz kızarır, başımız öne eğilir, mahcubiyetle kısılır gözlerimiz, belki gözyaşı dökeriz. Müşfik bir baba gibi teselli eder bizi pişmanlığımız: “Ağlıyorsun ya işte; o işi yapmayı yakıştıramadın kendine. Sen elinle ettiğinden fazlasısın. Sen bile isteye ettiğin günahtan daha yukarıdasın…”
Kucağımızda hiç durmadan ağlayan bebek gibi, habire sızlanan bir hasta gibi buluruz pişmanlığı. Ne inkar edebilir, ne unutabilir ne acısını dindirebiliriz. Bırakalım öyle kalsın! Acısın. Kanasın. Ağlasın. Sızlansın. Dağlasın göğsümüzü. Yırtsın yüzümüzü. Kendi gözlerimizin içine baktığımızda, hemen yüzünü gösterip utandırsın bizi. Bizi bize gammazlasın. Acısına ihtiyacımız var pişmanlığın. Ya hiç acıtmasaydı günah kalbimizi? Ya pişmanlığın sızısı hiç yapışmasaydı yakamıza? Kurtulmak için çırpındıkça üzerimize atılıvermeseydi pıtraklar gibi? Kıvrandıkça, kıvrandıkça yine yeniden yakalamasaydı bizi bileklerimizden?
İyi ki öyle... Kaynağı saptanamayan ağrılarda hastalara, kural gereği, ağrı kesici verilmez. Çünkü ağrısı olmazsa, hasta çare aramaz. Kıvranmazsa, ağrının odağını bulmaya yönelik zahmetlere katılmaz, katlanmaz.
Pişmanlığın da soğuk sert taşlar gibi vurması beklenir ayaklarımıza. Hiç bitmeyen kışlar gibi soğuk buzlar düşürmesi gerekir alnımıza. Firari mahkûmlar gibi köşe bucak tedirginliklere mahpus etmesi istenir bizi. İlk fırsatta, saati geri alma telaşına düşmek, takvim yapraklarını yerine yapıştırma telaşıyla yanıp tutuşmak gerek. Günahı, ömrünün son deminde ak örtülere sarılmış adamı/kadını acı bir sırla kirletmek diye bilmek gerek.
“Kim aklar beni?” diye bütün kapılardan eli boş döndüğümüzde, “illâ O” diyecek çaresizliğin dizi dibine oturtmalı bizi pişmanlığımız. Rahmetin ve gufranın dergâhında kusurluluğumuzu ve günahkârlığımızı şefaatçi bilip öylece ümitlenmeliyiz Allah’tan. Hiç koşulsuz affedileceğimiz kapının eşiğinde umutla ve gözyaşıyla oturabilmeyi öğretmeli bize pişmanlık. Kimselere diyemediğimiz sırlarımızı kabuğunda sızlanan bir inci gibi rahmetin kucağına itiverme ihtiyacını tir tir titreyerek hissetmeliyiz pişmanlık göğsümüze sarıldığında. Ne kadar çok hata etmişsek etmiş olalım, sonsuz serin bir okyanusun maviliğinde kir pasımızı kimselere göstermeden yıkayıverme umudunu göğsümüzde cılız pınarlar gibi biriktirmeyi vaat eder bize pişmanlığımız.
Sevapça hiçbir şey edemediğimizi, ettiklerimizin de bize ait sayılmayacağını aniden görebilmek demektir günahların “ah!”ları. O’ndan korkup yine O’na kaçacak denli anaç ve müşfik olan rahmeti acıyan dudaklarımızla içmeyi sadece pişmanlığımız öğretir bize..
O tatlı Şebnem Ferah şarkısı gibi, “Sil baştan başlamak gerek bazen. Hayatı sıfırlamak. Sil baştan sevmek gerek bazen. Her şeyi unutarak, yeni baştan sevmek gerek.”
Sil baştan başlama telaşıyla affın boynuna sarılırız pişmanlığımızla. Sil baştan sevildiğimizi ummak adına rahmetin kucağına bırakırız gözyaşımızı. Sancıyan vicdanımızla, utanan yüzümüzle, ağlayan gözümüzle, titreyen dudağımızla içten bir özür, mahcup bir tövbe fırsatı sunar bize pişmanlığımız. Ya hiç olmasaydı pişmanlığımız? Hiç yakmasaydı canımızı? Ağrı hissedemeyen hastalar gibi yakardık rahmete yürüyen ayaklarımızı, kırardık affı avuçlayan ellerimizi
-
Cevap: Senai Demirci
İnsan ruhları henüz et- kemik giyinip dünyaya buyur edilmeden çok, önceleri iyi duygular ve kötü duygular sahiplerini beklerken yeryüzünde dolanıyorlarmış.
Bir gün toplanmışlar ve her zamanki gibi sahiplerini merakla beklerken, saflık ortaya bir fikir atmış:”Neden saklambaç girmiş oynamıyoruz?”Hepsi bu fikre sıcak bakmış.”İyi ama” diye araya girmiş Merak.”kim ebe olmak ister?”Merak daha cümlesini bitirmeden çılgınlık bağırarak ortaya atılmış:”Ben… Ben ebe olmak istiyorum.”Çılgınlık bir ağaca yaslanmış ve saymaya başlamış:”Bir, iki, üç …” Çılgınlık saydıkça iyi duygular saklanacak yer aramışlar. Şefkat, kolay bulunmamak için bir ana kirpi ile yavru kirpinin dikenleri arasına kıvrılıvermiş. İhanet, fark edilmemek için uygun bir çöplük aramış bir süre, fakat insanlar henüz dünyaya gelmediği için henüz bir çöplük yokmuş. Bunun üzerine alelacele bir kelebeğin kanatları arasına atmış kendini.
Saklanmakta en büyük sıkıntıyı Sevgi yaşamış. Sevginin varlığının tahmin edilemeyeceği bir yer aramış kendine. Sonunda belki kimsenin aklına gelmez diye bulutların arasına kıvrılmış. Ara sıra yağmur damlalarına tutunup yer değiştirebileceğin ide hesaplıyormuş bunu yaparken. Böylece başı sıkışınca toprağa inebiliyor, kayaların arasından derinlere sızıp pınarların serinliğinde saklanabiliyor, dereler boyu taşları okşayarak gezebiliyor ve sonunda denize vararak güneşi alabildiğine kucaklayabiliyor, sevincinden ağırlığını bir tarafa bırakıp tekrar bulutların arasına dönebiliyormuş. Yalancılık, açıkça herkese bir taşın altına saklanacağını söylemiş, haliyle buna kimsenin inanmayacağını umduğu için bir kez olsun doğru konuşarak sahiden bir taşın altına saklanmış. Tutku ise yeryüzünde kendisine değer çok az şey bulduğu için hızla büyük bir azimle toprağı kazıp dünyanın merkezine kadar inmiş. Hırs, henüz ortalıkta para, mal, mülk, arsa, ev, yat, araba vesaire olmadığı için ne yapacağını şaşırmış, kendisine mekân olarak karınca kararınca yaşayan bir karıncanın yuvasını seçmiş. Haliyle, Çılgınlık Hırsın bir karınca yuvasında olamayacağını düşünecekti. Fakat Hırs karınca yuvasına girerken hırsı yüzünden yuvanın kapısını kırmış! İnanç ise hiç saklanma ihtiyacı duymadan ortalıkta dolaşmaya devam etmiş. Kimsenin hele de Çılgınlığın kendisini arama ihtiyacı hissetmeyeceğini biliyormuş. Bir taraftan da Çılgınlığı seyrediyormuş. Çılgınlık saymaya devam ediyormuş:”Yetmiş dokuz, Seksen, Seksen bir…” Sabır ise kendini derin bir kuyuya atmış; Çılgınlığın “Sabrın olmayacağı tek yer burasıdır” diye düşüneceğini tahmin ediyormuş.
Aşkın dışında bütün iyi ve kötü duygular kendilerine saklanacak bir yer bulmuşlar. Aşk, hayli kararsızmış. Ancak bir insan kalbinde yaşayabileceği için kısa bir süreliğine de olsa barınabileceği bir yer bulmakta zorlanıyormuş. Bu arada Çılgınlık saymayı bitirmek üzereymiş:”Doksan yedi, Doksan sekiz, Doksan dokuz, Yüz!” Tam bu sırada Aşk telaşlanıp kendisini hemen Çılgınlığın yanında yeni açmış güllerin arasına atmış. Güllerin dikeninin de olduğunu o anda fark etmiş. Canı yanmış, kalbi kanamış, ama o nefis kan kırmızısı güllerin arasında bulunmaktan da ayrı memnunmuş. Ne zamandır yerleşmek için can attığı insan kalbine de benziyormuş.
Çılgınlık bağırmış:”sağım solum sobe! Geliyorum.” Arkasını döner dönmez ilk sobelediği Tembellik ve Kararsızlık olmuş. Tembellik hiç enerjisi kalmadığı için hemen Çılgınlığın yanı başına çökmüş bekliyormuş zaten. Kararsızlık ise Tembelliğin yanında bir o yana bir bu yana dolanıyormuş. Şefkati bulmakta zorlanmamış, dikenli kirpi de olsa ana ile yavru arasında Şefkat olacağını öteden beri biliyormuş zaten. Uzaklarda bir kelebeğin garip biçimde çiçeklere sırtını dönerek uçtuğunu görünce orada bir İhanet olduğunu fark etmekte gecikmemiş. Sevginin nerelerde olabileceğini zaten tahmin ediyormuş. Bir ara bulutların arasında elinde olmadan gülümsediğini görmüş sobelemek için atıldığında aniden yağmur başlamış. Sevgi hızla yerini değiştirdiği için yakalayamamış. Çareyi bütün derelerin suyunu kesmekte bulmuş ve sonunda onu suyu kurumuş bir derede büyükçe bir taşın altında susuzluktan ölmek üzere olan yavru balıklarla birlikteyken sobelemiş. Çılgınlık herkesin aksine Yalancılığa inanıyormuş, zaten doğru söylediğini varsaydığı için onu saklandığını söylediği taşın altından bulup çıkarmış. Bir ara güneşin ışılarından gözleri kamaşır gibi olduğunda İnancın yakınlarında bir yerde olabileceğini düşünmüş. Çünkü güneş en çok görünür olduğu zamanda gözleri kamaştırıp görünmez olurmuş ya! İnanç da öyleymiş işte.. Ortalıkta serbestçe dolaşıp herkese kendini gösterdiği zamanlarda yitiverirmiş. Bu yüzden kamaşan gözlerini kapatıp içinde bir yerde armış İnancı. Çok geçmeden İnancın kendi kalbinde saklandığını, gözlerinde dolaştığını fark etmiş. Dolayısıyla onu yakalama ihtiyacı hissetmeden sobelemiş saymış. Uzaklarda derince bir kuyudan sular fışkırmaya başladığını görünce orada Sabrın saklandığını hemen anlamış. Çünkü susuz bir kuyu da olsa Sabrın gayretleriyle oradan su çıkabileceğini biliyormuş. Kuyudan dönüşte kapısı kırılmış karınca yuvasında Hırsın saklanmaya çalıştığını far etmiş. Karıncanın minnettar bakışları arasında kolundan tuttuğu gibi Hırsı karınca yuvasından çekip almış. Sonunda herkesi sobelediğini düşünmüş Çılgınlık. Yedi veren güllerin arasından geçerek ebelik yaptığı ağaca doğru yönelmiş. Telaştan bir de Aşkın oyunda olduğu aklına bile gelmemiş. Bunun üzerine başından beri ortalıkta görünmeyen Haset usulca Çılgınlığın yanına yanaşmış. Zaten herkesin severek katıldığı saklambaç oyununa katılamamış, çünkü bir başkasını başarısından fazlasıyla rahatsız olur, güzel bir şeyler yapanları asla çekemezmiş. Hem Çılgınlığa başarısız olduğunu hatırlatmak hem de Aşkın ustalıkla gizlenme başarısını bozmak için bulunmaz bir fırsat geçmiş eline:”Aşkı bulamadın n’aber?” diye fısıldamış Çılgınlığın kulağına. Çılgınlık çılgına dönmüş. Hasedin mutlu olma ihtimali onu bile çıldırtıyormuş. Çılgınlığı az da olsa mutsuz ettiği için sevinen Haset hemen Aşkı ele vermiş:”Aşk hemen şurada, güllerin arasında saklanıyor.” Çılgınlık güllerin arasına atılacakken dikenleri fark etmiş birden. Haset alelacele bulduğu çatal şeklinde bir ağaç dalını Çılgınlığın eline tutuşturmuş. Çılgınlık, ne yaptığını düşünmeden, çılgınca, sivri uçlu dalı güllerin arasına saplamaya başlamış. Güller hüzünle dağılırken dikenlerinde katkısıyla Aşkın teni kanamaya başlamış. Aşk bir süre acısını içine atıp sabretmeyi denemiş, ancak Sabır çoktan sobelenmiş olduğu için yardım alamamış. Sonunda yürekleri burkan bir haykırış duyulmuş, dağılmış güllerin arasından. Aşk, elleriyle yüzünü kapayarak ortaya çıkmış. Parmaklarının arasından sicim gibi kan akıyormuş. Çılgınlık, Aşkı saklandığı yerden çıkarmak isterken hem yüzünü tanınmaz hale getirmiş hem de gözlerini kör etmişti. Çaresizce bağırmaya başlamış Çılgınlık, Hasedin gururlu bakışlarını fark etmeden:”Ne yaptım ben? Seni kör ettim. Güzelim yüzünü parçaladım. Bundan böyle seni insanlar hemen tanıyamayacaklar. Üstelik sen de kör olduğun için sık sık yolunu şaşıracaksın.”
Çılgınlık, oyunun başından beri bir ağacın gölgesinde uyumakta olan Pişmanlığa sarılarak ağlamaya başlamış.
Aşk,”Dostum,” demiş teselli veren sımsıcak ses tonuyla. “Yüzüm tanınmaz halde olabilir, ama sesimi bana aşina olan herkesin ilk duyuşta tanıyacağına eminim. Dert etme!” Haset araya atılmış:”Peki ya gözlerin ne olacak!” Aşkın kendi halinden memnun olmasına, Çılgınlığın da huzurla yaşamasına gönlü razı olmamış! Bunun üzerine Çılgınlık Pişmanlıktan da aldığı dersle Hasedin hevesini kursağında bırakmış:”Sen hiç merak etme kardeşim, bundan böyle hep senin yanında olacağım, sana ben kılavuzluk edeceğim.” Haset bakmış ki kendisine huzur yok, hızla gözden kaybolmuş gibi yapıp bütün duyguların saklambaç oynamak üzere buluştuğu ağacın arkasına saklanmış.
O günden sonra her saklambaçta, gözleri görmediği için Aşk ebe olmuş. Çılgınlıkla beraber duyguları saklandıkları yerden çıkarmak üzere yeryüzüne yayılmışlar.
Çok sonraları insanlar buyur edilmiş yeryüzüne. İyi ve kötü duygular insanların ruhundaki evlerine yerleşmiş. O günden beri de kalbinde Aşkı fark eden her insan hemen yanı başında Çılgınlığın da ona rehberlik etmek üzere yanında beklediğini fark etmişler. Bu yüzden âşık olmak biraz da çılgınlığı göze almayı gerektirir olmuş. Aşkın tek başına yürüyemediğini fark eden diğer insanlar “Aşkın gözü kördür” diye yazmışlar kitaplara ve kâğıtlara. Çılgınlık ile Aşk arasında olan bitenden haberi olmayan insanlar bu sözü söyleyenlere hak verememişler. Şöylece itiraz etmişler:”Bütün duygularımızı Aşk sayesinde bulabiliyoruz, duygularımızın gerçek halini ancak Aşk ile görebiliyoruz, bize duygularımızın asıl değerini Aşk gösteriyor. Aşk körse bunları bize nasıl gösteriyor ki?”
Aşk tüm bu söylentileri sessizce dinliyormuş. Çünkü ne zaman sesini yükseltse Hasedin ağacın arkasından çıkıp diğer Duyguların arasına karışıp hepsini mutsuz edeceğini biliyormuş. Çılgınlığın elinden tutup kalplerde yürümeye devam etmiş… Bir konuşsa herkes onu tanıyıp kalbine buyur edecekmiş zaten. “Ah, Haset, ah!” diye geçirmiş içinden. Aynı sırada hazin olayın meydana geldiği güllerin arasında dikenler biraz daha sivrilmiş…
-
Cevap: Senai Demirci
İnsan ruhları henüz et- kemik giyinip dünyaya buyur edilmeden çok, önceleri iyi duygular ve kötü duygular sahiplerini beklerken yeryüzünde dolanıyorlarmış.
Bir gün toplanmışlar ve her zamanki gibi sahiplerini merakla beklerken, saflık ortaya bir fikir atmış:”Neden saklambaç girmiş oynamıyoruz?”Hepsi bu fikre sıcak bakmış.”İyi ama” diye araya girmiş Merak.”kim ebe olmak ister?”Merak daha cümlesini bitirmeden çılgınlık bağırarak ortaya atılmış:”Ben… Ben ebe olmak istiyorum.”Çılgınlık bir ağaca yaslanmış ve saymaya başlamış:”Bir, iki, üç …” Çılgınlık saydıkça iyi duygular saklanacak yer aramışlar. Şefkat, kolay bulunmamak için bir ana kirpi ile yavru kirpinin dikenleri arasına kıvrılıvermiş. İhanet, fark edilmemek için uygun bir çöplük aramış bir süre, fakat insanlar henüz dünyaya gelmediği için henüz bir çöplük yokmuş. Bunun üzerine alelacele bir kelebeğin kanatları arasına atmış kendini.
Saklanmakta en büyük sıkıntıyı Sevgi yaşamış. Sevginin varlığının tahmin edilemeyeceği bir yer aramış kendine. Sonunda belki kimsenin aklına gelmez diye bulutların arasına kıvrılmış. Ara sıra yağmur damlalarına tutunup yer değiştirebileceğin ide hesaplıyormuş bunu yaparken. Böylece başı sıkışınca toprağa inebiliyor, kayaların arasından derinlere sızıp pınarların serinliğinde saklanabiliyor, dereler boyu taşları okşayarak gezebiliyor ve sonunda denize vararak güneşi alabildiğine kucaklayabiliyor, sevincinden ağırlığını bir tarafa bırakıp tekrar bulutların arasına dönebiliyormuş. Yalancılık, açıkça herkese bir taşın altına saklanacağını söylemiş, haliyle buna kimsenin inanmayacağını umduğu için bir kez olsun doğru konuşarak sahiden bir taşın altına saklanmış. Tutku ise yeryüzünde kendisine değer çok az şey bulduğu için hızla büyük bir azimle toprağı kazıp dünyanın merkezine kadar inmiş. Hırs, henüz ortalıkta para, mal, mülk, arsa, ev, yat, araba vesaire olmadığı için ne yapacağını şaşırmış, kendisine mekân olarak karınca kararınca yaşayan bir karıncanın yuvasını seçmiş. Haliyle, Çılgınlık Hırsın bir karınca yuvasında olamayacağını düşünecekti. Fakat Hırs karınca yuvasına girerken hırsı yüzünden yuvanın kapısını kırmış! İnanç ise hiç saklanma ihtiyacı duymadan ortalıkta dolaşmaya devam etmiş. Kimsenin hele de Çılgınlığın kendisini arama ihtiyacı hissetmeyeceğini biliyormuş. Bir taraftan da Çılgınlığı seyrediyormuş. Çılgınlık saymaya devam ediyormuş:”Yetmiş dokuz, Seksen, Seksen bir…” Sabır ise kendini derin bir kuyuya atmış; Çılgınlığın “Sabrın olmayacağı tek yer burasıdır” diye düşüneceğini tahmin ediyormuş.
Aşkın dışında bütün iyi ve kötü duygular kendilerine saklanacak bir yer bulmuşlar. Aşk, hayli kararsızmış. Ancak bir insan kalbinde yaşayabileceği için kısa bir süreliğine de olsa barınabileceği bir yer bulmakta zorlanıyormuş. Bu arada Çılgınlık saymayı bitirmek üzereymiş:”Doksan yedi, Doksan sekiz, Doksan dokuz, Yüz!” Tam bu sırada Aşk telaşlanıp kendisini hemen Çılgınlığın yanında yeni açmış güllerin arasına atmış. Güllerin dikeninin de olduğunu o anda fark etmiş. Canı yanmış, kalbi kanamış, ama o nefis kan kırmızısı güllerin arasında bulunmaktan da ayrı memnunmuş. Ne zamandır yerleşmek için can attığı insan kalbine de benziyormuş.
Çılgınlık bağırmış:”sağım solum sobe! Geliyorum.” Arkasını döner dönmez ilk sobelediği Tembellik ve Kararsızlık olmuş. Tembellik hiç enerjisi kalmadığı için hemen Çılgınlığın yanı başına çökmüş bekliyormuş zaten. Kararsızlık ise Tembelliğin yanında bir o yana bir bu yana dolanıyormuş. Şefkati bulmakta zorlanmamış, dikenli kirpi de olsa ana ile yavru arasında Şefkat olacağını öteden beri biliyormuş zaten. Uzaklarda bir kelebeğin garip biçimde çiçeklere sırtını dönerek uçtuğunu görünce orada bir İhanet olduğunu fark etmekte gecikmemiş. Sevginin nerelerde olabileceğini zaten tahmin ediyormuş. Bir ara bulutların arasında elinde olmadan gülümsediğini görmüş sobelemek için atıldığında aniden yağmur başlamış. Sevgi hızla yerini değiştirdiği için yakalayamamış. Çareyi bütün derelerin suyunu kesmekte bulmuş ve sonunda onu suyu kurumuş bir derede büyükçe bir taşın altında susuzluktan ölmek üzere olan yavru balıklarla birlikteyken sobelemiş. Çılgınlık herkesin aksine Yalancılığa inanıyormuş, zaten doğru söylediğini varsaydığı için onu saklandığını söylediği taşın altından bulup çıkarmış. Bir ara güneşin ışılarından gözleri kamaşır gibi olduğunda İnancın yakınlarında bir yerde olabileceğini düşünmüş. Çünkü güneş en çok görünür olduğu zamanda gözleri kamaştırıp görünmez olurmuş ya! İnanç da öyleymiş işte.. Ortalıkta serbestçe dolaşıp herkese kendini gösterdiği zamanlarda yitiverirmiş. Bu yüzden kamaşan gözlerini kapatıp içinde bir yerde armış İnancı. Çok geçmeden İnancın kendi kalbinde saklandığını, gözlerinde dolaştığını fark etmiş. Dolayısıyla onu yakalama ihtiyacı hissetmeden sobelemiş saymış. Uzaklarda derince bir kuyudan sular fışkırmaya başladığını görünce orada Sabrın saklandığını hemen anlamış. Çünkü susuz bir kuyu da olsa Sabrın gayretleriyle oradan su çıkabileceğini biliyormuş. Kuyudan dönüşte kapısı kırılmış karınca yuvasında Hırsın saklanmaya çalıştığını far etmiş. Karıncanın minnettar bakışları arasında kolundan tuttuğu gibi Hırsı karınca yuvasından çekip almış. Sonunda herkesi sobelediğini düşünmüş Çılgınlık. Yedi veren güllerin arasından geçerek ebelik yaptığı ağaca doğru yönelmiş. Telaştan bir de Aşkın oyunda olduğu aklına bile gelmemiş. Bunun üzerine başından beri ortalıkta görünmeyen Haset usulca Çılgınlığın yanına yanaşmış. Zaten herkesin severek katıldığı saklambaç oyununa katılamamış, çünkü bir başkasını başarısından fazlasıyla rahatsız olur, güzel bir şeyler yapanları asla çekemezmiş. Hem Çılgınlığa başarısız olduğunu hatırlatmak hem de Aşkın ustalıkla gizlenme başarısını bozmak için bulunmaz bir fırsat geçmiş eline:”Aşkı bulamadın n’aber?” diye fısıldamış Çılgınlığın kulağına. Çılgınlık çılgına dönmüş. Hasedin mutlu olma ihtimali onu bile çıldırtıyormuş. Çılgınlığı az da olsa mutsuz ettiği için sevinen Haset hemen Aşkı ele vermiş:”Aşk hemen şurada, güllerin arasında saklanıyor.” Çılgınlık güllerin arasına atılacakken dikenleri fark etmiş birden. Haset alelacele bulduğu çatal şeklinde bir ağaç dalını Çılgınlığın eline tutuşturmuş. Çılgınlık, ne yaptığını düşünmeden, çılgınca, sivri uçlu dalı güllerin arasına saplamaya başlamış. Güller hüzünle dağılırken dikenlerinde katkısıyla Aşkın teni kanamaya başlamış. Aşk bir süre acısını içine atıp sabretmeyi denemiş, ancak Sabır çoktan sobelenmiş olduğu için yardım alamamış. Sonunda yürekleri burkan bir haykırış duyulmuş, dağılmış güllerin arasından. Aşk, elleriyle yüzünü kapayarak ortaya çıkmış. Parmaklarının arasından sicim gibi kan akıyormuş. Çılgınlık, Aşkı saklandığı yerden çıkarmak isterken hem yüzünü tanınmaz hale getirmiş hem de gözlerini kör etmişti. Çaresizce bağırmaya başlamış Çılgınlık, Hasedin gururlu bakışlarını fark etmeden:”Ne yaptım ben? Seni kör ettim. Güzelim yüzünü parçaladım. Bundan böyle seni insanlar hemen tanıyamayacaklar. Üstelik sen de kör olduğun için sık sık yolunu şaşıracaksın.”
Çılgınlık, oyunun başından beri bir ağacın gölgesinde uyumakta olan Pişmanlığa sarılarak ağlamaya başlamış.
Aşk,”Dostum,” demiş teselli veren sımsıcak ses tonuyla. “Yüzüm tanınmaz halde olabilir, ama sesimi bana aşina olan herkesin ilk duyuşta tanıyacağına eminim. Dert etme!” Haset araya atılmış:”Peki ya gözlerin ne olacak!” Aşkın kendi halinden memnun olmasına, Çılgınlığın da huzurla yaşamasına gönlü razı olmamış! Bunun üzerine Çılgınlık Pişmanlıktan da aldığı dersle Hasedin hevesini kursağında bırakmış:”Sen hiç merak etme kardeşim, bundan böyle hep senin yanında olacağım, sana ben kılavuzluk edeceğim.” Haset bakmış ki kendisine huzur yok, hızla gözden kaybolmuş gibi yapıp bütün duyguların saklambaç oynamak üzere buluştuğu ağacın arkasına saklanmış.
O günden sonra her saklambaçta, gözleri görmediği için Aşk ebe olmuş. Çılgınlıkla beraber duyguları saklandıkları yerden çıkarmak üzere yeryüzüne yayılmışlar.
Çok sonraları insanlar buyur edilmiş yeryüzüne. İyi ve kötü duygular insanların ruhundaki evlerine yerleşmiş. O günden beri de kalbinde Aşkı fark eden her insan hemen yanı başında Çılgınlığın da ona rehberlik etmek üzere yanında beklediğini fark etmişler. Bu yüzden âşık olmak biraz da çılgınlığı göze almayı gerektirir olmuş. Aşkın tek başına yürüyemediğini fark eden diğer insanlar “Aşkın gözü kördür” diye yazmışlar kitaplara ve kâğıtlara. Çılgınlık ile Aşk arasında olan bitenden haberi olmayan insanlar bu sözü söyleyenlere hak verememişler. Şöylece itiraz etmişler:”Bütün duygularımızı Aşk sayesinde bulabiliyoruz, duygularımızın gerçek halini ancak Aşk ile görebiliyoruz, bize duygularımızın asıl değerini Aşk gösteriyor. Aşk körse bunları bize nasıl gösteriyor ki?”
Aşk tüm bu söylentileri sessizce dinliyormuş. Çünkü ne zaman sesini yükseltse Hasedin ağacın arkasından çıkıp diğer Duyguların arasına karışıp hepsini mutsuz edeceğini biliyormuş. Çılgınlığın elinden tutup kalplerde yürümeye devam etmiş… Bir konuşsa herkes onu tanıyıp kalbine buyur edecekmiş zaten. “Ah, Haset, ah!” diye geçirmiş içinden. Aynı sırada hazin olayın meydana geldiği güllerin arasında dikenler biraz daha sivrilmiş…
-
Cevap: Senai Demirci
http://img394.imageshack.us/img394/4458/198xg0.jpg
Yıllar önceydi. Henüz iki-üç yaşlarında olan oğlum Furkan’a yeni açmış hercaileri yakından göstermek için eğilmek üzereydim ki, parkın bekçisi bir hamlede yanımızda bitti: “Çiçekleri koparmak yasak!” İrkildim.. Eğilemedim. Dokunamadım çiçeğe. Koparmadım. Zaten koparmayacaktım ki. Dahası, “Koparmazsan daha iyi olur!” demek üzereydim oğluma. “Yasssakkk!” korkusuyla değil; “Yerinde kalsın da, zikrine devam etsin..” ümidiyle koparamazdım. “Başkalarının da hakkı var o güzelliği görmeye...” hakkaniyeti bekçinin hoyrat uyarısından çok daha önce elimi çektirirdi çiçekten.
O an, kelimenin argo anlamıyla da gerçek anlamıyla da “kopmuş” oldum. Çiçeği zaten koparmayacak olan ben, çiçek kopartmaktan zorla alıkonan biriyle aynı görüntüyü verdiğim için alındım. Çiçek koparabilir adamlardan biri sanılmak ağırıma gitti. Çiçeği koparabilecek kadar eğildiğim halde bile çiçeği kopartmadığımı görebilecek kadar bekleseydi bekçi, kendimi gösterebilirdim. Sabretseydi, çiçekleri kopartabileceği halde koparmayan, bekçi görmediğinde bile çiçeklere dokunmayan bir adam da görebilecekti. Göremedi. Kaybetti. Beni de koparttı dalımdan. İrademi budadı. Tercihimi ezdi geçti.
Adem (as) ve biz oğulları/ kızları hep cennette kalsaydık, hata etmeye fırsat bulamayacaktık. Melekler gibi. İndirilmeseydik dünyaya, günah işlemeyecektik. Şeytanın ayağımıza dolanmasına izin verilmeseydi, ayağımız hiç kaymayacaktı. Hepten “masum” kalacaktık. Öyle mi? Çiçekleri koparmak elindeyken de koparmadığını gösterme fırsatı verilmeyen benim kadar alınırdık baştan alınmış bu karara. Şike utancıyla yaşardık belki de cennette. Eli kolu bağlanmış bir adam olarak bir hazinenin başına konulduğumu düşünüyorum arada bir. Hemen yanıbaşımda elleri serbest kalır kalmaz çalmaya hevesli biri daha var. Oysa benim ellerim çözülse de çalmayacağım. Sonuçta, fiilen ikimiz de çalmıyoruz. İkimiz de “çal-a-mı-yor-uz” çünkü. Çalmıyor iken çal-a-mıyor görünmek ne kadar da ağırıma giderdi! Çalmadığımı gösterebilmem için çal-abil-iyor da olduğum bir özgürlük alanı tanınmalıydı bana.
Çalabileceğimiz yerdir dünya. Çiçekleri koparabilecek kadar eğilebildiğimiz yerdir. Sınanırız burada. Deneniriz. Elimize vurulmaz çiçekleri koparttığımızda bile. Hatta bir kaç çiçeğin koparılmasını da göze alır Bahçe Sahibi. Dilerse hiç koparmamamızı garanti edebilir ama serbest bırakır bizi. Ara sıra koparsak da kopardığımız için pişman da olabileceğimiz fırsatlar tanır bize. “Hiç çiçek koparmıyor olsaydınız, çiçek koparıp da pişman olan ve bir daha çiçek koparmayacağına bile-isteye söz veren birileri olmanızı daha çok isterdim” bile diyor.
İyi ki hata yapabiliyoruz dünyada. Hata yapabilir olduğumuz yerde tanışırız kendimizle. Hata yapabilir olduğumuz halde, yapmamayı tercih ettiğimiz anda irademizle buluşuruz. Tercihimizle sıcak temasa geçeriz. Vicdanımızın titreyişini fark ederiz. İnsan yanımızla yüzleşiriz.
Tercihe izin verilmeyen yerde, baskının hükmettiği alanda “insan” yoktur. Zorlamanın ezdiği “kamusal alan”larda “insan”ın var olabilirliği de iptal edilir. Zorlayan da zorlanan da “insan” olma fırsatını ilga eder. Mecbur tutulduğumuz demde “kendi kendinelik”imizi ortaya koyamayız ki. Zorbalığın olduğu yerde, “değer” üretemeyiz ki. Zorbalık “hatadan dönmeye” fırsat tanınmaz. Hata etmeni baştan engeller. “İyi”yi “kötü”ye tercih edecek özgürlük yoksa, “iyilik” üretilemez. “Zorla güzellik olmaz.” Zorla din de olmaz. “Borç”tur “din”. Minnet borcu. Hiç zorunlu olmadığı halde seni yoktan var edene, hiç zorlanmadan, iç’inden gelerek, iç’ten isteyerek teşekkür edebilmen içindir bu ömür. Teşekkür de edebilsin diyedir teşekkür etmeyenlere de, teşekkür etmeyişlerine de izin verilmesi.
Rabb-i Rahîmimiz, ister istemez kulluk etmemizi istiyor değil; isteyerek ve güzellikle huzuruna gelmemizi istiyor. Baskılanmış bir “insan”ı geçerli saymıyor. İradesiyle var olmasını istiyor insanın. Baskı, başını örtmeye doğru da olsa, başını kapatmaya doğru da olsa, başını örtmek de isteyenlerin örtmek isteyemeyenlere baskı yapabileceği ihtimaliyle başını örtmek de isteyenlere doğru da olsa, güzel değildir, insanî değildir. Dolayısıyla, ve dobrasıyla “İslamî” değildir.
Diyeceğim şu ki: Kanun zoruyla laik olduğumun sanılması, “Çiçekleri kopartma!” uyarısıyla çiçeklere dokunmadığımın sanılması kadar ağırıma gidiyor. Müslümanım ben! Herkese ve her şeye “selâm” yakınlığı kazandıran İslam’ı bir tür taraftarlığa indirgemeye hevesli oryantalist icadı “İslamcı” etiketini üzerime yapıştırmıyorum, yakıştırmıyorum.
“Müslüman” laiklik taraftarı ya da karşıtı olmayacak kadar ilgisizdir lâiklikle. Laikliğe müstağnidir o kadar. Başkalarına baskı yapmayacak kadar merhametlidir o zaten. Farklı yaşayış biçimlerine müdahale etmeyecek kadar nezaketlidir o zaten. Bana merhameti ve nezaketi kazandıran İslam'ın, İslam’dan uzakta yaşanan kabalığın ve zorbalığın önüne geçmek için konulmuş laiklikle çerçevelenmesi ağırıma gidiyor. Başkalarının hayatına laiklik zoruyla karışmadığımın sanılmasını mümin olma izzetime yakıştıramıyorum.
“Yassakkk!” sesini bir daha duymak istemiyorum Sayın Rektörüm.
SENAİ DEMİRCİ
-
Cevap: Senai Demirci
http://img512.imageshack.us/img512/2638/eyeofgodfm9.jpg
http://img512.imageshack.us/img512/2...d375af2b2b.jpg
GÖZLERİME KAPATMAK DAVASI AÇIN!
Olan biteni siz de görmüyor musunuz?
Kör müsünüz?
Yo, yo, kör diyemem size!
Bizim gözlerimizin görmediğini gördünüz.
Gözlerinizi "laiklik karşıtı eylemler"e odakladınız.
Ne ettiniz siz?
Ne yaptığınızın farkında mısınız?
Kapatın gözlerinizi..
Kimseleri görmesin, kimselere görünmesin gözleriniz.
Gözleriniz “laiklik karşıtı eylemler”in odağı oldu bayım.
Hemen yazmaya başlıyorum.
İddianame:
Madde 1: Göz bebeğinize secdeye giden bir adamın görüntüsü düştü.
Madde 2: Aman Tanrım, retinanıza kazındı laiklik karşıtı eylemlerimiz.
Madde 3: Laiklik karşıtlığı hızla beyninize sızıyor bayım.
Sakın ola yukarıya göndermeyin.
Gözünüzde kalsın laiklik karşıtlığı
Aklınıza tırmanmasın!
Gözünüzde kalsın aklınız.
Kulağınız, sayın bayım, kulağınız.
Felaket!
Laiklik karşıtı söylemlere açık.
Az önce ezandı kulak zarınıza teklifsizce çarpan!
“Olmasaydı, ah olmasaydı!” diye kıvranıyor musunuz içinizden?
Sızlanıyor musunuz?
Huzursuz mu oldunuz?
Fısıltı mı içinizdeki ne?
Yoksa yoksa...
Yoksa yoksa, siz, evet siz, dua ediyor olmayasınız
Dua olmasın sakın nefesinize arsızca dolanan fısıltılar.
Ağzınıza almayın laiklik karşıtı sesleri sakın.
Ağzınızı hemen kapatın, kapattırın.
Ne o öyle!
Hayy’dan gelip Hu’ya giden nefesler...
Almayın içinize sakın
Dışarıda kalsın.
Aldıysanız da,
İçinizde kalsın.
Müebbet hapisle cezalandırın.
İyisinden bir iç fırçası size: O’nu hatırlatan ıssızlıkları kazısın.
Hoş kokulu bir de dış macunu: O’na muhtaç değilmiş gibi yaşayan yanınız parlasın.
Uykunuzda unuttuğunuz bedeninizi göstermeyin kimselere.
Siz kendi kendinize sahipsiniz.
Esnemeyin sakın.
Kendinize sahip olmadığınız sanılmasın.
Kapatın ağzınızı.
Kapatın.
Dudaklarınıza kapatma davası açın!
Sızlar mı sizin de vicdanınız.
Aman bayım, ne gereği var.
Laiklik karşıtı eylemler ocağıdır vicdanınız.
Tez elden kurtulun
İçinizi temizleyin sonsuzluk arzusundan.
Kapatın o bahsi kapatın.
Göklere bakmayın.
Ümitlenmeyin sakın.
Ufuklara kapatma davası açın.
Hiç yakıştıramadım size.
Baştan ayağa laiklik karşıtı eylemler içindesiniz.
Nereye böyle?
Bu gidiş
Bu eskiyiş
Bu tükeniş
Bu yaşlanış
Laik olmayan bir yere.
Eksiliyorsunuz her an, bayım.
Toprağa dönüyor yüzünüz.
Bir namaza yaklaşıyorsunuz Allah’ın her günü,
Laiklik karşıtı musalla taşına taşınıyorsunuz her an.
Cenazenize doğru yürüyorsunuz.
Laiklik karşıtı bir kefene bürüneceksiniz.
Laiklik karşıtı bir eylemle gömüleceksiniz.
Laik karşıtı dualara konu olacaksınız.
Kapatın yüzünüzü bayım.
Yüzünüzü kapatın.
Dayanılmaz bir utanç bu.
Skandal.
Yüzünüz ahirete dönük, bayım.
Kapatma davası açın yüzünüze.
Gözleriniz, bayım, gözleriniz.
Göğe bakıyor.
Ufuklarda güneş bekliyor.
Bulutlardan yağmur umuyor.
Akşamı sabah etmek istiyor her Allah’ın günü.
Erik çiçeklerine aldanıyor, gün ışığına kanıyor.
Kalbiniz de eşlik ediyor gözlerin aldanışına.
Yaşama sevinciyle umutlanıyor.
Ebedî sevdalara düşüyor.
Hiç ölmeyecekmiş gibi sevmelere hevesleniyor.
Laiklik karşıtı eylemlerin kaynağı olan Allah’ın her günü “felfecir” okuyor gözleriniz.
Laiklik karşıtı eylemlere odaklanıyor.
Kapatılmalı gözleriniz
Kapatılmalı.
Görmüyor musunuz?
Kör müsünüz?
Kapatılmalı gözleriniz.
Hemen dava açmalısınız.
SENAİ DEMİRCİ
-
Cevap: Senai Demirci
Bakış Acısı
Gözlerimizdeki "kara leke"lerle bağlanıyoruz varlığa. Gözlerimizin karası gözbebeklerimizle ağlıyoruz dünyaya. Acınası bir şeyin görüntüsü düşmüşse gözbebeğimize, büyüyor gözbebeğimiz. Kocaman oluyor. O görüntü çarpmasa gözümüze, kara lekemiz küçülüyor, önemsizleşiyor. Sanki utanıyor. Göremediği için mahçup oluyor. "Saymayın beni!" dercesine gözden kayboluyor.
İnsanın acıması ancak bir nesne üzerinden gerçekleşiyor. Olmayana acımaz insan. Olmayanın olmayışına ağlamaya kalkmaz, kalkamaz. Hatta, var olduğu halde gözüne görünmediği için acı-ya-madıkları da vardır. Hatta, gözüne göründüğü halde, ilgilenemediği için acımaya vakit bulamadıkları da vardır. Hatta ve hatta, her gün her gün gözüne gözüne sokulduğu için ister istemez alışarak acımayı unuttukları da vardır. Gördüğüne bile acı-ya-mayan, görmediğine nasıl acır? Göz göre göre acımayı unutan, hiç var olamayana hiç var olmayışı yüzünden nasıl acıyabilir?
Bir şeyin tamlığının bozulması, bir eksikliğinin gözümüze çarpması, acımızı uyandırır. İçimizi yakar. Kalbimizi dürter. Olması gerekenin onda olmayışı onu acımaya aday kılar. Olması gereken konusunda bir deneyimimiz vardır çünkü.“Daha önce de kuş görmüştüm; kanatları kırık değildi. Bunun kanadı kırık; ah!”
Yok olanın yokluğuna acıyamamak, ancak kıyılarında gezindiğimiz, içine ayağımızı sokamadığımız bir çelişki denizidir. Acımayı bile beceremeyecek kadar acınacak olduğumuzu bu çelişki sayesinde farkederiz. Biraz eksiği olana acırız da, eksiği art arta hepten yok olana acımayız. Oysa, en çok o vakit acınmayı hak ederdi o şey. Hepten eksik olan, bir tamamlanma vaadi sunmaz gözlerimize. Bir eksiği yoktur hiç olmayanın. Eksikliğini göremeyiz. Yoktur o kadar. Gözümüze takılmaz ki zaten. Gönlümüze niye takılsın?
Bu çelişkiyle yüzleşmeyi denemek hayalî bir kuşa mal olacak kadar bedava: Küçücük bir kuş gördük diyelim. Yavru kuş. Belli ki annesinden uzakta: acırız. Bir de farkettik ki yavru kuşun bir kanadı kırık: daha çok acırız. Az sonra gördük ki, diğer kanadı da kırık: daha da çok acırız. Meğer bir ayağı da kırıkmış: daha da daha da acırız. O da ne! Öteki ayağı da kırıkmış: daha daha daha da acırız. Az sonra kör olduğunu da farkettik: daha daha daha daha da acırız. Belki ağlamaya başlarız. Sonunda sağlam bir tek gövdesi olan kuşun ezilip gözden kaybolduğunu farz edelim. Öyle ki bizden önce asfalttan silinmiş olsun cesedi. Acır mıyız? Hiç sanmam! Olmayan kuşa niye acıyalım ki? Acımamızı en çok hak ettiği anda, kuşun birden acınası olmaktan çıkması, acımasız olmasa da, acıma-sız eyler bizi. İnsanın şefkati, merhameti, acıması ille de bir nesne arar kendine. Nesne yoksa, acıma başlamaz, merhamet gerçekleşmez.
Uzakta da olsa bir annesi bile olmayan, kırık bir kanadı bile olmayan, kırık da olsa bir bacağı dahi olmayan, kör de olsa bir gözü bile olmayan, hiç ama hiç ol-a-mayan bir kuşa acıyamıyoruz.
Oysa, Rahman’ın “acıma”sı, kuşun en acınası hali içindir: yokluğuna acır. Merhametiyle yoğu var eder O. Rahmetiyle olmayan kuşun dile gelmeyen varlık duasını kabul eder. Biz bir şeye var olduktan sonra, gözlerimize görünür olduktan sonra ancak acırken, O yokluğuna acıdıklarını var eder.
İşte bu yüzden, kendi yokluğumuzda, kendi üzerimizde, kendi yokluğumuza kendimizin bile acımadığı bir dönemde, kendimizin bile farkında olmadığı yokluğumuza acıyan o merhamet bakışını görmeye çağırır bizi Rahman: “Hatırlamaz mı insan ki bir zamanlar hatırlanmaya değer bir şey değildi.” (Bak. İnsan Sûresi, 1) Her birimizi özgeçmişine (ama öz-geçmişine!) gönderiyor bizi bu âyet.
İnsan Sûresi’nin bu ayeti hiç hatırımızın sayılmadığı sıfır noktasından başlayarak göz önüne getiriyor şimdi alışkın ve bıkkın olduğumuz (ve ihtimal ki göremediğimiz) varlığımızı. Kimsenin gözüne takılmış değildik doğum günümüzden en fazla bir yıl kadar önce. Kimse eksikliğimizi çekmiyordu dünyaya gelmemizin bir yıl kadar öncesinde. Kimse yolumuzu beklemiyordu. Bir işe lazım değildik: Lüzumsuzduk. Olsak da bir, olmasak da birdi! Yokluğumuz varlığımız kadar beklenir bir şeydi.
Sanıyorum şimdi aynaya bakarken biraz daha açabiliriz gözbebeklerimizi. “Hayret!” “Ben bana sürprizim!” “Çok değil onyedi yıl kadar önce kimsenin hesaplarında yer etmiyordum. Sevdiklerimin gündeminde değildim. Ama yaşıyorum şu an.” “Bir zamanlar kimse eksikliğimi dert edinmediği halde, şu anda varım.” Şaşırmalı insan kendi var edilişine. Yokken, kendisi bile yokluğunu farketmezken varlık için seçilişine hayret etmeli! Göz bebekleri büyümeli!
En acınacak haline acıyanın sadece Rahman olduğunu fark etmeli. “Rahman’ın gözbebeği” bilmeli kendini. Bakılıp geçilecek, gözden çıkarılacak, hemen silinecek, çöpe gönderilecek “kara bir leke” kadar bile değilken, üzerindeki o “bakış acısıyla” gözde olduğunu görmeli.
Göründüğümüz için bize bakmış değil O. O baktığı için görünür olmuşuz biz.
SENAİ DEMİRCİ
-
Cevap: Senai Demirci
"Unutmuşum, affedersin..."
-Yalnızım, çok yalnızım.
-Hatırlıyor musun; "çok yakınım ben" demiştim sana, "çok yakın!" Senin sana olduğundan bile yakın. Kendi kendini çağırdığında ne kadar yakından duyuyorsan, ondan da yakınım. Kendinden bir şey istediğinde ne kadar çabuk cevap veriyorsan, bundan daha hızlıyım.
-Doğru. Sen hep yakınsın ama, nedense, ben uzaklardayım. Bana küsmüşsün sanıyorum.
-Öyleyse, secde et ve yaklaş! Alnına dokunacak yakınlığım. Aslında alnına yazılıdır yakınlığım. Araya benliğini koyduğun için, bencilliğini öne sürdüğün içindir bana uzaklığın.
-Yüzüm yok yakınında olmaya. Çok kusurluyum. Günah üstüne günah işledim. Sözüm yok sana sakladığım. Kirli dudaklarım. Yalanlar söyledim, boş sözlere değdi dilim.
- Pişmanlığını görüyorum elbet. İçindekileri yakıcı sızıları duyuyorum. Söylemek isteyip de söyleyemediklerini de özür olarak kabul ediyorum. Yüzünün kızarması bile kabulüm. Bilmiyor musun ki, bağışlamayı seviyorum ve seve seve bağışlıyorum.
-Biliyorum ama yine de unutup hata ediyorum. Gördüğünü göre göre, görmüyormuşsun gibi yaşıyorum. İşittiğini bile bile, işitmiyormuşsun gibi boş şeyler konuşuyorum. Sözümden dönüyorum yine. Utanıyorum. Bağışlar mısın sahiden?
-Dedim ya; bağışlamayı kendime ilke edindim. Hiçbir şeye mecbur olmadığım halde, merhamet etmeyi kendime kural diye yazdım. Affetmeyi her şeyin önüne koyuyorum.
- Ben seni hep yakar diye tanıyorum. Hemen kızıp gazaplandığını düşünerek, korkuyorum, titriyorum. Çarparsın diye keyfimce yaşayamıyorum. Gazabın da var senin.
-Rahmetim gazabımdan önce gelir. Kızmam bile rahmetimin hatırınadır. Ben yakmam seni. Sen ateşe atarsın kendini. Seni senden korumak içindir tehditlerim.
-Yine de korkuyorum. Çok korkuyorum.
-Defalarca ve en önce merhamet sahibi olduğumu hatırlattım sana. Her sözün başında. Her işin eşiğinde. Daha çok, hatırımı saymanı isterdim. Bir hatırlasana; bir zamanlar hatırlanmaya değer bir şey değildin. Eksikliğini kimsenin dert etmediği dönemlerde, seni var kılmak istedim. Kendi yokluğunu kendinin bile fark etmediği yıllarda, seni insan etmeye karar verdim. Şimdi seni en çok sevdiğini söyleyenlerce insafsızca çöpe atılabilecek biçimsiz bir et parçasıydın; sana yüz verdim. Sana yaptığım iyiliğini bilmeni istedim. Hep teşekkür etmeni bekledim.
-Çürüyecekmiş bedenim. Toprağa girecekmişim. Yüzüm eriyecekmiş. İsmim silinecekmiş. Dar bir yere bırakılıp terk edilecekmişim. Bu dehşet içinde nasıl teşekkür etmemi istersin?
-İlk söylemede, anlamamış olmanı anlayışla karşılıyorum, yine söylüyorum. Unutabileceğini bile bile yeniden hatırlatıyorum. Kolayca gözden çıkarılacak, leke diye silinebilecek, kirli ve isimsiz bir damlaydın; seni adam ettim. Yokluğunda seni yakıp yok edebileceğim halde, varlığından niye öç alayım, niye seni önemsiz sayayım? Senin varlığını herkes inkâr ederken ben inkâr etmediğim halde, seni niye unutulmuşluğa terk edeyim? Seni kendime muhatap seçecek kadar önemsediğim halde, niye kurumuş kemiklerini toprakta bırakayım? Seni hiç yoktan yarattığım halde, hiç sebepsiz var eylediğim halde, ikinci defa yaratmakta niye usanayım, niye vazgeçeyim?
- Keşke bunu daha sık hatırlatsan!
-Hatırlasana kuşluk vaktini. Her sabah uyandığında yeniden bulmuyor musun bedenini? Gözlerini açar açmaz, hatırlamıyor musun unuttuğunu kendini? Ayrıca, bir bak yeryüzünü ölümünün ardından nasıl dirilttiğime. Kurumuş çubukları, ölmüş dalları, soğumuş kökleri çiçek çiçek, rengarenk, terü taze tenlerle, sıcacık meyvelerle yeni baştan dirilttiğimi görmüyor musun bugünlerde?
- Unutmuşum, Rabbim, affedersin, çok affedersin. Sen affetmeyi çok seversin.
SENAİ DEMİRCİ
-
Cevap: Senai Demirci
"Unutmuşum, affedersin..."
-Yalnızım, çok yalnızım.
-Hatırlıyor musun; "çok yakınım ben" demiştim sana, "çok yakın!" Senin sana olduğundan bile yakın. Kendi kendini çağırdığında ne kadar yakından duyuyorsan, ondan da yakınım. Kendinden bir şey istediğinde ne kadar çabuk cevap veriyorsan, bundan daha hızlıyım.
-Doğru. Sen hep yakınsın ama, nedense, ben uzaklardayım. Bana küsmüşsün sanıyorum.
-Öyleyse, secde et ve yaklaş! Alnına dokunacak yakınlığım. Aslında alnına yazılıdır yakınlığım. Araya benliğini koyduğun için, bencilliğini öne sürdüğün içindir bana uzaklığın.
-Yüzüm yok yakınında olmaya. Çok kusurluyum. Günah üstüne günah işledim. Sözüm yok sana sakladığım. Kirli dudaklarım. Yalanlar söyledim, boş sözlere değdi dilim.
- Pişmanlığını görüyorum elbet. İçindekileri yakıcı sızıları duyuyorum. Söylemek isteyip de söyleyemediklerini de özür olarak kabul ediyorum. Yüzünün kızarması bile kabulüm. Bilmiyor musun ki, bağışlamayı seviyorum ve seve seve bağışlıyorum.
-Biliyorum ama yine de unutup hata ediyorum. Gördüğünü göre göre, görmüyormuşsun gibi yaşıyorum. İşittiğini bile bile, işitmiyormuşsun gibi boş şeyler konuşuyorum. Sözümden dönüyorum yine. Utanıyorum. Bağışlar mısın sahiden?
-Dedim ya; bağışlamayı kendime ilke edindim. Hiçbir şeye mecbur olmadığım halde, merhamet etmeyi kendime kural diye yazdım. Affetmeyi her şeyin önüne koyuyorum.
- Ben seni hep yakar diye tanıyorum. Hemen kızıp gazaplandığını düşünerek, korkuyorum, titriyorum. Çarparsın diye keyfimce yaşayamıyorum. Gazabın da var senin.
-Rahmetim gazabımdan önce gelir. Kızmam bile rahmetimin hatırınadır. Ben yakmam seni. Sen ateşe atarsın kendini. Seni senden korumak içindir tehditlerim.
-Yine de korkuyorum. Çok korkuyorum.
-Defalarca ve en önce merhamet sahibi olduğumu hatırlattım sana. Her sözün başında. Her işin eşiğinde. Daha çok, hatırımı saymanı isterdim. Bir hatırlasana; bir zamanlar hatırlanmaya değer bir şey değildin. Eksikliğini kimsenin dert etmediği dönemlerde, seni var kılmak istedim. Kendi yokluğunu kendinin bile fark etmediği yıllarda, seni insan etmeye karar verdim. Şimdi seni en çok sevdiğini söyleyenlerce insafsızca çöpe atılabilecek biçimsiz bir et parçasıydın; sana yüz verdim. Sana yaptığım iyiliğini bilmeni istedim. Hep teşekkür etmeni bekledim.
-Çürüyecekmiş bedenim. Toprağa girecekmişim. Yüzüm eriyecekmiş. İsmim silinecekmiş. Dar bir yere bırakılıp terk edilecekmişim. Bu dehşet içinde nasıl teşekkür etmemi istersin?
-İlk söylemede, anlamamış olmanı anlayışla karşılıyorum, yine söylüyorum. Unutabileceğini bile bile yeniden hatırlatıyorum. Kolayca gözden çıkarılacak, leke diye silinebilecek, kirli ve isimsiz bir damlaydın; seni adam ettim. Yokluğunda seni yakıp yok edebileceğim halde, varlığından niye öç alayım, niye seni önemsiz sayayım? Senin varlığını herkes inkâr ederken ben inkâr etmediğim halde, seni niye unutulmuşluğa terk edeyim? Seni kendime muhatap seçecek kadar önemsediğim halde, niye kurumuş kemiklerini toprakta bırakayım? Seni hiç yoktan yarattığım halde, hiç sebepsiz var eylediğim halde, ikinci defa yaratmakta niye usanayım, niye vazgeçeyim?
- Keşke bunu daha sık hatırlatsan!
-Hatırlasana kuşluk vaktini. Her sabah uyandığında yeniden bulmuyor musun bedenini? Gözlerini açar açmaz, hatırlamıyor musun unuttuğunu kendini? Ayrıca, bir bak yeryüzünü ölümünün ardından nasıl dirilttiğime. Kurumuş çubukları, ölmüş dalları, soğumuş kökleri çiçek çiçek, rengarenk, terü taze tenlerle, sıcacık meyvelerle yeni baştan dirilttiğimi görmüyor musun bugünlerde?
- Unutmuşum, Rabbim, affedersin, çok affedersin. Sen affetmeyi çok seversin.
SENAİ DEMİRCİ
-
Cevap: Senai Demirci
Gözlerim yoktu, gözlerimin olmadığını bir Sen gördün.
Görmüyorum. Görme isteğine bile körüm. Görmek istediğimi bilmiyorum.
Gözlerim yok. Ne renklerden haberim var, ne şekilleri tahmin edebilirim.
Sen bana gözlerimi verdin. Görmek istediklerimi de sen verdin. Görme isteğimi gördün...
Ben görmek istiyor bile değilken, beni gördün.
Gözümün göreceklerini
gördün...
Sen gördün, Sen verdin.
Elim yoktu, sen elimden tuttun.
Tutunacak bir dal da bilmem. Ellerim yok.
Ne avucumda bir şeyim, ne de elde tutmak istediğim.. Yok.
Sen bana el verdin. Beni elimden tuttun. Elimden tutacak bir ana verdin.
Elde edeceklerimi Sen hazır ettin. Her şey Senin ‘kudret eli’ne tutundu. Ben, ellerim ve elde edeceklerim, öylece avuca geldi.
Sağırdım, bana Sen kulak verdin.
Bir haber yok, kötüsü bile. Sesler uzak, müzik yabancı, ahenk dargın.
Dalgaların sesini işiten, mahrem fısıltılardan haberli kulaklarım oldu.
Kuru yaprağın dalından düşüşünü duyan, rüzgârın ıslığına ritim veren, yağmurun yağışına ahenk katan, her notada ruhuma yeniden üfleyen Sen’sin.
Bana kulak verdin. Her şeyi, her an işiten Sen.
Ben kulak sahibi değilken, işitmek isteğimi işittin.
Ben müziği bilmezken, ben rüzgârın ve denizin sesini işitmezken, ben annemin sesini tanımazken,ben sağır iken, beni Sen işittin, arzularıma Sen kulak erdin, iç çekişlerimi Sen duydun.
Beni Sen işittin, şitmek istedklerime Sen kulak verdin.
Beni şitir eyledin.
Dilim dönmüyor. Sesim çıkmıyor. Dudaklarım suskun. Konuşma yok; bir hece bile...
Damaklarıma hiç değmedi dilim. Her dudak arasını gül bahçesine çeviren o ince çizgi, bir tebessüm yok, tebessüm eden de yok.
öpecek yok beni. Ve öpemem de...
Daha dudağım dudağıma değmedi. “Ağzı var dili yok” bile değilim. Dilim yok, ağzımda, damaklarım da, dudaklarım da... Lezzetleri bilmiyorum. Dilimi tuza bandırmadım daha. Damağımda şeker tadı hiç gezinmedi. Dudaklarıma pınar suyu değmedi.
Ve Sen bana damak verdin. Dudak verdin. Dil verdin. Söz verdin. Dudağıma gökten soğuk sular değdireceğine, damağıma lezzetler ihsan edeceğine, dilime şiirler dolayacağına bana söz verdin.
Ve söz verdin ağzıma.
Kur’ân’la konuşan Sen,
taşları, dağları, denizleri konuşur eyleyen
Sen dilime kelâm verdin.
Söz verdin ağzıma...
Sözden anlayan dostlar verdin...
Bir tebessümden habersizken, ben gülmeyi bilmezken, bana rahmetinle Sen tebessüm ettin.
iki dudak verdin, bir dil. Cümle dudakları gül eyledin.
Gülücükler verdin.
Güller verdin..
Ayaklarım yoktu, beni varlığa Sen yürüttün. çıkış yok.. yollar kapalı... ne dağlar, ne vadiler yürünesi değil... iki ayağım yokluk çukurunda . adım atacak yer yok. ayaklarım yok... güzel ayakkabılarım da...
çiçekli çoraplarım, yeni örülü patiklerim kayıp. Coşkuyla koşacak kimsem yokken, ağı ağı yürüyeceğim yolları bilmezken, Sen beni bilinmez yolardan geçirdin.
Ayaklar verdin. Yokluktan varlığa yürüttün bedenimi. Hiç yoktan ayağa kaldırdın beni. Yol verdin.
Ve çiçekli çoraplar ve güzel ayakkabılar verdin. Ayakalarımı verdiğin gibi, yürünesi yolları, dağları, denizleri ve vadileri ayaklarımın altına serdin.
Gelmeye yüzüm yoktu, Sen bana yüz verdin.
Bani tanmıyordu annem babam bile...
Varlığımdan haberli bile değillerdi.
Ban de bilmiyorum var olduğumu.
Var olma arzumun bile farkında değilim. insan olduğumu da bilmem. “anılmaya değer bir şey” değilim. Kimse saymıyor beni.
Adım yok, adam yerine koyulmuyorum.
Yüzüm yok. çatık bir kasım, gamzeli bakışlarım yok. Saçlarım, kirpiklerim yok. kaşlarım kirli bile değil; yok... yüzüme çamur bulaşmamış; çünkü yok.
şekilsiz, biçimsiz, kaba, belirsiz ve korkunç görünüyorum. Böyle görseydi beni annem, belki yüz vermezdi bana. Yüzüme bakmazdı.
Yüzüme bir Sen baktın. Bana Sen yüz verdin. Yokluğun kirli, çirkin maskesini yüzümden indirdin. Rahman suretini indirdin yüzüme. Annemin gözlerine değesi, “bebek yüzlü” tenler giydirdin ete kemiğe...
Kirpiklerimin ucuna gamzeli bakışlar düşürdün. Ve yanaklarıma gülücükler saldın. Saçlarımı verdin, “zülf-ü yâr” olası çizgiler çizerek, kaslarımı eğri kıldın yay gibi,
Bakışlarıma nur verdin ay gibi..
Karşısına vurulası âşıklar koydun...
Güneşi göz ucuma Sen getirdin.
Bilmezdiler oysa ilgimi.
Tanımazdılar beni.
Sen yüz vermesen, yüzümü kalplerine âşina eylemesen, yüz süremezdim annemin yüzüne.
Hayatı yitirdiğimde de bana yeniden hayat verecek Sensin.
Birgün toprağa yüz sürdüğümde de tanımayacaklar yine...
Yüzüme bakmayacaklar.
Varlığımı belki hesaba katmayacaklar.
Taşlara kazıyacaklar adımı en fazla...
Unutmamak için...
Ama beni hiç unutmayacaksın Sen.
Beni bilecek, anlayacak, hatırımı Sen soracaksın.
Gözümü ve gördüklerimi gören, elimi ve eilmdekileri tutan,dilimi ve dilimdekileri konuşturan, dudağıma tebessüm güller koyan, ayaklarımı yokluktan varlığa ulşatıran, var olmaya yüzüm yokken bana yüz veren Sen;
çürümüş kemiklerim, toprağa düşmüş ellerimi, karanlığa akmış gözlerimi, erimiş dudaklarımı, yokluğa kaymış ayaklarımı, işitmez olmuş kulaklarımı, yitik tebessümümü, unutulmuş yüzümü,
Verir de yine Sen verirsin elbet.
Yine, yeni, yeniden diriltirsin beni.
Ey Hayatı Veren ve Ey Hayatın Sahibi.
Senai Demirci
-
Cevap: Senai Demirci
Hayata beş dakika
SENAİ DEMİRCİ
Eve beş dakika erken gelseydim, Zeynep karşılayacaktı beni. Elimdeki çikolatanın maddi değeriyle orantısız bir sevinç çığlığı bulacaktım kapının ardında. Beş dakika gecikince, Zeynep�in gözlerinin içindeki mevzimi kaybettim. Beş dakikalık gecikme, çikolataya harcadığım az miktardaki parayı yeryüzündeki en saf, en derin, en gölgesiz mutlulukla değiş tokuş etme hakkımı da elimden aldı. Parama en çok prim yaptıracak yatırım fırsatını dakika farkıyla kaçırdım. Zeynep'le yüz yüze gelince kazanacağım makamı kaybettim. Zeynep'in minicik yüreğinin bana kazandıracağı terfiden oldum. Duymaya alıştığım �Babacığım!� kelimesi Zeynep'in dudaklarında hapsolmuştu. Varlığımın anlamının bu küçücük bedenin acemi tepkileriyle ölçüldüğünü fark ettim hem korkarak hem sevinerek. Zeynep uyumuştu.
Beş dakika... Yelkovanın usulca yürüdüğü, akrebin hiç umursamazmış gibi yuttuğu o aralıkta, kaç sevenin arasında ölümden uçurumlar açılıyor, kaç tane vedasız ayrılık pusuda bekliyor? �Beş dakika önce şuradaydı ama...� şaşkınlığı ile başlayan, gecelerce gündüzlerce yürekleri oyup duran ciğerleri yakıp köz eden kaç ayrılığın baş ucunda duruyor beş dakikalar? Hep başkalarının öldüğünü sandıkları, hep başkalarının ağladığını duydukları, �trafik kazasında bir aile yok oldu!� başlıklı sıradan haberlerden birine arka stop lambaları yanmayan bir kamyonun altına girip konu olacaklarını hiç hesaba katmayan kaç aile yola çıkmak üzeredir önümüzdeki beş dakika içinde? Hiç bilmediğiniz bir kamyonun hiç bilmediğiniz bir yerindeki iki kablonun temassızlığı, bir ailenin birbiriyle olan sıcak ve sonsuz temaslarını yok etmeye nasıl ayarlanır? Beş dakika önce, arabasını kenara çekseydi ya kamyoncu? Saklambaç oynamak için girdikleri buzdolabının dışarıdan kilitlenen kapısının ardında nefesleri tükenen, havasızlıktan büyüyen göz bebeklerinin içine çaresizliklerinin resmini kazıyan iki umut çiçeği, iki sevinç yumağı yavrunun orada geçirdikleri beş dakikalardan herhangi biri sırasında meşgul oldukları işlere lanet okumuyor mudur şimdi anne babası? O beş dakikalardan birinde dolabın kapağını kolayca açabilecek bir eli bedeninde taşıyan o ruh ne derin bir hasretle kucaklardı yavrularını! Ne çok nefes alırdı çocuklarının taze nefeslerinin hışırtısı kulağına doldukça! Ne çok da genişlerdi göğsü onların minicik yüreklerinin kıpırtısını teninde duydukça!
Yıllar önceydi. Geçmesine aldırış etmediğimiz o beş dakikalardan birinde, bir çocuk evlerinin arka bahçesinde ne zamandır yolunu gözlediği üç tekerlekli bisikletine ilk defa binmenin sevincini yaşıyordu. O beş dakika içinde, çocuğun niye uçtuğunu hiç merak etmediği bir uçakta, başka çocukların da babası olacak adamlar, çocukların ne işe yaradığını asla bilemeyecekleri bir düğmeye bastı. Bir ağustos sabahının güneş pırıltılı, çocuk sevinçli, çay kokulu sıradan beş dakikalarından birinde şehre korkunç bir �bebek� düştü. Atom bombasının kavurup erittiği o çocuk bedeninden geriye kalan üç tekerlekli bisiklet hurdası şimdilerde Hiroşima�da bir müzenin köşesinde o beş dakikalık aranın açtığı uçuruma doğru pedal çeviriyor.
Beş dakikalarımızdan birinde göğü yırtarak, yürekleri hoplatarak, penceremizin önünden uçan, eşimizi ve çocuklarımızı bıraktığımız mahalleyi alevler içinde bırakan uçak sesleri yok. Geceleri bombaların uğursuz uğultularının, sinsi ıslıklarının ansızın kulağımızda patlayacağı bir şehirde uyutmaya çalışıyor değiliz çocuklarımızı. Ne o bombaların çığlıklarını duyuyoruz, ne o bombaları çığlık çığlığa karşılayan insanların kana boyanan yastıklarını, toza bulanan odalarını görüyoruz. Nice bombanın uzağında olmanın, nice acının seyircisi kalmanın �beş dakikalık� huzurumuz olduğunu unutuyoruz. Öyle ki ancak sabahleyin gazetenin manşetinde yeniden hatırlamak zorunda kalıyoruz uykuya yatırdığımız gecenin her beş dakikasında yavrusunun kanlı bedenini kucaklama ihtimalini kucaklayan babaları. Yanı başımızdaki odada sesleri kesilen, nefesleri sığlaşan çocuklarımızla ilgili endişeler taşımıyoruz. �Uyudular, çok şükür!� Beş dakika sonra öğreneceği tahlil sonuçlarının yavrusunu yeni acılara, tuhaf uzaklıklara savuracağından endişelenen bir ananın yüreği de yok göğsümüzde.
Beş dakika... Sadece beş dakikalığına o anaların yüreklerini göğsümüzde ağırlamaya, o babaların mahzun ruhlarını bedenimizde teselli etmeye hazırlanabilir miyiz? Zeynep�lerle geçirdiğimiz beş dakikaları kalbimizin kadranında yeniden ölçeriz belki...
-
Cevap: Senai Demirci
Oruçla İçilmiş Bir "ELHAMDÜLİLLAH"
Arzuladıklarımızın her zaman elimizin altında olduğu hissi, onlara dair hayretimizi azaltır, onların varlığı karşısındaki hayranlığımızı küllendirir.
Oruç, eşyanın üzerindeki külleri kaldırır, varlığa olankörlüğümüzü açar.
Nimetlerin üzerindeki alışkanlık perdesini yırtar.
Diğer zamanlarda sebepler üzerinden fiyatlandırdığımız nimetler, yeni bir bedelle, bambaşka bir fiyatla karşımıza çıkar.
"Su eşittir para" denkleminin tek yönlü geçerli olduğunu anlarız mesela. Su para eder ama para su etmez. Parayla su içemeyeceğimizi ilk defa fark ederiz.
Paramız geçersizleşir, suyun gönderilmişliği sahicileşir.
Hep yeni, hep yeniden tadarız suyu ve ekmeği... Yeni baştan tadarız varlığı...
Karşılığını ödemekten aciz olduğumuz iyilikler gördüğümüzü öğreniriz.
Hayretimiz artar. Teşekkür iştahımız yerine gelir. Minnettarlık duygumuz çoğalır. Hamdimiz artar.
Böylece, sessiz bir "ELHAMDÜLİLLAH" ı içirir bize oruç...
Sizlere hayırlı olması dileğiyle...
Senai Demircinin Dua Defterim Kitabından
alıntı
-
Cevap: Senai Demirci
Çektirsin Allah sana, çok çektirsin...
Öyle bol zikirler çektirsinki elinde tesbihler eskisin...
Çektirsin Allah sana, çok çektirsin...
Öyle kimselere çektirsin ki huyunu; salihlere, velilere, şehitlere benzeyesin...
Çektirsin Allah sana, çok çektirsin...
Öyle ulvi şeylere hasret çektirsin ki cümle hasretlerden vazgeçesin...
Çektirsin Allah sana, çok çektirsin...
Öyle güzel fotoğraflar çektirsin ki, bakanlar varlığın keskin ucunun kalplerine tefekkürle battığını hissetsin...
Çektirsin Allah sana, çok çektirsin...
Öyle güzel filmler çektirsin ki, seyredenler kendi kimliklerinin kuyuya düşüp, dünya bezirganlarınca ucuza satılmaya çalışıldığını farketsin...
İlle de beddua etmek geliyorsa içinden, böylesi de var...
Senai Demirci Dua Defterim Kitabından
alıntı
-
Cevap: Senai Demirci
Dirilt beni Rabbim...
Tükeniyorum Rabbim!
Yanlız kaldığımı düşünüp,varlığının her an,her noktasında tezahur ettiğini, beni devamlı koruyup gözettiğini,gönlümden geçenlere dahi cevap verdiğini unuttuğum an, "Rabbim"demeyi unuttuğumda tükeniyorum!
Diriliyorum Rabbim!
Sana yaslandığım ,Sana güvendiğim...Seninle başlayıp, Seninle devam ettiğim,tüm işlerimi Sana havale ettigim an, "Ne güzel dostsun" dediğimde diriliyorum.
Tükeniyorum Rabbim!
Tüm sevdiklerimden;anne babamdan,canandan,ten kafesindeki candan yakın olduğunu bilerek,ellerimi Sana açmayı,Senden çözüm ,Senden çare beklemeyi,hüzünlenip,kederleni p,sızlanarak,sızımı gidereceğini unuttğum an, "Bu dertler neden bana?" dediğimde tükeniyorum.
Diriliyorum Rabbim!
Havayı soluyup Seninle dolduğum, gözümü açtığımda Seni bulduğum,en sağlıklı irtibatı Seninle kurduğum, tüm dünya bana küsse de Seni umduğumd an, "Kahrın da hoş, lütfun da hoş"dediğimde diriliyorum.
Tükeniyorum Rabbim!
Dünya meşgalesine dalıp bir cenneti, bir azabı, bir de ölümü unuttuğum an, "Beni affet" demeyi unuttuğumda tükeniyorum.
Diriliyorum Rabbim!
Yandığımda Seninle söndüğüm, Seni anıp ruhumu güldürdüğüm, O sırlı gücünden kuvvet aldığım, Seninle yürüdüğüm, Seninle bulustuğum, Seninle konuştuğum an, "Ya Rabb, bırakma ellerimi" dediğimde diriliyorum.
Engelle tükenişimi. Dirilt beni Rabbim...!
Binlerce Âminler olsun... Âmin, âmin, âmin!
Alıntı: Senai Demirci
-
Cevap: Senai Demirci
Dirilt beni Rabbim...
Tükeniyorum Rabbim!
Yanlız kaldığımı düşünüp,varlığının her an,her noktasında tezahur ettiğini, beni devamlı koruyup gözettiğini,gönlümden geçenlere dahi cevap verdiğini unuttuğum an, "Rabbim"demeyi unuttuğumda tükeniyorum!
Diriliyorum Rabbim!
Sana yaslandığım ,Sana güvendiğim...Seninle başlayıp, Seninle devam ettiğim,tüm işlerimi Sana havale ettigim an, "Ne güzel dostsun" dediğimde diriliyorum.
Tükeniyorum Rabbim!
Tüm sevdiklerimden;anne babamdan,canandan,ten kafesindeki candan yakın olduğunu bilerek,ellerimi Sana açmayı,Senden çözüm ,Senden çare beklemeyi,hüzünlenip,kederleni p,sızlanarak,sızımı gidereceğini unuttğum an, "Bu dertler neden bana?" dediğimde tükeniyorum.
Diriliyorum Rabbim!
Havayı soluyup Seninle dolduğum, gözümü açtığımda Seni bulduğum,en sağlıklı irtibatı Seninle kurduğum, tüm dünya bana küsse de Seni umduğumd an, "Kahrın da hoş, lütfun da hoş"dediğimde diriliyorum.
Tükeniyorum Rabbim!
Dünya meşgalesine dalıp bir cenneti, bir azabı, bir de ölümü unuttuğum an, "Beni affet" demeyi unuttuğumda tükeniyorum.
Diriliyorum Rabbim!
Yandığımda Seninle söndüğüm, Seni anıp ruhumu güldürdüğüm, O sırlı gücünden kuvvet aldığım, Seninle yürüdüğüm, Seninle bulustuğum, Seninle konuştuğum an, "Ya Rabb, bırakma ellerimi" dediğimde diriliyorum.
Engelle tükenişimi. Dirilt beni Rabbim...!
Binlerce Âminler olsun... Âmin, âmin, âmin!
Alıntı: Senai Demirci