Cevap: Güneş Üflemekle Sönmez!
BİRİNCİ BÖLÜM
Bediüzzaman Said-i Nursî Hazretlerinin Hıristiyanlık Alemine Bakış Açısı
En başta şu gerçeği hemen kaydetmeliyiz ki, Hz. Üstad Bediüzzaman, bugünkü haliyle, çok defa tahrife maruz kalmış bir Hıristiyanlığın suretine göre değil; ve semavilikten uzaklaşmış, asılsız, hakikatsiz inançlara bü*rünmüş bir Hıristiyanlığın şekline göre de değil, akibet ve neticesinin incirar edeceği vaziyete göre onu değerlen*dirmiştir. Yani ayet-i kerime ve ehadis-i sahiha ile haber verilen: “Ahirzamanda Hz. İsa’nın nüzul edeceğini ve gelip Hz. Mehdi’ye namazda iktida edeceğini” vesaireyi, tam bir iman ve itikadla kabul etmiş ve son derece büyük bir ihtimam ile ele almış ve nur-u velayetin basiretiyle değerlendirerek dünya ahvalinde tezahürlerini gözlemiş ve beklemiştir.
Elbette Hz. İsa(as) gibi bugünkü dünyada yaşayan in*sanların ekserisinin peygamberi ve Müslüman ve Hıristi*yan herkesin makbulü, harika ve mu’cizatlı bir zatın ahirzamanda Allah’ın izin ve va’diyle, umum Hıristiyan*ların İslam dinine girmelerine vesile olacağı ve bu iki muazzam din arasında tam ve köklü bir ittifak ve ittihadı sağlayacağı ve yeryüzünde din-i hak olan İslamiyetin hakkaniyet bayrağını dalgalandıracağı gibi, pek büyük ve fevkalade, muhteşem ve azim icraatlara karşı herhalde Bediüzzaman gibi bir dahi-i azamın ve ulu’l-azm bir müceddidin lakayd kalması düşünü-lemez. Ve İslam ha*miyeti noktasında bigane kalması da mümkün değildir. Eski ve yeni eserlerinde –Kur’anca ve peygamberce müj*delenen– şu pek mühim ve çok büyük olayın –adetullah kanunları çerçevesinde– işaret veya remizlerinin, nurlu te’villerle yorumlarını yapacak ve yapmıştır.
İşte kısa bir fezlekesini arzettiğimiz o hazretin şu ba*kış açısı ile müteveccih olup yaptığı değerlendirmelerin*den bir kaçını kaydediyoruz ki, o alleme-i cihan ve ferid-i deveranın bu husustaki gayesi, hedefi ve maksadı ne ol*duğu anlaşılsın. Bu değerlendirmeler dört fasıl içinde ele alınacak ve bu fasıllarda Risale-i Nur’dan pasajlar verile*cektir
Cevap: Güneş Üflemekle Sönmez!
Birinci Fasıl
Hz. İsa’nın Nüzûlü ve Hıristiyanlık
“Âhirzamanda Hazret-i İsâ Aleyhisselâm gelecek, şeriat-i Muhammediye(asm) ile amel edecek” meâlindeki hadisin sırrı şudur ki: Âhirzamanda, felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfrîye ve inkâr-ı ulûhiyete karşı, İsevîlik dini tasaffi ederek ve hurafattan tecerrüd edip İslâmiyete inkılâp edeceği bir sırada, nasıl ki İsevîlik şahs-ı mânevîsi, vahy-i semâvî kılıncıyla o müthiş dinsizliğin şahs-ı mânevîsini öldürür. Öyle de, Hazret-i İsâ Aleyhisselâm, İsevîlik şahs-ı mânevîsini temsil ederek, din*sizliğin şahs-ı mânevîsini temsil eden Deccalı öldürür; yani, inkâr-ı ulûhiyet fikrini öldürecek.”[3]
“… Tabiiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüd eden bir cere-yan-ı nemrudâne, gittikçe âhirzamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ederek kuvvet bulup, Ulûhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir.
“... İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın şahsiyet-i mâneviyesinden ibaret olan hakikî İsevîlik dini zuhur edecek, yani rahmet-i İlâhiyenin semâsından nüzul edecek, halihazır Hıristiyanlık dini o hakikate karşı tasaffi edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşecek, mânen Hıristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılâp edecektir. Ve Kur’ân’a iktida ederek, o İsevîlik şahs-ı mânevîsi tâbi ve İslâmiyet metbû makamında kalacak, din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır.[4]
“... Kat’î ve sahih rivayette var ki, ‘İsa Aleyhisselâm Bü*yük Deccalı öldürür.’ Vel'ilmü indallah, bunun da iki veçhi var:
“Bir veçhi şudur ki: Sihir ve manyetizma ve ispritizma gibi istidracî harikalarıyla kendini muhafaza eden ve herkesi teshir eden o dehşetli Deccalı öldürebilecek, mesleğini değişti*recek, ancak harika ve mucizatlı ve umumun makbulü bir zat olabilir ki, o zat, en ziyade alâkadar ve ekser insanların pey*gamberi olan Hazret-i İsa Aleyhisselâmdır.
“İkinci veçhi şudur ki: Şahs-ı İsa Aleyhisselâmın kılınciyle maktul olan şahs-ı Deccalın, teşkil ettiği dehşetli maddiyyunluk ve dinsizliğin azametli heykeli ve şahs-ı mâne*vîsini öldürecek ve inkâr-ı ulûhiyet olan fikr-i küfrîsini mah*vedecek ancak İsevî ruhânileridir ki, o ruhâniler din-i İsevînin hakikatini hakikat-i İslâmiye ile mezc ederek o kuvvetle onu dağıtacak, mânen öldürecek. Hattâ, ‘Hazret-i İsa Aleyhisselâm gelir, Hazret-i Mehdîye namazda iktida eder, tâbi olur’ diye ri*vayeti, bu ittifaka ve hakikat-i Kur’âniyenin metbuiyetine ve hâkimiyetine işaret eder.”[5]
Cevap: Güneş Üflemekle Sönmez!
İkinci Fasıl
İslamiyetle Hıristiyanlığın Mukayesesi
Evet, Bediüzzaman Hazretleri, –yukarıda iki-üç numunesini verdiğimiz parçalarda görüldüğü üzere– bütün risale ve yazılarında her zaman, Hıristiyanların ahirzamanda İslamiyete gireceklerini ve Hıristiyanlık tasaffi ederek İslamiyete inkılap edeceğini yazmış, ilmî kaide ve düsturlarla izah ve ispat etmiştir. Ama hiçbir zaman hiçbir kitabında –bazı çevrelerin çirkin iftiraları zıddına– Hıristiyanlığı kökten hak bulup medih veya medhi ima edici ve ona karşı Müslümanların rağbetlerini uyandırıcı bir sözü, bir işareti asla varid olmuş değildir. Tam aksine, hal-i hazır Hıristiyan dininin akide ve inancının, tatbikat ve yaşayışının temel noktalarından İslamiyetle taban tabana zıtlık içinde olduğunu mukayeselerle yazmış, izah etmiştir. İşte başlıyoruz:
“İkinci işaret: Şeair-i İslamiyeyi tağyir eden ehl-i bid’a evvela ulemau’s-su’dan fetva istediler. Sabıkan beş vecihle hususi olduğunu gösterdiğimiz fetvayı gösterdiler. Saniyen, ehl-i bid’a, ecnebî inkılâpçılarından böyle meş’um bir fikir aldılar ki: Avrupa, Katolik mezhebini beğenmeyerek, başta ihtilâlciler, inkılâpçılar ve filozoflar olarak, Katolik mezhebine göre ehl-i bid’a ve Mu’tezile telâkki edilen Protestanlık mezhebini iltizam edip, Fransızların İhtilâl-i Kebîrinden istifade ederek, Katolik mezhebini kısmen tahrip edip Protestanlığı ilân ettiler.
“İşte, körü körüne taklitçiliğe alışan buradaki hamiyetfüruşlar diyorlar ki: ‘Madem Hıristiyan dininde böyle bir inkılâp oldu; bidâyette inkılâpçılara mürted denildi, sonra Hıristiyan olarak yine kabul edildi. Öyleyse, İslâmiyette de böyle dinî bir inkılâp olabilir.’
“Elcevap: Bu kıyasın, Birinci İşaretteki kıyastan daha ziyade farkı zâhirdir. Çünkü, din-i İsevîde, yalnız esâsât-ı diniye Hazret-i İsâ Aleyhisselâmdan alındı. Hayat-ı içtimaiyeye ve füruat-ı şer’iyeye dair ekser ahkâmlar, Havariyun ve sair rüesa-yı ruhaniye tarafından teşkil edildi. Kısm-ı âzamı kütüb-i sabıka-i mukaddeseden alındı. Hazret-i İsâ Aleyhisselâm dünyaca hâkim ve sultan olmadığından ve kavânin-i umumiye-i içtimaiyeye merci olmadığından, esâsât-ı diniyesi, hariçten bir libas giydirilmiş gibi şeriat-ı Hıristiyaniye namına örfî kanunlar, medenî düsturlar alınmış, başka bir suret verilmiş. Bu suret tebdil edilse, o libas değiştirilse, yine Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın esas dini bâki kalabilir, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmı inkâr ve tekzip çıkmaz. Halbuki, din ve şeriat-ı İslâmiyenin sahibi olan Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm iki cihanın sultanı, şark ve garp ve Endülüs ve Hind birer taht-ı saltanatı olduğundan, din-i İslâmın esâsâtını bizzat kendisi gösterdiği gibi, o dinin teferruatını ve sair ahkâmını, hattâ en cüz’î âdâbını dahi bizzat o getiriyor, o haber veriyor, o emir veriyor. Demek, füruat-ı İslâmiye, değişmeye kabil bir libas hükmünde değil ki, onlar tebdil edilse esas din bâki kalabilsin. Belki, esas-ı dine bir cesettir, lâakal bir cilttir. Onunla imtizaç ve iltiham etmiş; kabil-i tefrik değildir. Onları tebdil etmek, doğrudan doğruya Sahib-i Şeriati inkâr ve tekzip etmek çıkar.
“Mezâhibin ihtilâfı ise, Sahib-i Şeriatin gösterdiği nazarî düsturların tarz-ı tefehhümünden ileri gelmiştir. ‘Zaruriyât-ı diniye’ denilen ve kabil-i tevil olmayan ve ‘muhkemat’ denilen düsturları ise, hiçbir cihette kabil-i tebdil değildir ve medar-ı içtihad olamaz. Onları tebdil eden, başını dinden çıkarıyor,
Cevap: Güneş Üflemekle Sönmez!
Fasıl İçinde Bir Mevzu
Müslümanlarla Ehl-i Kitap İttifak Edebilir mi?
Evvela: Şunu belirtelim ki; “ittifak” demek, dince imanca ve akidece bir ittifak anlaşılmamalıdır. Hem ittifak, ittihad de-mek de değildir. İttifak, işbirliği, çalışma ve ticaret ortaklığı gibi manalarda olduğu halde; ittihad ise, tamamen içli dışlı ol-mak ve kaynaşmaktır. Öyle ise ancak ittihad müslümanın müs-lümanla yapacağı bir ameliye, bir imtizaç keyfiyetidir.
Buna göre; ferden olsun, cemaat ve devlet olarak olsun, Müslümanların ehl-i kitapla ittifak edebilmeleri dince caizdir. Uluslararası ilişkilerde, ticaret, sanat ve harp gibi meselelerde taraflar dinî anane ve adetlerini muhafaza içinde ittifak edebi-lirler. Tarihte İslam aleminde bu gibi ittifaklar olmuş ve ola*gelmiş ve bir beis de görülmemiştir. Hatta Peygamberimiz(asm) bu ittifakı ve muahedeyi bazı müşrik kabilelerle de yapmış ol*duğuna sağlam rivayetler vardır. Yahudilerle yapmış olduğu muahede ise meşhurdur. Osmanlı devletinin, Birinci Cihan Harbinde Almanlarla yapmış olduğu savaş ittifakı, bunun bir örneğidir.
Saniyen: Hıristiyan denince, ilk nazarda Avrupa devletleri (Frengistan) ve Amerika hatıra gelir. Ve bu devletleri idare eden baştaki idareci kadronun siyasileri zihne gelir. Ama haki*kat canibinden dikkatlice bakılırsa, Hıristiyanlık alemi olan Frengistan’ın iki şıkka ayrıldığı görülecektir.
Birinci Şıkkı: İsmi Hıristiyan ve o kılıkta görülen zalim ve gaddar ve aslında hiçbir din ve mukaddesat tanımayan ve heves ve ihtirasları yolunda insanlık alemini ateşe verebilen ve akide ve anlayışlarında tamamen tabiatçı felsefenin tesiri al*tında hareket eden Avrupa’nın bir kısım siyasileridir ki, gaddar ve vahşi güruhtur.
İkinci Şıkkı: Hıristiyanların dindarları olan ruhaniler teş*kil ederler. (Hıristiyan dinine mensup dindarların selim veya sakim, hatalı veya hatasız olayı mevzumuza dahil değil.) Sa*mimi olanları ve Hz. İsa’ya –kendilerine göre– ciddi bağlı kimseleri mutlaka vardır ki, bunlara ‘Ruhani’ denilir. İşte bunlarla yapılacak bir ittifak ve işbirliği ise, elbette öncelikli olarak caiz ve geçerli olacaktır.
Bu meseledeki gerçeği kavramakta zorlanan hüsn-ü niyetli bazı din alimlerimiz de var. Misal için, 18 Mart 2006 Cumar*tesi sabahı TV 5 kanalında konuşan değerli bir hocamız de*mişler ki: “Böyle bir şey olamaz, Hıristiyan ruhanileri ile Müslümanların ittifakları mümkün değildir?..”
Bu muhterem hocamıza cevap vermek değil, bir hakikatı hatırlatmak istiyorum şöyle ki: Nisa Suresi 159. ayeti, “Bütün ehl-i kitap, ölümünden önce ona (Hz. İsa) muhakkak iman edecekler-dir.” der. Bu ayet-i kerime acaba neyi kasdediyor? Hz. İsa’nın nesine iman edecekler? Hz. İsa şu anda hayatta olup göklerde yaşamakta olduğuna göre, “Onun vefatından önce ona iman edecekler” kat’î hükmüyle; kendisinin yeryü*züne inip burada vefat edeceğine ve pek çok sahih hadis-i şe*riflerle, onun ahirzamanda yeryüzüne inip, şeriat-ı Ahmediye(asm) ile amel edip, ehl-i kitabı Kur’an’a ve İslama davet edip imana getireceğine göre; bu Deccal’a karşı bir itti*fak, birleşme değil midir? Başka bir te’vili, ma-nası var mıdır?
Yoksa, Hz. İsa Aleyhisselamın –hadislerin kat’î haberleri ile bildirilen– yeryüzüne gelişinin sebebi nedir? Müslümanlar, zaten müslümandır, ellerinde Kur’an ve sünnet bulunmaktadır. Eğer Hz. İsa’nın inişi ehl-i kitapla alakalı değilse, onları Kur’ana da-vet etmeyecekse, neden dünyaya dönüp gelsin?
Şimdi, Nur risalelerinde yazılı ve bu mezkûr manayı dile getiren parçalardan bir iki numune verelim. Önce birinci şık*taki manayı ifade eden numunelerinden:
Birinci Numune: Arabî Mesnevî-i Nuriye’nin “Zehre” ri*salesinde yazılıp, sonra Nurun ilk kapısı kitabında genişce ter*cümesi yapılarak kaydedilen şu tasnifdir:
“Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir. Birisi, İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden bu birinci Avrupa’ya hitap etmiyorum. Belki, felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeni-yetin seyyiâtını mehâsin zanne*derek beşeri sefâhete ve dalâlete sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa’ya hitap ediyorum.” dedikten ve Avrupa’yı iki sınıfa ayırdıktan sonra, Hazret-i Üstad, şu bozuk ikinci Avrupa’nın hayat felsefesi ve ve düsturlarını tek tek temelden ele alarak hakikat meydanında zir u zeber edip çürütmektedir.
İşte Onyedinci Lem’a’nın bir parçası olan şu Nota’nın son kısmını şöyle bağlamaktadır: “Ecnebîlerin tâğutlarıyla ve fünun-u tabiiyeleriyle dalâlete gidenlere ve onları körü körüne taklit edip ittibâ edenlere binler nefrîn ve teessüfler!
“Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olu*nuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında ya*lancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır.”[7]
Ve ayrıca, Sünûhat risalesinin “Rüyada Bir Hitabe” bölü*münde ve Lemaat risalesinde; şu “İkinci bozuk Avrupa” diye nitelendirdiği sefih medeniyet merkezi olan Avrupa’nın beş ana umdeli hayat düsturlarını akıl, ilim ve hakikat meydanında tarumar edip çürüttüğünü görmekteyiz.[8]
Ve bu mana çerçevesinde Arapça telif edilen Habab risa*lesinin bir bölümünde Müslümanları şu şekilde ikaz eder: “İ’lem, ey kardeş bilki! Kafirler, hususan Avrupalılar ve bil*hassa İngiltere’deki şeytanlar ve firenk iblisleri; Müslümanlara ve ehl-i Kur’an’a ebedi can düşmanı ve daimi muânid hasım*lardır...
“İşte ey ehl-i Kur’an! Size ebedi düşman olan ve hiçbir su*rette size muhabbet ve meyletmelerine imkanı olamayan kim*selere nasıl meyl ve muhabbet ediyorsunuz! Madem öyledir, Hasbunallahü ve nimel vekil, fenimel-mevla ve nimen-nasir deyiniz.”[9]
İşte Risale-i Nurlarda bu manada benzer ifade ve hitaplar daha pek çoktur. Ve bu hitapların muhatabı ise, yukarıda yazılı ikinci şık Avrupa’nın şeytan siyasileridir
Cevap: Güneş Üflemekle Sönmez!
Üçüncü Fasıl
Hıristiyan Dindar Ruhanileri Hakkında Geniş Bilgi
Önce, ahirzamanda Hz. İsa Aleyhisselamın irşadıyla Hıris-tiyan ruhanilerinin Müslümanlarla yapacağı ittifak hakkında gelen sahih hadis-i şeriflere bakacağız. Bu mevzuda hadis-i şe-rifler çoktur ve tevatür haddindedirler. İmam Şevkanî’nin 29 sahih hadisi bu mevzuda tahriç eylediğini, Es-Seyyid Mu*hammed Kannûcî El-Buharî El-İza’a eserinin 130. sayfasında kaydetmiştir.
Ve bu mevzudaki hadisleri mahirane tahlil eyliyen El-İşa’a li-Eşrati’s-Saah müellifi allame Berzenci meseleyi to*parlayıcı bir sonuca bağlayarak şöyle der: “Hz. İsa’nın Şam/Dimaşk’ta nüzulü zamanında onu karşılayacak Hz. Mehdi’nin Dımaşk valisi olacak ve ikindi namazında Hz. İsa’nın etrafında toplanacak olan Müslüman, Hıristiyan ve Ya*hudiler hepsi birlikte namazda Hz. İsa’ya uyacaklar. Sonra Hz. İsa Kudüs’e gidecek ve Hz. Mehdi’ye sabah namazında tabi olacaktır...”[10]
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Hz. İsa’nın(as) nüzulüyle ilgili vurud eden sahih hadis-i şeriflerin mana ve mazmunları*nın ifadeleriyle; onun nüzulünün gayesi Hıristiyanları Müslü*manlaştırarak ehl-i Kur’an’la ittifaklarını gerçekleştirmek ola*cağına göre, bu mananın zeminini hazırlamak niyetiyle; dindar ruhanilerle –şu ahir zamanda–münakaşaya medar meseleleri niza’a getirmemeyi lüzumlu görmüştür. İşte bu mana çerçeve*sinde yaptığı irşad ve ihtarlardan bir kısmı:
1. 1935’lerde telif ettiği Yirminci Lem’a olan Birinci İhlas Risalesi’nin İkinci Mesele’sinin ahirinde Müslümanlar ara*sında halis bir ittifak ve ittihadın dokuz tane can damarı sebep ve vesilelerini zikirden sonra, dokuzuncusunun haşiyesinde şöyle kaydetmişlerdir:
“Haşiye: Hattâ, hadis-i sahihle, âhirzamanda İsevîlerin ha*kikî dindarları ehl-i Kur’ân ile ittifak edip, müşterek düşman*ları olan zendekaya karşı dayanacakları gibi; şu zamanda dahi ehl-i diyanet ve ehl-i hakikat, değil yalnız dindaşı, meslektaşı, kardeşi olanlarla samimî ittifak etmek, belki Hıristiyanların hakikî dindar ruhanîleriyle dahi, medar-ı ihtilâf noktaları mu*vakkaten medar-ı münakaşa ve nizâ etmeyerek, müşterek düş*manları olan mütecaviz dinsizlere karşı ittifaka muhtaçtırlar.”[11]
2. 1942’lerde kaleme aldığı bir mektubunda, aynı mananın bir tatbikatı olarak şöyle demektedir:
“Saniyen: O vâiz ve âlim zâta benim tarafımdan selâm söyleyiniz. Benim şahsıma olan tenkidini, itirazını, başım üs*tüne kabul ediyorum. Sizler de, o zâtı ve onun gibileri müna*kaşa ve münazaraya sevk et-meyiniz. Hattâ tecavüz edilse de bedduayla da mukabele etmeyiniz. Kim olursa olsun, madem imanı var, o noktada kardeşimizdir. Bize düşmanlık da etse, mesleğimizce mukabele edemeyiz. Çünkü, daha müthiş düş*man ve yılanlar var.
“... Biz, değil onlar gibi ehl-i diyanet ve tarikata mensup Müslümanlarla, şimdi bu acip zamanda, imanı bulunan ve hattâ fırak-ı dâlleden bile olsa onlarla uğraşmamak; ve Allah’ı tanıyan ve âhireti tasdik eden Hıristiyan bile olsa, onlarla me*dâr-ı nizâ noktaları medâr-ı münakaşa etmemeyi, hem bu acip zaman, hem mesleğimiz, hem kudsî hizmetimiz iktiza ediyor.[12]
3. Komünist Rus’un 1945’lerde Türkiye’ye karşı tehditler savurduğu ve Kars ile Ardahan’ı istedikleri günlerde, dünya iki bloka ayrılmış, bir tarafı komünist blok olan Rusya, Çin ve yarı Avrupa, bir tarafı da hür dünya ve Amerika idi. O gün*lerde Türkiye’yi idare eden CHP, ister istemez Amerika’ya ya*naşmaya mecbur kalmıştı. İşte 1946-1947 senelerinde Hz. Üstad’dan “Hür Dünya” ile ittifakın lüzumundan yana bazı be*yanlar sadır olmuştu. O beyanlardan birisini, 1946 sonlarında faal bir talebesinin Asa-yı Musa kitabını bir Amerikalıya (mis*yoner) vermesi münasebetiyle, “Bir derece mahremdir” baş*lıklı mektubunun sonunda şöyle dikte ettirmiştir. “Misyonerler ve Hıristiyan ruhanileri hem Nurcular çok dikkat etmeleri el*zemdir. Çünkü herhalde şimal cereyanı; İslam ve İsevî dininin hucumuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle, İslam ve mis*yonerlerin ittifakını bozmaya çalışacak. Tabaka-i avama müsaadekar ve vucub-u zekat ve hurmet-i riba ile, Burjuvaları avamın yardımına davet etmesi ve zülumden çekmesi cihetinde Müslümanları aldatıp, onlara bir imtiyaz verip, bir kısmını kendi tarafına çekebilir. Her ne ise, bu defa sizin hatırınız için kaidemi bozdum, dünyaya baktım.”[13]
4. İkinci Cihan Harbi ortalarında, Alman ve İtalyanların ilerlemelerini dindar Hıristiyan ruhanilerinin dinsizlere bir ga*lebesi şeklinde telakki ederek; İslam aleminin de –eğer bu ru*haniler tam muvaffak olurlarsa– belki kurtuluşuna bir sebep ve bir vesile olabilir, diye bir hadis-i şerifin işarî manasının te’vilini tatbik etmeye müteveccih olmuştur. O te’vilin bazı bölümlerini alıyoruz.
“Âhirzamanda Hazret-i İsa(as) nüzulüne ve Deccalı öldür*mesine ait ehâdis-i sahihanın mânâ-yı hakikîleri anlaşılmadı*ğından, bir kısım zahir ulemalar, o rivayet ve hadislerin zahi*rine bakıp şüpheye düşmüşler; veya sıhhatini inkâr edip, veya hurafevâri bir mânâ verip, âdetâ muhal bir sureti bekler bir tarzda avâm-ı Müslimîne zarar verirler. Mülhidler ise, bu gibi zahirce akıldan çok uzak hadisleri serrişte ederek, hakaik-i İslâmiyeye tezyifkârâne bakıp taarruz ediyorlar. Risale-i Nur, bu gibi ehâdis-i müteşâbihenin hakiki tevillerini Kur’ân fey*ziyle göstermiş. Şimdilik nümune olarak bir tek misal beyan ederiz. Şöyle ki:
‘Hazret-i İsa(as) Deccalla mücadelesi zamanında, Hazret-i İsa onu öldüreceği vakitte, on arşın yukarıya atlayıp sonra kılıncı onun dizine yetiştirebilir derecesinde, vücutça o derece Deccalın heykeli Hazret-i İsa’dan büyüktür’[14] diye meâlinde rivayet var. Demek Deccal, Hazret-i İsa Aleyhisselâmdan on, belki yirmi misli yüksek kametli olmak lâzım gelir. Bu rivaye*tin zâhirî ifadesi sırr-ı teklife ve sırr-ı imtihana münafi olduğu gibi, nev-i beşerde câri olan âdetullaha muvafık düşmüyor.
“... O hadisin, bu zamanda aynı hakikat ve tam muvafık ve mahz-ı hak müteaddit mânâlarından bir mânâsı çıkmıştır. Şöyle ki:
“İsevîlik dini ve o dinden gelen âdât-ı müstemirresini mu*hafaza hesabına çalışan bir hükûmetle, resmî ilânıyla; zulmetli pis menfaati için dinsizliğe ve bolşevizme yardım edip terviç eden diğer bir hükûmet ki, yine hasis, pis, menfaati için İs*lâmlarda ve Asya’da dinsizliğin intişarına taraftar olan fitnekâr ve cebbar hükûmetlerle muharebe eden evvelki hükûmetin şahs-ı mânevîsi temessül etse ve dinsizlik cereyanının bütün taraftarları da bir şahs-ı mânevîsi tecessüm eylese, üç cihetle bu müteaddit mânâları bulunan hadisin bu zaman aynen bir mânâsını gösteriyor. Eğer o galip hükûmet netice-i harbi ka*zansa, bu işârî mânâ dahi bir mânâ-yı sarih derecesine çıkar. Eğer tam kazanmasa da, yine muvafık bir mânâ-yı işârîdir.
“Birinci Cihet: Din-i İsevînin hakikîsini esas tutan İsevî ruhanîlerin cemaati; ve onlara karşı dinsizliği tervice başlayan cemaat tecessüm etseler, bir minare yüksekliğinde bir insanın yanında, bir çocuk kadar da olamaz.
“İkinci Cihet: Resmî ilânıyla, ‘Allah’a istinad edip din*sizliği kaldıracağım, İslâmiyeti ve İslâmları himaye edeceğim’ diyen bir hükûmet yüz milyon küsur iken, dört yüz milyona yakın nüfusa hükmeden bir diğer devlete ve dört yüz milyon nüfusa yakın ve onun müttefiki olan Çin’e ve Amerika’ya ve onlar ise zahîr ve müttefik oldukları olan bolşeviklere galibâne, öldürücü darbe vuran o hükûmetteki muharip cemaatin şahs-ı mânevîsiyle; mücadele ettiği dinsizlerin ve taraftarların şahs-ı mânevîleri tecessüm etse, yine minare boyunda bir insana nis*peten küçük bir insanın nisbeti gibi olur.
“Bir rivayette, ‘Deccal dünyayı zapteder’ mânâsı, ‘ekseri*yet-i mutlaka ona taraftar olur’ demektir. Şimdi de öyle oldu.
Üçüncü Cihet: Eğer, küre-i arzın dört kıt’aları içinde (Avustralya nazara alınmamış) en küçüğü olan Avrupa’nın ve bu kıt’anın da dörtte biri olmayan bir hükûmetin memleketi, ekser Asya, Afrika, Amerika, Avustralya’ya karşı galibâne harp ederek, Hazret-i İsa’nın vekâletini dâvâ eden bir devletle beraber dine istinad edip, çok müstebidâne olan dinsizlik cere*yanlarına karşı semavî paraşütlerle muharebe ve mücadele eden o hükûmetle, ötekilerin şahs-ı mânevîleri insan suretine girse, ceridelerin eskiden beri yaptıkları gibi, devletlerin kuv-vetlerini ve hükûmetlerin derecelerini göstermek nev’inden o mânevî şahıslar dahi rû-yi zemin ceridesinde, bu asır sayfa*sında birer insan suretinde tersim ve tasvirleri gibi temessül et*seler, aynen ve tam tamına hadis-i şerifin mucizâne ihbar-ı gaybî nev’inden beyan ettiği hadise-i âhirzamanın müteaddit mânâlarından bir mânâsı çıkıyor.
“Hattâ, şahs-ı İsâ'nın(as) semâvattan nüzulü işaretiyle bir mânâ-yı işârîsi olarak Hazret-i İsâ'yı(as) temsil ederek ve na*mına hareket eden bir taife dahi, şimdiye kadar işitilmemiş ve görülmemiş bir tarzda tayyarelerle, paraşütlerle semadan bir belâ-yı semavî gibi nüzûl ettiriyor, düşmanların arkasına indi*riyor. Hazret-i İsâ’nın nüzulünün maddeten bir misalini göste*riyor...”[15]
5. Yine İkinci Cihan Harbi içinde, karşılıklı olarak uçak*lardan atılan bombalar, yerden fırlatılıp atılan büyük top mer*mileri, havanlar vesaireler, özellikle o menhus harpte sivil-as*ker, kışla ve şehirler tefrik edilmeden vahşiyane saldırılar ile birbirine saldıranların yüzünden ölen, ezilen çoluk çocuklar, kadınlar, hastalar ve ihtiyarların dehşetli hal ve felaketli vazi*yetleri karşısında vicdanî hissiyatını kaybetmemiş herkes gibi, Bediüzzaman Hazretleri de son derece şefkatle acı çekiyor, elem duyuyordu. İnsan yaratılışı ve fıtratı hasebiyle dünya ile, özellikle insanlık alemiyle alakadar ve münasebettardır. Fıtratı bozulmamış her insan da böyledir. İşte adı geçen harbin deh*şetli felaketleri içinde perişan olan, ezilip mahvolan masumları –hangi dinden olursa olsun, insan oldukları için– çok düşünen ve acıyan Hazret-i Bediüzzaman ilahî Rahmet ve Rabbanî merhametin her hadise-deki tecellilerinden aldığı nur ve il*hamları şöyle kaydetmiştir.
“Şiddet-i şefkat ve rikkatten, bu kışın şiddetli soğuğuyla beraber mânevî ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden biçarelere gelen felâketler, helâketler, sefaletler, açlıklar şid*detle rikkatime dokundu. Birden ihtar edildi ki: Böyle musi*betlerde kâfir de olsa, hakkında bir nevi merhamet ve mükâfat vardır ki, o musibet ona nisbeten çok ucuz düşer. Böyle musi*bet-i semaviye mâsumlar hakkında bir nevi şehadet hükmüne geçiyor.
“Üç dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiçbir haberim yokken, Avrupa’da, Rusya’daki çoluk çocuğa acıyarak ta-hattur ettim. O mânevî ihtarın beyan ettiği taksi*mat, bu elîm şefkate bir merhem oldu. Şöyle ki:
“O musibet-i semaviyeden ve beşerin zâlim kısmının ci*nayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden ve perişan olanlar, eğer on beş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehit hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı mâneviyeleri, o musibeti hiçe indirir. On beş yaşından yukarı olanlar, eğer mâsum[16] ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür, belki onu Cehennemden kurtarır. Çünkü âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muham-medîye(asm) bir lâkaytlık per*desi gelmiş. Ve madem âhirzamanda Hazret-i İsâ’nın(as) din-i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek. El*bette, şimdi fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya(as) mensup Hıristiyanların mazlumları, çektikleri felâketler, onlar hakkında ‘bir nevi şehadet’ denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zayıflar, müstebit büyük zâlimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet onlar hakkında, medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır diye hakikatten ha*ber aldım, Cenab-ı Erhamürrâhîmine hadsiz şükrettim. Ve o elîm elem ve şefkatten tesellî buldum.
“Eğer o felâketi gören zâlimler ise ve beşerin perişaniyetini ihzar eden gaddarlar ve kendi menfaati için in*san âlemine ateş veren hodgâm, alçak insî şeytanlar ise, tam müstehak ve tam adalet-i Rabbaniyedir.
“Eğer o felâketi çekenler mazlumların imdadına koşanlar ve isti-rahat-i beşeriye için ve esasat-ı diniyeyi ve mukaddesat-ı semaviyeyi ve hukuk-u insaniyeyi muhafaza için mücadele edenler ise, elbette o fedakârlığın mânevî ve uhrevî neticesi o kadar büyüktür ki, o musibeti onlar hakkında medâr-ı şeref ya*par, sevdirir.”[17]
Bediüzzaman Hazretleri şu üstteki çok azim ve pek mü*him mektubunun yazılışından bir müddet önce kaleme aldığı aynı mana çerçevesinde, amma daha çok kafir ve zalimlerin cehennemde ebedi azap çekmelerine ve kahra giriftar olmala*rına karşı gösterilen şefkatin bir şefkat olmadığına ve o gibi yersiz ve haksız bir şefkati taşımanın dalalet ve ilhada götüren bir ruhî hastalık ve kalbî bir sakam, bir illet olduğunu kayde*der. Bu makam, şefkat bahsi ve makamı olduğu münasebetiyle, bir ek izah olarak, o çok mühim ve fevkalade hakikatli mek*tuptan bir-iki parağraf alıyoruz, şöyleki:
“Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan, elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmetenli’l-Âlemîn Zâtın(asm) mertebe-i şefkatinden taşma*mak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa, o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalâlete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sakam-ı kalbîdir.
“Meselâ, kâfir ve münafıkların Cehennemde yanmalarını ve azap ve cihad gibi hadiseleri kendi şefkatine sığıştırmamak ve tevile sapmak, Kur’ân’ın ve edyân-ı semâviyenin bir kısm-ı azîmini inkâr ve tekzip olduğu gibi, bir zulm-ü azîm ve gayet derecede bir merhametsizliktir. Çünkü mâsum hayvanları par*çalayan canavarlara himayetkârâne şefkat etmek, o biçare hay*vanlara şedit bir gadr ve vahşî bir vicdansızlıktır. Ve binler Müslümanların hayat-ı ebediyelerini mahvden ve yüzer ehl-i imanın su-i âkıbetine ve müthiş günahlara sevk eden adamlara şefkatkârâne taraftar olmak ve merhametkârâne cezadan kur*tulmalarına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana deh-şetli bir merhametsizlik ve şenî bir gadirdir...
“... O halde kâfirin azap çekmesine acıyıp şefkat eden adam, şefkate lâyık hadsiz mâsumlara acımıyor ve şefkat et*meyip ve hadsiz merhametsizlik ediyor demektir. Yalnız bu var ki, müstehaklara âfât geldiği zaman mâsumlar da yanarlar; onlara acımamak olmuyor. Fakat, cânilerin cezalarından zarar gören mazlumların hakkında gizli bir merhamet var.”[18]
Cevap: Güneş Üflemekle Sönmez!
Dördüncü Fasıl
Risale-i Nur eserleri içinde bahsi ve ismi geçen “Protes*tan” “Prut” ve “Prutluk” gibi ifade ve manaların nelerden iba*ret olduğunu, hangi münasebetlerle bahisleri yapıldığını, gaye ve maksat ne olduğunu gösteren parçalardan örnekler alarak gerçeği bizzat kaynağından öğreneceğiz. Gayemiz ise, hakika*tin öz kendisini görmek, göstermektir ki; onu menfi maksat*larla çarpıtan ve saptıran ağızların kerih ve müstekreh yorum*larından arındırmaktır. Tahkikli yazımızın “İkinci Bölüm”ü içerisinde, şu berrak ve nezih hakikatları; o müstakim menhec ve muhkem yörüngesinden kimlerin ne gaye ve maksatlarla çarpıttıklarını işaretler vererek bazı örneklerini göstermek isti*yoruz. Allah’tan tevfik ve hidayet.
Örnek-1: Önce cenab-ı müellifin ilk ve eski eserlerin*den bir-iki paragraf:
“S. Nasraniyet (Hıristiyanlık), İslâmiyetin inkişafına bun*dan sonra mâni olmayacak mıdır?
“C. Nasraniyet ya intıfa veya ıstıfa ile terk-i silâh edecek*tir. Zira birkaç defa yırtıldı, Protestanlığa geldi. Protestanlık da yırtıldı, tevhide yaklaştı; tekrar yırtılmaya hazırlanıyor. Ya intıfa bulup sönecek, veyahut doğrudan doğruya hakikî Hıris*tiyanlığın esasına câmi olan hakaik-i İslâmiyeyi karşısında gö*recektir. Beşer dinsiz olamaz.
“İşte, bu sırr-ı azîme Hazret-i Peygamber(asm) işaret et*miştir ki: ‘Hazret-i İsa gelecek, ümmetimden olacak, ayn-ı şe*riatımla amel edecektir.’”[19]
Örnek-2: Aynı mananın bir başka sureti:
“Nasraniyyet İslamiyete teslim olacak.
“Nasrâniyet ya intifâ, ya ıstıfâ bulacak. İslâma karşı teslim olup terk-i silâh edecek.
“Mükerreren yırtıldı, Purutluğa tâ geldi, Purutlukta gör*medi ona salâh verecek.
“Perde yine yırtıldı, mutlak dalâle düştü. Bir kısmı lâkin bazı yakınlaştı tevhide; onda felâh görecek.
“Hazırlanır şimdiden yırtılmaya başlıyor. Sönmezse safvet bulup, İslâma mal olacak.
“Bu bir sırr-ı azîmdir; Ona remz ve işaret, Fahr-i Rusul demiştir: ‘İsâ, şer’im ile amel edip ümmetimden olacak.’”[20]
Örnek-3: Yine aynı mevzuun bir başka ve menfi yönü hakkında:
“Eski Harb-i Umuminin (Birinci Cihan Harbi) bidayetinde ve içinde o harpte müttefikimiz olan Almanla alakamızı kır*mak ve garplılaşmak perdesi altında bir protluğa, yani siyaseti dinsizliğe alet yapmaya çalışan bazı münafıklar diyordular ki: ‘Alman sosyalistlikle gidiyor, bizim dinimize zarar verecek.’
“Ben de o zaman demiştim: ‘Sosyalistlik dinimize ilişe*mez ve dinimize zarar veremez. Hem bizi sosyalistliğe soka*maz. Fakat garplılaşmak; İngiliz ve Fransız medeniyetinin fena kısmı, bizim dinimizi kısmen terk etmeye mukabil, zararlı bir medeniyete bizi mecbur edecekler. Onun fenalıkları iyilikle*rine galebe eden böyle medeniyet, bizim müttefikimiz olan Alman sosyalistliği dinimize ilişmediği ve bizi sosyalistliğe sevk etmediği için tercih ediyorum.’ diye o zaman demiş*tim...”[21]
Yeni Eserlerinden:
Yine hiçbir surette Protestanlığın lehinde olarak değil, ta-mamen aksine ve takbihli olarak yazılan bir parçada şöyle der:
“... Risale-i Nur’un bir mahrem parçası, şimdiki zaman tamamiyle tayin ettiği bir hadisin hakikatını tefsir bahsinde; şeflerin başı Lozan Muahedesi’nde –hiçbir zaman Müslüman hakiki Türk’ü, hiçbir Nasraniyete ve Yahudiliğe ve başka dine girmeyen ve İslam kahramanları olan– Türkleri Protestan yapmağa malum Hahambaşı ile ittifak ederek rey veren o adam, bütün ulema-yı İslamın ‘cevazı yok’ diye ittifakan hü*küm ettikleri halde, on cihette (kanunsuz) ka-nunlarla onu (yani şapkayı) bütün bu vatandaki masum Müslümanlara ceb*ren giydirdiği...”[22]
Yine yazımızın üst kısımlarında geçen fevkalade mühim ve çok büyük manaları te’kid sadedinde, Demokratlara yazıp gönderdiği bir ikaznamesinin sonunda şöyle demiştir:
“İki dehşetli harb-i umuminin neticesinde beşerde hasıl olan bir intibah-ı kavî ve beşerin tam uyanması cihetiyle: Kat’iyyen dinsiz bir millet yaşamaz. Rus da dinsiz kalamaz. Geri dönüp Hıristiyan da olamaz. Olsa olsa, küfr-ü mutlakı kı*ran ve hak ve hakikate dayanan ve hüccet ve delile istinad eden ve aklı ve kalbi ikna eden Kur’an ile bir musalaha veya tabi’ olabilir. O vakit dörtyüz milyon ehl-i Kur’an’a kılınç çeke*mez.”[23]
Hutbe-i Şamiye eserinde şu parağraftaki manalar daha va*zıh ve geniştir, görülebilir.
Yine Demokrat hükümetini ikaz sadedinde 1954’te yaz*dığı bir mektubunda memlekette cereyan eden büyük tehlike*lerden bazılarına dikkat çekerken, şu “Purutluk” tehlikesini de kaydetmiştir. Şöyle diyor:
Cevap: Güneş Üflemekle Sönmez!
Yeni Mesaj Gazetesinin Kasdî Tahrifleri
Yeni Mesaj adındaki gazete ve aktör yazarı Muhar-rem Bayraktar’ın herzeledikleri iftiralı vesveselerinden, aleme ibret numunesi olarak birkaç iddialarını ele alacağız. Sayfalar do*lusu iftiralarına ve vakvakları andıran seslerine bakacak ve bulaşacak vakit ve halimiz yoktur.
Yeni Mesaj’ın Birinci İftiralı Vesvesesi ve Ce*vapları
“Said-i Nursi Hürriyet ve İtilaf fırkasında iken, Müderrisin Cemiyeti’ni kurdu. Sonra da Teâli-i İslam Cemiyeti olarak meydana çıkan bu cemiyette üye olarak, kuva-yı milliye aley*hinde yazılan bildiride Said-i Nursi’nin imzası var... Ve bu bil*diri İkdam gazetesinin 16 Eylül 1919 sayısında yayınlandı.”[70] dedikten sonra, adı geçen bildiriden bazı pasajlar vermektedir.
Üstad Bediüzzaman 1918’den İtibaren Siyasi Hiçbir Cemiyete Girmedi
Bu çok şeni’ ve son derece acı ve galiz iftiranın cevapları az üst tarafta verilen son derece açık, zahir ve bahir belgelerdir. Bununla beraber, şu an önümde duran İkdam gazetesinin aynı tarihli sayısının fotokopisinde ileri sürülen bildiriden eser yoktur. Öyle bir bildiri yer almadığına göre bu iddia yalan ol*muş oluyor. Dürüst bir insanın: “Falanca gazetede şunlar var dediğinde”, o gazetenin klişesini ibraz etmesi gerekir. Anlaşı*lıyor ki, yazar bir mukallittir, fikir hempalarından taklid eyler, bu defa gazete dışında (İkdam dışında) bir iki kaynak daha ve*riyor. Bu kaynaklardan birisi, Prof. Yücel Özkaya’nın bir der*gide ya-yınlanan “Ulusal Bağımsızlık Savaşı Boyunca Yararlı ve Zararlı Dernekler” adında bir makalesidir. Yazar, Bediüzzaman’ın Müderrisin Cemiyeti’nde –ilk kuruluşunda–kurucu değil, bir üye olarak isminin bulunduğundan söz eder, öteye gitmez. Öbür kaynak da, bunun gibilere dayandığı anla*şılmakta. Az sonra gerçek tahkikli belgeler verilecektir.
İşin gerçek durumuna baktığımızda: Bediüzzaman Haz*retleri 1918 Temmuzunda Rusya’dan firar edip İstanbul’a gel*diği günden, ta 19 kasım 1922’de İstanbul’dan ayrılıp An*kara’ya gidinceye kadar siyasi hiçbir cemiyete girmiş değildir. Yalnız esaret dönüşünde Harbiye Nazırı Enver Paşanın ısra*rıyla Darü’l-Hikmeti’l-İslamiye’ye aza olarak resmen tayin edilmiştir. Ve bu arada hiçbir siyasi yönü olmayan iki cemi*yete de üye olarak katılmıştır. Bunlardan birisi Hilal-i Ahdar Cemiyeti (Yeşilay), ikincisi ise, kuruluş tüzüğünde, siyasetle kat’î surette meşgul olunamayacağı, sadece müderrislerin haklarını aramak ve halka dinî nasihatlarda bulunmak maksa*dına yönelik esaslar üzerine kurulmuş olan Müderrisin Cemi*yeti’ne de üye olarak katılmıştır.
Hilal-i Ahdar Cemiyeti’nin kuruluş gayesi ise, şeytan ve mel’un İngilizlerin İstanbul’u işgalinden itibaren, gemiler do*lusu, beyin uyuşturan içkileri dışardan getirip İstanbul’a sok*maları ve onunla beyinsiz bir takım avereleri uyuşturup düşün*celerini felcetmek ve işgal işini böylece kolaylaştırmak için idi. İşte Hilal-i Ahdar İngiliz’in bu şeytani planına karşı kurul*muştu.[71]
Bediüzzaman’ın siyasi cemiyetlere asla katılmadığını gösteren onun yazılı şu sözleridir:
“S. Hangi cemiyettensin? Neden muhalefeti tenkit edi*yorsun?
“C. Şüheda cemiyetindenim. Tek bir veliyi inkar veya is*tihfaf etmek meş’umdur. Öyle ise, iki milyon evliyaullah olan şühedayı inkar etmek ve kanlarını heder etmek meş’umların en meş’umudur. Zira muhalefet der: ‘Haksız olarak harbe girildi. Hasmımız haklı idiler.’ İşte şu hüküm, iki milyon şühedanın şehadetini inkardır. Bence en çok duamız bu olmalı.”
[72]
Üstad’ın bu beyanı gösteriyor ki o, siyasi cemiyetlerle alakası olmadığı gibi, İttihad ve Terakki Cemiyeti’ne muhalif olan İtilaf fırkasında ise asla değildir. Adı konu olan İkdam ga*zetesi önümde duruyor. Yazarın bahsettiği bildiri 16 Eylül 1919 tarihli nüshasında yok. Gazetenin 26 Eylül 1919 tarihli sayısında Cemiyet-i Müderrisin namına yayınlanan bir beyan*name vardır.
Bir de, İkdam gazetesi 9 Mart 1920 tarihli nüshasında; Ermeni meb’usu Bogos Nobar ile Şerif Paşanın Paris’te bir*likte “Kürt ve Ermeni İttifakı” adı altında bir muhtıra hazırla*yarak Lozan Konferansı’na sunmak; Kürt ve Ermeniler birleşik bir devlet kurmak teşebbüslerine karşı, Bediüzzaman Hazret*leri ve iki doğulu arkadaşının beraber hazırladıkları son derece şiddetli ve hiddetli bir protesto yazısı yayınlanmıştır. Bunun dışında Bediüzzaman Hazretlerinin İkdam’da hiçbir yazısı ya*yınlanmamıştır.[73]
Bu konuda geniş araştırma yapan mutemed bazı kaynaklar elde ettik. Bu kaynaklar özetle şunlardır:
1. Prof. Dr. Tarık Ziya Tunaya, Türkiye’de Siyasal Parti*ler, Mütareke Dönemi, C. 2, ss. 382-397.
2. Kemal Gurulkan, “Teali-i İslam Cemiyeti” İ.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 1996 ve Köprü, “İslâm’ın Siyasallaşma Sürecinde Cemiyet-i Müderrisin’den Teâli-i İslâm’a”, Güz 2000, Sayı: 72, ss. 5-14. Bu araştırma yazısı ve bu yazıda isimleri verilen gazeteler, dergiler ve kitap isimleri, rakamlarıyla beraber aşağıda sırasına göre verilecektir. İşte çarpıtılan tarihi hadiseyi kısaca tahlil ediyoruz.
Cevap: Güneş Üflemekle Sönmez!
Cemiyet-i Müderrisin ve Teâli-i İslâm Ce*miyetinin Gerçek Mahiyeti ve Üyelerinin Kimliği
Önce Cemiyet-i Müderrisin
31 Mart hadisesi sebebiyle, din adamları ve müderris ule*maya karşı oluşan umumi bir antipati (iğbirar), ulema zümre*sini İttihad ve Terakki’den uzaklaştırıp, muhalefet vaziyetinde olan Hürriyet ve İtilaf fırkasına yanaşmaya itmiştir. Birkaç sene sonra da, ulema heyeti bu fırkadan (partiden) ayrılarak; haklarını arama ve haksız, usulsüz atamaların önüne geçme gibi gayelerle, ama hiçbir surette cemiyet olarak siyaset ve si*yasi işlere karış-mamaya ve sadece halkı nasihat yoluyla irşad eylemeye çalışmaya yönelik olarak 15 şubat 1335/1919 tari*hinde “Müderrisin” ismi altında bir cemiyet kurdular. Cemiyet kurulduktan sonra, cemi-yetin kuruluş gayesinin beyanname*sini ve hizmet sahalarının sınırlarını tayin eden bildirgesini ya*yınladılar.[74]
Bu cemiyetin kurucuları:
1. Fatih Dersiamlarından Abdülfettah
2. Fatih Dersiamlarından Geyveli İbrahim Hakkı
3. Fatih Dersiamlarından İskilipli Mehmed Atıf
4. Beyazid Dersiamlarından Ermenekli Mustafa Safvet Efendi.
Azaları:
1. Darü’l-Hikmeti’l-İslamiye azasından Eşref Efendizâde Şevketî
2. Darü’l-Hikmeti’l-İslamiye azasından Said-i Kürdî
3. Fatih Dersiamlarından Düzceli Zahid (Zahid Kevseri)
4. Darü’l-Hilâfeti’l-Aliyye Sahn Medreseleri Fıkıh Müder*rislerinden Seydişehirli Hasan Fehmi
5. Darü’l-Hilafeti’l-Aliye İbtida-i Dâhil Medreseleri Man*tık Müderrisi Manisalı Mustafa
6. Fatih Dersiamlarından Âsitâneli Hafız Abdullah
7. Dersiamdan Sinoplu Mehmed Efendilerdir.[75]
İzmir’in işgali olayı üzerine, Sultan M. Vahidüddin’in be*yanatından sonra, Müderrisin Cemiyeti de 26 Eylül 1335/1919’da, istişaresiz, yani üyeler haberdar edilmeden si*yasi bir bildiriyi İkdam gazetesinde neşretmesi üzerine, üyele*rin hemen hepsi bu cemiyetten ayrılmışlardır.[76]
Cemiyet-i Müderrisin, 10 Kasım 1335/1919’da Genel Ku*rul toplantısını yapacağını gazetede ilan etmiş ve 14 Kasım 1919’daki Genel Kurul’da almış olduğu bir kararla: “Cemiyeti genişletelim..” diye, müderrisler dışında bir çok insanı içine alarak Teâli-i İslâm cemiyetine dönüşmüştür.[77]
Ve Teâli-i İslâm Cemiyeti
Prof. Dr. Tarık ZaferTunaya der ki: Bu cemiyetin üyeleri içinde, Müderrisin Cemiyeti’nden sadece iki isim vardır. Bun*lar da İskilipli Mehmed Atıf ile Seydişehirli Hasan Fehmi’dir.[78]
33
Teâli-i İslâm Cemiyeti Kurucuları:
1. İskilipli Mehmed Atıf Efendi,
2. Konyalı Abdullah Atıf Efendi
3. Bergamalı Mehmed Zeki Efendi, Kâtib-i Umumi (Ge*nel Sekreter)
Azaları:
1. Erzincanlı Hasan Fehmi Efendi
2. İstanbullu Şerefeddin Efendi
3. Manisalı Hayreddin Efendi
4. Tarih Müderrisi Tahirü’l-Mevlevi
5. Kayserili Şemseddin
6. Seydişehirli Hasan Fehmi Efendi[79]
İşte gözler önünde görüldüğü üzere Teâli-i İslâm Cemiye-ti’nde Bediüzzaman Hazretlerinin ismi yoktur. Müderrisin Cemiyeti’nde bulunması ise, bütün kurucuları meşhur alim ve büyük müderris insanlar olan, aslî gayesi ve tüzüğüne göre si*yasetle ilgisi olmayan bir cemiyet içinde, sadece muvakkat bir üyelikten ibaret olmuştur. Sonra Cemiyet, siyaset-i ecnebiye alet olacak bir tarzda maksadı dışında ve hem de istişaresiz, izinsiz bildiriler neşredince bu cemiyetten ayrılmış ve şahsı adına kuva-yı milliyeyi destekleyen makaleler ve kitaplar neş*retmiştir.
35 Muharrem Bayraktar, “Said-i Nursi ve Askerlik”, Yeni Mesaj, 10.2.2006.
Teâli-i İslâm Cemiyeti’nin Bildirisi
Ağustos 1920’de İstanbul Hükümetinin almış olduğu bir karar üzerine, Şeyhülislamlık bir fetva yayınladı. Ayrıca da Teâli-i İslâm Cemiyeti’nin de kuva-yı milliye aleyhine bir bil*diri yayınlayacağı duyuldu. Bunu duyan cemiyet azalarından Tahirü’l-Mevlevi ile İskilipli Muhammed Atıf Efendi Şeyhü*lislam Mustafa Sabri Efendiye çıkarak: Cemiyetleri adına öy*lesi bir bildirinin altına mühür vurulmamasını istediler. Uzun münakaşalar oldu. Cemiyet içinde de bildiri aleyhinde müca*deleleri sürdü.
Bunun üzerine bildiri için cemiyette oylama yapıldı. 10 üyeden 5’i red, 5’i evet dedi. Cemiyet Reisi İskilipli Mehmed Atıf Bey de red oyu kullanınca bildiri mühürlenemedi.
Ama, 23 Teşrin-i Evvel 1920 tarihli Vakit gazetesi, Eski*şehir’de Teâli-i İslâm Cemiyeti imzası taşıyan bir takım bildi*rilerin Yunan tayyarelerinden atıldığı haberini vermişti. Zaten oylama sırasında Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendinin damadı M. Zeki, üyelere hitaben: “Siz kabul etseniz de, etmeseniz de, hükümet bu beyannameyi Anadolu’ya gönderecektir.” diye bağırdığını ve bilahare Tahirü’l-Mevlevi’nin Ziraat Nazırlığın*daki vazifesine son verildiği kayıtlıdır.[80]
Evet, hadisenin tarihi belgeleri bunlardan ibaret...
Düşünüyorum da, acaba kendilerini dipten zorlayarak yırtı-lırcasına Bediüzzaman’a karşı şimdi buğz ve kin kusan şu bedbahtlar bu katî’ belgeler karşısında bir utanç duyabilecekler mi? Kim ne yaparsa, yapsın!..
“Bir şem’a ki Mevla yaka üflemekle sönmez”...
Cevap: Güneş Üflemekle Sönmez!
Yeni Mesaj’ın İkinci İftiralı Vesvesesi ve Ce*vapları
Şöyle diyor insafsız Bay Muharrem: “... Said-i Nursi’nin Birinci Dünya Savaşında, Müslümanlarla savaşıp ölen Hıristi*yanlar için söylediği: ‘Kafir de olsalar onlar hakkında Rahmet-i İlahiyenin mükafatları vardır’ şeklindeki dudak uçuklatan sözleri idi.”35
Cevap: Bu tahrifçiye cevaba, Fuzuli-i Bağdadînin bir gü*zel ve hikmetli sözüyle başlamak istiyorum:
“Kalem olsun eli ol katib-i bed tahririn,[81]
Ki fesad-ı rakamı surumuzu şur eyler”
Yani; “Kötü yazan, kalem karıştıran o katip, bir rakamın oy-natılmasıyla, ‘sûr’ kelimemizi ‘şûr’ yapar”.
Bu insafsız adam da aynen öyledir. Çünkü Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri 1942’lerde, Kastamonu vilayetinde 66 yaşında sürgün hayatı yaşarken bahse konu mektubunu yazmış olduğu halde, gördüğünüz gibi, bu tahrifçi ve insafsız adam, “Said-i Nursi’nin Birinci Dünya Savaşında...” diye başlıyor ve devam ediyor: “Müslümanlarla savaşıp ölen Hıristiyanlar için söylediği: ‘Kafir de olsalar onlar hakkında Rahmet-i İlahiyenin mükafatları vardır’...” Yani kasıtlı tahrifçiye göre bu sözleri Bediüzzaman söylemiş!..
Oysa ki, 1942’de “Müslümanlarla savaşan kafirler” diye bir şey yoktur. Çünkü müslümanların katıldığı savaş yoktur. Amma İkinci Cihan Harbinin en şiddetli günleri yaşanmakta*dır. Almanlar, Ruslarla ve İngilizlerle savaşıyor. Her iki taraf da gayr-i müslimdir. Hal böyle iken, Hazret-i Üstad’ın şeriata ve hakikate uygun ve hakikatli sözlerini böylesine iftiralı tahrif eyleyenin, acaba hükmü şeriatta nedir? Elcevap: İslam mah*kemelerinde şahitliği gayr-ı muteber, sözüne inanılmaz bir fasıktır.
İşte biz de, Hz. Bediüzzaman’ın bahse konu 1942 tarihli mektubunu asıl metniyle vererek bir iki söz daha edeceğiz.
“Şiddet-i şefkat ve rikkatten, bu kışın şiddetli soğuğuyla beraber mânevî ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden biçarelere gelen felâketler, helâketler, sefaletler, açlıklar şid*detle rikkatime dokundu. Birden ihtar edildi ki: Böyle musi*betlerde kâfir de olsa hakkında bir nevi merhamet ve mükâfat vardır ki, o musibet ona nisbeten çok ucuz düşer. Böyle musi*bet-i semaviye mâsumlar hakkında bir nevi şehadet hükmüne geçiyor.”[82]
Bu mektubun, İkinci Cihan Harbi ortalarında yazıldığını gösteren alttaki paragraftır. Şöyle diyor: “Üç dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiç haberim yokken, Av*rupa, Rusya’daki çoluk-çocuğa acıyarak tahattur ettim.”[83]
Şimdi gelin beraberce şu insafsız muharrifin haline baka*lım, iftirakarane sözlerine dikkat edelim ki, bu yazar Bediüzzamana atfen: “Müslümanlara karşı savaşıp ölen Hıris*tiyanlar için söylediği” diye yazmış. Ey ehl-i iman! Üstad’ın şu sözleri içinde böyle bir kelime gördünüz mü?.. Elbette ki “ha*yır” diyeceksiniz. Çünkü karanlık mihrakın yazarı yalan uydu*ruyor, gerçeği tahrif ediyor... Dinini, imanını zındık şeytanlara peşkeş çekiyor.
Bu yazar bir de, Bediüzzaman için: “... dudak uçuklatan sözleri idi” diye sözlerini, bir herzeleme olarak tanıtıyor. Amma iyice bilinsin ki, şu iftiraların uydurulduğu ilk günün*den ve başından beri Hz. Üstad Bediüzzaman ve Nur mesle*ğiyle böyle zendeka hesabına yalan ve iftiralarla uğraşanlar, bila-istisna alemde rezil ve rüsvay oldukları gibi, akibetleri de hüsran olmuştur.
Cevap: Güneş Üflemekle Sönmez!
Yeni Mesaj’ın Dördüncü İftiralı Vesvesesi ve Cevapları
İftira ve cehalet içinde yüzen bu yazar, Hz. Üstad hak*kında şöyle bir isnadda bulunuyor: “Hıristiyanlara böylesine yoğun aşkı olan Said-i Nursi, askerlik kurumuna ise hiç de öyle bakmaz. Risale-i Nur talebelerine çağrıda bulunarak: ‘As*kere gitmek yerine, Kur’an’a çalışmak suretiyle zamanlarını daha iyi değerlendireceklerini’ ifade eder. (Lem’alar, 100)”
Az aşağıda da, askerliğin önemini ve şu cahilane bed*bahtça su-i edebinin esbab-ı mucibesinin yorumunu getiriyo*rum diye şöyle herzeliyor. “Ülkenin her tarafında haçlı askerle*rinin çizmesi dolaşırken, Said Nursi’nin talebelerine: ‘Askere gitmeyin’ diye fetvalar vermesi çok yadırganması gerken bir durumdur...”[92]
Cevap: Bilgisiz, tarihi olaylardan habersiz bu yazarın şu*radaki yorumu, “İkinci iftiralı vesvesesi” bölümündekinden daha çok amiyane bir cehaletin örneğini teşkil eder. Şöyle ki: Bediüzzaman Hazretleri Lem’alar kitabını, 1927’de Barla’ya sürgün getirilmesinden bir müddet sonra yazmıştır. O tarihte ve sonrasında Türkiyenin hiçbir köşesinde, cahil yazarın “ül*kenin her tarafında haçlı askerlerinin çizmesi dolaşırken” şek*lindeki iddiasını doğrulayan hiç bir olay yoktur. Şimdi mevzuyu bu kadarıyla bırakıp, Lem’alar kitabında yazılı olayı, Hz. Bediüzzaman’ın kendi ifadesiyle aynen aktaralım.
“Üçüncü Meraklı Sual:
“Bu yakınlarda İngiliz ve İtalya gibi ecnebîlerin bu hükûmete ilişmesiyle, eskiden beri bu vatandaki hükûmetin hakikî nokta-i istinadı ve kuvve-i mâneviyesinin menbaı olan hamiyet-i İslâmiyeyi tehyiç etmekle şeâir-i İslâmiyenin bir de*rece ihyâsına ve bid’aların bir derece def’ine medar olacağı halde, neden şiddetle harp aleyhinde çıktın ve bu meselenin âsâyişle halledilmesini dua ettin ve şiddetli bir surette mübtedi’lerin hükûmetleri lehinde taraftar çıktın? Bu ise, dola*yısıyla bid’alara tarafgirliktir?..
“Elcevap: Biz ferec ve ferah ve sürur ve fütuhat isteriz, fakat kâfirlerin kılıcıyla değil! Kâfirlerin kılıçları başlarını ye*sin; kılıçlarından gelen faide bize lâzım değil. Zaten o mütemerrid ecnebîlerdir ki, mü-nafıkları ehl-i imana musallat ettiler ve zındıkları yetiştirdiler.
“Hem harp belâsı ise, hizmet-i Kur’âniyemize mühim bir zarardır. Bizim en fedakâr ve en kıymettar kardeşleri*mizin ekserisi kırk beşten aşağı olduğundan, harp vasıta*sıyla vazife-i kudsiye-i Kur’âniyeyi bırakıp askere gitmeye mecbur olacaktılar. Benim param olsa, hüsn-i rızamla, böyle kıymettar kardeşlerimin herbirisini askerlikten kurtarmak için, “bedel-i nakdiye” bin lira ka-dar da olsa verirdim. Böyle yüzer kıymettar kardeşlerimizin hizmet-i Kur’âniye-i Nuriyeyi bıra*kıp maddî cihad topuzuna el atmakta, yüz bin lira kendi zara*rımızı hissediyordum.
“... Kadîr-i Külli Şey, bir dakikada, bulutlarla dolmuş cevv-i havayı süpürüp temizleyerek semânın berrak yüzünde ziyadar güneşi gösterdiği gibi, bu zulümatlı ve rahmetsiz bu*lutları da izale edip hakaik-i şeriatı güneş gibi gösterir ve ucuz ve dağdağasız verebilir. Onun rahmetinden bekleriz ki, bize pahalı satmasın. Baştakilerin başlarına akıl ve kalblerine iman versin, yeter. O vakit kendi kendine iş düzelir.”[93]
İşte, Hazret-i Bediüzzamanın mevzu’ ile ilgili beyanı, ifa*desi bu... Teşvişçi yazarın, “Said-i Nursi, Risale-i Nur talebele*rine çağrıda bulunarak: ‘Askere gitmek yerine, Kur’an’a ça*lışmak suretiyle zamanlarını daha iyi değerlendireceklerini’ ifade eder.” tarzındaki tahrifli ve tezvirli ifadesiyle, Hz. Üstad’ın beyanı arasında bir uyum, bir münasebet görüyor mu*sunuz?.. Elbetteki hayır, diyecek-siniz. Hz. Üstad: “Hem harp belâsı ise, hizmet-i Kur’âniyemize mühim bir zarardır. Bizim en fedakâr ve en kıymettar kardeşlerimizin ekserisi kırk beşten aşağı olduğundan, harp vasıtasıyla vazife-i kudsi-ye-i Kur’âniyeyi bırakıp askere gitmeye mecbur olacaktılar.” diyor. Yazar ise, son derece tecahülden gelerek, tahrif edip: “Askere gitmek yerine, Kur’an’a çalışmak suretiyle...” diye uyduruyor. Bir defa, askere gitmek veya gitmemek, şahısların elinde değil, devletin elindedir. Kendi iradesiyle, askere gitmeyip Kur’an’a çalışmak diye bir metod bulunuyormuydu ki, Bediüzzaman talebelerine öylesi bir çağrıda bulunsun.
Hem Hz. Üstad’ın bahsettiği “Hizmet-i kudsiye-i Kur’aniye-i Nuriye” Kur’an’ın metnini öğrenmeye çalışmak değil, Kur’an tefsiri Nur risalelerini elle yazıp çoğaltmak ve neşretmek hadisesidir. Harp patlarsa, 45’ten aşağı yaşlarda herkes askere çağrılacağı için, Risale-i Nurları elle yazıp ço*ğaltanlar da mecburen askere alınacaklardı, diyor. Param olsa, nakdî bedel bin lira da olsa verecektim diyerek askerliğin mec*burî bir vazife olduğunu ifade ediyor. İşte buna göre yakıştı*rılmış yalanlı iftiralarını görün!..
Acaba İngiliz ve İtalyanların bu hükümete ilişme hadisesi ne idi?..
1926 Nisanında İtalyan Başbakanı Mussoloni ve İngiliz*ler’in, Doğu Akdeniz ile ilgili olarak verdikleri demeç üzerine, Türkiye Hükümeti Bakanlar Kurulu kısmi seferberlik kararı aldı. Fakat mesele, harpsız anlaşma ile sonuçlandı.
İşte talihsiz yazarın karanlık mihrakın emirber neferliği hesabına söylediği kapkara cehaletle ve insafsızca olan şu: “Hıristiyanlara böylesine yoğun aşkı olan Said-i Nursi...” şek*lindeki sözü için herhalde Bediüzzaman Hazretlerini tanıyan herkes, her ehl-i vicdan belki de Allah ve melaikeleri de ona bedel bu adamı lanetliyor, nefrinler yağdırıyor.
Bediüzzaman Hazretlerinin İstanbul’un İngilizlerce işgali sırasında onlara karşı haykırdığı “Tükürün o ehl-i zulmün o hayasız yüzüne” ifadesini, yalana dayanan müfterilerin yüzü de hakediyor.
Evet, Bediüzzaman Hazretleri Birinci Cihan Harbinde gö-nüllü alay kumandanı olarak katıldığı harpte harika kahraman*lık destanları yazdırdığı gibi, harici tecavüzler ve istilacı ecne*bilere karşı her zaman mücadele etmiştir. Vatanın sınırlarını koruyan askerlere ve askerliğe karşı hiçbir menfi tavrı görül*memiştir. Orduyu ve askerleri kendi ruhuna yakın ve alakadar görmüştür. Birinci Cihan Harbinde ordunun yanında ve önünde iki buçuk sene gece-gündüz Rus ve Ermenilerle çar*pışmış, 5 binden fazla talebelerini şehit vermiştir. En son, Bit*lis şehri içinde sağ kalan 20 talebesiyle birlikte bir Rus taburu içine düşerek çarpışmış ve o yirmi talebesinden öz yeğeni Ubeyd de içinde olarak onaltısı da şehid düşmüştür. Daha sonra, kendisi de üç yerinden yaralan-mış, bir ayağı da kırı*lınca Ruslara esir düşmüştür. Ruslar tarafın-dan esir alınıp Si*birya’ya doğru götürülürken, bir süre Tiflis’te esirlerin yığıl*ması için bekletilmiş. Tiflis’te iken, 1 Eylül 1916’da, Osmanlı Devleti Hariciye Nazırı Talat Paşa, Hilal-i Ahmer Reisi Besim Ömer Paşa’ya emirname göndererek, “Bediüzzaman Said-i Kürdi’ye 60 altın karşılığı 1254 mark parayı kurye eliyle ulaştırılmasını” emret*miş ve bu para kendisine ulaştırılmıştır.
Temmuz 1918’de esaretten firar edip İstanbul’a ulaştı*ğında, Tanin gazetesi hadiseyi “Muvasalat” başlığıyla haber olarak vermiş, Harbiye Nazırı Enver Paşa Bediüzzaman’ı Na*zırlığa davet etmiş, lazım gelen ihtiramlarla karşılanmış, ne gibi bir vazife, makam isterse hemen verileceğinin teklifinde bulunmuştur. Ve bu arada Ordu-yu Hümayun adına kendisine “miralay nişanı” ve bir de “iftiharlı bir harp madalyası”nı ver*miştir. Bunun yanında ordunun bütçesinden 150 altın lirayı da ısrar ederek Üstad’a kabul ettirdikten sonra, o günlerde yeni kurulmuş Darü’l-Hik-meti’l-İslamiye’ye ordunun bir delegesi sıfatıyla alınmasını Padişah ve Şeyhülislama teklifte bulun*muştur. Bu teklif hemen kabul görmüş ve Bediüzzaman 50 al*tın lira maaşla bu daireye resmen alınmıştır.[94]
Çok insafsız olan bu adamdan ve arkasındakilerden hariç, ehl-i vicdana soruyorum: “Eğer Bediüzzaman askerlik düş*manı ve tecavüz eden ecnebi devletlere ve Hıristiyanlara aşık birisi ise, onun harpteki o destanlar yazdıran hali ne için ve te*pedeki devlet ricalinin ona karşı şu iltifatları niye?..”
Cevap: Güneş Üflemekle Sönmez!
ve diğerlerin(abdulaziz bayındır olsun, iftiralarına karşı abdulkadir badıllı abinin verdiği ispatlı cevapları burda tıklayın ve baştan sona okuyun ve anlayın ki;
GÜNEŞ ÜFLEMEKLE SÖNDÜRÜLMEZ!