-
Mektubat-ı Rabbani
Mektubat-ı Rabbani (1. mektup)
MEVZUU :
a) Yüce Allah'ın Zahir ismi ile münasebeti olan hallerin beyanı..
b) Tevhid babında has kısmın zuhuru beyanı..
c) Arşın üstündeki derecelere yükselmenin beyanı..
d) Cennet derecelerinin aşikâr olması..
e) Özellikle bazı velilere ait mertebelerin meydana çıkması..
f) Molla Kasım Ali'nin hali ve diğer müridler..
NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu, şeyhi Muhammed Bakibillah'a yazmıştır, İmam-ı RABBANİ Hz. nin şeyhi olan bu zatın künyesi şöyledir: Kâmil şeyh, velayet derecelerine vâsıl, nihayeti bidayetine dere eden bu tarikatta yol gösteren Yüce Hakkın hoşnut olduğu bu İslâm Dini uğruna güç sarfeden şeyhimiz İmamımız Muhammed Baki Billah Nakşibendî Ahrarî..
Yüce Allah, onun pek mukaddes sırrının kudsiyetini artırsın. Temennilerinin de üstündeki nimetlere erdirsin..
***
Bu bir arzuhaldir.. Yani; Mektup.. Kulların en küçüğü Ahmed'den, hal anlatılan makamın yüce katına.. Mübarek emir icabı, kendisinden alınan cesaretle çeşitli halleri anlatılmaktadır.
Şöyleki: Bu tarikat edeplerine dair işlere devamım sırasında, Yüce Allah'ın ZÂHİR ismine bir zuhur yeri olma şerefine erdim; hem de tam manası ile, her şeyden ayrı bir manada.. O kadar ki: Bütün eşyada, tek tek bu tecelliyi gördüm, özellikle kadınların kisvesinde.. Hat-
ta ayrı ayrı her yanlarında.. Bu kadınlar zümresine o kadar ram oldum ki: Anlatamam. Bu ram olma işinde çaresiz bir duruma düştüm.
Bu, öyle bir zuhurdur ki, yalnız bu mahalde olmuştur; bir başka mahalde zuhura geldiği olmamıştır. Ne letaif hususiyetleri (insan duygularının özellikleri) arasında, ne acaip muhassenatı (şaşırtıcı işlerin güzellikleri) meyanında gördüm. Zuhur yerlerinin hiç birinde, asla böyle zuhur olmamıştır.
Hâsılı: Su gibi eridim; bu kadınların elinde eriyip aktım. Anlattığım manada bir tecelli her yemekte ve içmekte, her giyim işinde başka başka oluyordu. Lezzetli mükellef bir yemek sofrasında (veya yenen şeyin kendisinde) bulduğum lezzeti, başkasında bulamadım. Bu değişiklikler, tatlı su ile tuzlu beyninde oluyordu: belki de her şeyde.. Her şeyin tadı, başkalarından ayrı olarak, kendi değişik derecelerine göre kemal hususiyetleri arasındaydı. O kadar ki: Bu tecellilerin özelliklerini yazı ile anlatmak mümkün değildir.
Ancak, huzurunuzda bulunmuş olsaydım, bunları belki dille anlatabilirdim. Halbuki ben, bu tecelliler esnasında (Resulüllah S.A. efendimizin son nefesinde dilediği) refik-ı âlâya müştaktım; ondan başka ele iltifat etmedim. O hale mağluptum; başka yana iltifat gücünü kendimde bulamıyordum.
Bu arada şu durum bana malum oldu; Bu tecelli, tenzihe (sırf varlığa) bağlı nisbete münafi değildir. Çünkü, batın bu nisbetle alâkalıdır. Onun, zahire aslâ iltifatı yoktur. Bu tecelli ile teşerrüf eden zahirdir. Ki o: bu nisbetten yana boştur; muattaldır. Hak adına yemin olsun; batını söyle buldum: Göz, başka yana kayma iptilâsına uğramamıştır. O, bütün bilinenlerden ve zuhurlardan uzak durmuştur. Ancak zahir, kesrete ve ikiliğe dönük olduğu için; bu tecelli saadetine ermiştir.
Belli bir zamandan sonra, bu tecelli, gizli saklı yolu tuttu. Hayret ve cehalet nisbeti, olduğu gibi kaldı. O tecelliler, böylece; sanki, daha önce hiç gelmemiş gibi oldular.
***
Üstte anlatılan halin akabinde, has manada bir fena hali arız oldu. Bu dahi, ilmî manada bir taayyün idi. Ama, taayyün avdetinden sonra zuhur edip anlatılan fena halinde tükenen ilmî taayyün.. O zaman dahi, benlik (ENE) zannından yana hiç bir eser kalmadı..
İşbu anlatılan zamanda, İslâmî yollar belli olmaya, görünmeye başladı; zuhurda gizli şirkin yokluk alâmetleri belirdi. Bu alâmetler, amellerde kusuru ve ertelemeyi görmektir. Keza, niyetlere, bozuk hatıralara ve tehlikelere parmak basmaktır.
Yine bu cümleden olmak üzere, kulluk ve izmihlal (benlik davasının silinmesi) emareleri zuhura geldi..
Allah-ü Taâlâ, teveccühünüzün bereketi ile bizleri kulluk makamının hakikatine ulaştırdı. Yine bu teveccühünüzün bereketi ile arştan öteye yükselmeler çokça olmaktadır.
***
Sonra..
Birinci mertebede bir yükselme oldu. Arştan öte makamlara ulaştım. Hali ile bu yükselme, mesafelerin dürülmesi sonucu meydana geldi. Huld cenneti ve altındakiler müşahede edilir oldu. Tam bu anda hatıra geldi:
— Bazı Hak erenlerin makamını göreyim..
Dedim.. O yana teveccüh edince, onların makamlarına göz ilişti. Görmek arzu ettiğim şahısları o yerde gördüm. Hem de: Mekân, mekânet, (yer, yerleşme) zevk ve şevk cihetinden değişik derecelerine göre.
** *
Sonra..
İkinci derecede bir yükselme oldu. Böylece: Büyük meşayıhın keremli ehl-i beytin, insanların mürşidi Hulefa-i Raşidin'in makamlarından başka Resulüllah S.A. efendimizin has makamı; sair nebilerin, şanlı resullerin değişik makamları, mele-i âlâ arşın fevkinde görüldü..
Bu arada, bir başka yükselme oldu. Ama arşın üstünde bir yükselme idi. Yer merkezinden arşa varan mesafe mikdarı veya az kısa. Hazret-i Hace Bahaeddin Nakşibend'in makamında nihayet buldu. Allah sırrını takdis eylesin.
Bu son gördüğüm makamın ötesinde veya az ilerisinde sayılı bazı meşayih vardı. Meselâ: Şeyh Maruf-u Kerhî, Şeyh Ebu Said Harraz.. Kalan meşayihten bazılarının makamı onun altında; bazılarının makamı da onunla birdi.
Makamları altta olanlardan, şunlar vardı: Şeyh Alâüddevle Simnanî ve Şeyh Necmedin-i Kübra..
Üst makamda olanlar ise şunlardı: Ehl-i Beyt imamları..
Daha yukarıda Hulefa-i Raşidin'in makamları vardı. Allah onlardan razı olsun..
Sair peygamberlerin makamları, Resulüllah S.A. efendimize has makamın bir yanında; ulvî meleklere ait makam ise., diğer yanında idi..
Resulüllah S.A. efendimize has makamın, bütün makamlara nisbetle bir üstünlüğü ve asaleti vardı. Allah-ü Taâlâ ona salât ve selâm eylesin.
işlerin hakikatlerini en iyi bilen Yüce Allah tüm noksan sıfatlardan münezzehtir.
***
Allah'ın inayeti ile, her istediğimde manevî yükselme olmaktadır. Bazı vakitlerdeyse.. istemeden d.e oluyor.. Bu yükselme hallerinde, anlatılan işlerden başka şeyler de müşahede edilir. Bazı yükselmelerdeyse.. değişik izlenimler meydana gelir; onlardan pek çoğu da unutuluyor..
Her ne zaman bazı halleri yazmayı murad etsem; anlatılacağı anda hatıra gelmiyor; böyle bir şey müyesser olmuyor.. Onlar arasında öyle şeyler var ki, görünüşte küçük gibi; ama onun için istiğfar edilmesi gerekli.. Yazmak şöyle dursun.. Onlardan bazıları, bu imlâ esnasında hatırdaydı; ama yazacağım zaman, aklımda kalmadı.. Esasen, bu yazılanlardan fazlasını yazmak da edep dışıdır.
***
Molla Kasım Ali'nin hali pek güzel.. Kendisine istihlâk ve istiğrak (manevî hal) ağır bastı. Tüm cezbe makamlarım geçti; onların üstü makama kadem bastı.
Önceleri, sıfatları asla bağlı görüyordu. Şimdi ise., o sıfatları kendi varlıkları ile, kendisinden uzak görmektedir. Kendi nefsini de "tam manası ile boş görmektedir. O kadar ki: Sıfatların kaim durduğu nuru dahi, kendisine aralıklı görmektedir. Kendisini de, o nurun bir yanında buluyor. Diğer (müridlerin) halleri de, gün gün terakkide devamlıdır. Aziz Allah'ın izni ile, bunları tafsilâtı ile diğer mektuplarda anlatırım.
-
Mektubat-ı Rabbani(2. Mektup)
MEVZUU : Yükselişlerin olması ve Yüce Hakkın yardımları ile övünmek..
***
NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu kendi şeyhi büyük zat, şey Muhammed Bakibillah'a yazmıştır.
***
Bu bir arzuhaldir. Yani: Mektup.. Kulların en küçüğü AHMED'den (AHMED: İMAM-I RABBANİ Hz. nin esas ismidir.) hal anlatılan makamın yüce katına..
Ramazan ayına yakın günlerdeydi; Mevlâna Şah Muhammed, istihare emrini tebliğ etti.
Ramazan ayına girmeden, yüce eşiğinize yüz sürme fırsatını bulamadım. Başka yolu da kalmadığından, mübarek ramazan ayının geçmesini bekledim. Zaruret icabı, kendimi teselliye çalıştım.
Yüce Hakkın inayetlerini, büyük makamınıza nasıl arz edeyim ki!. Tevatür halinde, peş peşe arasız gelmektedir. Haliyle bu olanlar, üstün teveccühünüzün bereketi ile olmaktadır.
Bu manada bir şiir:
Ben bir bahçe gibiyim, oraya bahar:
Bulutlarından zülâl yağmurlar yağar.
Bin tane dilim olsa senaya dursam;
Ona infialden başka neyim artar?.
Açıklanan bu husus, bir cür'et ve edebi terke yorulabilir. Övünmek ve böbürlenmek manası da çıkabilir. Şu şiir bu hali anlatır:
Ama şahım yüceltti makamımı yerden;
Onunla ayda, yıldızda ayıldım birden.
***
Ayılma ve beka alâmetlerinin belirmesi, rebiülevvel ayının sonlarına doğru oldu. Şu ana kadar, her süre içinde, has bir beka ile teşerrüf etmekteyim. Şöyleki:
Önce, ben zatî tecelliye almıyorum. Ki bu tecelli Şeyh Muhyiddin'e bağlanır. Allah sırrının kudsiyetini artırsın. Daha sonra da, sekir haline geçiriliyor um.
Yükselme ve iniş hallerinde; duyulmamış ilimler, hayrete şayan irfan duygulan hâsıl olmaktadır.
Her mertebede, o mertebe makamının durumuna uygun manada has müşahedeye ve ihsana nail olmaktayım.
***
Ramazan ayının altısındaydı (ALTISINDAYDI: Farsçasında ve Arapça tercümesinde böyledir. Ancak, daha önce Müstakimzade tarafından yapılan tercümede:— SEKİZİNDEYDİ.. Gibi bir mana var. Nereden alındığını tesbit edemedik.)
beka ve ihsan şerefine nail oldum. Öyle ki: Onu arza güçlü değilim. Öyle sanıyorum ki: İstidadın sonu, bundan öteye geçemez.
Hale uygun manada vuslat müyesser oldu. Şu anda dahi, cezbe ciheti tam manası ile, tamama erdi. Yüce Allah'ın sonsuz varlığında seyir hali başladı; ki bu durum: Cezbe makamına münasiptir.
***
Her ne zaman ki: Fena hali tam manası ile olur; onun düzenin de kurulu beka tam manası ile kemal bulur.
Her ne zaman ki: Beka tam manası ile kemal bulur; orada ayıklık hali ağır basar.
Her ne zaman ki: Ayıklık hali ağır basar; ilimlerin şeriat-ı garraya uygunluğu daha ileri olur.
Tam manası ile ayıklık hali, peygamberlere has bir durumdur. Bu meyanda onlardan zuhur eden marifet duyguları ise.. şeriat ilimlerinin kendisidir.
Bir de onların beyan ettikleri, akideler vardır ki: Zat ve sıfat üzerinedir.
Bazı marifet hallerinin, dile gelişte, dış manası ile çelişmesi, sekir halinin bakiyesinden olsa gerek..
Bu FAKİR'e (İMAM-I RABBANİ Hz. kendisini kasd ediyor.) feyz yollu gelen irfan duyguları ise., pek çoğu, şeriata dair marifetlerin tafsilinden ibarettir. Bunların beyanı: Keşfe dayalı, zarurî istidlali ilim (inkârı, cehaleti imkânsız bilgi) meydana getirir; toplu manalar, yaygın hale gelir. Yani: İşin detaylarına inilir.
Bunları anlatmaya kalksam, tafsilâtlı şerhi uzar. Kaldı ki ben: Korkuyorum; çekiniyorum, bilhassa işin edep dışı bir yöne kaymasından.. (Bu son cümle Farsça aslında şiir olarak gözükmektedir. Arapçasında nesre benzediğinden normal tercümesini verdik.)
-
Mektubat-ı Rabbani (3. Mektup)
MEVZUU : Yarenlerin, belli bir makamda durakladıkları ve bu manada bazı meseleler.
***
NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu büyük şeyhine yazmıştır.
***
Arz edilmek istenen durum şudur:
Burada belli bir süre için kalan ve buranın yerli yarenlerinden her biri, bir makamda tutulup kalmış. Onları bu makamdan çıkarmak ise., pek zor.. Öyle ki: Bu makama münasip yeterli gücü kendimde bulamıyorum.
Allah-ü Taâlâ, üstün teveccühünüzün bereketi ile, bize terakki nasib eylesin..
Yakınlarımdan birri anlatılan makamı geçti; zatî tecellilerin basamaklarına ulaştı. Hali cidden güzel.. Adımlarını bu FAKÎR'in (FAKİR: Lâfzı ile İMAM-I RABBANÎ Hz. kendisini kasd ediyor.) izinde atmaktadır. Aynı şeyi, diğer yarenler için de dilerim.
***
ihvandan bazıları var ki; mukarrebin (Yüce Hakka yakın olanlar) yolu ile hiç bir münasebetleri yoktur. Bunların haline uyan, ebrar (iyi amellere devam) yoludur. Yakin babında elde ettikleri bir şey varsa., o bir ganimettir. En uygunu, kendilerine bu yolu emretmenizdir. Bu manada bir mısra şöyledir:
İşi vardır her insanın kendine mahsus..
Bu söylediğim kimselerin isimlerini tafsilâtı ile yazmaya cesaret edemiyorum. Zira onlar, size gizli değiller..
Bundan daha fazlasını yazmak edep dışıdır.
***
Bu mektubu yazdığım gün, Mir Seyyid Şah Hüseyin kendi halinde meşgulken bir rüya görmüş. Anlattığına göre: Büyük bir kapıya varmış. Kendisine söylenmiş:
— Burası hayret kapısıdır.. Sonrasını şöyle anlattı:
— Kapıdan içeri baktığım zaman, gördüm ki Hazret-i Şeyh içeride.. Sen de onunla berabersin.. Kendimi içeri atmak istedim; bir türlü ayağım varmadı..
-
Mektubat-ı Rabbani (4. Mektup)
MEVZUU : a) Mübarek ramazan ayının faziletleri.
b) Hakikat-ı Muhammediye'nin (kabiliyet-i ulâ) beyanı.. Ona ve âline salât, selâm ve saygılar..
c) Kutbiyet makamı, ferdiyet mertebesi..
***
NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bundan önceki mektuplar gibi. bunu da büyük şeyhi Bakibillah'a yazmıştır.
***
Hizmette olanların en küçüğünden bir arzuhaldir. (Yani: Mektup..)
Süre hayli uzadı. Bu kapıda hizmet edenlerin hallerine muttali olamadım: Ne feyizlenme, ne de güzel mektuplaşma yolundan..
***
Şimdilik, mübarek ramazan ayının gelmesini bekliyorum. Bu ayın, Kur'an-ı Mecid'le tam bir münasebeti var. Hem de zata bağlı kemalatı ve onun zuhuratı sayılan işlerin tümünü özünde toplamak
sureti ile..
Kaldı ki o, asalet dairesine dahildir. Öyleki: Asla, onun üzerine gölge düşmemiştir. KABİLÎYET-İ ULÂ, onun uzayan gölgesidir. Bu manada gelen âyet-i kerime meâlen şöyledir:
— «Ramazan ayı öyle bir aydır ki; Kur'an, o ay içinde indirildi.» (2/185)
İşbu âyet-i kerime, sözün doğruluğuna delildir.
Anlatılan mana ile bağlılık kurulunca; işbu ramazan ayının, cümle hayırları ve bereketleri özünde topladığı anlaşılır.
Bütün sene boyunca gelen cümle hayırlar ve bereketler; bu ayın, bereketleri denizinden bir damladır. Ama, kime olursa olsun; hangi yönden gelirse gelsin.. Bu ayın kadri o kadar yücedir ki: Sonu yoktur.
Bu ay içinde olan birlik ve beraberlik, yıl boyu sürecek birlik ve beraberliğe sebeptir. Aynı şekilde, bu ay içindeki ayrılık, yıl boyu sürecek ayrılığa sebeb olur.
Saadetler olsun o kimseye ki: Ramazan ayı, kendisinden razı olarak ayrılır. Yazıklar olsun o kimseye ki: Ramazan ayı, kendisine dargın gider. Dolayısı ile, bereketleri elde etmeye bir vasıta sayarak.
Ramazan ayı ile, Kur'an-ı Kerim hatmini biraraya getiren kimse için ümid edilir ki: Onun bereketlerinden mahrum kalmaya; hayırlara kavuşmasına engel olmaya..
Bu aya mahsus olan bereketler, başkalarına benzemez. Bu ayın gecelerindeki hayırlar da, başkaları ile kıyaslanamaz.
Akşamlan, iftarda acele etmenin; sahurlardaysa, ağır davranmanın hikmeti ve sırrı bu olsa gerek. Böyle olur ki: Gecenin ve gündüzün tüm cüzlerindeki imtiyaza ermek hâsıl ola..
Yukarıda:
— KABİLİYET-İ ULÂ..
Şeklinde bir cümle anlatıldı. İşte, Hakikat-i Muhammediye, bundan ibarettir. Bu Hakikat-ı Muhammediye'nin zuhur yerine salât selâm ve saygılar..
İşbu KABİLİYET-İ ULÂ, zatî kabiliyet değildir.
Anlatılan Hakikat-ı Muhammediye; tüm sıfatları özünde topladığı için, bazıları:
— Kabiliyet-i Zat..
Olarak hükmetmiştir. Halbuki kabiliyet-i zat, ilmî itibar içindir. Hem de zat ve sıfatlara dayalı tüm kemalât ile ilgilidir. Bu dahi, Kur'an-ı Mecid'in ele, dile getirdiğidir. Şanı yüce olsun.
Kabiliyet-i sıfata gelince., bu: Sıfatlar vatanı ile münasebettir; zatla sılat, beyninde bir boşluktur. Bu dahi, sair peygamberlerin hakikatleridir.
Resulüllah efendimize ve sair peygamberlere salât ve selâm..
Anlatılan bu kabiliyet, içine giren itibarların mülâhazası ile, müteaddid hakikatler halinde meydana gelir.
Hakikat-ı Muhammediye sayılan kabiliyet'e gelince; her nekadar onda zılliyet var ise de, sıfatların rengi onda belli olmaz. Hiç bir şekilde, zatla aralarında hail yoktur.
Muhammedî meşrebe dahil olan cemaatın hakikatlerine gelince: îlmî itibara göre, zat kabiliyetlidirler. Ama anlatılan bazı kemalâtla ilgili olaraktan.. Bu meyanda Kabiliyet-i Muhammediye; zatla bu müteaddid kabiliyetler arasında bir aralıktır. Bazılarının, yukarıda anlatıldığı üzere buna:
— Kabiliyet-i Zattır.
Demeleri, şu manadaki sebebe dayanır: Onun, (kabiliyet-i zatın) sıfatlar âleminde bir adımlık yen vardır. Bu sıfatlar âleminin son yükselişi ise., o kabiliyete kadardır. Ulaştıkları bu makamdaysa.. Resulüllah S.A. efendimize bağlandıklarında şüphe yoktur.
Kabiliyet-i ittisaf için, hiç. bir şekilde yükselme yoktur. Bu mananın bir icabı olarak, bazıları zarurî olarak şu hükmü verdiler:
— Hakikat-ı Muhammediye daima haildir.
Halbuki. Hakikat-ı Muhammediye. kendi zuhur yerindedir; ki; Zatta mücerret bir itibardır. Bundan ötürü de, gözden kaybolması mümkündür: hatta olmuştur.
Kabiliyet-i ittisaf her ne kadar itibari ise de, sıfatların rengini ve vasfını almıştır, amma berzahiyet yoluyla..
Sıfatlar hariçte vardır; ama ziyadeden bir varlıkla.. Böyle olunca, yükselmeleri imkân dairesi dışındadır. İşbu mana icabı olarak, anlatılan hailin daimî varlığına hükmedilmiştir.
Asaletle zılliyet arasını birleştiren bu tür bilgilerin benzerleri çok gelmiştir; pek çoğu da tarafımdan yapraklara yazılmıştır.
***
Kutbiyet makamı: Zılliyet makamı ilimleri inceliklerinin menşeidir.
Ferdiyet mertebesi: Asıl daire maarifinin varidatına vasıtadır.
Zil ve asıl (asıl varlık ve gölgesi) arasındaki imtiyaz: Anlatılan iki devlet, biraraya gelmedikçe olmaz.
Anlatılan mana icabı olarak; meşayih, KABİLİYET-İ ULÂ'nın ziyadeliğine kail değildirler. İşbu kabiliyette:
— Zat babında taayyün-ü evvel..
Denir. Şundan ki: Bu kabiliyetin müşahedesini zatî tecelli sanmışlardır. Ama gerçek, benim tahkikimdir; iş, izah ettiğim gibidir.
Gerçeği meydana çıkaran Allah sübhandır. Bu yola hidayet eden odur.
**
Yazmakla memur olduğum risalenin bitmesini, şu ana kadar başaramadım. Olduğu gibi, müsvedde duruyor. Bu duraklamadaki ilâhî hikmeti anlayamadım.
Bu manada, cür'etin ziyadesi edebe uzaktır.
-
Mektubat-ı Rabbani (5. Mektup)
MEVZUU : Hace Bürhan'ın Muhammed Bakibillah'a gönderilmesi ve bazı hallerinin beyanı. Ki o: İhlâs sahiplerinden biri idi.
***
NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu büyük şeyhi Muhamnıed Bakibillah'a yazmıştır.
***
Hizmette olanların en küçüğünden bir arzuhaldir. (Mektuptur.) Hacegân tarikatı beyanında bir risale yazdım. Allah-ü Taâlâ, onların sırlarının kudsiyetini artırsın.
O yazdıklarımı, yüce katınıza yolluyorum. Dilek: Teberrüken görüşünüzü almaktır. Ne var ki o risale, müsvedde halindedir; temize çekmek için fırsat bulamadım. Sebebi: HACE (HACE: Alim. şeyh. seyyid, ağa ve muallim manalarına gelir.) Bürhan'ın acele yola çıkması oldu. Belki de, ona bazı bilgiler eklenecektir.
***
Günlerden bir gün, Ahrar silsilesine gözüm ilişti. Hatırıma geldi ki: Onu size arz edeyim. Ondaki bilgilerin beyanı babında bir şey yazasınız. Olmazsa, bu FAKİR'e (F A K î R: Lâfzı ile, İMAM-I RABBÂNİ Hz. kendisini kasd ediyor.) emir buyurasınız, ona bir şey yazayım.
Bu düşüncem, gelişti.
Anlatılan düşünceye dalgın iken, bu müsveddedeki bilgiler feyiz yollu geldi; yazdım.
Bu gönderdiğim müsveddeleri, o risale için bir bütünleme sayarsanız ne âlâ.. Olmazsa, bazı uygun bilgiler ona eklenir; onun bir başka yönü olur.
Bu manada fazla açılmayı, edebe aykırı sayarım.
***
Hace Burhan, bu süre içinde güzel fiiller işledi; beğenilecek işler yaptı. Cezbe makamına uygun, üçüncü seyirden nasibe nail oldu. Ne var ki, şu anda geçim sebepleri ile, hali teşvişe düşmüştür. İşleri dağınık durumda. Bu halleri ile yüce katınıza yönelmiş bulunuyor. Kendisine emredilecek her şey, uğur ve bereket olur.
-
Mektubat-ı Rabbani (6. Mektup)
MEVZUU : a) Cezbe ve sülûk husulünün beyanı.
b) Celâl ve cemal sıfatları ile terbiye almak.
c) Fenanın ve bekanın beyanı.
d) Nakşibendî tarikatına mensub olmanın üstünlüğü. Belâ ve musibet için dua..
***
NOT : İMAM-I RABBANÎ Hz. bu mektubu muhterem şeyhi Muhammed Bakibillah'a yazmıştır.
***
Bendegânın en küçüğü AHMED'den (AHMED İMAM-I RABBANÎ Hz. nin kendi ismidir.) bir arzuhaldir.
Şanı büyük mutlak mürşid olan Yüce Hak, üstün teveccüh bereketi ile; bana şu ikramda bulundu: Cezbe ve sülük terbiyesi..
Sonra..
Beni celâl ve cemal sıfatları ile terbiye etti. Şu anda: Celâl cemalin aynı oldu; cemal dahi celâlin aynı oldu.
RİSALE-İ KUDSİYE (RİSALE-İ KUDSİYE: Şeyh İmam Muhyiddin Muhammed b. Ali b. Arabi Halemi Taî Mekkî Hz. nin eseridir. Hicretin 638 (M. 1240) yılında vefat etmiştir. Allah-ü Taâlâ, sırrının kudsiyetini artırsın.) için yazılan haşiyelerde; bu ibarenin sarih manasını tahrif edip mevhum manaya almışlar. Halbuki ibare manası zahirine göre verilmiştir; tahrif ve tevil edilmesi kabil değildir.
Bu terbiyenin alâmeti: Zata dayalı sevgide tahakkuktur. Anlatılan manada tahakkuk olmadan, bu terbiyenin husulüne yer yoktur.
Zata dayalı sevgi, fena bulma alâmetidir. Fena ise.. Allah-ü Taâlâ'nın zatından başka şeyleri unutmaktır.
İlimler, tam manası ile sine sahasından ayrılmadıkça; cehl-i mutlakla tahakkuk hâsıl olmadıkça, fenadan yana nasip gelmesi imkânsızdır.
Anlatılan manadaki cehil, daimîdir; onun zevaline imkân yoktur. Bazen gelip bazen de giden cinsten değildir.
Bu babda son gaye mana şudur: Bekadan evvel sırf cehalet vardır; bekadan sonra da cehalet ve ilim birleşir. Burada anlatılan cehalet gözünde şuur vardır; hayret gözündeyse.. huzur..
İşbu anlatılan makam: HAKK'el-YAKİN makamıdır; orada ilimden ve aynden sayılan her biri, diğerine perde olamaz. Misali anlatılan cehaletten önce gelen ilim, itibar derecesi dışındadır.
Her nekadar bu makamda ilim varsa da, özdedir; şuhud varsa, o da özdedir; marifet dahi özdedir. Dışarıda göz kaldığı süre; özünde hâsıl olan bir şey yoktur.
Şayet nazar, öze dönük ise., yani: Tamamen.. O zaman uygun olan: Nazarın tamamen dıştan kesilmesidir.
Bu manada Hace Nakşibend Hz. şöyle anlattı:
— Ehlüllah, fenadan ve bekadan sonra ne görürlerse., onu kendi özlerinde görürler. Marifet yollu elde ettikleri her şeye de, kendi özlerinde arif olurlar. Hayretleri dahi, yine kendi özlerinde olur.
Bundan açıkça anlaşılıyor ki: Müşahede, marifet, hayret sadece özdedir; onun dışında bir şey değildir. Bunlardan, yalnız biri özde bulunursa., fenadan yana haz ve nasib yoktur. Onlardan bir kısmı dışarıda olunca,, sonunda gelmesi umulan beka nasıl gelsin?. Fena ve beka işindeki mertebelerin nihayeti budur. Ve bu: Mutlak fena halidir. Mutlak fena ise., diğerlerine göre, daha şümullüdür. Beka durumu dahi, fena hali mikdarına göre olur.
Üstte anlatılan mana icabı olarak, ehlüllahtan bazılarının; fena ve beka ile tahakkuk sonu dışa dönük müşahedeleri vardır. Ancak bu acizlerin, (Yani: Nakşibendilerin) bağlı bulundukları makam, bütün nisbetlerin üstündedir.
Bu manada bir şiir şöyledir:
Her esen nesime misal Hicazî olmaz;
Kalaylı demir Yemanîce revaç bulmaz.
(Bu şiir Arapça metinden alınmıştır. Ancak, Farsça nüshada, şu mana ile gelmiştir:
Her ayine tutan da İskender mi olur?
Her kılık değiştiren Hak eri mi olur?)
Geçip giden nice asırlardan sonra; anlatılan silsilenin büyüklerinden bir iki zat; bu tarikat bağını şereflendirirken, diğer silsileler için ne söylerler?
Bu bağlılık, Abdülhalik Gucdüvanî Hz. ne ulaşır; sırrının kudsiyeti artsın. Onu kemale erdirip tamamlayan zat ise.. Şeyhler Şeyhidir. Yani Nakşibend namı ile maruf Bahaeddin'dir; sırrının kudsiyeti artsın.
Anlatılan durum bir devlettir ki ona: Kendi halifelerinden Hace Alâaddin Attar ermiştir. Bu büyük bir saadettir. Daha başka kimlere nasib olacağı, zamanla görülecektir.
***
Bu yolda şaşılacak durum şudur:
Her ne zaman belâ ve musibet vaki olsa; öncelikle feraha ve sürura sebeb oluyor. O zaman şöyle diyorum:
— Daha yok mu?.
Dünya metaı cinsinden bir şeyim benden gitse, gönlüm hoş oluyor; aynısının olmasını temenni ediyorum.
Sebebler âlemine indirildiğim an, nazarın aczime ve fakrime ilişti. Bu da, benim için bir nevi hüzün oldu. Bu dahi, ilk baştan gelen az zarar dolayısı ile oluyordu.
Anlattığım üzüntü devam ediyordu, isterse o az zarar, tezce gitsin; hiç gelmemiş gibi olsun.
Bir belânın, yada musibetin defi için Subhan Allah'a dua ettiğim zaman; bundan maksad, o belânın veya musibetin kalkması değildi. Gerçek olan:
— «Bana dua ediniz.» (40/60)
Emrine imtisaldi. Ne var ki, şu anda duadan maksad, belâ ve musibetlerin kalkmasıdır.
Bundan önce zail olup giden korku ve hüzün geri döndü. Bu da, bana malum olduğuna göre: Sekir halinden geliyor.
Ayıklık haline gelince., avam insanlarda bulunan acz, korku, hüzün, gam, ferahtan yana ne varsa., ayıklık hali sahibinde mevcuttur.
Başlangıçta duadan gaye: Belânın kalkması değildi; ama bu mana gönlüme pek hoş gelmiyordu. Ancak, içinde bulunduğum bir hale mağlûb olmuştum.
Bu arada aklıma gelen şu oldu: Peygamberlerin duaları, yalnız niyetlerinin hâsıl olması yönünde değildir. Allah-ü Taâlâ onlara salâtlar ve selâmlar eylesin.
Son anlatılan hale erdikten sonradır ki: İşin hakiki yüzü meydana çıktı. O zaman bildim ki: Peygamberlerin duaları Yüce Hakka karşı acz, iftikar, korku, inkisar yönlüdür; yalnız ilâhî emir gereği değildir.
***
Emir gereği olarak; zaman zaman, vukua gelen işleri arz etme cür'eti meydana geliyor.
-
Mektubat-ı Rabbani (7. Mektup)
MEVZUU : İMAMI RABBANİ Hz. bazı garip hallerini beyan etmekte ve bazı zaruri işlerini sormaktadır.
***
NOT: İMAM-1 RABBANİ Hz. bu mektubu, pek keremli şeyhi Bakibillah'a yazmıştır.
***
Kulların en küçüğü AHMED'den bir arzuhaldir.
Arştan öte bir makam var ya, işte ruhumu orada buldum. (Yani: Melekût âleminde..) Ama, manevî bir yükselme yolu ile.. Bu makamda, Hace Nakşibend Hz. nin özel bir yeri vardır.
Allah-ü Taâlâ, onun kudsiyetini artırsın.
Aradan bir süre geçti; bu maddî bedenimi de orada buldum.
Bu sıralarda bana şöyle geldi: Felekiyattan, unsuriyattan alta inen bu âlemden ne bir isim, ne de bir resim var. Hem de tam manası ile..
Bu çıktığım makamda, ancak büyük velîlerden bazıları vardı..
Şu anda, bu âlemin tamamını, mahal ve makam olarak, kendime ortak buluyorum; bunun için de hayret hâsıl oluyor. Şundan ki: Kendimi tam manada yabancıların varlığı ile beraber görüyorum.
Hasılı: Bazan öyle halet zuhura geliyor ki, onda ne ben kalıyorum; ne de bu âlem.. Sonra, daha başka bir şey de zuhura gelmiyor; ne nazarda, ne de ilimde..
Anlattığım hal, şu ana kadar devam edip geldi. Bu âlemin varlığı ı nazardan ve ilimden yana kapalı durmaktadır.
Sonra..
Bu makamda, büyük bir köşk peydah oldu. Ona merdivenler kurulmuştu: çıktım.
Anlatılan makam, âlern misali tedricî bir surette indi; an bean kendimi onda yükselir buldum. Tam olarak, iki rikât şükür namazı kıldım.
Bunu takiben, gerçekten üstün bir makam zahir oldu. Orada DÖRT NAKŞİBENDÎ BÜYÜĞÜNÜ GÖRDÜM. (DÖRT NAKŞİBENDİ BÜYÜĞÜ GÖRDÜM: Cümlesi ile şu zatlara işaret edilmiş olabilir: Hace Abdülhalik Gucdüvanî. Hace Muhammed Bahaeddin Naksibend. Hace Alaeddin Attar, Hace Ubeydüllah Ahrar. Sırlarının kudsiyeti artsın.) Allah-ü Taâlâ, sırlarının kutsiyetini artırsın.
Bu makamda, anlatılan zatlardan başka meşayih dahi vardı. Meselâ: SEYYİD'ÜT-TAİFE ve daha başkaları.. (SEYYİD'ÜT - TAİFE: Bu zat, Ebülkasim Cüneyd b. Muhammed olup daha çok CÜNEYD-İ BAĞDADÎ lakabı ile bilinir. Sırrının kudsiyeti artsın.)
Meşayihten bazıları, anlatılan makamın üstünde idiler. Ama oturmuş, bu makamın sütunlarına tutunmuşlardı. Bazıları da, değişik derecelerine göre, bu makamın altında bulunuyorlardı.
Kendimi, cidden bu makama yabancı buldum; o kadar ki: Kendim için bu makamla hiç bir münasebet görmüyordum.
Anlatılan bu vakıadan ötürü; kendimde tam bir ıstırap hâsıl oldu; o kadar ki: Deli olmama ramak kaldı. Hüznün, esefin şiddetinden ruhum bedenimden ayrılacak hale geldi.
Anlatılan hal, uzun bir süre devam edip gitti. Sonradan, üstün teveccühlerinizin bereketi ile; kendimi o makama münasip gördüm.
İlk önceleri, başımı bu makamın hizasında buldum. Sonra tedricen yükseldim; o makamın üstünde oturdum.
Daha sonra, hatırıma şöyle geldi: Burası, tam tekmil makamıdır; sülûkün tamama ermesinden sonra, oraya vâsıl olunur. Sülûkünü tamamlamayan meczubun burada alacağı haz yoktur.
Bu sırada aklıma şöyle geldi: Bu makama kavuşmak, sizin hizmetinizde bulunduğum sırada gördüğüm rüyanın neticelerindendir. Bu vakıa (rüya) şöyle olmuştu:
Efendimiz Hazret-i Ali'yi r.a. gördüm. (Kv.) Geldi; şöyle dedi:
— Semaların ilmini sana öğretmek için geldim.
İyi dikkat edince gördüm ki: Bu makam, sair Hulefa-i Raşidin arasında Hz. Ali'ye (Kv.) mahsustur. Allah onların hepsinden razı olsun.
En iyi bilen, Yüce Subhan Allah'tır.
***
Yukarıdaki hususları anlattıktan sonra, maruzatımı aşağıda sıralayacağım.
BİR:
Bana öyle geliyor ki; kötü huylar, zaman zaman kalkıyor. Onlardan bazısı, bedenden iplik gibi çıkıyor; bazısı da kurt gibi..
Bazı zamanlar, şöyle düşünüyorum: Onların hepsi ayrılıp gidiyor, sonradan, bir başka, vakitte zuhur ediyor.
İKİ:
Bazı marazların ve sıkıntıların defi için teveccühe dairdir. Bu iş için, başta Yüce Hakkın rızasını bilmek şart mıdır, yoksa değil mi?. REŞEHAT'ta (REŞEHAT: Farsça yazılı bir kitaptır, içinde, Nakşibendî meşayihinin menkıbeleri vardır; onların yol yönlerini açıklar. Yazan: Hüseyin b. Ali Vaiz Kâşifi Beyhakî olup Safî, lakabı ile meşhurdu. Bu eserini Hicrî 909 (M. 1503) yılında bitirdi. Bu eseri. Mektubat mütercimi Muhammed Murad Menzilevî Arap diline çevirdi, İbn-i Şerif Abbasî namı ile maruf Mevlâ Muhammed dahi Türk diline çevirmiştir. Bu zat dahi Medine-i Kahire'de: Hicrî 1002 (M. 1593) yılında vefat etmiştir. Allah onlara rahmet eylesin.) Hace Ubeydüllah Ahrar'dan naklen gelen ibareden çıkan manaya göre: Şart değildir. Bu hususta nasıl bir hükme varırsınız?. Teveccüh dahi, ona göre iyi görülmemektedir.
ÜÇ:
Taliplerde, huzurun tahakkukundan sonra; huzuru muhafaza emri verilip zikirden men' etmek gerekir mi? gerekmez mi?.
Sonra., o hangi mertebedir ki: Orada zikir olmaya?. Durum böyle iken, bazıları önünden sonuna kadar zikri bırakmamışlardır, iş sonuna varıncaya kadar zikirden imtina etmemişlerdir.
İşin hakikati nedir?. Ne emir buyurursunuz?.
DÖRT:
Hace Ubeydüllah Ahrar FIKARAT'ta (F I K A R A T: Bu eseri, Hace Ubeydüllah Ahrar Hz. yazmıştır. Mektubat mütercimi Şeyh Muhammed Murad Menzilevî Mekkî Arapçaya çevirmiştir.) şöyle anlattı:
— Sonunda zikir emri verirler. Zira, bazı MAKSATLAR ancak
zikirle yerine gelir. Burada anlatılan MAKSATLAR nelerdir? tayin
buyurunuz.
BEŞ:
Taliplerden bazıları, kendilerine tarikat talimi istemekte; ama onlar, lokmada ihtiyatsızdır. Bu ihtiyatsızlığa rağmen, huzur elde etmekte, bir nebze istiğraka varmaktalar. Şayet onları, lokmaya ihtiyat için sıkıştıracak olsak; hepsini bırakacaklar. Yani: Talebin zayıflığından, tarikatı terki seçecekler. Bu hususta hüküm nedir?.
Bir başkaları ise., bu silsile-i şerifeye yalnız bağlılık isterler. Bunlarda, zikir talimi talebi yoktur. Böyle bir şey caiz olur mu? Yoksa olmaz mı?. Böyle bir şey caiz ise., yolu nedir?. .
***
Bundan fazlasını yazıp açılmak, edep dışına çıkmak sayılır.
-
Mektubat-ı Rabbani (8. Mektup)
MEVZUU : a) Beka ve sahv (ayıklık) mertebeleri ile ilgili hallerin beyanı.
b) itikada dair bazı meseleler.
***
NOT : İMAM-I RABBANÎ Hz. bu mektubu büyük şeyhi Bakibillah'a yazmıştır.
***
Kulların küçüğü Ahmed'den bir arzuhaldir.
Sekir (manevi sarhoşluk) sahv (ayıklık) haline çıkarılıp beka ile şerefyab olduğum zaman; benzeri olmayan ilimler ve bilinmeyen marifet duyguları zuhur etmeye başladı. Bunlar feyiz yollu ve devamlı idi. Bunların pek çoğu da; evliyanın beyan yoluna ve onların dillerde dönen ıstılahına uymuyordu.
Onlar, vahdet-i vücuda dair bir mesele beyan ettikleri ve söyledikleri ne varsa onunla ilk hallerde şerefyab oldum; sonra vahdet şühudu kesrette müyesser oldu. (Teklik, çoklukta görüldü.)
Sonra, Melik-i Allam zatın inayeti ile; bu makamdan terakki ettim. Çok yüksek derecelere erdim. Bu meyanda bana çeşitli ilimlerin feyzi geldi.
Ne var ki, evliyanın kelâmında bu makamların tasdiki yoktur; bu marifetlerin ve sözlerin de sarih bir şekilde tasdiki yoktur. Ancak, bazı büyüklerin kelâmında, bunun için icmal yollu işaretler ve remizler var.
Ne var ki, adil şahid; anlatılanların sıhhatına, pak şeriatın zahirine uygun olduğuna, ehl-i sünnet topluluğu alimlerine ters düşmediğine şehadet eder. Şöyleki: Hiç bir şeyde, pak şeriata dışta aykırı değil.. Felsefecilerin sözlerine ve onların akla dayalı kurallarına da uymuyor. Ehl-i sünnete muhalif duran İslâm âlimlerinin yollarına benzemiyor.
***
Şu mana açıldı: Bir işin gereği olan güç, o işle beraberdir; fiilden evvel bir güç yoktur. Kudret yapılan işle eş olarak gelmektedir.
Gelen teklif ise., sebeblerin ve duyguların sağlam olmasına dayanır. Nitekim ehl-i sünnet uleması da, bunu böyle kararlaştırdı.
**
Bu makamda kendimi, Hace Bahaeddin Nakşibend Hz. nin izinde buluyorum; çünkü o, bu makamdadır. Hazret-i Hace Alâeddin Attar'ın da bu makamdan nasibi vardır. Bunlardan başka bu sisile-i aliyyenin büyüklerinden Hace Abdülhalik Gucdüvanî ile, daha evvel göçen zatlardan Maruf-u Kerhî, Davud-u Taî, Hasan-ı Basrî ve Habib-i Acemî'nin de bu makamdan nasipleri vardır. Allah-ü Taâlâ onların sırlarının kudsiyetini artırsın.
İşbu makamın hâsılı: Tam manası ile uzaklık ve vahşettir, işin ilâç kabul eder yanı da yoktur. Bu arada perdeler kaldıkça; ihtimam gösterip çalışmak sureti ile, onu kaldırmak gerekir. Şu anda, iş hicap yönü ile daha da zorlu oldu. Bu manada bir şiir şöyledir:
Bu iş için ne tabip var ne de efsun kâr eder.
Bazıları, bu tam vahşete ve münasebetsizliğe; bir vuslat ve bitişme ismi verdiler. Heyhat ne gezer!.. Şu beyt, onların haline uygundur:
Sakın ha visalini dileyip çağıran;
Bir olmaz, yerde kalanla semada duran.
Şuhud nerede?. Şahid kim?. Meşhud nedir?. Bu manada bir şiir şöyledir:
Halkta görülünce cemal nuruna bak;
Ne bağı kurar Rablar Rabbıyla toprak.
***
Hülâsa: Kula lâzım olan şudur ki; nefsini güçsüz bir mahluk bile.. Keza bütün âlemi de öyle.. Yüce Kadir Halik'ı ise., aziz ve celil Hak bilecektir.. Asla bunun dışında bir nisbet isbat edilemez. Aynen görmek nerede? aynadaki nerede?.
Bir mısra şöyledir:
Hangi ayna ötelerden suret verir?.
***
Ehl-i sünnet vel-cemaat sayılan zahir âlimleri, bazı amellerde kusurlu olabilirler. Ama itikad cihetinden, dışa nurlu sahih itikad yayarlar. Onların ortaya attıkları bu nurlu görüşleri, kusurlarını siler atar. Bunların meydana attıkları bu görüşleri, tasavvuf ehlinin çoğunda bulunmaz. Şundan ki: Riyazetlerinin, mücahedelerinin olmasına rağmen; zat ve sıfat üzerine sağlam itikatları yoktur.
***
Âlimler ve ilim talipleri hakkında; özümde bir sevgi hasıl oldu; onların gidişleri bana pek güzel gelmeye başladı. Onların zümresinden olmayı, ilim talipleri ile ilmî müzakere yapmayı arzu ediyorum.
Bilhassa Tavzih (TAVZİH: Bu eser, Tenkîh adlı eserin zor yanlarını çözmektedir: ki, Tenkîh'ül - Usul adlı eserin şerhidir. Bu da, Sadr'üş - Şeria Fazıl Allâme Abdullah b. Mes'ud Mahbubî Buharî Hanefî'nin-eseridir. Kendisi. Hicretin 747. (M. 1346.) yılında vefat etmiştir Allah Rahmet eylesin.) ve Telvih (TELVİH: Tenkih'in hakikatlarını keşif üzerine yazılan bir kitaptır. Sadr-ı Şeria'nın şerhi üzerine yazılmıştır. Allâme Sa'deddin Mesud Teftezanî'nin eseridir. Bu zat, hicretin 792. (M. 1389.) yılında vefat etmiştir. Allah rahmet eylesin.) eserleri için. Ki bunlar: Mukaddemat-ı Erbaa'dan sayılır. Bundan başka, fıkha dair Hidaye (HİDAYE: Şeyh'ül - İslâm Burhaneddin Ali b. Ebi Bekir Murğınanî Hanefi'nin eseri olup Bidaye-i Mübtedi, ismini verdiği eserin metin şerhidir. Hicrî 593. (M. 1156.) yılında vefat etmiştir. Allah rahmet eylesin.) adlı eserin mubahasesini de onlarla yapmak isterim. Ayrıca şu hususta ulemanın kavline iştirak ediyorum: İlmî yoldan Yüce Hakkın ihatası ve halkla maiyeti.. (Oluşu..)
***
Şunu biliyorum: Yüce Hak, bu âlemin aynı olmadığı gibi; ona muttasıl ve ondan munfasıl değildir. Ne âlemle beraber, ne de ondan ayrıdır. Onu sarmış ve ona geçmiş de değildir.
Şunu da biliyorum: Zatlar ve sıfatlar, hep birden Yüce Hak için mahluktur. Ama böyle demek:
— Mahlukatın sıflatları, Yüce Hakkın sıfatları, mahlukatın fiilleri Yüce Hakkın filleridir.
Manasına gelmez.
Elbette şunu biliyorum: Fiillerde müessir olan, ancak Yüce Hakkın kudretidir. Mahlukun kudretinin bunda hiç bir tesiri yoktur. Nitekim, kelâm ulemasının kavli de budur.
Şunu da biliyorum: Yüce Hakkın yedi sıfatı mevcuttur.
Şunu da biliyorum: Yüce Hak iradelidir; diler.
Kudreti, şu manada tasavvur ediyorum: Bir fiilin sıhhati ve terkidir.. Ama yakin hali ile.. Ancak şu manada değil: Dilerse yapar, dilemezse yapmaz.. Fakat, bu ikinci şart için:
— Vukuu mümkün değildir..
Diyemem. Tıpkı bazı hükemanın dediği gibi.. Yani: Sefih felsefeciler ve bazı sofiye gibi.. Böyle bir şey, sözü Yüce Hak için zorlamaya götürür ki, bu: Hükema usulünce söylenen bir söz olur.
Kaza ve kader meselesi üzerine ulemanın kavline itikad sahibiyim. Zira mülkün sahibi Yüce Zat, kendi mülkünde istediği gibi tasarruf edebilir.
Kabiliyetin ve istidadın, bu işlerde bir dahli olduğu görüşünde değilim. Şundan ki: Böyle bir şey, Yüce Hak için zorlama olur. Halbuki o: Muhtar bir zattır; dilediğini yapar. Kıyas budur.
Hallerin arzı, anlatılması zorunlu cümleden olunca, onları zarurî olarak, arz etme cür'etinde bulunduk. Bir şiir:
Kula lâzımdır ki, zaman haddini unutturmaya..
-
Mektubat-ı Rabbani (9. Mektup)
MEVZUU :
a) Nüzul makamına münasip hallerin beyanı.
b) Hayır - şer.
c) Cezbe - suluk.
d) Resulüllah S.A. efendimize tabi olmak.
***
NOT : İMAM-1 RABBANÎ Hz. bu mektubu pek keremli şeyhi Muhammed Bakibillah'a yazmıştır.
***
Şöyle bir kimsenin arzuhalidir:
Kara yüzlü bir kaçaktır. Kötü huylu kusurludur. Haline, zamanına aldanmıştır. Mevlânın muhalefetine tam manası ile gayret eder. Azimet (zor) ve uygun yolları bırakmıştır. Halkın gördüğü yerleri süsler; ama Yüce Hakkın nazargâhını harab etmiştir. Bütün himmetini dışının süsüne harcamış; batın ciheti ile, ağyara dönmüştür. Sözü haline aykırı olup hali dahi hayaline dayalıdır.
Bu uykudan ve bu hayalden ne hâsıl olur?. Bu halden ve bu sözden ne çıkar?
Vaktini kaçmakla ve ziyanla bitirdi. Sermayesi kabalık ve dalâlet oldu.
Nefsi, şerrin ve fesadın mebdei olup zulüm menşei oldu. Kulların Rabbına masiyet kaynağı haline geldi.
Hülâsa bu kul: Mücessem günahlar, toplu ayıplarla doldu.
Hayır işleri itilmeye ve redde lâyıktır. Hasenatı dahi atılmaya ve tarda lâyıktır.
— «Nice Kur'an okuyan vardır ki, Kur'an ona lanet eder.»
Manasındaki hadis-i şerif, bunun adil şahididir.
— «Nice oruç tutan vardır ki, oruç ona lanet eder.»
Manasına gelen hadis-i şerif, onun şanında doğru şahiddir.
Makamı, kemali, hali ve derecesi anlatıldığı gibi olana yazıklar olsun.
Bunun istiğfarı da günahtır; diğer günahlar gibi; hattâ onlardan da şiddetlidir. Tevbesi dahi masiyettir; sair masiyetlere benzer. Belki onlardan daha kötüdür.
Her yaptığı kötülüğün neticesi, kötülük oluyor. Bunun doğruluğu şu manadaki şiirden anlaşılır:
O ki, diken tohumu atar;
Nasıl taze üzümler toplar.
Onun bu hastalığı özüne işlemiştir; ilâç kâr etmez. Derdi de yerleşmiştir; ilâcın faydası olmaz. Tıpkı: Mizacı bozulan gibi.. Bir şeyin özü, kendi özünden ayrılır rnı?. Bu manada gelen bir şiir şöyledir:
Habeşî'nin siyahlığı nasıl gider?.
Siyahlık aslîdir, soyuna çeker.
Durum anlatıldığı gibi olunca, biz ne yapabiliriz?. Bu manada şu âyet-i kerime sarihtir:
— «Allah onlara zulmetmedi; lâkin onlar, kendi nefislerine zulmederler.» (16/33)
***
Evet.. Sırf hayır olan bir mana, sırf şer olan bir şeyi davet eder; şundan ki: Hayırlı olmanın hakikati zahir olup, meydana çıksın..
Sonra..
Eşya, ancak, zıdlan ile açıklanabilir.
Hayır ve kemal, hazır oldukları zaman; şer ve noksanlık, karşısından ayrılmaz .olur.
Şu mana da açıktır: Güzellik ve cemal elbette ayna ister. Ayna ise., ancak bir şeyin karsısında olmalıdır.
Şu manada hiç bir şüphe yoktur: Şer, hayrın aynasıdır; noksanlık dahi kemalin aynasıdır; karsısında durur. Noksanlık azalınca, kemal artar; şer azalınca da, hayır bollaşır.
Asıl şaşılacak mana şudur: Bu kötüleme, övme manasının yüzünden açıldığı zaman; şer ve noksanlık hayra ve kemale mahal olur.
Yukarıda anlatılan manalar açısından bakılınca, şunda şüphe olmadığı görülür: Kulluk makamı bütün makamların üstündedir; çünkü: Bu mana kulluk makamında eksiksiz ve ekmeldir. Bu makamla ancak sevilen zatlar şerefyab olurlar. Sevenler ise., rnüşahade zevkine dalıp lezzet alırlar. Kullukla lezzete dalmak, onunla ünsiyet etmek ancak, sevilen zatlara mahsustur. Yâni: Yüce Hak tarafından sevilmiş olanlara.. Sevenlerin ünsiyeti sevilen zatı müşahedededir. Sevilmiş olanların ünsiyeti ise., sevilen Yüce Hakkın kulluğundadır.
İşbu kullar, bu ünsiyet, bu devlet ve bu nimetle şerefyab olmuşlardır.
Anlatılan bu meydanın süvarisi olan üstün zat, mutlak olarak: Dünyanın ve âhiretin efendisidir; evvellerin ve âhirlerin efendisidir; Alemlerin Rabbı Allah'ın sevgilisidir. Salâvatın en tamı ona, saygıların en eksiksizi ona..
***
Asıl dileğim odur ki: Bir şahıs, bu devlete sırf ilâhî ihsan olarak ersin. Ama önce şöyle olmalı: Resulüllah S.A. efendimize mütabaatta, tam olarak yerleşsin.. Sonra bu mütabaat, onu en yüksek zirveye çıkarır.
İşbu anlatılan durum şu âyet-i kerimede manasını bulur:
— «Bu, Allah'ın fazlıdır; onu dilediğine verir. Ve.. Allah, büyük fazlın sahibidir.» (62/4)
***
Anlatılan şerden ve noksandan murad, onlara karşı ilmî bir zevke sahip olmaktır; onlarla sıfatlanmak değildir. İşbu ilmin sahibidir ki, Yüce ve Mukaddes Allah'ın ahlâkı ile ahlâklı olmuştur. Aynı zamanda anlatılan ilim: Sözü edilen ahlâka sahip olmanın bir neticesidir. Kendilerinde bu iki hale karşı, ilmî bir ilgiden gayrı, bir şey olmayınca, bu makamda nasıl bir yeri olabilir?. Kaldı ki bu ilim, ancak, katıksız hayrı, tam olarak müşahede sonunda gelir. Bu müşahedenin yanında, başka her şey, şer olarak görünür. Bu müşahede ise., ancak mutmainne nefis, kendi makamına nüzul ettikten sonra olabilir.
Anlatılan mananın olması için, bazı şeyler gerekir. Şunu hemen açıkça anlatalım: Bir kul, nefsanî .hazzını atmadıkça, onun hazzını yere vurmadıkça, halen anlatılan mertebeye eremez. Şanı Yüce Mevlâsının kemalinden kendisine nasib gelmez. Hele kendini Mevlânın aynı, sıfatlarını da onun sıfatları itikad eden kimse bir yana.. Yüce Allah, böyle bir halden yana, tam bir üstünlüğe sahiptir Kaldı ki, böyle bir itikad: Esma ve sıfatta ilhaddır. Bu itikada sahib olan zümre; Yüce Allah'ın şu buyruğu altına girmişlerdir:
— «Onun esmasında ilhada düşenleri bırak.» (7/180)
***
. Şu da bir başka hakikattir: Cezbesi, sülûkünü geçen herkes, sevilenlerden olamaz. Ama, sevgililer arasına girmek için, cezbenin takaddümü (daha önde olması) şarttır.
Evet..
Her cezbe, mahbubiyet manasından bir nebze bulunur; şundan ki: Cezbe onsuz olamaz.
Anlatılan bu cezbeli mana: Arızalar babından, arızî bir sebebden onlarda hâsıl olmuştur; zatî değildir. Çünkü zati mana, eşyanın hiç biri ile muallel değildir. Şunu görmez misin ki: Her müntehi sayılan kimseye, sonunda cezbe müyesser olur. Hem de, kendisi sevenler zümresine dahil olduğu halde.. Bu meyanda, kendisinde, arızî bir vasıta ile mahbubiyet manası zahir olur. Halbuki bu, onun için yeterli değildir. Yani: Bir salik için, sırf sevilen olmak yeterli değildir. Anlatılan arızî şey, (Yani: Cezbe) bir manaya göre: O kimsede, tasfiye ve tezkiyedir.
Anlatılan arızî mana, özellikle müptedilerde görünür ki bu: Resulüllah S.A. efendimize ittiba olarak meydana gelir. İsterse, umumî manada olsun. Aynı mana, müntehi sayılanlarda da olur. Bu dahi, Resulüllah S.A. efendimize bir ittiba sonucudur.
Aynı mananın, zatî yönden gelen bir fazilet olarak zuhuru; mahbub zatlarda dahi, Resulüllah S.A. efendimize tabi olmaya bağlıdır.
Bu hususta, açık olarak şunu demek istiyorum:
— Bu zatî mananın zuhuru, sırf Resulüllah S.A. efendimizle zatî münasebet yolundan olmaktadır.
Bu münasebeti şöyle anlatabiliriz: Bir isim düşünün; ki o: Resulüllah S.A. efendimizin Rabbıdır. (Yani: O ismin sahibi) Resulüllah S.A. efendimizin Rabbı olan (terbiyesine gelen) isim ise., anlatılan bu hususiyette vakıaya uygundur. Yani: Anlatılan mana hususiyeti babında..
İşbu saadet, anlatılan sebeble kazanılır. Yani: Resulüllah S.A. efendimize tabi olmak yolundan.. Ama, tam manası ile..
Doğruyu en iyi Allah bilir. Gidiş ve dönüş onadır. Hakkı meydana çıkaran Allah'tır; bu yola hidayet eden odur.
-
Mektubat-ı Rabbani (10. Mektup)
MEVZUU : a) Kurb (yakınlık) ve Bu'dün (uzaklığın) husulü.
b) Farkın ve vaslın, (ayrılığın ve birliğin,) alışılmamış şekilde manalandırılması.
Üstteki mevzular, bu makama münasip ilimlerle anlatılacaktır.
**
NOT : İMAM-1 RABBANÎ Hz. bu mektubu büyük şeyhi Muhammed Bakibillah'a yazmıştır.
***
Bu babda hizmete duranların en küçüğünden bir arzuhaldir. Şöyleki:
Ara hayli uzadı. Bu yüce kapıya hizmete duranların hallerine, benim için hiç ittila nasib olmadı. Bu hale intizar da arttı.
Üstteki manada bir şiir şöyledir:
Şaşılmaz, can bulur ruhum geldiği zaman;
Selâm, uzaktaki vefalı dosttan haman.
Bu manada söylenen bir başka şiir de şöyledir:
Bildim gayrı, katılamam kervanına;
Kâfi, uydum çan sesinin yankısına.
Ne kadar şaşılacak bir iştir. Şöyleki: Bu'dün nihayetine kurb ismini vermişler; firakın sonuna da vuslat.. Sanki onlar, bu mana zımnında, şuna işaret etmektedirler: Vuslat ve kurb yoktur..
Bu manada bir şiir şöyledir:
Nasıl erilir o saadete hep oralar;
Yüksek yüksek dağlar, tehlikeli uçurumlar.
Şüphesiz sonsuz hüzün, daimî tefekkür imdada ve yardıma gelir; işin sonunda murad olan. iradesi ile mürid olur. Mahbub ise., muhib ve sevilen zatın mahabbeti ile mübtelâ olur.
Üstte anlatılan manada, Resulüllah S.A. efendimizin hali bilinen bir durum.. Zira onun: Murad olma, mahbub olma makamı var iken; mürid ve muhib oldu. Şüphesiz bu halini de kendisi anlattı. Kaldı ki o: Daimî bir hüzün ve tefekkür içinde idi.
Anlatılan manada, Resulüllah S.A. efendimiz söyle buyurdu:
— «Hiç bir peygambere, bana olduğu kadar eziyet edilmemiştir.»
Asıl muhibler, (sevenler) mahabbetin ağırlığına tahammül edenlerdir. Beyle bîr ağırlığı taşımak, mahbublara zor gelir.
Bu manada bir şiir:
O şeyin ki çok kıssası var;
Yapılsa nice şerhi çıkar.
Bir başka şiir de şöyledir:
Hep böyledir aşkın hikâyesi;
Olmaz hiç bitip tükenmesi..
***
Bu arzuhali getiren Şeyh İlâhbahş'ta; cezbe ve mahabbet çeşidi bir hal başladı. Onun teşviki ile, hizmetinizin devamı ile şerefyab olanlar çanında birkaç kelime meydana geldi.
Onun hakkında asıl gaye şu ki: Kendisi mülâzemet şevki izhar etti; bu hadde kadar geldi. Daha önce. irade babında bazı şeyleri izhar eylemişti. Bu Fakir, onda; bir duraklama, esas muradına erme işinde tehir manası sezince, mücerret mülakatla yetindi. İşbu cümleleri, anlatıları manadan ötürü sıraladık.
***
Bu hususta daha fazla açılmak, edep dışı sayılır.
-
Mektubat-ı Rabbani (11. Mektup)
MEVZUU : a) Bazı keşiflerin beyanı, nefsin kusurlarını görme makamının hnsulü ve bütün hallerde onu itham etmek.
b) Ebülhayr Şeyh Ebu Said Harraza ait üç cümlenin manası ve sırrı.
c) Arkadaşlarından bazısına ait hallerin beyanı.
***
NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu mükerrem şeyhi Muhammed Bakibillah'a yazmıştır.
***
Kulluk babında en küçük Ahmed'den bir arzuhaldir.
Beni daha önce yerinde gördüğün bir makam vardı; mübarek emir icabı, mülâhazadan sonra, üç halifenin oradan geçişine nazar vaki oldu.
O makamda, benim için bir durak ve istikrar yoktu; bunun için, ilk vehlede onları orada görememiştim. Kaldı ki, orada: Ehl-i Beyt'in iki imamı (Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin) bir de İmam Zeynelabidin'den başkası için bir sebat yoktur. Allah onların cümlesinden razı olsun. Fakat, bunlar da buradan geçtiler. Dikkatle nazar edildiği takdirde, bunu idrâk mümkün olur.
Gelelim, nefsimi ilk önce oraya münasip görmemeye.. Bu münasebetin olmayışı, iki şekilde olmaktadır. Şöyleki:
BİRİNCİSİ: Yollardan herhangi bir yolun zuhur etmeyişidir. Şayet bana, orası için bir yol gösterilmiş olsaydı; bu münasebetsizlik ortadan kalkardı.
İKİNCİSİ: Mutlak surette burası ile münasebetin olamayışı.. Böyle bir durum ise., şekillerin hiç biri ile zeval kabul etmez.
Bu makama ulaştıran yol ikidir; bunların üçüncüsü yoktur. Demek istiyorum ki: Nazarda, bu iki yolun dışında bir başka yol zuhur etmez. Şöyleki:
BİRİNCİSİ: Nefsin noksanını ve kusurunu görmek; hayırlara dair niyetinde dahi onu kuvvetli cezbe ile ithamdan azade bırakmamak.
İKİNCİSİ: Sülûkünü tamamlayan mükemmel meczub zatın sohbeti.
Allah-ü Taâlâ, üstün inayetinizin bereketi ile, istidad kadar bana birinci yolu nasib eylesin..
Şöyle olmalıyım: Benden sudur eden her hayır işte, mutlaka nefsimi itham edeyim; hiç durup dinlenmeden, kalbim karar kılmadan o işte onu itham altına alayım.
Hattâ kendimi şöyle göstermeliyim: Sağ tarafımdaki meleğin yazabileceği hiç bir hayırlı amel benden çıkmadı.
Şöyle itikad etmeliyim: Sağımdaki kitabım, hayırlı amellerden yana boştur. Onun kâtipleri de yazmaktan yana atıl dururlar. Bu durumumla, Yüce Hakkın kabulüne nasıl müstahak olurum?.
Şöyle bilmeliyim: Bu âlemde bulunan Firenk kâfirleri, zındıklar, mülhidlerin cümlesi benden daha faziletlidir; hem de her yönü ile..
Tüm şerrin kaynağı benim.
***
Cezbe cihetine gelelim. Her ne kadar seyr-i ilellah yolunun tamam olması ile, sülük tamamlanmış olsa dahi; cezbenin gereği ve bölünmez parçalan sayılan cinsten bir şeyler kalmıştı. Şu anda, o bakiyeler dahi tamam oldu; ama fena zımnında.. Bu fena dahi, seyr-i fillah makamının merkezinde vaki olmuştu.
İşbu anlattığın; fena hallerini, daha önceki arzuhallerimde tamamı ile yazmıştım.
Burada vaki olan fenadan murad, Hace Ubeydüllah Ahrar'ın kelâmında belirttikleri olabilir. Ki o, büyük zatların bu manada dediklerini şöyle anlattı:
— Bu fena işinin nihayeti, öyle bir fena halidir ki; zatî tecelli ve seyr-i fillahta tahakkuk sonu gerçekleşir. İrade fenası ise., anlatılan fena hali şubeleri cümlesinden sayılır.
Bu manada bir şiir şöyledir:
O ki bulmaz, fena Mevlâsı sevgisinde;
Nasipsizdir, onun kibriyası izinde..
Bu makamla münasebeti olmayanlar, nazarda kalmışlardır; iki taife olarak anlatılır:
BİRİNCİ TAİFE: O makama teveccüh ederler; o makam yoluna talip olmuşlardır.
İKİNCİ TAİFE: O makama iltifatları olmadığı gibi; kendilerinde o yöne teveccüh de yoktur.
Ancak Yüce Hazret'in teveccühü; (İmam-ı Rabbani Hz. kendi şeyhi Muhamrned Bakibillah'ı kasd ediyor.) ikinci yolda daha şiddetli zuhur buluyor. Yani: O makama ulaştıran iki yolun ikincisinde.. Bu yola olan münasebet, daha açık oluyor.
Yüce Hazretinizden emir almış olduğumdandır ki; anlatılan misillu işleri yazıp beyan etmeye cesaret ettim. Bu da, emre imtisal sayılır. Yoksa, ben şu dünkü Ahmed'im; asla değişmedim.
*** İkinci Maruzat..
Bu makamı, ikinci kere mülahaza esnasında, bir başka makamlar peydah oldu; onlar birbiri üstündeydi.
inkisarla, iftikar izharı ile teveccühten sonra; bir evvelki makamın üstüne ulaştığım zaman bana ayan beyân belli oldu ki orası: Hazret-i Osman Zinnureyn'in makamıdır. Allah ondan razı olsun. Kalan Hülefa-i Raşidin bu makamdan geçip gitmiş.. Allah onlardan razı olsun.
İşbu makam, kemale erdirmek ve irşad makamıdır. Bu mertebede böyle olduğu gibi, bundan sonra anlatılacak iki mertebede dahi durum aynıdır. Yani: Onlar da irşad ve tekmil makamıdır.
Daha sonra, bunun üstündeki makama göz ilişti; oraya ulaştığım zaman bana belli oldu ki; Orası Hazret-i Ömer'ül-Faruk'un makamıdır. Allah ondan razı olsun.
Kalan iki halife dahi buradan öteye aşmıştır.
Sonra, Hazret i Sıddık-ı Ekber'in makamı zuhur etti. Allah ondan razı olsun. Oraya da vâsıl oldum. Hace Bahaeddin Nakşibend Hz. ni, meşayih arasında, bütün makamlarda bana arkadaş buldum. Kalan üç halife dahi buradan geçmiş.. Arada; ancak ağmak, makam, mürur ve sebattan başka fark yoktur.
Bu son ulaştığım makamın üstünde hiç bir makam görülmüyordu; ancak, Hatem'ün-Nebiyyin vel-Mürselin Resulüllah S.A. efendimizin makamı müstesna.. Salatların eksiksizi ona, saygıların en tamamı ona..
Hazret-i Ebu Bekir Sıddık'ın tam makamı hizasında bir başka makam zuhur etti. Allah ondan razı olsun. Hem nuranî, hem de cidden yüksek bir makamdı. Onun benzerini hiç görmedim. Bu makama nazaran, onun biraz yüksekliği vardı. Sofanın, yerden biraz yüksekliği gibi.. Bu arada bana belli oldu ki: Burası mahbubiyet makamıdır.
İşbu makam, pek süslü ve nakışlı bir makamdı. Onun bana yansımasından dolayı, kendimi dahi süslü ve nakışlı buldum.
Sonra, bu keyfiyet içinde kendimi lâtif bir şekilde buldum. Kendimi, hava misali, bir parça bulut misali ufuklara yayılmış buldum. O kadar ki: Yerin bazı yanlarını da kapladım.
Hazret-i Hace Nakşibend, Sıddık makamında idi; ben dahi kendimi, aynı hizada, keyfiyeti arz edilen makamda buldum.
*** Üçüncü Maruzat..
BU AMELLER'le iştigali terk etmek, hoş görülmüyor. Şundan ki, âlem dalâlet dalgalarında boğulmakla yüzyüzedir. Bir kimse, kendinde bu dalgalardan kurtulma gücünü bulduktan sonra; nasıl onun için nefsine hoşgörü yolu tanınır?., isterse, onun özünde bir başka yol bulunsun; herhalde bu işle uğraşmak zarurîdir; hoştur. Şu şartla ki: Bazı vesvese, akla gelen uygunsuz duygulara karşı istiğfar bırakılmaya.. Bilhassa, bu amelin işlenişi esnasında.. Bu şart dahi, rıza tahtına dahildir. Bu şartın mülâhazası olmadan olmaz; pek alt kalır. Ancak anlatılan mülâhaza olmadan dahi Hâce Bahaeddin Nakşibend ve Hace Alâeddin Attar Hz. için BU AMELLER (BU AMELLER: Tabirinden murad, kulların irşadı ile ilgili ameller olsa gerektir.) hoş görülür. Onlarda bu mülâhaza şart değildir.
Bu Fakiri'n ameline gelince, anlatılan mülâhaza şartı olmadan bazı kere rızaya dahildir. Bazen dahi dûn (alt) kalmaktadır.
**
Dördüncü Maruzat..
Nefehat isimli eserde anlatıldığına göre Şeyh Ebu Said Ebül- hayr şöyle demiştir:
— Aynı (özü - esası - aslı) kalmadıktan sonra; eser nasıl kalsın?. Ne boş bırakır; ne de yok eder, (Yani: Bir yandan yeniler; bir yandan tüketir.)
Doğrusu şu ki: Bu kelâm, bana ilk nazarda, biraz karışık geldi. Zira Muhyiddin b. Arabî ve onu izleyenler şuna kaildirler:
— Allah-ü Taâlâ'nın malumatından malum bir şey olan ayn'ın zevali muhaldir. Aksi halde, ilim cehle döner. Ayn kalır da eser gider.
Hâsılı: O cümle zihne yerleşip kaldı. Şeyh Ebu Said'in kelâmı hiç bir açıklık kazanmadı. Bilâhare, tam bir teveccühten sonra, bir yönü ile sübhan olan Yüce Hak, bu kelâmın sırrını çözdü, işte o zaman şu bir gerçek oldu: Ne aynı kalmış; ne de eser var. Bu manayı, aynı şekilde özümde dahi buldum; hiç bir müşkil yanı kalmadı.
Anlatılan marifet makamına da göz ilişti; onu, cidden çok yüksek gördüm. Şeyh ve yolunda gidenlerin beyan ettikleri makamdan üsttü.
Üstte anlatılan iki ayrı görüş, birbirine menfi yönlü değildir. Çünkü: Biri, bir makamda; diğeri de başka bir makamdadır. Bu bahsin tafsili, anlatılsa uzun ve yorucu olur.
Şeyh Ebu Said Ebülhayr'ın anlattığı mana zuhur etti. Yani: Tecelli yönünden. Bu tecellinin de neden ibaret olduğu, devamının nasıl olduğu belli oldu. Nadirattan olsa dahi, bu tecelliyi özümde devamlı buldum.
***
Her ne hal ise, kalbim kitap mütalaasına meyilli değil; bir tat da almıyor. Meğer ki içinde büyük meşayihin menkıbeleri, makamlarda olan üstün halleri bulunan kitaplar ola. Bu gibi kitapları mütalaa bana hoş gelmektedir. Geçmişteki meşayihin hallerine daha fazla rağbet var. Hakikatlara ve marifetlere dair kitapları okumaya güçlü değilim. Bilhassa, vahdet-i vücud sözlerine ve tenezzülât mertebelerine dair olanlara.. Bu babda, kendimi Şeyh Alâüddevle ile çok bağlı bulmaktayım. Bu meselede; zevk ve hal olarak onunla birliğim. Ne var ki, ilm-i sabık, onları inkâra beni yanaştırmıyor; o yolun erbabım sert çıkışı bırakmıyor. İşbu hal, Şeyh Alâüddevle'den dahi sudur etmişti.
***
Defalarca, bazı hastalıkların defi için tarafımdan teveccüh oldu tesiri de görüldü.
Aynı şekilde, berzah âleminde (kabirde) bulunan bazı ölülerin halleri de görüldü; açığa çıktı. Aynı zamanda bunlardan, elen: ve sıkıntıların defi yönünde dahi teveccüh vaki oldu; tesiri de görüldü. Ne var ki, şu anda teveccüh gücü kalmadı. Eşyadan herhangi bir şey için özümü toplayamıyorum. Sebebi şu ki: Bu Fakir hakkında bazı müsaderelerin çıkması, bazı insanların zulmü, çevri ve işi zora dökmeleridir. Bu taraftaki yakınlarımın çoğuna zulüm ettiler; haksız yere yerlerinden attılar. Durum anlatıldığı gibi olmasına rağmen, gönüle hiç bir toz konmuyor; kalbe bir ağırlık ve sıkıntı da gelmedi; onlara bir kötülük kasdının çıkması şöyle dursun.
***
Arkadaşlardan bazıları, bu cezbe makamında müşahede ve marifet elde ettiler; ama şu ana kadar, sülük menzillerine, konamadılar Şimdi ben, onların hallerinden bir nebze anlatayım; onları makamınıza arz edeyim. Ümid odur ki: Allah-ü Taâlâ onları, cezbe cihetinin tamam olmasından sonra, sülük devleti ile şerefyab eyler.
Başlıyorum:
Şeyh Nur, bu makamla tutulup mahpus kalmıştır. Henüz cezbe makamının üstünde bir noktaya ulaşmadı. Duruşlarda ve hareketlerde sıkıntı görmekte: iyiyi, kötüden ayırd edememektedir. Arzu dışında, işi duraklamaya kaldı
Aynı şekilde, arkadaşlardan pek çoğunun işi duraklamaya kaldı. Sebeb: Edebe riayetin olmaması.. Bu babda ben, şaştım kaldım. Çünkü, bu taraftan onların duraklamasına bir arzu yoktur; herhalde onların terakkisine arzu vardır. Asıl istenen de budur. Bir istek vaki olmadan, onların işlerinde böyle bir eğlenme vaki oklu; halbuki gidilse yol pek yakın.
Mevlâna Ma'hud, son noktaya ulaştı. Cezbe işini tamamladı; bu makamın berzahiyetine vâsıl oldu. Bir yönü ile farkı, nihayete erdirdi. Önce sıfatları gördü; hattâ kendinden ayrı olarak, sıfatların kaim olduğu nuru gördü. Kendini dahi, boş bir kalıb olarak buldu. Daha sonra, sıfatları zattan dağılmış gördü. İşbu hal üzere, anlatılan görüşle cezbe makamından; ehadiyet makamına ulaştı. Şu anda, âlemden ve kendinden geçmiş durumda.. O kadar ki: Ne ihataya, ne de maiyete kail olmaktadır. İçeriden daha içeri bir yöne dönüktür. Dolayısı ile, kendisinde hayret ve cehaletten gayrı hâsıl olan bir şey yoktur.
Aynı şekilde, Seyyid Şah Hüseyin dahi, son noktanın yakınına ulaştı. Yani: Cezbe makamında.. Öyleki: Başı son noktaya değdi. Sıfatları da, zattan dağılmış buldu. Amma, her mahalde Ehad Zat'ı bulmaktadır; zahiren de hazzını alıyor.
Meyan Cafer dahi, son noktanın yakınına aynı şekilde ulaştı. Çoğunlukla şevk ve neşe içindedir. Hüseyin Şah'a da yakındır.
Kalan arkadaşlar, birbirinden farklı durumdalar.
Meyan Sinan, Şeyh İsa, Şeyh Kemal cezbe makamında üst noktaya ulaştı.
Şeyh Kemal, nüzule dönüktür.
Şeyh Nagürî, üst noktanın altına ulaştı; ama önünde henüz alacağı çok mesafe var.
Burada kalan arkadaşlardan, sekiz, dokuz ve on şahıs üst noktanın altına vardı. Noktaya ulaşanlar da var. Bazıları da, nüsul hazırlığı içinde.. Bazısı da, ona yakın; bazıları da ondan uzakta..
Şeyh Meyan Müzzemmil, nefsini yok saymaktadır. Sıfatlan asla bağlı görmekte; mutlak varlığı her mahalde bulmaktadır. Eşyayı itibardan düşen serap gibi görüyor; belki de hiç bir şeye benzer görmüyor.
Mevlâna Ma'hud, taliplere beğenilen işleri talim için, bu hususta bir yönlü icazet çıkarıyor. Lâkin, cezbe haline uygun bir icazet..
İstifade edilmesi gereken bazı işler vardı; ama gelmekte acele etti; eğlenmedi. Pek mukaddes huzura vardığı zaman, kendi iyiliğine olan işleri, emir buyurursunuz. (Bu mektubu götüren zatı kasd ediyor.)
Bu Fakir'in bilgisinde olanları arz etmiş oldum; hüküm sizdedir.
Hace Ziyaeddin Muhammed, günlerdir burada. Hülâsa olarak, huzur ve cemiyet hali elde etti. Maişet sebeplerinin azlığından olacak, bir başka işe gönül vermeye gücü yetmedi; sonunda askere gitti.
Mevlânâ Şir Muhammed'in oğlu, nezdinizde devamlı kalmak için, o tarafa doğru yola çıktı. Bir mikdar huzuru ve toplu hali var; ama, bazı engeller sebebi ile lâyıkı üzere terakki edemedi.
Bu manada daha fazla açılmak, edep dışıdır. Bir şiir:
İnsana düşen odur ki, zaman haddini unutturmaya..
***
Üstteki maruzatımı yazdıktan sonra, bazı keyfiyete ve halete uğradım; onların, yazı ile beyanı mümkün değildir.
Bu mahalde, iradenin fena bulması tahakkuk etti. Tıpkı daha önce, murad olan işlere irade ile bağlanmanın yok olup gittiği gibi.. Maruzatımda anlattığım gibi, iradenin aslı kalmıştı; şu anda iradenin damarları da tamamen kesildi. Şu anda, ne murad var; ne de irade..
Anlatılan fena halinin, nazarda dahi sureti zahir oldu: bu makama münasip bazı ilimler, feyiz yollu geldi. Bilgilerin sıklığı, vaktin darlığı icabı bu ilimleri yazmak zor. Bunun için, kalem boynunu yazmaktan aldık.
Bu fena hali ile tahakkuk, ilimlerin feyiz yollu gelmeleri; vahdet ötesi has bir nazarla oldu. Her ne kadar, bir emr-i mukarrer olarak; vahdet ötesinde nazar yok?a da, hatta, öyle bir nisbet dahi yoktur. Lâkin, o makamın suretini vahdetin ötesinde görmekteyim. Onu her ne zaman, arz etmeye kalksam, yazmaya cesaret bulamıyorum. Yakin mertebesine ulaşıncaya kadar bu böyle kalacak. Onun öyle olduğuna şüphe yoktur. Tıpkı Akre'nin, Dehli ötesinde olduğu gibi.. Bunun böyle olduğuna hiç şüphe izi düşmemiştir.
Nazarda vahdet, vahdet ötesi, hakikat namına anlatacağım bir makam, ötesinde Hakkın olduğunu anlatacağım bir yer yok; ama, hayret ve cehalet anlattığım görüş sebebi ile bozulmamıştır.
Durum anlatıldığı gibi olunca, ne arz edeyim? bilemiyorum. Her şey, tenakuz içinde tenakuz.. Söz bağına getirmek mümkün değil isterse, hal onda şüphe götürmeyen bir şekilde tahakkuk etmiş olsun.
Allah-ü Taâlâ'dan bağışlamamı dilerim. Söz, fiil, hatır, nazar olarak, Yüce Allah'ın istemediği şeylerden tevbe ederim.
**
Şu anda hakikat olan bir şey daha oldu. Daha önce, sıfatların fenası sandığım fena hali; hakikatta olduğu gibi, sıfatların hususiyetleri fenası imiş,. temyizleri zımnında olanlarmış.. Hali ile, sıfatlar, vahdet zımmına girince; hususiyetler de ortadan kalkıyor. Onların fenası dahi, bundan dolayı tevehhüm ediliyor.
Şu anda, sıfatlar silinip kayboldu; onlardan hiç bir şey kalmadı. İsterse indiraç ve indimaç yollu olsun. Ehadiyet kahrı, hiç bir şey bırakmadı, icmal yollu olsun, tafsil yollu olsun; ilim mertebesinden hasıl olan temyiz de kalmadı. Tamamen nazar, harice döndü. Var olan Allah'tır; onunla ikinci bir şey yoktur; şu anda dahi durum böyledir. Bu andaki hale de anlatılan mana uygundur..
Sabık ilim, anlatılan (üstte siyah yazılı) hadis-i şerifin zımnındadır; ama hal olarak değil..
Ümid edilen odur ki: Bu fikrin doğruluğu ve yanlışlığı üzerine, bir uyarma meydana gele.
Mevlânâ Kasım için; tekmil makamından nasib görülmektedir. Aynı şekilde, arkadaşlardan bazıları için de bu makamdan nasib görülmektedir.
Hakikat hali, en iyi bilen, Yüce Sübhan Allah'tır.
-
Mektubat-ı Rabbani (12. Mektup)
MEVZUU : a) Fena ve bekanın elde edilmesi..
b) Her şeyde has yüzün ortaya çıkması..
c) Seyr-i fillâhın hakikatı.
d) Zat-ı berkî tecellisi ve diğerleri..
***
NOT : İMAM-1 RABBANİ Hz. bu mektubu büyük şeyhi Muhammed Bakibillah'a yazmıştır.
***
Kulların en küçüğü Ahmed'den bir arzuhaldir; hal arzı makamının yücesine sunar.
halini arz eder etmesine ama, kusurlarından hangisini arz edeceğini, o dahi bilemez.
Allah-ü Taâlâ'nın dilediği şey olur; onun istemediği bir şey olmaz. Güç ve kuvvet, ancak Yüce Azim Allah'ındır.
***
Fenafillah ve bekabillah makamları ile ilgili ilimleri; inayeti ile Sübhan Hak açtı. Bundan sonra:
a) Her şeyde has yüz nedir?.
b) Seyr-i fillah işinin manası nedir?.
c) Zat-ı berkî tecellisi nedir?.
d) Muhammedi meşrebdeki kimdir?. Ve.. Anlatılanların benzeri şeyler belli oldu.
***
Her makama ıttıla peydah olmaktadır. Ama, o makamın levazimi ve zaruriyatına göre.. Bundan sonra, oradan geçiş vuku buluyor.
Az bir şey dışında, Allah'ın velî kullarının haber verdiklerinden bir şey kalmadı. Hemen hepsini, illetsiz olarak, gösterdim ve öğrettim. (Yahut: Gördüm, bildim.) Kabul eden etti.
Aynı zamanda, eşyanın kendini yapma olarak görüyorum. Keza kabiliyetlerin ve istidadların da aslını yaratılma çeşidinden yapılmış görüyorum.
Sübhan Allah, kabiliyetlerin mahkûmu değildir; zira ona: Hiç bir şeyle aleyhte hükmedilemez.
Bu manada daha fazla açılmayı edep dışı bilerek bırakıyoruz.
Bir şiir:
İnsana düşen odur ki, zaman haddini unutturmaya..
-
Mektubat-ı Rabbani (13. Mektup)
MEVZUU : a) Bu yolun nihayetsiz olduğu..
b) Hakikat ilimlerinin, şeriat ilimlerine mutabık bulunduğu..
***
NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu büyük şeyhi Muhammed Bakibilah'a yazmıştır.
***
Kulların en küçüğü Ahmed'den bir arzuhaldir.
Ah! bin kere ah!.. Bilhassa bu tarikatın (yolun) sonsuzluğundan ötürü.. Hem de bu sür'atli gidişe, iradelerin ve inayetlerin çokluğuna rağmen..
Anlatılan manadan ötürüdür ki, meşayih şöyle demiştir:
— Seyr-i ilellah mesafesi elli bin senedir. Şu âyet-i kerime dahi bu manaya işaret eder:
— «Melekler ve Ruh, öyle bir, günde ona yükselir ki; onun. mikdarı elli bin senedir.» (70/4)
İş ye'se girince, ümit kesilince Allah-ü Taâlâ'nın şu kavline yapışmak gerekli oldu:
_ «O, öyle bir zattır ki; insanlar, ümitlerini kestiklerinde yağmuru indirir. Rahmetini dağıtır.» (42/28)
***
Günlerdir, eşyada seyir vaki olmaktadır. Ama irşad talipleri galeyane geldi; ikinci kere ısrar ettiler. Bunun üzerine, genellikle onların işlerine başladım. Ne var ki kendimi bu makama kabiliyetli bulamıyorum. Ancak, mürüvvet ve haya iktizası onlara bir şey belletmeye çalışıyorum. Haliyle, onların ısrarı ve zorlamasının çokluğu bu işe amil oluyor.
***
Daha önce tekrarla yazdığım gibi; vahdet-i vücud meselesinde duraklamış bulunuyordum. Fiilleri ve sıfatları asla bağlıyordum. Ama işin hakikati malûm olunca, duraklamayı bıraktım.
— Her şey ondandır.
Kelâmını pek güzel buldum. Kemal itibarı ile bu cümleyi:
— Her şey odur.
Cümlesinden daha ziyade (yeterli) buldum. Sıfatları ve fiilleri bir başka renkte, yani: Bir başka yüzden aldım.
Her şey, bana tek tek gösterildi; sonra üst makama çıkarıldım. Asla, bir şek ve şüphe kalmadı.
Keşiflerin tümü, şeriata mutabık olarak geldi; şeriatın zahirine kıl kadar aykırı bir durum yoktur.
Keşifler ciheti ile, sofiyeden bazılarının beyan ettiği şeriatın zahirine göre beliren aykırı durum, şu sebepler dolayısı ile olmaktadır:
a) Sehiv yolu ile.. (Manevî yanılma.)
b) Sekir yolu ile.. (Manevî sarhoşluk.) Yoksa, batınla zahir arasında hiç bir aykırı durum yoktur. Bu yola giriş esnasında beliren aykırılık, ancak nazarî bir arızadır; bunun giderilmesi de, teveccühle birleşmeye muhtaçtır. Amma, hakikî manada yolun sonuna varan müntehi zat; batını, şeriatın zahirine muvafık bulur.
Anlatılan manada, ulemanın marifeti ile meşayih-i kiramın marifeti arasındaki fark şöyle anlatılabilir:
— Ulema, delillere ve dış bilgilere dayanarak marifet sahibi olur. Meşayih ise., keşifle, zevkle marifet sahibi olur. O büyüklerin hallerine, sağlamlık itibarı ile, anlatılan mutaba-attan daha iyi delil ne olabiliri.
***
«İçim daralıyor; dilim dönmüyor.» (26/13) Vakit de daraldı; ne arz edeceğimi bilemiyorum.
***
Bazı hallerin müsveddesini yazmaya muvaffak olmuştum; ama onları bu arzuhallere yazmak mümkün olmadı. Belki, bunda da bir hikmet vardır.
***
Dilek odur ki: Bu mahrum mehcuru; gariplere bol olan teveccühünüzden mahrum bırakmayasınız; onu yolda terk etmeyesiniz.
Söze girişe başlangıç sen oldun; Varsa uzun söz şayet, sebeb oldun..
Bu manada daha fazla açılmak, cür'etkârlık sayılır. Bir mısra:
insana düşen odur ki, zaman haddini unutturmaya..
-
Mektubat-ı Rabbani (14. Mektup)
MEVZUU : a) Bu tarikatta iken, arız olan bazı vakıalar..
b) İrşad olma talebinde olanlardan bazılarının hallerini beyan..
***
NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu, büyük şeyhi Muhammed Bakibillah'a yazmıştır.
***
Kulların en küçüğü Ahmed'den bir arzuhaldir.
Bu kevnî (yaratılmış) mertebelerde zuhur eden tecellilerden bazılarını; bundan önceki mektuplarımda bildirmiştim. Onlardan sonraki tecelliler, külli sıfatları özünde toplayan vücub mertebesinde zuhur etti. Hem de; yüzü kara, kötü bir kadın suretinde göründü. Daha sonra da, ehadiyet mertebesinde tecelli etti. Uzun boylu bir erkek suretinde göründü. Yüksek olmayan, ince bir duvar üzerinde idi.
Anlattığım tecellilerin her ikisi de, şu unvanla zuhur etti: Hakkaniyet.
Ne var ki bu, bundan önceki tecellilerin hilâfına idi; onlar, bu unvanla olmamışlardı.
Bu esnada bana, ölüm temennisi arız oldu. Hayalime şöyle geldi: Kendim Bahr-i Muhit sahilindeyim; ayaktayım. Kendimi oraya atmaya çalışıyorum; ama arkadan bir iple bağlanmışım. Bunun için, denize atlamam mümkün olmuyor.
Bundan bana şu malum oldu: Bu ip, bu bedenle olan bağlantıdan ibaret.. Dolayısı ile, bu bağlantının kesilmesini temenni ettim.
Bundan sonra bana has bir keyfiyet arız oldu. işte o vakit, zevk yollu şu hali buldum: Kalbde, Sübhan Hak'tan gayrı şey kalmamış..
. ***
Bundan sonra; vucuba dayalı külli sıfatlara nazar vaki oldu. Ki bunlar: Mahal ve zuhur yerleri itibarı ile hususiyet kesbetmişlerdir. Sonradan, bu hususiyetler de düştü; hem de tamamı ile.. Sıfatlar, ancak şu unvanla kaldı: Külliye-i vücudiye.. (Her manada varlık..) Başka kalmadı.
Aynı şekilde; onların, anlatılan hususiyetlerden tecerrüdüne de nazar ilişti. O zaman da şu "malum oldu: Şu anda sıfatlar, gerçekten aslına verilmiştir Ama, hususiyetlerden tecerrüd etmeden evvel, aslına verilme manası çıkmaz. Meğer ki, cevaz yollu bir durum ola.. Su-rî tecelli erbabının halinde olduğu gibi..
İşbu vakit içinde, hakikî fena tahakkuk etti. İşbu haletle tahakkuk sonundadır ki: Bende ve benden başkalarında olan sıfatları hep bir yoldan buldum; mahal imtiyazları kalktı.
Bundan sonradır ki: İncelik taşıyan gizli şirk çeşitlerinden kurtulmak müyesser oldu.
Artık ne arş kaldı; ne de ferş.. Ne zaman kaldı; ne de mekân.. Hattâ, ne cihetler kaldı; ne de sınırlar.
Durum anlatıldığı gibi olunca, senelerce tefekküre daldığımı farz edelim; bu âlemden bir zerrenin dahi, mahluk olduğuna dair bir bilgi elde edilemez.
Sonra..
Nefsimin taayyününe ve özümde has yüze nazar vaki oldu. Bu taayyün, eski bir elbise suretindeydi. Yırtık pırtıktı; bir şahsa da giydirilmişti. Bildim ki: Bu şahıs, o has yüzdür; lâkin, hakkaniyet unvanı ile suret bulup öyle şekil almamış..
Bu arada, o şahsın üzerinde bulunan ince bir deriye nazar ilişti. Sonradan, kendimi o deri buldum. Taayyün sayılan o elbiseyi de kendime yabancı gördüm. Yani: Benden ayrılıp gitmiş..
Yine nazar, o deri üzerinde bulunan bir nura ilişti; ama o nur, bir an sonra, gözden kayboldu. Aynı şekilde, o elbise ve deri de gözden kaybolup eritti. Ve., önceki cehalet hali baki kaldı.
Bu anlatılan vakıanın tabirini, bilgimin yetiştiği kadar arz etmeye çalışacağım. Yeter ki: Doğruluğu ve yanlışlığı bilinsin. Şöyleki:
O anlatılan suret, ayn-ı sabitten ibarettir; vücubla imkân arasındaki berzah gibi. Nasıl ki, onların her biri, iki yandan bir yana ayrılır; kemal derecedeki farkla tahakkuk eder.
Elbise ile nur arasındaki deriye gelince., o da: Varlıkla yokluk arasındaki berzahtır. (Aralık, boşluktur.)
Sonradan, kendimi o derinin aynı bulmam ise., berzahiyete ulaşmama işarettir. »
Bundan önce, Vakıalarda; kendimi varlıkla yokluk arası berzahta bulmuştum. Bundan zahir olan odur ki: Afaka nisbetle durum böyledir ve bu nefse olan nazardır.
Anlatılandan başka bir fark daha zahir oldu ama, yazı sırasında onu unuttum. Bu ve daima hâsıl olmakta olanlar; cehalet ve yabancılıktan başka bir şey getirmedi.
Bu gibi oyunlar, ara sıra çıkıyor; sonradan da kayboluyor. Ancak, ona dair bir marifet kalıyor o kadar..
Bazı vakıaların (rüyaların) tabirinden âciz durumdayım. Onların tabiri zımnında hatırıma gelenlere ise., itimad edemiyorum. Bunun için, size arz etme yoluna cür'et ediyorum. Ümid odur ki: Hazretin uyarması ile, yakin hali hâsıl ola..
Beklenen odur ki: Bu düşük ilgilerden, teveccühünüz bereketi ile necat hâsıl ola.. Aksi halde, iş cidden zordur.
Anlatılan manada bir şiir şöyledir:
Yardımı yoksa kula, Hakkın ve has kullarının;
Melek olsa da, gitmez karası safhalarının.
***
Serhend meşayihinden, Şeyh Abdullah Niyazi'nin oğlu Şeyh Taha ki; bu zatla Hacı Abdülaziz arasında tam bir sevgi bağı vardır. Kendisi, mübarek ayaklarınızı öpmeyi dilemektedir. Aynı zamanda inabe ve bu tarikat-i aliyye-i şerifeye girmek isteği de var. Sadakatle, ingin gönülle bana iltica etti; kendisine istihare emrini verdim. Zahirde bir bağlılığı da var.
***
Burada zikir yolu akınlar, çoğunlukla rabıta yolu ile uğraşmaktalar. Rüyada gördüğü mana sebebi ile. bazıları rabıta almak için geliyor. Bazılarının da, Dehli'den gelmeden önce rabıta ile bağı var; baştan, huzur ve istiğrakla da gitmektedirler.
Onların bazısı, sıfatları asla vermektedir; yani: Sıfatları ondan görmektedir. Bazıları da böyle değildir. Lâkin, onlardan hiç biri, vahdet-i vücud yoluna gitmemektedir; hattâ nurlara ve kesiflere de..
Molla Kasım Ali, Molla Mevdud Muhammed ve Abdülmümin; cezbe makamında üst noktaya vâsıl oldular. Fakat, Molla Kasım, nüzule dönüktür. Diğerlerinin nüzulü malum değil..
Şeyh Nur, o noktaya yakındır; ama henüz oraya ulaşmadı.
Molla Abdürrahman dahi, o noktaya yakındır; ama arada az mesafe var.
Molla Abdülhadi'nin kendinde, istiğrakla huzur var. Şöyle diyor:
— Mutlak münezeh şanı büyük Allah'ı eşyada tenzih sıfatı ile müşahede ediyorum. Keza fiilleri de, o Yüce Zat'tan görmekteyim.
***
Taliplere ve istidadlılara gelen feyizler; ancak yüceliğinizden gelen bir devlettir. Onların feyizleri babında, bu Fakir'in bir katkısı yoktur.
Bir mısra:
Ben yine o Ahmed'im, değişmedim.
***
Vakıalardan bir vakıa (rüya) esnasında şöyle demiştiniz:
— Eğer onda mahbubiye; manası olmasaydı; maksada erişmekte çok duraklama olurdu.
Böylece, inayetinizle mahbubiyeti de beyan etmiş oldunuz. Bu kelâmdan, benim tam bir ümidim var. Bu cür'etlerin hemen hepsi de ondan geliyor.
-
Mektubat-ı Rabbani (15. Mektup)
MEVZUU : Bazı saklı sırlarla, hübut ve nüzul (iniş ve düşüş) makamı ile bağlantısı olan hallerin beyanı..
***
NOT : İMAM-1 RABBANİ Hz. bu mektubu büyük şeyhi Muhammed Bakibillah'a yazmıştır.
***
Bu, hazır olduğu halde gaib olmuşun; bulduğu halde yitirenin; dönük göründüğü halde iraz etmişin bir arzuhalidir. (Mektubudur.)
Onu, uzun bir süre taleb etti; buldu. Sonra, işi bir başka mertebeye erişti: Eğer ararsa kendini buluyor.
Şu anda, onu. yitirdi; ama nefsini buldu. Yani: Kendini.. Onu yitirmesine, kaybetmesine rağmen; aramıyor ve ondan bir haber de sormuyor.
İlim açısından bakılsa: Hazır, bulucu, dönük durumda..
Zevk cihetinden bakılsa: Kaybolmuş, yitik, yüz çevirmiş halde..
Zahirde baki; ama batında fanidir.. Beka gözü ile fanidir; ama fena gözü ile de bakidir. Ne var ki, fena ilmî yönlüdür; beka ise, zevke dayalı..
Artık işi, hübut ve nüzula (Yani: Düşüp inmeye) kaldı; suuda ve uruca (yükselerek çıkmaya) engel var.
Her ne zaman onu, Mukallib'ül - kulub'a (kalblerir sahibine) kalbden alıp yükseltseler; tekrar onu. Mukallib'ül - kulub'dan alıp kalb makamına indirirler.
Ruhun, nefis elinden halâs bulmasına; nefsin dahi itminan sonrası, ruh nurlarının baskılarından kurtulmasına rağmen, yine onu: Ruh ve nefis cihetine birleştirici eylediler. Onu, anlatılan iki cihetin berzahiyeti ( boşluğu) ile yüzyüze getirdiler.
Ona, üstten faydalanmayı; alta da faydalı olmayı birarada verdiler. Buna sebeb: Üstte anlatılan berzahiyet durumudur.
Şimdi istifade kaynağında faydalıdır; faydalı gözündeyse.. istifadelidir.
Bu manada bir şiir şöyledir:
Ey o kıssa ki, girilse şerhine uzar;
Nasıl uyulsun, yazıldıkça kalem kırar.
***
Bir başka maruzat..
Sol el, kaîb makamından ibarettir. Ama bu makam, kalblerin sahibi yüce varlığa yükselmeden öncekidir. Yüksekten düştükten sonra, kendisine inilen kalb makamı ise., bir başka makamdır. Burası, sağla sol arası bir boşluktur. (Yani: Berzah..) Erbabına açık olan mana da budur.
Sülûkü olmayan meczuplara gelince.. Bilhassa kalb erbabı olarak, kalblerin sahibi zata ulaşmaları sülûke bağlı bir durumdur.
Bir makamın, herhangi bir şahsa bağlanması; o makamda, o şahıs için belli bir makamın olmasından kinayedir. O makam erbabı kimselere bakarak; bu şahsın, orada belli bir imtiyazı vardır. Bu imtiyaz cümlesinden olarak; üzerinde durduğumuz mana için, cezbe halinin önceden gelmesidir.
Anlatılan makama uygun olan ilimlerin ve marifetlerin menşei has beka makamı; kalb makamı ilimlerinin tahkiki; cezbenin, sülûkün, bekanın ve benzeri işler yazılması vaad edilen risalede tafsilatı ile yazılmıştır.
***
Seyyid Şah Hüseyin, telaşla ve acele ile yola çıktı. Gönderilen yazının temize çekilmesine fırsat kalmadı. İnşaallah, tezce mütalaanıza sunulur.
Aziz Mütavakkıf, cezbe makamının üstünde iniş kaydetti. Ne var ki, bu âleme dönük yüzü henüz yoktur; yönelişi hep yukarıya.. Üste yükselmesi, zorlama ile olduğundan; cezbeye tab'an daha bağlı.. O makamdan nüzulü esnasında, az bir şeyi beraberinde getirdi. Sahip olduğu şeyin derecesi ise, zorlamalı teveccühten ne olduysa o kadar.. Zaten, yükselmesi de; bu teveccühün eseri olup şu anda dahi vardır. Ama, cezbesi nisbetindedir. Meselâ: Cesetteki ruh, karanlıktaki aydınlık gibi bir şey.. Ancak, bu cezbe; Hacegân zatların cezbesi gibi değil. Allah onların sırlarının kudsiyetini artırsın. Daha çok bu cezbe; büyük babalarından gelip kendisine ulaşan Hace Ubeydüllah Ahrar'ın cezbesine benzemektedir. (REŞEHAT nam eserde anlatıldığına göre; burada Ubeydüllah Ahrar Hz. nin, ana tarafından dedelerine işaret ediliyor. Meselâ: Ömer Bağıstanî ve çocukları, akrabaları..) Onların bu makamda, kendilerine has yerleri vardır.
Taliplerden bazıları, rüyada şöyle görmüş: Bu Aziz Mütavakkıf, üstte anlatılan Hace'yi tamamen yemiş bitirmiş.
Anlatılan rüyanın tesiri, bu makamda görülüyor.
Bu cezbe halinin, faydalı olma makamı ile bir münasebeti yoktur. Zira, bu cezbe makamında teveccüh, daima yukarıya dönüktür. Daimî sekir hali, bu makamın ayrılmaz parçasıdır.
Cezbe makamlarından bazısı vardır ki; içine daldıktan sonra, sülûke aykırı olduğu görülür. Ama, sülûke aykırı olmayanları da vardır; hatta bu ikinci cezbeye geçtikten sonra, sülûke yönelenler vardır. Ancak, sülük haline girince, bu çeşit cezbe ona aykırı düşer.
Bu maruzatımı yazdığım zaman, anlatılan bu makama teveccüh ettim; bu teveccühten bazı incelikler zuhur etti. Ama, sebepsiz yere bir teveccüh de kolay olmuyor.
Hakikî durumu en iyi bilen Sübhan Allah'tır.
Adı geçen bu Aziz Mütavakkıf, aylardan beri inişe devam ettiği halde; bir türlü anlatılan cezbe makamına tam manası ile giremedi. Buna engel, bu makamın bilgisine sahip olamamaktır. Bir de, tefrikaya ve zihin dağınıklığına sebeb olan teveccühlerdir. Beklenen odur ki: Birbirine irtibatı olmayan (ayrı manalar ifade eden) bu cümleleri mütalaa sırasında, oraya duhul kendisine müyesser olur. Belki de bundan sonra, Hazret-i Hace tam bir iniş dahi kaydeder.
-
Mektubat-ı Rabbani (16. Mektup)
MEVZUU : Uruc, (yükselme) nüzul (iniş) ve diğer hallerin beyanı..
***
NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu büyük şeyhi Muhammedi Bakibillah'a yazmıştır.
***
Taleb babında en az duranlardan birinin arzuhalidir.
İltifat dolu mektubunuzu, Mevlâna Alâaddin ulaştırdı. Zikredilen mukaddimelerden her birinin keşfi zımnında; vaktin müsaadesi nisbetinde karalama yaptım.
Bu yazılan bilgileri tamamlayacak, daha mükemmel bir şekle getirecek manalar da akla. geldi. Fakat, bu mektubu getirenin hemen yola çıkması; onu yazma iırsatı vermedi. İnşaallah, tez zamanda, onu da emrinize sunacağım.
Şu anda, başka bir risale yolluyorum; bunu temize çekmişim.
Bu risalede, arkadaşlardan bazılarının arzusunu yerine getirdim.
Onlar, benden istemişlerdi ki: Bu tarikatta kendilerin: faydalı olacak nasihatları kendileri için yazayım; onun manaları ile amel edeler. Gerçek şu ki: Görülmemiş güzel bîr risale oldu; bereketi de çok..
Onu yazdıktan sonra malum oldu ki: Resulüllah S.A. efendimiz mana âleminde; ümmetinin, toplu halde çokça meşayihi ile hazır olmuştu. Elinde de bu mübarek risale vardı. Kemal derecesinin keremi icabı onu öpüyor ve mesayihe göstererek şöyle buyuruyordu:
— Lâyık olan odur ki, bunda bulunan itikad işleri tahsil yollu biline..
Bu ilimlerle saadet bulan cemaat ise., nurlu, mümtaz, aziz varlıklar olarak, Resulüllah S.A. efendimizin karşısında duruyorlardı.
Hâsılı: Resulüllah S.A. efendimiz, bu rüyanın yayılması ve açıktan anlatılması için, o mecliste bu Fakir'e emir verdi. Bir mısra:
Keremli zatlarla olan işte neden güçlük olsun.,
***
Huzurunuzdan ayrıldıktan sonra; içimde, irşad makamı için pek bağlılık kalmadı. Sebeb: Daha yükseğe meyil arzusunun varlığı..
İstiyorum ki: Zaviyede bir müddet oturup kalayım. İnsanlar, arslan ve kaplan misali görünmekteler..
Uzlet ve inziva azmi, samimi geliyor; ancak, istihare bu matluba muvafık düşmüyor.
***
Yakınlık derecelerinin sonsuzluğunun da sonsuzluğuna yükselmek; ne kadar bunun sonu yok ise de, müyesser oldu. Fakat, o kadar da kolay olmadı; çünkü haller daima değişmektedir.
— «Zira o, her anda bir başka şandadır.» (55/29) Mealine gelen âyet-i kerime, bu manada açıktır.
Hülâsa: Allah-ü Taâlâ'nın dilediği nisbette beni, cümle meşayihin makamlarından geçirdiler. Bu manada bir şiir şöyledir:
Aldı gülü kerem ehli zatların elleri;
Uzattılar Yüce Zat'a tuttular ileri.
Bu işte, meşayih ruhaniyetinin tavassutunu saymaya kalksam; iş uzar ve bıktırır.
Hâsılı: Cümleten, asıl olan makamlardan geçirildim; tıpkı gölge makamlarını geçişim gibi.. Evvelden de evvel, illetsiz, sonu olmayan bu inayetleri nasıl anlatayım?. Yazılması mümkün olmayan, velayet ve kemalât çeşitleri bana sunuldu.
***
Zilhicce ayında, nüzul (iniş) derecelerinden kalb makamına indim. İşbu makam: Tekmil ve irşad makamıdır. Lâkin, bu makamın tamama ermesi, tekmili için bazı şeyler mutlaka lâzım. Bunları bulmak da nasıl müyesser olur ki?. Bu iş kolay değildir..
Murad olma durumunun varlığı ile, menziller kat edilir. Müridlere Nuh Nebi ömrü verilmiş olsa dahi, kolayım bilemezler. Gerçek o ki, bu husus: Murad olanlara mahsustur; müridlere burada yer yok..
Efrad zatların son yükseldiği makam ise., asıl olan makamın ilkidir; hepsi bu kadar.. Efrad zatların bundan öteye geçmeleri yoktur.
— «Bu Allah'ın fazlıdır; onu dilediğine verir. Ve Allah büyük fazlın sahibidir.» (62/4)
Mealinde gelen âyet-i kerime bu manaya açıktır.
İşte., tekmil ve irşad mertebelerinde durmanın iç yüzü budur..
Bu arada nurun görünmez yokluğu, ancak şu sebebe dayanır: Gayb zulmeti nurunun zuhuru.. Bundan başka bir şeye yorulmaz.
İnsanlar, anlatılanın dışında bazı şeyleri hayalhanelerinde yoğururlar ki, onlara itibar etmek doğru değildir.
Bu manada bir şiir:
Ahmaklar ne anlar büyüklerin hallerinden;
Kısa sözle selâmla, sessiz geç önlerinden.
Anlatıldığı gibi olan zanların, zarar ihtimali çok fazladır. Bu GÖNLÜ KIRIK (İMAM-1 RABBANÎ Hz. kendisini kasd ediyor.) olanın, hallerine karşı; onların hayalât nazarlarını kapama emri yerindedir. Zira o gibi nazarların da, kendilerine göre bakacak yerleri vardır.
Şu dahi bu manada bir başka şiir:
Eriteni ayıplamayın varlığını;
Hak'ta, sakının çekmeyin dargınlığını.
Yüce Sultan Hakkın gayreti üzerine düşünmek lâzımdır. Yüce Hakkın dilediği bir işin noksanlığına kail olup kelâm etmek cidden uygun değildir. Aslında böyle bir şey, o Yüce Zat'la çekişmeye girmektir..
***
Az önce anlatılan kalb makamına nüzul; hakikatta fark (aralıklı) makamına nüzuldür ki, irşad makamıdır.
Bu yerde görülen fark, nefsin ruhtan, ruhun dahi nefisten ayırd edilmesinden ibarettir. Ama, nefsin ruh nuruna girişinden sonra.. Fakat, özünde birlik olan bir mana için.
Anlatılan giriş olmadan evvel; cem ve farktan anlaşılan mana bir sekir halinden ileri gelir.
Yüce Hakkı, halktan ayrı ve açılmış görmeyi sanırlar ki fark makamıdır; bu bir hakikat değildir. Hattâ, anlatılan ruhu da Hak sanırlar. Ayrıca, ruhun nefisten ayırd edilişini, farklı durumunu da. Hakkın müfarakatı sanırlar. Halbuki, Yüce Hakkın imtiyazlı durumu, halkın çok çok ötesinde yüce ve mukaddes bir mana taşır.
Üstte anlatılan kıyas, ekseriyetle sekir erbabının bilgileridir; işin gerçek yüzü onlardan kaybolmuştur.
işin aslı, Sübhan Allah'ın katındadır.
**
Cezbe ve sülük erbabının ilimlerini ve bu iki makamın her birini, tafsilatı ile bir başka risalede yazdım. Mübarek nazarınız ona değerse şeref başedecektir inşaallah.
-
Mektubat-ı Rabbani (17. Mektup)
MEVZUU : Uruc (çıkış), nüzul (iniş) ile ilgili haller hakkındadır.
***
NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu, mükerrem şeyhi Muhammed Bakibülah'a yazmıştır.
***
Hizmet babında en küçük olandan bir arzuhaldir.
Uzun zamandan beri, duraklamada kalan bir Aziz vardı ya; bu mektubu yazdığım gün, bir zuhurat oldu. O: Bu kaldığı makamdan yükseliş kaydetti; yani: Uruca benzeyen bir halle.. Sonra alta indi; ama tam manası ile inemedi.
Bu makamın altında bulunan kimseler dahi, aynı şekilde yükseldiler. İnişe doğru yönelmeye de başladılar. Yani: Bu üst makamın yolu ile..
Bundan sonra, zuhur edecek olan her keyfiyeti arz edeceğiz.
Anlatılan muameleye uğrayan da, halinin açılmasından sonra kir şey yazsa, doğruya daha yakın olur. Çünkü, bu nüzul hadisesini anlatıp yazmak pek zor.
Gül suyu ile gıda alması sebebi ile, bu Fakir'e dahi zaaf geldi. Bütün bunlardan dolayı, bu nüzul isi ile meşgul olamadım; sonunun neye vardığım da, göremedim.
İnşaallah yakında, bazı zuhurat olur..
-
Mektubat-ı Rabbani (18. Mektup)
MEVZUU : a) Telvinden sonra hâsıl olan temkin..
b) Üç velayet mertebesinin beyanı.
c) Vacib Taâlâ'nın vücudu zatından ayrı olduğu ve daha başka hususlar.
***
NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu mükerrem şeyhi Muhammed Bakibillah'a yazmıştır.
***
Kulların en küçüğü kusurlu Abdülahed oğlu Ahmed'in arzuhalidir.
Bu haller varidatı, devam edip geldikçe; onları arz etmek cesaretinde bulunuyoruz.
***
Sübhan olan Yüce Hak yüksek teveccühlerinizin bereketi ile hallerin köleliğinden kurtarıp telvinden halâs ederek temkin makamı ile şerefyab ettikten sonra; işin neticesi olarak hayret ve acizlikten başka bir şey hâsıl olmadı.
Vuslattan yana, ayrılmak ve bölünmek kaldı.
Yakınlıktan yana uzaklıktan gayrı bir şey kalmadı.
Marifetten yana da, nekreden gayrısı artmadı.
İlim olarak, cehaletten gayrısı olmadı.
İşte.. anlatılanlardan Ötürüdür ki: Arzuhallerin takdiminde duraklama vaki oldu. Sırf ayrılık günlerinin hallerini arz etmeye de cesaret edemedim, iş bununla da kalmadı; bende öyle bir soğukluk meydana geldi ki: Hiç bir şeye karşı bende bir meyil kalmadı; keza bir şevk de kalmadı. Tembellik erbabının yolunda olduğu gibi; herhangi bir amelle meşgul olamıyorum.
Bu manada bir şiir şöyledir:
Bir pey değilim, daha noksanı kimdir?
Muattal kalır, o ki bir şey değildir.
***
Neyse., asıl maksada dönelim. Arzedeceğimiz şudur: Acaip bir durum; Sübhan Hak beni şu anda hakkal-yakin makamı ile müşerref eyledi. Orası öyle bir makarn ki; ilim ve ayn orada birbirine perde değil.. Fena ile beka, orada birarada.. Hayret gözünde ve emare yokluğunda ilim ve şuur var. Gaybetin özünde ünsiyet ve huzur var. İlmin ve marifetin varlığına rağmen; cehalet ve nekreden başka artan yok.
Bu manada bir mısra:
Dikkatle bakıp şaşınız, vuslattaki şaşkına..
Allah-ü Taâlâ bana, katıksız olan sonsuz inayeti ile; yakınlık ve kemalât basamaklarında nihayeti olmayan terakkiler nasib etti.
Velayet makamının üstü, şehadet makamıdır. Velayet ile şehadet makamının nisbeti; surî tecelli ile zatî tecellinin nisbeti gibidir. Hattâ, velayetle şehadet arasındaki uzaklık; bu iki tecelli arasındaki uzaklıktan bir misli daha fazladır.
Şehadet makamının üstünde, sıddıkıyet makamı vardır. Bu iki makam arasındaki mesafe, ibare ile anlatılmaktan çok uzaktır; ona işaret edilip belirtilmekten yana da çok çok yüksektir.
Sıddıkıyet makamının üstünde, ancak nübüvvet makamı vardır. Nübüvvet ehli zatlara saiât, selâm ve saygılar... Nübüvvet makamı ile, sıddıkıyet makamı arasında başka bir makamın olduğu yoktur; hatta muhaldir. İşbu hüküm, yani: Muhal olma hükmü, açık vs sağlam kesifle bilinmiştir.
Ehlüllahtan bazılarının isbata çalıştığı, bu iki makam arası vasıtalı olarak bir makam bulup adına:
— Makam-ı kurb (yakınlık makamı).
Dedikleri makama da ulaştım; hakikatına muttali oldum. Ama, nice çok teveccühten ve ağır tazarrudan sonra.. Önce bana. büyüklerden bazısının beyan ettiği durum .zuhur etti; sonradan da, işin hakikati malum oldu.
Evet., bu makamın husulü ancak: Uruc (yükseliş) zamanı sıddıkıyet makamının husulünden sonra olur.. Ne var ki, bunun vasıta oluşu da, teemmül mahalli olup düşündürür. Yani: İki makam arasında vasıta oluşu..
Neyse..
İşin hakikatini bu suretle huzurunuza vardıktan sonra; inşaallah tafsilâtı ile arz edeceğiz..
Bu makam, (yani: Sıddıkıyet makamı) cidden yüksek bir makamdır.. Yükseliş menzillerinde; bunun üstünde bir makam bilinmiyor. Allah-ü Taâlâ'nın vücudunun, zatından ayrı bir mana taşıdığı da bu makamda zahir oluyor. Ehl-i Hak bilginleri katında mukarrer olan da budur. Allah-ü Taâlâ, onların çalışmalarım şükrana lâyık eylesin.
Buradaki bu vücud, yolda kalmaktadır; sonra, yükseliş onun ötesinde devam eder.
Nitekim, üstte anlatılan manayı, Şeyh Ebülmekârim Rükneddin Alâüddevle bazı eserlerinde anlattı.
Bu vücud âleminin üstünde; Melik Vedud zatın âlemi vardır.
Sıddıkıyet makamı, beka makamı olup bu âleme bakar. Nüzul itibarı ile, âleme ondan daha alta dönük olan nübüvvet makamıdır ki: Hakikatta, sıddıkıyet makamından daha yüksektir. Zira, nübüvvet makamı, ayıklık ve beka makamıdır.
İşbu anlatılanlardan anlaşılıyor ki: Kurb makamı için; anlatılan iki makam arasında bir berzahiyet durumu yoktur; çünkü bunun gözü, sırf tenzihe dönüktür; yükselişin de tamamı sayılır. O iki makamla bunun arasında çok fark vardır.
Bu manada bir şiir şöyle gelmiştir:
Tuttular beni aynaya sanki kuşlarıyım; Kavlini ezelî ustamın konuşmalıyım.
***
Şer'î, nazarî, istidlali ilimler, (şeriatın görerek delillerle elde edilen bilgileri): Zarurî ve keşfi olmuştur. Bunlarla şeriat âlimleri usulleri arasında kıl kadar fark yoktur. Ancak, bu ilimler, icmal yolundan tafsile getirilmiş; nazariyattan zaruriyata çıkarılmıştır.
Bu manada, Hace-i Azam Bahaeddin Nakşibend Hz. ne şöyle soruldu:
— Sülükten maksad nedir?.
Allah sırrının kudsiyetini artırsın; söyle anlattı:
— Bundan maksad, icmal yollu olan marifeti tafsile dökmektir; istidlali olanı da keşfe getirmektir.
Bunlardan başka bilgilerin hâsıl olacağını söylemedi.
Evet., bu tarikatta, çok çok ilimler zuhur eder; çok değerli irfan duyguları hâsıl olur. Lâkin, bütün bunları geçmek gerekir.
Bir salik, sıddıkıyet makamı sayılan nihayetler nihayetine ulaşmadıktan sonra; bu hakikat ilimlerinden, yakin haline dayalı marifetlerden yana nasibi olamaz.
Ne olurdu bileydim; bu makamın ilimlerinden, marifetlerinden yana hiç bir nasipleri olmadığı halde, ehlüllahtan kimlerdir ki: Kendileri için bu makamdan nasibe kail olurlar?.. Yolu nedir?. Şu âyet-i kerime bu manada ne kadar güzeldir.
— «Her ilim sahibinden üstün bir bilen vardır.» (12/76)
***
Kaza ve kader meselesinin sırrına da muttali oldum. Bunlarla, Şeriat-ı garranın esasına aykırı olmayan bir yolla bu meseleyi bildim. Şekillerin hiç biri ile, onların arasında aykırılık yoktur. Hem ele, icab noksanlığından ve cebir şaibesinden münezzeh ve beri olarak. İşbu mana zuhurda; mehtaplı gecedeki ayın ondördü gibidir... Asıl şaşılacak durum şu ki: Şeriatın esasına aykırı bir durumu olmadığı halde, bu meselenin gizli tutulmasına sebeb nedir?. Şayet onda, bir aykırılık şaibesi olsaydı; gizli saklı tutma isinde bir bağlantı kurulabilirdi. Belki de bu sır şu âyet-i kerimede saklıdır:
— «Yaptığından sual olunmaz.» (21/23) Bu manada gelen bir şiir şöyledir:
O kimdir söz eder işi hakkında;
Ey sözcü, rıza ve teslim dışında.
***
Maarif ve ilimlerin feyizleri, bahar bulutlarından yağan yağmur gibi feyiz olarak gelmektedir. O şekilde ki: Kuvve-i müdrike, (idrâk akıl gücü,) onu taşımaktan âciz durumdadır. Kuvve-i müdrike, mücerred bir tabirdir. Yoksa, Yüce Sultanın ihsanları, ancak onu taşıyıcılarına yüklenebilir.
***
İlk önceleri, bu duyulmamış ilimleri kitaba yazmak için içimde bir heves vardı; ama buna muvaffak olamadım. Bu hususta, bende bir ağırlık ve zorluk oluyordu. Sonunda, kendi kendimi teselli ettim. Şöyleki:
Bu türlü feyiz yollu gelen ilimlerden gaye meleke husulüdür; onu ezberleyip durmak değildir. Nitekim, ilim talebeleri; ilmi, mevlevi bir melekeye nail olmak için öğrenirler; yoksa sarf, nahiv ve diğer ilimlerin usullerini ezberlemek değildir.
***
Yukarıda işaret edilen ilimlerden bazılarını arz etmek istiyoruz. Önce şu âyet-i kerime ile başlayalım:
— «Onun benzeri gibi yoktur: o, hakkıyla işiten, kemaliyle görendir.» (42/11)
Bu mübarek cümlenin başı; zahir olan mana gibi, sırf tenzihin isbatıdır.
— «Hakkiyle işiten, kemaliyle görendir.» (42/11) Bölümü ise, tercihi tam ve tekmil etmektedir. Bunların daha açık beyanı şöyledir:
Yaratılmışlar için işitme ve görme durumunun sübutu; toplu manada olsa dahi, bir benzeyişin sabitliği dolayısı ile vehim yollu vardır. İste, Allah-ü Taâlâ bu vehmin defi için, görmeyi ve işitmeyi onlardan nefyetmektedir. Kısaca şu mana anlatılmak istenir: Hakkiyle işiten, kemaliyle gören o Yüce Allah'tır.
Bu mana yanlış anlaşılmasın; biraz daha açılalım:
Mahluklarda, göz ve kulak mevcuttur; ama bunların, gerçek manası ile görmekte ve işitmekte bir dahli yoktur. Sübhan olan Yüce Hak, kulağı ve gözü yarattığı gibi; görmeyi ve işitmeyi de yaratmıştır. Hem de, âdet olduğu yoldan, sözü edilen iki sıfatı yarattıktan sonra.. Bunda mahlûk sıfatların hiç bir tesiri yoktur. Bu arada bir tesir sözü edecek olsak dahi; ondaki bu tesir dahi mahluktur. O mahlukların kendileri sırf cemad nev'inden olduğu gibi; aynı şekilde sıfatları cemad nev'inden sayılır.
Üstte anlatılan manaya bir misalle yol verelim:
Allah-ü Taâlâ Kadir sıfatı ile, sırf kudreti icabı taşta bir konuşma yarattığı zaman:
— Hakikaten taş konuştu.. Onda konuşma vasfı vardır.
Denemez.
Hülâsa olarak, mana bu merkezdedir. Taş cemad (cansız) sayılır; anlatılan sıfatın onda varlığı farz edilse dahi, o da kendi gibi cansız cemaddır. Onun, asla harf ve ses çıkarmakta bir dahli yoktur. . İşte, bütün sıfatlar, üstte anlatılan kabilden olup öyle kıyaslanabilir.
Bu babda asıl anlatılmak istenen gaye şudur: Bu iki sıfat; diğerlerine nazaran, daha fazla zuhur etmekte olduğundan, Allah-ü Taâlâ, onların nefyi için bir özellik yarattı. Kalanların nefyi, bunlara kıyasla daha uygundur.
Şu da ilim üzerine bir ilmî görüş..
Sübhan olan Yüce Allah, mahlukta önce ilim sıfatını yarattı; sonra onun maluma teveccühünü yarattı. Daha sonra o sıfatın, bu mahlukla ilgisini yarattı. Daha sonra bu malumun ona inkişafını yarattı. İlim sıfatını yaratmasının akabinde dahi mahlukta inkişafı yarattı.
İşbu yaratma durumu, ilâhî âdetin cereyan tarzına göre olup gitti. İşte, bundan da bilinmiş oldu ki: Anlatılan inkişafta, ilmin bir. dahli yoktur.
Şimdi, üstte anlatılan mana yolundan; daha önce anlatılan işitme ve görme sıfatlarını tekrar ele alalım. Şöyleki:
Allah-ü Taâlâ, mahlukta önce işitme sıfatını yarattı. Sonra duymayı ve işitilen şeye teveccühü yarattı. Sonra, işitmenin kendisini yarattı. Daha sonra, işitilen şeyin idrâkini yarattı.
Görme durumu da aynı. Önce görme sıfatını yarattı. Sonra, göz bebeğinin Dönüşünü ve görülecek şeye teveccühünü yarattı. Daha sonra görülen şeyin idrakini yarattı.
Anlatılan kıyas, sair sıfatlarda dahi caridir.
Tam manası ile işiten, gören o kimsedir ki: İşitmesinin ve görmesinin başında; anlatılan iki sıfat bütünüyle kendisinde buluna.. Bir kimse böyle değilse., o: Hakkıyle işiten, kemaliyle gören olamaz.
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki: Mahlukların sıfatları ,da, kedileri gibi, cemadat nev'indendir.
Bu manada son kelâm şudur:
— Allah-ü Taâlâ, yaratılmışlardan, başlıca, bu sıfatları nefyetti; artık onlar için kendilerine has olan bir sıfat yoktur. Bu sıfatlar, Sübhan Allah'ın zatı için sabit olmuştur ki; tenzihle teşbih beyni birleştirile.. Hattâ, mevzuumuz olan âyet-i kerimenin tamamı; tenzihin isbatı, başlıca benzeyişin nefyi içindir.
Birinci manada anlatılan bilgi.. Yani: Bu mahluklardaki sıfatların Sübhan Hakka ait oluşunu, onların kendilerini sırf cemadat çeşidinden sayıp anlatılan sıfatların onlardaki zuhurunu görmek için şu misal yerindedir: Oluk, testi ve bunlardan zuhur eden su.. Sıfatların onlardaki zuhurunu, mahlukta anlatıları misaldeki gibi görmek, velayet makamına yakışan ilimler meyanında sayılır.
İkinci manada anlatılan bilgiye gelince.. Yani: Bu mahlûklardaki sıfatların, Sübhan Hakka ait olduğunu vicdanen görmek, bilmek.. Cemadatta görüldüğü gibi.. O rnahlukları dahi, ölüler misali şuursuz itikad etmek.. Nitekim, bu manada, Allah-ü Taâlâ şöyle buyurdu:
— «Sen meyitsin; onlar dahi meyitlerdir.» (39/30)
İşbu manada anlatılan ilim, şehadet makamına yakışan bir ilimdir.
Bu misalle, aynı zamanda; iki makam arasındaki fark dahi anlaşılmış oldu.
Az şey, çoğa delil olduğu gibi; damla su, bolluğa delildir. Bu manada bir şiir şöyledir:
Senenin bolluğu bahardan bellidir.
Nitekim, bu yüksek makama çıkanlar; mahlukattaki fiilleri, ölü ve cemadattaki gibi görmektedirler. Hal böyle iken, o mahlukların fiillerini Sübhan Hakka bağlamazlar.
— Bu fiillerin faili Allah'tır.
Demezler. Alah-ü Taâlâ, böyle bir bağlantı kurulmaktan yana pek yücedir. Bu manayı, aşağıdaki misallerle biraz daha açalım.. Şöyleki:
Bir şahıs, bir taşı hareket ettirdiği zaman, hiç bir şekilde:
— Bu şahıs hareket etti.
Denmez.. O şahıs, ancak hareketi meydana getirdi. Asıl hareket eden ancak taştır.
Aynı şekilde, o taş cansız cemadat cinsinden olduğu gibi, onda görülen hareket dahi öyledir. Yani: Sırf cansız cemadat çeşidi bir»
hareket.. Bu mana icabı olarak; anlatılan hareket icabı bir şahsın öldüğünü farz edelim; hiç bir şekilde:
— Onu taş öldürdü. Denmez. Şöyle denir:
— Taşı atan şahıs öldürdü..
Şeriat âlimlerinin kavli, bu ikinci manada anlatılan ilme uygundur. Allah-ü Taâlâ, onların çalışmalarını şükrana lâyık eylesin. Onlar, şöyle derler:
— Kullarda görülen yapılmış işler, aslında Sübhan Hakkın yarattığı san'atıdır. Dilemek ve seçmek sureti ile işlerin onlardan çıkmasına rağmen durum budur. Fiillerin masnuiyetinde (işlerin yapılmasında) onların bir dahli yoktur.
Onların işleri, yapılan amelin meydana gelişine göre olan tesir dışında; belli karışık bazı hareketlerden ibarettir.
Burada şöyle bir soru sorulabilir:
— Durum anlatıldığı gibi olunca, onların fiillerine sevap ve ikap akla yakın bir say olmaz. Zira onların durumu, taşa verilen bir emir gibidir. Taşın fiiline yapılacak zem ve medih gibi olur.
Bu suale vereceğim cevap şudur:
— Taşla mükellef kişiler arasında fark vardır. Teklifin yeri, güç ve iradenin bulunduğu yerdir. Taşta ise ne irade vardır; ne güç. Halbuki mükelleflerde irade vardır. Lâkin, onların bu iradeleri de, Sübhan Hak tarafından yaratıldığından; muradın husulü babında bir tesiri yoktur. Dolayısı ile, işbu irade meyyit gibidir.
Hülâsa: Murad olan dahi, ilâhî âdetin cereyan tarzına göre; tahakkuk ettikten sonra mahluktur, (Yaratılmıştır.)
Her nekadar, mahlukun kudretinin müessir olduğu söylenirse de, isterse umumî manada olsun; kaldı ki: Maveraünnehir âlimleri de bu yola gitmişlerdir, işbu tesir dahi kudrette mahluktur. Tıpkı kudret kendi zatında mahluk olduğu gibi.. Çünkü onun tesiri zımnında asla mahlukun bir seçme hakkı yoktur. Bunun için, o kudretin tesiri dahi cemadat mesabesindedir.
Bu mevzuu, şöyle bir misalle kapatalım:
Bir şahıs, birinin tahriki sonu; yukarıdan aşağı bir taşın indiğini ve bir hayvanı (canlıyı) öldürdüğünü gördüğü zaman inancı şudur: Bu taş cemad nev'indendir; keza o taşı harekete getiren fiil dahi cemaddır. Şuna da inanır: Bu fiilin neticesi olan ölüm dahi cemaddır.
Hülâsa: (Mahlukata ait) zatlar, sıfatlar, fiiller sırf cemadattır; sırf ölüdürler..
— «Hayy Kayum.» (2/255)
Ayet-i kerimesinde anlatılan sıfatın sahib-i hakikîsi Allah'tır.
— «Hakkıyle işiten; kemaliyle görendir.» (42/11)
Mealine gelen âyet-i kerimesi ile anlatılan, yine odur..
— «Tanı manasi ile bilen, gerçekten haberdar olandır.» (66/3) Mealindeki âyet-i kerime ile anlatılan yine odur.
— «İrade buyurduğunu yapandır.» (85/16)
Mealindeki âyet-i berime ile beyan edilen Yüce Zat yine odur. Ve şii mealdeki mübarek âyet, onun şanında nekadar güzeldir:
— «Anlat, söyle: Rabbımın kelimeleri için denizler mürekkeb olsa, Rabbımın kelimeleri bitmeden denizler tükenir; isterse bir misli daha yardıma gelsin..» (18/109)
*** Edep dışı saydığım işler arttı; sözü uzatmam haddi aştı.
Ne yapabilirim ki? Kelâmın güzelliği, mutlak Cemil zattan geliyor. Beni öyle bir yere ulaştırdı ki, orada: Söz uzadıkça güzelleştiği sanılıyor. Her ne mikdar ondan anlatılsa; lezzet ve halâvette en üst dereceye varılıyor. Bununla beraber, kendimi o Yüce Zat'tan konuşmaya münasip görmüyorum: Hattâ, ismini dahi söylemeye cesaret edemiyorum. Bu manada bir şiir var:
Misk, gülsuyuyla yusam ağzımı bin kere;
Yine de ehil olamam hiç onu zikre..
Bir başka manada şiir:
İnsana yakışan odur ki, zaman haddini unutturmaya..
***
Bu arada, asıl dilek şudur: Bol teveccüh ve inayet..
Yaramaz hallerimi nasıl arz edeyim?. Kendimde her ne gibi iyi bir hal bulsam; o, anlattığım üstün teveccühün bir başlangıcıdır. Yoksa:
Ben yine o Ahmed'im, hiç değişmedim..
***
Meyan Şah Hüseyin'e tevhid yolu zuhur etti; şu anda onunla hazza dalmış durumda.. Hatıra, onu oradan çıkarmak geliyor ki; hayrete ulaşsın; asıl gaye de. budur.
Muhammed Sadık, kendini zapt edemiyor; bunu küçüklüğüne vermek gerek. Seferde arkadaş olsa; çok terakkiye nail olur. Dağa çıkarken, arkadaştı; çok terakkiye nail oldu. Hayret ummanından kana kana içti. Hayret babında, bu Fakir'le onun tam bir münasebeti var.
Şeyh Nur dahi aynı şekilde bu makamdadır. Çok terakki etti. Bu Fakir'in yakınlarından bir genç var; hoş halli cidden. Berk? tecelliye yakındır; galiba ona karşı istidadı da var.
-
Mektubat-ı Rabbani (19. Mektup)
MEVZUU : İhtilaç sahiplerinden bazılarının işlerini ısmarlamaya dair.
***
NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu mükerrem şeyhi Muhammed Bakibillah'a yazmıştır.
***
Hizmette olanların en küçüğünden bir arzuhaldir.
Bir şahıs askerden geldi. Şöyle anlattı:
Dehlî ve Serhend dervişlerine, sonbahar faslı için toplanan meblağ; vazifeliler tarafından alınmış yüce dergâhınızda devamlı kalanlar için gönderilmiştir. Bunun, iyi bir tahkikten sonra, hakkı olanlara ulaştırılması arzu. edilmektedir.
Anlatılan durum dolayısı ile, bu mektubu yazmak cesaretinde bulundum.
Eğer bu haber doğru ise.. Bu arzuhali getiren kimseye; aşağıda yazılı mikdar, ismi belirtilen şahıslara verilmek üzere havale edilmelidir:
Şeyh Hafız Ebülhasan'a bin dirhem.. Bu zat, ilim ehlidlir.
Şeyh Hafız Şalı Muhammed'e bin dirhem. Bu zat, Şeyh Nevvab'ın vekil kıldığı kimselerdendir.
Anlatılan şahıslardan her ikisi de hayatta ve hizmette devamlıdırlar; kendilerinde, hiç bir şüpheli durum yoktur.
Her ikisi de, Serhend'de olup mutemed vekillerini göndermişlerdir.
-
Mektubat-ı Rabbani (20. Mektup)
MEVZUU : ihtiyaç sahiplerinden bazılarının işlerine dairdir.
***
NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu muazzam şeyhi Muhammed Bakibillah'a yazmıştır.
***
Hizmet babında olanların en küçüğünden bir arzuhaldir. Yüce dergâhta bulunanların vakitlerini boşa giderme işi bizden defalarca sudur etti. Bu durum, şunların işleri için oluyordu: Habibüllah Serhendî'nin anası, nikâhlı kadını, bu mektubun zımnında yazılan diğer hizmetçiler..
Bunların işlerine dair meblâğ, Dehlî'de ise.. Mevlâna Ali'ye emir buyurunuz, onu kendilerine teslim etsin.
Bunlardan bazısı bu iş için, birini gönderdi; bazıları da kendi geldi. Şayet, onlara ödenecek meblâğ Dehlî'de değilse; kendileri hayattadırlar; hisselerinin sağlanmasını taleb ediyorlar. Bunun dışında bir şey yazmak, fazladan açılmak olur.
-
Mektubat-ı Rabbani (21. Mektup)
MEVZUU : a) Velâyet-i Muhammediye başta olmak üzere, velayet dereceleri. O velayet sahibine salât-ü selâm ve saygılar.
b) Nakşibendî tarikatının medhi, sair tarikatlara nazaran üstünlük nisbeti. Allah-ü Taâlâ, bu yol ehlinin sırlarının kudsiyetini artırsın.
***
NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu Hacı Musa'1 - kari'nin oğlu Muhammed Mekkî'ye yazmıştır.
***
Latif mektup, zaif nahif kula ulaştı.
Allah-ü Taâlâ, ecrinizi artırsın; işlerinizi kolay kılsın, özrünüzü kabul buyursun. Zeyğ-ı basardan mütahhar (gözün maddeye kaymasından) yana temiz olan Beşerin Efendisi hürmetine..
Ona ve onun âline salâtların en faziletlisi, selâmların en kemallisi olsun.
***
Ey kardeşlerim,
Bilmiş olunuz; ehlüllah katında:
— Fena.
Olarak anlatılan, ölümden evvelki ölüm gerçekleşmedikçe, mukaddes zata ulaşmak kolay olmaz. Hattâ, havaî enfüsî ilâhlara, (görünmeyen putlara) afakî sayılan batıl mabudlara ibadetten necat dahi mümkün olmaz. Keza, İslâm'ın hakikatına enlemeyeceği gibi; imanın kemale ermesi dahi kolay olmaz. Nerede kaldı ki: Tanı abid kullar zümresine girilsin; evtad zatlar derecesine erilsin.
Durum anlatıldığı gibi olmasına rağmen; bu fena hali, velayet mertebelerine atılan ilk adımdır ve işin başında hâsıl olan bir kemal derecesidir.
Anlatılan mana açısından bakılıp velayetin evveline göre âhiri; ilk derecesine göre de son derecesi kıyas edile..
Bu manada şu şiir ne kadar güzeldir:
Gör gül bahçemi, anla baharımı.. Şu da bir başka şiir:
Bolluğu senenin, bellidir baharından..
***
Velayet makamlarının birbirinden üstün dereceleri vardır. Şundan belli olmuştur ki: Her peygamber basamağında, kendisine has bir velayet makamı vardır.
Velayet derecelerinin en yüksek basamağındaysa.. Resulüllah S.A. efendimizin kademi vardır. Ona ve kardeşlerine salâvatın en tamamı saygıların en uğurlusu..
Bir tecelli-i zatî var ki orada: İsimler, sıfatlar, şüun ve itibarlar için; ne icab yönü ile ne de selb yönü ile itibar vardır. İşte orası: Resulüllah S.A. efendimizin velayetine mahsustur. İtibara ve vücuda bağlı itibar perdelerinin cümlesi, ilim ve ayn olarak açılması ancak, bu makamda tahakkuk eder.
İşte, anlatılan zamandadır ki, vuslat açıktan hâsıl olur; gerçek olarak vecd hali tahakkuk eder; ama bir zan olarak değil..
Resulüllah S.A. efendimize tabi olan kâmil zatlara; bu pek değerli makamdan nasib vardır. Ona salât ve selâm.
Üstte anlatılan mana icabı olarak, Resulüllah S.A. efendimize tabi olmanız gerekir; şayet: Bu büyük velayet makamını elde etmek, bu yüksek dereceyi tekmil için yönelmiş iseniz, size de oradan nasib gelir.
***
Pek çok mefayih katında, üstte anlatılan zatî tecelli, BERKİ sayılır; Allah onlara rahmeti ile muamele eylesin.
— BERKİ.
Demenin manası şudur: Şam büyük Yüce Hazret'e karsı perdeler, şimşek misali az bir zarnan içinde açılır.. Bundan sonra, isimlerin ve sıfatların perdeleri gelir; Yüce Zat'ın nurlarını gizler.
İşbu mana icabıdır ki: Zati olan huzur, şimşek gibi çakıp geçer; ama gaybet-i zatiye (zata bağlı gizlilik veya özde kaybolmak) cidden çok kalır.
Nakşibendiye meşayihi katında bu zatî huzur, daima vardır. Onlara göre: Geçip giden, gaybete tebdil olan huzura itibar yoktur. Allah-ü Taâlâ, onların sırlarının kudsiyetini artırsın.
Anlatılan büyük zatların kemal derecesi; bütün kemal derecelerinin üstündedir; nisbetimiz dahi, bütün nisbetlerin üstündedir. Nitekim, onların ibarelerinde şöyle gelmiştir:
— Bizim nisbetimiz, bütün nisbetlerin üstündedir.
Bu cümlede gecen:
— Nisbet.
Tabirinden murad, daimî zatî huzurdur,
***
Yukarıda anlatılandan daha hayret verici bir durum şudur: Bu büyük zatların tarikatında; nihayet, bidayet içindedir. Bu manada, Resulüllâhın ashab yolunu izlerler.. Allah-ü Taâlâ ona salât ve selâm eylesin. Şöyleki: Resulüllah'ın S.A. ashabı, onunla yaptıkları ilk sohbette, işin sonunda erileceğe hemen ermişlerdir. İşbu mana, sonun ilke ağdırılmış olmasının manasıdır.
Resulüllah S.A. efendimizin velayet makamı; cümle nebilerin ve resullerin makamlarından üstün olduğu gibi, anlatılan büyüklerin velayet makamları, cümle velîlerin makamından üstündür. Allah-ü Taâlâ, onların sırlarının kudsiyetini artırsın.
Nasıl anlatıldığı gibi olmasın ki; bunların velayetleri: Sıddık-ı Ekber'e r.a. dayanmaktadır.
Evet., bu büyük meşayihin bazı fertlerine, bu bağlılıktan bir nisbet ulaşır; ne var ki o: Sıddık-ı Ekber'den gelen bir nasibdir. Allah ondan razı olsun.
Nitekim, anlatılan mananın devamı olarak, şu haberi Ebu Said verdi:
— Hazret-i Sıddık-ı Ekber'in r.a. cübbesi bana ulaştı. Bu cübbenin, adı geçen Ebu Said'e ulaşma haberi, Nefehat sahibi tarafından nakledilmiştir.
**
Bu Tarikat-ı Aliyye-i Nakşibendiye'ye has bazı kemalâtları açıklamaktan maksad: Talipleri bu yola teşviktir. Ne var ki, onun kemalâtını tam manası ile anlatmak bana göre değil.. Mevlevi —Mevlâna Celâleddin-i Rumî— Mesnevî'de şöyle dedi:
Boşa gider onun şerhi cahillere; Aşk gizlilik ister, düşmesin dillere..
Onları anlattım ki rağbet edile; Yitirilip, dalınmaya hüzünlere..
Selâm size ve tüm hidayete tabi olanlara..
-
Mektubat-ı Rabbani (22. Mektup)
Bu mektûb, Lâhor müftîsi şeyh Muhammedin oğlu şeyh Abdülmecîde yazılmışdır.
Rûhun nefse niçin bağlanmış olduğu ve bunların yükselmelerini ve inmelerini ve cesedin ve rûhun Fenâ ve Bekâlarını ve Da'vet makâmını bildirmekdedir:
Nûr ile zulmeti birlikde bulunduran Allahü teâlâ, her dürlü aybdan, kusûrdan uzakdır. Mekânsız, cihetsiz olan rûhu, cihetli olan, maddeden yapılmış olan bedene yaklaşdıran, Rabbimizi tesbîh ederiz. Zulmetli olan bedeni, nûrlu olan rûha sevdirdi. Nûr zulmete âşık oldu. Çok severek, onun ile birleşdi. Bu bağlantı ile, nûrun cilâsı artdı. Ona yakınlaşmakla, parlaklığı çoğaldı. Nûrun bu hâli, ayna yapılacak cama benzemekdedir. Cama parlaklık vermek için ve cismleri gösterebilmek kuvvetini kazanması için, önce toprak maddeleri ile sıvanır. Karanlık, katı toprak maddeleri ile sıvanan camın parlaklığı artar. Kıymetsiz, çamur gibi madde ile sıvanan camın kıymeti çoğalır. Parlak olan nûr, karanlık cesede bağlanınca, önceden Allahü teâlâya olan yakınlığını unutdu. Hattâ, kendi varlığını ve özelliklerini unutdu. Karanlık bedene olan sevgisine dalarak ve yalnız bir görünüş olan o heykele bağlanarak kendini unutdu. Onunla bir arada kalınca, kıymetini gayb etdi. Kötüleşdi. Bu dalgınlık çukurundan kendini kurtaramazsa, ona yazıklar olsun! Onun bedenle birleşmesi, yükselmesi için idi. Buna kavuşamazsa, yükselmeğe uygun olan yaratılışını bozarsa, yolundan saparsa, ona yazıklar olsun! Allahü teâlâ ona ezelde merhamet etdiyse, onu lutfüne, inâyetine kavuşdurdu ise, başını kaldırır, elinden kaçmış olan ni'metleri hâtırlar, eski hâline döner.
Arabî beyt tercemesi:
Hep seni düşünürüm, haccım ve ömrem sanadır.
Herkes taş toprak düşünür, kalbim senden yanadır.
Nûr bedenden yüz çevirip, mukaddes olan sevgilinin şühûduna dalarsa, ona bağlanırsa, karanlık bedeni de, o mukaddes makâma sürükler. Buraya olan sevgisi, karanlık bedene olan bağlılığını unutduracak kadar çoğalırsa, beden de onun nûrları ile aydınlanır. Nûrların müşâhedesinde kendini unutur.
Matlûbun huzûruna perdesiz olarak kavuşur. İnsan, şimdi hem cesedin, hem rûhun fenâsına kavuşmakla şereflenir. Bu fenâdan sonra, bu şühûd ile bekâ hâsıl olursa, fenâ ve bekâ temâmlanmış olur. Velî ismini almak hakkı olur. Vilâyet derecesine kavuşunca, iki şeyden biri olur: Yâ, tam şühûda dalar, kendini hep unutur. Yâhud, insanları Hak teâlâya çağırmak için geri döner. Geri döndükden sonra, bâtını Allahü teâlâ ile, zâhiri insanlar ile olur. Bu zemân nûr, kendisine karışmış olan zulmetden kurtulur. Matlûbuna, ya'nî Hak teâlâya döner. (Eshâb-ı yemîn)den olur. Kendisinin sağı solu yok ise de, hâli sağ olmağa uygundur. Çünki hayrları kendinde toplamışdır, kemâle kavuşmuşdur. Bu ikisi de sağda bulunur. Sağ mubârekdir. (Allahü teâlâ hakkında da, iki eli, mubârek olan sağ tarafdadır) buyurulmuş olması da bunun gibidir. (İki eli demek, Onun râzı olduğu, beğendiği şey demekdir). Mekânsız nûr ve bâtın dediğimiz rûhdur. Ciheti olan karanlık ve zâhir ise, nefs demekdir.
Süâl: Birinci kısımdan olan, ya'nî geriye dönmeyen Evliyâ da, âlemi biliyor, insanlarla birlikde yaşıyor. Bunların hep Allahü teâlâya bağlı olmaları ve kendilerini unutmaları ne demekdir? İnsanları Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşdurmak için geri dönen Evliyâ ile bunların arasında ne fark vardır?
Cevâb: Kendilerini unutmak ve hep Allahü teâlâya bağlı kalmak demek, nefs rûhun nûrları arasına girdikden sonra, rûh ile nefsin birlikde, Allahü teâlâya teveccüh etmesi demekdir. Böyle olduğu yukarıda bildirilmişdir. Mahlûkları bilmek ise, his organları ve kuvvetleri ile ve hareket organları ile olur. Bu organlar, nefsin tafsîlidir. Nefsin arzûları ile işlemekdedir. Hulâsa olan, kuvet merkezi olan nefs, rûhun nûrları altında Allahü teâlâyı müşâhede etmekdedir. Bunun tafsîli, açıkda olan kısmları, eski şü'ûru ile hareket etmekdedir.
Hulâsanın yok hâle gelmesi ile, onların hareketinde gevşeklik hâsıl olmuyor. Bu âleme rücû' etmiş olan Evliyâ 'rahmetullahi aleyhim ecma'în' böyle değildir. Bunların nefsi, mutmeinne oldukdan sonra, rûhun nûrları altından çıkıyor. Mahlûklar âlemine bağlanıyor. Bu bağlılıkla, insanları Allahü teâlânın rızâsına çağırıyor.
Nefs hulâsadır, toplulukdur dedik. His organları ve hareket organları ve kuvvetleri, nefsin tafsîlidir, açıkda bulunan parçalardır dedik. Çünki nefsin etden olan kalbe ya'nî yüreğe bağlılığı vardır. Yüreğin de, (Hakîkat-i câmi'a-i kalbiyye), ya'nî kısaca kalb veyâ gönül denilen latîfeye bağlılığı vardır. Yürek, gönüle olan bu bağlılığı sebebi ile, rûha da bağlanmış olur. Rûhdan gelen feyzler, bu bağlılıklar vâsıtası ile nefse gelir. Sonra nefsden organlara ve kuvvetlere yayılır. Bunlar nefsde hulâsa olarak mevcûddur. Bu anlaşılınca, Evliyânın iki kısmının başka oldukları anlaşılmış olur. Birincileri, sekr sâhibleridir, ya'nî şü'ûrsuzdurlar. İkincileri sahv sâhibleridir. Ya'nî şü'ûrludurlar. Birincileri dahâ şerefli, ikincileri ise, dahâ üstündür. Birincilerin hâli Evliyâlığa uygundur. İkincilerin hâli Peygamberliğe uygundur.
Allahü teâlâ, bizleri Evliyânın kerâmetlerine kavuşmakla şereflendirsin ve Enbiyâya 'salevâtüllahi teâlâ ve selâmühü alâ nebiyyinâ ve aleyhim ve alâ cemî'i melâiketil mukarrebin vel'ibâdissâlihîn ilâ yevmiddîn' tam uymakla yükseltsin!
Bu satırları yazan düâcınızın, arabîsi, fârisîsinden dahâ güzel değil ise de, şerefli mektûbunuz arabî kelimelerle yazılmış olduğundan, mektûbumuzu da, sizin gibi yazdık. Sözümüz burada temâm oldu. Hepinize selâm olsun!
-
Mektubat-ı Rabbani(23. Mektup)
Bu mektûb, Hân-ı Hânân ismi ile meşhûr Abdürrahîme 'rahmetullahi teâlâ aleyh' arabî olarak yazılmış olup,
Dîni, câhillerden öğrenmeği men' etmekde ve soy adı seçmekden bahs etmekdedir:
Allahü teâlâ hepimizi lâfdan kurtarıp, iş yapmak nasîb buyursun. İnsanların en iyisi ve hepsinin Peygamberinin 'sallallahü aleyhi ve sellem' hâtırı için, amelsiz ilmden, işe yaramıyan bilgilerden korusun!
Arabî mısra' tercemesi:
Bir kimse ki, bu düâya âmîn diye,
Hak teâlâ, o kula rahmet eyleye!
Ey, yüksek yaratılışlı kardeşim! Allahü teâlâ, sizin yaratılışınızda bulunan kemâlâtın meydâna çıkmasını ihsân eylesin! Bu dünyâ âhıretin tarlasıdır. Burada tohum ekmeyip, yaratılışda bulunan, toprak gibi yetişdirici kuvvetini işletmeyenlere, bundan fâidelenmeyenlere ve amel, ibâdet tohumlarını elden kaçıranlara yazıklar olsun! Toprak gibi yetişdirici kuvveti işletmemek, oraya birşey ekmemekle veyâ zararlı, zehrli tohum ekmekle olur. Bu ikincisinin zararı, bozukluğu, birincisinden kat kat dahâ çokdur. Zehirli bozuk tohum ekmek, dîni, din derslerini, dinden haberi olmayanlardan öğrenmek ve din düşmanlarının kitâblarından okumakdır. Çünki, din câhilleri, nefsine uyar, keyfi peşinde koşar. Dîni, işine geldiği gibi söyler.
Karşısındakinin de nefsini azdırır ve kalbini karartır. Çünki, din câhilleri, din dersi verirken, islâmiyyete uygun olmıyanı uygun olandan ayıramaz. Gençlere neleri ve nasıl anlatmak lâzım geldiğini bilemez. Kendi gibi, talebesini de câhil yetişdirir. Birçok şeyler okuyup ezberlemekle, insan din adamı olamaz ve din bilgisi veremez.
Bir din âlimi, gençlere din öğreteceği zemân, bunlara önce, dinsizler, islâm düşmanları tarafından şırınga edilen, yanlış propagandaları, iftirâları anlayıp, anlatıp, onların temiz ve körpe kafalarını bu zehrlerden temizler. Zehirlenen rûhlarını tedâvî eder. Sonra, yaşlarına, anlayışlarına göre, islâmiyyeti ve meziyyetlerini, fâidelerini, emrlerindeki ve men'lerindeki hikmetleri, incelikleri ve insanlığı se'âdete ulaşdırdığını, onlara yerleşdirir. Böylece gençlerin rûh bağçelerinde derdlere devâ, rûhlara gıdâ olan nefis çiçekler yetişir. Böyle bir din âlimini ele geçirmek, en büyük kazancdır. Onun bakışları, rûhlara işler. Sözleri, kalblere te'sîr eder. Dîn-i islâmı, hâzır lokum gibi yutmak, susuz kalmış iken, soğuk şerbet içip ciğerlerine kadar serinliyebilmek, ancak böyle bir Allah adamının sunması ile mümkindir. Allahü teâlâ, hepimizi Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın doğru yolundan ayırmasın! Âmîn. Çünki, insanları dünyâ ve âhıret râhatına kavuşduran, ancak bu yoldur. Şu fârisî beyt ne güzel söylenmişdir.
Beytin tercemesi:
Arabistândan doğan, Muhammed 'aleyhisselâm'
İki cihânda, üstün Odur, hemân!
Kara toprak altında kalsın, her an,
Onun kapısında, toprak olmıyan!
Peygamberlerin 'alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât' en yükseğine, en üstününe bizden selâmlar olsun!
Ne kadar şaşılacak şeydir ki, kıymetli teveccühünüze kavuşmakla şereflenen şâ'irlerden birinin, bir kâfir ismini soyadı aldığını işitdim. Hem de, kendisi seyyidlerden, sevmemiz lâzım gelen büyüklerden biridir. Keşki bunu duymasaydım. Bu alçak ismi acabâ niçin aldı? Bir dürlü anlıyamıyorum. Böyle isimleri almakdan, korkunç arslanlardan kaçmakdan, dahâ çok kaçmak lâzımdır. Böyle ismleri, her çirkinden dahâ çirkin görmek lâzımdır. Çünki, bu isimler ve onların sâhibleri, Allahü teâlânın düşmanlarıdır. Onun Peygamberinin 'sallallahü aleyhi ve sellem' düşmanlarıdır. Müslimânların, kâfirleri düşman bilmesi emr olunmuşdur. Bu gibi pis isimleri, evlâdına koymamaları, her müslimâna vâcibdir. Benim tarafımdan ona söyleyiniz! Bu ismi değişdirsin! Onun yerine, ondan hayrlı ve müslimâna yakışan birism koysun. Müslimân olana, müslimân ismini koyması yakışır. Allahü teâlânın sevdiği ve Onun Peygamberinin 'sallallahü aleyhive sellem' beğendiği, islâm dîninde bulunmakla şereflenmiş bir kimsenin hâline uygun da, ancak budur.
Tirmüzî ve İbni Mâce 'rahmetullahi aleyhimâ' bildiriyor: Abdüllah bin Ömer 'radıyallahü anhümâ' buyurdu ki, (Hazret-i Ömerin bir kızının adı Âsıye ya'nî isyân edici idi. Resûlullah 'sallallahü aleyhi ve sellem', onu değişdirdi. Cemîle yapdı). Bunlar gibi, dahâ birçok insan, yer ve sokak ismini değişdirerek, müslimâna yakışan ismler takdığını Ebû Dâvüd bildirmekdedir. Hadîs-i şerîfde, (Kötü zan altında kalınacak yerlerden kaçınız!) emr olundu. Dinsizlik alâmeti olan ve bu zannı uyandıran ismleri koymakdan, kaçınmak, her müslimânın vazîfesidir. Bekara sûresi, ikiyüzyirmibirinci âyetinde meâlen, (Mü'min olan bir köle, kâfir olan bir beğden, dahâ kıymetlidir!) buyuruldu.
Muhammed aleyhisselâmın yolunda gidenlere, Allahü teâlâ, selâmet versin! Âmîn.
Mâlu mülke olma mağrûr, deme var mı ben gibi!
Bir muhâlif yel eser, savurur harman gibi.
-
Mektubat-ı Rabbani(24. Mektup)
Bu mektûb, Kılınc Hâna yazılmışdır.
Sofînin kâin ve bâin olduğu ve kalbin birden fazla şeye bağlanmıyacağı ve muhabbet-i zâtiyye hâsıl olunca sevgiliden gelen elemlerle ni'metlerin müsâvî olduğu ve mukarreblerle ebrârın ibâdetleri arasındaki başkalığı ve kendini yok bilen Evliyâ ile insanları da'vet için geri dönmüş olan Evliyânın başkalıkları bildirilmekdedir:
Allahü teâlâ, Peygamberlerin en üstünü hurmetine 'aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât' size selâmet ve âfiyet versin! Hadîs- şerîfde, (Kişi, sevdiği ile birlikde olur) buyuruldu.
Kalbinde, Allahdan başka hiçbirşeyin sevgisi kalmayan ve ancak Onu 'teâlâ ve tekaddese' dileyen kimselere 'rahmetullahi teâla aleyhim ecma'în' müjdeler olsun. Bu hadîs-i şerîfe göre, bu kimse, Allahü teâlâ ile berâber olur. Görünüşde insanlar ile birlikde ve onlarla alış verişde ise de, hakîkatde Allahü teâlâ iledir. Kâin ve bâin olan sofînin hâli böyledir. Bu sofî, Allahü teâlâ ile (Kâin)dir. Ya'nî Allahü teâlâ ile bulunur ve insanlardan (Bâin)dir. Ya'nî ayrıdır. Yâhud, görünüşde insanlar ile kâindir. Hakîkatde ise insanlardan bâindir. Kalb, ya'nî gönül birden fazla şeyi sevmez. Bu bir şeye olan sevgisi kesilmedikçe başka şeyi sevemez Kalbin mal, evlâd, mevkı', medh olunmak gibi çeşidli arzûları ve bağlantıları ve sevdikleri görülür ise de bu sevgilileri hakîkatde hep bir sevgilisi içindir. O biricik sevgilisi de, kendi nefsidir. Onların hepsini, kendi nefsi için sevmekdedir. Bunları, hep kendi nefsi için istemekdedir. Onların nefslerini düşünmemekdedir. Nefsine olan sevgisi kalmazsa, nefsi için onlara olan sevgisi de kalmaz. Bunun içindir ki, kul ile Rabbi arasındaki perde, kulun kendi nefsidir. Çünki hiçbirşeyi o şey için sevmemekdedir. Onun için hiçbirşey perde olmaz. Kul, hep nefsini düşünmekdedir. Bunun için perde, yalnız kendisidir. Başka hiçbir şey değildir. Kul, kendinin nefsini düşünmekden büsbütün kesilmedikçe Rabbini düşünemez. Allahü teâlânın sevgisi onun kalbine yerleşemez. Bu büyük ni'met, ancak tam fenâ hâsıl oldukdan sonra elde edilebilir. Mutlak olan Fenâ da, Tecellî-i zâtîye bağlıdır.. Çünki, ortalıkdan karanlığın kalkması, ancak, parlak olan güneşin doğması ile olur. (Muhabbet-i zâtiyye) denilen bu sevgi hâsıl olunca, sevgilinin ni'metleri ve elemleri, sevenin yanında eşid olur. Bu zemân, ihlâs hâsıl olur. Rabbine ancak Onun için ibâdet eder. Kendi nefsi için değil. İbâdeti, ni'metlere kavuşmak için olmaz. Çünki, ona göre ni'metlerle azâblar arasında başkalık yokdur. İşte bu hâl mukarreblerin derecesidir.
Ebrâr böyle değildir. Bunlar, Allahü teâlâya ni'metlerine kavuşmak için ve azâbından korkdukları için ibâdet ederler. Bu iki dilekleri ise, nefslerinin arzûlarıdır. Çünki bunlar, Allahü teâlânın zâtını sevmek se'âdetine kavuşmamışlardır. Bunun için (Ebrârın hasenâtı, mukarreblerin seyyiâtı olmuşdur). Çünki, ebrârın hasenâtı, bir bakımdan hasenâtdır. Başka bakımdan seyyiât olur. Mukarreblerin hasenâtı ise, her bakımdan hasenâtdır. Ya'nî iyilikdir. Evet, mukarreblerden, tam Bekâya kavuşdukdan ve bu sebebler âlemine indikden sonra, Allahü teâlâya, korku ile ve ni'metlerine kavuşmak için ibâdet eden de vardır. Fekat, bunların korkuları ve arzûları kendi nefsleri için değildir. Bunlar, Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmak için ve Onun gazabından, gücenmesinden korktukları için ibâdet ederler. Bunlar Cenneti de isterler. Çünki, Cennet, Allahü teâlânın rızâsının, sevgisinin bulunduğu yerdir. Yoksa Cenneti istemeleri, nefslerinin zevkleri için değildir. Bunlar Cehennemden korkar. Ondan koruması için düâ ederler. Çünki, Cehennem, Allahü teâlânın gazabının bulunduğu yerdir. Yoksa, Cehennemden korkuları, nefslerini azâbdan kurtarmak için değildir. Çünki, bu büyükler, nefslerine köle olmakdan kurtulmuşlardır. Allahü teâlâ için hâlis kul olmuşlardır. Bu mertebe, mukarreblerin en üstün derecesidir. Bu mertebeye kavuşan, (Vilâyet-i hâssa) makâmına erdikden sonra (Peygamberlik) makâmının yüksekliklerinden bir şeylere de kavuşur.
Sebebler âlemine inmeyen ise, müstehlik olan, ya'nî kendini yok bilen Evliyâdan olur. Bunun Peygamberlik makâmının kemâlâtından haberi yokdur. Başkalarını kemâle getiremez. Yukarıda bildirdiğimiz birinci sınıf Evliyâ 'rahmetullahi aleyhim ecma'în' gibi değildirler. Allahü teâlâ, insanların en üstünü hürmetine 'aleyhi ve alâ âlihi ve etbâ'ihi minessalevâti efdalühâ ve minetteslîmâti ekmelühâ' bizleri bu büyükleri sevmekle şereflendirsin. Çünki, (Kişi, sevdiği ile berâber olur). Evvelimiz ve sonumuz selâmetde olsun!
Niçin küfrân eder insân, Hudâ ni'met verir iken,
Utanmayıp eder isyân, kamûyu ol görür iken.
Beher an hamdü şükretmez, dahî ihsânı fikretmez,
Hergün Hakkı zikretmez, bedende cân durur iken?
-
Mektubat-ı Rabbani(25. Mektup)
Bu mektûb, hâce Cihâna yazılmışdır.
Peygamberlerin en üstününe 'aleyhi ve aleyhim minessalevâti ekmelühâ ve minetteslîmâti etemmühâ' ve Hulefâ-i Râşidîne uymağa çalışmak lâzım olduğu bildirilmekdedir:
Allahü teâlâ kalbinize selâmet versin! Göğsünüzü genişletsin! Nefsinizi temizlesin! Cildinizi yumuşatsın! Bunların hepsi, hattâ rûhun, sırrın, hafînin ve ahfânın bütün kemâlâtına kavuşmak, ancak Peygamberlerin en üstününe uymakla olur 'aleyhi ve alâ âlihi minessalevâti efdalühâ ve minetteslîmâti ekmelühâ'. Öyle ise, Ona uymak için ve Onun dört halîfesine uymak için çok çalışınız. Onun dört halîfesi doğru yoldadırlar. Ondan sonra, herkesi doğru yola onlar getirmişdir. Onlar, insanları doğru yolda ilerleten yıldızlardır. Evliyâlık semâsının güneşleridirler. Onların izinde yürümeğe kavuşmakla şereflenenler, tam kurtuluş ile kurtulurlar. Onların yolundan ayrılanlar, doğru yoldan sapar, felâkete düşerler. (1)
Merhûm Şeyh Sultânın iki oğlu çok sıkıntıdadır. Geçimleri güç durumdadır. Yüksek makâmınızdan dileğimiz onların imdâdına, yardımlarına yetişmenizdir. Bu hayrlı işe siz lâyıksınız. Hattâ bütün insanların ihtiyâclarını gidermek için cenâb-ı Hak size başarılar vermişdir. Allahü teâlâ başarılarınızı artdırsın. Hep hayrlı işlere ulaşdırsın. Allahü teâlâ, size ve doğru yolda olanlara selâmet versin!
-
Mektubat-ı Rabbani(26. Mektup)
Bu mektûb, Şeyh-ul-âlem Mevlânâ Hâce Muhammed Lâhorîye yazılmışdır.
Şevk, arzû ebrârda olur. Mukarreblerde olmaz. Bu makâmla ilgili birkaç şey bildirilmekdedir:
Allahü teâlâ bizi ve sizi Muhammed aleyhisselâmın nûrlu caddesinde bulundursun 'alâ sâhibihessalâtü vesselâmü vettehıyye'. Hadîs-i kudsîde, (Ebrâr bana kavuşmağı çok istiyor. Ben de onları çok istiyorum) buyuruldu. Allahü teâlâ, ebrârın şevk, arzû sâhibi olduklarını bildirdi. Çünki, mukarrebler vâsıl olmuşlardır. Bunlarda kavuşmak arzûsu artık kalmamışdır. Şevk, ayrı olanlarda bulunur. Mukarreblerde ayrılık gayrılık yokdur. Herkes bilir ki, kimse kendi nefsine kavuşmak için şevk sâhibi değildir. Hâlbuki kendi nefsini taşkınca sevmekdedir. Çünki, nefsinden ayrı değildir. Allahü teâlâda bâkî ve kendi nefsinden fânî olmuş bir mukarrebin Allahü teâlâya olan yakınlığı, bir kimsenin kendi nefsine olan yakınlığı gibidir. Bunun için zevk, yalnız ebrârda bulunur. Çünki, ebrâr çok sevmekdedir ve kavuşmamışdır. Ebrâr demek, sona varmamış, mukarreb olmamış sâlik demekdir. Tesavvuf yolunun başında veyâ ortasında bulunur. Sona varmasına kıl kadar ayrılık kalsa bile, mukarreb olmaz. Şu fârisî şi'rde ne güzel söylenmişdir.
Fârisî beytin tercemesi:
Dostun ayrılığı az olsa da, az değildir;
Eğer gözde yarım kıl olsa da, çok görünür.
Sıddîk-ı ekber r.a. bir kimsenin Kur'ân-ı kerîm okurken ağladığını gördü. (Biz de böyle idik, fekat şimdi kalblerimiz katılaşdı) buyurdu. Bu söz, kötülemeye benzeyip, övünmek olan sözlerdendir. Şeyhimden 'kuddise sirruh' işitdim, (Nihâyete ermiş, kavuşmuş olan, yolun başlangıcında, kendisindeki şevkı, arzûyu özleyebilir) buyurdu. Şevkın giderilmesi makâmın dahâ yükseldiğini, dahâ temâm olduğunu gösterir. Bu makâm ye's makâmıdır. Ya'nî anlayamamakdan hâsıl olan üzüntü makâmıdır. Çünki kavuşulabilecek şey için şevk olur. Kavuşmak ümmîdi olmayan bir yerde şevk olmaz. Yüksek derecelerin sonuna ulaşmış olan bir kâmil, bu âleme geri döndüğü zemân, ayrılık ateşine düşdüğü hâlde, eski şevkı, arzûsu geri gelmez. Çünki, şevkın gitmesi, ayrılık kalmadığı için değildi. Ye's, ümmîdsizlik geldiği içindi. Geri döndükden sonra da bu ye's kendisinde vardır. Birinci kâmil 'rahmetullahi aleyh' böyle değildir. O, âleme dönünce, şevk de geri gelir. Çünki, önceden yok olmuş olan (Fakd) ya'nî gaybûbet, yok olmak, yine hâsıl olmakdadır. Bir kâmil, geri döndüğü zemân, fakd, ayrılık bulunursa, fakdın gitmesi ile yok olan şevk tekrâr hâsıl olur.
Süâl: Vüsûl mertebeleri ya'nî kavuşduran yol, sonsuzdur, bitmez tükenmez. Ne kadar ilerlese yine uzak olacağı için, hep şevk bulunmaz mı?
Cevâb: Vüsûl mertebelerinin sonsuz olması, ismlerde ve sıfatlarda ve şü'ûnda ve i'tibârâtda olan geniş yolculuklardadır. Böyle seyr eden bir sâlik için, yolun sonu olmaz. Ondan şevk hiç gitmez. Yukarıda bildirilen müntehî ise, bu mertebeleri kısaca geçerek, söz ile, kelime ile, işâret ile anlatılamıyacak makâma vâsıl olmuşdur. Orada hiç ümmîdlenmek yokdur. Bunun için kendisinde şevk ve taleb kalmaz. Bu hâl, Evliyânın büyüklerinde olur. Bunlar sıfatların çukurundan kurtulmuşlar. Zât-i ilâhîye 'teâlet ve tekaddeset' kavuşmuşlardır. Bunlar, sıfatlarda uzun uzun ilerliyen ve şü'ûnât mertebelerinde seyr eden sâlikler gibi değildir. O sâlikler, bitmez tükenmez sıfatların tecellîlerine bağlanıp kalırlar. Bunlar için olan vüsûl mertebeleri kendisini ancak sıfatlara kavuşdurur. Zât-i ilâhîye yükselmek ancak sıfatlarda ve i'tibârâtda, kısaca seyr etmekle olabilir. İsmlerde uzun uzadıya seyr eden bir kimse, sıfatlara ve i'tibârâta bağlanıp yolda kalır. Böylece şevk ve taleb kendisinden ayrılmaz. Vecd ve tevâcüdden kurtulmaz. Vecd ve tevâcüd sâhibleri, sıfatların tecellîlerine kavuşanlardır. Bunlar için (Tecelliyât-i Zâtiyye) yokdur. Şevkleri, vecdleri oldukça bu tecellîlerden nasîb alamazlar.
Süâl: Allahü teâlâya şevk olması ne demekdir? Çünki, Allahü teâlâdan hiç birşey mefkûd, yok değildir?
Cevâb: Burada şevk demek, belki (Müşâkele San'ati) ile söylenmiş olabilir. Çok olduğunu bildirmek içindir. Çünki, azîz, cebbâr olan Allahü teâlânın her şeyi şiddetlidir, çokdur. Za'îf insanların her şeyinden gâlib ve kuvvetlidir. Bu cevâb âlimlere göre verilen cevâbdır. Bu fakîr kulun başka bir cevâbı dahâ vardır ki tesavvuf yoluna uygun bir cevâbdır. Fekat bu cevâbda biraz sekr, şu'ûrsuzluk bulunmakdadır. Sekr olmayınca, güzel olmuyor. Hattâ câiz olmuyor. Çünki, sekr sâhibleri özrlü olur, afv edilirler. Sahv, şü'ûr sâhibleri mes'ûl olurlar. Sorguya çekilirler. Şu anda, tâm sahv hâlindeyim. Şimdi o cevâbı bildirmek yerinde olmaz.
Önceleri ve sonraları Allahü teâlâya hamd olsun. Onun Peygamberlerine bitmez tükenmez salât ve selâm olsun
-
Mektubat-ı Rabbani (27. Mektup)
Bu mektûb, Hâce Ammek için yazılmışdır. Tarîkat-i aliyye-i Nakşibendiyyeyi övmekdedir:
Allahü teâlâya hamd olsun. Onun sevdiği kullarına selâm olsun! Merhamet ederek bu dostunuza gönderdiğiniz kıymetli mektûb gelerek bizleri sevindirdi. Selâmetde olunuz. Bu yüksek Nakşibendiyye zincirini övmekden başka birşeyle başınızı ağrıtmak istemiyorum. Yavrum! Bu yüksek zincirin büyükleri 'kaddesallahü teâlâ esrârehüm' buyuruyorlar ki,
(Bizim nisbetimiz bütün nisbetlerin üstündedir).
Nisbet dedikleri huzûr ve âgâhlıkdır. Bunlar hiç gayb olmayan huzûra kıymet verir. Böyle devâmlı olan huzûra (Yâd-i Dâşt) demişlerdir. Bu büyüklerin nisbeti, yâd-i dâşt olmakdadır. Bu fakîrin anladığına göre, yâd-i dâşt şöyle açıklanmakdadır:
Allahü teâlânın ismleri, sıfatları ve şü'ûnu ve i'tibârâtı birlikde olmaksızın, yalnız zât-ı ilâhînin zuhûr etmesine ya'nî kalbe, rûha görünmesine (Tecellî-i Zât) denir. Bu tecellîye (Berkî) demişlerdir. Ya'nî, şü'ûn ve i'tibârât perdelerinin aradan kalkması, zâtın görünmesi, şimşek çakar gibi bir ân sürer. Sonra bu perdeler hemen araya girerek örtülür. Böyle olunca, gaybsız, devâmlı huzûr düşünülemez. Bir ân huzûr, ondan sonra devâmlı yoklukdur. Bu büyükler 'rahmetullahi aleyhim ecma'în' böyle olan nisbete kıymet vermemişdir. Hâlbuki başka silsilelerin, tarîkatların büyükleri, öyle olan tecellî nihâyete kavuşanlara nasîb olur dediler. Bu huzûr, devâmlı olursa, hiç örtünmezse, ismlerin ve sıfatların ve şü'ûnun ve i'tibârâtın perdeleri araya karışmadan tecellî ederse, gaybsız, perdesiz huzûr olur. Yâd-i dâşt olur. İşte, bu büyüklerin nisbeti olan Yâd-i dâşti, başkalarının nisbetleri ile karşılaşdırmalıdır. Böylece hepsinin üstünde olduğunu anlamalıdır. Çok kimse, böyle bir huzûrun varlığına inanamaz.
Arabî beyt tercemesi:
Ni'mete kavuşanlara âfiyet olsun;
Zevallı âşık birkaç damla ile doysun.
Bu yüksek nisbet, öyle garîb oldu ki, hattâ bu büyük kıymetli zincire bağlanmış bulunanlara da söylense çoğunun inanmayacağı umulur. Şimdi, bu büyüklerin yolunda bulunanlara göre nisbet demek, Allahü teâlânın huzûru ve anlaşılamayacak bir şühûdudur ve cihetsiz olarak Ona teveccüh etmekdir. Yukarıda olmak hayâle gelirse de, cihetsizdir ve görünüşde devâmlıdır. Bu nisbet yalnız cezbe makâmında hâsıl olur. Böyle nisbetin başka tarîkatlardaki nisbetlerden yüksek bir tarafı yokdur. Hâlbuki, yukarıda bildirdiğimiz Yâd-i dâşt, cezbe temâmlandıkdan ve sülûk makâmları sona erdikden sonra hâsıl olur. Bunun derecesinin yüksekliğini bilmeyen kimse yokdur. Eğer gizli kalmışsa, elde edilememesindendir. Bir kimse hased ederek inanmazsa ve aşağı bir kimse kendi kusûrundan dolayı inâd ederse ona bir diyeceğimiz yokdur.
Fârisî iki beyt tercemesi:
Bir câhil bu büyüklere dil uzatırsa,
Cevâb vermeğe değmez dersem iyi olur.
Hep aslanlar, bu zincire bağlanmışlardır,
Kurnaz tilki bu zinciri nasıl koparır?
Evveliniz ve sonunuz selâmetde olsun!
-
Mektubat-ı Rabbani (28. Mektup)
Bu mektûb, yine Hâce Ammeke yazılmışdır.
Hâlinin yüksekliğini bildirmekdedir. Fekat bu yazıdan, hâlinin alçaldığı ve uzaklaşmış olduğu anlaşılmakdadır:
Lütf ederek bu dostunuza gönderdiğiniz merhametli mektûb gelerek bizleri sevindirdi. Okuyarak şereflendik. Hürriyyete kavuşanların, kelepçede olanları hâtırlaması ne büyük nimetdir. Kavuşanların, ayrı kalanların dertlerine ortak olması, çok sevindirici birşeydir. Ayrı kalan bu zevallı, kendini kavuşmağa lâyık bulmadığı için, uzak bir köşeye çekildi. Yaklaşmakdan kaçarak, uzaklarda soluğu aldı. Kavuşmakdan vaz geçip ayrılığa katlandı. Hürriyyeti seçmekde zindân hayâtını gördüğü için, seve seve zindân hayâtını seçdi.
Fârisî beyt tercemesi:
Sultân birşey beklerse köleden,
Kanâat kalksın artık ortadan.
Bozuk yazılarla ve saçma işâretlerle başınızı ağrıtmıyayım. Allahü teâlâ, bizi ve sizi Peygamberlerin efendisinin yolunda bulundursun "aleyhi ve alâ âlihi minessalevâti efdalühâ ve minettehıyyâti ekmelühâ"!
-
Mektubat-ı Rabbani (29. Mektup)
Bu mektûb, Şeyh Nizâmeddîn-i Tehânîserîye yazılmışdır.
Farzları kılmağa ve sünnetleri, edebleri gözetmeğe teşvîk etmekde ve farzların yanında nâfileleri yapmanın kıymetinin az olduğu ve yatsı nemâzını gece yarısından sonra kılmamağı ve abdestde kullanılan suyu içmemeği ve mürîdlerin secde etmelerinin câiz olmadığını bildirmekdedir:
Allahü teâlâ, bizi ve sizi teassubdan, ya'nî başkasını çekememekden ve doğru yoldan ayrılmakdan korusun ve insanların en üstünü o temiz Peygamberi hürmetine 'aleyhi ve alâ âlihi minessalevâti etemmühâ ve minetteslîmâti ekmelühâ' pişmân olacak, üzülecek şeyleri yapmakdan kurtarsın!
İnsanı Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşduracak işler, farzlar ve nâfileler olmak üzere ikiye ayrılır. Farzların yanında nâfilelerin hiç kıymeti yokdur. Bir farzı vaktinde yapmak, bin sene nâfile ibâdet yapmakdan dahâ çok fâidelidir. Hangi nâfile olursa olsun, ne kadar hâlis niyyet edilirse edilsin, ister nemâz, oruc, zikr, fikr olsun, ister başka nâfileler olsun, hep böyledir. Hatta, farzları yaparken, bu farzın sünnetlerinden bir sünneti ve edeblerinden bir edebi gözetmek de, böyle çok fâidelidir.
Öğrendiğimize göre, Emîr-il-mü'minîn Ömer Fârûk r.a. hazretleri sabâh nemâzını cemâ'at ile kıldıkdan sonra, cemâ'ate bakdı, eshâbından birini bulamadı. (Filân kimse cemâ'atde yokdur) buyurdu. Orada bulunanlar, o kimse gecenin çok sâatlerinde uyumaz Belki şimdi uykuya dalmışdır, dediler. Halîfe, (Eğer bütün gece uyuyup da sabâh nemâzını cemâ'at ile kılsaydı dahâ iyi olurdu) buyurdu. Bundan anlaşılıyor ki: Bir edebi gözetmek ve tenzîhî olsa bile, bir mekrûhdan sakınmak, zikrden ve fikrden ve murâkabeden ve teveccühden dahâ fâidelidir. Tahrîmî olan mekrûhdan sakınmanın fâidesini, artık düşünmelidir. Evet, bu nâfile işler, farzları gözetmek ile ve harâmlardan, mekrûhlardan sakınmak ile birlikde yapılırsa, elbette dahâ güzel, çok güzel olur. Fekat böyle olmazsa, pek zararlı olur. Meselâ zekât olarak bir dank bir müslimân fakîre vermek, nâfile olarak dağlar kadar altun sadaka vermekden ve hayrât, hasenât ve yardımlar yapmakdan kat kat dahâ iyidir, kat kat dahâ çok sevâbdır. Bu bir dank zekâtı verirken, bir edebi gözetmek, meselâ, akrabâdan bir fakîre vermek de, nâfile iyiliklerden kat kat dahâ fâidelidir.
Bundan anlaşılıyor ki, yatsı nemâzını gece yarısından sonra kılmak ve böylece gece nemâzı sevâbını da kazanmayı düşünmek, çok yanlışdır. Çünki, hanefî mezhebindeki imâmlara göre 'radıyallahü teâlâ anhüm' yatsı nemâzını gece yarısından sonra kılmak mekrûhdur. Sözlerinden de, (Kerâhet-i tahrîmiyye) olduğu anlaşılmakdadır. Çünki, yatsı nemâzını gece yarısına kadar kılmak mubâh demişlerdir. Gece yarısından sonra kılmak mekrûh olur buyurmuşlardır. Mubâhın karşılığı olan mekrûh ise, tahrîmen mekrûhdur. Şâfi'î mezhebinde gece yarısından sonra yatsıyı kılmak câiz değildir. Bunun içindir ki, gece nemâzı kılmış olmak için ve bu vaktde zevk ve cem'ıyyet elde etmek için, yatsıyı gece yarısından sonraya bırakmak çok çirkindir. Böyle düşünen bir kimsenin, yalnız vitr nemâzını gece yarısından sonraya bırakması yetişir. Vitr nemâzını gece yarısından sonra kılmak müstehabdır. Böylece, hem vitr nemâzı müstehab olan vaktinde kılınmış olur, hem de gece nemâzı kılmak ve seher vaktinde uyanık bulunmak ni'metlerine kavuşulmuş olur. O hâlde bu işden vaz geçmek ve geçmiş nemâzları kazâ etmek lâzımdır. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe Kûfî 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri, nemâz abdestinin edeblerinden bir edebi terk etdiği için kırk senelik nemâzı kazâ etmişdir.
Şunu da söyliyelim ki, abdestsizliği gidermek için veyâ sevâb kazanmak için abdest almakda kullanılmış olan suya (Müsta'mel su) denir. Bu suyun içilmesi için kimseye izn vermeyiniz! Çünki, İmâm-ı a'zama göre müsta'mel su, kaba necsdir. Fıkh âlimleri bu suyun içilmesini yasak etmişlerdir. Bu suyu içmenin mekrûh olduğunu bildirmişlerdir. Evet, abdest aldıkdan sonra ibrikde kalan kullanılmamış sudan içmek şifâ olur demişlerdir. Eğer böyle olduğuna inanan bir kimse isterse, bu kullanılmamış sudan veririz. Bu fakîr, Dehli şehrine son gitdiğim zemân bu iş başıma gelmişdi. Sevdiklerimizden birkaçına rü'yâda, bu fakîrin abdestde kullandığı müsta'mel sudan içmelerinin lâzım olduğu, içmezlerse büyük zarar görecekleri bildirilmiş. Böyle şey olmaz diye çok karşı geldi isem de, fâidesi olmadı. Fıkh kitâblarına bakdım. Kurtuluş yolunu şöyle buldum ki, üç kerre yıkadıkdan sonra, (Kurbet) ya'nî sevâb kazanmak niyyet etmeden, dördüncü yıkamak ile kullanılan su müsta'mel olmuyor. Bu sevdiklerimizin yalvarması üzerine niyyet etmeden dördüncü yıkamakda kullanılan suyu içmek için kendilerine verdim:
Şunu da bildirelim ki, güvenilir birkaç kimsenin bildirdiklerine göre, halîfelerinizden birkaçına mürîdleri secde ediyorlarmış, yeri öpmekle kalmıyarak kendilerine karşı secde yapıyorlarmış. Bu işin kötülüğü güneşden dahâ çok meydândadır. Bu işi yasak ediniz! Hem de çok sıkı yasak ediniz! Böyle işlerden herkesin sakınması lâzımdır. Hele başkalarına önderlik eden bir kimsenin böyle işlerden sakınması dahâ çok lâzımdır. Çünki, onun yolunda bulunanlar, onun yapdıklarını yaparlar ve bu belâya düşerler.
Şunu da bildirelim ki, tesavvuf yolunda ilerliyenlerin bilgileri, hâl ile kavuşulan bilgilerdir. Hâller de, amellerden hâsıl olur. Amelleri dürüst olan ve ibâdetleri hakkı ile yapan kimselerde hâller hâsıl olur. Bu hâller, birçok şeyleri öğrenmelerine sebeb olur. Amellerin, ibâdetlerin düzgün olabilmesi için, bunları tanımak, herbirinin nasıl yapılacağını bilmek lâzımdır. Bu bilgiler, islâmiyyetin ahkâmını ya'nî emrlerini ve yasaklarını, meselâ, nemâzın, orucun ve bunlardan başka farzların ve alış verişlerin ve nikâh, talâk gibi mu'âmelâtın bilgileridir. Kısaca, Allahü teâlânın insana emr etdiği şeylerin bilgileridir. Bu bilgiler, öğrenilmekle elde edilir. Bunları öğrenmek, her müslimâna elbette lâzımdır. Herşeyi öğrenmeden önce ve öğrendikden sonra birer cihâd vardır. Birincisi, ilmi aramak, bulmak ve elde etmek için çalışmak cihâddır. İkincisi, ilmi elde etdikden sonra yerinde kullanabilmek için yapılan cihâddır. Bunun için, kıymetli toplantılarınızda, tesavvuf kitâbları okunulduğu gibi, fıkh kitâblarının da okunulması ve öğrenilmesi lâzımdır. Fârisî dilinde yazılmış fıkh kitâbları çokdur. (Mecmû'a-i hânî) ve (Umde-tül-islâm) ve (Kenz-i fârisî) fıkh kitâbları çok kıymetlidir. Hattâ tesavvuf kitâbları okunmasa da, zararı olmaz; çünki, tesavvuf bilgileri hâl ile, zevk ile, tadını tadarak elde edilir. Okumakla, dinlemekle anlaşılmaz. Fıkh kitâblarını okumamak ise, zararlı olabilir. Bundan çok yazmak, sıkıntı verebilir. Az yazmak, çok şeyleri gösterir.
Fârisî beyt tercemesi:
Az söyledim, dikkat etdim kalbini kırmamağa,
Bilirim üzülürsün, yoksa sözüm çokdur sana.
Allahü teâlâ bizi ve sizi, sevgili Peygamberine "aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm" tam olarak uymakla şereflendirsin
-
Mektubat-ı Rabbani (30. Mektup)
Bu mektûb da, şeyh Nizâm-ı Tehânîserîye yazılmışdır.
Âfâkda ve enfüsde olan şühûdları ve abdiyyet makâmını bildirmekdedir:
Allahü teâlâ sizi Muhammed aleyhisselâma tâm uymakla şereflendirsin ve Muhammed Mustafânın 'aleyhi ve alâ âlihi minessalevâti efdalühâ ve minettehıyyâti ekmelühâ' sünnetlerinin süsü ile zînetlendirsin!
Ne yazacağımı bilemiyorum. Mevlâmız, sâhibimiz 'teâlâ ve tekaddes' hazretlerinden söz edersem, yalan söylemiş ve iftirâ etmiş olurum. O, o kadar büyükdür ki, bu saçma sapan konuşan aşağı kimsenin söz konusu olmakdan çok yüksekdir. Maddeden yapılmış olan, his organlarının esîri bulunan bir kimse, maddesiz olandan ve his organları ile anlaşılamıyandan ne söyleyebilir? Yok iken sonradan yaratılmış olan bir kimse, hiç yok olmayandan ne anlayabilir? Maddeli, zemânlı ve mekânlı olan, maddesiz, zemânsız ve mekânsız olana nasıl yol bulabilir? Zevallı mahlûk, kendi âleminden dışarıya nasıl çıkabilir? Dışarıdan haber alamaz.
Fârisî beyt tercemesi:
Çok iyi veyâ çok fenâ olsa da bir zerre,
Ömrünce dolaşsa, gezer kendi âleminde!
Bu hâl, seyr-i enfüsîde de hâsıl olmakdadır. (Seyr-i enfüsî), bu yolun nihâyetinde ele geçer. Yüksek hocamız Behâeddîn-i Nakşibend 'kaddesallahü sirrehül akdes' hazretleri buyurdu ki, (Ehlüllah, ya'nî Allah adamları, Fenâ ve Bekâ makâmına kavuşdukdan sonra, her gördüklerini kendilerinde görürler. Her tanıdıklarını kendilerinde tanırlar. Bunların hayretleri, anlayamamaları kendilerinde olur). Zâriyât sûresinin yirmibirinci âyetinde meâlen, (Kendinizdedir, görmüyor musunuz?) buyuruldu. Seyr-i enfüsîden önce olan seyrlerin ya'nî ilerlemelerin hepsi, (Seyr-i âfâkî) idi. Seyr-i âfâkîde ele geçen şeyler hiçdir. Ya'nî, aranılana göre hiç sayılır. Yoksa, şühûd-i enfüsîye kavuşmak için, önce seyr-i âfâkî lâzımdır. Aldanmamalı! Şühûd-i enfüsîyi, şühûd-i tecellî-i sûrî ile karışdırmamalıdır. Hâşâ ikisi bir şey değildir. Tecellî-i sûrîler nasıl olursa olsun, sâlikin nefsinde ya'nî kendinde müşâhede olunurlar, ya'nî görünürler ise de, hepsi seyr-i âfâkîde hâsıl olmakdadır. Ve (İlm-ül-yakîn) mertebesinde hâsıl olurlar. Şühûd-i enfüsî ise, (Hakk-ul-yakîn) mertebesindedir. Bu mertebe ise, yüksek mertebelerin sonuncusudur. Başka kelime bulunamadığı için şühûd diyoruz. Çünki, aranılan, istenilen şey, hiçbir şeye benzemediği gibi, Ona uygun olan, Ona bağlı olan herşey de anlaşılamaz ve anlatılamaz. Anlaşılabilen şeyler, anlaşılamıyan şeylere benzemez.
Fârisî iki beyt tercemesi:
Anlaşılmaz, ölçülemez bağlılıkdır,
Nâsın Rabbi, kuluna böyle bağlıdır!
İnsan bu bağlılığı anlamaz aslâ,
Herşeyi bilir, cânını bilen Mevlâ!
Şühûd-i enfüsîyi bu şühûd-i sûrî ile karışdırmak, insanın her iki makâmda Bekâ hâsıl etmesinden ileri gelmekdedir. Çünki, tecellî-i sûrî, sâliki fânî yapmaz. Birçok bağlılıklarını yok eder ise de, fenâya kadar götüremez. Bundan dolayı, bu tecellîde, sâlikin varlığından birşeyler bulunmakdadır. Seyr-i enfüsî, tâm Fenâdan ve son Bekâdan sonra olduğundan ve sâlikin anlayışı az olduğundan, bu iki Bekâyı birbirinden ayıramaz. İkisini birleşmiş sanır. Eğer bu ikinci bekâya (Bekâ-billah) denildiğini ve bu varlığa, Allahü teâlânın verdiği vücûd denildiğini bilseydi, ikisini karışdırmakdan kurtulurdu.
Süâl: (Bekâ-billah) demek, kendini Hak teâlâ olarak bulmak değil midir?
Cevâb: Hayır, öyle değildir. Tesavvuf büyüklerinin birkaçının sözlerinden böyle olduğu anlaşılmakda ise de, bu bekâ, birçoklarına, cezbe makâmında, kendilerini yok bildikden sonra hâsıl olmakdadır. Kendilerini böyle yok bilmeleri, Fenâ makâmına kavuşmağa benzemekdedir. Nakşibendiyye büyükleri 'kaddesallahü teâlâ esrârehüm' bu Bekâya (Vücûd-i adem) adını vermişlerdir. Bu, fenâdan öncedir. Bu hâl yok olabilir. Yok olduğu görülmüşdür de. Zemân olur ki, bu hâli ondan alırlar. Sonra geri verirler. Tam Fenâdan sonra hâsıl olan Bekâ ise, hiç yok olmaz. Hiç sarsılmaz. Bunların Fenâsı, devâmlıdır. Bekâda iken fânîdirler. Fenâda iken de bâkîdirler. Çabuk geçen, tükenen fenâ ve bekâ, kalbin hâlleri ve değişiklikleri sırasında gelip geçici şeylerdir. Bizim anlatmak istediğimiz ise, böyle değildir. Hâce Behâeddîn-i Nakşibend 'kaddesallahü teâlâ sirreh' buyurdu ki, (Vücûd-i adem denilen hâl, insanın tabî'î hâline döner. Fekat vücûd-i fenâ, insanlık vücûdüne dönmez). Bunun için Fenâ sâhiblerinin hâlleri elbette hiç değişmez. Vaktleri süreklidir. Belki, bunların vaktleri ve hâlleri yokdur. Bunlar, vaktleri ile değil, vaktlerin sâhibi iledir. Bunların işi hâlleri veren iledir. Geçip gitmek, bitmek, vaktde ve hâlde olur. Hâlden ve vaktden kurtulanlar için bitmek, yok olmak tehlükeleri kalmaz. Bu Allahü teâlânın öyle bir ni'metidir ki, dilediğine verir. Allahü teâlâ, büyük ihsân sâhibidir.
Vaktin devâmlı olması demek, bu vaktdeki hâlin bilinmesi ve başka şeyleri gibi eserlerinin, alâmetlerinin devâmlı olması demek değildir. Belki, vaktin olduğu gibi devâm etmesi ve hâlin kendisinin devâmlı olması demekdir. Bir şeyi yanlış zan etmek, onun doğru olmasına ziyân getirmez. Hattâ çok zanlar vardır ki, günâh olur.
Söz uzadı. Biz yine kendimize gelelim! Mukaddes meydânda 'celle şânüh' söz binicisini koşturamıyacağımız için, kendi kulluğumuzu, aşağılığımızı ve gücümüzün yetersiz olduğunu anlatalım. İnsan, kulluk vazîfelerini yapmak için yaratıldı. Bir kimseye başlangıçda ve ortalarda aşk ve muhabbet verilirse, onun Allahü teâlâdan başka şeylere olan bağlılıklarını kesmesi için verirler. Aşk ve muhabbet de aranılacak, özenilecek şey değildir. Kulluk makâmına kavuşmak için birer aracıdırlar. Bir kimsenin Allahü teâlâya kul olması için, Ondan başka şeylere kul olmakdan ve bağlanmakdan tam kurtulması lâzımdır. Aşk ve muhabbet, bu bağlılıkları kesmekden başka bir işe yaramaz. Bunun için, vilâyet ya'nî evliyâlık mertebelerinin sonu, en yükseği (Abdiyyet makâmı)dır. Vilâyet derecelerinde, abdiyyet makâmının üstünde hiçbir derece yokdur. Bu makâmda, kul ile sâhibi arasında, kulun sâhibine muhtâc olmasından ve sâhibin kendisinin ve sıfatlarının hiçbir şeye hiç muhtâc olmamasından başka hiçbir bağlılık yokdur. Burasını iyi açıklayalım ki, kendisi ile Onun kendisi arasında ve sıfatları ile Onun sıfatları arasında ve kendi işleri ile Onun işleri arasında, hiçbir bakımdan hiçbir benzerlik bulmayacakdır. Onun zılli, görüntüsü olduğunu söylemekde, bir benzerlik, bir bağlılık olur. Bundan da kaçınmak lâzımdır. Onu yaratıcı, kendisini yaratılmış bilmelidir. Bundan başka hiçbir şeye ağız açmamalıdır. Tesavvuf yolunda ilerliyenlerin çoğu 'rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma'în' (Tevhîd-i fi'li) ile karşılaşmakdadır. Her şeyi yapan Allahü teâlâdır derler. Bu büyükler, bu işleri yaratanın bir olduğunu bilir. Bu işleri yapan birdir demek istemezler. Böyle söylemek, zındıklık olur.
Bunu bir misâl ile açıklıyalım:
Kukla oynatan bir kimse, perde arkasında oturur. Tahtadan, kartondan insan şeklinde yapılmış cansız şeyleri iple oynatır. Seyrciler, perdede oynayan karton, tahta parçalarının birçok şeyler yapdığını görür. Aklı olan kimseler bu hareketleri, perde arkasında oturan adamın yapdığını anlar. Fekat bu işler, perdedeki tahta parçalarından meydâna gelmekdedir. Bunun için, bu şekller hareket ediyor denir. Perde arkasındaki adam hareket ediyor denmez. Bu sözleri, işin doğrusunu göstermekdedir. Peygamberlerin 'aleyhimüssalevâtü vetteslîmât' yolları da böyle olduğunu bildirmekdedir. İşleri yapan bir yapıcıdır demek, sekr hâlinde söylenen sözlerdendir. Sözün doğrusu şöyledir ki, işleri yapan çokdur. İşleri yaratan birdir. Tevhîd-i vücûd bilgileri de böyledir. Sekr vaktinde ve hâl kapladığı zemân söylemişlerdir. Keşf yolu ile edinilen bilgilerin doğru olması, islâmiyyetde açıkça anlaşılan bilgilere uygun olmaları ile ölçülür. Kıl kadar ayrılık sekrden ileri gelir. Din bilgilerinin doğrusu, Ehl-i sünnet vel-cemâ'at âlimlerinin 'rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma'în' anladıkları bilgilerdir. Bunlara uymamak yâ zındıklık ve ilhâddır, ya'nî doğru yoldan ayrılmakdır, yâhud sekr hâlinde söylenmişdir. Sekrden tam kurtulmak, (Abdiyyet makâmı)nda olur. Başka makâmların hepsinde az çok sekr bulunur.
Fârisî mısrâ' tercemesi:
Dahâ söylersem sonu gelmez.
Hâce Behâeddîn-i Nakşibend 'kaddesallahü teâlâ sirrehül akdes' hazretlerinden (Sülûk niçin yapılıyor?) diye sorulduğunda, (Kısa, toplu olan bilgilerin genişlemesi, açıklanması ve akl ile, düşünce ile bulunan bilgilerin, keşf ile, kalb ile anlaşılması için) buyurdu. İslâmiyyetin bildirdiği bilgilerden başka şeyler öğrenmek için demedi. Tesavvuf yolunda ilerlerken, islâmiyyetde bulunmayan şeylerle karşılaşılmakda ise de, yolun sonuna varınca bu bilgilerin hepsi yok olur. Yalnız islâmiyyetin bildirdiği şeyler, açık ve geniş olarak bilinir. Aklın dar çerçevesinden kurtularak, keşfin sonsuz meydânına açılmak hâsıl olur. Ya'nî Peygamberimiz 'aleyhissalâtü vesselâm' bu bilgileri melekden aldığı gibi, bu büyükler de, bu bilgilerin hepsini, kalblerine gelen ilhâm yolu ile kaynakdan alırlar. Âlimler, bu bilgileri islâmiyyetden alırlar. Kısaca, topluca bildirirler. Bu bilgiler, Peygamberlere 'aleyhimüssalevâtü vetteslîmât' keşf yolu ile geniş, uzun bildirildiği gibi, Evliyâya da böylece bildirilmekdedir. Ancak Peygamberler 'aleyhimüssalâtü vesselâm' asıldırlar, önce gidenlerdir. Evliyâ ise bunların arkalarında, izlerinde gelenlerdir. Evliyânın yükseklerinden pek azını 'rahmetullahi aleyhim ecma'în' ancak yüzlerle sene sonra, birbirinden pek uzak zemânlarda seçerek, bu yüksek makâma kavuşdururlar.
Akl ile, düşünce ile anlaşılan bir bilgiyi keşf yolu ile açıklamak istiyordum. Fekat kâğıdda yer kalmadı. Böyle olmasında Allahü teâlânın hikmeti olsa gerek. Vesselâm
-
Mektubat-ı Rabbani (31. Mektup)
Bu mektûb, seyh Sofîye gönderilmisdir. Tevhîd-i vücûdînin hakîkati ve Allahü teâlâya yakin olmak ve berâber olmak ne demek oldugu bildirilmekdedir:
Allahü teâlâ hepimizi, Peygamberlerin seyyidinin ?aleyhimüsselâm" yolundan ayirmasin! Yaninizdan gelen bir zât dedi ki, seyh Nizâm-i Tehânîserînin talebesinden biri, sizin yaninizda, bu fakîr için vahdet-i vücûde inanmiyor demis. Bu zât, bunu bildirdikden sonra, bu sözün dogru olup olmadigini sordu ve talebenizin okuyup aydinlanmasi ve kötü düsüncelere saplanmamalari için, vahdet-i vücûd üzerindeki bilgimi yazmami istedi. Müslimâna karsi kötü zanda bulunmak, günâh oldugundan, talebenizi günâhdan korumak düsüncesi ile, birkaç kelime yazip, basinizi agritiyorum:
Muhterem yavrum! Bu fakîr, çocuklugumdan beri, vahdet-i vücûde inanmakdaydim. Babam ?kaddesallahü teâlâ sirreh" de, buna inandigini, her zemân bildirirdi. Mubârek kalbi, vahdet-i vücûddan ve herseyden uzak olan, hiçbir sûretle varilmayan varliga dogru oldugu hâlde, bu i'tikâddan hiç ayrilmamisdi. Âlimin oglu da, yarim âlim demekdir sözü geregince, bu fakîrin bu bilgiden büyük payi olmusdu. Çok lezzetler almisdim. Fekat, Allahü teâlâ, sonsuz ihsâni ile, büyük rehber, hakîkatlerin, ma'rifetlerin kaynagi, islâm dîninin hâmisi, hocam, önderim, kurtulus yoluna kavusdurucu, Muhammed Bâkî ?kuddise sirruh" hazretlerine kavusdurdu. Bu fakîre tarîkat-i aliyye-i Naksibendiyyeyi ta'lîm buyurdu. Hiçbirseye yaramiyan bu miskîni, mubârek kalblerinin isiklari altinda bulundurmakla sereflendirdi. Bu üstün yolda ilerlemege alisdirinca, az zemânda, vahdet-i vücûd bilgileri önüme çikdi. Bu makâmin çesidli ilmleri, ma'rifetleri kapladi. Bu mertebenin inceliklerinden, göstermedikleri hemen birsey kalmadi. Muhyiddîn-i Arabînin ?kuddise sirruh" bildirdigi ince bilgiler, oldugu gibi meydâna çikdi. (Füsûs) kitâbinda yazdigi ve urûcun, bu yolun sonu oldugunu sanip, bundan ötesi ademdir, yoklukdur dedigi, tecellî-i zâtî ile de, sereflendirdiler. Kendisine Evliyânin sonuncusu diyerek yalniz Evliyânin sonuncusuna mahsûs oldugunu yazdigi, bu tecellînin çesidli bilgilerini, ma'rifetlerini uzun uzadiya, bu fakîre bildirdiler. Bu ma'rifetlere, o kadar daldim, o kadar kapildim ki, vahdet-i vücûd hâli, herseyi unutdurdu. Bu bilgilerin serhosu oldum. O anlarda, hocamin yüksek huzûruna arz etdigim mektûblarimda, bu serhoslugumun derecesini gösteren çilginca yazilarim vardir. [Bu yolda yazili bir rübâ'înin tercemesini uygun görmeyip geçiyoruz.] Uzun zemân, bu hâlde kaldim. Seneler geçdi. Nihâyet, Cenâb-i Hakkin sonsuz lutf ve inâyeti, ânsizin, imdâdima yetisip, bîçûn, bî keyf olan [ya'nî anlasilmaz olan] cemâlden perdeler, birdenbire kaldirildi. [Sanki seller, felâketler yapan firtinali kara bulutlar, bir ânda siyrilip, mâvi semâ açildi. Günes heryeri aydinlatdi.] Önceden olan, vahdet-i vücûd, ittihâd, Allahü teâlânin herseyle birlesmis, berâber görünmesi gayb oldu. Ihâta, sereyân, kurb ve ma'iyyet, ya'nî Allahü teâlânin heryeri kaplamasi, doldurmasi, yakin olmasi gibi bilgiler, örtüldü, gitdi. Iyice anladim ki, yaratanin, yaratdiklari ile hiçbir benzerligi, hiçbir bagliligi yokdur. Ihâta, kurb gibi seyler, Ehl-i sünnet âlimlerinin ?Allahü teâlâ o büyük âlimlerin çalismalarina çok mükâfât versin" bildirdigi gibi, hep Allahü teâlânin, ilmi içindir. Kendisi için degildir. Allahü teâlâ hiçbirseyle birlesmis degildir. O, Odur, mahlûklar, mahlûkdur. O, bîçûndur, erisilmez, anlasilmaz, anlasilamaz. Bütün âlem ise, his olunan, anlasilabilen seylerdir. Anlasilamiyan anlasilan gibi olamaz. Vâcib, mümkin gibidir denemez. Kadîm olan, hâdis olana benzemez. Yoklugu mümkin olmiyan, yok olabilen gibi degildir. Hakîkatler degisemez. Birisi için olan, öteki için söylenemez. Ne kadar sasilacak seydir ki, seyh Muhyiddîn-i Arabî ?kuddise sirruh" ve onun yolunda giden büyükler [onlarin sözlerinden ezberleyip, ötede beride söyleyen, yazan, câhiller degil], (Allahü teâlâ, hiçbir sûretle anlasilmaz. Hiçbir seye benzemez) dedikleri hâlde, Zât-i ilâhî, herseyi ihâta etmis, kaplamisdir, herseye yakîndir, herseyle berâberdir diyorlar. Bunun dogrusu, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdigidir. Yakîn olan, ihâta eden, Allahü teâlânin kendisi degil, ilmidir.
Tevhîd-i vücûdî bilgileri yok olup da, baska ilmler, ma'rifetler hâsil oldugu zemân, çok üzülmüsdüm. Çünki, vahdet-i vücûd ma'rifetlerinden dahâ üstün seyler bulunacagini bilmiyordum. Bu ma'rifetlerin yok olmamasi için yalvariyor, çok düâ ediyordum. Fekat, perdeler, temâmen kalkip, hakîkat bütün açikligi ile bildirilince, anladim ki, âlemler, mahlûklar, Sifât-i ilâhiyyenin aynalari ve Esmâ-i ilâhiyyenin görünüsleri ise de, (Tevhîd-i vücûdî) var diyenlerin sandigi gibi, görünenler, gösterenin kendi degildir. Bir seyin gölgesi, o seyin kendisi degildir. Sözümüzü bir misâl ile dahâ açikliyalim: Büyük bir âlim, düsündüklerini bildirmek için, harfleri ve sesleri kullanir. Kafasindaki kiymetli bilgiyi, harflerin, seslerin içinde açiga çikarir. Bu harfler ve sesler, o bilgileri gösteren ayna gibidir. Fekat, harfler, sesler bu bilgilerin aynidir, bilgilerin kendisidir veyâ bu bilgilerin kendilerini kaplamisdir veyâ bunlarin kendilerine yakîndir veyâ bilgilerin kendileri ile berâberdir denemez. Ancak, harfler ve sesler, bu bilgileri meydâna çikaran isâretlerdir. Bilgilere delâlet etmekden, belli etmekden baska, birsey denemez. Bilgilerin, harf ve seslerle hiç benzerligi yokdur. Benzerlik, berâberlik, vehm ve hayâl ile söylenebilir. Hakîkatda, böyle seyler yokdur. Bu bilgiler ile, harfler ve sesler arasinda görünmek, göstermek ve belli olmak, belli etmek gibi baglilik oldugundan, ba'zi kimselerin vehminde, bu baglilikdan, birlesmek, berâberlik gibi seyler doguyor. Hakîkatde bunlarin hiçbiri yokdur.
Iste, Allahü teâlâ ile, bu âlem de böyledir. Göstermek ve gösterilmekden, belli etmek ve belli olmakdan baska, hiçbir baglilik yokdur. Mahlûklarin herbiri, yaratanin varligini gösteren birer alâmetdir. Onun ismlerinin, sifatlarinin büyüklügünü bildiren, birer ayna gibidir. Bu kadarcik baglilik ba'zi kimselerin hayâlinde büyüyerek, ba'zi seyler söylemelerine sebeb olmakdadir. Bu hâl, bilhassa, tevhîd üzerinde murâkabesi çok olanlarda görülüyor. Murâkabelerinin sûreti, hayâllerinde yerlesiyor. Ba'zilari da kelime-i tevhîdin ma'nâsini, kisaca düsünüp, çok söylediklerinde, bu hâle düsüyor. Bunlarin her ikisi de, ilm ile hâsil oluyor. Hâl ile ilgileri yokdur. Ba'zilari da, asiri sevgi ile, bu hâle düsüyor. Allahü teâlâdan baska, hiçbir seyin varligini görmiyorlar. Bunlarin böyle görmesi, herseyin yok olmasina sebeb olmaz. Çünki, hissimiz, aklimiz ve islâmiyyet, herseyin var oldugunu bildirmekdedir. Bu sevginin taskinligi zemâninda, ba'zan, Allahü teâlânin kendisi ihâta etmis, kendisi yakîndir saniyorlar. Sevgi ile hâsil olan tevhîd, önce bildirdigimiz iki tevhîdden dahâ yüksek olup, hâl ile hâsil olmakdadir. Fekat, bu da yanlisdir. Islâmiyyete uygun degildir. Bunu, islâmiyyete uydurmaga kalkismak, bosuna ugrasmakdir. Felsefecilerin zan ile, kisa akllari ile söyledikleri, bozuk sözler gibidir. Fennin ve islâmiyyetin isiklari altinda olmayip da, yalniz zan ile konusan felsefecileri, ilm adami sanan ba'zi müslimânlar, bunlarin bozuk sözlerini, yazilarini, islâmiyyete uydurmaga ugrasiyor. (Ihvân-us-safâ) gibi kitâblar, böyle çürük sözleri, âyet-i kerîme ve hadîs-i serîfler ile isbâta kalkisan câhiller tarafindan yazilmisdir.
[Simdi de, fikh kitâblarinda, harâm oldugu bildirilen birçok seyleri Avrupalilar, Amerikalilar yapdigi için, bunlarin harâm olmadigini, âyet ile, hadîs ile isbâta ugrasan Amerikan hayrânlarini görüyoruz. Islâmiyyeti, kâfirlerin âdetlerine, tapinmalarina çevirmege ugrasan, bozuk kitâblari okumamaliyiz. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarinda gösterilen, dogru yoldan ayrilmamaliyiz. Din düsmanlarinin, âyet-i kerîme ve hadîs-i serîfler ile süsledikleri, yaldizli yeni fetvâlara, kitâblara, mecmû'a ve gazetelere aldanmamaliyiz. Senenin onbir ayinda, din düsmanligi yapan, Ramezân gelince, para kazanmak için, müslimân imis gibi dinden bahs eden yazilari, din câhili gazeteleri okumamali, bunlara inanmamalidir!].
Evliyânin kesfinde hatâ etmesi, yanilmasi, müctehidlerin ictihâdda yanilmasi gibidir; kusûr sayilmaz. Bundan dolayi, Evliyâya dil uzatilmaz. Belki, hatâ edene de, bir derece sevâb verilir. Yalniz su kadar fark vardir ki, müctehidlere uyanlara, onlarin mezhebinde bulunanlara da, hatâli islerde sevâb verilir. Evliyânin yanlis kesflerine uyanlara, sevâb verilmez. Çünki ilhâm ve kesf, ancak sâhibi için seneddir. Baskalarina sened olamaz. Müctehidlerin sözü ise, mezhebinde bulunan herkes için seneddir. O hâlde, Evliyânin yanlis ilhâmlarina, kesflerine uymak câiz degildir. Müctehidlerin ?rahmetullahi aleyhim ecma'în" hatâ ihtimâli olan sözlerine de uymak câiz ve hattâ vâcibdir.
Tesavvuf yolunda ilerleyen sâliklerden ba'zisinin, bu mahlûklar aynasinda gördükleri de, böyledir. Ister (Sühûd-i vahdet) desinler, ister (Sühûd-i ehâdiyyet) desinler, Allahü teâlâda, mahlûk sifatlari yokdur ki, mahlûklarda görülebilsin. Mekâni, yeri olmiyan, bir yerde yerlesmez. Mahlûklara hiç benzemiyeni, mahlûklarin disinda aramak lâzimdir. Yeri olmiyani, madde ve mekânin disinda aramalidir. Âfâkda ve enfüsde, ya'nî insanin disinda ve kendisinde görülen hersey O degildir. Onun alâmetleridir. Evliyânin büyüklerinden Behâeddîn-i Naksibend ?kaddesallahü teâlâ sirreh" buyurdu ki, (Görülen, isitilen ve bilinen hersey, O degildir. Bunlari, lâ ilâhe derken yok etmelidir). Fârisî iki beyt tercemesi:
Her sekl dardir, ma'nâ, nasil sigar?
dilenci kulübesinde, sultânin ne isi var?
Sekle bakan gâfil, ma'nâdan ne anlar?
cemâli görmeyince, cânânla ne isi var?
Süâl: Naksibendiyye ve diger tesavvuf büyükleri ?rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma'în", vahdet-i vücûd, ihâta, kurb, ma'iyyet-i zâtiyye ve kesretde vahdeti görmek ve kesretde ehâdiyyeti görmek gibi seyler oldugunu açikça söylemislerdir. Bu sözlere ne dersiniz?
Cevâb: Bunlari, tesavvuf yolunun ortalarinda görmüslerdir. Sonra bu makâmlari geçmislerdir. Nitekim, bu fakîr kendi hâlimin de, böyle oldugunu yukarida yazmisdim. Sunu da bildirelim ki, ba'zi büyüklerin bâtini [kalbi ve rûhu], hiçbirseye benzemiyen bir mevcûdu ararken, zâhiri, bedeni mahlûklar arasinda oldugu için, vahdet-i vücûd bilgisi ile sereflendirirler. Bâtini, bir olan mevcûdu ararken, zâhiri, Onu mahlûklarin aynasinda görmekdedir. Nitekim, kiymetli babamin böyle oldugunu, yukarida bildirmisdim. Vahdet-i vücûd derecelerini bildirdigim uzun mektûbda, dahâ uzun anlatmisdim. Burada kisa kesmek uygundur.
Süâl: Hâlik baska, mahlûk baska olunca ve Zât-i ilâhî, mahlûklara yakin olamaz, ihâta etmez deyince ve Allahü teâlâ bu dünyâda görülemez ise, bu büyüklerin sözleri yanlis olmaz mi?
Cevâb: Bu büyükler, gördüklerini söylüyor. Meselâ, aynaya bakan bir kimse, seklimi, sûretimi aynada gördüm der. Bu söz de, yerinde degildir. Çünki, aynada sûretini görmemisdir. Çünki, aynada sûret, sekl yokdur ki görsün. Fekat bu kimseye, yalan söylüyorsun demeyiz. Bu sözünü ma'zûr görürüz.
Büyüklerin, saklamak gereken böyle hâllerini bildirmelerine sebeb, baskasini taklîd etmediklerinin anlasilmasi içindir. Vahdet-i vücûdu kabûl edenler de, inkâr edenler de, kendi kesf ve ilhâmlarini söylemislerdir. Kesf, ilhâm, baskalarina sened olamaz ise de, ilhâm olunan zât için, kiymeti inkâr olunamaz.
Ikinci cevâb olarak deriz ki, herhangi iki sey arasinda, ortak olan sifatlar ve ayri olan sifatlar vardir. Mahlûklar, Allahü teâlânin kendisinden her bakimdan ayri olduklari hâlde, görünüsde müsterek olan cihetler de vardir. Allahü teâlânin sevgisi, bir kimseyi kaplayinca, ayriliga sebeb olan noktalar, görünmeyip, müsterek olanlar kaliyor. Hâlik ile mahlûk, birbirinin aynidir diyerek gördüklerini dogru söyliyorlar. Sözleri yalan olmiyor. Zât-i ilâhînin yakîn olmasi, ihâta etmesi için olan sözleri de, böyle söylemislerdir, vesselâm.
-
Mektubat-ı Rabbani (32. Mektup)
Bu mektûb, mirzâ Hüsâmeddîn Ahmede yazilmisdir. Eshâb-i kirâmin ?aleyhimürridvân" kemâlâtini ve hazret-i Mehdîyi bildirmekdedir:
Lutf ederek gönderdiginiz mektûb geldi. Bu garîbleri hâtirladiginiza sükr eyledim. Büyük hocamizin senelerle hizmetinde hiç istifâde etmemis gibiyim diyor ve sebebini soruyorsunuz. Efendim! Böyle seylerin cevâbini yazmak, hattâ anlatmak uygun degildir. Çünki, okumakla, dinlemekle anlasilmaz. Sevgi ve i'timâd olmak sarti ile, uzun zemân berâber bulunmak lâzimdir. Baska yol ile ele geçemez. Fârisî beyt tercemesi:
Râhat gece, tatli mehtâb bul bana,
Her seyden anlatayim, o zemân sana.
Her süâle cevâb vermek lâzimdir buyurmuslar. Onun için kisaca bildireyim ki, tesavvuf yolculugunda, her makâmin, ayri bilgileri, ma'rifetleri, hâlleri vardir. Her makâm için ayri vazîfe, zikr ve teveccüh lâzimdir. Ba'zi makâmda zikr, baska makâmda Kur'ân-i kerîm okumak, nemâz kilmak, ba'zisinda cezbe, ba'zisinda sülûk, ba'zisinda ise bu ni'metin her ikisi vardir. Öyle makâmlar da vardir ki, cezbe ve sülûk oraya yanasamaz. Bu son makâmlar çok yüksek, pek kiymetlidir. Peygamberimizin ?sallallahü aleyhi ve sellem" eshâb-i kirâminin ?aleyhimürridvân" hepsi, bu makâmlara kavusmus, bu büyük ni'met ile sereflenmisdir. Bu makâmlarin sâhibleri, baska makâmlarin sâhiblerine benzemez. Baska makâmlarin sâhibleri ise, birbirlerine az çok benzer. Bu makâm, Eshâb-i kirâmdan sonra, hazret-i Mehdîde görünecekdir. Tesavvuf büyüklerinden pek az kimse, bu makâmdan haber vermisdir. Bu makâmin ilmlerinden, ma'rifetlerinden söyliyen ise, yok gibidir. Bu makâm, Allahü teâlânin, öyle büyük bir ni'metidir ki, diledigi, seçdigi bahtiyârlara nasîb olur. Eshâb-i kirâm ?aleyhimürridvân" bu pek yüksek mertebeye, dahâ ilk sohbetde ayak basardi ve zemânla bu mertebelerde yükselirlerdi. Sonra gelen Evliyâdan birini, bu ni'met ile sereflendirmek ve Eshâb-i kirâmin terbiyesi ile yetisdirmek isterlerse, cezbe ve sülûk mertebelerini geçirip ve bunlarin ilm ve ma'rifetlerini atlatdikdan sonra, bu devlete erisdirirler. Bu mertebelere yetisebilmek, insanlarin en üstününün ?aleyhi ve alâ âlihissalevât" sohbeti ile mümkin olabilir. Onun izinde gidenlerden pekaz kimseye de, bu bereketi ihsân edebilirler. Bunun sohbetine kavusan da, bu mertebelere ulasdiran nisbet ile, yol ile sereflenir. Fârisî beyt tercemesi:
Rûhul-kudsün feyzine kavusursan eger;
Mesîhin yapdiklari, senden de hâsil olur.
Cezbe, sülûkden önce oldugu zemânlarda yapdiklari gibi, bu yolda da, nihâyetin hâlleri, baslangiçda gösterilir, tatdirilir. Bundan fazla yazmaga imkân bulamiyorum. Eger bulusursak ve dinliyenlerin arzû ve hevesleri anlasilirsa, insâallahü teâlâ bu makâmlardan biraz bildirmek nasîb olur. Insanlari herseye kavusduran Allahü teâlâdir.
Sevdiklerimizden birkaçi için yazdiklariniz anlasildi. Bu fakîr, hepsinin kusûrunu bagisliyorum. Allahü teâlâ, merhametlilerin en merhametlisidir. O afv buyurur. Fekat sevdiklerimize nasîhat buyurunuz ki, bir arada bulunduklari veyâ uzakda olduklari zemân üzücü birsey yapmasinlar, hareketlerini degisdirmesinler! Ra'd sûresinin onikinci âyetinde meâlen, (Insanlar gidislerini bozmazlarsa, Allahü teâlâ da bunlara verdigi ni'metlerini degisdirmez. Allahü teâlâ bir millete cezâ vermek isteyince, bunu kimse durduramaz. Onlarin Allahü teâlâdan baska hâkimi yokdur) buyuruldu. Meyân Seyh Ilâhdâd için çok yazmissiniz. Bu yazi fakîre bir sikinti vermedi. Fekat, onun hâlini bozmasindan dolayi pismân olmasi lâzimdir. Hadîs-i serîfde, (Pismân olmak tevbedir) buyuruldu. Sefâ'atci aramak da, tevbenin bir parçasidir. Her ne olursa olsun, bu fakîr ?rahmetullahi aleyh" afv etmekdeyim. Fekat, ne yapacaginizi siz bilirsiniz.
Serhend sehrinde yerlesmelisiniz. Muhabbet baglari ve ask mektebindeki talebelik arkadasligi, ufak tefek seylerle kopacak kadar gevsek degildir. Dahâ ne yazayim? Allahü teâlâ hepimize selâmet versin! Yüksek hocamin ?rahmetullahi aleyh" kiymetli çocuklarina ve o serefli evde bulunanlarin hepsine düâlar ederim.
Bu mektûbu hâzirladikdan sonra, oradaki sevdiklerimizin yanildiklarini ve afv olunduklarini dahâ açiklamayi düsündüm. Kisa yazilinca, anlasilamayan yerleri kalabilir. Efendim! Yanlis islerin afv edilebilmesi için, isleyenlerce bunlarin suç oldugunun bilinmesi lâzimdir. Bu isleri yapanlarin pismân olmasi lâzimdir. Böyle olmazsa, afv etmek dogru olmaz.
Siginagimiz, kiymetli rehberimiz ?kuddise sirruhül'azîz" burada bulunanlarin gözü önünde, bu makâmi Seyh Ilâhdâda birakmis oldugunu yaziyorsunuz. Bu sözü incelemek lâzim gelmekdedir. Ona birakmak demek, orada bulunanlara ve gelip gidenlere hizmet etmek ve bunlarin yimelerinden, içmelerinden bilgisi olmak demek ise, biz de böyle söylemekdeyiz. Yok eger, orada bulunanlari yetisdirmek ve seyhlik makâminda oturmak demek ise, bu olamaz. Kendileri ile son bulusdugumda, bu fakîre dönerek, (Seyh Ilâhdâdin bizim tarafimizdan giderek, çalismak istiyenlere vazîfe vermesini ve oradakilerin hâllerini bize bildirmesini uygun görür müsün? Bizim artik talebe yanina çikacak ve onlara ders verecek ve hâllerini soracak gücümüz kalmadi) buyurmusdu. Fakîr ?rahmetullahi aleyh" bunun için bile duraklamisdim. Zarûret oldugu için, yalniz bu kadar yapmasi uygun görülmüsdü. Bu kadar bildirmek (Sefâret) vazîfesidir. Hele zarûret olunca, hiç bir üstünlük göstermez. Zarûret kadar izn verilir. Bu sefâret vazîfesi de, onlarin yasadigi zemânda idi. Vefâtindan sonra, tâliblere ders vermek ve hâllerini sormak hiyânet olur.
Süâl: Siginagimizin, yüksek rehberimizin nisbeti degismemisdir. Ya'nî artmamis ve azalmamis diyorsunuz.
Cevâb: Efendim! Tekmîl-i sinâ'at, telâhuk-i efkâr iledir. Ya'nî san'atlarin ilerlemesi, fikrlerin, düsüncelerin birbirlerine eklenmesi ile olur. Sibeveyh tarafindan kurulmus olan Nahv bilgisi, sonra gelenlerin düsünceleri ile binlerce kat çogalmisdir. Çogalmadan, oldugu gibi kalmasi, noksanlik olur. Hâce Behâeddîn-i Naksibend hazretlerinin nisbeti, hâce Abdülhâlik hazretleri zemâninda yok idi ?kaddesallahü sirrehümâ". Her zemân da böyle olmusdur. Bundan baska, yüksek hocamiz Bâkî-billah hazretleri ?rahmetullahi aleyh", bu nisbeti olgunlasdirmak istiyordu, temâm olmamis biliyordu. Eger dahâ yasasaydi, Allahü teâlânin irâdesi ile, bu nisbeti kim bilir nereye kadar yükseltecekdi. Bunun yükseltilmemesi için ugrasmak dogru degildir. Fakîr, bu nisbetin degismeden nasil kalacagini bilemiyorum. Sizdeki nisbet bile baskadir. Onlarin nisbetine hiç benzememekdedir. Bu sözümüz, onlarin yüksek huzûrunda çok söylenmisdi. Seyh Ilâhdâd fakîri, nisbetin ne oldugunu nereden bilmekdedir? Kalbinde bir parça huzûr vardir. Ne hâlde oldugunu baskalari da bilmekdedir. O nisbeti kendisine veren kimdir? Bunlari bana bildiriniz. Böylece bu fakîr de kendisine yardimda bulunayim. Rü'yâlara güvenmeyiniz! Çünki, çogu hayâl ile görülmekdedir, dogru olmazlar. Seytân, kuvvetli düsmandir. Onun aldatmasindan kurtulmak güçdür. Ancak, Allahü teâlânin korudugu seçilmis kimseler kurtulur.
Süâl: Kazanilmis olan nisbetlerin geri alinmasini soruyorsunuz?
Cevâb: Efendim! O nisbeti geri almakda rehberin ihtiyâri, irâdesi olmaz. Birlikde iken de söylemisdim. O hâl, simdi de öyledir, yok olmamisdir. Yok oldu sanmak dogru degildir. Kalbden isitdiginiz sesin de, bununla bir ilisigi yokdur. Atesin külü soguyunca ve içinde ates kalmayinca da, üzerine su dökülürse, atese dökmüs gibi ses çikarir. Sesi duyunca, külün içinde ates kalmisdir demek dogru olmaz. Yine söylüyorum, rü'yâlara kiymet vermeyiniz! Bu sözüm, bugün sizden gizli ise, yarin insâallahü teâlâ belli olacakdir. Mektûbunuzda üzerine çok düsmüs oldugunuz için, cevâbini bildirmege mecbûr kaldim. Yoksa, sebeb olmadan bir sey yazilamiyor
-
Mektubat-ı Rabbani (33. Mektup)
Bu mektûb, molla hâci Muhammed Lâhorîye yazilmisdir. Dünyâyi seven ve ilmi, dünyâyi kazanmaga harc eden kötü ilm adamlarinin zararini bildirmekde ve dünyâya düskün olmayan âlimleri medh etmekdedir:
Âlimlerin dünyâyi sevmesi ve ona düskün olmasi, güzel yüzlerine siyâh leke gibidir. Böyle olan ilm adamlarinin, insanlara fâidesi olur ise de, kendilerine olmaz. Dîni kuvvetlendirmek, islâmiyyeti yaymak serefi, bunlara âid ise de, ba'zan kâfir ve fâsik da, bu isi yapar. Nitekim, Peygamberlerin efendisi ?aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât" kötü kimselerin de, dîni kuvvetlendirecegini haber vermis ve (Allahü teâlâ bu dîni, fâcir kimselerle de, elbette kuvvetlendirir) buyurmusdur. Bunlar, çakmak tasina benzer. Çakmak tasinda enerji vardir. Insanlar bu tasdaki kudretden ates yapar, istifâde eder. Tasin ise, hiç istifâdesi olmaz. Bunlarin da ilmlerinden kendilerine fâide olmaz. Hattâ, bu ilmleri, kendilerine zararlidir. Çünki, kiyâmet günü, bilmiyorduk, günâh oldugunu bilseydik yapmazdik diyemezler. Hadîs-i serîfde buyuruldu ki, (Kiyâmet gününde, en siddetli azâb görecek kimse, Allahü teâlânin kendi ilminden, kendisini fâidelendirmedigi âlimdir). Allahü teâlânin kiymet verdigi ve herseyin en sereflisi olan ilmi, mal, mevki' kapmaga ve basa geçmege vesîle edenlere, bu ilm zararli olmaz mi? Hâlbuki, dünyâya düskün olmak, Allahü teâlânin hiç sevmedigi birseydir. O hâlde, Allahü teâlânin kiymet verdigi ilmi, Onun sevmedigi yolda harc etmek, çok çirkin bir isdir. Onun kiymet verdigini kötülemek, sevmedigini de kiymetlendirmek, yükseltmek demekdir. Açikçasi, Allahü teâlâya karsi durmak demekdir. Ders vermek, va'z etmek ve dînî yazi, kitâb, mecmû'a çikarmak, ancak, Allah rizâsi için oldugu vakt ve mevki', mal ve söhret kazanmak için olmadigi zemân fâideli olur. Böyle hâlis, temiz düsünmenin alâmeti de, dünyâya düskün olmamakdir. Bu belâya düsmüs, dünyâyi seven din adamlari, hakîkatda dünyâ adamlaridir. Kötü âlimler bunlardir. Insanlarin en alçagi bunlardir. Din, îmân hirsizlari bunlardir. Hâlbuki bunlar, kendilerini din adami, âhiret adami ve insanlarin en iyisi sanir ve tanitir. Sûre-i Mücâdelede, (Onlar, kendilerini müslimân saniyor. Onlar son derece yalancidir. Seytân onlara musallat olmusdur. Allahü teâlâyi hâtirlamaz ve ismini agizlarina almazlar. Seytâna uymuslar, seytân olmuslardir. Biliniz ki, seytâna uyanlar ziyân etdi. Ebedî se'âdeti birakip sonsuz azâba atildi) meâlindeki âyet-i kerîme bunlar içindir. Büyüklerden biri seytâni bos oturuyor, insanlari aldatmakla ugrasmiyor görüp, sebebini sorar. Seytân cevâb olarak, (Zemânin din adami geçinen, kötü âlimleri, insanlari yoldan çikarmakda, bana o kadar yardim ediyor ki, bu mühim isi yapmama lüzûm kalmiyor) demisdir. Dogrusu, zemânimizda islâmiyyetin emrlerini yapmakdaki gevseklikler ve insanlarin dinden yüz çevirmesi, hep din adami perdesi altinda söylenen sözlerden, yazilardan ve bu adamlarin bozuk niyyetlerinden dolayidir. [Din adamlari üç kismdir: Akl sâhibi, ilm sâhibi, din sâhibi. Bu üç sifati da birlikde tasiyan din adamina (Din âlimi) denir. Bir sifati noksân olursa, onun sözüne güvenilmez. Ilm sâhibi olmak için, akl ve nakl ilmlerinde mütehassis olmak lâzimdir.]
Dünyâya gönül kapdirmiyan, mal, mevki', söhret kazanmak, basa geçmek sevdâsinda olmiyan din âlimleri, âhiret adamlaridir. Peygamberlerin ?aleyhimüsselâm" vârisleri, vekîlleridir. Insanlarin en iyisi bunlardir. Kiyâmet günü, bunlarin mürekkebi, Allahü teâlâ için cânini veren sehîdlerin kani ile dartilacak ve mürekkeb, dahâ agir gelecekdir. (Âlimlerin uykusu ibâdetdir) hadîs-i serîfinde medh edilen, bunlardir. Âhiretdeki sonsuz ni'metlerin güzelligini anliyan, dünyânin çirkinligini ve kötülügünü gören, âhiretin ebedî, dünyânin ise fânî geçip tükenici oldugunu bilen onlardir. Bunun için kalici olmayan, çabuk degisen ve biten seylere bakmayip, bâkî olana, hiç bozulmiyan ve bitmiyen güzelliklere sarilmislardir. Âhiretin büyüklügünü anliyabilmek, Allahü teâlânin sonsuz büyüklügünü görebilmekle olur. Âhiretin büyüklügünü anliyan da, dünyâya hiç kiymet vermez. Çünki, dünyâ ile âhiret birbirinin ziddidir. Birini sevindirirsen öteki incinir. Dünyâya kiymet veren âhireti gücendirir. Dünyâyi begenmiyen de, âhirete kiymet vermis olur. Her ikisine birden kiymet vermek veyâ her ikisini asagilamak olamaz. Iki zid sey bir araya getirilemez. [Ates ile su bir arada bulundurulamaz.]
Tesavvuf büyüklerinden ba'zisi, kendilerini ve dünyâyi temâmen unutdukdan sonra, birçok sebebler, fâideler için, dünyâ adami seklinde görünürler. Dünyâyi seviyor, istiyorlar sanilir. Hâlbuki, içlerinde hiç dünyâ sevgisi, arzûsu yokdur. Sûre-i Nûrda, (Bunlarin ticâretleri, alis verisleri, Allahü teâlâyi hâtirlamalarina hiç mâni' olmaz) meâlindeki âyet-i kerîme bunlar içindir. Dünyâya bagli görünürler. Hâlbuki, hiç bagliliklari yokdur. Hâce Behâeddîn-i Naksibend Buhârî ?kuddise sirruh" buyuruyor ki, (Mekke-i mükerremede Minâ pazarinda, genç bir tâcir, asagi yukari, ellibin altin degerinde alis veris yapiyordu. O esnâda, kalbi, Allahü teâlâyi bir an unutmuyordu).
-
Mektubat-ı Rabbani (34. Mektup)
Bu mektûb, molla hâci Muhammed Lâhorîye yazilmisdir. Âlem-i emrdeki bes cevheri uzun ve açik bildirmekdedir:
Iki cihân se'âdetine kavusmak, ancak, dünyâ ve âhiretin en yüksegine uymakla ele geçebilir ?aleyhi ve alâ âlihî minessalevâti efdalühâ ve minetteslîmâti ekmelühâ". Felesoflar, islâmiyyetin sâhibine ?aleyhissalâtü vesselâm" uymadiklari, kalb gözlerini Ona uymak sürmesi ile parlatmadiklari için, âlem-i emrden haberleri bile yokdur. Nerede kaldi ki, Allahü teâlânin zâtina ve sifatlarina erisebilsinler. Onlarin kisa görüsleri, ancak âlem-i halka yetisebiliyor. Bunu bile iyi göremiyorlar.
[Allahü teâlânin yaratdigi seylerin hepsine birden (Âlem) denir. Çünki, hersey Onun varligini ve sifatlarini gösteren, birer alâmetdir, isâretdir. Âlem ikiye ayrilir: 1- (Âlem-i halk). Madde ve ölçü bulunan seylerdir. Arsin içinde bulunan hersey, canlilar, yer, gökler, Cennet, Cehennem, melekler, tabîat kuvvetleri, hep âlem-i halkdir. Bu âleme (Âlem-i sehâdet) ve (Âlem-i mülk) de denir. Halk, ölçmek de demekdir. 2- (Âlem-i emr). Ol emri ile, bir ânda yaratilan, Arsin disindaki seylerdir ki, maddesiz, zemânsiz, ölçüsüzdürler. Bu âleme (Âlem-i melekût) ve (Âlem-i ervâh) da denir].
Felsefecilerin bes cevher dedikleri seyin hepsi, âlem-i halkdandir.
[(Cevher), felsefe dilinde, mâhiyyet, asl, öz demekdir. Kendi kendine bulunan seydir. Bugünkü anlayisimizla madde, bir cevherdir. (Araz), sifat demekdir. Araz, cevher üzerinde bulunur. Yalniz basina bulunmaz. Çok sayida kitâblari bulunan, büyük islâm âlimi, seyyid serîf Alî bin Muhammed Cürcânî ?rahmetullahi aleyh" (Ta'rîfât) kitâbinda buyuruyor ki, (Felsefecilere göre, bes cevher: Heyûlâ, sûret, cism, nefs ve akldir. Çünki var olan sey, yâ maddedir veyâ madde degildir. Ya'nî, mücerreddir. Ya'nî, bir maddeye yer olmaz ve kendisi baska bir maddeye yerlesmez. Mücerred olan cevher, akl ve nefsdir. Mücerred olmiyan, madde dedikleri cevher, mürekkeb [bilesik] ise, cism denir. Mürekkeb degilse, baska cevhere yerlesmis ise sûret denir. Baska cevhere mahal olmus ise heyûlâ denir)].
Nefse ve akla mücerredâtdandir, demeleri, bunlari tanimadiklari içindir. Nefs veyâ nefs-i nâtika dedikleri cevher, nefs-i emmâredir. Nefs-i emmâreyi temizlemek lâzimdir. Çünki, hep kötülük, asagilik ister. Bunun âlem-i emrde ne isi var. Mücerred olmak nesine gerek. Akl da, ancak his uzvlari ile anlasilan seyleri ölçebilir. His edilmiyen ve his olunanlara benzemiyen seyleri kavrayamaz. Böyle seyler, akl ile anlasilamaz. Bundan dolayi, âlem-i emri anliyamaz. O hâlde akl da, âlem-i emrden degildir. Ya'nî mücerredâtdan olamaz.
Âlem-i emrin birinci basamagi (kalb)dir. [Kalb, gögüsdeki et parçasi degildir. Buna yürek denir. Kalb, bu yürege alâkasi, ilgisi bulunan, maddesiz, yersiz bir kuvvetdir. Kalbin, yürekde bulunmasi, elektrigin ampulde bulunmasina benzer. Elektrik ampulde bulunur. Fekat, görünmez, his olunmaz. Varligi, eseri ile meselâ ampuldeki ince teli isitarak, telin isik vermesi ile anlasilir.] Ikinci mertebesi (Rûh)dur. Rûhun üstü, (Sir) mertebesidir. Sirrin üstü, (Hafî), hafînin üstü (Ahfâ) mertebesidir. Bu besine, (Bes cevher) denirse, yeri vardir. Isin özünü göremediklerinden, saksi parçalarini cevher sanmislar.
Âlem-i emrin bu bes cevherini anlamak ve bunlar üzerinde bilgi edinmek ancak, Muhammed Resûlullahin ?sallallahü aleyhi ve sellem" izinde gidenlerin büyüklerine nasîb olmusdur.
Insana, (Âlem-i sagîr) [küçük âlem] denir. Insandan baska mahlûklarin hepsine, (Âlem-i kebîr) [büyük âlem] denir. Âlem-i kebîrde bulunan herseyin, Âlem-i sagîrde bir nümûnesi, benzeri vardir. Insandaki bes cevher de, birer nümûnedir. Bunlarin Âlem-i kebîrde asllari vardir. Âlem-i kebîrdeki o bes cevherin birincisi Arsdir. Ya'nî insandaki kalbin, Âlem-i kebîrdeki asli, Arsdir. Bunun için, kalbin bir ismi (Arsullah)dir. O bes cevherin, diger dördü, hep Arsin üstündedir. Kalb, Âlem-i sagîrdeki Âlem-i halk ile, Âlem-i emr arasinda ortak bir geçid oldugu gibi, Ars da, Âlem-i kebîrdeki, Âlem-i halk ile Âlem-i emr arasinda bir geçiddir. Kalb ile Ars, Âlem-i halkda bulunuyor ise de, Âlem-i emrdendirler. Bu bes cevheri iyice anlamak, ancak tesavvuf yolundaki mertebeleri [konaklari] etraflica ve temâmen geçip, nihâyete varan, Evliyânin büyüklerine nasîb olur. Beyt:
Her zevalli merd-i meydan olamaz;
Sivri sinek de Süleymân olamaz.
Allahü teâlânin lütfü, ihsâni, bahtiyâr bir insana yetisip de, kalb gözü açilip, vücûb mertebeleri gösterilirse, Âlem-i kebîrdeki, bu bes cevherin mukaddes asllarini da, orada görür ve Âlem-i sagîr ve kebîrdeki cevherlerin, bunlarin nümûneleri, sûretleri oldugunu anlar. Misra':
Bu büyük devleti bugün kime verirler.
Bu, öyle büyük bir ni'metdir ki, Allahü teâlâ, diledigi, seçdigi kimseye ihsân eder.
Âlem-i emr bilgilerini anlatmak yasak edilmisdir. Çünki, çok ince bilgilerdir. Dinleyenler yanlis anlar. Sûre-i Isrâ, seksenbesinci âyetinde meâlen, (Sizlere, ilmden pek az verildi) buyuruldu. Burada bildirilen ilm ile sereflenen, râsih âlimler, perde arkasini seyr etmekdedirler. Misra':
Ni'met sâhiblerine ni'metler âfiyet olsun.
Fârisî beyt tercemesi:
Perde ardindaki esrâri açmak, uygun degildir,
yoksa, rindler meclisinde, verilmiyecek haber yokdur.
Mukaddes cevherlerin birincisi, Allahü teâlânin izâfî sifatlarindandir. Bu sifatlar, vücûb ile imkân arasinda geçid gibidir. [(Vücûb), Allahü teâlânin ve sekiz hakîkî sifatinin mertebesidir. (Imkân) da mahlûklarin mertebesidir.] Ikinci cevher, hakîkî sifatlardir. Izâfî sifatlar, kalbe, hakîkî sifatlar, rûha tecellî eder. Hakîkî sifatlarin üstünde bulunan üç cevher, Zât-i ilâhî mertebesindedir. Bu üç mertebenin tecellîlerine, (Tecelliyât-i Zâtiyye) derler. Bundan fazla yazmak fâideli olmaz. Fârisî misra' tercemesi:
Kalem buraya gelince ucu kirildi.
Allahü teâlâ size ve hidâyete kavusanlara ve Muhammed Mustafâya ?aleyhisselâm" tâbi' olanlara selâmet versin!
Her ne varsa güzel, Onu anmakdan baska,
Hepsi câna zehrdir, seker dahî olsa!
-
Mektubat-ı Rabbani (35. Mektup)
Bu mektûb, meyân hâci Muhammed Lâhorîye yazilmisdir. Allahü teâlânin zâtini sevmek ve bu sevgide üzmenin ve sevindirmenin, berâber oldugu bildirilmekdedir:
Allahü teâlâ, insanlarin seyyidi ?aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât" hurmetine, hepimizi yanilmakdan, sasirmakdan korusun! Seyr ve sülûkdan maksad, nefs-i emmâreyi tezkiye etmek, ya'nî temizlemekdir. [(Seyr), gitmek, (Sülûk), bir yola, meslege girmekdir.] Böylece nefs, asagi, çirkin isteklerinin sebeb oldugu, Allahü teâlâdan baska seylere tapinmakdan kurtulur. Ondan baska, bir ma'bûdu, maksadi kalmaz. Dünyâdan birsey istemedigi gibi, âhiretden de, birsey istemez. Evet, âhireti istemek iyidir, sevâbdir. Fekat, ebrâr için [ya'nî nefslerinin sevgisinden kurtulmamis olup, nefslerini azâbdan korumak ve ni'metlere kavusdurmak için, ibâdet edene] sevâbdir. Mukarrebler âhireti istemegi de günâh bilir. Zât-i ilâhîden baska bir sey istemez. Mukarrebler derecesine yükselmek için, (Fenâ) hâsil olmak lâzimdir ve Zât-i ilâhînin sevgisi insani kaplamalidir. Bu sevgiye kavusan, elemlerden, sikintilardan da lezzet alir. Ni'metler ve musîbetler, müsâvî olur. Azâblar da, ni'metler gibi tatli olur. [Allahü teâlânin her isinden, Onun isi oldugu için râzidirlar. Fekat, günâhlardan, kulun kesbi olmak bakimindan râzi degildirler.] Cenneti, Allahü teâlânin râzi oldugu yer oldugundan ve Cenneti istiyenleri sevdigi için, isterler. Cehennemden sakinmalari da, Allahü teâlânin gazab etdigi yer oldugu içindir. Yoksa, Cenneti istemeleri, nefslerine tatli geldigi için degildir. Cehennemden kaçinmalari, orada azâb ve sikinti oldugu için degildir. Çünki, bu büyükler, sevgilinin yapdigi her seyi güzel görür. Bunlari kendilerinin matlûbu, maksadi bilirler. Sevgilinin her isi, sevgili olur. Iste, tâm ihlâs budur. Yalanci ma'bûdlardan kurtulus makâmi burasidir. Kelime-i tevhîdin ma'nâsi, ancak burada hâsil olur. Ismler ve sifatlar arada olmaksizin, yalniz Zât-i ilâhîyi sevmedikçe, bu ni'metler, hiç ele geçemez. Böyle sevgi olmadikça, tâm Fenâ nasîb olmaz. [Anasi çocugu ne kadar sögse, dögse, çocuk yine döner,anasina sarilir. Insan da, Rabbine karsi böyle olmalidir.] Fârisî beytler tercemesi:
Ask öyle bir atesdir ki, yanarsa eger,
ma'sûkdan baska herseyi yakar, kül eder.
Hakdan gayriyi katl için, (LÂ) kilinci çek,
(LÂ) dedikden sonra, birsey kaldi mi bir bak!
(ILLALLAH)dan baska ne varsa, hepsi gitdi,
Sevin ey ask! Hakka ortak kalmadi bitdi.
-
Mektubat-ı Rabbani (36. Mektup)
Bu mektûb, hâci Muhammed Lâhorîye yazilmisdir. Ahkâm-i islâmiyye, dünyâ ve âhiretin bütün se'âdetlerini tasimakdadir. Ahkâm-i islâmiyye disinda ele geçen hiçbir se'âdet yokdur. Tarîkat ve hakîkat, ahkâm-i islâmiyyenin yardimcilari oldugunu bildirmekdedir:
Allahü teâlâ, hepimize, Muhammed Mustafâ ?sallallahü aleyhi ve sellem" efendimizin dîninin hakîkatini bildirsin ve bu hakîkata kavusdursun! Âmîn.
Islâmiyyet üç kismdir: Ilm ve amel ve ihlâs [ya'nî islâmiyyetin emr ve yasak etdigi seyleri ögrenmek ve ögrendiklerini yapmak ve herseyi yalniz, Allahü teâlâ için yapmakdir]. Bu üçüne kavusmiyan kimse, islâmiyyete kavusmus olmaz. Bir kimse, islâmiyyete kavusunca, Allahü teâlâ, ondan râzi olur. Allahü teâlânin râzi olmasi, sevmesi de, bütün dünyâ ve âhiret se'âdetlerinin en üstünü ve kiymetlisi oldugunu, Âl-i Imrân sûresi onbesinci ve sûre-i Tevbenin yetmisüçüncü âyetleri bildirmekdedir. O hâlde, islâmiyyet, dünyâ ve âhiretdeki bütün se'âdetleri ele geçirten bir sermâyedir. Islâmiyyetin disinda aranilacak, imrenilecek hiçbir iyilik yokdur. Tesavvuf büyüklerinin kazandiklari, tarîkat ve hakîkat, ahkâm-i islâmiyyenin yardimcilari, hizmetcileri olup, islâmiyyetin üçüncü kismi olan ihlâsi elde etmege yarar. Tarîkata ve hakîkata bas vurmak, islâmiyyeti temâmlamak içindir. Yoksa, islâmiyyetden baska birseyler ele geçirmek için degildir. Tesavvuf yolcularinin, o yolculukda gördükleri, tatdiklari, ahvâl, mevâcîd, ulûm ve ma'rifetler, imrenilecek, istenilecek sey degildir. Hepsi, evhâm ve hayâlât gibi, geçici seylerdir. O yolculari terbiye için, ilerletmek için, vâsitadan baska birsey degildir. Bunlarin hepsini geçip arkada birakip, (Rizâ makâmi)na varmak lâzimdir. Sülûk ve cezbe yolculugundaki makâmlarin, konaklarin nihâyeti, rizâ makâmidir. Çünki, tarîkat ve hakîkat yolculugundan maksad, ihlâs elde etmekdir. Ihlâs da, rizâ makâminda hâsil olmakdadir. Tesavvuf yolcularinin onbinlerde birini, ancak, üç dürlü tecellîlerden ma'rifete dayanan müsâhedelerden kurtarip, ihlâsa ve makâm-i rizâya ulasdirmakla sereflendirirler. Hakîkati göremiyen zevallilar, ahvâl ve mevâcîdi, birsey sanir. Müsâhedeleri, tecellîleri arzû eder. Böylece, yolda kalip, vehm ve hayâlden kurtulamaz ve islâmiyyetin kemâline kavusamazlar. [Sûrâ sûresinin onüçüncü] âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ kullarindan diledigini, kendisine seçer. Baskasindan yüz çevirip, yalniz onu istiyenlere, kendine kavusduran yolu gösterir) buyuruldu.[1] Ihlâs makâmina ve rizâ mertebesine kavusmak için, bu ahvâl ve mevâcîdden geçmek ve bu ilm ve ma'rifetleri edinmek lâzimdir. Bunlar, gâyeye götüren yoldur. Maksadin baslangicidir. Böyle oldugu, bu fakîre, bu yolculukda, tâm on sene sonra bildirildi. Islâmiyyet güzeli, ancak bundan sonra, sevgili Peygamberinin ?sallallahü aleyhi ve sellem" sadakasi olarak, cemâlini gösterdi. Dahâ önce de, ahvâl ve mevâcîde tutulup kalmamisdim. Islâmiyyetin hakîkatina kavusmakdan baska, istedigim yokdu. Fekat ancak, on sene sonra, hakîkat günesi dogdu. Bu ihsânindan dolayi, Allahü teâlâya pek çok hamd ederim. [Allahü teâlânin emrlerine ve yasaklarina (Ahkâm-i islâmiyye) denir.]
Allahü teâlânin magfiretine kavusan, meyân seyh Cemâlin ?kuddise sirruh" ölümü, bütün müslimânlarin üzülmesine sebeb oldu. Bu fakîr tarafindan, çocuklarina ta'ziye buyurmanizi ve Fâtiha okumanizi diler, selâm ederim.
-
Mektubat-ı Rabbani (37. Mektup)
Bu mektûb, Muhammed Çetrîye yazilmisdir. Sünnete uymak lâzim oldugunu bildirmekde ve tesavvufu medh etmekdedir:
Ihsân etmis oldugunuz, latîf mektûbunuzu okumakla sereflendik. Büyüklerimize olan îmâninizi ve sevginizi yaziyorsunuz. Bunu okuyunca, cenâb-i Hakka hamd eyledim. Allahü teâlâ, bu yolun [ya'nî tarîkatin] büyüklerinin bereketi, fâidesi ile, size sonsuz yükselmeler nasîb eylesin! Bunlarin yolu, herseyden kiymetlidir. Sünnet-i seniyyeye uymakdir ?alâ sâhibihessalâtü vesselâm". Bu fakîre, bu yol sâyesinde, çok zemândan beri ilmleri, ma'rifetleri, hâlleri, makâmlari, nisan yagmuru gibi yagdirdilar. Allahü teâlânin ihsâni ile yapacaklarini, tam yapdilar. Simdi, bütün arzûm, Peygamberimizin ?sallallahü aleyhi ve sellem" unutulmus sünnetlerinden birini meydâna çikarmakdir. Tesavvufun hâlleri ve mevâcîdi [kendinden geçmek], heyecân ve zevk, istiyenlerin olsun! Yapilacak, en mühim is, bâtini [kalbi, rûhu] büyüklerin sevgisi ile yasatip, zâhiri [hisleri, hareketleri] sünnetlere uymakla süslemekdir. Fârisî misra' tercemesi:
Is budur, bundan baskasi hiçdir!
Bes vakt nemâzi, vaktleri girer girmez kilmalidir. Yalniz yatsi nemâzini kis aylarinda, gecenin, ilk üçde birine kadar gecikdirmek müstehabdir. Bu isde, bu fakîrin irâdesi elinde degildir. Nemâzlari, vakt girince kil kadar gecikdirmek istemiyorum. Insanlik îcâbi, âciz kalindigi zemânlar, tabî'î müstesnâdir.
-
Mektubat-ı Rabbani (38. Mektup)
Bu mektûb, Muhammed Çetrîye yazilmisdir. Zât-i teâlâya muhabbeti ve fenâ mertebelerini bildirmekdedir:
Mektûb-i serîfiniz gelerek, fakîri çok sevindirdi. Allahü teâlâ, her zemân kendi ile berâber bulundursun! Bir ân bile, baskasi ile birakmasin! Zât-i ilâhîden baska her seye gayr denir. Onun ismleri ve sifatlari da gayrdir. Ilm-i kelâm âlimleri, (Sifatlari, kendinin ayni da degildir, gayri da degildir) buyurmus ise de, gayri kelimesinin kelâm ilmindeki ma'nâsina göre, böyle demislerdir. Yoksa, lügat ma'nâsina göre dememislerdir. Sifatlar kelâm ilmindeki ma'nâsina göre (Gayri) degil ise de, umûmî ma'nâya göre, Onun gayridir.
Allahü teâlâ, ancak selb sifatlari ile anlatilabilir. Onu, herhangi bir sifat ile anlatmak, ilhâd olur [ya'nî, dogru yoldan çikmak olur]. Onu anlatan en iyi kelime, en genis ibâre, Sûrâ sûresinin (Ona benziyen birsey yokdur) meâlindeki, onbirinci âyetidir ki, buna fârisî dilinde (bîçûn ve bî-çigûne) denir. Hiçbir ilm, hiçbir sühûd, hiçbir ma'rifet, Allahü teâlâyi bulamaz. Bilinen, görülen ve taninan hersey O degildir. Bunlari ma'bûd bilmek, gayra tapinmak olur. (Lâ ilâhe) derken, bunlarin hepsini nefy etmek, yok bilmek, (Illallah) derken de; O, birseye benzemiyen, bir ma'bûdu var bilmek lâzimdir. Bu, önce taklîd ile, ya'nî ögrenip yapmakla olur. Sonralari, kendiliginden yapilir.
Sona varmamis olan tesavvuf yolculari, baska seyleri, O sanarak tanir, görür. Taklîd eden mü'minler, böyle tesavvufculardan, katkat iyidir. Çünki bunlar, Peygamberimizden ?sallallahü aleyhi ve sellem" gelen bilgilere uymakdadir. Bu bilgilerde hatâ, yanlislik olamaz. Yari yoldaki tesavvufcular ise, kendi gördüklerine, anladiklarina uymakdadir. Bu hareketleri ile, Zât-i ilâhîye inanmamis oluyorlar. Zât-i ilâhîyi görüyoruz, Onun sevgisi içinde yüzüyoruz diyorlarsa da, Zât-i ilâhîye olan böyle îmânlari, hakîkatde, inkâr demekdir.
Müslimânlarin büyük imâmi, imâm-i a'zam Ebû Hanîfe ?rahmetullahi aleyh", (Sana lâyik ibâdeti yapamadigimiz, fekat, iyi tanidigimiz, Allahimiz! Sende hiçbir kusûr, noksânlik yokdur!) buyurdu. Ona lâyik ibâdet yapilamiyacagini herkes bilir. Fekat, iyi tanidigimiz buyurmasi, (Hiçbirseye benzemedigini, hiçbir yoldan taninamiyacagini iyi anladik) demekdir. Allahü teâlâyi, herkes bu sûretle taniyamaz. Ma'rifet, ya'nî tanimak baskadir. Ilm, ya'nî bilmek baskadir. Herkes, ilm sâhibi olabilir. Ma'rifet ise, fenâ mertebesi ile sereflenenlerde bulunur. Fânî olmiyana nasîb olmaz. Mevlevî Câmî [Mevlânâ Nûreddîn-i Abdürrahmân Câmî] buyuruyor ki: Fârisî beyt tercemesi:
Fenâ makâmina varmiyan kimse,
oraya yol bulamaz, çok sey de bilse.
Ma'rifet, ilmden ayri oldugu için, ilm ile anlasilanlardan baska seyler de vardir. Bunlar ma'rifet ile anlasilir. Bu ma'rifete (Idrâk-i basît) de derler. Nitekim Hâfiz-i Sîrâzî ?rahmetullahi aleyh" diyor ki:
Feryâdi, bosuna degildir Hâfizin,
Sasilacak sey çok, dili altinda ânin._
Fârisî iki beyt tercemesi:
Insanlarin rabbinin, insanlarin rûhuyla,
Bir bagliligi vardir, söz ile anlatilmaz.
Insan için diyorum, isim yokdur maymunla.
Rûhsuz olan bir kimse, elbet rûhu tanimaz.
Fenâ makâminda çesidli dereceler bulundugundan, müntehîlerin [ya'nî sona erenlerin] de ma'rifetleri, baska baska olur. Fenâ derecesi yüksek olan bir velînin ma'rifeti dahâ olgun, fenâ mertebesi asagi olan velînin ma'rifeti de, o derece asagidir. Sübhânallah! Söz nereye vardi. Kendi câhilligimi, iflâsimi, sapikligimi ve sebâtsizligimi yazip dostlardan yardim, düâ istemekligim lâzim idi. Öyle bilgiler nerede, bu fakîr nerede? Fârisî beyt tercemesi:
Kendinden haberi olmiyan zevalliya,
yakisir mi, ince bilgileri diline ala?
Fekat yaradilisim, hamurum, asagilarda dolasmaga, alçak seylerle ugrasmaga, hattâ bakmaga râzi olmuyor. Hiç söyliyemese de, hep Onu söylemegi, birsey ele geçiremezse de, hep Onu aramagi, kavusamasa da, Onu özlemegi istiyor. Tesavvuf büyüklerinden birkaçi Zât-i ilâhîyi müsâhede ediyoruz, demislerse de, bununla, ne demek istediklerini, ancak, kendileri gibi yüksek olanlar anlar. O dereceye yetismiyen, anlayamaz. Fârisî beyt tercemesi:
Bilmiyenler, taniyamaz bileni,
o hâlde, sözü kisa kesmeli.
Mektûbunuzun basini (O zâhirdir, bâtindir) kelimeleri ile süslemissiniz. Yavrum! Bu sözler, elbette dogrudur. Fekat, uzun zemândan beri bu fakîr ?kaddesallahü teâlâ sirrehül'azîz", bu sözlerden, tevhîd-i vücûdî ma'nâsini anlamiyorum. Âlimlerin anladigi gibi anliyorum. Âlimlerin anladigini, tevhîd-i vücûdî sâhiblerinin anladigindan dahâ dogru görüyorum. Fârisî misra' tercemesi:
Herkesi, bir is için yaratmislardir.
Müslimânin önce yapacagi sey, hepimizden önce istenilen sey, emr olunanlari yapmak, yasak edilenlerden sakinmakdir. Nitekim, sûre-i Hasrin yedinci âyetinde meâlen, (Resûlümün ?sallallahü aleyhi ve sellem" getirdigi emrleri aliniz, yapiniz! Sizi nehy, men' etdigi seylerden kaçininiz!) buyuruldu. Ihlâs elde etmekle emr olunduk. Fenâ hâsil olmadan, ihlâs elde edilemez ve Zât-i ilâhîyi sevmedikçe, hâsil olmaz. O hâlde, Fenâ makâmini ve bunun baslangici olan (Makâmât-i asere)yi, ya'nî on seyi elde etmek lâzimdir. [Fenâya kavusmak için lâzim olan on sey, tevbe, zühd, tevekkül, kanâ'at, uzlet ya'nî dîni, ahlâki bozan kimselerden, kitâblardan, gazetelerden, filmlerden sakinmak, zikr ya'nî her hareketde, Allahü teâlâyi unutmamak, teveccüh, sabr, murâkabe ve rizâdir.] Fenâ makâmi, her ne kadar, Allahü teâlânin ihsâni ise de, fekat bu ihsâna lâyik olmaga hâzirlanmak, baslangiclarini elde etmek için çalismak lâzimdir. Evet ba'zi bahtiyârlari, çalismadan, sikinti çekip, kendini temizlemeden ve baslangiclari elde etmeden, fenâya kavusdururlar. Bu bahtiyârlar iki dürlüdür: Yâ, yükseldigi makâmda birakip geri döndürmezler veyâ tâlibleri, nâkislari yetisdirmesi için, bu âleme geri getirirler. Birinci seklde, bu inis makâmlarindan geçmemis olur. Bundan dolayi da Allahü teâlânin ismlerinin ve sifatlarinin çesid çesid tecellîlerinden [ya'nî husûsî te'sîrlerinden] haberi yokdur. Ikinci seklde ise, bu âleme geri dönerken, onu bu makâmlarin her birinin, her tarafindan geçirirler. Sonsuz tecellîlere kavusdururlar. Mücâhede edenlerin, sikinti çekenlerin geçdigi yollari, hâlleri hep görür. Fekat, onlar gibi derdli, üzüntülü degil, zevkli, lezzetlidir. Zâhiri sikintida, bâtini ni'metde ve lezzetdedir. Fârisî misra' tercemesi:
Bu büyük ni'meti, acabâ kime verirler?
Süâl: Ihlâs, islâmiyyetin bir parçasi olunca, bunu elde etmek, herkese vâcibdir. Hakîkî ihlâs, fenâ makâmina varmayinca hâsil olmaz ise, ebrârin âlimleri ve sâlih insanlardan fenâ derecesine varmiyanlar, ihlâsa kavusamiyacakdir. Islâmiyyetin üçüncü parçasi olan ihlâsi elde etmemeleri günâh olacak, degil mi?
Cevâb: Âlimlerde, sâlihlerde, ihlâsdan bir kism, bir parça hâsil olur. Fenâdan sonra ise ihlâs, temâm olur. Her parçasi hâsil olur. Demek ki, fenâ olmadan ihlâsin hakîkati, temâmi hâsil olmaz. Fekat, bir kismi hâsil olabilir.
-
Mektubat-ı Rabbani (39. Mektup)
Bu mektûb, Muhammed Çetrîye yazilmisdir. Is kalbdedir. Âdet olarak yapilan ibâdetlerin ise yaramiyacagi bildirilmekdedir:
Allahü teâlâ, kendinden baska seylerden yüz çevirip, kendisine dönmek nasîb eylesin! Isin temeli kalbdir. Kalb, Allahü teâlâdan baskasina tutulmus ise, yikilmis demekdir. Bir ise yaramaz. Niyyet dogru olmadikça, hayrli islerin, yardimlarin ve âdete uyarak yapilan ibâdetlerin, yalniz hiç fâidesi olmaz. Kalbin selâmet bulmasi da ve Allahü teâlâdan baska hiçbir seye düskün olmamasi da lâzimdir. [Ya'nî her yapilan sey, O emr etdigi, O begendigi için yapilmali. Onun râzi olmadigi her seyden kaçinmalidir. Hersey Onun için olmalidir.] Hem, kalbin selâmeti, hem de bedenin sâlih isler yapmasi, birlikde lâzimdir. Beden sâlih ameller yapmaksizin, kalbim selâmetdedir, [kalbim temizdir, sen kalbe bak] demek bâtildir, bosdur. Kendini aldatmakdir. Bu dünyâda, bedensiz rûh olmadigi gibi, beden ibâdet yapmadan ve günâhlardan kaçinmadan, kalb, temiz olmaz. Zemânimizin birçok dinsizleri, sapiklari, ibâdet yapmayip, kalblerinin selâmetde oldugunu, hattâ kesf sâhibi olduklarini söyleyip, saf müslimânlari aldatiyor. Allahü teâlâ, sevgili Peygamberinin sadakasi olarak ?aleyhissalâtü vesselâmü vettehiyye", hepimizi böyle sapiklara inanmakdan korusun! Âmîn.
[Islâmiyyetin yasak etdigi seyler, siddetli zehrdir. Allahü teâlâ, insanlari yaratdigi vakt onlara fâideli olan seyleri emr etmis, zararli olan seyleri yasak etmisdir. Fâidesi kat'î olanlarin yapilmasini, lüzûm-i zarûrî ile emr etmisdir. Bunlari yapmak, (Farz) olmusdur. Fâideli seylerden, yapilmasi, lüzûm-i gayr-i zarûrî olanlar da, (Sünnet) olmusdur. Zarari kat'î olanlari terk etmek, lüzûm-i zarûrî olup, bunlar (Harâm) olmusdur. Terk edilmesi, lüzûm-i gayr-i zarûrî olanlar, (Mekrûh) olmusdur. Ba'zi islerin yapilip yapilmamasi, kullarin ihtiyârina birakilmisdir ki, bunlara (Mubâh) denir. Mubâhlar, iyi niyyet ile yapilirsa, sevâb verilir. Iyi niyyet ile yapilmazsa, günâh olur].
-
Mektubat-ı Rabbani (40. Mektup)
Bu mektûb, yine Muhammed Çetrîye yazilmisdir. Ihlâsi bildirmekdedir:
Allahü teâlâya hamd ederiz. Onun Peygamberine ?sallallahü aleyhi ve sellem" düâ ve selâm ederiz. Oglum! Sülûk konaklarini ve cezbe makâmlarini geçdikden sonra, anlasildi ki, seyr ve sülûkdan maksad, ya'nî tesavvuf yolculugundan maksad, ihlâs makâmina varmakdir. Ihlâs makâmina kavusabilmek için, enfüsî ve âfâkî ma'bûdlara tapinmakdan kurtulmak lâzimdir. Ihlâs, islâmiyyetin üç kismindan birisidir. Çünki, islâmiyyet üç kismdir: Ilm, amel ve ihlâs. Görülüyor ki, tarîkat ve hakîkat, islâmiyyetin bir kismi olan, ihlâsi elde etmege yarar, ya'nî islâmiyyetin yardimcisidir. Sözün dogrusu da budur. Ne yazik ki herkes bunu anliyamiyor. Rü'yâlar ile, hayâller ile aldanarak kanâ'at ediyorlar. Çocuk gibi, ceviz meviz ile vakt geçiriyorlar. Böyle kimselerin, islâmiyyetin üstünlügünden, inceliginden ne haberi olur? Tarîkatin ve hakîkatin ne oldugunu nasil bilirler? Islâmiyyeti cevizin kabugu gibi bir örtü sanip, cevizin özü, tarîkatdir, hakîkatdir derler. Isin iç yüzünü görememisler, askdan, zevkden isitdikleri, ezberledikleri sözlerle avunurlar. Ahvâl ve makâmlara kavusmak için can atarlar. Bunlari birsey sanirlar. Allahü teâlâ bunlara, dogru yolu görmek nasîb etsin. Bize ve size ve bütün sâlih kullarina selâmet versin! Âmîn.
Niçin kilmazsin, farz-i sünneti?
Degil misin Muhammedin ümmeti? (Aleyhisselâm)
Anmazmisin, Cehennemi, Cenneti?
Îmân sâhibi kul böyle mi olur?