Nisa suresi ayet 31
Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız sizin kusurlarınızı örteriz ve sizi ‘onurlu-üstün' bir makama sokarız.
Printable View
Nisa suresi ayet 31
Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız sizin kusurlarınızı örteriz ve sizi ‘onurlu-üstün' bir makama sokarız.
Bakara suresi ayet 37
Bu durum devam ederken Âdem, Rabbinden bir takım ilhamlar aldı ve derhal tevbe etti. Çünkü Allah tevbeleri kabul eden ve merhameti bol olandır.
Hz. Adem (a.s.) bu günahına pişman olup Allah'a yönelerek tövbe etmek istediğinde, Allah'tan bağışlanma dilemek için uygun kelimeler bulamadı. Allah da, pişman olduğu için ona acıdı ve ona gerekli sözleri öğretti.
Arapça tövbe kelimesi "geri dönmek" ve "yönelmek" anlamlarına gelir. İnsana uygulandığında, onun isyandan itaate döndüğü anlamına gelir. Allah'a atfedildiğinde, O'nun kuluna yönelip affettiği anlamına gelir.
Kur'an burada günahın sonuçlarının kaçınılmaz olduğu ve her insanın işlediği günahın cezasını öyle veya böyle çekeceği teorisini reddeder. Bu, insanların uydurduğu ve insanlığa zarar veren yanlış teorilerden biridir. Bu teori, doğru varsayıldığında, insan bir günah işlese artık düzelme ümidini tamamen yitirir, demeye gelir. Geçmişte işlediği bir günahtan pişman olsa ve onu düzeltmenin yollarını arasa ve hayatında birçok iyi değişiklikler yapsa da, bu teori onu ümitsizliğe boğar:
Senin için hiçbir ümit yok, sonsuza dek suçlusun, geçmişte yaptıklarının cezasını çekeceksin. Bunun aksine Kur'an şöyle der: "Bir günahı cezalandırmak veya fazileti mükâfatlandırmak tamamen Allah'ın elindedir. Eğer iyi bir işten ötürü mükâfatlandırılmışsanız, bu sizin iyi davranışınızın doğal bir sonucu değil, aksine Allah'ın lütfudur. O mükâfatlandırıp, mükâfatlandırmama konusunda son söze sahiptir. Aynı şekilde bir günahtan ötürü cezalandırılmışsanız, bu, günahınızın kaçınılmaz bir sonucu değildir. Çünkü Allah, cezalandırmaya veya affetmeye kâdirdir. Elbette Hüküm ve Hikmet sahibi olan Allah bu kudretini gelişigüzel kullanmaz; bilâkis, kişinin niyetini gözönünde bulundurur. Eğer iyi bir davranışı mükâfatlandırırsa, ancak kulunun iyi amelleri, kendi rızasını kazanmak için işlediğini gördüğünde mükâfatlandırır. Ve eğer görünürde iyi olan bir davranışı reddederse, onun samimi olmadığını bildiği için reddeder. Aynı şekilde, bir suçu isyan amacıyla işledikten sonra, pişmanlık yerine daha çok suç işleme isteği doğuran bir suçu cezalandırır. Bunun yanısıra kullarının içtenlikle pişman olduğu ve artık daha iyi ameller işlemeye karar verdikleri günahlarını affeder ve rahmetini gösterir. O halde günahların sonucunun kaçınılmaz olduğunu savunan görüşü reddetmek, günahkârların düzelmesi için yeni ümit kapılarını açmaktadır. Günahlarını (bir rahip önünde değil, Rableri önünde) itiraf edip, isyanlarından utanç duydukları, isyankâr tutumlarını bırakıp itaatkâr bir tavır takındıkları sürece en büyük günahkârlar ve en azılı kâfirler bile Allah'ın bağışlamasından ümit kesmemelidirler.
Bakara suresi ayet 81
Hayır; kim bir kötülük işler de günahı kendisini kuşatırsa (artık) onlar ateşin halkıdırlar orada süresiz kalacaklardır.
Bakara suresi ayet 85
Sonra (yine) siz birbirinizi öldürüyor bir bölümünüzü yurtlarından sürüp-çıkarıyor ve günah ve düşmanlıkla aleyhlerinde ittifaklar kuruyor ve size esir olarak geldiklerinde onlarla fidyeleşiyordunuz. Oysa onları çıkarmanız size haram kılınmıştı. Yoksa siz, Kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz? Artık sizden böyle yapanların dünya hayatındaki cezası aşağılık olmaktan başka değildir; kıyamet gününde de azabın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.
Buna somut bir örnek olarak, Medine yakınında yaşayan farklı Yahudi kabileleri arasındaki garip ilişkileri gösterebiliriz. Hz. Peygamber'in (s.a.) hicretinden önce Arap kabileleri olan Evs ve Hazreç ile anlaşma yapmışlardı. Bir Arap kabilesi diğeri ile savaşa girdiğinde, iki kabilenin Yahudi müttefikleri de birbirleriyle savaşıyordu. Bu şekilde Kutsal Kitap'ta yazılı olan emre bile bile karşı çıkılmış ve Yahudiler Yahudilerle savaşmış oluyorlardı. Fakat bir Yahudi kabilesi, diğer Yahudi kabilesinden savaş esiri alırsa onları fidye alarak serbest bırakıyordu. Onlara kendi kardeşlerini fidye ile serbest bırakmak gibi insanlık dışı bu durumdan sorulduğu vakit Kitap'ta buna izin verildiğini söyleyerek, kendilerini haklı çıkarmaya çalışıyorlardı. Fakat kendi kardeşlerine savaş açarken utanmazca çiğnedikleri Kitab'ın emirlerini, bu durumda sonradan hatırlamaları çok garipti. O halde bir taraftan esirleri fidye ile kurtarmaya izin veren Kitab'ın bir bölümünü kabul ediyor, diğer taraftan iman bakımından kardeş olanlara karşı savaş açmayı yasaklayan bölümünü reddediyorlardı
Bakara suresi ayet 173
O, size ölüyü, (leşi)- kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesilmiş olan (hayvan)ı, kesin olarak haram kıldı. Fakat kim, kaçınılmaz olarak muhtaç kalırsa taşkınlık yapmamak ve haddi aşmamak şartıyla (ölmeyecek oranda yiyebilir) ona bir günah yoktur. Gerçekten Allah, bağışlayandır esirgeyendir.
Bu, hem Allah'tan başkası adına kesilen hayvanın eti, hem de Allah'tan başkasına sunulan yiyeceği ihtiva eder. Gerçekte her şey Allah'ındır ve her şeyi veren O'dur; bu nedenle O'na şükrün bir nişanesi olarak her şey Allah'ın adı anılarak yapılmalıdır. Eğer Allah'tan başkasının adı anılarak yapılırsa, bu, o kişi veya şeyin, en azından bu niteliklerle Allah'a ortak olarak kabul edilmesi anlamına gelir.
Bu ayette temiz olmayan bir şeyin şu üç şartla kullanılmasına izin verilmektedir:
1) Aşırı bir ihtiyaç durumunda. Örneğin, eğer bir kişi açlıktan veya susuzluktan ölmek üzereyse veya bir hastalık nedeniyle hayatı tehlikedeyse ve pis olan şeyden başka kullanabileceği başka şey yoksa, o zaman onu kullanmasına izin verilir.
2) Kişi böyle yaparken kalbinden Allah'ın kanununu çiğnemek gibi bir istek geçirmemelidir. 3) Kişi gerekli olandan bir lokma bile fazla kullanmamalıdır. Meselâ böyle bir durumda, eğer haram olan şeyden bir-iki lokma veya damla hayatı kurtarmaya yetecekse, kesinlikle bundan fazlası alınmamalıdır.
Bakara suresi ayet 181
Bundan böyle kim onu (vasiyeti) işittikten sonra değiştirirse günahı elbette onu değiştirenlerin üzerinedir. Şüphesiz Allah, işitendir bilendir.
Bakara suresi ayet 182
Bunun yanında kim vasiyet edenin haksızlığa eğilim göstereceğinden ya da günaha gireceğinden korkup da ikisinin (tarafların) arasını bulup-düzeltirse artık ona günah yoktur. Gerçekten Allah, bağışlayandır esirgeyendir.
Bakara suresi ayet 188
Birbirinizin mallarını haksızlıkla yemeyin ve bile bile günahla insanların mallarından bir bölümünü yemeniz için onları hakimlere aktarmayın.
Bu ayetin iki yönü vardır: Hiç kimse hâkimlere rüşvet vererek başkalarının malını ele geçirmeye çalışmamalı ve başkalarının malını ele geçirmek için yalan iddialarla mahkemeye başvurmamalıdır. Varolan delillere göre hâkimin, haksız kimse lehine hüküm vermesi mümkündür. Fakat bu, o malın haksız kişiye helâl olduğu anlamına gelmez. Hz. Peygamber (s.a) böyle kimseleri şu şekilde uyarmıştır: "Her şeyin ötesinde ben de bir insanım. Benim önüme getirilen bir davada, karşısındakinden daha iyi konuşanın lehine hüküm vermek mümkündür. Fakat bilin ki ben onun lehine hüküm vermiş olsam da, bu şekilde bir şeyler kazanan kişi, aslında kendisine Cehennem'den bir yer kazanmaktadır."
Bakara suresi ayet 203
Sayılı günlerde Allah'ı anın. İki günde (Mina'dan dönmek için) elini çabuk tutana günah
yoktur geri kalana da günah yoktur. (Bu) sakınan için(dir). Allah'tan korkup-sakının ve gerçekten bilin ki siz O'na döndürülüp-toplanacaksınız.
Yani, "Teşrik günlerinde Mina'dan Mekke'ye Zilhicce'nin 12'sinde veya 13'ünde dönmenizde bir beis yoktur. Önemli olan, Mina'da geçirdiğiniz günlerin sayısı değil, oradaki günlerinizi Allah'a yaklaştırıcı şeylerle mi, yoksa eğlence ile mi geçirdiğinizdir."
Bakara suresi ayet 219
Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki:"Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için (bazı) yararlar vardır. Ama günahları yararlarından daha büyüktür." Ve sana neyi infak edeceklerini sorarlar.De ki:"İhtiyaçtan artakalanı." Böylece Allah, size ayetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz.
Bu, alkollü, sarhoş edici içkiler ve şans oyunları ile ilgili verilen ilk emirdir. Burada, ileride kesin yasaklamaya giriş teşkil edecek şekilde bunların kabul edilemeyeceği bildirilmektedir. Bu emrin ikinci aşaması, müminlere sarhoşken namaz kılmanın yasaklanmasıdır. En sonunda içki ve kumar tamamen haram kılınmıştır
Bakara suresi ayet 229
Boşanma iki defadır. (Sonra) Ya iyilikle tutmak veya güzellikle bırakmak (gerekir). Onlara (kadınlara) verdiğiniz bir şeyi geri almanız size helal değildir; ancak ikisinin Allah'ın sınırlarını ayakta tutamayacaklarından korkmuş olmaları (durumu başka). Eğer ikisinin Allah'ın sınırlarını ayakta tutamayacaklarından korkarsanız bu durumda (kadının) fidye vermesinde ikisi için de günah yoktur. İşte bunlar Allah'ın sınırlarıdır; onlara tecavüz etmeyin. Kim Allah'ın sınırlarına tecavüz ederse onlar zalimlerin ta kendileridir.
Bu ayet İslâm'dan önce Arabistan'da yaygın olan çok ciddi ve kötü bir sosyal alışkanlığı düzeltmeyi amaçlar. O zamanlarda bir koca istediği kadar ve istediği zaman boşama hakkına sahipti. Ne zaman karısı ile ilişkisi kötüye gitse onu boşar ve işine gelirse tekrar onunla evlenirdi. Buna bir sınırlama getirilmediği için, olay sık sık tekrarlanabilirdi. Bu nedenle kadın, ne onunla tam bir karı-koca ilişkisi içinde olur, ne de başkası ile evlenebilecek özgürlüğe sahip olurdu. Kur'an'ın bu ayeti, bu tür zulmü ortadan kaldırmaktadır. Bütün evlilik yaşamı boyunca bir koca, karısını ancak iki kez boşama hakkına sahiptir. Bundan sonra ne zaman onu üçüncü kez boşarsa, artık ondan tamamen ayrılmış olur.
Fazla düşünmeden verilmiş kararları kontrol etmek ve her aşamada barışma kapısını açık bırakmak için Kur'an ve hadisler tarafından öğretilen doğru boşanma şekli şöyledir:
Boşanma kaçınılmaz hale geldiğinde koca, karısını ancak aybaşı halinde olmadığı zaman boşayabilir. Aylık periyod sırasında boşamak doğru değildir. Koca, karısının âdet kanamasının bitmesini bekler ve sonra dilerse boşadığını söyler. Daha sonra bir ay daha bekler ve ikinci âdeti bittikten sonra eğer boşamaya hâlâ kararlı ise, yine boşadığını söyler. Daha sonra üçüncü âdeti de bekler, üçüncü ve son kez, onu boşadığını söyler. Bununla birlikte kocanın, birinci ve ikinci boşamalarda meseleyi tekrar gözden geçirmesi faydalıdır. Çünkü bu durumda geri dönme, yani barışma imkânı vardır. Fakat üçüncü kez boşadıktan sonra, koca geri dönme hakkını kaybeder ve bu çiftler bir daha evlenemezler.
Üç boşamayı da bir kerede ve aynı mecliste yapan cahil kimseler ise bu kanuna karşı büyük bir günah işlemektedirler. Hz. Peygamber (s.a) bu uygulamayı yasaklamıştır. Hz. Ömer (r.a) de böyle yapan erkekleri kamçı ile cezalandırırdı. Ancak bu şekildeki bir boşama, günah olmasına rağmen 4 mezhebe göre de geçerlidir.
Koca, karısına mehir olarak verilen evlilik hediyelerini, elbise ve takıları geri isteme hakkına sahip değildir. Birisine hediye olarak verilen bir şeyi geri istemek İslâm'ın ahlâk kurallarına tamamen aykırıdır. Hz. Peygamber (s.a) bu ahlâkâ aykırı hareketi, kustuğunu yalamaya benzetmiştir. Bilhassa bir koca için, daha önceden isteyerek karısına verdiği şeyleri boşandıktan sonra geri istemek, çok utanç verici bir durumdur. İslâm, kocanın mehir olarak karısına bir şeyler vermesini mutlak olarak emretmektedir. (Bakara: 241.)
Eğer kadın belli bir fidye karşılığında kocasını boşanmaya razı ederse, buna İslâm fıkhında hulû denir. Eğer karı ile koca aralarında belli şartlarla boşanma konusunda anlaşırlarsa da, aynı kanun uygulanır. Fakat mesele mahkemeye götürülürse, mahkeme ilk önce kadının artık onunla yaşayamayacak denli kocasından nefret edip etmediğini araştırır. Eğer mahkeme onların birlikte mutlu olamayacaklarına kanaat getirirse o zaman belirli bir fidye miktarı belirler. Koca bunu kabul edip, karısını boşamak zorundadır. Fakihler arasında genel olarak bu fidyenin, kocanın nikâh sırasında karısına verdiği mehri aşamayacağı görüşü yaygındır.
Böyle bir durumda koca, boşanmadan sonra tekrar birleşme hakkına sahip olamaz; çünkü bu hak karısı tarafından (satın) alınmıştır. Tabii ki iki taraf da isterse, tekrar evlenmeleri helâldir.
Cumhur'a göre hulû durumunda kadının iddeti, boşanmadaki iddetin aynısıdır. Fakat Ebu Davud, Tirmizi, İbn Mace ve diğer bazı kitaplarda Hz. Peygamber'in (s.a) böyle bir kadına sadece bir ay iddet belirlediğine dair hadisler vardır. Hz. Osman (r.a) da bir keresinde bu hadise göre hüküm vermiştir.
Bakara suresi ayet 230
Yine onu (kadını üçüncü defa) boşarsa (kadın) onun dışında bir başka kocayla nikahlanmadıkça ona helal olmaz. Eğer (bu koca da) onu boşarsa onlar (ilk koca ile karısı)
Allah'ın sınırlarını ayakta tutacaklarını sanıyorlarsa tekrar birbirlerine dönmelerinde ikisi için günah yoktur. İşte bunlar Allah'ın sınırlarıdır; bilen bir topluluk için bunları (böyle) açıklar.
Sahih hadisler, bir erkeğin, tekrar eski kocasına dönebilmek için ileride boşamak üzere, önceden anlaşarak bir kadını nikâhlamasını yasaklar. Bu, helâl bir davranış değildir ve böyle bir nikâh nikâh değil zinadır. Kadın böyle önceden ayarlanmış bir nikâh yapıp, sonradan boşanmakla önceki kocasına helâl olmaz. Hz. Ali, İbn Mes'ud, Ebu Hureyre ve Ukbe bin Amir (Allah hepsinden razı olsun) Hz. Peygamber'in (s.a) böyle yapanları lânetlediğine dair hadis rivayet etmişlerdir.
Bakara suresi ayet 271
Sadakaları açıkta verirseniz ne iyi; fakat gizleyip fakirlere verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. O, günahlarınızdan bir kısmını bağışlar. Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır.
Eğer kişi iyi amelleri gizlice işlerse, bu o kişinin karakterinin şekillenmesine yardımcı olur. Bunun sonucu kişi, hikmet ve samimiyeti gözönünde bulundurarak küçük günahları affeden Allah'ın, gözde ve seçkin bir kulu olur.
Bakara suresi ayet 276
Allah, faizi yok eder de sadakaları arttırır. Allah, günahkar kâfirlerin hiçbirini sevmez.
Bu sosyal, ekonomik, ahlâkî ve ruhsal yönlerden doğrudur. Görünüşte faizin zenginleştirip, infakın fakirleştirmesine rağmen, gerçekte bunun tersi olur. Faiz, tabiatı itibariyle sosyal, ekonomik, ahlâkî ve ruhsal gelişmeye engeldir ve infak (faizsiz borç vermeyi de içerir) tüm bunların gelişmesini sağlar.
Faize ahlâkî ve ruhsal yönlerden bakacak olursak, onun açgözlülük, bencillik, cimrilik, haset, katı kalplilik gibi özelliklere dayandığını ve borç veren kişide bu özellikleri beslediğini görürüz. Diğer taraftan infak, cömertlik, tokgözlülük, yumuşak kalplilik ve sevgi üzerine kurulmuştur ve bu yüce niteliklerin gelişmesine yardımcı olur. Hiç kimse bu özelliklerin bir önceki özelliklerinden daha iyi olduğu gerçeğini yalanlayabilir mi?
Toplumsal yönden bakıldığında birazcık düşünme bile insanı, eğer toplumdaki bireyler karşılıklı ilişkilerini bencillik üzerine kurarlarsa ve bireylerarası yardımlaşma ancak şahsî çıkar karşılığında olursa, o toplumun kuvvetli, dayanıklı ve dengeli bir toplum olamayacağı sonucuna götürür. Eğer zenginler fakirlerin sadece sömürülmek için varolduğuna inanıyorlarsa, bu durumda bir çıkar çatışması meydana gelecek ve toplumda ayrılıklar ortaya çıkacaktır. Eğer diğer şartlar da bunları desteklerse bu durum bir sınıf çatışmasına neden olacaktır. Diğer taraftan, eğer toplumun bireyleri karşılıklı ilişkilerini sempati üzerine kurarlar ve birbirlerine cömertçe davranırlarsa, toplum güçlenecektir. Eğer her birey ihtiyacı olan diğer bireye yardım ederse ve "varlıklı"lar "varlıksız"lara sempati ile veya en azından adaletle davranırlarsa, o toplumda karşılıklı sevgi ve saygı gelişecek ve toplum güçlü, dengeli bir toplum olacaktır. Tabii ki toplumdaki gelişme bu karşılıklı işbirliği ve sevgi ile de desteklenecektir.
Şimdi de faizi ekonomik yönden ele alalım. Borçlar iki çeşittir: Tüketim borçları, ihtiyacı olan kimseler tarafından kişisel gereksinimlerini karşılamak amacıyla alınır. Ekonomik borç ise işadamları tarafından ticaret, endüstri,tarım ve benzeri sektörlere yatırılmak üzere alınır. Birinci tür borçta faizin kötü sonuçlar doğurduğu herkes tarafından bilinmektedir. Her ülkede bankerler ve kredi veren kimseler işçilerin, köylülerin ve genelde fakir kesimin kanını emmekte ve onların durumlarının daha da kötüye gitmesine neden olmaktadırlar. Faiz talepleri bu insanların borçlarını ödemesini hemen hemen imkânsız kılar ve onları bu işten kurtulmak için sürekli borç almaya iter. Anaparanın birkaç katı kadar faiz ödeseler bile anapara ödenmeden kalır. Borçlunun gelirinin büyük bir bölümü alacaklı tarafından alınır ve fakir borçlu yakasının iki ucunu bir araya getiremez. Doğal olarak bu, işçilerin işlerine olan ilgilerinin azalmasına neden olur. İşlerin meyvesi başkaları tarafından alınınca, onlar da kendilerini tüm kalpleriyle işlerine veremezler. Bundan başka, üzüntü, tedirginlik, yetersiz beslenme sağlıklarını bozduğundan, parasızlık nedeniyle gerekli ilaçları bile alamazlar. O halde faizle borç verme çoğunluğun kanının emilmesi pahasına küçük bir grubun palazlanıp gelişmesine ve toplumda genel bir bozulmaya neden olur. Bu yolla ortaya çıkan randıman düşüklüğü millî üretimin kalite ve standardını düşürür. Sonunda kan emiciler de kendi açgözlülüklerinin ve zulümlerinin kurbanı olurlar.
Ezilen ve sömürülen insanların bastırılmış kızgınlıkları, borç verenlerin acımasızlığı ile su yüzüne çıktığında kanlı bir devrime dönüşür ve sömürenlerin tüm şeref ve kötü yoldan kazanılmış servetlerini yerle bir eder.
Ekonomik borçlarda sabit bir faiz oranının uygulanmasının doğurduğu birçok kötü sonuçtan üçü şunlardır:
1) Piyasa oranına eşit veya ondan daha yüksek faiz ödemeyen projeler, toplum için gerekli ve faydalı olsa da sermaye elde edemez. Kullanılması mümkün olan tüm para, ulusal yönden ne denli zararlı olsa da, piyasa oranına eşit veya daha yüksek faiz verebilen ticari ve endüstriyel sektörlere akar.
2) Ticari, endüstriyel veya tarımla ilgili her şartta yüzde beş, altı veya daha fazla kâr oranı garanti edebilen hiçbir iş yoktur. Böyle bir garantinin olmayışı bir yana, hiçbir işte zarara karşı garanti yoktur. O halde sermayenin sabit faiz oranı ile borç alan hiçbir iş, riske ve zarara karşı garanti altında değildir.
3) Borç veren kimse işin kârına ve zararına doğrudan ortak olmadığı ve sadece sabit bir faiz oranını gözönünde bulunduğu için, yapılan işin sosyal refahla olan ilişkisine dikkat etmez. Onun ilgilendiği tek şey kendi çıkarıdır; bu nedenle piyasada ne zaman bir kriz görse parasını hemen piyasadan çeker. Bu şekilde bencilliği nedeniyle panik yaratmış, piyasada kriz yolu açmış ve varolan krizi ise felâkete dönüştürmeye yardım etmiş olur.
Yukarıda anılan faizin üç kötü sonucu o denli açıktır ki, ekonominin alfabesinden haberdar olan herkes bunu bilir. Hiç kimse Allah tarafından konan tabiî kanunun, yani faizin millî serveti azalttığı gerçeğini inkâr edemez.
Şimdi de infakı (sadaka) ekonomik yönden ele alalım. Eğer bir toplumun zenginleri paralarını serbestçe kendilerinin ve bakmakla yükümlü oldukları kimselerin ihtiyaçlarını karşılamak için harcasalar ve servetlerinin bir bölümünü ihtiyacı olan kimselere dağıtsalar, faizsiz borç olarak işadamlarına verseler veya bir işe ortak olsalar ya da sosyal hizmetler için hükümete faizsiz borç verseler, o zaman elbette ticaret, endüstri ve tarım gelişecektir. Millî servet artacaktır. O halde faizin bir ulusun gelişmesini engellediği ve infakın gelişmeye yardım ettiği apaçık ortadadır.
Borç veren (Tefeci) şüphesiz narkör bir zavalıdır. Kendisine servet veren Allah'a karşı şükreden bir kul olarak, en azından O'nun kullarına faizsiz borç vermelidir. Eğer, bunun tersine Allah'ın nimetini, kendisinden fakir olan diğer kulları sömürmekte kullanırsa, o zaman sadece nankör olmaz, aynı zamanda kötü kalpli ve zalim de olur.
Bakara suresi ayet 282
Ey iman edenler belirli bir süre için borçlandığınız zaman onu yazınız. Aranızdan bir katip doğru olarak yazsın katip Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın yazsın. Üzerinde hak olan (borçlu) da yazdırsın ve Rabbi olan Allah'tan sakınsın ondan hiçbir şeyi eksiltmesin. Eğer üzerinde hak olan (borçlu) düşük akıllı ya da za'f sahibi veya kendisi yazmaya güç yetiremeyecekse velisi dosdoğru yazdırsın. Erkeklerinizden de iki şahid tutun; eğer iki erkek yoksa şahidlerden rıza göstereceğiniz bir erkek ve biri şaşırdığında öbürü ona hatırlatacak iki kadın (da olur). Şahidler çağırıldıkları zaman kaçınmasınlar. Onu (borcu) az olsun çok olsun süresiyle birlikte yazmaya üşenmeyin. Bu Allah katında en adil şahitlik için en sağlam şüphelenmemeniz için de en yakın olandır. Ancak aranızda devredip durduğunuz ve peşin olarak yaptığınız ticaret başka bunu yazmamanızda sizin için bir sakınca yoktur. Alış-veriş ettiğinizde de şahid tutun. Yazana da şahide de zarar verilmesin. (Aksini) Yaparsanız o kendiniz için fısk (zulüm ve günah)tır. Allah'tan sakının. Allah, size öğretiyor. Allah, herşeyi bilendir.
Buradan, borcun ne zaman ödeneceğinin belirlenmesi gerektiği sonucu çıkarılmıştır.
Bu ayet çok rastlanan bir duruma karşı uyarı niteliğindedir; arkadaşlar ve akrabalar borç anlaşmalarını resmi yazı haline sokmazlar. Çünkü bu onlara göre güvensizliği temsil eder. Allah, borç ve iş anlaşmalarının, insanlar arasındaki ilişkilerin açık seçik anlaşılabilmesi için yazılmasını ve şahitler huzurunda yapılmasını emreder. Bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.) üç tür kimsenin Allah'a dua ettiğini, fakat duasına icabet edilmediğini bildirmektedir. Bunlardan birincisi yoldan çıkmış karısı olduğu halde onu boşamayan, ikincisi kendisine yetim malı teslim edilen, fakat yetim henüz olgunlaşmadan malını iade eden, üçüncüsü ise hiçbir yazılı belge ve delil olmaksızın başkalarına borç veren kimsedir.
"Müslümanlardan" ibaresi, şahidin müslüman olması gerektiğini bildirmektedir. Zımmiler ise zımmileri şahit tutabilirler.
Bir davada gerçeğin ortaya çıkması büyük ölçüde şahidin güvenilirliğine bağlı olduğu için, şahitten çok şeyler beklenmektedir. Sadece saygıdeğer bir hayat süren, iyi bir ahlâkî karaktere sahip ve şerefli kimseler şahit olabilir.
Günlük alışverişleri kaydetmek bile kaydetmemekten iyidir. Bununla birlikte günlük alışverişlerde yapılan anlaşmaların kaydedilmemesinde bir beis yoktur.
Bu iki anlama gelebilir. Hiç kimse kâtip veya şahit olmaya zorlanamaz ya da bir tarafın aleyhine olarak doğru haber verdiği için kâtip veya şahide baskı yapılamaz.