-
Müslümanlığı seçenler
Başka dinden oldukları hâlde islâmiyeti kabûl eden muhtelif ırk, memleket, kavm, renk ve meslekten kırkiki [42] zata, bazı mecmû'a veya cem'ıyyetler veya kendi arkadaşları tarafından sorulan (Niçin Müslüman Oldunuz?)(Müslümanlıkta en çok beğendiğiniz husûslar nelerdir?)suâllerine; bunlar gayet açık ve samîmî olarak cevap vermişlerdir. Bu zevât, uzun uzadıya düşündükten ve islâm dînini çok dikkat ile inceledikten sonra, müslüman olmaya karar vermişlerdir. Onların, birer vesika [belge] olan bu cevaplarını, muhtelif kitap ve mecmû'alardan alarak ve Türkçeye tercüme ederek yazıyoruz. Bu cevaplardan alınacak çok ibretler vardır ve bunları okuyanlar, dînimizin ulviyyetini bir kere daha kalblerinde his edeceklerdir.
Bu vesikalar, yeni müslüman kardeşlerimizin bağlı bulundukları memleketlere göre, alfabe sırası ile sıralanmıştır. Bu memleketler şunlardır:
Almanya, Amerika, Avusturya, Fransa, Hollanda, İngiltere, İrlanda, İsvec, Japonya, Kanada, Macaristan, Malaya, Polonya, Srilanka, Zengibar.
Şimdi bu vesikaları birer birer okuyalım:
1 MUHAMMED EMÎN HOBOHN
(Alman)
Muhammed Emîn Hobohn, hem bir diplomat, hem de bir misyonerdir. İctimâ'î [sosyal] mes'eleler ile meşgûl olmuş bir ilim ve din adamıdır.
Avrupalılar niçin dinlerini terk ederek müslüman oluyorlar?Bunun birçok sebepleri vardır. Bunların başında (Hak)gelmektedir. İslâm dîninin esas kâideleri o kadar mantıkî, o kadar doğru ve dürüsttür ki, dinde hakkı, hakîkati arayan aklı başında, okumuş bir insanın bunları kabûl etmemesi imkânsızdır. Meselâ, islâm dîni, bir tek mâbut bulunduğunu bildirir. İnsanların akl-ı selîmine (sağduyusuna) hitâb ederek, onları birçok hurâfelere inandırmaya tenezzül etmez. İslâm dîni, dünyadaki bütün insanların, hangi ırktan gelirse gelsin, hepsinin Allahü teâlânın kulu olarak birbirlerine müsâvî, birbirinin benzeri olduğunu bildirir. Biz almanlar, esasen Allahü teâlânın bize kuvvet ve kudret veren, ruhumuzu kemâle erdiren büyük bir hâlık [yaratıcı] olduğuna inanırız. Allah mefhûmu bizim içimize emniyyet ve huzur getirir. Fakat hıristiyan dîni, bu huzuru verememektedir. Yalnız İslâm dîni Allahü teâlânın büyüklüğünü bize öğretmekte, aynı zamanda öldükten sonra insan ruhunun nereye gideceği hakkında bize rehber olmaktadır. İslâm dîni, yalnız dünyada değil, âhirette de bize yol göstermektedir. Âhirette rahat etmek için dünyada ne yapmak lâzım olduğunu, çok açık ve mantıkî bir tarzda öğretmektedir. Allahü teâlânın, âhirette, insanlardan dünyada yaptıkları işler hakkında âdilâne hesap soracağını bilmek, onları dünyada doğru ve dürüst hareket etmeye sevk eder. Bunun için hakîkî müslümanlar, dünyada iyice düşünmeden ve yapacakları işin hakîkaten hayrlı olduğuna inanmadan hiç bir iş yapmazlar. Böylece, bu büyük din, hiç bir dünyevî polis teşkîlâtının yapamıyacağı bir şekilde, insanları teftîş [kontrol] etmekte ve onların dâimâ doğru yolda kalmalarını te'mîn etmektedir.
İslâm dîninin Avrupalılar tarafından seçilmesinin başka bir sebebi de, ibâdet şeklidir. Namaz, insanlara dâimâ zamanında iş yapmağı, oruç ise, irâdesini kuvvetlendirmeyi öğretir. Hayatta başarı için, (Zamanında iş yapmak ve irâdesine hâkim olmak) kadar önemli başka ne vardır?Büyük adamlar ancak bu iki âmil sâyesinde muvaffak olmuşlardır. Şimdi, islâm dîninin en güzel bir noktasına geliyorum:İslâmiyet insanlara ahlâkî ve insânî husûsları gayet mantıkî bir tarzda öğretirken, onları hiç bir zaman yapamıyacakları işlere zorlamamıştır. Aksine, onlara iyi ve rahat yaşamak için birçok imkânlar tanımıştır. Allahü teâlâ, insanların rahat ve mes'ûd yaşamasını istemektedir. Bunun için, insanların günah işlememesini emreder. Müslümanlar, kendilerinin dâimâ Allahü teâlânın huzurunda olduklarına inanır. Günah işlememeye çalışırlar. Gerek diğer dinlerde ve gerek Avrupada kurulan nizâmlarda, bu kadar güzel, bu kadar faydalı bir kâide yoktur.
Ben, dünyada birçok yerlerde ve muhîtlerde, diplomat ve misyoner olarak bulundum. Diğer dinleri, ictimâ'î nizâmları dikkat ile inceledim. İslâmiyet kadar doğru, islâmiyet kadar mükemmel, ne bir din, ne de ictimâ'î bir nizâm gördüm. Komünizm, insanlara ilk bakışta doğru bir düşünüş gibi görünmektedir. Bunun gibi, dünya işlerinde en büyük idare şekli olduğu zannedilen garbdaki demokrasi ve nazilikte de, bazı doğru noktalar vardır. Fakat bunların hiç biri tam değildir. Hepsinde birçok noksanlar vardır. Tam ve kusursuz olan ancak İslâm dînidir. İnsanları yükseltecek olan âmil, Avrupalıların buluşu olan ictimâ'î düşünceler değil, ancak ve ancak İslâm dînidir. Bunun için, her akl-ı selîm (sağduyu) sahibi, kâmil bir insan hiç tereddüdsüz islâmiyeti kabûl eder. Ben de böyle yaptım. Müslümanlık nazariyyât dîni değil, amelî [pratik] bir dindir. İslâmiyet, insanın rahîm ve gafûr (merhametli ve affedici) olan ve doğru yolu gösteren Allahü teâlâya, kendini teslim etmesi demektir. Bundan daha güzel ne olabilir?
2 Dr. HÂMİD MARCUS
(Alman)
Dr. Marcus tanınmış bir fikir adamı ve yazar olup, Berlinde Moslemische Revue adlı mecmû'ayı kurmuştur.
Daha çocukken müslümanlığı merak etmiş ve islâmiyet hakkında mâlûmat [bilgi] toplamaya başlamıştım. Doğduğum şehrin kütübhânesinde 1164 [m. 1750] senesinde basılmış eski bir Kur'an-ı kerim tercümesi buldum. Rivayete göre, Goethe de, islâm dînini incelerken aynı Kur'an-ı kerim tercümesini okumuş ve ondan sonra, bu kitaba karşı olan hayrânlığını izhâr etmişti. Kur'an-ı kerimi okudukca, onun gayet mantıkî olan ve aynı zamanda insanın ruhuna kadar işliyen câzibeli ifâdesi bana çok te'sîr etti. İslâmiyetin koyduğu esasların ne kadar doğru, ne kadar faydalı olduğunu, islâmiyet ile şereflenen milletlerin, az zaman içerisinde, tam bir medeniyete kavuşması, açıkça isbât ediyordu.
Kendi memleketimden ayrılıp, Berline geldiğim zaman, orada müslümanlarla dost oldum ve onlarla birlikte İslâm merkezi [misyonu] âzalarının vermekte oldukları, çok ilgi çekici ve öğretici konferansları, büyük bir dikkat ile tâkîb ettim. İslâm merkezinin âzaları ile daha fazla temâs etmeye ve islâm dînini daha yakından incelemeye başladım. Bir müddet sonra, bu dînin benim aradığım ve düşündüğüm hak din olduğuna tamamiyle inanarak müslümanlığı kabûl ettim.
İslâm dîninde, Allah birdir ve tek hâlıka [yaratıcıya] inanmak, islâmın en kudsî akîdesidir. İslâm dîninde akla sığmaz, inanılması mümkün olmıyan hiç bir akîde yoktur. Allahü teâlâdan başka, hiç bir yaratıcı yoktur. İslâmiyette, modern ilimlere uymıyan, onlara zıd hiçbir nokta bulamazsınız. emir ve telkîn ettiği bütün husûslar, tamamiyle mantıkî ve faydalıdır. İslâmiyette, diğer dinlerde olduğu gibi, îman ile mantık arasında hiç bir ayrılık yoktur. Bunun için, benim gibi, tabî'î ilimlerle hayat boyu uğraşmış bir kimsenin, bu uğraşmalardan elde ettiği ilmî sonuçlara tam uyan islâm dînini, bunlara hiç uymıyan diğer dinlere tercîh etmesinden daha tabî'î ne olabilir?
İkinci bir sebep olarak, şunu da ilâve edeyim ki, diğer dinler, yalnız Mâneviyata hitâb eden birtakım garîb, abes fikirlerle doludur. Bunların hakîkî hayat ile hiç bir ilgisi yoktur. Hâlbuki islâm dîni, insanın hayatta ne yapması Îcap ettiğini de öğreten, amelî bir dindir. İslâm dîninin emirleri, insana yalnız âhirette değil, aynı zamanda dünyada da doğru yolu gösterir, fakat hiç bir zaman onun hürriyetini sınırlamaz.
Senelerden beri müslüman olarak dînimi incelemeye devam ediyorum. Her defasında onun en mükemmel olduğunu görerek, ruh rahatlığına kavuşuyorum. İslâmiyet, şahsiyyet ile cemiyet hayatı arasında, ne güzel bir yoldur! İslâmiyet, bu iki ayrı hayatı tanzîm etmektedir. İslâmiyet, tamamiyle âdil ve ancak insanların iyiliğini isteyen bir dindir. Dünyada, ne gibi ictimâ'î bir cereyan olursa olsun, bunun bütün iyi tarafları islâm dîninde vardır.
3 Bayan ÂMİNE MOSLER
Niçin müslüman oldum?
Oğlumun, bana sorduğu birçok suâllere cevap veremiyordum. O bana: (Anne, Allah niçin üç dâne?) diye soruyor, kendim de üç ALLAHya inanmadığım için, ona inandırıcı bir cevap veremiyordum. Nihâyet 1346 [m. 1928] senesinde yaşı artık oldukça ilerlemiş olan oğlum, birgün gözleri yaşlı olarak bana geldi, (Anne, ben müslümanlığı tedkîk ettim. Onlar bir tek mâbuta [yaratıcıya] inanıyorlar. Onların dîni, en doğru din. Ben de müslüman olmaya karar verdim. Sen de bana katıl!)diye yalvarmaya başladı. Onun ricâsı üzerine, ben de islâm dînini incelemeye başladım. Berlin câmiine gittim. Câmiin imamı beni çok iyi kabûl etti ve bana müslümanlığın esaslarını anlattı. O anlattıkca, sözlerinin ne kadar doğru, ne kadar mantıkî olduğunu görüyordum. Artık ben de, oğlum gibi islâm dîninin en doğru bir din olduğuna inanmaya başlamıştım. Herşeyden evvel, daha genç yaşta iken bile, bir türlü anlayamadığım, aklımın bir türlü kabûl etmediği üçlü ALLAHyı müslümanlık red ediyordu. Müslümanlığı iyice inceledikten sonra, günah çıkarmanın, Papayı günah işlemez mâsum bir varlık olarak tanımanın, vaftiz yâni günah izâlesinin ve buna benzer birçok merâsimin ne kadar mânasız olduğunu anladım ve bütün bunları red ederek seve seve müslüman oldum.
Bütün ecdadım koyu hıristiyandı. Ben bir katolik manastırında büyütüldüm. Tamamen hıristiyan terbiyesi aldım. Fakat, aldığım bu dînî terbiye, beni Allahü teâlâya götürecek hak dîni seçmeme yardım etti. Çünkü, terbiyem esnâsında bana öğretilen bütün iyi şeyleri, hıristiyanlıkta değil, müslümanlıkta buldum. Müslümanlığı kabûl etmekliğim benim için büyük bir tâlih eseridir.
Bugün ben bir büyük anneyim. Torunum müslüman olarak doğduğundan dolayı bahtiyârım. Biliyorum ki, Allahü teâlâ, doğru yola koyduklarına dâimâ rehberlik eder.
4 MUHAMMED ALEXANDER RUSSEL WEBB
(Amerikalı)
(Muhammed Alexander Russel Webb, 1262 [m. 1846] senesinde Amerikada Hudson şehrinde doğdu. New-York üniversitesinde okudu. Kısa zamanda çok sevilen ve çok takdîr edilen bir fıkra muharriri oldu. (St. Joseph Gazett) ve (Missouri Republican) ismlerinde mecmû'alar neşretti. 1887 tarihinde Filipinlerde Amerika konsolosu oldu. Müslüman olduktan sonra kendini tamamiyle İslâmiyeti neşretmeye vakf etti ve Amerikadaki teşkilâtın başına geçti. 1335 [m. 1916] senesinde vefât etti. )
Bana, ehâlîsinin pek çoğu hıristiyan olan Amerikada doğan, büyüyünceye kadar mütemâdiyen hıristiyan papazların yaptıkları vaazları, daha doğrusu saçmalıkları dinliyen, benim gibi bir insanın, niçin dînini değiştirerek müslüman olduğunu soranlar çok oldu. Ben de onlara, müslümanlığı niçin hayat rehberi olarak seçtiğimi, kısaca şöyle anlattım:Müslüman oldum! Çünkü, yaptığım incelemeler, araştırmalar, insanların ruhî ihtiyaçlarının, ancak müslümanlığın koyduğu sağlam esaslarla te'mîn edileceğini gösterdi. Ben daha çocukken bile, hıristiyanlığa bir türlü iki elle sarılamamıştım. Yirmi yaşıma geldiğim ve artık reşîd olduğum zaman, kilisenin herşeyi günah sayan, garîb [mistik] ve can sıkıcı terbiyesine tamamen isyân etmiştim. Yavaş yavaş kiliseden ayrıldım ve bir daha dönmedim. Benim araştırıcı ve mütecessis bir ahlâkım [karakterim] vardı. Her şeyin sebebini ve maksadını arıyordum. Bunlar için mantıkî cevaplar bekliyordum. Hâlbuki, râhiblerin ve diğer hıristiyan din adamlarının bana verdiği cevaplar, beni tatmîn etmiyordu. Onlar, çok kereler suâllerime tatmîn edici cevaplar verecekleri yerde, (Bunları biz anlıyamayız. Bunlar ilâhî sırlardır) diyorlar veya (Bunu bizim aklımız kavramaz)gibi kaçamaklı bir cevap veriyorlardı. Bunun üzerine, bir yandan şark dinlerini, diğer taraftan meşhûr filozofların eserlerini incelemeye karar verdim. Filozoflardan Mill, Locke, Kant, Hegel, Fichte, Huxleyin ve diğerlerinin eserlerini okudum. Bu filozofların eserlerinde, hep protoplazmadan, atomlardan, moleküllerden, dâneciklerden bahs olunuyor, fakat (İnsanın ruhu ne oluyor, öldükten sonra nereye gidiyor, bu dünyada ruhun nasıl terbiye edilebileceği) hakkında bir fikir bulunmuyordu. Hâlbuki islâm dîni, insanın bedeni yanında, ruhu ile de meşgûl oluyor ve bizi aydınlatıyordu. Bunun içindir ki, ben, ne yolumu şaşırdığımdan, ne de hıristiyanlara kızdığımdan veya ânî bir karara kapıldığımdan dolayı değil, tam aksine inceden inceye tedkîk ettikten, büyüklüğünü, ulviyyetini, ciddiyyetini, mükemmelliğini iyice anladıktan sonra müslüman oldum.
İslâmiyette esas, Allahü teâlânın var ve bir olduğuna inanmak, Ona kendini teslim etmek ve Ona ibâdet ederek lutflarına Şükretmektir. İslâmiyet, bütün insanlara kardeşliği, iyiliği, sevgiyi emreder. Onlardan ruh, beden, dil ve amel [iş] temizliği ister. İslâm dîni, şimdiye kadar insanların bildiği dinlerin muhakkak en mükemmeli, en üstünü ve sonuncusudur.
5 Albay DONALD ROCKWELL
(Amerikalı)
Müslümanlığı niçin kabûl ettim?
Müslümanlığın çok mantıkî ve sâde oluşu, câmilerin insanı kendine çeken câzibesi, bu dîne mensûb olanların, dinlerine büyük bir ciddiyyet ve muhabbet ile bağlanmış olması, bütün dünyada müslümanların günde beş defa aynı saatte büyük bir saygı ve ihlâs ile secdeye kapanışı, benim üzerimde çoktan beri, büyük bir te'sîr yapmıştı. Fakat bunlar, benim müslüman olmaklığım için kâfî gelmedi. Ben ancak, İslâm dînini iyice tedkîkten ve onda güzel, faydalı birçok husûslar bulduktan sonra müslüman oldum. Hayata ciddiyyet, fakat aynı zamanda tatlılıkla bağlı olmak [ki Muhammed aleyhisselâmın kendi hareket tarzıdır], işlerde müşâvere etmek, insanlara dâimâ merhamet ve şefkat ile muamele etmek, yoksullara yardım etmek, ilk defa olarak kadınlara da mâl sahibi olma hakkını vermek gibi, o zamana göre en muazzam medenî inkılâblar, Muhammed aleyhisselâmın kısa ve vecîz sözleriyle ne güzel ifâde edilmiştir! Muhammed aleyhisselâm aynı zamanda (Allahü teâlâya tevekkül, itimat et, fakat deveni bağlamağı unutma!) sözleri ile insanlara, Allahü teâlânın kullarından evvelâ, her türlü tedbîre başvurmalarını, Îcap edeni yapmalarını ve ancak ondan sonra, Allahü teâlâya tevekkül etmelerini emrettiğini bildirmektedir. O hâlde, Avrupalıların iddiâ ettiği gibi, islâm dîni, hiç bir iş yapmadan, her şeyi Allahü teâlâdan bekleyen miskînlerin dîni değildir. İslâm dîni, herkese, önce elinden gelen her şeyi yapmasını ve ancak ondan sonra Allahü teâlâya tevekkül etmesini emreder.
İslâm dîninin, diğer dinlerdeki insanlara karşı gösterdiği adalet de, benim üzerimde çok büyük bir te'sîr yapmıştı. Muhammed aleyhisselâm, müslümanların hıristiyanlara ve yahudilere karşı iyi muamele etmelerini emrediyor. Kur'an-ı kerim ise, Âdem aleyhisselâmdan başlıyarak, Mûsâ ve Îsâ aleyhimesselâmın Peygamberliğini kabûl ediyordu. Bu, hiç bir başka dinde olmayan bir yüce sadâkat, büyük hakşînaslıktır. Diğer dinlere inananlar, islâmiyet hakkında, akla gelmez fena şeyler söylerken, müslümanlar bunlara karşı kibarca mukâbele ediyorlar.
İslâmiyetin en güzel husûsiyyetlerinden biri de, onun kendini putlardan tamamiyle kurtarmış olmasıdır. Hıristiyanlıkta hâlâ resmlere, heykellere, işaretlere tapılırken, islâmiyette hiç böyle bir şey yoktur. Bu da, islâmiyetin ne kadar saf, ne kadar temiz olduğunu gösteriyor.
Allahü teâlânın resûlü olan Muhammed aleyhisselâmın, sözleri ve öğrettiği husûslar, hiçbir değişiklik yapılmadan günümüze kadar gelmiştir. Allah kelâmı olan Kur'an-ı kerim ise, vahy olunduğu gibi aynen muhâfaza edilmiş ve Muhammed aleyhisselâm zamanındaki berraklığını aslâ gayb etmemiştir. Hıristiyanların, Îsâ aleyhisselâmın dînine yaptıkları gibi, İslâm dînine birçok yalan yanlış hurâfeler, efsâneler karıştırılmamıştır.
Beni müslüman olmaya götüren sebeplerden sonuncusu, islâmiyette bulduğum metânet ve irâde gücü oldu. İslâmiyette yalnız ruhun değil, aynı zamanda bedenin de temiz olması emrediliyordu. Yemek yirken, tıka basa mi'deyi doldurmamak, senede bir ay oruç tutmak, her şeyde ölçülü hareket etmek, harcama yaparken, ne fazla, ne eksik sarf etmek gibi. Değil bugün, yarın da, bütün insanlara rehberlik edecek husûslar, insanlara en güzel bir tarzda telkîn olunuyordu. Ben, müslüman memleketlerinin hemen hepsini ziyâret ettim. İstanbulda, Şâmda, Kudüste, Kâhirede, Cezâyirde, Fasta ve sâir müslüman şehirlerinde, bütün hakîkî müslümanların bu kâidelere riâyet ettiklerini ve bundan dolayı hayatta huzura kavuştuklarını bizâtihi gördüm. Onların, Allahü teâlânın yoluna girmek için süslere, resmlere, heykellere, mumlara, müziğe ve benzeri şeylere ihtiyaçları yoktu. Allahü teâlânın kulu olduklarını his etmeleri ve kendilerini ona teslim etmeleri, onlara en büyük mânevi huzur ve saadeti, lezzeti veriyordu.
İslâm dînindeki hürriyet ve müsâvât [eşitlik], beni dâimâ kendine çekmiştir. Müslümanlar arasında, en yüksek bir mevkı' sahibi ile en fakir bir kimse, Allahü teâlânın huzurunda müsâvîdir ve birbirinin kardeşi sayılır. Câmide, müslümanlar yan yana ibâdet ederler. Mevkı' sahibi olanlar için ayrılmış, özel yerler yoktur.
Müslümanlar, Allahü teâlâ ile kul arasında hiç bir kimsenin bulunmadığına îman ederler. Müslümanlıkta ibâdet, Allahü teâlâ ile kul arasında yapılır. Günahlarını affettirmek için, din adamlarına baş vurmazlar. Her müslüman kendi hareketinden, ancak kendisi mes'ûldür.
Müslümanlar arasındaki kardeşlik, bana hayatta çok kereler yardımcı oldu. Bu din kardeşliği de, beni müslümanlığa götüren âmillerden biridir. Nereye gitsem, bir müslüman kardeşimin bana yardım edeceğini ve üzüntülerimi benimle paylaşacağını biliyorum. Dünyada, ırk, renk ve siyâsî düşünceleri birbirinden farklı olan bütün müslümanlar, birbirinin kardeşidir ve birbirlerine yardım etmeyi kendilerine borç bilirler
İşte, beni müslüman yapan sebepler bunlardır. Acaba bunlardan daha güzel ve ulvî [yüce] bir sebep düşünülebilir mi?
-
Cevap: Müslümanlığı seçenler
6 SALÂHADDÎN BOART
(Amerikalı)
1338 [m. 1920] senesinde, bir doktoru ziyâret için mu'âyenehânesine gittiğim zaman, bekleme odasında, Londrada çıkan (Orient Review) ve (African Times) mecmû'alarını görmüştüm. Bu mecmû'ayı karıştırırken okuduğum: (Ancak bir tek Allah vardır) cümlesi, benim üzerimde çok derin bir te'sîr yaptı. Çünkü hıristiyanlık dîninde, tâm üç dâne ALLAH vardı ve aklımız kabûl etmediği hâlde, buna inanmak zorundaydık. Bu (Ancak bir tek Allah vardır)ibâresi, bu tarihten îtibaren aklımdan çıkmaz oldu. Bu kudsî ve ulvî îtikat, müslümanların kalblerinde taşıdıkları, behâ biçilmez bir hazînedir.
Artık islâmiyete alâkam arttı. Bir müddet sonra müslüman olmaya karar vermiştim. Müslüman olduktan sonra, Salâhaddîn ismini aldım. Müslümanlığın en doğru din olduğuna inanıyordum. Zîrâ müslümanlık, Allahü teâlânın hiç bir şerîki olmadığını ve bir günahın ancak Allah tarafından affedilebileceğini esas olarak kabûl etmektedir. Bu îman, tabî'at kanûnlarına ne kadar uygundur! Tarlada, çiftlikte, köyde, şehirde, okulda, hükûmette, devlette, kısaca her yerde, bir tek baş vardır. İkilik dâimâ ayrılığa sebep olmuştur.
İslâm dîninin en doğru din olduğunu bana gösteren ikinci delîl, islâmiyetten evvel, tamamen vahşî bir tarzda yaşayan arabların, islâm dîni sâyesinde, çok kısa bir zaman içerisinde, dünyanın en medenî, en kudretli bir devleti hâline gelmeleri ve insan sevgisini Arab çöllerinden, tâ İspanyaya kadar götürebilmeleridir. Müslüman Arablar, İspanyayı bir çöl hâlinde buldular. Onu, kısa zamanda, bir gül bahçesi hâline getirdiler. John W. Draper gibi dürüst bir tarihçi, (1226 [m. 1811]-1299 [m. 1882]) (The Intellectual Development of Europe=Avrupanın mânevi tekâmülü) adındaki eserinde, islâmın asrî medeniyetin teessüsünde oynadığı son derece büyük ve mühim te'sîri anlatmakta, (Hıristiyan tarihçiler islâmiyete olan kinlerinden dolayı, bu hakîkati gizlemeye çalışmakta, Avrupanın müslümanlara ne kadar borçlu olduğunu, bir türlü itiraf edememektedirler) demektedir.
Aşağıda, müslümanların İspanyayı nasıl buldukları hakkında Draperin yazılarını aynen naklediyorum:
(O zamanki Avrupalılar tamamîle barbardı. Hıristiyanlık, onları barbarlıktan kurtaramamıştı. Onlara hâlâ vahşî nazariyle bakmak gerekirdi. Pislik içinde yaşarlardı. Kafaları, hurâfelerle doluydu. Doğru dürüst düşünmek hâssasına bile mâlik değildiler. Âdî kulübelerde yaşarlardı. Eğer kulübenin zemîninde veya duvarlarında bir hasır örtüsü varsa, bu büyük bir zenginlik işareti sayılırdı. Yidikleri, yabânî fasülye, havuç gibi sebzeler, bazı otlar, hattâ bâzan ağaç kabuklarıydı. Elbise olarak, uzun müddet dayandığı için dabağlanmamış hayvan postları kullanıyorlar ve bunun için çok pis kokuyorlardı.
Müslümanlar, onlara her şeyden önce temizliği öğrettiler. Müslümanlar, günde beş defa yıkanıyorlardı. Onların da günde hiç olmazsa bir kere yıkanmasını sağladılar. Sonra, onların üzerinden pis kokulu, parça parça olmuş, bitlerle dolmuş olan hayvan derilerini çıkarıp atarak, onlara güzel kumaşlardan, renkli ipliklerden örülerek yapılmış olan kendi elbiselerinden verdiler. Onlara yemek pişirmesini, yemek yimesini öğrettiler. İspanyada evler, konaklar, saraylar inşâ ettiler. Mektepler, hastahâneler kurdular. Üniversiteler te'sîs ettiler. Bu üniversiteler, bütün dünyaya bir nûr kaynağı oldu. Her tarafta bahçeler yetiştirdiler. Memleket, güllük gülistanlık oldu. Vahşî Avrupalılar, bütün bunları ağzı açık, şaşkınlık ve takdîrle gördüler ve yavaş yavaş medenî olmaya başladılar. )
Böyle vahşî insanları terbiyeye muvaffak olan, onlara medeniyet ruhunu aşılayan, onları karanlıktan, cehâletten, hurâfelerden kurtaran müslüman arablar, bu akla sığmaz muazzam işi ancak islâm dîni sâyesinde yapabildiler. Çünkü islâm dîni, en doğru dindir. Allahü teâlâ muvaffak olmaları için, onlara yardım ediyordu.
Allahü teâlânın emri ile Muhammed aleyhisselâmın teblîg ve neşreylediği islâm dîni ve Allahü teâlânın kelâmı olan Kur'an-ı kerim, dünya tarihini değiştirmiş ve onu karanlıktan kurtarmıştır. Eğer islâm dîni olmasaydı, insanlık bugünkü medeniyet derecesine, ilim ve fende bugünkü seviyesine erişemezdi. Müslümanların gözünde ilmin çok yüksek bir yeri vardır. Muhammed aleyhisselâm, (İlm Çinde de olsa, onu alınız) buyurmaktadır. İşte seve seve kabûl ettiğim islâm dîni böyle bir dindir.
7 THOMAS MUHAMMED CLAYTON
(Amerikalı)
Tam öğle olmak üzereydi. Sıcaktan bunalmış, tozlu yoldan geçerken, bir aralık kulağımıza kendine mahsûs bir güzelliği olan, bir ses gelmeye başladı. Bu ses, etrâfımızdaki bütün boşluğu sanki dolduruyordu. Bir ağaç topluluğunu geçince, önümüze insana hayret verici bir manzara çıktı. Âdetâ gözlerimize inanamıyorduk. Tahtadan yapılmış ufak bir kule üzerine çıkmış, tertemiz cübbeli ve beyaz sarıklı yaşlı bir Arab ezan okuyordu. Ezanı okurken kendinden geçmiş, sanki dünyadan tamamen ayrılarak, hâlıkının, sahibinin huzuruna çıkmıştı. Bu yüce manzara karşısında, biz de sanki hipnotize olmuş gibi durakladık ve yavaş yavaş yere oturduk. Kulağımıza gelen seslerin ve sözlerin mânasını anlamıyor, fakat onun te'sîri altında kalıyor ve ruhumuzda bir başkalık, bir ferahlık his ediyorduk. Sonradan öğrendik ki, Arabın söylediği tatlı sözlerin mânası şu idi: (Allahü teâlâ en büyüktür. Allahü teâlâdan başka ilâh, mâbut yoktur). Birdenbire, etrâfımızda birçok insanlar belirdi. Hâlbuki, biz o zamana kadar etrâfımızda kimseyi görmemiştik. Nereden çıktıklarını, nereden geldiklerini bilmediğimiz bu insanların yüzünde büyük bir hürmet ve muhabbet ifâdesi vardı. İçlerinde her yaştan, her sınıftan insan bulunuyordu. Elbiseleri başka, yürüyüşleri başka, görünüşleri başka idi. Fakat, hepsinin yüzünde aynı ciddî ifâde, büyük vekar ve aynı melâhat [sevimlilik] vardı. Gelenlerin miktârı artıyor ve biz, gâlibâ bunların arkası bir türlü kesilmeyecek diye düşünüyorduk. Nihâyet gelenler toplandı. Hepsi ayakkabılarını ve takunyalarını çıkararak saf saf dizildiler. Saflar kurulurken safa girenler arasında hiç bir fark gözetilmediğini büyük bir hayret ile görüyorduk. Beyaz insanlar, sarı insanlar, siyah insanlar, zengin insanlar, fakir insanlar, tüccarlar, memurlar, işçiler, hiç bir ırk veya rütbe farkı gözetilmeksizin yanyana geliyor ve birlikte ibâdet ediyorlardı.
Ben, birbirinden bu kadar farklı insanın, kardeşçe yanyana gelmelerine, hayrân olmuştum. Bu, ilk gördüğüm ulvî manzara üzerinden, şimdi üç sene geçti. Bu arada ben de, insanları bu kadar birbirine yaklaştıran bu ulvî din hakkında, bilgi toplamaya başlamıştım. Müslümanlık hakkında edindiğim bilgiler, beni bu dîne büsbütün yaklaştırdı. Müslümanlar, bir tek Allaha inanıyor, hıristiyanların telkîn ettikleri gibi, insanların günah içinde doğmadığını söylüyorlardı. Onları, yalnız Allahü teâlânın kulu olarak kabûl ediyor, onlara karşı büyük bir şefkat gösteriyor, doğru yolda oldukları müddetçe, onların rahat, huzur ve saadet içinde yaşamalarını arzuluyordu. Hıristiyanlıkta, akıldan geçen fena bir düşünce bile günah sayıldığı hâlde, müslümanlar ancak Allahü teâlâya isyânı ve kullara karşı yapılan bir kötülüğü günah sayıyor, insanı düşüncesinde tamamiyle serbest bırakıyordu. İslâm dîni, (İnsan, ancak yaptığı işten mes'ûldür) diyordu.
İşte, yukarıda sıraladığım bu sebeplerden dolayı, seve seve müslümanlığı kabûl ettim. Aradan üç sene geçtiği hâlde, bazı geceler rü'yamda o Arab müezzinin hazîn ve te'sîrli sesini duyar ve her taraftan koşup gelen türlü türlü insanların saf saf dizildiğini görürüm. Allahü teâlâya ibâdet etmek için, aralarında hiç bir fark gözetmeksizin birlikte secdeye kapanan bu insanlar, muhakkak ki, samîmî olarak Allahü teâlâya ibâdet etmektedirler.
Hak teâlâ, intikâmını yine kul ile alır.
bilmiyen (ilm-i ledünnî) anı kul yaptı sanır.
Cümle eşya Hâlıkındır, kul elîle işlenir.
emr-i Bârî olmayınca, sanma bir çöp deprenir!
-
Cevap: Müslümanlığı seçenler
8 DEVIS WARRINGTON
(Avusturyalı)
Korkunç bir kıştan sonra, ilkbehârın tatlı ve ılık eli, soğuk toprak tabakasına nasıl te'sîr ederse, islâmiyet de bana öyle te'sîr etti. Kalbimi ısıttı ve bana yeni ve güzel bir ilim elbisesi giydirdi. İslâmiyetin öğrettiği şeyler, ne kadar güzel, ne kadar doğru ve mantıkîdir! (Allahü teâlâ birdir ve Muhammed aleyhisselâm Onun resûlüdür) sözü ne kadar açık, ne kadar doğru ve güzeldir! Hıristiyanların inanılması mümkün olmayan, anlaşılmaz (Baba, Oğul ve Ruh-ul-kuds) inancına benzer mi?Hıristiyanların insanı ürküten, onu korkutan, fakat hiçbir zaman onu tatmîn etmeyen akîdeleri yanında, bu sâde ve mantıkî îman, insanı kendisine cezb ediyor. İslâmiyet, hiç değişmemiş ilâhî bir dindir. Aradan asırlar geçmesine rağmen, bugün için de, yarın için de, insanın maddî ve mânevi bütün ihtiyaçlarını karşılar. Meselâ, insanların eşit olduğunu, Allahü teâlâ indinde aralarında bir rütbe veya mevki' farkı bulunmadığını, islâmiyet gayet açık bir tarzda beyan eder ve bunları dünya hayatında da tatbîk eder. Aynı husûsları iddiâ eden hıristiyan kilisesinde, birbirinden rütbece farklı papalar, arşevekler, evekler, piskoposlar ve daha bir sürü din adamları vardır. Bunlar, Allahü teâlâ ile kul arasına girerler ve kendi şahsî çıkarları için, Allahü teâlânın ismini kullanırlar. Hâlbuki, islâmiyette, Allahü teâlâ ile kul arasına kimse giremez. Allahü teâlâ, emirlerini, Kur'an-ı kerim vâsıtası ile kullarına teblîg eder. Size, aşağıda, Allahü teâlânın bir emrinden bahs edeceğim. Bu bir misâldir. Bu misâl, emirlerin ne kadar sâde ve açık ve ne kadar güzel olduğunu gösterir:
Bekara sûresinin ikiyüzaltmış yedinci âyetinde meâlen, (Ey îman edenler! Doğru, helâl yoldan kazandıklarınızın temizlerinden ve sizin için yerden yetiştirdiğimiz mahsûllerden ve meyvelerden infâk edin [verin!]. İğrenerek, alamıyacağınız pis şeylerden infâk etmeyin. Biliniz ki, Allahü teâlânın hiç bir şeye ihtiyacı yoktur ve tâm hamde lâyık olan Odur) buyurulmuştur. Kur'an-ı kerimin bu derin ve güzel emirlerini okuyup öğrendikçe, ruhum ferah buldu ve seve seve müslüman oldum.
9 Bayan CECILLA CANNOLY [REŞÎDE]
(Avusturyalı)
Niçin müslüman oldum?
Size çok samîmî olarak söyleyebilirim ki, ben farkına varmadan müslüman olmuştum. Çünkü, daha genç yaşta iken bağlı olduğum hıristiyan dînine karşı, zerre kadar itimadım kalmamış, hıristiyanlıktan soğumaya başlamıştım. Ben, dinde birçok şeyleri bilmek ve anlamak istiyordum. Bana öğretilmeye çalışılan îtikatları, körü körüne kabûl etmek taraftârı değildim. Neden üç ALLAHmız vardı?Neden dünyaya hepimiz günahkâr olarak gelmiştik ve kefaret vermeye mecbûrduk?Neden ancak râhib vâsıtası ile Allahü teâlâya yalvarıyorduk?Sonra bize gösterilen türlü türlü işaretlerin, anlatılan türlü türlü mucizelerin ne mânası vardı?Ben bunları ders veren râhiblere sorduğum zaman, onlar kızıyor, (Kilisenin sana öğrettiği şeylerin aslını sen soramazsın. Bunlar gizlidir. Sen yalnız inanmakla mükellefsin) diyorlardı, ama buna da benim aklım ermiyordu. İnsan, anlamadığı, aslını bilmediği bir şeye nasıl inanır?Fakat, o zamanlar ben düşüncelerimi açıktan açığa söylemeye cesaret edemiyordum. Ben emînim ki, kendilerini hıristiyan sayan pek çok insan, tıpkı bizim gibi düşünmekte ve kendilerine verilen dînî bilgilerin çoğuna inanmamakta, fakat bunu açıklamaktan da korkmaktadırlar.
Nihâyet daha yaşlanınca, bana üç ALLAHya tapmağı emreden hıristiyan kilisesinden uzaklaşarak, (Tek bir Allaha ibâdet etmeyi öğreten başka bir din var mıdır?)diye aramaya başladım. Çünkü bütün vicdânım, Mâneviyatım, ancak bir tek Allahın mevcut olabileceğini bildiriyordu. Sonra etrâfıma bakınca, papazların bize öğretmeye kalktıkları o anlaşılmaz mucizelerin, kerâmetlerin, o azîzlerin başlarından geçtiğini söyledikleri garîb hikâyelerin, ne kadar mânasız olduğunu hâdiseler bana gösteriyordu. Dünyadaki her şey, insanlar, hayvanlar, ormanlar, dağlar, denizler, ağaçlar, çiçekler, bunları bir büyük hâlıkın [yaratıcının] yarattığını göstermiyor muydu?Yeni doğan bir bebek, bir mucize değil miydi?Hâlbuki kilise, her yeni doğanın, günahla örtülü bir zevallı olduğunu telkîne çalışıyordu. Hayır, bu olamazdı. Bu yalandı. Her doğan çocuk, Allahü teâlânın günahsız bir kulu, bir mahlûku idi. Bir mucize idi ve ben ancak tek Allaha, Onun yarattığı mucizelere inanıyordum.
Dünyada hiç bir şey günahla dolu, kirli ve çirkin değildi. Ben böyle düşünürken, birgün kızım islâmiyet hakkında yazılmış bir Kitapla eve geldi. Ana kız oturup, bu kitabı büyük bir dikkat ile okuduk. Aman Allahım, bu kitap tâm bizim düşündüklerimiz gibi söylüyordu. İslâmiyet, ancak bir tek Allahın bulunduğunu bildiriyor, insanların mâsum varlıklar olarak dünyaya geldiğini haber veriyordu. Ben o zamana kadar islâmiyet hakkında hiç bir şey bilmiyordum. Mektepte, islâmiyet bir alay mevzû'u idi. Bize, bu dînin yapma, saçma ve uyuşturucu olduğu, müslümanların Cehenneme gidecekleri öğretilirdi. Bu kitabı okuduktan sonra, beni bir düşünce aldı. İslâmiyet hakkında, biraz daha bilgi sahibi olmak için, bulunduğum şehirde müslümanları aradım. Bulduğum müslümanlar, benim gözümü açtılar. Sorduğum suâllere o kadar mantıkî cevaplar verdiler ki, artık bu dînin bizim papazların dediği gibi uydurma bir din değil, Allahü teâlânın hakîkî dîni olduğuna inanmaya başladım. Kızımla berâber İslâmiyet hakkında yazılı daha birçok eserleri de okuduktan sonra, onun ulviyyetine ve doğruluğuna tamamîle inanarak, ikimiz birlikte müslüman olduk. Ben (Reşîde), kızım da (Mahmûde) ismlerini aldık.
Bana sorduğunuz ikinci suâle, yâni (İslâmiyette en çok beğendiğiniz nedir?)suâline gelince, buna şu cevabı vereceğim:
İslâmiyette en çok beğendiğim şey, duâlardır. Çünkü, hıristiyanlarda duâlar, Allahü teâlâdan Hz. Îsâ vâsıtasıyle, servet, mevkı', îtibar vesâir dünya varlıklarını istemek için yapılır. Hâlbuki, müslümanlar duâ ederken, Allahü teâlâya şükrânlarını arz ederler ve bilirler ki, onlar dinlerine ve Allahü teâlânın emirlerine riâyet ettikleri müddetçe, Allahü teâlâ, onlara muhtaç oldukları her şeyi, onlar istemeden, verecektir.
10 MUHAMMED ESAD LEOPOLD WEİSS
(Avusturyalı)
(Avusturyada Lwow [şimdi Polonyada] şehrinde 1318 [m. 1900] de doğmuş olan Weiss, 22 yaşında iken, bir gazete muhâbiri olarak Arab memleketlerini ziyâret etmiş, İslâm dînine hayrân olarak, onu kabûl ettiğini söylemiş ve sonra, bütün islâm devletlerini, bu arada Hindistânı ve Afganistânı da ziyâret ederek, intibâlarını dünyanın en büyük gazetelerinden biri olan (Frankfurter Zeitung)da neşretmiştir. Bir müddet Frankfurter Zeitung'un neşriyat müdîrliğini yapan Weiss, Pâkistânın istiklâle kavuşmasından sonra, bu hükûmet tarafından dînî tedrîsâtın kurulmasında yardımcı olarak, Pâkistâna gitmiş ve ondan sonra Pâkistânı temsîl için Birleşmiş Milletler merkezine gönderilmiştir. Kendisinin (İslâm yol kavşağında), (Mekkeye giden yol) adlı iki eseri vardır. Son zamanlarda Kur'an-ı kerimin İngilizce yeni bir tercümesini yapmıştır. İslâm ilimlerinden haberi olmıyan bu kimsenin tefsîr yapmaya kalkışmasından, Ehl-i sünnet mezhebinde olmadığı anlaşılmakta, tefsîrinin ve diğer yazılarının zararlı olacaklarını göstermektedir. Vehhâbîler ve diğer mezhepsizler, bu câhil, sapık adamı medh etmekte, islâm âlimi olarak tanıtmaktadırlar. )
Muhâbir ve muharrir olarak çalışmakta olduğum gazeteler, beni 1922 senesinde “husûsî muhâbir” ünvânı ile Asya ve Afrikaya yolladı. Başlangıçta müslümanlar ile temâsım, her hangi bir yabancının başka bir yabancı ile temâsından ibâretti. Fakat islâm memleketlerinde uzun zaman kalınca ve müslümanlar ile daha fazla tanışınca, onların dünyaya ve dünyada zuhûr eden hâdiselere Avrupalılardan büsbütün başka bir tarzda baktıklarını görmeye başladım. Onların olaylara çok ağırbaşlı ve soğuk kanlı olarak bakmaları, itiraf edeyim, bizden çok daha insânî bir tarzda düşünmeleri, bende bir alâka uyandırmaya başlamıştı. Ben koyu bir katolik âileden gelmiştim. Bütün çocukluğum esnâsında bana müslümanların dinsiz olduğu, şeytana taptığı telkîn olunmuştu. Müslümanlarla temâs edince, bana söylenen bu sözlerin doğru olmadığını görerek, islâm dînini incelemeye karar verdim. Bu husûsta birçok kitaplar te'mîn ettim. Bunları dikkat ile incelemeye başlayınca, bu dînin ne kadar temiz, ne kadar kıymetli bir din olduğunu hayret ile gördüm. Fakat, kendileri ile temâs ettiğim bazı müslümanların hareket tarzı, benim okuduğum müslümanlık esaslarına uymuyordu. Müslümanlık, her şeyden evvel temizlik, açık kalblilik, kardeşlik, merhamet, sadâkat, sulh ve selâmet telkîn ediyor ve biz hıristiyanların inandığı (insanların dâimâ günahkâr olduğu) akîdesini red ediyor, bunun aksine, (Hayattan, kimseye zarar vermemek ve günah işlememek şartıyle zevk alınız) diyordu. Hâlbuki, ben bu kâidelere uymayan pis ve yalancı müslümanlara da rastladım. Bu işi daha ziyâde anlamak için, tecrîbe maksadıyle kendimi bir müslüman yerine koydum ve kitaplarda okuduğum esaslara uyarak, islâm âlemini incelemeye başladım. Şunun farkına vardım ki, islâm âleminin gittikçe bozulması, zayıflaması, âdetâ inhitâta (çökmeye) uğramasının en büyük sebebi, müslümanların dinlerine, gittikçe kaydsız kalmalarıdır. Müslümanlar, tâm müslüman oldukları müddetçe, dâimâ yükselmişler, müslümanlığı bırakmaya başlayınca, aşağılara düşmüşlerdir. Hâlbuki, bir memleketin, bir milletin, bir cemiyetin yükselmesi ve terakkîsi için ne lâzımsa, müslümanlıkta mevcuttur. Bütün medeniyet esasları onda vardır. İslâm dîni, hem çok ilmî, hem de çok amelî [pratik]dir. Koyduğu esaslar, tâm mantıkî ve herkes tarafından anlaşılabilen, içinde; ilme, fenne, insan tabî'atine uymıyan tek bir unsur bile bulunmıyan kâidelerdir. Onda lüzûmsuz hiç bir şey yoktur. Diğer din kitaplarında bulunan, garîb [anlaşılmaz] yerler, mugâlatalar [yanıltmacalar], mantıka sığmıyan hurâfe [mistik] husûslar, islâm dîninde yoktur. Bu husûsları ben bütün müslümanlarla konuştum ve onları (Niçin bu güzel dîninize daha fazla bağlanmıyorsunuz, niçin ona iki elle sarılmıyorsunuz?) diye azarladım. Nihâyet 1344 [m. 1926] senesinde Afganistânda bir vâlî ile bu husûslar üzerinde görüşürken, o bana, (Siz müslüman olmuşsunuz da haberiniz yok. Zîrâ, ancak hakîkî bir müslüman islâmiyeti sizin gibi müdâfe'a eder) dedi. Vâlînin bu sözü üzerine beynimde bir şimşek çaktı. Eve döndüğüm zaman, derin derin düşünceye daldım ve kendi kendime, (Evet, ben artık müslüman oldum) dedim. Derhâl (Kelime-i Şehâdet) getirdim. O tarihten beri müslümanım.
Bana, (Müslümanlıkta sizi en çok ne cezbetti?)diye soruyorsunuz. Buna cevap veremem. Zîrâ bütün müslümanlık benim kalbimi istilâ etmiş, kaplamıştır. Bunun içinde bana ayrıca te'sîr eden hiç bir husûs yoktur. Ben, müslümanlıkta, hıristiyanlıkta bulamadığım her şeyi buldum. Müslümanlığın hangi kâidesinin, hangi esasının bana daha yakın geldiğini söyliyemem. Zîrâ onun her kâidesine, her esasına hayrânım. Müslümanlık, muazzam bir âbidedir. Onun tek parçasını bile ondan ayırmak kâbil değildir. Bütün parçalar birbiri ile bir nizâm içinde kenetlenmiş ve perçinleşmiştir. Parçaların arasında muazzam bir âhenk vardır. Hiç bir eksiği yoktur. Herşeyi yerli yerindedir. Belki, bu son derece takdîre lâyık intizâm, beni islâm dînine bağlıyan bir âmildir. Hayır, beni islâm dînine bağlıyan, ona karşı duyduğum aşktır. Bilirsiniz ki, aşk birçok şeylerden teşekkül eder:Arzu, yalnızlık, ihtiras, te'âlî, yükselmek ve ilerlemek hevesi, kuvvet ve kudretimizle karışık zaaflarımız, mu'âvenet ve muhâfaza edici bir yardımcıya olan ihtiyaç ve benzerleri. İşte ben, bütün kalbimle ve aşkımla islâm dînine sarıldım ve o da, bir daha çıkmamak üzere kalbime yerleşti.
-
Cevap: Müslümanlığı seçenler
11 Dr. ÖMER ROLF FREİHERR VON EHRENFELS
(Avusturyalı)
(Rolf Freiherr (baron) von Ehrenfels, bütün dünyada (Gestalt = kuruluş) fizyolojisi ilminin kurucusu olarak kabûl edilen Prof. Dr. Baron Christian Ehrenfelsin tek oğludur. Meşhûr bir âileye mensûbdur. Daha küçük çocukken şarka karşı büyük merak duymaya ve islâm dînini tedkîk etmeye başlamıştır. Kız kardeşi İmma von Bodmesrhof, Lahorda 1953 de neşrolunan bir eserinde kardeşinin bu hevesini uzun uzadıya anlatmaktadır. Rolf, genç yaşında Türkiye, Arnavutluk, Yunanistan ve Yugoslavyayı dolaşmış ve müslümanlarla temâs etmiş, hıristiyan olmasına rağmen, câmilerde ibâdete katılmıştır. Nihâyet islâm dînine karşı olan bu yakınlığı, onun 1927 senesinde müslümanlığı kabûl etmesine sebep olmuş ve kendisine Ömer ismini seçmiştir. 1932 senesinde Hindistânı da ziyâret etmiş ve (İslâmda kadının yeri) ismli bir kitap neşretmiştir. Almanlar İkinci Cihan Harbi esnâsında Avusturyayı işgâl edince, Rolf, Hindistâna kaçmıştır. Kendisini kabûl eden Ekber Haydarın yardımı ile, Assamda antropolojik araştırmalar yapmış ve 1949 da Madras Üniversitesi antropoloji profesörlüğüne tâyîn edilmiş ve Bengalde bulunan (Royal Aslotic Society) tarafından altın madalya ile mükâfâtlandırılmıştır. Kitapları urdu diline de tercüme edilerek basılmıştır. )
Niçin müslüman olduğumu soruyorsunuz. Beni müslüman yapan ve onun hak din olduğunu bana bildiren husûsları aşağıda sıralıyorum:
1) İslâmiyet, dünyada tanıdığımız bütün dinlerin iyi kısmlarını ihtivâ eder. Bütün dinler insanların sulh ve sükûn içinde yaşamasını isterler. Fakat, hiçbir din bunu, islâm dîninde olduğu gibi insanlara açıklıyamamıştır. Başka hiç bir din, islâm dîni kadar hâlıkımıza ve din kardeşlerine karşı, bu derece sevgi aşılıyamamıştır.
2)İslâmiyet, sulh ve sükûn içinde Allahü teâlâya tam bir teslimiyyet emreder.
3)Tarih tedkîk edilirse, hakîkaten islâm dîninin en son ilâhî hak din olduğu ve artık başka bir din zuhûr etmiyeceği kendiliğinden meydana çıkar.
4)Muhammed aleyhisselâm, islâmı teblîg etmiş olup, Peygamberlerin sonuncusudur.
5)İslâm dînine giren bir kimse, şüphesiz eski dîninden ayrılmış olacaktır. Fakat, bu ayrılık zan olunduğu kadar büyük değildir. Bütün ilâhî dinlerde îman esasları birdir. Kur'an-ı kerim, eski ilâhî dinleri kabûl eder. Ancak, bu dinlere sonradan karıştırılan yanlış akîdeleri düzeltmekte, Îsâ aleyhisselâmın hakîkî dînini izhâr etmekte, Muhammed aleyhisselâmın son Peygamber olduğunu ve Ondan sonra başka bir Peygamber gelmiyeceğini ilân etmektedir. Yâni islâmiyet, diğer dinlerin hakîkî ve kâmil şeklidir. İnsanlar türlü menfaatler ve ihtiraslar yüzünden, birbirlerine düşman olmuşlardır. Bundan menfaat umanlar olmuş, dinleri birbirine karşı düşman yapmaya çalışmış, aslı Allahü teâlâyı tanımak olan dinleri, dünya işlerinde bir vâsıta olarak kullanmaya başlamışlardır. Hâlbuki, dikkat edilecek olursa, islâm dîninin, diğer ilâhî dinleri kabûl ettiği, fakat onlarda zamanla ve insan eliyle yapılan hatâları tashîh ettiği görülür. İslâmiyeti kabûl etmek, erkek ve kadın bütün insanların muhtaç oldukları, mânevi ve maddî yardımı yapmak demektir.
6)İnsanlar arasında kardeşlik fikri, hiç bir dinde, islâm dîninde olduğu şekilde bildirilmemiştir. Müslüman olan herkes, hangı ırktan, hangi milletten, hangi renkten ve hangi dilden olursa olsun, birbirlerinin din kardeşleridir. Siyâsî düşünceleri ne olursa olsun, birbiri ile kardeştirler. Bu büyüklük hiç bir dinde yoktur.
7)İslâm dîni, dünyada kadınlara da büyük haklar veren bir dindir. İslâm dîni, kadına en büyük yeri vermiştir. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm, (Cennet anaların ayağı altındadır) buyurmuştur.
İslâm dîni, diğer dinlere mensûb olanların yaptıkları eserlere hurmet etmiş, bunları barbarlar gibi yıkmamıştır. İstanbulda Fatih ve Sultan Ahmed câmileri yapılırken, Ayasofyanın bazı kısmlarını model almaktan çekinmemişlerdir. Müslümanlar bütün tarih boyunca, diğer din mensûblarına en büyük adaleti ve merhameti göstermişlerdir.
İşte bütün bunlar için, ben müslümanlığı kendime din olarak seçtim.
12 Dr. BENOİST [ALİ SELMÂN]
(Fransız)
Ben bir doktorum ve koyu katolik bir âileye mensûbum. Fakat doktorluğu meslek olarak seçmem ve pozitif, tecribî, tabî'î ilimlerle meşgûl olmam, bende hıristiyanlığa karşı büyük bir nefret uyandırmıştı. Din husûsunda âile fertlerim ile aynı fikirde değildim. Evet, büyük bir Hâlık [yaratıcı] vardı ve ben de Ona, yâni Allahü teâlâya inanıyordum. Fakat hıristiyanlığın, bilhâssa katoliklerin bu büyük yaratıcı etrâfında meydana getirdikleri türlü türlü garîb ilahlar, oğullar, Ruh-ul-kudsler, Îsâ aleyhisselâmın Allahın oğlu olduğunu isbât için akıl almaz uydurmalar ve daha bir takım hurâfeler, âyinler, türlü türlü merâsimler, beni Allahü teâlâya yaklaştırmıyor, aksine Ondan uzaklaştırıyordu.
Ben, bir tek Allahın varlığına inandığımdan, hiç bir zaman teslîsi (üç ALLAHyı) kabûl etmedim ve Îsâ aleyhisselâmı hiç bir zaman Allahın oğlu olarak tanımadım. Demek oluyor ki, ben daha islâmiyeti tanımadan evvel, Kelime-i şehâdetin yarısı olan (Lâ ilahe illallah) kısmını çoktan kabûl etmiştim. İslâm dîni ile meşgûl olmaya başladığım ve Kur'an-ı kerimde rastgeldiğim meâl-i şerifi, (Söyle ki, Allahü teâlâ birdir, doğmamıştır ve doğurmaz ve Ona benzer hiç bir varlık yoktur) olan İhlâs sûresini okuduğum zaman, (Aman Allahım, işte ben tam buna inanıyorum) dedim ve içimde büyük bir ferahlık duydum. İslâmiyeti daha derinden tedkîk etmenin çok lüzûmlu olduğunu gördüm. İslâmiyeti inceledikce, bu dînin benim düşüncelerime tamamen uygun olduğunu hayret ile görüyordum. İslâmiyet, din adamlarını, hattâ Peygamberleri bizim gibi insanlar olarak kabûl ediyor, onlara ilahlık vasfı vermiyordu. Hele, bir papazın günahları affedebileceğini, aslâ kabûl etmiyordu. İslâm dîninde, hiç bir hurâfe, akla uymıyan bir hükm, anlaşılmıyan bir bahs yoktu. İslâm dîni, tâm benim istediğim gibi, mantıkî bir dindi. Katolikler gibi insanların günahkâr olarak dünyaya geldiklerini kabûl etmiyordu. İnsanlara ruh ve beden temizliği emrediyordu. Tıbbın esas kâidesi olan temizlik, islâm dîninde, Allahü teâlânın bir emriydi. İbâdete temiz olarak gelmeyi emrediyordu ki, başka hiç bir dinde buna rastlamamıştım.
Hıristiyanlıkta, hıristiyan dînine girerken ve âyinlerde Îsâ aleyhisselâm ile, hâşâ ALLAH ile birleşebilmek için papazın Îsânın eti diye verdiği ekmeği yimek ve kanı diye verdiği şarapı içmek gibi âyinlerin, puta tapan en ibtidâî kavmlerin bir âdeti olduğunu görüyor ve bunlardan nefret ediyordum. Benim pozitif ilimlerle inkişâf eden aklım, böyle çocukça ve hakîkî bir dîne yakışmıyan saçma merâsimleri, şiddet ile red ediyordu. Diğer taraftan, islâmiyette bunların hiç biri yoktu. İslâmiyette yalnız hakîkat, sevgi ve temizlik vardı.
Artık kararımı vermiştim. Müslüman dostlarıma gittim ve müslüman olmak için ne yapmak lâzım geldiğini sordum. Bana (Kelime-i şehâdet) söylemesini ve mânasını öğrettiler. Ben yukarda da söylediğim gibi, bunun yarısını, yâni (Bir tek Allah vardır) kısmını müslüman olmadan evvel kabûl etmiştim. Geri kalan (Muhammed aleyhisselâm Onun resûlüdür) kısmını da kabûl etmek hiç güç olmadı. Artık İslâm dîni hakkında neşrolunmuş ciddî eserleri incelemeye başladım. Bunların arasında Melek Bennâbînin çok güzel bir eseri olan (Le Phéne Coranique)i okuduğum zaman, Kur'an-ı kerimin ne muazzam bir eser olduğunu hayret ve takdîr ile gördüm. Bundan ondört asır önce indirilmiş bu Allah kitabında yazılı olanlar, bugünki ilmî ve fennî araştırmaların netîcelerine tamamiyle uymaktadır. Hem ilim ve fen ve hem de ictimâ'î faaliyetler bakımından, Kur'an-ı kerim, yalnız bugünün değil, aynı zamanda yarının da kitabıdır.
1953 senesi 20 Şubat günü Paris câmiine giderek orada müftî efendinin ve şâhitlerin huzurunda İslâm dînini resmen kabûl ettim ve Ali Selmân ismini aldım.
Bu yeni dînimi, çok seviyorum. Çok bahtiyârım ve sık sık kelime-i şehâdet getirerek ve mânasını düşünerek, islâm dînine olan îmanımın kuvvetini açıklıyorum.
-
Cevap: Müslümanlığı seçenler
13 Dr. R. L. MELLEMA
(Hollandalı)
(Dr. Mellema, Amsterdamda Tropical müzesinin, İslâm eserleri kısmının müdîridir. (Wayang bebekleri), (Pâkistân hakkında bilgiler), (İslâmiyeti tanıttırma) eserleri ile meşhûrdur. )
1919 senesinde, Leiden Üniversitesinde şark dillerini incelemeye başladım. Hocam bütün dünyanın çok iyi tanıdığı Arab lisanına vâkıf, Prof. Hurgronje idi. Bana arabî okumağı, yazmağı ve tercüme etmeyi öğretirken, ders kitabı olarak Kur'an-ı kerim ile Gazâlînin eserlerini vermişti. Esas çalışma mevzû'u, (İslâmiyette Hukuk) idi. Ben, islâmiyet, islâm tarihi ve islâmiyet ile alâkalı ilimler hakkında, o zamana kadar Avrupa dillerinde neşredilmiş birçok kitap okudum. 1921 yılında Mısra giderek, El-ezher medresesini ziyâret ettim. Bir ay kadar orada kaldım. Bundan sonra, Arabîden başka Sanskrit ve Malayi dillerini de öğrendim. 1927 senesinde, o zamanlar Hollanda sömürgesi olan Endonezyaya gittim. Cakartada yüksek okulda Cava dilini öğrenmeye başladım. 15 sene müddet ile kendimi yalnız Cava dilinde değil, aynı zamanda eski ve yeni Cava medeniyet tarihinde de yetiştirdim. Bütün bu müddet zarfında, hem müslümanlarla temâs ediyor, hem de elime geçen Arabî kitapları okuyordum. İkinci CihanHarbinde, Japonlar Endonezya adalarını işgâl ettiler. Beni esîr aldılar. Harp bitinceye kadar süren çok zahmetli bir esaret hayatından sonra, tekrar Hollandaya döndüm ve Amsterdamda Tropical müzesinde kendime bir iş buldum. Burada tekrar islâmiyet üzerine çalışmaya başladım. Benden, Cavadaki müslümanları anlatan küçük bir kitap yazmamı istemişlerdi. Bu işi de ele alarak tamamladım. 1954-1955 seneleri arasında, Pâkistândaki müslümanlar hakkında etüd yapmak üzere, beni oraya gönderdiler. O zamana kadar yukarıda da söylediğim gibi, yalnız Avrupa dillerinde islâmiyet hakkında çıkan eserleri okumuştum. Pâkistâna varıp, Pâkistânlı müslümanlarla temâs edince, İslâmiyeti büsbütün başka bir şekilde görmeye başladım. Lahorda müslüman dostlarımdan beni câmilerine götürmelerini ricâ ettim. Bunu memnûniyyet ile karşıladılar ve beni bir Cuma namazına götürdüler. İbâdeti büyük bir dikkat ile seyr ettim ve dinledim. Üzerimde o kadar büyük bir te'sîr yaptı ki, âdetâ kendimden geçtim. Artık kendimi müslüman olmuş kabûl ediyor, müslümanların ellerini bir kardeş olarak sıkıyordum. Câmideki hissiyâtımı, 1955 yılında (Pâkistan Quarterly) mecmû'asının 4. sayısında şöyle naklediyordum:
(Bu sefer, daha küçük bir câmiye gittik. Bu câmide çok iyi ingilizce bilen ve Pençab Üniversitesinde profesörlük yapan bir âlim vaaz verecekti. Kendisi vaaz verirken onu dinleyenlere: (Bugün aramızda uzak bir yerden, Hollandadan gelmiş bir müslüman kardeşimiz var. Onun da iyi anlaması için urdu diline daha fazla İngilizce kelimeler karıştıracağım) dedi ve çok güzel bir vaaz verdi. Ben dikkat ile dinledim. Vaaz bittikten sonra, câmiden ayrılmak isterken, beni oraya getiren Allâme Sahip, beni dikkat ile seyr eden müslüman kardeşlerin, benim de bir şeyler söylememi arzu ettiklerini, kendisinin benim söyleyeceklerimi Urdu diline tercüme edeceğini bana bildirdi. Bunun üzerine ben de onlara şunları söyledim. Ben tâ uzaktan, Hollanda ismli memleketten geliyorum. Orada bulunduğum yerde çok az müslüman vardır. Bu adedi az olan müslümanlar size selâmlarını bildirmeye beni memur ettiler. Sizin istiklâlinizi kazanmış olmanıza ve böylece dünyada yeni bir müslüman devleti daha kurulmuş bulunmasına çok seviniyorum. Yedi sene evvel kurulmuş olan Pâkistân, vaziyetini tamamiyle sağlamlaştırmaya muvaffak olmuştur. Başlangıçta çektiğiniz birçok müşkîlâttan sonra, artık memleketiniz feraha kavuşmuştur ve sür'at ile terakkî etmektedir. Pâkistânın âtîsi, geleceği çok parlaktır. Ben memleketime döndüğüm zaman, vatandaşlarıma sizlerin ne kadar nâzik, kibâr, cömerd ve misâfirperver olduğunuzu uzun uzadıya anlatacağım. Bana karşı gösterdiğiniz büyük muhabbeti hiç bir zaman unutmıyacağım). Bu sözlerimi Allâme Sâhib, urdu diline tercüme edince, câmideki bütün müslümanların yanıma koşarak, ellerimi sıkmaya ve beni tebrîk etmeye başladıklarını büyük bir zevk ile gördüm. Kalblerinden gelen bu candan kardeşlik tezâhürü, beni son derece mesrûr etti. Ben artık tamamiyle müslüman kardeşler câmiasına girdiğimi görüyor ve kendimi çok bahtiyar his ediyordum. )
Pâkistânlı müslüman kardeşler, bana islâmiyetin yalnız nazariyyelerden ibâret olmadığını gösterdiler ve isbât ettiler ki, islâmiyet her şeyden önce ahlâk güzelliğidir ve bir insanın iyi bir müslüman olması için, çok temiz ahlâklı olması lâzımdır.
Şimdi ikinci suâle, yâni (sizi islâmiyete en çok ne çekti?) suâlinize cevap vereyim:
Beni müslüman olmaya sevk eden ve bütün kalbimle İslâm dînine bağlıyan husûslar şunlardır:
1)Tek Allahın varlığı. İslâmiyet, bir tek büyük hâlık tanır. Bu büyük yaratıcı ne doğmuştur, ne doğurur. Bir tek yaratıcıya inanmak kadar mantıkî ve mâkul ne vardır?En basît düşünceli bir insan bile, bunu doğru bulur ve buna îman eder. İsmi Allah olan bu tek büyük yaratıcı, en büyük ilmin, en büyük hikmetin, en büyük kudretin ve en büyük güzelliğin sahibidir. Merhamet ve şefkati de sonsuzdur.
2)Allahü teâlâ ile kul arasında kimsenin bulunmayışı, İslâmiyette kul, rabbi ile karşı karşıya gelir ve doğrudan doğruya Ona ibâdet eder. Allahü teâlâ ile kul arasına, kimsenin girmesine lüzûm yoktur. İnsanlar, gerek dünyada, gerek âhirette yapılması gereken husûsları, Allahü teâlânın kitabı olan Kur'an-ı kerimden, hadis-i şeriflerden ve islâm âlimlerinin kitaplarından öğrenirler. Yaptıkları işlerin Hesabını yalnız Allahü teâlâya verirler. Bir insanı ancak Allahü teâlâ mükâfâtlandırır veya cezâlandırır. Allahü teâlâ, hiçbir kulunu, yapmadığı bir işten mes'ûl tutmaz ve hiçbir kuluna yapamıyacağı bir işi emretmez.
3)İslâmiyetteki büyük merhamet. Bunun en açık ifâdesi, Kur'an-ı kerimdeki (Zor ile müslüman yapmak yoktur) meâlindeki âyettir. Peygamberimiz Muhammed, bir müslümanın ilim öğrenmek için, Îcap ederse, en uzak yabancı memleketlere gitmesini emretmektedir. Müslümanlara, müslümanlıktan evvel gelen hak dinlerin bozulmıyan kısmlarına hurmet etmeleri de emrolunmaktadır.
4) Hangi ırktan, hangi milletten ve renkten olursa olsun, bütün müslümanların kardeş sayılması. Dünyada, yalnız müslümanlık bu büyük gayeye vâsıl olmuştur. Hac zamanında, dünyanın her tarafından gelen yüzbinlerce müslümanın aynı ihrâm örtüsüne sarılarak secdeye kapanması, bütün müslümanların kardeş olduklarını bildiren muazzam bir ifâdedir.
5) İslâmiyette maddiyat ile Mâneviyata aynı kıymetin verilmesi. Diğer dinlerde, yalnız ruhdan, Mâneviyattan ve anlaşılmaz bazı garîb husûslardan bahs olunur. Hâlbuki, İslâm dîninde hem beden, hem de ruh aynı derecede dikkat nazarına alınmış, insanlara yalnız ruh temizliği değil, beden temizliği için de lüzûmlu bütün husûslar emrolunmuştur. İnsanın ruhî inkişâfı, bedenî ihtiyacı ile birleştirmiş ve onun maddiyatına hâkim olarak, nasıl yaşaması Îcap ettiği, gayet açık bir sûrette beyan edilmiştir.
6) İslâmın, alkolü ve uyuşturucu maddeleri ve domuz etini haram etmesi [yasaklaması]. Kanaatıma göre beşeriyyetin başına en büyük felaketleri getiren, alkol ve uyuşturucu maddelerdir. Bunları men etmesi, İslâmiyetin ne kadar muazzam bir din olduğunu ve zamanından ne kadar ilerde bulunduğunu göstermeye kâfîdir.
14 FAZLEDDÎN AHMED OVERİNG
(Hollanda)
Şark medeniyeti ile ilk münâsebetimin ne zaman başladığını, kat'î olarak tâyîn edemiyorum. Bu irtibât, evvelâ lisan sebebi ile meydana geldi. Çünkü ben şarklıların dillerini öğrenmek istiyordum ve bundan tahmînen 30 sene önce yâni daha 12, 13 yaşlarında iken, Arabî öğrenmeye başladım. Fakat bana yardım edecek kimse bulamadığımdan, bu iş çok ağır gidiyordu. Arabî öğrenirken Arablar ve İslâmiyet hakkında Avrupalılar tarafından yazılmış bazı kitaplar almıştım. Bunların çoğunda İslâmiyet hakkında tâm ve tarafsız bilgi verildiğini sanmıyorum. Buna rağmen Muhammed aleyhisselâm hakkında yazılan yazılar, bende Onun şahsiyyetine karşı büyük bir saygı doğmasına kâfî gelmişti. Fakat İslâmiyet hakkında öğrendiğim bilgiler, yanlış ve noksandı. Bana rehberlik edecek kimse de yoktu.
Nihâyet elime T. G. Browne tarafından yazılan (History of Persian Literature in Modern Times = Îrân yeni zaman edebiyat tarihi)isminde mükemmel bir eser geçti. Bu kitapta iki nefîs şiir buldum. Bunlardan biri Hâtıf İsfehânînin tercî'i bendi, diğeri Mohtaşim Kâshânînin heftbendi idi.
Hâtıfın şiirini okurken, ne büyük bir heyecan duyduğumu size tasvîr edemem. Bu şiir, kararsızlık ve ızdırâb içinde çırpınan ve kendisine selâmet yolunu gösterecek mürşid arıyan bir ruhu ne güzel tasvîr ediyordu! Bunu okurken bu büyük şairin sanki benden bahs ettiğini, benim hakîkati bulmak için yaptığım mücâdeleleri ifâde ettiğini sanıyordum. Şiirin her beytinde beyan edilen fikirleri tabî'î aynen kabûl edemiyordum. Fakat aşağıdaki beyt tamamiyle benim düşüncelerime cevap veriyordu:
Yalnız bir O vardır ve Ondan başka kimse yoktur,
Ondan başka ibâdete lâyık hiç bir ilah yoktur.
Ben, annemin arzusuna ve kendi merâkıma da uyarak, din tedrîsâtı yapan bir yüksek okula kayd olmuştum. Bu mektep, din dersleri vermekle berâber, müte'assıb değildi. Talebelerin fikirlerini serbestçe söylemelerine müsâ'ade ediliyor ve onların fikirlerine karşı büyük bir önem veriliyordu. Verilen din dersleri, ancak bir insanın bilmesi gereken ana bilgilerden ibâretti. Bütün bunlara rağmen, okulun son imtihanında bana sorulan (Dinler hakkındaki düşünceniz nedir?) suâline karşı benim (İslâm dînine karşı büyük bir hurmet duyuyorum) diye cevap vermekliğim, her hâlde mektep müdîrini hayrete düşürmüştü. O tarihlerde, ben islâmiyete karşı büyük bir sevgi duymakla berâber, îmanım tâm teşekkül etmemişti. Daha bir şeye karar veremiyordum. O zamana kadar bana kilisenin telkîn ettiği İslâm düşmanlığından tamamiyle kurtulamamıştım.
Bu sefer çok ciddî olarak ve Avrupalı yazarların kitaplarının te'sîri altında kalmıyarak, sırf kendi mantık ve düşüncem ile, İslâm dînini incelemeye başladım. O zaman, ne güzel hakîkatlerle karşılaştım! Birçok insanların, çocukken kendilerine telkîn edilen dinden uzaklaşarak, müslümanlığı niçin kabûl ettiklerini anlamaya başladım. Çünkü islâmın birinci mânası, insanın kendisi ve dünyası, Allahü teâlâya hâlis bir îman ve selâmet içinde olması, ikinci mânası ise, kendisini Allahına tamamiyle teslim etmesi ve Onun emirlerine itaat etmesi demekti. Kur'an-ı kerimde bu husûsta yazılı olan şeyleri aşağıda nakletmeye çalışacağım. Esas Arabîsinin o muhteşem âhenginden mahrum kalsa bile, gene bu sözler insanı çok cezb etmektedir.
Fecr sûresinin yirmiyedinci âyeti ve devamında meâlen, (Ey huzur içinde olan ruh! Sen Ondan, O da senden râzı olarak Allahına dön! Benim [sâlih] kullarımın arasına katıl, benim Cennetime gir!) buyurulmuştur.
İşte yalnız şu ifâde bile, İslâm dîninin, hıristiyanlık ve diğer dinler gibi birtakım hurâfelere bağlı olmayan tertemiz, dürüst ve hakîkî Allah dîni olduğunu göstermeye kâfîdir.
Hıristiyanların, insanların günahkâr olarak doğduğu ve yeni doğan bir çocuğun bile kendisinden evvel gelenlerin günahlarını taşıdığı hakkındaki akîdesine karşı Kur'an-ı kerimde En'âm sûresinin yüzaltmışdördüncü âyetinde meâlen, (Herkesin kazandığı kendisinedir, kimse başkasının yükünü [günahını] taşımaz) buyurulmuştur. A'râf sûresinin kırkikinci âyetinde ise meâlen, (Biz insana ancak gücü yettiği kadar yükleriz) buyurulmuştur. İnsan bunları okurken, bunların, Allah kelâmı olduğunu kalbinde duymakta ve müslümanlığa seve seve îman etmektedir. İşte ben böyle yaptım ve Allahü teâlânın en doğru dîni olan islâmiyeti seçtim ve seve seve müslüman oldum.
15 Hacı LORD EL-FÂRÛK HEADLEY
(İngiliz)
(Bir Lord olan Headley Asâletmeab ünvânına sahiptir. Sir George Allanson, 1855 tarihinde doğmuş olup, İngilterenin en eski bir âilesinden gelmiştir. İngilterede birçok mühim siyâsî vazîfelerde bulunmuş, aynı zamanda muharrir olarak da şöhret yapmıştır. Cambridge Üniversitesinden mezundur. 1877 senesinde lord pâyesini kazanmıştır. İngiliz ordusunda yarbay olarak vazîfe yapmıştır. Asl mesleği mühendislik olmasına rağmen, kuvvetli bir kaleme sahiptir. (Bir Avrupalının gözü açılıp müslüman oluyor) eseri, neşrettiği kitaplar arasında en meşhûrudur. Lord Headley, 1913 senesinde müslüman olmuş, Hacca gitmiş, Şeyh Rahmetullah-ı Fârûk adını almıştır. 1928 senesinde Hindistânı da ziyâret etmiştir. )
Niçin müslüman oldum?Belki bazı dostlarım ve arkadaşlarım, benim müslüman dostlarımın etkisi altında kalarak, müslüman olduğumu zannederler. Hâlbuki mes'ele hiç de böyle değildir. Müslümanlığı kabûl etmekliğim, uzun seneler süren tedkîk ve tefekkür netîcesidir. Ben, İslâm dînini, ancak çok iyi inceledikten ve onun hakkında tâm bir kanaat sahibi olduktan sonra, müslümanlarla temâs ettim ve onların da kendi dinleri hakkında tıpkı benim gibi îman ettiklerini görerek, iyi bir dîne girdiğimi anladım ve çok sevindim.
Kur'an-ı kerim, bir insanın bütün kalbi ile îman ederek, islâmiyeti kabûl etmesini emreder ve istemiyerek zorla dîne girmeyi red eder. Îsâ aleyhisselâm da, kendi havârîlerine, (Her hangi bir yere gittiğiniz zaman oradakiler sizi kabûl etmez ve dinlemezlerse, siz hemen oradan ayrılın, onları zorlamayın) demiştir. (St. Mark, 6-11)
Ben hayatta birçok muteassıb protestanlar gördüm ki, katolik talebe yurdlarına giderek, katolik talebeleri zorla protestan yapmaya çalışıyorlardı. Bu lüzûmsuz gayretler ve zorlamalar, birçok kavgalara, dargınlıklara, anlaşmazlıklara sebep oluyor, insanları birbirine düşman yapıyordu. Aynı mânasız işleri, hıristiyan misyonerler, müslümanlara karşı tatbîk ettiler. Müslümanları hıristiyan yapmak için, her şeyi göze aldılar. Onları türlü türlü vâsıtalarla aldatmaya çalıştılar.
Para, iş, mevkı' vaat ettiler. Hâlbuki, bu zevallı gâfiller bilmiyorlardı ki, Îsâ aleyhisselâmın hakîkî emirlerini en iyi tatbîk ve tasdik eden din, islâmiyettir. Hıristiyanlık o kadar bozulmuştur ki, Îsâ aleyhisselâmın telkîn ettiği hakîkî nasrâniyyet ortadan gayb olmuş, onun telkîn ettiği bütün insânî husûslar unutulmuştur. Bunlar, bugün ancak islâmiyette vardır. O hâlde, ben müslüman olmakla hakîkî, temiz nasrâniyyete de kavuştum. Çünkü Îsâ aleyhisselâmın emrettiği kardeşlik, birbirine bağlılık, merhamet, hüsn-i zan, eli açıklık, bugünkü hıristiyanlarda değil, ancak müslümanlarda vardır. Size ufak bir misâl vereyim:Hıristiyan Atnasyan (athnasian) fırkası, hıristiyanlığın esasının üç ALLAHya (teslîse) inanmak olduğunu ve her hangi bir kimse aklından buna karşı ufacık bir şüphe bile geçirse, derhâl mahv olacağını ve eğer bir kimse dünya ve âhirette selâmete kavuşmak isterse, muhakkak (ALLAH, ALLAHnın oğlu ve Ruh-ul-kuds) gibi üç ilaha inanmak mecbûriyetinde bulunduğunu tekrarlayıp durmaktadır.
Başka bir misâl daha: Müslüman olduğum zaman, bana birisi bir mektûb yazdı. Bu mektûbda, (Siz, müslüman olmakla mahv oldunuz artık. Sizi kimse kurtaramaz. Çünkü, Allahın ilahlığına inanmıyorsunuz) diyordu. Bu zevallı adam, benim artık Allahü teâlâya inanmadığımı sanıyordu. Çünkü, onun kanaatine göre, Allahü teâlânın ilah olabilmesi için, muhakkak üçlü olması lâzım idi. Hâlbuki bu ahmak bilmiyordu ki, Îsâ aleyhisselâm da, temiz nasrâniyyeti teblîge başladığı zaman, Allahü teâlânın bir olduğundan bahs etmiş, hiç bir zaman, Onun oğlu olduğunu iddiâ etmemişti. İslâmiyet, (Ancak bir tek Allah vardır) demekle saf nasraniyyetin esas kâidesini ortaya koymuştu. Bugün, aklı başında olan bir insanın, bir tek Allahın varlığına inanması kadar mantıkî bir şey yoktur. Ben, müslüman olmakla hakîkî tek Allaha inanıyorum ve Îsâ aleyhisselâmdan sonra, onun temiz dînine eklenen birçok yalanları red ediyorum. Bu mektûbu yazan ve onun gibi düşünen insanlara, ancak acımak lâzımdır. Bugün hıristiyanlar, günden güne dinlerini terk ederek ateist (dinsiz) olmaktadırlar. Zîrâ bugünkü hıristiyanlık, normal, kültürlü bir insanı artık tatmîn edememektedir. İnsanlar, körü körüne efsânelere inanmamakta, hıristiyanlık akîdelerini şüphe ile karşılamaktadır. Buna karşılık, ben bütün hayatım müddetince, hakîkî bir müslümanın, dîninden şüphe ettiğini duymadım. Zîrâ İslâm dîni, insanların bütün ruhî ve bedenî ihtiyaçlarını, en mükemmel ve mantıkî tarzda tatmîn etmektedir.
Şuna emînim ki, binlerce hıristiyan erkek ve kadın, İslâm dînini incelemiş ve onu tamamiyle benimsemiştir. Fakat, resmen müslüman olunca, işlerini, memuriyyetlerini gayb edecekleri ve ahbâbları tarafından alaya alınacaklar korkusuyla bir türlü müslüman olmaya cesaret edememektedirler. Bizim mekteplerimizde, hâlâ islâmiyet, Allahü teâlâya inanmıyanların dîni olarak öğretilmektedir. Ben bütün arkadaşlarımın, ahbâblarımın beni (Ruhu mahv olmuş bir insan) olarak lânet edeceklerini göze alarak müslüman oldum ve yirmi senedir İslâmiyete iki elle sarılmış bulunmaktayım.
Müslümanlığı neden kabûl ettiğimi böylece kısaca anlattıktan sonra, tekrar edeyim ki, ben müslüman olmakla, aynı zamanda, çok daha doğru ve temiz bir Îsevî olmayı da başardım. Diğer hıristiyanlara da bir misâl olmak isterim. Müslüman olmak, onları hıristiyanlığa düşman yapmaz, aksine onlara hakîkî Îsevîliğin ne olduğunu öğretir ve onları yükseltir.
-
Cevap: Müslümanlığı seçenler
16 ABDULLAH ARCHİBALD HAMİLTON
(İngiliz)
(Sir Archibald Hamilton, İngilterenin tanınmış bir diplomatı olup, Birinci Cihan Harbinde deniz subayı olarak da vazîfe yapmıştır. Meşhûr bir âileden gelmekte olup, baronet (Baron adayı demektir) ünvânını taşımaktadır. 1923 senesinde İslâm dînini kabûl etmekle şereflenmiştir).
Büluğa vâsıl olduktan beri, İslâm dîninin sâdeliği ve billûr gibi berraklığı, beni dâimâ kendisine cezb etmişti. Bir hıristiyan olarak doğduğum ve bir hıristiyan terbiyesi aldığım hâlde, bâtıl akîdelere bir türlü inanmamış, dâimâ hakkı, hakîkati ve mantığı, körü körüne inanışlara tercîh etmiştim. Ben, bir tek Allaha, huzur ve ihlâs ile ibâdet etmek istiyordum. Hâlbuki ne Roma kilisesi (katoliklik), ne de İngiliz kilisesi (protestanlık), bunu bana sağlıyamıyordu. İşte bu sebep ile beni tâm tatmîn eden müslümanlığı, vicdânımın telkînine uyarak kabûl ettim ve ancak ondan sonra, kendimi Allahü teâlânın hakîkî kulu ve daha iyi bir insân olarak his etmeye başladım.
Ne yazık ki islâmiyet, birçok hıristiyanlar, câhiller tarafından, yanlış, uyuşturucu ve yalan, uydurma bir din olarak anlatılmıştır. Hâlbuki, Allahü teâlâ indinde hak din islâmiyettir. İslâmiyet, kuvvetlinin zayıflarla, zenginlerin fakirlerle birleşmesini sağlıyan mükemmel bir dindir. İnsanlar iktisâdî bakımdan esas olarak üç sınıfa ayrılırlar. Bu sınıflardan birincisi, Allahü teâlânın birçok nîmetlerle zengin ettiği kimselerdir. İkinci sınıf, hayatını kazanmak için çalışmak zorunda olanlardır. Bir de üçüncü sınıf vardır. Bu sınıfta bulunanlar, kendi kusurları olmadığı hâlde, kâfî derecede kazanamıyanlar, işsiz kalanlar, iş yapamaz hâle gelenlerdir ki, fakirlik ve zarûret içindedir. İşte İslâm, bu üç sınıfın da birbiriyle kaynaşmasını sağlar. Zengin olanın fakire yardım etmesini emreder. Zilletin, ızdırabın ortadan kaldırılması sebeplerini ihsân eder.
İslâm dîni aynı zamanda insanların çalışma kudretine, şahsî gayretine ve iş görmek kabiliyyetlerine de önem verir. İslâm kanûnuna göre sahipsiz bir erâzîyi fakir bir çiftçi, belirli bir zaman kendi gayreti ile işlerse, erâzî onun olur. İslâm dîni, yıkıcı değil, yapıcıdır.
İslâm dîni, kumarı ve ona benziyen bütün kötü, zararlı oyunları men eder. İslâm dîni, insanı sarhoş eden bütün içkileri de men eder. Hakîkaten dünyada insanların başına gelen felaketlerin çoğunun sebebi, kumarla içkidir.
Biz müslümanlar, herşeyin kader elinde esîr olduğuna inanan kimseler değiliz. İslâmda bahs konusu olan (kader), hiç bir şey yapmadan, ağzını havaya açarak her şeyi Allahü teâlâdan beklemek demek değildir. Tâm bunun aksine, Kur'an-ı kerimde Allahü teâlâ dâimâ çalışmağı emretmektedir. İnsan bütün gayreti ile çalışacak, bütün zâhirî sebeplere yapışacak, ancak ondan sonra Allahü teâlâya tevekkül edecektir. Çalışmadan önce değil, çalışırken, başarabilmek, kazanmak için, Rabbine yalvararak, Ondan yardım bekliyecektir. İslâmın (Hayr ve Şer [iyilik ve fenalık] Allahü teâlâdan gelir)akîdesi, herşeyi Allahü teâlâ yaratır demektir. İslâmiyette (Hiç bir şey yapmadan boş durmak) diye bir şey yoktur. Kader, olacak herşeyi, Allahü teâlânın ezelde bilmesi ve bildiklerini, zamanları gelince, yaratması demektir.
İslâmiyet, insanların günahkâr olduğu, günah ile doğduğu ve bütün hayatı müddetince kefaret vermeye mecbûr olduğunu, aslâ kabûl etmez. İslâmiyet, insanların, erkek ve kadın olarak, Allahü teâlânın kulları olduğunu, kadın erkek arasında zekâ, akıl, düşünce ve ahlâk bakımından mühim fark bulunmadığını beyan eder. Ancak, erkekler daha güçlü, kuvvetli yaratıldıkları için ağır, yorucu işler ve nafaka temîni bunlara verilmiş, kadınlar, daha rahat, daha neşeli bırakılmak sûreti ile mes'ûd kılınmıştır.
İslâmın bütün müslümanları birbiri ile nasıl kardeş yaptığı hakkında fazla bir şey söylemek istemiyorum. Zîrâ bütün dünya müslümanların nasıl birbirini sevdiklerini, birbirlerine mu'âvenet, yardım ettiklerini bilir. Müslümanlıkta, zengin, fakir, soylu, köylü, memur, işçi, tüccâr, herkes Allahü teâlânın huzurunda birdir ve birbirinin kardeşleridir. Ben, hangi müslüman memleketine gitti isem, kendimi kendi evimde ve kardeşlerimin yanında his ettim.
Son olarak şunu söyliyeceğim:İslâmiyet, insanları bütün gün boyunca hem dürüst çalışmaya ve hem de Allahü teâlâya karşı kulluk, ibâdet vazîfesini yapmaya dâvet eder. Bugünkü hıristiyanlık ise, insanları yalnız Pazar günü, güyâ duâ etmeye, diğer günlerde ise, Allahü teâlâyı tamamen unutarak, dünya işlerine, günahlara sevk eder.
İşte, bütün bunlar için müslüman oldum ve müslüman olduğum için iftihâr ediyorum.
17 CELÂLEDDÎN LAUDER BRUNTON
(İngiliz)
(Meşhûr bir âileden gelen ve baronet ünvanını taşıyan Sir Brunton, Oxford Üniversitesinden mezun olup, neşriyatı ile şöhret yapmıştır. )
Bana niçin müslüman olduğumu bildirmek fırsatını verdiğiniz için, size minnet borçluyum. Ben, hıristiyan bir anne ve babanın te'sîri altında büyüdüm. Genç yaşımda, ilâhiyyat ile de meşgûl oldum. Misyonerlerle tanıştım ve onların yabancı memleketlerdeki faaliyetleri ile yakından alâkadâr oldum. Kalbimden onlara yardım arzusu gelmişti. Resmen bir vazîfe almadan, onlarla birlikte seyâhate çıktım. Doğrusunu söylemek gerekirse, din dersleri aldığım hâlde, hıristiyanlığın (insanların günahkâr olarak dünyaya geldiği ve dünyada muhakkak çile çekmesi Îcap ettiği) nazariyyesi, bana garîb geliyordu. Bu nazariyyeye isyân ediyordum. Bu sebep ile yavaş yavaş hıristiyanlıktan nefret etmeye başlamıştım. Zîrâ ben, kendisinde her şeyi yaratabilmek kudreti bulunan Allahü teâlânın yalnız günahkâr mahlûklar yaratmasını, Onun kudret ve merhametine yakıştıramıyor, bunun için, Allahü teâlâyı böyle tavsîf eden bir dînin hakîkî olamıyacağını düşünüyordum. Acaba başka dinler bu husûsta ne telkîn ediyor diye, diğer dinleri de tedkîk etmeye karar verdim. Kalbimde, âdil, merhametli, müşfik bir ilâha büyük bir ihtiyaç duyuyor, böyle bir Allahı arıyordum. Acaba, Îsâ aleyhisselâmın getirdiği hakîkî nasrânî dîni bu muydu?Yoksa Onun telkîn ettiği temiz din, zamanla bozulmuş muydu?Bunları düşündükçe, kalbimdeki şüpheler çoğalıyor, o zaman, bugün mer'î olan Kitap-ı mukaddesi tekrar elime alıyor, karıştırmaya başlıyor ve her defasında içinde birçok eksikler ve anlaşılmaz husûslar bulunduğunu görüyordum. Sonunda, bende şu kanaat hâsıl oldu ki, bu kitap Îsâ aleyhisselâmın yaydığı hakîkî dînin kitabı değildir. İnsanlar, İncîle birçok yanlış kâideler koymuşlar ve Allahü teâlânın doğru kitabını bozmuşlardır.
Ben bu kanaate vardıktan sonra, artık misyonerle berâber gittiğimiz memleketlerde rastladığımız insanlara, elimizdeki İncîli okuyacak yerde, başka telkînlerde bulunuyordum. Onlara ALLAH, ALLAHnın oğlu ve Ruh-ul-kuds gibi üçlü ALLAHdan bahs etmek yerine, insanlarda, beden öldüğü zaman ölmez bir ruh bulunduğundan, insanları bir büyük hâlıkın yarattığından, bu büyük hâlıkın insanları günahları sebebi ile hem bu dünyada hem de âhirette cezâlandıracağından, ancak çok merhametli olan bu büyük hâlıkın, eğer insanlar yaptıklarına pişman olursa, onların günahlarını affedeceğinden bahs ediyordum.
Gün geçtikçe, artık tamamen tek Allaha inanmaya başlamıştım. Hakîkate tâm varmak için, daha derinlere inmek istiyordum. İşte bu zaman, islâm dînini tedkîk etmeye başladım. Bu din, beni o kadar cezb etti ki, bütün günümü ona vakf ettim. Bulunduğum mahal, Hindistânda şehirlerden uzak, kimsenin ismini bile duymadığı Ichra adında bir köydü. Bu köyde yaşayanlar, pek fakir, pek sefîl tabakadan insanlardı. Onlara, sırf Allahü teâlânın rızası için tek ve merhametli bir hâlıkın var olduğunu anlatmaya, dünyada tâkîb etmeleri gereken doğru yolu öğretmeye çalışıyordum. Onların birbiri ile kardeş olduklarını, temizliğe çok önem vermek lâzım olduğunu da öğretmeye uğraşıyordum. Ne garîb ki, bütün bu öğretmeye çalıştığım husûslar, hıristiyanlıkta değil, ancak müslümanlıkta vardı ve ben bir hıristiyan misyoner gibi değil, tâm bir müslüman din adamı gibi telkînlerde bulunuyordum.
Bu ıssız, tenhâ yerde ve bu câhil halk arasında nasıl uğraştığımı, ne kadar fedakârlık yaptığımı, ne gibi müşkilât ile karşılaştığımı size uzun uzadıya ifâde edecek değilim. Bütün düşüncem, bu zevallı insanları ruhen ve bedenen temizliğe kavuşturmak, onlara büyük bir hâlıkın varlığını öğretmekten ibâretti.
Yalnız kaldığım zaman, Muhammed aleyhisselâmın hayatını inceliyordum. Onun hakîkî hayatı hakkında İngilizce pek az kitap yazılmış ve Onu tenkid etmek, lekelemek ve bu büyük Peygamberi yalancılıkla ithâm etmek için, hıristiyanlar tarafından ne yapılmak lâzımsa yapılmıştı. Fakat, ben şimdi bu düşmanca yazılı kitapların te'sîrleri altında kalmadan, islâmiyeti tâm bir insâf ile inceliyordum. Bu tedkîklerim sürdükce, islâmiyetin, tek Allahı ve hakîkati en doğru olarak ortaya çıkaran hak din olduğunu kabûl etmek lâzım geldiğini iyice anladım.
Muhammed gibi bir büyük Peygamberin, insanlığa yaptığı hizmetleri öğrendikce, Onun peygamberliğini inkâr etmenin imkânı yoktu. O muhakkak Allahü teâlânın Resûlü idi. O ancak; Allahü teâlânın lutfü ile, vahşet ve cehâlet içinde yaşayan, birçok putlara tapan, hurâfelere inanan, yarı çıplak bir hâlde, birçok kadınlarla hayvanca bir hayat süren Arabları, kısa bir zaman içinde, Allahü teâlâya îman eden, medenî, temiz, dürüst, kadına hak tanıyan, iyi ve yumuşak huylu insanlar hâline getirdi. Bir insan, Allahü teâlânın lutfü, yardımı olmadan böyle birşeyi hiç bir zaman başaramaz. İçinde birkaç yüz kişi bulunan bu köyde, benim ne kadar zahmet çekerek uğraştığımı ve hâlâ bu zevallı insanları doğru yola sokamadığımı düşündükçe, Muhammedin eseri, gözümde gittikce daha büyüyordu. Hayır, ancak Allahü teâlânın Resûlü böyle bir işi başarabilirdi. Onun Peygamberliğine cân ve gönülden inanmak lâzımdı.
İslâm dîninde bulunan, daha pek çok güzel husûslardan ayrıca bahs etmeye lüzûm görmüyorum. Çünkü, Allahü teâlâyı ve Muhammed aleyhisselâmın peygamberliğini kabûl ettikten sonra, artık bir insan müslüman olmuş demektir. O günlerde, müslüman bir Hindli beni ziyârete gelmişti. Mian Amiruddîn ismindeki bu kibar zat ile İslâm dîni üzerinde uzun uzadıya mubâheseler yaptık. Bu konuşmalar bana son cesareti verdi ve müslüman olmayı kabûl ettim.
Ben, müslümanlığın hakîkî Allah dîni olduğuna, sâdeliğine, af ve şefkatine, samîmiyyetine, müslümanları birbirine kardeş saydığına ve birgün bütün dünyayı birbirine bağlıyacağına inanıyorum.
Artık hayatımın sonuna vâsıl oldum. Bundan sonra, ölünceye kadar kendimi islâmiyete hizmet etmeye adadım.
-
Cevap: Müslümanlığı seçenler
18 Prof. Baron HÂRÛN MUSTAFÂ LEON
(İngiliz)
(Prof. Baron Leon, İngilterenin tanınmış meşhûr bir âilesinden olup, baron pâyesini hâizdir. Felsefe doktoru ve başka ilmî ünvanlar sahibi olan Prof. Leon, 1882 senesinde müslüman olmuştur. Kendisi Avrupada ve Amerikada birçok ilim cemiyetlerinin azası bulunmaktaydı. Bilhâssa lisan ve edebiyat sâhasında büyük ihtisas sahibi olan Prof. Leon, (Isle) mecmû'asında (İnsan lügat etimolojisi) isminde neşriyatı ile bütün dünyanın dikkatini üzerine celb etmişti. Amerikadaki Potomac Üniversitesi bu neşriyat üzerine kendisine (İlmler Masteri = Master of Sciences) ünvânını verdi. Prof. Leon, aynı zamanda bir geoloji mütehassısıdır. Birçok tanınmış müesseselerin dâvetlisi olarak, bu sâhalarda da kıymetli konferanslar vermişti. 1875 de kurulmuş olan (Milletler Arası Lügat, İlm ve Güzel Sanatlar = Société İnternationale de Philologie, Science et Beaux-Arts) Cem'ıyyetinin umûmî kâtibliğine seçildi. (The Philomeths) isminde mecmû'a çıkarmaya başladı. Prof. Leona, Sultan İkinci Abdülhamîd, Îran Şâhı ve Avusturya İmparatoru tarafından birçok nişanlar verilmiştir. )
İslâm dîninin en mükemmel esaslarından biri, bu dînin müslümanlardan hiç bir zaman aklın ermediği bir şeyi taleb etmemesidir. İslâmiyet tamamen akla ve mantığa uygun olarak teblîg edilmiş bir dindir. Diğer dinler ise, insanlardan bir türlü anlıyamadıkları, akıllarına sığmayan, inanamadıkları îtikatları zorla kabûl etmelerini istemektedir. Hıristiyanlıkta bu husûsta ancak kilisenin otoritesi, hâkimiyyeti müessir olmaktadır. Hâlbuki müslümanlara, her şeyi akıl ile araştırması ve ancak ondan sonra îman etmesi emrolunmaktadır. Muhammed aleyhisselâm, şöyle buyurmaktadır: (Allahü teâlâ, akla ve mantığa muvâfık olmayan hiç bir şey yaratmamıştır). Diğer bir hadis-i şerifte ise şöyle buyurmaktadır: (Ben size kat'î olarak söylüyorum ki, herhangi bir insan namaz kılsa, oruç tutsa, zekât verse, hacca gitse de ve dînin îcâbı bütün husûsları yapsa bile, ancak Allahü teâlânın ona ihsân ettiği akıl ve mantığı kullanma derecesine göre mükâfâtlandırılır. )
Îsâ aleyhisselâmın neşrettiği temiz dinde de, buna benzer kâideler vardı. Meselâ, (Her şeyi önce tecrübe et! Ancak iyi olanı kabûl et) gibi. Fakat zamanla bunlar unutuldu. Kur'an-ı kerimde “Cuma” sûresinin beşinci âyetinde meâlen, (Kendileri Tevrâtı öğrenmek ve mûcibi ile amel etmeye memur oldukları hâlde, onun ile amel etmiyen kimselerin hâli, sırtına kitap yüklenmiş merkebin hâli gibidir) buyurulmaktadır.
Ali şöyle buyuruyor, (Dünya karanlıktır. İlm nûrdur! Fakat, doğru olmıyan bilgi ancak gölgedir. )
Müslümanlar, (İslâmiyet, hakîkatin tâ kendisidir) diye îman etmekte, İslâmın nûrunun ancak ilim ve mantık sâyesinde parladığını, bu bilginin ancak hakîkat ile meydana geldiğini, bu hakîkati ise, insanların ancak Allahü teâlânın vergisi olan akl-ı selîm ile meydana çıkardıklarını söylemektedirler.
Allahü teâlânın insanlara büyük bir lutf olarak gönderdiği son peygamberi Muhammed aleyhisselâm, vefâtına kadar, onlara tutacakları doğru yolu göstermişti. Son günlerinde şöyle bir hâdise cereyân etti:
Muhammed aleyhisselâm vefâtından birkaç gün evvel, başını sevgili zevcesi Âişenin dizlerine dayamış, dalgın bir hâlde istirâhat ediyordu. Medînede bütün halk Resûlullahın hastalığına üzülmüş ve onun gün geçtikce kuvvetten düştüğünü görünce, büyük bir Ümitsizliğe kapılmıştı. Erkekler, kadınlar, çocuklar, hüngür hüngür ağlıyorlardı. Ağlayanlar arasında beyaz saçlı, solgun benizli, yaşlı muhâribler de vardı. Peygamberimiz Muhammed Mustafâ el-emîn, onların kumandanı, rehberi, lideri, dostu, çobanı, sırdaşı, fakat her şeyden evvel, teblîg ettiği islâmiyet sâyesinde onları karanlıktan hakîkat nûruna kavuşturan büyük Peygamberi idi. İslâmiyet ile birlikte onlara huzur ve emniyyet getiren bu mübârek Peygamber artık onlara vedâ' etmekte idi. “Peygamberimiz ölüyor” diye düşündükçe kalbleri bir demir kıskaçla sıkılıyor, gözlerinden yaşlar dökülüyor, büyük bir Ümitsizliğe kapılıyorlardı.
Nihâyet her şeyi göze alarak, bu Ümitsizlik içinde Onun huzuruna çıktılar. Gözlerinden yaşlar akıtarak: (Yâ Resûlallah ! Sen çok hastasın. Olabilir ki, Allahü teâlâ seni huzuruna çağıracaktır ve bizden ayrılacaksın. O zaman, biz sensiz ne yaparız?) diye sordular.
Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm, (Elinizde mürâceat için Kur'an-ı kerim vardır) buyurdu. (Yâ Resûlallah, Kur'an-ı kerimin birçok işlerde bize rehber olacağı muhakkaktır. Fakat eğer aradığımızı orada bulamazsak ve sen de bizden ayrılmış isen, kim bizim rehberimiz olacak?) dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz onlara, (Size söylediklerim gibi hareket ediniz!) buyurdu. (Yâ Resûlallah ! Sen bizden ayrıldıktan sonra, büsbütün yeni bazı mes'eleler meydana çıkar ve senin hadislerin içinde bunlar hakkında bir şey bulamazsak ne yaparız?) diye sordular.
Peygamberimiz, mübârek başını yavaş yavaş yastıktan kaldırdı ve onlara şu sözleri söyledi: (Allahü teâlâ, her kuluna şahsî bir rehber vermiştir. Bu rehber, akl-ı selîmi ve vicdânın bulunduğu kalbidir. Eğer bu rehberi iyi ve doğru olarak kullanırsanız, hiç bir zaman doğru yoldan ayrılmazsınız ve Allahü teâlânın rahmetine kavuşursunuz!). (İstefti kalbek, Fe-innehâ teskünü bil-helâl). İşte, seçmiş olmakla iftihâr ettiğim, islâm dini. Bu din, tâm akıl ve mantık üzerine kurulmuş hakîkî Allah dînidir.
Mâlu mülke olma magrûr, deme var mı ben gibi!
bir muhâlif yel eser, savurur harman gibi.
19 WILLIAM PICKHARD
(İngiliz)
Bir hadis-i şerifte, (Her çocuk müslümanlığa uygun ve elverişli olarak doğar. Bunları sonradan anaları, babaları yahudi, hıristiyân veya mecûsî yapar) buyurulmaktadır. Ben de, o hâlde, müslüman olarak doğmuştum. Ancak, bunun böyle olduğunu anlamaklığım için, aradan birçok seneler geçti. Ben daha çocukken, geçmiş zamanla çok ilgilenirdim. Üniversiteyi bitirdikten sonra, muharrirliğe başladım. O zamanlar tanınmış bir yazar değildim. Ne olacağım da belli değildi. Bana hıristiyân olarak, Allah ve Allaha ibâdet etmek hakkında bazı şeyler öğretmişlerdi. Ben, yalnız onların öğrettiklerine değil, tarihte okuduğum, kibarlık ve cesaret nümûnesi olan her şahsiyyete karşı, âdetâ ibâdete benzer bir râbıta duyuyordum. Nihâyet bana, o zamanlar İngilterenin bir müstemlekesi olan Ugandada bir memuriyyet verildi. Afrikaya gidince, burada hayatın büsbütün başka olduğunu gördüm. Buradaki insanların yaşama tarzı, dünyada zuhûr eden hâdiselere karşı teessürleri, birbirlerine karşı olan muameleleri, İngilterede düşündüğüme ve tahmîn ettiğime hiç uymuyordu. Buradaki insanlar, çok ibtidâî ve güç olan hayat tarzlarını ve karşılarına çıkan türlü türlü müşkilâtı büyük bir tevekkül ile karşılıyorlar, en Ümitsiz zamanlarda bile, neşelerini gayb etmiyorlar, kendileri ne kadar fakir olursa olsun, birbirlerine yardım etmekten çekinmiyorlardı. Onlar birbirlerine, bizim gibi insanların anlıyamıyacağı bir sevgi ve şefkat ile bağlanmışlardı. Şark, esasen beni okulda çok ilgilendirmişti. Cambridge'de (Bin bir Gece) masallarını zevkle okumuştum. Şimdi Afrikada hakîkî şarklı yanında, bu kitabı tekrar elime aldım. Ugandada geçirdiğim bu güç ve zor hayat, beni şarklılara yavaş yavaş yaklaştırdı. Şimdi binbir gece masallarını okurken, onları Ugandalılar ile mukâyese ediyor ve âdetâ onlarla birlikte yaşıyordum.
Ben artık buradaki hayata alışmışken, Birinci Cihân Harbi patlak verdi. Asker olmak için alâkalı makama mürâca'at ettiğim zaman, sıhhatimin bozukluğundan dolayı beni askere almadılar. Sıhhatim biraz düzelince, tekrar başvurdum. Bu sefer beni kabûl ettiler ve Fransaya, Alman cebhesine yolladılar. 1917 deki korkunç Somme muhârebelerine katıldım. Bu muhârebelerde yaralandım ve Almanlara esîr düştüm. Almanlar beni Almanyaya götürüp orada hastahâneye yatırdılar. Bu hastahânede çok korkunç şeyler gördüm. İnsanlar bu harbler yüzünden ne kadar perîşân oluyorlardı. Hastahâneye birçok rus esîrleri getirmişlerdi. Bunlar dizanteriden bitkin bir hâle düşmüşlerdi. Almanyada yiyecek vaziyeti çok kötü idi. Esîrlere, hastalara kâfî yiyecek veremiyorlardı. Ben açlıktan kıvranıyordum. Sağ kolumdaki ve sağ bacağımdaki yara bir türlü iyileşmiyordu. Çolak ve kötürüm olmuştum. Almanlara başvurarak, bu hâlimle artık hiçbir zaman muhârib olarak bir işe yaramıyacağımdan, İsviçredeki esîr mübâdele komisyonu vâsıtası ile beni memleketime göndermelerini ricâ ettim. Almanlar muvâfakat ettiler. Beni İsviçreye yolladılar. İsviçrede beni tekrar hastahâneye yatırdılar. Kolum, bacağım işe yaramaz hâle gelmişti. Şimdi ben ne olacaktım?Hayatımı nasıl kazanacaktım?Bunları düşündükce, sonsuz bir Ümitsizliğe kapılıyordum. İşte, tâm bu ruh hâleti içinde iken, aklıma Ugandada satın aldığım bir kitapta okuduğum, Kur'an-ı kerimden alınmış bazı tesellî edici âyetler geldi. O zaman ben bunları büyük bir alâka ve çok muhabbet ile okumuş, tekrar okumuş ve hemen hemen ezberlemiştim. Bunları kalbimden geçirmeye ve her gün birçok defalar tekrar etmeye başladım. O zaman, kalbime bir ferahlık çöküyor, Ümit kapıları açılmaya başlıyordu. Hakîkaten de öyle oldu. İsviçreli doktorlar, beni bir kere daha ameliyyât ettiler. Bacağım düzelmeye başladı. Ben bunu Kur'an-ı kerime borçluydum. Yürümeye başlar başlamaz, ilk işim hemen bir kitap evine giderek, Savarynin bir Kur'an-ı kerim tercümesini satın almak oldu. [Bu kitap, hâlâ benim en kıymetli bir arkadaşımdır. ] Bu sefer Kur'an-ı kerim tercümesini baştan aşağı okumaya başladım. Okudukca kalbim ferahlıyor, ruhum yükseliyor, sanki muazzam bir nûr kitlesi derûnuma nüfûz ediyordu. Ayağım tamamiyle düzelmişti. Fakat sağ kolum hareketsiz kalmıştı. Bunun üzerine Kur'an-ı kerimin emrettiği gibi, Allahü teâlâya tevekkül ederek, sol elimle yazmağı öğrendim. Bu tevekkül sâyesinde, bu iş çok kolay oldu. Sol elimi kullanmağı öğrenince, ilk yaptığım iş, sol elimle Kur'an-ı kerimin âyetlerini yazmaya başlamak oldu. Vaktiyle bir islâm kitabını okurken, oradaki bir hikâye üzerimde büyük bir te'sîr yapmıştı. Bu hikâyede, bir mezarlıkta, kabirlerin yanında kalmış bir gencin, etrâfındakilerin hiç farkına varmadan ve nerede olduğunu da düşünmeden Kur'an-ı kerim okuduğundan bahs olunuyordu. İşte ben de, kendimi onun yerine koyuyor, kendimi Allahü teâlânın lutfuna teslim ediyor ve Kur'an-ı kerim okuyordum. Yâni artık ben müslüman olmuştum.
1918 senesinde Londraya döndüm. 1921 senesinde Londra Üniversitesinde Arabî dersleri almaya başladım. Birgün bana Arabî öğretmenim Iraklı Bay Belşah, Kur'an-ı kerimden bahs etti. (İnanıp inanmamakta serbestsiniz. Fakat onun çok enteresan ve tedkîk etmeye lâyık bir kitap olduğunu göreceksiniz) dedi. Ben ona, (Kur'an-ı kerimi biliyorum, onu okudum ve hem de çok okudum ve ona inanıyorum) deyince, hayretler içinde kaldı. Birkaç gün sonra beni Notting Hill Gatede bulunan Londra câmiine götürdü. Bir sene kadar oradaki ibâdetlere iştirâk ettim. 1922 senesinde resmen müslüman oldum.
Şimdi 1950 senesindeyiz. Bugüne kadar islâmiyetin emrettiği her husûsa iki elle sarıldım ve bundan büyük bir lezzet duydum. Allahü teâlânın kudretinin, rahmetinin ve inayetinin hudûdu yoktur. Hayat yolunda bizim taşıyabileceğimiz ve öteki dünyaya da götürebileceğimiz biricik servet, Allahü teâlâya hamd ve senâ etmek, [Ona minnet bildirmek] ve O yüce kudret sahibine sevgi ile bağlanmak, Ona ibâdet etmektir.
20 Bayan MES'ÛDE STEINMANN
(İngiliz)
Müslümanlık kadar kolayca anlaşılabilen ve insâna cesaret veren başka bir din yoktur. Hayatta, insan ruhunu rahat ve huzura kavuşturan, insana, hâlinden memnûn olarak yaşamağı ihsân eden ve onu öldükten sonra ebedî saadete ve selâmete ulaştıran biricik din, islâmiyettir.
İnsan, Allahü teâlânın yarattığı muhtelif mahlûklardan biridir. Muhakkak, diğer mahlûklarla arasında bir bağ vardır. İnsan, Allahü teâlânın yarattığı en mükemmel bir mahlûktur. Ona böyle fazîlet veren, onda bir ruh olmasıdır. İnsanın ruhu, onu dâimâ daha yükseklere götürmeye gayret eder. Ruhu temizliyen ve besliyen ise ancak dindir.
Acaba insan ile onu yaratan büyük kudret sahibi arasında ne gibi bir râbıta vardır?Bunu şüphesiz din bildirmektedir. Ben din hakkında muhtelif âlimlerin neler söylediklerini tedkîk ettim. Aşağıda birkaç misâl veriyorum:
Carlyle'in (Kahramanlar ve Kahramanlara Tapınanlar) eserinden:
(Bir insanın dîni, onun kalbinin îman ettiği bir husûs, onun en bâriz bir sıfatıdır. Din öyle bir şeydir ki, insanın doğrudan doğruya kalbine gider. Onun dünyadaki faaliyetlerini ayarlar. Ona vazîfelerini bildirir. Gideceği yolu gösterir ve onun âkıbetini (sonunu) tâyîn eder).
Chesterton'un, (Düşünülecek Olursa) kitabından:
(Din, bir insanın, kendinin veya başkalarının varlığında neler bulunduğu hakkında elde ettiği en yüce gerçeği ifâde eder).
Ambroce Bierce'nin (Şeytanın Sözlüğü) eserinden:
(Din, insanlara, bilmedikleri birçok şeyleri öğreten, onlara hem korku, hem Ümit aşılayan bir kaynaktır).
Edmude Burke'un, (Fransa İhtilâli) ismindeki kitabından:
(Bütün hakîkî dinlerin emrettiği husûs, Allahü teâlânın emirlerine itaat, Onun şeriatine hurmet ve îtibar ve böylece mümkün olduğu kadar Onun rızasına yaklaşmaktır).
Swedenborg'un (Hayat Doktrini) eserinden:
(Din demek, iyilik yapmak demektir. Dînin varlığı iyiliktir. )
James Harrigton'un (Okyanus) kitabından:
(İster ondan korksun, isterse ondan tesellî bulsun, dünyada herkesin az veya çok, dinle irtibâtı vardır. )
Dünyada herkes birçok defalar bilmediği, anlıyamadığı, îzâh edemediği husûslarla karşılaşır. İşte bunları ona îzâh eden, ona tâm bir îman, itimat bahş eden, ancak dindir.
Ben niçin islâm dîninin dünyadaki dinlerin en mükemmeli ve hak din olduğuna inanıyorum?Bunu şöyle îzâh edeyim:
Her şeyden önce, islâm dîni yüce, bir tek Allahdan başka ALLAH olmadığını, Onun doğmadığını ve doğurmadığını ve Ona benzer başka hiç bir hâlık bulunmadığını bildirir. Allahü teâlânın varlığını, birliğini, azametini ancak Allahü teâlâya yakışır bir azamet ile bildiren başka hiç bir din yoktur. Kur'an-ı kerimde Hûd sûresinin dördüncü âyetinde meâlen, ([Ey kullarım], dönüşünüz ancak banadır. Allah her şeye kâdirdir) buyurmakta, İsrâ sûresinin elli beşinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, göklerde ve yerde olan mahlûkatın hâllerini en iyi bilendir) buyurmakta ve Kur'an-ı kerimin diğer bütün sûrelerinde dâimâ Onun (tek hâlık olduğundan), (dâimî olduğundan), (sonsuz olduğundan), (her şeyin Ona mâlûm olduğundan), (en doğru hükmü veren hâkim olduğundan), (en büyük yardımcı olduğundan), (en merhametli bir hâlık olduğundan), (en büyük affedici olduğundan) bahs edilmektedir. Bunları okudukça, insanın Allahü teâlâya nasıl çekildiğini, Onun karşısında nasıl eridiğini ve Onun lutfüna nasıl sığındığını size tarif edemem. Kur'an-ı kerimde, Allahü teâlâ Hadid sûresinin onyedinci âyetinde meâlen, (Biliniz ki, Allahü teâlâ yer yüzünü [kuraklıkla] öldürdükten sonra [yağmurla] diriltir. [Ölü kalbleri de zikir ve tilâvetle diriltir. ] Akıl edersiniz diye bunları açık deliller ile size beyan ettik) buyurmuştur. Nâs sûresinde de, meâlen, ([Ey Muhammed !] Söyle ki, ben insanlardan ve cinden, insanın gönlüne vesvese veren şeytanın şerrinden, insanlara muhtaç oldukları şeyleri gönderen ve onları korkulu şeylerden koruyan ve ibâdet olunmaya hakkı olan mâlikime sığınırım) buyurmuştur.
Bu yüce sözleri okuyunca, insan nasıl olur da, bu büyük hâlıka inanmaz ve Ona sığınmaz?Bütün bunlar, insanın hayatta kaldığı müddetce, üzerinde onu koruyan çok merhametli bir hâlıkın bulunduğunu his ederek, rahata kavuşması ve doğru yolu tutması için kâfî gelmez mi?
İslâm, en doğru bir din olduğunu ve kendisinden evvel gelen dinlerin bütün doğru kısmlarını kendisinde topladığını açıkça bildirir. İslâmiyetin en büyük kitabı olan Kur'an-ı kerimde yazılı bütün husûsların, sâde, açık ve herkes tarafından anlaşılır mantıkî esaslar olduğunu söyler. Bunlar çok doğrudur. Hakîkaten, eğer Allahü teâlâ ile kul arasında âhenkli bir münâsebet te'sîs etmek, cismânî [bedenle ilgili] ve ruhanî husûsları âhenkli tarzda birbiri ile birleştirmek, dünyada ve âhirette huzur içinde kalmak istiyorsak, muhakkak islâm dînini kabûl etmemiz lâzımdır. Ancak İslâmiyet sâyesinde ruhen ve bedenen tekâmül ederiz.
Hıristiyanlık ancak ruhiyyat, vicdan ile meşgûl olur ve her bir hıristiyanın üzerine onun taşıyamıyacağı kadar ağır mânevi, vicdânî yükler koyar. Hıristiyanlık, insanı bir günahkâr olarak kabûl eder ve ondan, onun anlıyamıyacağı ve hiç bir mantığa sığmıyan kefaretler ister. Hâlbuki islâm dîni, yalnız sevgi üzerine kurulmuştur. Hıristiyanlıkta çok derin ilim adamları, insanların değişik ruh hâletlerini inceleyerek, onların üzerine yüklenmiş olan bu ağır yükler arasında belki bir parçacık Allah sevgisi bulabilir. Fakat bunlar da, bugünkü hıristiyanlıkta bu sevgi parçacığının bile birçok hurâfeler altında nasıl büsbütün gayb olduğunu görerek üzülürler. Coleridge bir kitabında, (Hıristiyanlığı fazla seven bir kimsenin, yavaş yavaş hıristiyanlıktan uzaklaşarak, kiliseyi daha fazla sevmesi ve sonunda kendini en fazla sevmesi bir hakîkattir) demektedir. Hâlbuki İslâmiyet bize, Allahü teâlâyı saymamızı, sevmemizi, yalnız Onun emirlerine uymamızı, bir yandan da, kendi aklımızı ve mantığımızı kullanmamızı emretmektedir. Hıristiyanlıkta bir miktâr hakîkat kalmıştır. İslâmiyette ise, herşey hakîkat üzerine kurulmuştur. Kur'an-ı kerimde, Allahü teâlâ, hangi ırktan, hangi renkten olursa olsun, bütün kullarına Yûnus sûresi yüzsekizinci âyetinde meâlen şunu beyan buyurmuşlardır: (de ki, Ey insanlar! Rabbinizden size hakîkat gelmiştir. Doğru yola giren ancak kendi kazancı için girmiş ve sapıtan da kendi zararına olarak sapıtmıştır. Ben sizin bekçiniz değilim). Ben bütün bunları okuduktan ve Kur'an-ı kerimin mânasını iyice kavradıktan sonra, islâmiyetin her türlü düşüncelerime en doğru cevabı verdiğini gördüm, seve seve müslüman oldum. İslâmiyet bana hakîkî yolu gösterdi ve cesaret verdi. Dünyada huzur ve rahata kavuşmak ve âhirette selâmete erişmek için, müslüman olmaktan başka bir tarîk [yol] yoktur.
-
Cevap: Müslümanlığı seçenler
21 Bayan MAVİŞ B. JOLLY
(İngiliz)
Ben İngilterede hıristiyan olarak doğdum. Vaftiz edildim ve bugün elimizde bulunan İncîlde yazılı olanları öğrenerek büyüdüm. Çocukken kiliseye gittiğim zaman, muhtelif ışıklar, minberde yanan mumlar, müzik, günnük kokuları ve muhteşem elbiseler giymiş râhibler, üzerimde büyük bir te'sîr yapıyordu. Mânasını hiç anlıyamadığım duâlar okunurken, bunların âhengi beni ürpertiyordu. Sanırım ki, bu çocukluk zamanımda, ben koyu bir hıristiyandım. Fakat, zaman geçtikce ve benim tahsîl derecem yükseldikce, kafamda bazı sü'aller hâsıl olmaya başladı. O zamana kadar tam inandığım hıristiyanlık dîninde, bazı noksanlar bulmaya başladım. Gün geçtikce içimdeki şüphelerin arttığını görüyordum. Yavaş yavaş hıristiyanlıktan uzaklaşmaya başladım. Artık, hiç bir dîne inanmıyordum. Kilisenin çocukken beni kendisine hayrân eden o muhteşem manzarası, bir hayâl gibi gözümün önünden uçup gitmişti. Mektepten me'zun olduğumuz zaman, tâm mânası ile bir dinsiz (ateist) olmuştum. Fakat, bir müddet sonra, farkına vardım ki, hiç bir şeye inanmamak, insânın ruhunda derin bir ye's, zafiyet, boşluk bırakmaktadır. İnsanın muhakkak bir melce'e, bir dayanağa ihtiyacı vardır. Bunun için başka dinleri tedkîk etmeye başladım.
Evvelâ budistliği ele aldım. Onların (Sekiz Yol) adını verdikleri esasları iyice tedkîk ettim. Bu (Sekiz Yol)da çok derin felsefe ve çok güzel nasihatler vardı. Ama, insâna ne doğru bir yol gösteriyor, ne de doğru yolu seçebilmek için lüzûmlu bilgileri veriyordu.
Bu sefer Mecûsîliği tedkîke başladım. Ben üç ALLAHdan kaçarken, bu dinde de karşıma birçok ALLAH çıktığını gördüm. Sonra bu din, o kadar inanılmaz efsâneler, hurâfelerle doldurulmuştu ki, böyle bir dîni kabûl etmeye imkân yoktu.
Bundan sonra yahudiliği incelemeye başladım. Yahudilik benim için yeni bir din sayılmazdı. Çünkü, Kitap-ı mukaddesin (Ahd-i Atîk) denilen eski kısmı tamamen yahudilerin Tevrâtından alınmıştı. Fakat yahudilik de beni tatmîn edemedi. Evet, yahudiler tek Allaha inanıyorlardı ve ben bunu çok doğru buluyordum. Fakat ondan sonra her şeyi inkâr ediyorlar ve yahudi dîni, bir rehber olacak yerde, türlü karışık ibâdet şeklleri ve merâsimlerle dolu bir hâl alıyordu.
Dostlarımdan biri bana ispiritizme ile meşgûl olmamı tavsiye etti. (Ruhlarla konuşmak, din yerine geçer!) diyordu. Bu beni hiç tatmîn etmedi. Çünkü, ispiritizmenin insanın kendi kendini hipnotize etmesinden ibâret olduğunu, insan ruhunu hiç bir zaman besleyemiyeceğini pek çabuk anlamıştım.
İkinci Cihân Harbi sona ermişti. Ben bir ofiste çalışmaya başladım. Fakat, hâlâ ruhum bir din arıyordu. Birgün gazetede bir ilân gördüm. (Îsâ aleyhisselâmın ulûhiyyeti hakkında bir konferans verileceği ve bu konferansa her dinden adamların iştirâk edebileceği yazılıydı. Bu konferansı çok merak ettim. Çünkü, orada Îsâ aleyhisselâmın Allahın oğlu olup olmadığı münâkaşa edilecekti. Konferansa katıldım ve orada bir müslümanla tanıştım. Bu müslüman, kendisine sorduğum suâllere o kadar güzel, o kadar mantıkî cevaplar verdi ki, o zamana kadar, hiç aklıma gelmediği hâlde, islâmiyet ile meşgûl olmaya karar verdim. Müslümanların kudsî kitabı olan Kur'an-ı kerimi okumaya başladım. Bu kitapta beyan edilen hükmlerin, 20. asırda ki birçok tanınmış devlet adamlarının beyanlarından çok daha yüksek olduğunu, büyük bir hayret ve takdîr ile görüyordum. Bu sözleri hiç bir insan söyliyemezdi. Onun için, vaktîle bize öğrettikleri gibi (İslâm dîni yalandır. Kur'an uydurma bir kitaptır)sözüne artık inanmıyordum. Kur'an-ı kerim uydurma bir kitap olamazdı. Bu kadar mükemmel sözleri, ancak insan üstü bir varlık söyliyebilirdi.
Ben, hâlâ tereddüd ediyordum. İslâmiyeti kabûl etmiş İngiliz kadınları ile görüştüm. Onlardan yardım istedim. Bana kitaplar tavsiye ettiler. Bu kitaplar arasında Muhammed ile Îsâ aleyhisselâmı mukâyese eden (Mohammed and Christ) adlı Kitapla, islâm dînini îzâh eden (The Religion of İslâm) adlı eserler vardı. (Hıristiyanlığın Kaynakları = The Sources of Christianity) isminde diğer bir kitapta ise, hıristiyanlıkta bulunan birçok ibâdetlerin ibtidâî insanların ibâdet usûllerinden alındığı ve hakîkatte şimdiki hıristiyanlığın bir (puta tapmak) dîni olduğu çok açık bir tarzda anlatılıyordu.
Kur'an-ı kerimi ilk okuduğum zaman sıkıldığımı itiraf ederim. Çünkü, içinde pek çok tekrarlar vardı. Şunu bilmelidir ki, Kur'an-ı kerim insana yavaş yavaş te'sîr ve nüfûz eden bir kitaptır. Kur'an-ı kerimi iyi anlamak ve ona bağlanmak için, onu birçok defalar okumak lâzımdır. Ben de, okudukça bu mukaddes kitaba bağlandım. O kadar ki, her gece, onu okumadan uyuyamıyordum. Benim üzerimde en büyük te'sîr yapan husûs, Kur'an-ı kerimin insanlara mükemmel bir rehber oluşuydu. Kur'an-ı kerimde bir insanın anlıyamıyacağı tek şey yoktu. Müslümanlar Peygamberlerini kendileri gibi bir insan olarak kabûl ediyorlardı. Müslümanlarca, Peygamberlerin diğer insanlardan farkı, bunların çok yüksek akıl ve ahlâk sahibi, günahsız ve kusursuz olmaları idi. Yoksa, onların ulûhiyyet ile bir râbıtaları yoktu. İslâm dîni, Muhammed aleyhisselâmdan sonra artık hiçbir Peygamber gelmiyeceğini bildiriyordu. Ben buna itiraz ettim. (Niçin başka bir Peygamber gelmiyecek?) diye sordum. O zaman, müslüman refîkim [arkadaşım] bana bu husûsu şöyle îzâh etti, (Müslümanların kudsî kitabı olan Kur'an-ı kerim, bir insana lâzım olan bütün iyi ahlâkı, dînî esasları, Allahü teâlânın rızasına kavuşturan yolu, dünyada ve âhirette huzur ve selâmete vâsıl olmak için lâzım olan husûsları insanlara öğretmektedir. Artık insanların başka bir rehbere, başka birPeygambere ihtiyaçları kalmamıştır. )
Bu sözlerin çok doğru olduğu şundan bellidir ki, aradan on dört asır geçtiği hâlde, Kur'an-ı kerimin esasları hiç değişmeden bugünkü hayat tarzına ve bugünkü ilim seviyesine tamamen uymaktadır. Fakat, ben hâlâ tereddüd ediyordum. Çünkü, aradan 14 asır geçmişti. Biz şimdi 1954 senesinde bulunuyorduk. Acaba 571 senesinde doğmuş olan Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği islâmiyetin içinde bugünkü şartlara uymıyan tek bir nokta yok muydu? Büyük bir titizlikle, islâmiyette kusurlar aramaya başladım. Benim ruhum islâmiyete tamamen inandığı, bu dînin hak din olduğu gözümün önünde canlandığı hâlde, onda hâlâ kusur arayışım, muhakkak çocukken bize papazlar tarafından islâmiyetin çok kusurlu, âdî, bâtıl bir din olduğu hakkında yapılan telkînlerden ileri geliyordu.
Evvelâ poligami (Birkaç kadınla evlenme) bahsini buldum. İşte mühim bir kusuru yakalamıştım. Nasıl olur da, bir erkek dört kadın ile evlenebilirdi?Yukarıda kendisinden bahs ettiğim müslüman arkadaşım, bunu kendisine sorunca, bana îzâh etti ki, islâmiyet ilk intişâr ettiği zaman, Arabistânda her erkek istediği kadar kadınla birlikte yaşıyor ve onlara karşı hiç bir mes'ûliyeti bulunmuyordu. İslâm dîni, kadının ictimâ'î mevkı'ini islâh etmek için, bir erkeğin alabileceği kadın miktârını çok azaltmış ve ona bu kadınlara bakmağı, aralarında adaleti temîn etmeği, onlardan ayrılırsa, kendilerine tazmînat vermeyi emretmişti. Sonra, kimsesiz kalan kadınlar, bu sâyede bir âileye, o âilenin bir ferdi gibi katılabiliyor, bir esîr muamelesi görmüyorlardı. Ayrıca, bir erkek için dört kadın almak bir emir değildi. Şartlarını yerine getirebilecekler için bir izindi. Bu şartları yapamıyacaklar için, birden fazla evlenmek haramdı. Bunun içindir ki, birçok erkeğin ancak bir zevcesi vardı. Dörde kadar kadın almaya ancak müsâmaha ediliyor, yâni izin veriliyordu. Hâlbuki, Amerikadaki Mormonlar, her erkeği birkaç kadın almak için zorluyorlardı. Müslüman arkadaşım, (Acaba İngilterede İngiliz erkekleri tek kadınla mı yaşar?) diye sordu. Yüzüm kızararak itiraf ettim ki, bugün garblı erkekler, evlenmeden evvel, hattâ evlendikten sonra, birçok kadınlarla düşüp kalkmaktadırlar. Sonra, müslüman arkadaşımın söylediği sözler, kocasını iş kazalarında, harbde gayb etmiş ve kimsesiz kalmış zevallı bir genç kadının bir erkeğin himâyesine girme ihtiyacını hâtırlattı. İkinci Cihân Harbi bittiği zaman, İngiliz radyosunda (Dear Sir) adlı programda, bir zevallı İngiliz kadının şöyle feryâd ettiği aklıma geldi. Bu zevallı genç kadın şöyle yalvarıyordu: (Genç bir kadınım. Kocamı harbde gayb ettim. Şimdi kimsesiz kaldım. Korunmaya ihtiyacım var. İyi huylu bir adamın ikinci karısı olmaya ve birinci karısını başımda taşımaya râzıyım. Yeter ki, bu yalnızlıktan kurtulayım).
Bu da gösteriyor ki, İslâmda teaddüd-i zevcât [poligami] bir ihtiyacı karşılamak içindir. Bu bir emir değil, ancak bir izindir. Bu gün, esasen işsizlikten, fakirlikten, çok yerde kalmamış gibidir. O hâlde, bunu islâmın bir kusuru olarak kabûl etmeme imkân kalmamıştı.
Sonra başka bir kusur daha bulduğumu zannettim. Müslüman arkadaşıma, (Günde beş defa ibâdet etmek, bugünkü hayat tarzımıza nasıl uyar?Bu kadar ibâdet, fazla gelmez mi?)diye sordum. O gülümsiyerek, bana şu suâli sordu, (Sizin piyano çaldığınızı duyuyorum. Mûsikîye merâklı mısınız?) (Hem de çok) diye cevap verdim. (Pek âlâ, her gün ekzersiz yapar mısınız?) (Tabî'î, işten eve gelir gelmez hergün hiç olmazsa iki saat piyano çalarım) diye cevap verdim. Bunun üzerine, müslüman arkadaşım, (Beşi bir arada, nihâyet yarım saat veya 45 dakika sürecek olan bir ibâdet, size niçin çok geliyor?Siz nasıl piyano ekzersizlerini yapmazsanız, piyano çalmak kudretiniz azalırsa, Allahü teâlâyı düşünmek, Ona secde ederek lutflarına Şükretmek azaldıkça, Ona giden yol uzaklaşır. Hâlbuki, her gün yapılan ibâdet, Allahü teâlânın doğru yolunda adım adım ilerlemek demektir) diye cevap verdi. Ne kadar haklıydı!
Artık müslümanlığı kabûl etmeme bir mani kalmamıştı. Ben islâm dînini bütün ruhum, bütün Mâneviyatım ile kabûl ettim. Gördüğünüz gibi, onu öyle ilk bakışta ve hiç düşünmeksizin seçmemiş, aksine, onu ancak iyice tedkîkten, hattâ içinde kusurları arayıp bunların cevabını bulduktan ve bu dînin her bakımdan tam ve mükemmel olduğunu anladıktan sonra müslüman olmuştum. Şimdi müslüman olmakla iftihâr ediyorum.
22 LADY ZEYNEB EVELYN COMBOLD
(İngiliz)
Benim niçin müslüman olduğum benden mütemâdiyyen sorulur. Ben meşhûr bir âilenin kızıyım ve zevcim de meşhûr ve mühim bir kimsedir. Niçin müslüman olduğumu suâl edenlere, müslümanlık nûrunun ne zaman ruhuma doğduğunu kat'î olarak bilmediğimi söylerim. Bana, sanki her zaman müslümanmışım gibi geliyor. Bu da, hiç acâib bir şey değildir. Zîrâ müslümanlık, tabî'î ve hak bir dindir. Her çocuk, müslüman olarak doğar. Kendi başına terk edilirse, müslümanlıktan başka bir din seçmez. Avrupalı bir muharririn dediği gibi, (Müslümanlık, akl-ı selîm sahiplerinin dînidir).
Bütün dinleri birbiri ile mukayese edecek olursanız, bunların en mükemmeli, en tabî'î, en mantıkî olanının, islâmiyet olduğunu derhâl görürsünüz. Müslümanlık sâyesinde, dünyanın birçok müşkil mes'eleleri kolayca hâl olur ve insan sulh ve sükûnete kavuşur. Müslümanlık, insanların günahkâr olarak doğduğunu ve dünyada kefaret vermeleri Îcap ettiğini hiç bir zaman kabûl etmez. Müslümanlar, bir olan Allahü teâlâya inanırlar. Onların nazarında Mûsâ, Îsâ ve Muhammed Mustafâ, bizim gibi insanlardır. Allahü teâlâ, onları, insanlara doğru yolu göstermek için, Peygamber olarak seçmiştir. Tevbe etmek, af dilemek, duâ etmek için, Allahü teâlâ ile kul arasında hiç kimse yoktur. Biz her zaman kendiliğimizden Allahü teâlâya yaklaşabiliriz ve ancak kendi yaptığımız işlerden dolayı mes'ûlüz.
(İslâm) kelimesi, hem Allahü teâlâya teslim olmak, hem de Muhammed aleyhisselâma îman etmek mânasına gelir. Müslüman, bu dünyayı halk eden Allahü teâlânın emirlerine uyan, bütün varlıklarla sulh ve selâmet içinde yaşayan kimse demektir. İslâmiyet iki esas hakîkat üzerine kurulmuştur:
1)Allahü teâlânın birliği ve Muhammed aleyhisselâmın Onun gönderdiği son Peygamberi olduğu.
2)İnsanların bütün hurâfelerden, aslsız dogmalardan, tamamen halâs olması. İslâmiyetin esas şartlarından biri olan Haccın insanlar üzerindeki te'sîri çok büyüktür. Dünyanın dört köşesinden gelen yüzbinlerce müslümanın, hiç bir sınıf, ırk, memleket, renk ve rütbe farkı olmadan, yalnız bir ihrâm ile örtünerek, Allahü teâlânın huzurunda birlikte secdeye kapanması kadar ulvî bir ibâdet tarzı, hangi dinde vardır?Büyük Peygamberin, islâmı neşrettiği, İslâm düşmanları ile mücâdele ettiği, kudretli bir azm ve sebât ile uğraştığı bu mübârek yerlerde, birlikte ibâdet eden müslümanların birbirlerine daha fazla bağlanacakları, birbirlerinin derdlerine çâre bulmaya çalışacakları, Allahü teâlânın gösterdiği yolda el birliği ile yürümeye bir kere daha and edecekleri muhakkaktır. Hac, aynı zamanda dünyadaki bütün müslümanları birbiri ile tanıştırmaya, birbirlerinin derdlerini öğrenmeye, birbirlerine kazandıkları tecrîbeleri öğretmeye yaramaktadır. Kendi memleketlerinde ibâdet ederken yüzlerini çevirdikleri yerde, şimdi bütün müslümanlar ictimâ' etmekte, Allahü teâlânın huzurunda tek bir kitle, tek bir vücûd olarak kendilerini Ona teslim etmektedirler.
Haccı bir kere görmek, müslümanlığın büyüklüğünü isbât etmek için kâfîdir. İşte müslümanlık budur ve ben de bu büyük dîne katılmış olmanın neşe ve sürûru içindeyim.
23 MUHAMMED JOHN WEBSTER
(İngiliz)
Ben Londrada, tam bir protestan terbiyesi alarak yetiştim. 1930 senesinde, daha genç bir talebe iken, her genç gibi bazı hâdiselerle karşılaşıyor, bunları anlamaya çalışıyordum. Bunlardan birisi, din ile dünya arasında bir münâsebet aramak, yâni rahat ve huzur içinde yaşamak için, dinden nasıl faydalanabileceğimi düşünmek oldu. O zaman, ilk defa olarak, farkına vardım ki, mensûb olduğum hıristiyan dîni, bu husûsta çok zayıf ve çok âciz. Zîrâ hıristiyanlık, dünyayı yalnız fenalıklarla dolu bir işkence yeri, insanları günahkâr doğan mahlûklar olarak kabûl ediyor. Onlara hayatta rahat bir yol göstermek şöyle dursun, her yaptıkları işin günah olduğunu, bu günahtan kurtulmak için, hiç bir çâre bulunmadığını, insanlar için ancak râhiblerin Allahü teâlâya duâ edebileceğini söylüyordu. Hıristiyanlık, insanları tamamen başı boş bırakmış ve yalnız pazar günleri, insanı hiç bir sûrette tatmîn etmiyen bir (kilise havası) içinde ibâdete teşvîk etmiştir. O senelerde, İngilterede büyük bir ekonomik buhran ve fakirlik vardı. İnsanlar hayatlarından ve hükûmetten hiç memnûn değildi. Hıristiyanlık, onlara bu ızdırâb dolu günlerde hiç yardım etmiyor, insanlar ondan bir tehammül kudreti bulamıyorlardı. Bu keyfiyyet, benim üzerimde çok fena bir te'sîr yapmıştı. Aklımdan çok, hislerime kapılarak, dînin mânasız bir şey olduğuna karar verdim. Hıristiyanlığı red ederek, kendimi, birçok gençler gibi, dinsizliğe ve komünizme verdim.
Komünistlik, uzaktan işitilince gençlere bir haz veriyordu. Çünkü, ekonomik sıkıntılar içinde bunalan ve yaşama kudreti bulamayan genç nesl, servet ve rütbe farkını ortadan kaldırdığını iddiâ eden komünizmi bir kurtarıcı olarak görüyordu. Fakat, kısa bir zaman sonra, farkına vardım ki, komünizmin iddiâları, yalnız bir propagandadan ve boş laftan ibârettir. Onlarda da, hem rütbe, hem servet farkı aynen vardı. Her şey, her memlekette aynı idi. Bunun üzerine komünistlikten vazgeçerek, kendimi felsefeye verdim. Böylece kendimi, bir (panteist) olarak, (Vahdet-i vücûd) îtikatında olarak, yetiştirmeye başladım.
Garp memleketlerinde, islâmiyet ile temâs etmek çok müşkildir. Çünkü, orada islâmiyete karşı, tâ Haçlı seferlerinden kalma bir düşmanlık vardır. Avrupalılar hiç tanımadıkları islâmiyeti, nefret ile red ederler. Çocuklarını müslüman düşmanı olarak yetiştirirler. Müslümanlıktan bahs etmek çok ayıp sayılır. Birisi bu bahsi açtı mı, herkesin suratı asılır ve herkes susar. Bu aralarda, beni bir vazîfe ile Avustralyaya göndermişlerdi. Bana verilen, (müslümanlıktan nefret) terbiyesine rağmen, birgün, nasılsa merak ederek, bir Kur'an tercümesini elime aldım. Fakat, daha kitabı tercüme edenin önsözünü okuyunca, kitabı hemen kapattım. Çünkü, kitabı tercüme eden, daha önsözde Kur'an-ı kerim aleyhinde o kadar ağır laflar söylüyor, Kur'an-ı kerimi o kadar tahkîr ediyordu ki, böyle bir kitabı okumak mânasız olurdu. Sonra düşündüm. Mademki, hıristiyanlar müslümanlardan nefret ediyorlardı. O hâlde, tercümeyi yapan hıristiyanın, bu te'sîr altında kalarak, bozuk bir tercüme yapması, bazı yerleri yanlış anlaması imkânı vardı. Bir kere meraklanmıştım. Artık işi ciddiyyet ile ele aldım ve birkaç hafta sonra, Avustralyanın garp tarafında Perth şehrine gittiğim zaman, bu şehrin büyük kütübhânesine uğrayarak müslümanlar tarafından tefsîr edilmiş bir Kur'an-ı kerim bulunup bulunmadığını araştırdım. Bana böyle bir tercüme bulup verdiler. Bunu açıp, içindeki ilk sûreyi, (Fâtiha-i şerife)yi okuyunca, ne kadar mütehassis olduğumu size anlatamam. Fâtiha, (Âlemlerin rabbine hamd) ile başlıyordu. (Bize doğru yolu göster) diye yalvarıyordu. Ne güzeldi! Fâtiha-i şerifi birçok defalar okudum. Burada zikredilen büyük hâlık, (Rahmân ve Rahîm) yâni çok merhametli idi. Hıristiyanların dediği gibi, insanları günahkâr olarak yaratmamıştı. Kur'an-ı kerimi okumaya başladım ve okudukça kendimden geçtim. Bütün arzularımın, tasavvurlarımın aynını bu kudsî kitapta buluyordum. Saatler geçmiş ve ben nerede olduğumu, zamanı, her şeyi unutmuştum. Bana Kur'an-ı kerimle berâber, Muhammed sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemin hayatına dâir bazı kitaplar da bulup getirmişlerdi. Kendimden geçerek bunları okuyordum. Nihâyet kütübhâne memuru yanıma gelerek, (Vakit geldi, artık kütübhâneyi kapatıyoruz)deyince kendime geldim. Kütübhâneden evime dönerken, (İşte şimdi maksadıma kavuştum. Ben artık müslüman oldum)diye tekrar edip duruyordum. Artık, Allahü teâlânın inayeti ile, hidâyete kavuştum.
Eve dönerken sıcak bir kahve içmek için münâsib bir yer aradım. Caddeden aşağı doğru inerken aklımda yalnız Kur'an-ı kerim, müslümanlık ve Allahü teâlâ vardı. Nereye gittiğimin farkında değildim. Birdenbire ayaklarım kendiliğinden durdu. Başımı kaldırınca, kızmızı tuğladan yapılmış bir binânın önünde olduğumu gördüm. Bacaklarım kendiliğinden beni buraya kadar getirmişti. Binânın üzerindeki levhaya baktım. Burası Avustralyadaki bir câmi idi.
Kendi kendime, (Allahü teâlâ sana doğru yolu ihsân etti ve sana ne yapman Îcap ettiğini bildirdi. Sen müslümanlığı tanıdın. Allahü teâlâ seni câmiin kapısı önüne kadar getirdi. Hemen içeri gir ve bu dîni kabûl et) dedim. İçeri girdim ve müslüman oldum.
O zamana kadar bir tek müslüman tanımamıştım. İslâmiyeti kendi kendime buldum ve kabûl ettim. Kimse bana bu husûsta rehberlik etmedi. Benim rehberim yalnız akl-ı selîmim oldu.
-
Cevap: Müslümanlığı seçenler
24 ABDULLAH BATTERSBY
(İngiliz)
Bundan tahmînen 25 sene evvel, Burmada bulunurken, ferahlanmak için her gün nehrde bir Çinli kayığı ile dolaşırdım. Benim kayığımın kürekçisi Doğu Pâkistânlı Şeyh Ali isminde bir müslümandı. Müslümanlığın emrettiği bütün dînî vecîbeleri, büyük bir gayret ile yerine getirirdi. Onun, hiç bir vaktini geçirmeden büyük bir dikkat ile ibâdet etmesini hem takdîr ile karşılar ve beğenir, hem de müslümanlığın ne olduğunu merak ederdim. Böyle basît bir insanı, bu kadar büyük îman ve itaat altında tutabilen müslümanlığın hakîkatini anlamaya karar verdim. Etrâfımızda bulunan insanların çoğu, Burma budistleri idi. Onlar da, dinlerine son derecede bağlıydılar. Zannediyorum ki, Burmanın bütün insanları dünyada en dindâr kimselerdir. Fakat budistlerin ibâdet tarzında göze çarpan birçok noksanlar vardı. Budistler, Pagoda adını alan mâbetlerinde toplanıyor ve aşağıdaki sözleri durmadan tekrarlıyorlardı:
(Buda-karana-Gaçkami-Dama-karana-Gaçkami-sanga-karana-Gaçkami)
Bunun mânası, bana anlattıklarına göre, (Buda, sen bize rehber ol! Sen bize kânûn ol! Sen bizim ruhumuzu yücelt) imiş. Bu duâ çok sâde, fakat insânı tatmîn etmeyen, onun ruhuna hiçbir te'sîr yapmayan birkaç sözden ibâret idi. Büyük bir hâlıktan hiç bahs olunmuyordu.
Hâlbuki, benim müslüman kayıkçımın ibâdeti, ne kadar güzeldi! Ben, bu sefer kayıkçım ile islâmiyet üzerinde konuşmaya başladım. Onunla berâber bulunduğum saatlerde, kendisine müslümanlık hakkında pek çok suâller sordum. Bu sâde adam, bana müslümanlık hakkında o kadar güzel, o kadar mantıkî cevaplar verdi ki, islâm dîni hakkında yazılmış kitapları okumaya başladım. Bu kitapları okuyunca, Muhammed sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemin Arabistânda, kısa zamanda neler yapmaya muvaffak olduğunu, hayret ve takdîr ile öğrendim. Kendime müslüman arkadaşlar buldum. Onlarla islâm dîni üzerinde mubâhaseler, sohbetler yapmaya başladım. O sırada Birinci Cihân Harbi patlak vermişti. Bana derhal Arabistânda cebheye katılma emri verildi ve gittim. Burada artık budistler yoktu. Etrâfımı müslümanlar çevirmişti. Arablar, ilk müslümanlardı. Allahü teâlânın kitabı olan Kur'an-ı kerim, Arabî olarak nâzil olmuştu. Arablarla olan temâsım, İslâmiyete olan merâkımı daha ziyâde artırdı. Harp bitince, Arabî öğrenmeye başladım. Bir taraftan da, islâmiyet hakkındaki eserleri okumaya devam ediyordum. İslâmiyette beni kendisine cezb eden en büyük husûs, müslümanların bir tek Allaha inanışları oldu. Hâlbuki ben, hıristiyan olarak, tam üç dâne ALLAHya inanmak zorundaydım. Bu, bana hiç mantıkî gelmiyordu. Bunu düşündükçe, yavaş yavaş islâmiyetin çok daha doğru bir din olduğunu anladım. Bir tek hâlıka inanan dînin hak din olabileceğini kabûl etmeye başladım. Nihâyet 1932 ile 1942 arasında, Filistinde, 10 sene vazîfe gördükten sonra, müslüman olmaya karar verdim. 1942 senesinde resmen müslüman oldum. O zamandan beri, herşeyimle müslümanım.
Arabların (Mukaddes şehir) adını verdikleri Kudüste, müslümanlığımı resmen ilân etmiştim. O zaman, İngiliz ordusunda kurmay binbaşı idim. Müslüman olduğumu ilân edince, başıma bir takım nâ-hoş işler geldi. Hükûmetim müslüman olmaklığımı hoş görmemişti. Ordudan ayrılmak zorunda kaldım. Bunun üzerine, evvelâ Mısra, sonra Pâkistâna giderek müslüman kardeşlerimle birlikte yaşamaya başladım. İslâmiyet hakkında yazılar yazdım. Bugün dünyada 500 milyondan fazla müslüman vardır ve bunlar birbirinin kardeşidir. Müslüman olmak demek, hakîkî mâbut olan Allahü teâlâya îman etmek ve Ona bağlanmak demektir. Ona bağlanmak için de, Onun büyük Peygamberi Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği şekilde olmak lâzımdır. Şimdi, bana islâmın nûrlu yolunu, hâlis ibâdeti gösteren ve beni Allahıma kavuşturan o basît zannettiğim, mütevâzi' kayıkcının hâtırasını hurmet ile yâd ediyorum. Hayatımda onun gibi, hâlis bir müslüman olmaya çalışıyorum. Böyle yaptıkça, insanın zararlı şeylerden kendini kurtardığını görüyorum.
Müslümanlar arasında şimdi ben de, Elhamdülillâh, bir müslümanım. Her ibâdet edişimde, belki de, Allahü teâlânın rahmetine kavuşmuş olan, mürşidim, eski kayıkcım Şeyh Ali efendiye duâ etmeği, onun mübârek ruhu için fâtiha okumağı da hiç unutmuyorum.
25 HÜSEYİN ROFE
(İngiliz)
Bir insan, çocukluğunda kendisine telkîn edilen bir dinden ayrılıp başka bir din seçecek olursa, bunun yâ hissî, yâ felsefî veya ictimâ'î bir sebebi vardır. Benim içimdeki coşkun arzu, yukarıdaki sebeplerden hiç olmazsa ikisini karşılayacak bir dîne îman etmek için beni zorluyordu. Onun için, tahsîl devremi ikmâl ettikten sonra, dünyada bulunan dinlerden hangisine îman etmek gerektiğini tâyîn etmek maksadıyle, bunları birer birer tedkîk etmeye başladım.
Annem ve babam koyu bir katolik ile bir yahudi idiler. Fakat her ikisi de katoliklik ve yahudilikten vazgeçerek, protestan olmuşlar ve İngiliz kilisesine devam ediyorlardı. Ben mektepte iken, muntazaman İngiliz kilisesinin âyinlerine devam etmiş, râhiblerin verdiği dersleri dinlemiştim. Fakat, onların bana öğretmeye uğraştıkları hıristiyanlık akîdeleri içinde anlamadığım, bana ters gelen birçok husûslar vardı. Her şeyden evvel, üç birlikten, yâni baba, oğul ve Ruhulkudsten ibâret bir ALLAH manzûmesi, bana o kadar mantıksız geliyordu ki, buna inanmak mümkün değildi. Benliğim bunu şiddet ile red ediyordu. Sonra, Allaha kavuşmak için kefaret verilmesi Îcap ettiği hakkındaki kilise akîdesini de, tamamen mânasız buluyordum. Benim düşündüğüm, büyük mâbut, kullarından mecbûrî kefaret istemezdi.
Bunun üzerine, yahudi dînini incelemeye başladım. Yahudilerin, Allahü teâlânın birliğini ve azametini çok daha mantıkî bir tarzda kabûl ettiklerini ve Ona şerîk koşmadıklarını gördüm. Belki yahudi dîni, bugünkü hıristiyan dîni kadar bozulmamıştı. Fakat, bu dinde de anlamadığım ve kabûl edemediğim garîb kısmlar vardı. Yahudi dîni o kadar merâsim, duâ, mecbûrî yapılması gereken ibâdetler ile doluydu ki, eğer dînine bağlı bir yahudi bütün bunları yaparsa, dünya işlerine hiç vakit ayıramıyacaktı. Bu merâsimlerden çoğunun, insanlar tarafından sonradan dîne ilâve edilen, lüzûmsuz ve mantıksız husûslar olduğunu anladım. Böylece yahudilik, ictimâ'î [sosyal] hayattan tamamen ayrılarak, bir ekalliyyet, azınlık dîni hâline geliyordu. Dünyaya bir fayda sağlıyamıyacağını anladığım yahudi dînini, bir tarafa bırakarak, diğer dinleri tedkîk etmeye başladım. Hem kiliseye, hem de havraya devam ediyordum. Fakat bu ziyâretlerim, sırf dinsiz kalmamak içindi. Yoksa, ben ne hıristiyan, ne de yahudi idim. İngiliz kilisesi yanında Roma kilisesini, yâni katolikliği de biraz tedkîk ettim. Gördüm ki, katoliklerin îtikatları, İngiliz kilisesine bağlı protestanların îtikatlarından daha fazla hurâfelerle doludur. Hele, katoliklerin Papaya bağlı olmaları ve onu günahsız kabûl ederek ona âdetâ yarı ilahlık vermeleri, onlardan daha fazla nefret etmeme sebep oldu.
Şimdi yüzümü şarka çevirerek, şark dinlerini incelemeye başladım. Mecûsîlerin dînini hiç beğenmedim. Çünkü bunlar, râhib sınıfına pek çok imtiyazlar veriyorlardı. Paryalara ise, âdetâ hayvan muamelesi yapıyorlardı. Fakire şefkat elini uzatmak akıllarına gelmiyordu. Onların fikrince, bir insan fakirse, bu onun kendi kabahatiydi. Eğer, hiç ses çıkarmadan, şikâyet etmeden çile doldurursa, belki râhiblerin duâsı sâyesinde hâli daha iyi olabilirdi. Bu fikri, râhibler ehâlinin kendilerinden korkması ve onlara sıkı sıkı bağlanması için yayıyorlardı. Onun için, mecûsîliği nefret ile karşıladım. Hele mecûsîlerin, hayvanlara da tapması, nefretimi arttırdı. Böyle bir din, hak din olamazdı.
Budistliğe gelince, budistler felsefî düşünce ve inançlara bağlıydılar. Onlar bana, eğer gayret edecek olursam, çok uğraşırsam, gereken fedakârlıkları yaparsam, büyük kudretlere varacağımı ve dünya ile âdetâ kimyâ tecrübeleri yapar gibi, oynayabileceğimi söylediler. Fakat budistlikte, ben hiçbir ahlâk kâidesi bulamadım. Burada da râhibler, diğer insanlardan farklıydılar ve onlardan çok daha yüksek bir mevkı'de bulunuyorlardı. Bana, hakîkaten insanı hayretlere düşüren birçok marifetler öğrettiler. Fakat bunların din ve Allah ile hiçbir ilgisi yoktu.
Bu marifetler, spor veya hokkabazlık yapar gibi vakit geçirmeye, bunları bilmiyenleri hayrete düşürmeye yarıyordu. İnsanın ruhunu temizlemekten ve onu Allahü teâlânın rızasına, muhabbetine yaklaştırmaktan çok uzaktı. Allahü teâlâ ile ve Onun yarattığı varlıklarla hiç bir ilgisi yoktu. Biricik faydaları, insanı tâm disiplin sahibi yapmasıydı.
Buda, muhakkak ki çok okumuş, zekî bir insandı. O, insanlardan her şey için fedakârlık istiyordu. (Bir fenalığa karşı koyma!), (Bütün arzu ve ihtirasları terk et!), (Yarını düşünme!) gibi emirler veriyordu. Îsâ aleyhisselâm da, aynı şeyleri söylemiyor muydu?Fakat insanlar, bu gibi emirleri, ancak hıristiyanlığın başında, daha îsevîlik tertemiz iken tâkîb etmişler, sonra bırakmışlardı. Budistlerde de, aynı hâli gördüm. Eğer insanlar, Îsâ aleyhisselâm veya Buda kadar temiz olabilseler, belki onların gösterdiği yollardan giderek Allahü teâlânın rızasına kavuşabilirlerdi. Ama bugün dünyada bu kadar temiz ruhlu, yüksek ahlâklı, her fena şeyden seve seve elini eteğini çekebilen, fedakâr kaç kişi vardı?Demek oluyor ki, Budanın koyduğu ahlâk esasları, bugünün insanının düşüncelerine uymuyordu.
İslâm dünyası içinde bulunduğum hâlde, diğer dinleri araştırırken, İslâmiyeti düşünmeyişim ne garîbdi! Müslümanlık bir türlü aklıma gelmemişti. Bunun sebebi ise âşikârdı:Müslümanlık hakkında bize verilen mâlûmat, onun hakkında Avrupada yazılan eserler, dâimâ bu dînin çok yanlış, uydurma, mânasız, uyuşturucu, sahte bir din olduğunu iddiâ ediyordu. Hele Rodwellin tercüme ettiği Kur'an-ı kerim tercümelerini okuyunca, bende bu fikir hâsıl oldu. Rodwell, Kur'an-ı kerimin birçok kısmlarını anlaşılmaz bir tarzda tercüme ederek, bir büyük kısmını da, bile bile tahrîf ederek, onu büsbütün başka bir şekle çevirmişti. Hakîkati ancak Londrada (İslâm Cemiyeti)ile temâs edince ve doğru bir Kur'an-ı kerim tercümesi okuyunca anlıyabildim. Burada, şunu teessüf ile söyliyeyim ki, müslümanlar bu güzel dinlerini dünyaya tanıtmak için pek az gayret sarf etmektedirler. Eğer hakîkî islâmiyeti, dikkatle ve bilerek bütün dünyaya yaymak için çalışırlarsa, emînim ki, çok iyi netîceler alacaklardır. Yakın şarkta, ecnebîlere karşı hâlâ çekingenlik gösterilmektedir. Onlarla temâs ederek, onları aydınlatmak yerine, onlardan kâbil olduğu kadar uzak durmak tercîh edilmektedir. Bu çok hatâlı bir harekettir. En büyük misâl, benim. Çünkü, bir türlü İslâm dîni ile ilgilenemiyordum. Bereket versin ki, bir gün çok muhterem ve kültürlü bir müslümanla tanıştım. Benimle ahbâb oldu. Beni dikkat ile dinledi. Bana bir müslüman tarafından İngilizceye çevrilmiş bir Kur'an-ı kerim tercümesi hediye etti. Sorduğum bütün suâllere çok güzel ve mantıkî cevaplar verdi. 1945 senesinde beni alıp bir câmiye götürdü. Hayatımda ilk defa orada ibâdet eden müslümanları büyük bir dikkat ve hurmet ile seyrettim. Allahım, bu ne muhteşem ve ulvî bir manzara idi! Her ırktan, her milletten, her sınıftan insanlar ibâdet ediyorlardı. Fakat hepsi Allahü teâlânın huzurunda hiçbir fark gözetmeksizin yanyana gelmiş, kendilerini tamamen Allahü teâlâya adamışlardı. Zengin bir Türkün yanında çok fakir, âdetâ, bir dilenci kıyâfetinde bir Hindli bulunuyordu. Onun yanında da, bir tüccâr olduğunu zannettiğim bir Arab vardı. Onun yanında da, bir zenci yer almıştı. Bunların hepsi, büyük bir huşû' ile ibâdet ediyorlardı. Aralarında hiçbir fark yoktu. Onlar Türklüklerini, Hindliliklerini, Arablıklarını, zenginliklerini, fakirliklerini, mevki'lerini, rütbelerini tamamen unutmuş, kendilerini Allahü teâlâya tevcîh etmişlerdi. Kimse, kendisini kimseden üstün görmüyordu. Zengin fakiri küçük görmüyor, yüksek rütbeliler de diğerlerine tekebbür etmiyordu.
Ben, bütün bunları gördükten sonra, aradığım hak dînin islâm dîni olduğunu anladım. Şimdiye kadar diğer bütün dinleri incelediğim hâlde, hiç birisi, benim üzerimde böyle te'sîrli olmamıştı. Fakat, müslümanlığı böyle yakından görünce ve müslümanlığın esasını öğrenince, bu hak dîni tereddüdsüz kabûl ettim.
Şimdi müslüman olduğum için iftihâr ediyorum. İngilterede üniversitede (İslâm Kültürü) derslerini tâkîb ettim ve gördüm ki, Kurûn-u vüstâ [Orta çağ]da Avrupa müdhiş bir karanlık içinde iken, ancak islâm nûru, bu zulmeti aydınlatmaya muvaffak olmuştur. Birçok büyük keşfler, müslümanlar tarafından yapılmış, birçok ilim ve fen ve tıb bilgileri Avrupalılara, islâm Dâr-ül-fünûnlarında [Üniversitelerinde] öğretilmiş, birçok cihangirler islâm dînini kabûl ederek büyük devletler kurmuşlardır. Müslümanlar yalnız büyük bir medeniyet kurmakla kalmamış, hıristiyanlar tarafından tahrîb edilen eski medeniyetleri de, yeniden meydana çıkarmışlardır. Benim müslüman olduğumu öğrenen arkadaşlarım, bana, (Sen şimdi gerici oldun) dedikleri zaman, ben gülümsiyerek, (Tamamen aksine, Müslümanlık gericilik değil, ileri medeniyet demektir) diyor ve onlara hakîkî müslümanlığı anlatıyordum. Ne yazık ki, bugün müslümanlar çok geri kalmıştır. Çünkü müslümanlar, kendi dinlerinin ne kadar yüksek bir din olduğunu gittikçe unutmakta ve onun emirlerini yerine getirmeyi ihmâl etmektedirler. Bunda kabahatin bir kısmı da, hakîkî din ve fen âlimi, dünyayı da iyi bilen müslüman din adamlarının çok az mevcut oluşudur.
İslâm memleketlerinde hâlâ, büyük bir misafirperverlik bulunur. Bir müslümanın evine gidince, o sizi tanısın veya tanımasın, kapılarını açar ve hemen imdâdınıza koşar. Çünkü, islâm dîni, başkalarına yardım etmeyi emreder. Zenginin fakire yardım etmesi, servetinin bir kısmını yoksullara vermesi, islâm dîninin beş büyük esasından biridir. Bu, başka hiçbir dinde yoktur. Demek oluyor ki, islâm dîni bu asrın ictimâ'î [sosyal] hayatına en uygun olan dindir. Onun içindir ki, islâm memleketlerinde komünizme yer yoktur. Çünkü islâm dîni, bu mes'eleyi çok daha evvelden ve çok daha esaslı olarak hâl etmiştir.
-
Cevap: Müslümanlığı seçenler
26 H. F. FELLOW
(İngiliz)
Ben hayatımın büyük bir kısmını denizlerde geçiren ve 1914 de Birinci Cihân Harbine ve 1939 da İkinci Cihân Harbine, İngiliz deniz subayı olarak katılmış bir bahriyeliyim.
Yirminci asrın en mükemmel âlet ve makinaları bile, tabî'atın korkunç kuvvetlerine karşı koyacak evsâfta değildir. En basît bir misâl vereyim. Sis ve fırtınaya mukavemet için elimizde hiçbir imkân yoktur. Bir harp zamanında ise, bu tehlikelere daha birçok tehlikeler ilâve olur. Bir bahriyelinin, dâimâ dikkatli olması lâzımdır. İngiliz Bahriyyesinde, Kraliçenin Talimatı ve Amirallik Dâiresinin koyduğu talimatı ihtivâ eden bir kitap mevcuttur. Bu kitapta, her deniz subayına düşen vazîfeler, tehlike ânında yapılacak işler kayd edilmiş olduğu gibi, vazîfesini iyi yapanlara verilecek mükâfâtlar, iyi hareket edenlere verilecek takdîrnâmeler, para mükâfâtları, maaş ve ücretler, bir subayın ne zaman emekli olacağı yazılıdır. Aynı zamanda, kabahatli olanlara verilecek cezâlar, emirlere karşı gelenlere yapılacak hareket tarzı v. s. de birer birer kayd edilmiştir. Eğer bu kitaba dikkat ile riâyet olunacak olursa, denizde hayat gayet rahat ve muntazam geçer, tehlike çok azalır ve deniz subayları sâkin ve bahtiyâr yaşarlar.
Allahü teâlâ, kusurumu ve günahımı affetsin! Aradaki büyük farkı hiç bir zaman unutmıyarak ve hurmette kusur etmiyerek, ben Kur'an-ı kerimi, işte bu kitaba benzetiyorum. Kur'an-ı kerimde, bu esasları koyan Allahü teâlâdır. O, dünya üzerinde bulunan bütün erkek, kadın ve çocuklara nasıl hareket etmeleri Îcap ettiğini, tehlikenin nereden geleceğini ve ona karşı ne yapmak lâzım olduğunu, iyi hareket edenlerin nasıl mükâfâtlandırılacağını ve fena hareket edenlerin nasıl cezâlandırılacağını, son derecede açık ve güzel bir şekilde ve herkesin anlıyacağı bir tarzda öğretmektedir. Son 11 senedir, emekliye ayrıldıktan sonra, bahçemde çiçek yetiştiriyorum. İşte asl bu zaman, Allahü teâlânın büyüklüğünü, bir kere daha yakından gördüm. Nebâtlar ve çiçekler, ancak Allahü teâlânın emri ile yetişmekte ve büyümektedir. Onun emri olmadan diktiğiniz hiçbir şey yetişmez. Ne kadar uğraşırsanız uğraşınız, ne yaparsanız yapınız, sizin uğraşmalarınız, ancak Onun yardımı ile bir netîce verir. Bu yardım yoksa, gayretlerimiz boşa gider. Nebâtların neşvü nümâsı [yâni yetişmesi] için lâzım olan hava şartlarını evvelden tâyîn etmek kimsenin elinde değildir. Allahü teâlânın bir emri ile hava bozulur ve ektiğiniz herşey mahv olur. İnsanlar hava şartlarını evvelden tahmîn edebilmek için, birçok şey yaptılar. Bugün güyâ havanın nasıl olacağı evvelden haber veriliyor. Ben, buna ancak gülüyorum. Zîrâ, bu hava tahmînlerinden ancak yüzde biri doğru çıkmaktadır. Bu işte ancak Allahü teâlânın takdîri hâsıl olur. Allahü teâlânın emrine uymıyanların bahçelerinde güzel çiçekler yetişmiyor. Bu, Allahü teâlânın onlara verdiği cezâdır.
Ben, Kur'an-ı kerimin Allah kelâmı olduğuna ve Allahü teâlânın bu mukaddes kitabı dünyaya yaymak için, Muhammed sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemi seçtiğine, bütün kalbimle îman ediyorum. Kur'an-ı kerim, dünyadaki insan hayatı ile tam bir tevâfuk hâlindedir ve içinde hiçbir mübâlağa ve hurâfe olmayan, tamamen mantıkî, aklı başında olanların, tamamen sahih, doğru olduğuna inanacağı kâideler vardır. Kur'an-ı kerimde, ibâdet korkuya değil, muhabbete ve hurmete bağlanmıştır.
Bir hıristiyan, hıristiyanlık muhîti ve te'sîri altında uzun seneler kalınca, dîninden vazgeçip müslüman olmak için, evvelâ iknâ' olunmak ister. Fakat ben, islâmiyeti tedkîk ettikten sonra, başkası tarafından iknâ' edilmek lüzûmunu his etmedim. Çünkü, kendiliğimden bu dînin hak bir din olduğuna inanmıştım. Kimse beni müslüman yapmaya zorlamadı. Kimsenin te'sîri altında kalmadım. Müslümanlık, benim hıristiyanlıkta cevabını bulamadığım birçok şüpheleri hemen cevaplandırmış, beni her husûsta tatmîn etmişti. İşte bunun için, kendi kendime ve seve seve müslüman oldum.
Ben, farkına vardım ki, Îsâ aleyhisselâmın getirdiği temiz din ile İslâmiyet, aslında birbirinin aynıdır. Fakat temiz nasrânî dîni, birçok hurâfelerle, puta tapanlardan alınmış yanlış âyin ve îtikatlarla karışarak, tamamen bozulmuş ve hıristiyanlık hâline gelmiştir. O kadar ki, Martin Luther bu hurâfelerin çoğunu temizliyerek, dinde reform yapmak ve protestanlığı kurmak zorunda kalmış, fakat, islâh edeyim derken, büsbütün ifsâd etmiştir. İngiliz kraliçesi birinci Elizabeth, memleketini tehdîd eden katolik İspanyollar ile mücâdele ederken, Osmanlı Türkleri de Avrupada katoliklerle cihâd ediyordu. Bu iki devlet de, protestan ve müslüman olarak, puta tapan katoliklerle mücâdele ediyorlardı. Yalnız Martin Luther, farkına varmamıştı ki, Muhammed kendisinden tam 900 sene evvel bozulmuş hıristiyan dîni ile diğer bütün dinleri tamamiyle temizlemiş, tasfiye etmişti.
Bugün, hıristiyanlık putlar ve hurâfelerle doludur. Hıristiyanlık, uzun zamanlar haksızlığın, zulmün, vahşetin, âdetâ mubâh görüldüğü bir din olarak kalmış ve bugün bu korkunç hüviyyetini tamamen muhâfaza etmektedir. İspanyada hıristiyanların, Engizisyon mahkemelerinde ne kadar haksız kararlar verdiklerini, ne gibi vahşetler yaptıklarını hâtırlamanızı isterim. Onların bu vahşetinden kaçan yahudileri, ancak müslüman Türkler kabûl ettiler ve onlara insan muamelesi yaptılar.
Îsâ aleyhisselâm, ümmetinden, Allahü teâlânın Tûr-i Sînâda [Sînâ tepesinde] Mûsâ aleyhisselâma teblîg ettiği Evâmir-i Aşereye [On emre] itaat etmeyi istemişti. Bu emirlerden birincisi şudur: Ben senin Allahınım. Benden başka hiç bir ilaha tapmayacaksın!) Hâlbuki hıristiyanlar, Allahü teâlâyı üçe çıkarmışlar, yâni Allahü teâlânın verdiği ilk emre muhâlefet etmişlerdir. Ben, müslüman olmadan evvel bile, üç ALLAHya inanmadım. Allahü teâlâyı dâimâ tek, merhametli, affedici, hidâyet yolunu gösterici, bir büyük varlık olarak kabûl ediyordum. İşte beni müslümanlığa götüren en büyük sebep, bu oldu. Çünkü müslümanlar, Allahü teâlâya tam benim düşündüğüm gibi îman ediyorlardı.
Hayattaki yaşama tarzınız tamamen sizin elinizdedir. Eğer siz, bir muhâsebeci iseniz ve mal sahibinin kasasından para aşırırsanız, sizi yakalar ve habse sokarlar. Kaygan bir yoldan giderken dikkat etmezseniz, yuvarlanır ve bir tarafınızı kırarsınız. Otomobilinizi çok sür'at ile sevk eder ve bu sebep ile bir kaza yaparsanız, bundan yine siz mes'ûl olursunuz. Bütün bu kabahatleri, başkasının üstüne yüklemeye kalkmak, büyük bir ahlâksızlıktır. İnsanların fena huylu olarak doğduklarına inanmıyorum. İnsanlar, muhakkak iyi huylu olarak doğmuştur. İnsanların bazılarının, fena ruhlu olarak dünyaya geldiğini iddiâ edenler var ise de, bunlara inanmıyorum. Bence, insanı fena ruhlu yapan, önce, anası babası, sonra muhîti [çevresi], zararlı neşriyat ve sonra fena arkadaşlarıdır. Buna bir de zararlı muallimleri eklemek gerekir. Çocuklar, baba ve analarının ve mektepteki muallimlerinin ve yazarların hareket ve fikirlerine çok kıymet verirler ve onlara benzemeye çalışırlar. Bâzan çocukların, bilinmeyen sebeplerden ötürü isyân ettikleri veya lüzûmsuz yere ortalığa zarar verdiği görülür. O zaman, onlara nasihat vermek, onları tatlılıkla, fakat ciddiyetle yola getirmek lâzımdır. Fakat, biz çocuklarımıza fena örnek olursak, kendimiz fena hareketler yaparsak, onları yaptıkları hareketin doğru olmadığı husûsunda iknâ edemeyiz. Biz her türlü kabahati işlersek, bunların kötü şeyler olduğunu çocuklarımıza nasıl anlatabiliriz?Demek oluyor ki, her şeyden evvel çocuklarımıza mükemmel bir nümûne olmalıyız. Îcâbında onları cezâlandırabilmeliyiz. İngilizlerin sporcu olduğunu bilirsiniz. Spor bizde âdetâ kutsaldır. Spor yaparken, yanlış hareket eden, hele hîle yapan, hemen cezâlandırılır ve şerefinden çok şey gayb eder. İslâm dîni, insanlar için tıpkı bizim spor kâideleri gibi çok güzel ve mantıkî hareket tarzı ve doğru yaşama kâideleri koymuştur. İşte ben de, İslâm dînini tedkîk ederken, konulan bu kâidelere hayrân oldum. Bu mantık ve intizâm da beni hak olan islâm dînine kavuşturdu.
On emrin ikincisi şudur: Sen, tapınmak için, hiçbir put veya resim veya işaret yapmıyacaksın. )Hâlbuki, bugün hıristiyan kiliseleri resimlerle, heykellerle doludur ve hıristiyanlar bunların önünde yerlere kadar eğilirler!
Ben, Îsâ aleyhisselâmın mucizeleri, [hıristiyanların îtikatınca] haç üzerinde öldürülmesi, kabre konulduktan sonra tekrar dirilip göğe çıkması gibi muazzam hâdiselerin, o zaman Filistinde bulunan yahudiler, Romalılar ve diğer insanlar üzerinde çok az bir etki yaptığına ve oradaki hayat tarzını hiç değiştirmediğine dâimâ hayret etmiştim. Yahudiler Îsâ aleyhisselâma çok kaydsız kalmış ve hıristiyanlık ancak yüzyıllar sonra yayılmaya başlamıştır. Hâlbuki, Muhammed sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemin teblîg ve neşrettiği İslâm dîni, çok kısa zamanda her tarafa yayılmış, oralardaki hayat tarzını hemen değiştirmiş, yarı vahşî insanları kısa zamanda, medenîleştirmiştir. Zannediyorum ki, bunun sebebi, îsevî dîninin kısa zamanda bozularak, anlaşılması güç, yarı putperest yeni bir hıristiyan dîni hâlini alması, islâm dîninin ise, herkes tarafından anlaşılabilen mantıkî bir din olmasıdır. 1919 ile 1923 arasında, bana Türk sularında vazîfe verildi. Müslümanlarla görüştüm. Her gün minârelerden duyduğum (Ancak bir Allahü teâlâ vardır. Muhammed Onun resûlüdür) sesi kulağıma ne hoş geliyordu! İslâmiyet hakkında okuduğum İngilizce kitaplardan çoğu, İslâmiyeti tahkîr ediyordu. Hele son üçyüz sene içinde, aynı zamanda halîfe olan Türk sultânlarının yaptıkları iddiâ edilen birçok fena hareketleri, haksızlıkları, Türklerin yalancılığı, düzenbazlığı, rüşvete düşkün olmaları, azınlıklara fena muamele etmeleri gibi iftirâlar, hep onların aldığı islâm terbiyesine isnâd ediyor, bir müslümanın hiç bir zaman bir hıristiyan gibi dürüst olmıyacağını ileri sürüyordu. Acaba kabahat hakîkaten İslâm dîninde miydi?Ben buna inanmıyordum. Nihâyet bu husûsta bilgi edinmek için, bir müslüman din adamına mürâce'at etmeye karar verdim. Bir taraftan da İslâmiyet hakkında müslümanlar tarafından yazılmış eserleri aradım. İngilterede bulunan müslüman din adamları, bana böyle eserler bulup yolladılar. Bu kitapları okuduğum zaman, islâmiyetin ne kadar temiz olduğunu, Ortaçağda nasıl parladığını, karanlık hıristiyan âlemini nasıl aydınlattığını, fakat zamanla dîne ri'âyetsizlik yüzünden, islâm âleminin nasıl zayıfladığını, şimdi onu yine eski hakîkî hâline getirmek için uğraşıldığını öğrendim. Bugünkü ilmî terakkîler hıristiyan dîninde yer bulamaz. Hâlbuki, islâmiyet ile tam bir ittifak hâlindedir. Demek oluyor ki, islâm âleminin gerilemesinde kabahat, islâm dîninde değil, bu güzel dîni lâyıkı ile tatbîk edemeyen bugünkü müslümanlardadır. Artık islâm dîninin meziyyeti hakkında hiçbir şüphem kalmamıştı. Seve seve, îman ederek müslüman oldum.
Bugün Avrupada bazı filozoflar, muharrirler, dinlerin lüzûmsuz olduğunu ileri sürerler. Emîn olunuz ki, böyle bir fikrin hâsıl olmasına sebep, hıristiyan dîninin akla uymaz kâideleri ve 20. asırda kabûl olunamıyacak hurâfeleridir [yâni bâtıl akîdeleridir]. Hâlbuki islâm dîninde bunların hiçbiri yoktur.
Hıristiyanlar, İslâmiyetin kabûlünün sebebini bir türlü anlıyamamakta ve müslüman olanlara (eksantrik = Kimseye uymıyan bir yol tutanlar) demektedirler. Bu tamamiyle yanlış bir düşüncedir.
En son olarak şunu söyliyeceğim:Ben islâmiyeti hem teorik, hem pratik, anlaşılması kolay ve mantıkî ve her bakımdan mükemmel bir din olduğu ve insanlara iyi bir rehber olduğu için seçtim. İslâm dîni, insanı Allahü teâlânın rızasına, dünya ve âhiret saadetine götüren en doğru yoldur ve sonsuza kadar böyle kalacaktır.
-
Cevap: Müslümanlığı seçenler
27 J. W. LOVEGROVE
(İngiliz)
Niçin müslüman olduğum hakkında sorduğunuz suâle aşağıda kısa bir cevap vermek istiyorum. Din ve îman hakkında size uzun bir konferans verecek değilim. Din ve îman insanın ruhunda doğan, her şeyden tamamen farklı bir meziyyettir. Tıpkı çölde kalmış bir insanın susamasına benzer. İnsanların muhakkak istinâd edecek, güvenecek, kendisine rehber olacak bir îmana mâlik olması lâzımdır. Ben, önce din tarihlerini tedkîk ettim. İnsanları dîne dâvet eden zâtların hayatlarını ve onların ne öğrettiklerini dikkat ile okudum. Anladım ki, Peygamberlerin başlangıçta, öğrettiği esas kâideler zamanla bozulmuş ve büsbütün başka şekllere dönmüştür. Bunlardan ancak pek az doğru kısmı günümüze kadar devam edebilmiştir. Bu büyük, seçilmiş insanların hayatlarına türlü türlü efsâneler karıştırılmış, yaptıkları işler bize büsbütün başka ve esrârla dolu bir şekilde intikâl etmiştir. İşte bunların yanında yalnız İslâm dîni, intişâr ettiği günden bugüne kadar aynı saflığı, aynı temizliği muhâfaza etmiş, içine hiç bir hurâfe ve efsâne katılmadan, günümüze kadar devam etmiştir. Kur'an-ı kerim, Muhammed aleyhisselâm zamanında ne ise, bugün de odur. Bir kelimesi bile değişmemiştir. Muhammed aleyhisselâmın mübârek sözleri, kendi ağzından çıktığı şekilde, hiçbir tehavvüle uğramadan günümüze vâsıl olmuştur.
Allahü teâlâ, lüzûm gördükçe, insanlara Peygamberler göndermiştir. Bunlar birbirini tamamlar. Diğer Peygamberlerin öğrettiği husûsların değiştirilmiş ve başka şekllere sokulmuş olduğu göz önünde tutulursa, en temiz, en saf ve en doğru kalan İslâm dînini kabûl etmekten daha mantıkî ne olabilir?Esasen, kendime sâde, faydalı ve içinde mantığa uymıyan hurâfeler katılmamış bir hak din arıyordum. İslâm dîni, böyle bir ilâhî dindir. İslâm dîni, Allahü teâlâya ve komşularıma ve sâir insanlara karşı olan vazîfelerimi bir bir göstermektedir. Bütün dinlerden maksat bu olduğu hâlde, onlarda bu husûs için anlaşılmaz felsefî akîdeler konulmuştur. Hâlbuki, islâm dîninde bu husûsta herkesin anlıyabileceği, sâde, mantıkî, inandırıcı, faydalı kâideler vardır. Ben, dünyada ve âhirette, huzur ve selâmete kavuşmak için, neler yapmak Îcap ettiği hakkındaki bilgileri, ancak İslâm dîninde buldum. Onun için müslüman olmakla şereflendim.
28 DAVİS
(İngiliz)
1931 senesinde doğdum ve 6 yaşında ilk mektebe gitmeye başladım. Yedi sene sonra, ilk mektebi tamamlıyarak, orta kısma devam ettim. Âilem beni katolik terbiyesi ile yetiştirdi. Sonradan, Anglikan kilisesine bağlandım. En sonunda, Anglo-katolik oldum. Bütün bu tehavvüller esnâsında, hep aynı şeyle karşılaşıyordum. Hıristiyanlık, insanın normal günlük hayatından tamamen ayrılmış, yalnız Pazar günleri giyilen ve onun için sandıkta saklanan bir elbiseye benzemişti. İnsanlar, hıristiyanlık dîninde aradıklarını bulamıyorlardı. Hıristiyan dîni, insanları kiliseye türlü renkli ışıklar, resmler, günnük kokuları, zevkli müzik ve Azîzler için yapılan türlü parlak merâsim ve duâlarla bağlamaya çalışıyor. Fakat, insanları bir türlü toplamaya muvaffak olamıyordu. Çünkü hıristiyan dîni, yalnız efsânevî husûslarla meşgûl oluyor, kilise dışındaki olan bitenle hiç alâkası olmuyordu. İşte bunun için, ben hıristiyanlıktan tamamen nefret ettim ve yaldızlı reklâmlarla medh olunan komünistlikle faşistliği tecrübe etmeye karar verdim.
Komünist olurken, komünistlikte sınıf farkı olmadığına inanmış ve buna çok sevinmiştim. Fakat zaman geçtikçe, komünistlerin, sınıfsız olmak şöyle dursun, âdetâ bir esîr hayatı yaşadıklarını, içlerindeki küçük bir zümrenin diğerleri üzerine zulüm ve işkence yaptığını, kimsenin birşey söylemeye hakkı olmadığını ve ufak ve haklı bir itirazda bulunsa, hemen cezâlandırıldığını ve bu cezâlandırmanın ölüme kadar gittiğini dehşet ile gördüm. Komünizmin hakîkî yüzü hakkında, bize Stalin en bâriz bir misâldir. Bunun üzerine komünistliği bırakarak, faşist olmaya karar verdim.
Faşistlikte gördüğüm disiplin ve intizâmı, çok beğendim. Fakat faşistler, ancak kendilerini beğeniyorlar. Kendilerinin dışında olan bütün insanları, başka ırkları hakîr görüyorlardı. Burada da, zulüm, ızdırab, haksızlık ve tahakküm vardı. Birkaç ay içinde, faşistlikten de, tamamen nefret ettim. Çünkü, İngilterede Mosley, Almanyada Hitler, İtalyada Mussolini, tâm bir terör, merhametsiz ve keyfî bir zulüm nümûnesi olmuşlardı. Fakat buna rağmen, faşistlikten ayrılamıyordum. Çünkü başvuracak başka bir yer kalmamıştı.
Bu sırada, ruhî ızdırâblar arasında çırpınırken, bir kitap satıcısında, (The İslamic Review = İslâm Mecmû'ası) adında bir dergi gördüm. Bunu biraz karıştırdım. Bedeli 2 şilin 6 pens olan (bugünkü para ile 15 lira) ve benim için çok pahalı sayılan bu mecmû'ayı, niçin satın aldığımı hâlâ anlıyamıyordum. Kendi kendime, (Beyhûde para sarf ettim. Her hâlde bunun içindekiler de hıristiyanların, komünistlerin, faşistlerin söyledikleri ve iki para etmiyen laflara benzer) diye düşünüyordum. Fakat mecmû'ayı dikkat ile okumaya başlayınca, şaşırıp kaldım. Okudum, bir kere, bir kere daha okudum. O zaman islâmiyetin, hıristiyanlığın ve sonu (izm) ile biten bütün ideolojilerin en iyi taraflarını kendinde toplayan mükemmel bir din olduğunu gördüm ve anladım. Fakirliğime rağmen, bu mecmû'aya abone oldum. Birkaç ay sonra, müslüman olmaya karar vermiştim. O günden beri, yeni dînime iki elle sarılmış bulunuyorm.
Üniversiteye girer girmez, Arabî öğrenmeye başlayacağımı Ümit ediyorum. Şimdiki hâlde, Latince, Fransızca ve İspanyolca öğreniyor ve (İslâm Mecmû'ası)nı okuyorum.
İnsana sadâkat yaraşır, görsede ikrâh,
Yardımcısıdır doğruların hazreti Allah.
29 T. H. Mc BARKLİE
(İrlandalı)
Ben, İrlandalı olmama ve İrlandalıların çoğunun katolik dînine bağlı bulunmasına rağmen, protestan mezhebinde yetiştirildim. Fakat, daha çocuk yaşında iken, hıristiyanlık hakkında bana öğretilen şeyleri hiç beğenmiyor, bunların doğruluğundan şüphe ediyordum. Üniversiteye başlayıp, birçok yeni ilimler öğrenince, şüphem artık kanaate vardı. Hıristiyan dîni, artık bana hiçbir şey vermiyordu. Ondan tamamen nefret ettim ve ona inanmıyordum. İçimdeki, (beni hak yola kavuşturacak bir rehberi aramak) arzusu, o kadar şiddetliydi ki, bir müddet, düşündüğüm tarzda bir îtikat yolu kurmuş ve bununla kendimi tatmîn etmeye çalışmıştım. Bu karışık ruh hâleti oldukça uzun sürdü. Birgün, elime (İslâm ve Medeniyet) isminde bir kitap geçti. Bunu okuyunca, büyük bir hayret ve sevinç ile gördüm ki, aklımdan geçen bütün Ümitler, suâller ve bunların cevapları, bu kitapta mevcut idi. Hıristiyan fırkalarının zulüm ve baskılarına karşı islâm dîninin huzur dolu, canlı kâideleri, beşeriyyete doğru yolu göstermişti. İslâm memleketlerindeki ilim ve medeniyet kaynakları, karanlık ve vahşet içinde bulunan Avrupaya nûr saçmıştı. Hıristiyanlıkla kıyaslandığı zaman, islâm ne kadar mantıkî, faydalı bir din idi.
İslâmiyette beni, ilk görüşte kendisine hemen bağlıyan husûs, hıristiyanlıkta bulunan (İnsanların günahkâr olarak doğduğu ve dünyada kefaret vermek mecbûriyeti bulunduğu) akîdesinin islâm dîninde red edilmesiydi. Sonraları, islâmiyetin insânî, medenî diğer ahkâmını öğrenerek, bu dînin büyüklüğüne hayrân oldum. İslâmiyette zengin, fakir ayrılığı yoktu. İslâmiyette her ırktan, her renkten, her dilden insanlar birbirinin kardeşi sayılıyordu. İslâmiyet, insanların aralarındaki servet, mevkı', ırk, memleket, renk farklarını bir hamlede yıkıyordu. İşte bunun için müslüman oldum.
30 MAHMÛD GUNNAR ERİKSON
(İsveçli)
Allahü teâlâya hamd-ü senâ ile söze başlıyorum. Allahü teâlâdan başka bir mâbut bulunmadığına ve Muhammed aleyhisselâmın Onun kulu ve resûlü olduğuna şehâdet ederim.
Bundan beş sene evvel müslümanlarla görüştüm. Dostlarımdan biri, birgün, Kur'an-ı kerimi merak ettiğini ve onu okumaya başladığını söylemişti. O zamana kadar, Kur'an-ı kerim hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Arkadaşımın Kur'an-ı kerim okumaya başladığını öğrenince, onun yanında küçük düşmemek için ben de Kur'an-ı kerimi tedkîk etmeye karar verdim ve İsveççe bir Kur'an-ı kerim tercümesini bulmak için şehrimizin kütübhânesine mürâce'at ettim. Oradan, böyle bir tercüme buldum ve okumaya başladım. Kütübhâneden aldığım bir kitabı ancak onbeş gün yanımda tutabiliyordum. Fakat, Kur'an-ı kerim, benim üzerimde o kadar büyük bir te'sîr yaptı ki, onbeş gün kâfî gelmedi. Kitabı geri verdikten birkaç gün sonra, tekrar kütübhâneye gidiyor ve onu tekrar alıyordum. Böylece, her 15 günde bir geri vererek ve birkaç gün sonra tekrar alarak, bu Kur'an-ı kerim tercümesini defalarca okudum. Kur'an-ı kerimi okudukça, ona hayrân oluyor ve müslümanlığın hakîkî dîn olduğuna inanmaya başlıyordum. 1950 senesi Kasım ayında, artık müslüman olmaya karar vermiştim. Fakat islâmiyetin hakîkî mânasına vâkıf olmak ve onun derinliğine nüfûz etmek için biraz daha beklemek ve bu dîni biraz daha tedkîk etmek istiyordum. Bunun için, Stockholmda umûmî kütübhâneye giderek, islâm dîni hakkında yazılmış eserleri araştırdım. Bu eserler arasında, Muhammed Alînin Kur'an-ı kerim tercümesini buldum. Muhammed Alînin, Kadıyânî ve Ahmedî denilen bir sapık teşkîlâtın mensûblarından olduğunu sonradan öğrendiğim hâlde, bu kifâyetsiz kimsenin yapmış olduğu tercümeden bile, çok faydalandım. Artık müslüman olmak için hiç bir şüphem kalmamıştı. Müslümanlarla görüşmem işte o zaman başladı. 1952 senesinden îtibaren onlarla birlikte ibâdetlere iştirâk ettim. Büyük bir tâlih eseri olarak, Stockholmda müslümanlar tarafından te'sîs edilmiş bir cemiyet buldum. Onlarla tanıştım. Onlardan da, birçok şeyler öğrendim. 1372 hicrî senesinin Ramazan bayramında İngiltereye gittim ve bayramın birinci günü (Woking) câmiinde resmen müslüman oldum.
Müslümanlıkta beni kendisine en çok cezb eden şey, müslümanlığın son derece mantıkî bir din olmasıdır. İslâmiyette, akl-ı selîmin kabûl etmediği hiçbir şey yoktur. İslâmiyet, Allahü teâlânın bir olduğuna inanmağı emreder. Allahü teâlâ gafûr ve rahîm (affedici ve çok merhametli)dir. İnsanlara rahat ve huzur içinde yaşıyabilmeleri için, her an sayısız lutf ve ihsânlarda bulunur.
İslâm dîninde en çok sevdiğim şeylerden biri de, islâm dîninin yalnız Arabların dîni olmayıp, bütün insanların dîni olmasıdır. Allahü teâlâ, bütün âlemlerin rabbidir. Hâlbuki yahudiler, kendi kudsî kitaplarında, hep (İsrâîlin Allahı)ndan bahs ederler. Yâni, Allahü teâlâyı sırf kendilerine tahsîs ederler.
Yine İslâm dîninde sevdiğim bir husûs, bu dînin şimdiye kadar gelen bütün Peygamberleri kabûl etmesi, hepsine hurmetkâr olması ve başka dîne inananlara büyük bir şefkat ile muamele etmesidir. Bir müslüman, temiz olan her yerde, tarlada, hattâ bir kilisede bile namaz kılabilir. Hâlbuki bir hıristiyan, bir câmiin yanına bile yaklaşmaz.
İslâmın en doğru ve en son din, Muhammed aleyhisselâmın da en son Peygamber olduğunu, Kur'an-ı kerim, ne güzel tarif etmektedir:
Mâ'ide sûresinin üçüncü âyetinde meâlen, (Bugün, dîninizi kemâle erdirdim. Size olan nîmetlerimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâmı seçtim) buyurulmuştur.
Âl-i İmrân sûresi ondokuzuncu âyetinde meâlen,. (Ve, kat'î olarak biliniz ki, Allahü teâlâ katında din, İslâmiyettir) buyurulmuştur.
-
Cevap: Müslümanlığı seçenler
31 ABDÜLLAH UEMURA
(Japon)
Niçin müslüman oldum?Çünkü islâm dîni, Allahü teâlânın birliğini, ölümden sonra, ikinci bir hayat olduğunu, kıyâmet günü, insanların dünyada yaptıkları işler için muhâkeme edileceğini bildirmektedir. Sevgiyi, doğruluğu, dürüstlüğü ve son derece temiz ahlâklı olmayı emretmektedir. Bütün bunlar, bir insanın hak yolda rahat ve huzur içinde yaşaması için en lüzûmlu olan husûslardır. Bunlar, hiçbir dinde bu kadar açık ve vecîz olarak bildirilmemiştir. İslâmda, sadâkat [doğruluk] çok kıymetlidir. Allahü teâlâya ve kullara karşı doğruluk, islâmiyetin esasını teşkîl eder. Ben de, hakîkati ararken, onu islâm dîninde buldum ve müslüman oldum.
Bütün dinleri tedkîk ettim. Edindiğim kanaati aşağıda açıklıyorum:
Bugünkü hıristiyanlık, hiçbir zaman, Îsâ aleyhisselâmın telkîn ettiği temiz din olamaz. Îsâ aleyhisselâmın Allahü teâlâdan aldığı ve insanlara teblîg ettiği emirler tamamen değiştirilmiştir. Bugünkü İncîllerde, onun sözleri diye başka şeyler konulmuştur. Zuhûrundan bugüne kadar, saf ve temiz kalan tek din, islâm dînidir. Kur'an-ı kerim, bir kelimesi bile değişmeden, bugüne kadar gelmiştir.
Bugünkü İncîllerde, Allahü teâlânın emirleri değil, yalnız Îsâ aleyhisselâmın zamanla değiştirilen sözleri ile, yaptığı işler yazılıdır. Hâlbuki, islâm dîninde Allahü teâlânın emirleri ile Peygamberinin sözleri birbirinden ayrılmıştır. Allahü teâlânın emirleri Kur'an-ı kerimde yazılıdır. Hz. Peygamberin sözleri ise, (Hadis) ismi altında ayrıca toplanmıştır.
Müslümanlıkta, Allahü teâlâ doğrudan doğruya kullarına hitâb eder. Hıristiyanlıkta böyle birşey yoktur.
Hıristiyanlıkta, akl-ı selîm sahiplerinin kabûl edemiyeceği en mühim mes'ele, (Üç ALLAH) akîdesidir. Hıristiyanlar, tek Allaha değil, üç ALLAHya inanırlar. Hiç bir hıristiyan din adamı, bugüne kadar, bu husûsu mantıkî bir tarzda îzâh edememiştir. Etmesine de imkân yoktur. Zîrâ, bu akîde tamamiyle temelsiz ve anormaldir. Bu dünyayı ancak bir tek büyük yaratıcı yaratabilir. Üçlü ALLAHya inanmak, puta tapmak demektir. Aklı başında olan bir insan, ancak bir tek hâlıka [yaratıcıya] inanır.
Bundan mâ'ada hıristiyanlar, insanların günahkâr olarak doğduğunu, bu günahlardan temizlenmek için, kefaret vermek mecbûriyetinde bulunduklarını, eğer insanlar, hıristiyanların esas îtikatları olan üç ALLAHya inanmıyacak olurlarsa, sonsuz bir ölüme mahkûm olarak, tekrar dirilmiyeceklerini telkîn ederler. O hâlde, esasen günahkâr olarak doğan ve bir daha dirilmek imkânından da mahrum bulunan insanların dünyada beyhûde yere ibâdet edecekleri yerde, hazır ellerine fırsat geçmişken, zevk ve safâ ile vakit geçirmeleri, birbirlerini aldatmaları, her türlü fenalıkları yapmaları kadar tabî'î ne olabilir?Bunun içindir ki, bugün hıristiyanlar, ahlâk ve din kâidelerine uymadan yaşamakta ve büsbütün dinsizliğe doğru gitmektedirler. Bunlar, makina hâline gelmişlerdir ve ruhları bomboştur.
Şimdi Japon dinlerine gelelim:Japonyada esas olarak iki din vardır. Bunlardan biri olan Mahayana Budistliği, ibtidâî budistlik ile sâf budistliğin birleştirilmiş şeklidir. Biraz Brahmanizme benziyor. Bunların îtikatları tedkîk edilince, Budanın bir ateist [Allahsız] olduğu görülür. Çünkü Buda, Allahü teâlâdan hiç bahs etmemekte ve beden öldüğü zaman, ruhun ölmiyeceğine de inanmamaktadır. Brahmanların ruh hakkındaki kanaatleri, bu kadar maddî değildir. Ama, öyle karışık ifâde olunmaktadır ki, ne demek istedikleri pek iyi anlaşılamamaktadır. Esasen, Brahmanların Brahma hakkındaki kanaatleri, yâni onun Allah mı, kul mu, yoksa Peygamber mi olduğu hakkındaki düşünceleri, açık ifâde olunmamıştır. Brahmanlar, dinden ziyâde, din felsefesi ile uğraşırlar. Brahmayı dâimâ gözlerinin önüne getirmek için, ona benzettikleri veya ona yakıştırdıkları eşyayı [meselâ çiçekleri] kudsî kabûl eder ve bu yüzden Allahü teâlâya tapacakları yerde, Allahü teâlânın yarattığı eşya veya hayvanlara tapmaya başlarlar.
Bütün bu karmakarışık akîdeler arasında yalnız islâm dîni, Allahü teâlâyı en doğru olarak bize tanıtmaktadır. (Allahü teâlâ bir-
dir. Azîmdir. Bütün âlemlerin rabbidir. Ne doğmuş, ne doğurmuştur. Dünyada ve Âhirette ne varsa, hepsi Onun mahlûklarıdır. Ondan başka kimseye tapılmaz. Ondan başka kimse, kullarına emir veremez. ) Japonyada ikinci din Şinto dînidir. Bu din, budistlikten daha fenadır. Çünkü, ahlâkî bir din değildir. Ayrıca, birçok ALLAHlara inanırlar ve ibtidâî kavmlerde olduğu gibi, bunların hepsine ayrı ayrı taparlar. [Yâni putperesttirler]
Size yukarıda, dünyada bulunan bazı dinler hakkında gayet samîmî ve muhtasar mâlûmat verdim. Bunları böylece görüp öğrendikten sonra, acaba hanginiz islâmı bir tarafa bırakarak, bunlardan birini seçerdiniz. Buna imkân var mıdır?Siz de görüyorsunuz ki, birçok karmakarışık, insan aklının aslâ kabûl edemiyeceği akîdeler arasında, islâm dîni, pırıl pırıl parlamaktadır. Tâm mantıkî ve insânî kâideleri ile, tek hak din olduğu ilk bakışta görülmektedir.
İşte ben de, ruhumun huzur ve selâmete kavuşması için, göz yaşları ile hakîkat yolunu ararken, en mâkul ve mantıkî din olarak müslümanlığı buldum ve (işte aradığım din budur) diyerek, iki elle ona sarıldım, seve seve müslüman oldum.
32 MUHAMMED SÜLEYMÂN TAKEUCHİ
(Japon)
Allahü teâlânın inayeti ile müslüman oldum.
Müslüman olmaya aşağıdaki sebepler ile karar verdim:
1)İslâmiyette çok kuvvetli bir kardeşlik ruhu vardır.
2)İslâmiyet, bir insanın hayatında zuhûr edebilecek her nev'den müşkilâtın bir çâresini bildirir. Din ile dünyayı birbirinden ayırmamıştır. İslâmiyette yalnız mânevi husûslar değil, bunun aksine, insanları bir araya toplamak, hangi ırk ve sınıftan olursa olsun, aynı sâfta berâber ibâdet etmek, fakirlere mu'âvenet etmek, birbirlerinin derdlerini öğrenip müştereken çâre bulmak gibi, bugünkü nizâmlara tamamen muvâfık ictimâî husûslar da mevcuttur.
3) İslâm dîni, hem ruhu, hem de bedeni terbiye etmektedir. Yâni islâmiyet ruhanî ve cismânî husûsları kendisinde cem' etmiştir.
İslâmiyetteki uhuvvet [kardeşlik], ne ırk, ne de sınıf farkı tanımaz. Bütün dünyadaki müslümanlar birbirlerinin kardeşidir. Dünyada çok müslüman vardır. İslâmiyet, akl-ı selîm sahiplerinin dînidir. İster Hindli, ister Pâkistânlı, ister Arab, ister Afganlı, ister Türk, ister Japon veya Çinli olsun, dünyada bulunan bütün müslümanlar birbirlerini kardeş bilirler. Bu sebebden, islâm dîni tamamiyle beynel-milel bir dindir. Bugün bozulmuş, perîşân hâle gelmiş insan cem'ıyyetlerini doğru yola sokacak, onun kusurlarını düzeltecek biricik vâsıta, islâm dînidir. Allahü teâlânın ihsân ettiği bir din olduğu içindir ki, hangi ırktan, hangi milletten olursa olsun, hepsinin uyacakları mezhepler vardır. İslâm dîni, medeniyet tarihinde çok mühim rol oynamış, yarı barbar insanları kısa bir zaman içinde, medeniyete vâsıl etmiştir. İslâm dîni, insanların sulh ve huzur içinde yaşamalarını ister. Onların, saadete, huzura kavuşmaları için, Îcap eden ahkâmı vaaz etmiştir. Bu husûsta diğer dinlerin, meselâ hıristiyanlık veya budizmin emirleri tamamen farklıdır. Bu iki din, insanları bir araya getirmek şöyle dursun, insanların dünyadan elini eteğini çekmesini ve birbirlerinden uzaklaşmalarını emreder. Birçok Buda mâbetleri, güç aşılabilen dağların tepesinde kurulmuştur. Bunun sebebi, buralara mümkün olduğu kadar az insanın gelmesini temîn etmektir. Japonların dînî akîdeleri tedkîk edilecek olursa, onların da birbirinden mümkün olduğu kadar uzak yaşamağı esas tuttukları görülür. Hıristiyanlara gelince, koyu hıristiyanların kiliseleri hep tenhâ yerlerde kurulmuştur. İçleri mümkün olduğu kadar karanlık tutulmuştur. Ancak son zamanlarda, kiliseler şehrin içine girebilmiştir. Hıristiyanlar, insanların günahkâr olarak doğduğunu, onun için dünyada dâimâ azâb çekmeleri Îcap ettiğini ileri sürerler. Görülüyor ki, bütün bu dinlerde din ile insan hayatı birbirinden ayrılmış, dünyadaki hayatın ancak çile çekmek olduğu telkîn edilmiştir.
Hâlbuki islâm dîni, insanları Allahü teâlânın sevgili kulları olarak kabûl eder. Mescidler köylerin tam ortasına, insanların arasına kurulmuştur. İçerleri ferah ve aydınlıktır. İnsanlar buraya seve seve ibâdete gelirler. Bir araya gelir, cemaat ile ibâdet ederler. İbâdetten sonra, birbirlerine hayr duâ ederler. Hâtırlarını sorar, Îcap ederse, birbirlerine yardım ederler. İslâmiyette muhtaç olanlara yardım etmek, hattâ yardım edemiyenin, güler yüz, tatlı dil ile bir müslümanı sevindirmesi çok sevap olur.
Bir insanda hem ruh, hem beden vardır. Allahü teâlâ, bize hem ruh, hem beden vermiştir. Biz hayatımız müddetince hem ruhu, hem de bedeni farklı terbiye etmeye ve bunları birbirinden ayırmamaya mecbûruz. İşte islâmiyet, insanın yalnız ruhî ihtiyacını değil, aynı zamanda bedenini de hesaba katmış, her ikisi için de son derece mantıkî ve ilâhî ahkâm koymuştur.
Ben yeni bir müslümanım. Müslümanlığı iki sene evvel kabûl ettim. İslâmın, ruhî ve bedenî bütün ihtiyaçlarımı birlikte karşıladığına emînim. Bugün Japonya, teknolojide son derecede ilerlemiş bir memlekettir. Bütün dünya ile başarılı olarak yarışmaktadır. Japon halkı, bu muazzam fennî terakkî ve maddî kazanç yüzünden tamamen değişmiştir. Japonyada tabî'î kaynaklar yoktur. Bütün ibtidâî maddeler hâricden gelir. Buna rağmen, diğer memleketlerden daha mükemmel ve daha ucuz mal yapabiliyoruz. Bu da, devamlı çalışmak ve aza kanaat etmek sâyesinde oluyor. İşte, mütemâdiyen, durmadan, gayret etmek, çalışmak ihtiyacında olan Japonların, ruhiyyât ve Mâneviyat ile meşgûl olmaya vakitleri kalmamış, birer makina hâline gelmişlerdir. Japonlar, şimdi kendilerini Avrupalıların maddî hayatına uydurmuşlardır. Dinleri, îmanları kalmamış, Mâneviyat ile alâkayı kesmişlerdir. Bugünkü Japonların karınları mükemmel sûrette doymuştur. Ceplerinde çok para vardır. Amma, ruhları gittikçe fakirleşmekte ve boş kalmaktadır. Mânevi fakirlik karşısında, maddî zenginliğin ne kıymeti olabilir. Vücûdü güzel elbiselerle süslenmiş, fakat ruhu boş kalmış olan insanların dünyaya ne faydası olabilir?
Benim kanaatimce, şimdi Japonyada İslâm propagandası yapmanın tâm zamanıdır. Çünkü, maddî varlık bakımından kemâle varmış olan Japonlar, ruhlarındaki noksanlığı çok iyi his etmekte ve kendilerine bir rehber aramaktadır. Ruhlarındaki bu iflâsı, yalnız ve yalnız islâm dîni telâfî edebilir. Çünkü islâmiyet, onlara aynı zamanda hayatta da rehberlik edecektir. Ben şuna emînim ki, eğer Japonyada islâm dîninin tanınması için ciddî ve muntezam bir teşkîlât kurulacak olur ve Îcap eden neşriyat yapılırsa, iki üç nesl sonra, bütün Japonlar müslüman olacaktır. Böyle olunca, müslümanlık, yalnız uzak şarkı şerefli bir mevkı'a ulaştırmakla kalmıyacak, bütün beşeriyyet bundan faydalanacaktır.
33 ALİ MUHAMMED MORİ
(Japon)
Bundan tâm 18 sene evvel, yâni 1929 senesinde ben Mançuryada bulunuyordum. O zamanlar, Japonya şarkta çok kudretli bir devletti.
Mançuryada dolaşırken Pieching civârında bir çölde müslümanlarla ahbâb oldum. Bunlar gayet sâde ve dindârâne bir hayat sürüyorlardı. Onların hayat tarzına, Allahü teâlâya olan itaatlarına, birbirlerine karşı olan tatlı muamelelerine, yabancılara karşı gösterdikleri misafirseverliğe ve sadâkatlarına hayrân olmuştum. Mançuryaya girdikçe, daha birçok müslümanlarla tanışmış, hepsinde aynı temiz ve güzel ahlâkı görmüş, onlara karşı büyük bir muhabbet beslemeye başlamıştım.
Bundan sonra, ancak 1946 senesinde tekrar Japonyaya dönebildim. Bu arada Japonya İkinci Dünya Savaşına katılmış ve bu savaştan mağlup bir hâlde çıkmıştı. O kudretli Japon İmparatorluğundan artık hiçbir şey kalmamıştı. O zamana kadar, Japonların çoğunun can ve yürekten bağlı olduğu budizm, tamamen bozulmuş, esasını gayb etmiş, mantıkî kısmları unutulmuş, cemiyet üzerine artık fena bir te'sîr yapmaya başlamıştı.
Japonların bir kısmı artık hıristiyanlığı kabûl etmişti. Evet, hıristiyanlık 90 seneden beri Japonyaya gelmiş bulunuyordu. Fakat hıristiyan olan Japonlar pek azdı. Şimdi bunların çoğalmış olduğunu görüyordum. Çünkü, Japonlar, Budanın artık kendilerine bir faydası olmadığını, onları mağlup olmaktan ve felaketten kurtaramadığını görmüşler, Budaya olan itimat ve muhabbetlerini gayb etmişlerdi. Şimdi yeni bir din arıyorlardı. Bilhâssa gençler, hıristiyanlığın, gayb ettikleri îmanın yerine geçeceğini sanmışlar ve hıristiyan olmuşlardı. Fakat kısa bir zaman sonra, onları hıristiyanlığa teşvîk eden misyonerlerin Amerikan veya ingiliz kapitalistlerinin birer âleti olduğunu ve onları hıristiyan yaparak yalnız budistlikten değil, aynı zamanda temiz ve dürüst Japonluktan da uzaklaştırdıklarını görmüşlerdi. Hıristiyan misyonerler, onları hıristiyan yaparken, durmadan Amerikan ve İngiliz mallarının nefâsetinden bahs ediyor, onlarda Japon mallarına karşı bir nefret uyandırıyor, memleketimize mütemâdiyen yabancı mal gelmesine sebep oluyorlardı. Yâni kapitalistler hıristiyanlık sâyesinde, bizim sırtımızdan zengin oluyorlardı.
Japonya, Rusya ile Amerika arasında bulunan bir memlekettir. Bu iki büyük devletin her biri, Japonyayı kendi nüfûzu altına almak lister. Onların bize yaptıkları telkînler, bizim ruhumuzun selâmeti için değil, kendi menfaatlarını te'mîn içindir. Hâlbuki Japonların, doğru dürüst bir ruhî mürebbîye ihtiyaçları vardı.
Benim kanaatimce, Japonların bu ihtiyacını tatmîn edecek, onların ruhunu sükûn ve selâmete kavuşturacak, onlara hayatta tâkîb edecekleri en doğru yolu gösterecek olan, ancak islâm dînidir. Ben her şeyden önce, islâmiyetteki, müslümanların birbirlerini kardeş bilmeleri meziyyetine hayrânım. İslâmiyet, bütün müslümanların, renk ve ırk farkı yapmadan, kardeş olduğunu kabûl eder ve Allahü teâlâ, insanların sulh ve selâmet içinde, birbirine hiçbir fenalık yapmadan kardeş olarak yaşamalarını emreder. Bugünkü dünyanın perîşân hâline bakınca, bundan daha mükemmel, daha doğru bir emir düşünülebilir mi?Böyle bir emri veren büyük varlığın hakîkî Allah olduğundan kim şüphe edebilir?
Geçen sene, üç müslüman Tokoşimaya gelmişlerdi. Bunlar Pâkistânlı idiler. Ben hemen kendilerini ziyâret ettim. Onlardan müslümanlık hakkında çok güzel, çok derin mâlûmat öğrendim. Ondan sonra, müslüman Japonlarla sohbet ettim. Bunlardan Tokyoda bulunan Bay Molivala ile Bay Mita beni aydınlattılar ve müslüman olmamı tavsiye ettiler. Ben de, müslümanlığı kabûl ettim.
Bütün kalbimle temennî ediyorum ki, en mantıkî, en temiz ve hak din olan müslümanlık, bütün dünya üzerine yayılarak, insanları felaketten kurtarsın. Eğer bütün dünya müslüman olursa, bu perîşân dünya bir Cennet hâline girecektir. Allahü teâlânın lutf ve azameti, insanların ruhunu tenvîr edecek, onları doğru yola sevk edecek ve insanlar nihâyet selâmete kavuşacaklardır. İnsanlar, ancak islâmiyet sâyesinde, hem ruhî, hem maddî bahtiyârlığa ve Allahü teâlânın râzı olacağı kulları olmak saadetine erişeceklerdir.
-
Cevap: Müslümanlığı seçenler
34 ÖMER MİTA
(Japon)
(Ömer Mita, ekonomi mütehassısı, ictimâ'î [sosyal] işlerde çalışan, fakat bir müddet budist râhibliği de yapmış ve vaazlar vermiş, müslüman olduktan sonra, bütün faaliyetini İslâmiyeti yaymak için neşriyat yapmaya hasr etmiş olan bir Japon fikir adamdır. )
Allahü teâlâya hamd-ü senâ olsun ki, üç seneden beri müslümanım. Mes'ûd bir hayata nâil oldum. Bana, hakîkî ve dürüst bir hayatın nasıl olduğunu, Pâkistânlı müslüman kardeşlerim öğretti. Bu Pâkistânlı kardeşlerim, Japonyayı ziyârete geldikleri zaman, benimle tanıştılar. Bana müslümanlığı anlattılar ve beni müslüman yaptılar. Kendilerine minnet borcum çoktur.
Japonyada ehâlînin çoğu budisttir. Fakat, hakîkatte budistlikle hiç ilgileri kalmamıştır. Artık budist âyinlerine katılmamaktadırlar. Dînî bilgilerin hemen hemen tamamını unutmuşlardır. Bunun sebebi, budistliğin çok muğlak, çok karmaşık bir felsefe olması ve bu dîni seçenlere dünyada hiç bir fayda vermemesidir. Hayatta her gün mücâdele etmek zorunda olan veya başına gelen muhtelif hâdiselere nasıl karşı koyacağını, nasıl hareket etmek Îcap ettiğini bilmiyen vasat düşünceli bir insana, budizmin hiç yardımı olmaz. Böyle bir insan, bu dîni anlıyamaz ve bu dinden hiç faydalanamaz. Hâlbuki islâm dîni, böyle değildir. İslâmiyet, herkesin anlıyabileceği, sâde, insânî ve ilâhî bir dindir. Bu din, insan hayatının bütün safhalarına nüfûz eder ve müslümanlara her bir hâdise karşısında, nasıl hareket etmek lâzım geldiğini öğretir. İslâmiyette esas, temizliktir. İslâmiyet, ruhu temiz olan insanların en mükemmel rehberidir. İslâmiyet, o kadar mantıkîdir ki, en câhil bir insan bile, onun ne dediğini anlar. İslâmiyette, diğer dinlerde olduğu gibi, imtiyazlı bir râhibler sınıfı ve râhib inhisârı (monopolu) yoktur.
Benim kanaatimce, Japonyada islâmiyetin yayılması çok kolay olacaktır. Belki başlangıçta, bazı müşkilât meydana çıkacaktır. Fakat, bu mâniler izâle edilebilir ve Japonlar müslüman olmaya başlarlar. Bu işi yapmak için, her şeyden önce Japonlara hakîkî müslümanlığı tanıtmak lâzımdır. Japonlar, gün geçtikçe maddîleşiyorlar. Fakat, bundan memnûn değildirler ve ruhlarındaki boşluğu his etmektedirler. Onlara islâm dîninin yalnız ruhanî bilgiler verdiğini değil, aynı zamanda, insanlara dünyada yapacakları bütün işler, sürecekleri hayat için de tâm ve mükemmel bir rehber olduğunu öğretmek Îcap eder.
İkinci iş olarak, Japonyaya bu neşriyatı yapabilecek kudrette, çok bilgili hakîkî müslümanların gelmesi lâzımdır. Ne yazık ki, Japonyaya muhtelif müslüman memleketlerinden gelen talebeler, bu mühîm vazîfeyi yapabilecek kudrette değildir. Bunlarla temâs ettiğim zaman, onların kendi dinleri hakkında bilgi sahibi olmadıklarını, hattâ kendi dinlerine tâbi olmadıklarını, büyük bir teessür ile gördüm. Bunlar bize rehber olamazlar. Bunlar garp dünyasına hayrân olan, Avrupa terbiyesi almış, batılıların kolejlerinde, papaz mekteplerinde okumuş kimselerdi. İslâmiyet hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı.
İslâm dîninin Japonyaya yayılması mes'elesini bütün müslümanlar ciddiyyet ile düşünmeli ve yukarıda da söylediğim gibi, bizim memlekete hakîkî âlimler göndermelidirler. Bu gelen müslümanlar, Japonlara yalnız lafla değil, kendi hâl ve hareketleri ile de bir İslâm nümûnesi olmalıdır. Biz Japonlar, sulha, hakîkate, doğruluğa, samîmiyyete, fazîlete müştâkız. Gün geçtikçe, bu güzel hasletlerimizi gayb ediyoruz. İşte, ancak İslâmiyet, bizim imdâdımıza yetişebilir ve bizi harap olmaktan kurtarabilir.
Müslümanlar büyük ve tek hâlık Allahü teâlâya îman eder. Japonların da böyle bir îmana ihtiyaçları vardır.
İslâmiyet (sulh) demektir. Japonlar kadar sulh istiyen bir başka millet yoktur. Sulha ve huzura kavuşmak için kendisi (sulh) demek olan İslâmiyeti kabûl etmek Îcap eder. İslâmiyet, insanlar ile sulh ve saadet içinde berâber bulunmak ve Allahü teâlânın emirlerine teslim olmak demektir. Bütün müslümanlar, birbirinin kardeşleridir. İnsanlık, ancak islâmiyet sâyesinde felaketlerden ve vahşetten kurtulacaktır.
35 Bayan FATMA KAZUE
(Japon)
İkinci Cihân Harbinden sonra, dînimize olan rağbetin gittikçe zayıflamakta olduğunu görüyordum. Japonlar, yavaş yavaş Amerikalıların hayat tarzına alışıyorlardı. Bu hayat tarzı, insanın dinle alâkasını azaltıyor, onu bir makina hâline sokuyordu. Fakat, böyle maddîleşen insanlarda bir büyük nâkısa vardır. Ben bu eksikliği his ediyordum. Ruhumda bir boşluk vardı. Bu hayat tarzından memnûn değildim. Fakat, noksan olan neydi, bunu anlamaya imkân bulamıyordum.
Bir müddet kalmak için, Tokyoya gelen bir müslümanı ziyâret ettim. Onun din hakkındaki sözlerine ve ibâdet tarzına son derecede hayrân oldum. Ona birçok suâller sormaya başladım. Verdiği cevaplar, hem beni memnûn ediyor, hem de ruhumdaki boşluğu dolduruyordu. O, bir tek hâlık [yaratıcı] olduğunu, bu yaratıcının, saadet ve selâmet ile yaşamamız için neler yapmamız lâzım geldiğini bize bildirdiğini, kendisinin de, onun emirlerine uygun olarak yaşadığını anlattı. Bu sözler, benim üzerimde o kadar derin bir te'sîr yaptı ki, ben de onun dînini kabûl etmek istediğimi bildirdim ve onun rehberliği ile müslüman oldum. Müslüman olduktan sonra, yaratana bu kadar yakın olarak yaşamanın ne büyük bir saadet olduğunu kalbimde his etmeye başladım. Hayat tarzım değişti ve huzura kavuştum.
Müslümanlığın hak din olduğunu anlamak için, birbirlerine selâm verişlerine dikkat etmek yeter. Biz birbirimize (Gün aydın) veya (geceler hayr olsun) der geçeriz. Bu kuru, maddî sözlerin yerine, müslümanlar birbirlerine, (Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühu) derler ki, bunun mânası, (Huzur ve selâmet, Allahü teâlânın rahmeti ve bereketi sizin üzerinize olsun)demektir. Bundan daha güzel bir söz, bir selâm tarzı düşünülebilir mi?Müslüman arkadaşım, bana müslümanların nelere îman ettiği, islâmiyetin hangi esaslara dayandığı ve nasıl ibâdet edildiği hakkında birçok kıymetli mâlûmat verdi. Bunlar çok sâde, çok mantıkî ve insânî idi. Gördüm ve inandım ki, İslâmiyet, temiz, sâde, mantıkî ve sulh içinde bir hayatı mümkün kılan bir dindir. Gerek şahsî, gerek ictimâ'î hayatta, insanların sulh ve sükûna kavuşabilmeleri için, bu dîne tâbi olmaları lâzımdır. Bunun için, kendim sulh ve selâmete kavuştuktan sonra, bütün âilem fertlerini, dostlarımı, ahbâblarımı müslüman olmaya kavuşturmak için çalışıyorum.
36 THOMAS İRVİNG
(Kanadalı)
Niçin müslüman olduğumu size bildirmek için, müslüman olmadan evvel ve müslüman olduktan sonra, neler his ettiğimi ve müslümanlık ile nasıl temâs edip, bundan nasıl feyz aldığımı anlatmam Îcap etmektedir. Her şeyden evvel, şunu bildireyim ki, binlerce Kanadalı ve Amerikalı, benim, müslüman olmadan evvel, düşündüğüm gibi düşünmekte, aynı noksanlığı duymakta, kendilerine hakîkî müslümanlığı öğretecek Ehl-i sünnet âlimlerini beklemektedir.
Ben çocuk iken, dînim olan hıristiyanlığa iki elimle sarılmıştım. Çünkü din, benim için ruhî bir ihtiyaçtı. Fakat büyüdükçe, hıristiyanlıkta birçok noksanlıklar bulunduğunu görmeye başladım. Îsâ aleyhisselâmın hayatı ve Onun [hâşâ] Allahın oğlu olduğu hakkında verilen bilgiler, bana hurâfe, hayâlî şeyler gibi geliyordu. Çünkü aklım kabûl etmiyordu. Kendi kendime, (Eğer hıristiyanlık, hak din ise, niçin dünyada hıristiyan olmayan birçok insan var?Niçin yahudilerle hıristiyanların esas din kitapları birbirinin aynı iken, diğer husûslarda birbirlerinden ayrılmışlar?Hıristiyan olmıyanlar, başka hiç bir kabahat işlemedikleri hâlde, niçin mahv ve perîşân olacaklar?Birçok milletler, niçin hemen hıristiyan olmuyorlar?) gibi suâller soruyordum.
Bu esnâda Hindistânda vazîfe görmüş olan bir misyonere tesâdüf ettim. O bana, (Müslümanlar çok inatçıdır. Ne kadar uğraşsam, onları aslâ hıristiyan yapamıyorum. Onlar hakîkî dînin hıristiyanlık değil, müslümanlık olduğunu ileri sürüyor ve dinlerini değiştirmek için yaptığım bütün gayretlerim netîcesiz kalıyor) diye dert yandı. Bu sözler, müslümanlık hakkında duyduğum ilk tarif oldu. İçimde, hem müslümanlığa karşı bir merak, hem de dinlerine bu kadar sâdık olan müslümanlara karşı büyük bir takdîr hissi uyandı. (Şu müslümanlığı biraz yakından tedkîk edeyim) dedim. Üniversitede (Şark Edebiyatı) derslerini tâkîbe başladım. Şarklıların, bizim inandığımız (üç ALLAH) akîdesini red ederek, akl-ı selîme tam muvâfık olan (Tek Allah) akîdesini kabûl ettiklerini gördüm. Îsâ aleyhisselâm, kendi dînini neşrederken muhakkak, bir tek Allahdan ve kendisinin yalnız Onun bir kulu ve Peygamberi olduğundan bahs etmişti. Onun bahs ettiği Allah, muhakkak, merhametli bir Allah olmalıydı. Hâlbuki, bu güzel ve doğru îman, birtakım mânasız efsâneler, sonradan eklenen hurâfeler, puta tapanların hıristiyanlığa soktuğu bid'atler arasında gayb olup gitmiş, merhametli ve müşfik tek Allah yerine, kendisine ancak râhibler vâsıtası ile erişilebilinen, insanları daha doğarken günahkâr halk eden bir üçlü ALLAH zuhûr etmişti. O hâlde, sâf ve temiz (tek Allah) akîdesini insanlara tekrar telkîn için yeni bir dîne, yeni bir Peygambere lüzûm vardı. Avrupa, o sıralarda yarı barbar bir hâldeydi. Bir taraftan vahşî kavmler memleketleri isti'lâ ediyor, bir taraftan ufak bir zümre, din perdesi altında, her türlü kötülüğü, fenalığı yapıyordu. İşte insanlık böyle feci bir hâlde iken ve tamamiyle putperestliğe ve dinsizliğe dönmüşken, Îsâ aleyhisselâmdan [tarihçilere göre] yedi asır sonra, şarkta Allahü teâlânın son Peygamberi Muhammed zuhûr ederek, insanlara hakîkî Allahın hakîkî dînini telkîne başladı ki, bu dînin esasını, tek hâlıka îman etmek teşkîl ediyordu.
Ben bunları okuyup öğrenince, Muhammed sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemin, Allahü teâlânın son ve hakîkî Peygamberi olduğuna inandım. Çünkü:
1)Yukarıda da söylediğim gibi, insanların yeni bir Peygambere ihtiyaçları vardı.
2)Benim, Allahü teâlâ hakkındaki bütün düşüncelerim, bu büyük Peygamberin neşrettiği dîne tamamen uyuyordu.
3) Kur'an-ı kerimin Allahü teâlânın kelâmı olduğunu, onu okuduğum zaman hemen his etmiştim. Kur'an-ı kerimin bildirdikleri ile Muhammed sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemin hadis-i şerifleri [sözleri] beni her cihetten tatmîn ediyor, ruhumu huzura kavuşturuyordu. İşte, bunun için müslüman oldum.
Emîn olunuz ki, yukarıda da beyan ettiğim gibi, binlerce Amerikalı ve Kanadalı, hıristiyanlıktaki noksanları ve yanlışlıkları benim gibi his etmektedir. Amma ne çâre ki, onlar benim gibi İslâm dînine tâm nüfûz etmek imkânını bulamamışlardır ve bir rehbere muhtaçdırlar.
İslâmiyete böylece îman ettikten sonra, müslümanlık hakkında neşredilmiş olan kitapları tedkîk etmeye başladım. Bu husûsta, burada tavsiye edebileceğim birkaç eserden bahs etmek isterim. Hindli bir hayr sahibi bana Q. A. Jairazby H. W. Lovlegroveun (What is İslâm = İslâm nedir) adlı kitabını yolladı. Bu kitabı bilhâssa tavsiye ederim. İçinde çok sâde, çok pratik ve çok doğru bilgiler vardır. Bu kitap, İslâmı en iyi tarif eden bir kitaptır. Bunun bütün dünyaya dağıtılması, İslâmiyetin intişârı cihetinden çok faydalı olur. Bundan sonra, Maulvi Muhammed Alînin İngilizce Kur'an-ı kerim tercümesini okudum ve beğendim. Bunlardan başka, daha bazı kitapları da okudum ve İslâmiyet hakkında neşriyat yapan mecmû'aları da ihmâl etmedim. Montrealda islâmiyet hakkında neşrolunmuş birçok Fransızca eserler buldum. Bunların bir kısmı İslâmiyetin lehinde, bir kısmı ise aleyhinde yazılmıştı. Fakat aleyhde yazılı eserlerde bile, İslâmın büyüklüğü gizlenemiyordu. Bunlar bile, bu dînin hak din olduğunu bana bir kere daha isbât ediyordu.
TENBÎH: (Herkese Lâzım Olan Îman) kitabını hazırlayan biz, İhlâs Anonim Şirketi, İslâm dînini doğru olarak öğrenmek istiyen temiz insanlara hizmet etmek için, İngilizce, Fransızca, Almanca ve daha başka dillerde kitaplar hazırladık. Bunların hepsi büyük ve hakîkî islâm âlimlerinin eserlerinden toplanan bilgilerden meydana gelmiştir. Bu kitapların ismleri, bazı kitaplarımızın sonunda bildirilmiştir. Adresi, kitabımızın başında yazılı olan (Hakîkat Kitabevi)nden, mektûbla isteyenlere hemen gönderilmektedir. Bu kitapları dikkat ile okuyan insâflı her insanın islâm dînine samîmî olarak îman edeceğine ve seve seve müslüman olacağına inanıyoruz. Çünkü İslâm dîni, akl-ı selîm sahiplerinin kabûl edeceği akîdelerden ve ahkâmdan ibârettir. Akl-ı sakîm sahipleri, ruhları hasta olanlar, nefslerine düşkün olanlar, yalnız kendi çıkarlarını düşünenler, İslâm dînini idrâk ve takdîr edemez.
http://www.muptelagenc.com/forum/The...ify_inline.gif
-
Cevap: Müslümanlığı seçenler
37 Prof. Dr. ABDÜLKERÎM GERMANUS
(Macar)
(Prof. Dr. Germanus, Budapeşte Üniversitesinde “Şark ilimleri” profesörü olup, bütün dünyaca meşhûrdur. Kendisi Birinci ve İkinci Cihân Harbleri esnâsında Hindistânı gezmiş ve bir müddet Tagorenin idare ettiği (Şanti Naketen) Üniversitesinde hocalık yapmıştır. Bundan sonra, Delhîye gelmiş ve (Câmia-i Milliyye)de müslüman olmuştur. Prof. Germanus bilhâssa Türk lisanı ve Türk edebiyatı üzerinde büyük bir nüfûz sahibi [otorite] kabûl edilmektedir. )
Daha yeni delikanlı olmuştum. Yarı çocuk sayılırdım. Yağmurlu birgün, elime eski bir resimli dergi geçti. Bunda uzak memleketlere âid resimler bulunuyordu. Sayfaları kaydsızca çevirirken, birdenbire bir resime gözlerim takıldı. Bu resimde birtakım tek katlı küçük evler, bunların etrâfında, içinde güller bulunan bahçeler vardı. Evlerin damları üzerinde bizim bilmediğimiz biçimde birtakım güzel elbiseler giymiş insanlar oturuyor ve bir yarım ayın ancak aydınlattığı alaca karanlık sema altında kendileri ile sohbet eden birisini dikkat ile dinliyorlardı. İnsanlar, elbiseler, evler, bahçeler Avrupadakilerden tamamen farklı idi. Resim altında bulunan ifâdeden anlaşıldığına göre, bu resim, Arabistânda, küçük bir şehirde, bir meddâhı dinleyen Arabları gösteriyordu. Ben, o zaman onaltı yaşındaydım. Macaristanda, koltuğa kurulmuş bir üniversite talebesi Macar olarak, bu resime baktıkça, kendimi sanki orada, o Arabların yanında, meddâhın tatlı ve gür sadâsını duyuyor, bundan zevk alıyordum. Bu resim, hayatıma bir istikâmet verdi. Hemen Türkçe öğrenmeye başladım. Çünkü artık şark ile alâkam hâsıl olmuştu. Türkçe öğrendikçe, farkına vardım ki, Türk dilinde Türkçe kelimeler azdır ve Türkçenin şiiri, Fârisî, nesri ise, Arabî ile takviye edilmiştir. O hâlde şarkı iyice anlamak için, bu iki dili de öğrenmek Îcap ediyordu. İlk Üniversite tâtîlinde Macaristana en yakın olan Bosnaya gitmeye karar verdim. Hemen yola çıktım. Bosnaya gelince, bir otele iner inmez (Buradaki müslümanlar nerede bulunur?) diye sordum. Bana bir yer tarif ettiler. Oraya gittim. Türkçeyi daha ancak yarım yamalak biliyordum. Acaba Türklerle anlaşabilecek miydim?Müslümanlar, kendi mahallelerinde, bir kahvede toplanmışlar, keyf çatıyorlardı. Bunlar şalvarlı, bellerinde kuşak ve kuşağın içinde parlak kınlı hançerler bulunan ciddî sûretli, iri yarı insanlardı. Başlarındaki sarıklar ve geniş şalvarları ile hançerleri, onlara biraz acâib bir görünüş veriyordu. Ben, biraz mahcûb, biraz korkak bir hâlde kahveden içeri girerek, bir köşeye büzüldüm. Biraz sonra, onların kendi aralarında gizli gizli hafîf sesle konuştuklarını ve gözleri ile bana işaret ettiklerini gördüm. Muhakkak benden bahs ediyorlardı. Aklıma, Macaristanda işittiğim ve müslümanların hıristiyanları nasıl öldürdüklerini anlatan hikâyeler geldi. (Şimdi yerlerinden kalkacaklar, hançerlerini çekerek beni boğazlıyacaklar) diye düşünüyor, buraya geldiğime bin kere pişman oluyordum. Nasıl firâr edeceğim diye plânlar yapıyor, fakat, korkudan yerimden kımıldayamıyordum. Birkaç dakika sonra, garson bana güzel kokulu bir fincan kahve getirdi. İşâretle, bunun bana kendilerinden, o kadar korktuğum müslümanlardan ikrâm edildiğini bildirdi. Korka korka onlara baktığım zaman, onlardan biri samîmî ve tatlı bir gülümseme ile bana bakarak selâm verdi. Ben de korkudan titreyen dudaklarımla gülümsemeye çalışarak selâmına mukâbele ettim. Benim düşman zannettiğim bu adamlar, yerlerinden kalkarak yanıma geldiler.
Kalbim hâlâ şiddet ile çarpıyor, (şimdi bana saldıracaklar) diye bekliyordum. Hâlbuki, hepsi dostça etrâfıma dizildiler. Tekrar selâm verdiler. Biri sigara uzattı. Sigarayı yakarken, kibritin verdiği ışıkta, uzaktan vahşî görünen bu adamların yüzlerinde çok mübârek bir ifâde olduğunu hayret ile gördüm. Korkum biraz zâil oldu. Pek noksan Türkçem ile onlarla konuşmaya gayret ettim. Daha ağzımdan ilk Türkçe kelimeler çıkarken, onların yüz ifâdeleri büsbütün güzelleşti. Artık dost olmuştuk. Hançerle saldıracak zannettiğim kimseler, beni evlerine dâvet ettiler. Birçok ikrâmlarda bulundular. Bana şefkat ellerini uzattılar. Onlar yalnız benim istirâhatımı, iyiliğimi istiyorlardı. İşte müslümanlarla ilk muârefem [tanışmam], böyle oldu. Ondan sonra, birçok hâdiseler birbirlerini tâkîb etti. Her yeni hâdise, gözümde başka bir perdeyi açtı. İslâm memleketlerini birer birer ziyâret ettim. Bir müddet, İstanbul Üniversitesinde okudum. Anadolunun ve Sûriyenin güzel yerlerini ziyâret ettim. Bu arada Türkçeden başka, Arabî ve Fârisî de öğrenmiş olduğumdan, Budapeşte Üniversitesi beni (İslâm Eserlerini Araştırma) Enstitüsüne profesör olarak tâyîn etti. Üniversitede asırlardan beri toplanmış birçok eski eserleri buldum. Bunları incelemeye başladım. Pekçok güzel şeyler öğrendim. Bu esnâda, İslâm dîni hakkında da bilgiler topluyordum. Bunları inceledikce, İslâmiyet kalbime nüfûz ediyor ve ben okuduğum kitapların [bunların arasında özellikle Kur'an-ı kerim ile Hadis-i şerif kitaplarının] te'sîri altında kalıyordum. Nihâyet, tekrar şarka giderek bu sefer islâm dînini çok yakından tedkîk etmeye karar verdim. Bu seferki seyâhatim, beni Hindistâna götürdü. Ruhum boştu. Ruhum susamıştı. Delhîye geldiğim gece, rü'yâmda Muhammed bana göründü. Üzerinde sâde, fakat çok kıymetli bir elbise vardı. Bu elbiselerden bana doğru, çok güzel bir koku geliyordu. Kibâr, çok güzel, sevimli, parlak yüzü ve nûr saçan tatlı gözleri karşısında, dilsiz kalmıştım. Bana çok tatlı, fakat emredici bir sesle ve arabî olarak, (Neden üzülüyorsun?Önündeki yolu artık biliyorsun. Doğru yolun hangisi olduğunu seçecek bir seviyeye vardın. Hiç durma ve hemen o yola gir!) buyurdu. Bütün vücûdüm titriyordu. Kendisine arabî olarak, (Yâ Resûlallah ! Sen Allahın Peygamberisin! Ben artık buna inandım. Fakat acaba müslüman olursam huzura kavuşacak mıyım?Sen çok büyük bir varlıksın!Sen, bütün düşmanlarını yendin ve dâimâ doğru yolu gösterdin!Fakat, ben zevallı, âciz bir kul, göstereceğin yolda bulunabilecek miyim?) dedim. Muhammed ciddî ciddî bana baktı ve yavaş yavaş Kur'an-ı kerimden meâl-i şerifi, (Biz dünyayı size bir mesken, dağları da dayanak olarak yaratmadık mı?Sizleri çift olarak dünyaya getirdik ve size dinlenmek için, uyku nîmetini verdik) olan, Nebe' sûresinin yedi, sekiz, dokuz ve onuncu âyetlerini okudu. Bunları söylerken, ağzından çıkan kelimeler, gümüş çıngırakların sesi gibi, tatlı tatlı çınlıyordu. Kan ter içinde kalmıştım. (Allahım, ben artık uyuyamıyorum, etrâfımda bulunan ve kalın örtüler içinde saklı duran muammaları [anlaşılmaz şeyleri] çözemiyorum. Yâ Resûlallah, yâ Muhammed! Bana yardım et, beni aydınlat!) diye bağırmaya başladım. Bir yandan da, o büyük Peygambere eziyyet vermekten korkuyordum. Buğazımdan anlıyamadığım sadâlar çıkıyor, çırpınıyordum. Nihâyet, kendimi bir boşluğa yuvarlanıyormuş gibi his ettim ve tere batmış bir hâlde uyandım. Kalbim şiddet ile atıyor, kulaklarım çınlıyordu.
Cuma günü, Delhîde Şâh cihân câmiinde şöyle bir hâdise oldu. Sarı saçlı, donuk beyaz yüzlü yabancı bir genç, bazı yaşlı müslümanların arasında câmiye giriyordu. Bu bendim. Üzerimde bir Hindli elbisesi vardı. Yalnız, göğsüme bana İstanbulda verilen bir altın madalyayı takmıştım. Câmideki müslümanlar, bana hayret ile nazar ediyorlardı. Ben ve arkadaşlarım minberin yakînine vâsıl olduk. Biraz sonra, ezan sesi duyulmaya başladı. Câmiin içinde bulunan yaklaşık 4000 kişinin, sanki bir ordu gibi sür'at ile bir hizâya geldiğini gördüm. Namaz başlamıştı. Ben de onlarla berâber namaza durdum. Bu benim için unutulmaz bir ân idi. Namaz bitip hutbe de okunduktan sonra, Abdülhay beni elimden tutarak minbere götürdü. Minbere giderken, yere bağdaş kurmuş olanlara çarpmamak için, son derece dikkat ediyordum. Nihâyet minberin yakînine vâsıl oldum ve merdivenlerini çıkmaya başladım. Daha ilk adımlarımı attığım zaman, beyaz sarıklar altında bulunan birçok yüzlerin, tarla içindeki papatyalar gibi, bana çevrildiğini görüyordum. Minber etrâfında toplanmış olan ulemâ bana teşvîk edici nazarlarla bakıyorlardı. Onların bu bakışı, lâzım olan kuvveti bana veriyordu. Minbere çıktım. Etrâfıma baktım. Önümde muazzam bir insan denizi vardı. Herkes başını kaldırmış, dikkat ile beni dinliyordu. Ağır ağır ve arabî olarak söze başladım. (Ey burada hazır bulunan çok muhterem insanlar!Ben buraya uzak bir memleketten, orada öğrenemiyeceğim şeyleri öğrenmek için geldim. Burada maksadıma kavuştum ve ruhum huzur ile doldu. ) Sonra, onlara, tarihte islâmiyetin aldığı mevki', Allahü teâlânın, büyük Peygamberi Muhammed aleyhisselâmın elinde muhtelif mucizeler yarattığını, bugün islâm devletleri, eski kudretlerini gayb etmişlerse, bunun sebebinin, müslümanların, dinlerine, Îcap eden ri'âyeti göstermemeleri olduğunu anlattım. Bazı müslümanların, çok kere insanın kendi başına birşey yapamıyacağını, bunun için, çalışmaya lüzûm olmadığını, çünkü her şeyin Allahü teâlâdan geldiğini, insanın bunu değiştiremiyeceğini söylediklerini, hâlbuki, Kur'an-ı kerimde, Allahü teâlânın (İnsanlar kendilerini düzeltmedikce, hiçbir şeyin düzelmiyeceğini ve kendileri gayret etmezlerse, hiçbir şeyi başaramıyacaklarını), (Çalışanlara yardım edeceğini) beyan buyurduğunu ilâve ettim. Kur'an-ı kerimde, insanların dâimâ çalışması, âciz kalmaması hakkında yazılı olan âyet-i kerimeleri ele alarak, bunları birer birer îzâh ettim. Nihâyet, muhtasar bir duâ yaparak minberden indim.
Minberi terk ederken, gök gürültüsü gibi, bir “ALLAHÜ EKBER!”! sesi câmii çınlattı. Büyük bir heyecan içindeydim. Etrâfımı göremiyordum. Refîkım Aslanın beni kolumdan tutarak sür'at ile câmiden çıkardığının farkına vardım. (Neden böyle acele ediyoruz?) diye sordum. (Arkana bak!) dedi. Başımı arkaya çevirdim. Aman Allahım, bütün cemaat arkamdan koşarak bana yetişmeye çalışıyordu. Yanıma geldiler. Bir kısmı boynuma sarılarak beni kucaklıyor, bir kısmı ise, elimi öpmeye çalışıyordu. Başka bir kısmı, onlara duâ etmemi taleb ediyordu. (Allahım, benim gibi çok âciz bir kulun, onların gözünde âlî bir insan olarak görünmesine müsâade etme!) diye yalvarıyordum. O kadar mahcûb olmuştum ki, kendimi bu temiz müslümanların malını çalmış veya onlara hıyânet etmiş zannediyordum. İşte o gün anladım ki, halkın beğendiği bir politikacının eline muazzam bir kuvvet geçiyor!Eğer böyle bir politikacı, halkın ona verdiği kuvveti fena kullanırsa, memleket harap olur.
O gün, bütün müslüman kardeşlerime, çok âciz bir kul olduğumu söyliyerek evime döndüm. Fakat onların dostluğu, sevgisi, bana karşı gösterdikleri hürmet, haftalarca devam etti. Bana, o kadar büyük bir sevgi gösterdiler ki, bunun te'sîri, hayatımın sonuna kadar bana kâfî gelecektir.
38 İBRÂHÎM VOO
(Malayalı)
Ben, müslüman olmadan evvel katolik bir hıristiyandım. Misyonerler beni katolik yapmıştı. Fakat, bu dîne bir türlü ısınamıyordum. Çünkü, râhibler, üç Allaha inanmaklığımı istiyorlar ve sonra İşâ-i rabbânîyi yâni [Îsâ aleyhisselâmın etinin ekmek ve kanının şarap olduğunu temsîl eden âyini] ve kudsî ekmeğe tapmak mecbûriyetini emrediyorlardı. Papanın, günahsız olduğunu ve o ne derse yapmak Îcap ettiğini ve buna benzer aklın kabûl etmediği birçok şeyleri öğretiyorlar, bunlara inanılmazsa, insanın mahv ve perîşân olacağını söylüyorlardı. Râhiblerden, söyledikleri şeylerin ne demek olduğunu soruyor, onlardan aklımın kabûl edeceği bir îzâh bekliyordum. Fakat hiç biri, bu husûsta tafsîlat veremiyor, (Bunlar kudsî sırlardır. Kimsenin aklı ermez) demekle iktifâ ediyorlardı. Bir insan aklı ermediği bir şeyi nasıl kabûl ederdi ?Ben yavaş yavaş bu işte bir sakatlık olduğunu, hıristiyanlığın doğru bir din olmadığını düşünüyor ve ondan büsbütün nefret ediyordum. Hele, râhiblere başka bir dinden, meselâ islâmiyetten bahs edilse, hemen ifrit kesiliyorlar, (Muhammed bir yalancıdır. İslâm uydurma bir dindir) diye bar-bar bağırıyorlardı. (Peki, bu din, niçin yalancı bir dindir?) diye sorduğum zaman, buna da bir cevap veremiyorlar, kekeliyorlardı. Onların bu hâli, beni islâm dînini yakından tedkîk etmeye sevk etti. Malayada bulunan müslümanlarla temâs ettim. Onlardan dinleri hakkında bilgi taleb eyledim. Bunlar râhiblere hiç benzemiyordu. Bana islâmiyet hakkında çok güzel mâlûmat verdiler. Şunu da sözlerime ilâve edeyim ki, başlangıçta kendileri ile adamakıllı münâkaşa ettim. Fakat onlar, benim bütün suâllerime o kadar inandırıcı cevaplar verdiler, bunları o kadar metânet ve sabrla karşıladılar ki, yavaş yavaş gözümün önünde bir perde açıldığını, içime büyük bir huzur ve ferahlık geldiğini his ediyordum. Birçok hurâfelerle dolu olan hıristiyanlığın tam aksine, bu dinde herşey akla uygun, mantıkî ve fikrî idi. Müslümanlar tek bir hâlıka [yaratıcıya] inanıyorlardı. Bu büyük yaratıcı, insanların günahkâr olduğunu söylemiyor, onlara nîmetini bol bol ihsân ediyordu. Verdiği emirler arasında, benim anlamadığım tek şey yoktu. İbâdetleri, sırf Allahü teâlâya hamd etmek içindi. Onlar muhtelif resmlere, işaretlere tapmıyorlardı. Kudsî kitapları olan Kur'an-ı kerimin her âyetinin lezzetini ruhumda duyuyordum. İbâdet için muhakkak bir mâbete gitmek mecbûriyeti yoktu. İnsan, evinde yâhut herhangi bir yerde ibâdet edebilirdi. Bütün bunlar, o kadar güzel, doğru ve insânî şeylerdi ki, ben artık, hakîkî Allah dîninin, müslümanlık olduğunu kabûl ettim ve seve seve müslüman oldum.
-
Cevap: Müslümanlığı seçenler
39 İSMÂ'ÎL WİESLEW ZEJİLERSKİ
(Polonyalı)
1900 senesinde Polonyada Krokov şehrinde doğdum. Âilem Polonyanın ismi tarihe geçen meşhûr bir âilesidir. Babam tam bir ateist [dinsiz] idi. Fakat, buna rağmen çocuklarının katolik terbiyesi almasına izin vermişti. Polonyada çok katolik vardı. Annem de koyu bir katolik olduğundan, bizim de katolik olarak yetişmemizi istiyordu. Ben, dîne karşı büyük bir saygı sahibi idim. Gerek ferdin, gerek cem'ıyyetin hayatında dînin en mühim bir rehber olduğuna inanıyordum.
Bizim âile, sık sık yabancılarla görüşürdü. Babam gençliğinde, çok seyâhatlar yapmış ve birçok ecnebî ahbâblar te'mîn etmişti. Bundan dolayı biz, diğer ırklara, medeniyetlere, dinlere karşı bir saygı besliyorduk. Kimseyi kimseden ayırmaz, her millete, her ırka, kısaca her insana karşı hürmet duyardık. Ben kendimi Polonyalı değil, dünya vatandaşı sayardım.
Âilemin dünya işlerinde düşüncesi, tam (orta yolu tutmak) fikrine dayanıyordu. Babam, hiçbir iş görme âdeti olmıyan aristokrat [imtiyazlı] bir sınıftan gelmiş olmasına rağmen, tenbelliği, işsizliği hiç sevmez, herkesin muhakkak bir işi olmasını tavsiye ederdi. Diktatörlüğün tamamiyle aleyhinde idi. Fakat, dünyada kurulmuş olan nizâmı ve intizâmı bozacak bir sosyal inkılâbı [devrimi] da aslâ kabûl etmiyordu. Eski zamanın getirdiği âdetlere büyük bir saygısı vardı. Bunların bozulmasını istemiyordu. Kısaca, babam kurûn-u vüstânın [Orta çağın] modernleşmiş ve orta yoldan yürüyen bir şövalyesi idi. Babamın bana verdiği hür terbiye, beni bir müdekkık [araştırmacı] yapmış, sosyal mes'eleleri araştırmaya başlamıştım. Dünyada çözülmesi lâzım birçok sosyal, siyâsî, ekonomik problemler vardı. Bunları çözmek ve doğru yolu bulmak için ne yapmak gerekiyordu?Görüyordum ki, insanlar bu işlerde birbirinden çok uzak iki cebheye ayrılmıştı. Bir tarafta kapitalizm, diğer tarafta komünizm. Bir tarafta baskı ve terör, diğer tarafta tamamen başıboşluk. Hâlbuki, insanların rahat ve huzur içinde yaşaması için, bu iki cebhenin bir anlaşmaya varması ve orta bir yol bulması Îcap ediyordu. Benim kanaatime göre insan cemiyeti, hür, fakat disiplinli, bugünkü hayat şartlarına uygun, fakat eski âdetlere de saygılı bir esasa dayanmak zorunda idi. (Tam orta yolda yürümek) prensiplerine uygun olarak yetiştirilen, benim gibi bir insanın böyle düşünmesi gayet tabî'î idi. Bize (İlerlemiş muhâfazakârlar = Progressive Traditionalist) adını koymuşlardı.
Onaltı yaşına bastığım zaman, (Acaba katolik dîni, bu esası kuramaz mı?) diye düşünmeye başladım. Bunun için, katolik dînini daha yakından inceledim. O zaman, kilisede bana telkîn edilen akîdelerin bazısının, bir türlü aklıma yatmadığını gördüm. Bunların en başında üç ALLAH mes'elesi geliyordu. Sonra İşâ-i rabbânî [Îsâ aleyhisselâmın etinin ekmeğe, kanının şarapa dönmesi] inancı, Allahü teâlâya duâ ederken, muhakkak araya bir papaz koymak mecbûriyeti ve bizim gibi bir insan olan Papanın, günahsız olduğu iddiâsı, yâni ona bir nev' ALLAHlık verilmesi, birtakım işaret, resim ve heykellere, ibtidâî insanlar gibi tapılması, birtakım garîb hareketler yapılması, beni yavaş yavaş hıristiyanlıktan nefret duymaya sevk etti. Bu dînin insânlığı felaketlerden halâs etmesi şöyle dursun, esası çürük ve hiçbir kıymeti olmıyan bâtıl bir inanış olduğunu düşünmeye başladım. Artık dîne karşı tamamen kayıdsız kaldım.
İkinci Cihân Harbinden sonra, içimde tekrar bir dîne inanma ihtiyacı duydum. Farkına vardım ki, insanlık hiçbir zaman dinsiz kalamaz. İnsanların ruhu dîne muhtacdır. Din, en büyük rehber, en derin tesellî menbâ'ıdır. Dinsiz insan mahv olmaya mahkûmdur. İnsanlara en büyük fenalık, dinsizlikten gelmektedir. Tâm ve mükemmel bir cemiyet hayatı yaşayabilmek için, insanların birbirine bağlanması, doğru yolda yürümesi, ancak din sâyesinde mümkindir. Şunun da farkına vardım ki, bugünkü mütekâmil bir insan, bugünün hayat şartlarına, ilmin bugün eriştiği dereceye uymıyan, yalnız birtakım garîb fikirlerden ibâret olan ve akl-ı selîme uygun gelmiyen bir dîni de kabûl edemez. Hıristiyanlık dîni böyle idi. Acaba diğer dinler nasıldır diye merak ederek, dünyada bulunan bütün dinleri tedkîk etmeye karar verdim. Amerikalı Quakerlerin dînini, Unitarianları, hattâ Behâîleri bile tedkîk ettim. Fakat bunların hiçbiri, beni tamamiyle tatmîn etmedi.
Nihâyet İslâmiyeti keşf ettim. Elime Esperanto lisanında yazılmış (İslâmo Esperantiste Regardata) isminde bir kitap geçti. Bu kitabı, müslüman bir İngiliz olan, İsmâ'îl Colin Evans neşretmişti. İşte bu kitap, beni 1949 senesinde, müslümanlığa götüren rehber oldu. Onu okudum. Kâhirede (Dâr-ut-teblîg-ul-islâm) teşkilâtına mürâceat ettim ve onlardan müslümanlık hakkında mâlûmat istedim. Oradan bana gönderilen, gene Esperanto dilinde yazılmış (İslâmo Chies Religio) isminde bir kitap, benim îmanımı tamamladı ve müslüman oldum.
Müslümanlık, çocukluktan beri taşıdığım düşünce, arzu ve temennîlerime tam cevap vermektedir. İslâmiyette hem hürriyet, hem de disiplin vardır. İslâmiyet, Allahü teâlâya karşı olan vazîfelerimizi sayarken, dünyada da rahat ve huzur içinde yaşamak için lâzım olan şeyleri bildirir. İslâmiyet, bütün insanlar için, hattâ her canlı için, haklar tanır. İctimâ'î mes'elelerde, islâmiyet en mühim problemleri en doğru tarzda çözmüştür. Ben bir sosyolog olarak, islâmiyetteki (zekât) ve (Hac) vazîfelerinin büyüklüğüne ve mükemmelliğine hayrân kaldım. Kendisine, dünya malından fazla pay verilmiş kimsenin, malının belli bir kısmını fakirlere dağıtması [zekât] ve zengin, fakir, büyük rütbeli, küçük rütbeli, yaşlı, genç, tüccâr, esnâf, asker, bütün müslümanların bir araya gelerek yanyana Allahü teâlâya ibâdet etmeleri ve birbirini tanımaları [cemaat ile namaz ve hac], bugün sosyal ilimlerin erişmek istediği ve bir türlü vâsıl olamadıkları yüksek gayelere, islâm dîninin çoktan vardığını göstermektedir. İslâm dîni bu sâyede, kapitalizm ile komünizm arasında en mükemmel vasat yolu göstermiş, bütün insanların arzuladığı husûsları te'mîn etmiştir. İslâmiyet, hangi ırk, hangi milliyyet, hangi sosyal derece, hangi renkten ve dilden olursa olsun, dünyadaki bütün insanları bir araya getirebilen, onlara aynı hakları veren, servet farkını, ictimâ'î [sosyal] yardımı ayarlayan, aynı zamanda onlara Allah korkusunu da aşılayarak, maddî ve mânevi disiplini sağlıyan muazzam bir dindir. İslâmiyette tenkid edilen poligami [yâni teaddüd-i zevcât, birkaç kadınla evlenmek] bile, insanların biyolojik ihtiyacına göre bildirilmiş bir keyfiyyet olup, hiç bir zaman tek kadınla yaşamayan katoliklerin, iki yüzlü monogamisinden [tek kadınla evlenmek] daha dürüst bir hükmdür.
Son söz olarak, Allahü teâlâya, bana doğru yolu gösterdiği ve beni kendi rızasına kavuşturan hak yola kavuşturduğu için hamd-ü senâ ederim.
40 MÜ'MİN ABDÜRRAZZAK SELLİAH
(Sri-Lankalı = Seylanlı)
Bir zamanlar, islâmın en büyük düşmanıydım. Çünkü, bütün âile efrâdım, bütün tanıdıklarım bana islâmın saçma sapan, uydurma ve insanı doğru Cehenneme götürecek bir din olduğunu söylüyor ve benim müslümanlarla konuşmamı men ediyorlardı. Ben de müslümanları gördükçe hemen kaçıyor, arkalarından onlara lânet ediyordum. O zamanlar, rü'yâmda, birgün bu dîni yakından tedkîk ederek ona hayrân kalacağımı ve müslümanlığı kabûl edeceğimi görseydim, muhakkak hayra yormazdım.
Niçin müslüman oldum?Buna vereceğim cevap çok kısadır. İslâmda beni kendisine çeken en büyük meziyyet, bu dînin çok sâde, tertemiz, gayet mantıkî, herkes tarafından kolaylıkla anlaşılabilen, bunun yanında, içinde çok derin nasihatlar ve hikmetler bulunan bir din olmasıdır. İslâm dînini daha tedkîk etmeye başlar başlamaz, benim üzerimde büyük bir te'sîr yaptı ve onu hemen kabûl edeceğimi anladım.
Ben hıristiyan terbiyesi gördüm. Elime verilen İncîlden daha kıymetli bir din kitabı bulunmadığını zannediyordum. Fakat Kur'an-ı kerimi okumaya başlayınca, bu kitabın elimdeki İncîlden kat kat üstün olduğunu, bana İncîlin öğretmediği birçok güzel şeyleri öğrettiğini hayret ile gördüm. Hıristiyan dîninde, akl-ı selîmin kabûl edemiyeceği birçok efsâne, garîb îtikatlar vardı. Kur'an-ı kerim, bütün bunları red ediyor, insanlara onların anlıyacağı ve her bakımdan doğru bulacağı esasları öğretiyordu. Yavaş yavaş İncîl gözümden düşmeye başladı. Artık, iki elimle Kur'an-ı kerime sarılmıştım. Onda okuduğum her şeyi anlıyor, beğeniyor, hayrân oluyordum. Demek oluyor ki, hak din, islâm dîni idi. Bunu idrâk edince, İslâmiyeti kabûle karar verdim ve îman ederek huzur ve sevgi dînine kavuştum.
İslâmiyette en çok beğendiğim ve beni kendisine kuvvet ile cezb eden husûs, müslümanların birbirini kardeş kabûl etmesidir. Renk, ırk, meslek, milliyyet, memleket farkı olmadan, dünyada bütün müslümanlar, birbirlerini kardeş bilirler, severler, birbirlerine iyilik etmeği, yardım etmeyi mukaddes vazîfe kabûl ederler. İncîlin (Komşunu kendin gibi seveceksin) kâidesi, ancak müslümanlarda vardır. Diğer dinlerin hiçbirinde yoktur. İslâmiyetteki kardeşlik, yalnız lafta kalan bir bağlılık değildir. Dünyadaki bütün müslümanlar, her zaman, her yerde, birbirini tanısın, tanımasın, dâimâ el ele verirler, birbirlerine yardıma koşarlar.
İslâmiyette takdîr ettiğim ikinci bir husûs da, bu dinde hiçbir hurâfenin, anlaşılmaz bir husûsun bulunmayışıdır. Müslümanlık ahkâmı, mantıkî, pratik, aklî ve moderndir. İslâm dîni, tek bir hâlık [yaratıcı] tanır. Ruh-ul-kuds kelimesi Kur'an-ı kerimde vardır. Fakat bu, Allahü teâlânın kudsiyyeti veya Cebrâîl ismindeki melek mânasına gelir. Ayrı bir ilâh değildir. İslâmın ahkâmı, yâni emir ve yasakları, son derece sâde, mantıkî ve her bakımdan, en modern yaşama tarzına uygundur. Bütün dünyanın kabûl edebileceği tek hak din, İslâm dînidir.
TENBÎH: Ruh-ul-kuds kelimesi, Kur'an-ı kerimde birkaç sûrede vardır. Bulundukları yere göre, çeşidli mânalara geldiği, tefsîr kitaplarında yazılıdır. Kısaca, Cebrâîl ismindeki melek, Allahü teâlânın hayat verici, koruyucu sıfatları, Îsâ aleyhisselâmın ruhu, İncîl kitabı mânalarına gelmektedir. Kelimenin mânası, temiz ruh demektir.
-
Cevap: Müslümanlığı seçenler
41 FÂRÛK B. KARAI
(Zengibarlı)
Müslümanlığı, büyük Peygamber Muhammed aleyhisselâma hayrân olduğum için kabûl ettim. Zengibarda birçok müslüman ahbâbım vardı. Müslümanlık hakkında çok güzel şeyler anlatıyorlardı. Bana verdikleri müslümanlığa âid kitapları âile fertlerimden gizli olarak okuyordum. Nihâyet, 1940 senesinde, ne olursa olsun, müslüman olmaya karar verdim. Âilemin ısrârlarına ve o zamana kadar mensûb bulunduğum Parsi dîninin râhiblerinin tazyîklerine rağmen, müslüman oldum. Bu sebebden başıma neler geldiğini, ne gibi zorluklarla karşılaştığımı uzun uzadıya anlatmıyacağım. Âilem beni, îmandan mahrum etmek için akla sığmaz vâsıtalara başvurdu. Bana çok eziyyet ettiler. Fakat, bir kere hidâyete eriştikten sonra, her cins tehdîde mukavemet ederek, hak dînime kuvvet ile sarıldım. Şimdi tek Allahı ve Onun son Peygamberi Muhammed aleyhisselâmı, cânımdan çok seviyorum.
Âilemin bana çıkardığı her türlü müşkillere, Cebel-i târık kayaları gibi karşı koydum. Bu zorluklarla uğraşırken (Ben Allahü teâlânın emrettiği yoldayım. Allahü teâlâ her şeyin doğrusunu bilir ve beni korur) îtikatım bana kuvvet ve cesaret veriyordu.
Guyratide Kur'an-ı kerimi okuyup tedkîk etmek fırsatı buldum. Kur'an-ı kerimi okudukça, ona tamamen bağlandım. Dünyada başka hiçbir dînin insanlara doğru yolu gösteremiyeceğine bütün kalbimle inandım. Kur'an-ı kerim, insanlara sâdelik içinde yaşamağı, kardeşliği, eşitliği ve insanlığı öğreten, dünyada ve âhirette rahat ve huzur içinde bir hayat bahş eden mukaddes bir kitaptır. İnsanlar için en büyük rehber olan, Allahü teâlânın bu kitabının getirdiği islâm dîni, dünyanın sonuna kadar devamlı kalacaktır.
42 KAPTAN KUSTO
(Fransız)
[Fransada müslümanlık, her sanatta, her cihette şöhret kazanmış kimseler arasında hızla intişar ediyor. Hıristiyanlığı bırakarak İslâm dînini tercîh edenlerin adedi yüzbine ulaştı. Katolikliğin Fransada en yüksek makamı olan “Paris Arşovekliği” bu rakamı tasdik eyledi.
İslâm dînini tercîh edenlerin sâdece işsizler, memurlar değil, her cihette şöhret kazan mış kimseler olması, nazar-ı dikkati celb etmektedir.
Müslümanlığı tercîh edenlerin arasında denizaltı araştırmaları ile bütün dünyanın yakından tanıdığı Kaptan Kusto yer alıyor.
Fransada dünyaca meşhûr kimselerin müslümanlığı kabûl etmelerinin te'sîrleri devam ederken, dünyanın en meşhûr denizaltı kâşiflerinden Kaptan Kusto, İslâm dînini tercîh etmekle hayatının en doğru kararını verdiğini söyledi.
Televizyonda yayınlanan (Yaşayan Deniz) programı ile okyanusların sırlarını bir bir gözler önüne getiren Kaptan Kusto, İslâm dînini tercîh etmesine asl sebep olan vak'anın, Atlas Okyanusu ile Akdeniz sularının birbirine karışmadığını tesbît ettikten sonra, bunun 1400 sene önce dünyaya indirilen Kur'an-ı kerimde beyan buyurulduğunu görmesi olduğunu bildirdi.]
Kaptan Kusto, İslâm dînini tercîh etmesine sebep olan hâdiseyi şöyle anlattı:
(1962 senesinde Alman ilim adamları, Aden körfezi ile Kızıldenizin birleştiği Mendeb boğazında, Kızıldenizin suyu ile Hind Okyanusunun suyunun birbirine karşımadığını bildirmişlerdi. Biz de, Atlas Okyanusu ile Akdenizin sularının birbirine karışıp, karışmadığını tedkîk etmeye başladık. Evvelâ, Akdenizin kendine hâs sıcaklığı, tuzluluğu ve kesâfeti ile ihtivâ ettiği canlıları tesbît ettik. Aynı tedkîkatı Atlas Okyanusunda tekrarladık. İki su kütlesi binlerce seneden beri Cebelitârık boğazında birleşiyordu. Bu vaziyette, iki su kütlesinin karışması ile tuzluluk, kesâfet gibi unsurların birbirlerine müsâvî, hiç olmazsa yakın olması Îcap ediyordu. Hâlbuki, her iki denizin en yakın kısmlarında bile deniz suyu kendi hâssasını koruyordu. Yâni, iki denizin birleşme noktasında bir su perdesi iki deniz suyunun birbirine karışmasına mani oluyordu. Bu hâli anlattığım Profesör Maurice Bucaille, bunda şaşılacak bir şey olmadığını, İslâmın kudsî kitabı Kur'an-ı kerimin bunu açık bir şekilde yazdığını söyledi. Hakîkaten bu hâl Kur'an-ı kerimde dosdoğru açıklanıyordu. Bunu öğrenince Kur'an-ı kerimin (Allahü teâlânın kelâmı) olduğuna inandım. Hak din olan İslâmiyeti seçtim. İslâm dîni, mânevî gücü ile bana gayb ettiğim oğlumun acısına dayanma sabrını verdi. )
-
Cevap: Müslümanlığı seçenler
insanların hak yolunu bulması ne güzel şey
ALLAH herkese nasip etsin bu mutluluğu
çok harika bir paylaşımdı abi emeğine gönllüne sağlık
-
Cevap: Müslümanlığı seçenler
emeğine sağlık kardeşim"ALLAH C.C." razı olsun...
verdiğin bilgiler için...
dua ile....
-
Cevap: Müslümanlığı seçenler
MICHAEL WOLFE KİMDİR?
Michael Wolfe şiir, kurgu, seyahat ve tarih sahasında eser vermiş Müslüman bir yazar. 1993 yılında Mekke'ye yaptığı Haccı kaleme aldığı Hac kitabı, Grove Press yayınları arasından çıktı. 1997'de on yüzyıl boyunca Hac ile ilgili kaleme alınmış yazılardan derlediği Mekke'ye Çıkan Bin Yol adıyla bir antoloji hazırladı. ABC televizyonunda gösterilen hacla ilgili bir belgesel film çekti. 2002'de Alex Kronemer'le birlikte, Muhammed : Bir Peygamberin Mirası ismiyle çektiği iki saatlik belgesel film, Cine Award Özel Ödülü'nü kazandı. Bu film, on iki ayrı dile çevrilerek National Geographic Channel'de gösterildi. Aynı yıl, Taking Back Islam adıyla Wolf, Amerika'da meydana gelen 11 Eylül olayına ilişkin yöneltilen eleştirilere Müslüman yazarların cevaplarını bir kitapta topladı. Bu kitap ise 2003 Wilbur Ödülü'nü kazandı. Wolfe, yeni belgesel ve kitap çalışmalarına hızla devam ediyor.
Yirmi beş yaşına kadar dünyada herkesin kendi çıkarı için yaşadığına inanan bir Amerikalıydım. Fakat sonra içimde bir şeylerin eksikliğini hissetmeye başladım. Dünyayı daha farklı görmemi sağlayacak yeni bir şeyler arama ihtiyacı duydum.
Böyle bir ihtiyacı hissetmemde yetişme tarzımın önemli bir yeri olduğunu düşünüyorum. Aile kültürümüz çoğulcu bir yapıya dayanıyordu. Bu çerçevede özellikle ırkçılık ve özgürlük konuları benim için hassas konulardı.
Bu zihinsel formata sahip birisi olarak, üç yıllığına Afrika'ya gittim. Orada, çoğu Müslüman olan farklı kabilelerle birlikte, Araplar, Berberiler ve Avrupalıları tanıma fırsatı buldum. Karşılaştığım insanların çoğu, mensup oldukları ırkı bir sosyal statü ve prestij meselesi olarak algılayan Batılı düşünce tarzından uzaktılar. Bu yüzden olsa gerek, onların arasında iken, farklı bir renge sahip olmam yadırganmadı. Gittiğim yerlerde son derece samimi ve içten bir tavırla karşılandım. Fakat konuştukça, onların farklı bakış açılarını daha iyi farkettim. Meselâ, iş lafa gelince Avrupalı ve Amerikalılar ırkçı fikirlerden uzak olduklarını söylerler; ama beyinlerinde insanları otomatik olarak ırklarına göre sınıflandıran bir mekanizma vardır. Bunun tam aksine Müslümanların ise, insanları inanç ve ferdî davranışlarına göre değerlendirdiklerine bizzat şahit oldum. Malcolm X adlı filmde de halkın kurtuluşu böylesi bir İslâmî bakış açısında görülüyor ve şöyle deniyordu: "Amerika'nın İslâm'ı anlamaya ihtiyacı var, çünkü bir toplumu ırk probleminden kurtaracak din budur."
O yıllar içinde, bir yandan da içinde yetiştiğim materyalist kültürün etkilerinden kurtulmaya çalışıyordum. Hayatımda manevî bir boyut olmasını arzu ediyordum. Çocukluğumdan beri öğretilen geleneksel metodlar, bu konuda bir işe yaramıyordu. Babam bir Yahudi; annem ise Hıristiyandı. Dolayısıyla her iki dinle de alâkalıydım. Bu iki dinin şüphesiz kendilerine has derinlikleri vardı. Fakat özellikle Yahudilikteki "seçilmiş insanlar" yaklaşımını kabul edilemez buluyordum. Hıristiyanlık ise bünyesinde bir yandan bakarsanız çok fazla sır, diğer yandan bakarsanız çok fazla kapalılık ve belirsizlik barındırıyordu.
Şu kadarını söyleyebilirim ki, sadece çocukluk yıllarımdaki tecrübelerimle yetinseydim, şu anki halime ulaşmam mümkün olmazdı. Bu noktada Afrika seyahatlerimde edindiğim tecrübelerin önemli bir katkısı olduğunu söyleyebilirim. Fakat bu seyahatler düzenli bir hayat kurmama engel olduğu için bırakmak zorunda kaldım. Ayrıca bu seyahatlerden ne kadar istifade etsem de, benim aradığım şey yeni bir kıta veya kurum değildi. Benim aradığım, ruhumu manevî anlamda zenginleştirecek bir anlam çerçevesiydi. Bir kültürden diğerine geçmek gibi sathî bir niyetim yoktu. Ben ruhumu, kalbimi ve aklımı doyuracak yeni bir anlam dünyası arıyordum.
1981-85 yılları arasında özellikle Fas'a seyahatlerim oldu. Egzotik ülkelerle ilgili kitapları okumaktan büyük zevk alıyordum. Bu tür çalışmaları olan yazar Freya Stark'ın şu cümlelerinden çok etkilenmiştim: "Arabistanın daima keyif alınan bir yer olması, seyahat eden kişinin orada kendisini sadece bir insan olarak algılamasından kaynaklanır. Arabistan toprağını gezip görmeniz için bunun dışında beş nedeniniz daha var: Sorunlarınızı arkada bırakmak, para kazanmak, yeni şeyler öğrenmek, iyiliklere muhatap olmak ve saygın insanlarla tanışmak."
Bu satırları okuyunca, gerçekten ne aradığım konusunda biraz daha netleştim. Benim bağlanacağım din, metafizik ve bilimle çelişmeyen bir inanç sistemi olmalıydı. Dar ırkçı yaklaşımlarla veya köksüz bir mistisizmle kuşatılmış olmamalıydı. Din adamları, Yaratıcı ile kullar arasında hegemonya kurmamalıydı. "Tabiat" ile "kutsal" birbirinden ayrılmamalı; ikisi bir bütün olarak ele alınmalıydı. İnsanı ruhu ve bedeni ile kendi içinde çelişkiye düşürmemeliydi. Kadınlar otomatikman günaha sürükleyen kötü varlıklar olarak tasvir edilmemeliydi. Sadece metafizik öne çıkarılarak, fizikî ihtiyaçlar göz ardı edilmemeliydi. Son olarak, gün içinde inancımı tazelememe yardımcı olacak ve beni manevî açıdan zinde tutacak ibadetleri olmalıydı. Ama hepsinden önemlisi, özgür iradeye fırsat tanımalıydı. Araştırmalarımı derinleştirdikçe, bu vasıflara en çok uyan dinin İslâm olduğunu anladım.
Bu noktaya ulaşmam, Batı dünyası içinde yetişmiş birisi olarak aslında büyük bir başarı sayılır. Zira çevremde tanıdığım eğitimli Batılıların çoğu dinle ilgili konulara çok şüpheci bakarlar. Onlara göre; din, ya siyasî manipülasyon amacıyla kullanılan bir araçtır; ya da Ortaçağa yani geçmişe ait bir kavramdır. Kuşkusuz böyle düşünmelerinin kendine göre sebepleri vardır. Bunlar arasında en başta gelen sebep, Batının tarihsel geçmişi içinde dinin çokça kan dökülmesine yol açmış olmasıdır. Haçlı seferlerinden engizisyona, nazizm ve komünizmin değiştirilemez prensiplerine kadar pek çok olumsuz tecrübe yaşayan Batılı insanlar, din konusunda bir bıkkınlık duygusu içindedirler. Bu ve benzeri nedenlerle Batı dünyasında ve özellikle entelektüel insanlar arasında dine karşı olumsuz bir bakış vardır ve din hayatın dışına itilmeye çalışılır.
Laik hümanizm, Batılıların çoğu için solunan hava kadar önemlidir. Çünkü bu düşünce biçimi, üzerinde hassasiyetle durduğumuz demokrasi ve özgürlük anlayışımızın temelini teşkil eder. Fakat bazen kendi dünyamıza o kadar gömülürüz ki, yeryüzünde bizimkinden farklı yaşam biçimlerinin olduğunu hatırlamayız bile. Oysa yeryüzünde pek çok düşünüş biçimi ve inanç var. İslâm'dan bahsedecek olursak, meselâ dünya üzerinde tek bir İslâm öğretisine bağlı olarak yaşayan 650 milyon insan var; ve bunlar 44 ülkede çoğunluğu teşkil ediyor. Bunların dışında Amerika, Asya ve Avrupa'da azınlık olarak yaşayan pek çok Müslüman söz konusu. En çarpıcı olanı ise, özellikle Avrupa'da İslâm her geçen gün mensup sayısını artırarak dünyanın en büyük dinleri arasındaki yerini sağlamlaştırıyor.
Yakın arkadaşlarımdan bazıları, benim İslâm'a yönelmemi şaşkınlık ve üzüntüyle karşıladılar. Onlara göre, İslâm Orta Doğuda hüküm süren baskıcı yönetimlerinin yansıttığı daha çok siyasi nitelikli bir olguydu. Gerçek İslâmın ne olduğuyla ilgili pek fazla fikirleri yoktu. Çünkü okudukları kitaplar, takip ettikleri yayınlar İslâm'ı sadece siyasi yaptırımlardan ibaret bir inanç sistemi gibi tanıtmaktaydı. İslâmın manevî boyutu hiç gündeme gelmiyor veya getirilmiyordu. Bu gerçeğin farkında olduğum için arkadaşlarımın eleştirilerine ancak hak ettiği kadar değer verdim.
Bir Müslüman için, İslâm Hz. Âdem'den beri süregelen hakikî dinin en son ve kemale ermiş biçimidir. Bir tevhid dinidir; ve tüm peygamberler bir zincirin halkaları gibi insanlığa hep aynı mesajı taşımışlardır. Esasında bir yenilenme mesajı olan İslâm, dünya sahnesinde kendine düşen vazifeyi yerine getirmiş ve milyonlarca insana imanın unutulan tadını yeniden hatırlatmıştır. Ünlü Alman şair Goethe, Kurân için boşuna şunları söylememiş: "Bu dinde kesinlikle bir yanlış ve eksik yok. Biz bütün sistemlerimizle harekete geçsek bile, onun daha ötesine gidemeyiz."
İslâm'ın beş şartı vardır: Kelime-i şehadet getirmek, namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek ve hacca gitmek. İlk dördüne insanlar hayatları boyunca devam ederler. Hac ise maddi şartlar elverdiği takdirde ömürde bir kez yapılması gereken bir vazifedir. İslâm'a intisap etmiş biri olarak en kısa zamanda Mekke'ye gitmeyi çok istiyorum. Bu yolculuğun maneviyat dolu bir yolculuk olacağını düşünmek beni çok heyecanlandırıyor.
Küçük bir Ramazan
"İslâm Amerika'nın yeni dini mi?" başlığını taşıyan yazısında Michael Wolfe, Amerika'nın Hıristiyan olduğunu iddia eden serserilerin vatanı olduğundan şikâyetle başladığı yazısında, çeşitli tezlerle İslâm ile Amerika'nın aslında çok önemli birtakım ortak paydalara sahip olduğunu savunuyor. Bu ortak paydalardan birini de Wolf, beslenme, oruç ve diyetle ilgili olarak şu şekilde ifade ediyor:
"İslâm Amerika'nın oldukça ilgi gösterdiği besin temizliği ve diyet konularına da yakın bir dindir. Müslümanlar Ramazan ayında Amerikalıların takdirle karşıladığı ve imrendiği şekilde bir ay oruç tutarlar. Bu yıl Ramazan ayını gayri müslim bir arkadaşımla geçirdim. Bir ay oruç tuttuğumu gören arkadaşım, bana kendisinin de Ocak ayında kendine göre oruç tuttuğunu, "küçük bir Ramazan" yaşadığını söyledi. Tam olarak ne demek istediğini sorunca, en az bir ay boyunca yemediğini, içmediğini, kafeye bile gitmediğini söyledi. Kulaklarıma inanamadım. Oysa ki o arkadaşım kahvesiz yapamayan biriydi.
Aylin Atmaca, Zafer Dergisi
-
Cevap: Müslümanlığı seçenler
İtalya'nın Katolika Şehrinde doğan İtalyan Kız Elisa, felsefeye duyduğu merak nedeniyle üniversite yıllarında "Gerçek nedir?" sorusunun izini sürmeye başlamış. İçinde enteresan olayları barındıran bu süreç, Mısır'da gördüğü ilginç bir rüyanın ardından Elisa Hanım`ın 3.5 yıl önce İslam'a girmesiyle sonuçlanmış. Şu an Şam'da Arapça eğitimi alan Elisa Hanım artık Rahme ismini kullanıyor. Rahme Hanım bugünlerde son derece mutlu. Mutluluğunun sebebi ise annesinin de tıpkı kendisi gibi, kısa bir süre önce Kelime-i Şehadet getirerek Müslüman olması. Biz de Rahme Hanım'ın sevgili annesine İslam Ailesi'ne "hoş geldiniz" diyoruz. Rahme Hanım'ın İslam'ın erkeğe tanıdığı 4 eşlilik hakkı, İslam'da kadının yeri ve Avrupa'da yaşayan Müslümanların durumları hakkında yaptığı tespitler son derece ilginç.
-Müslüman olmadan önce her hangi bir dine ilginiz var mıydı? Kendinizi ne olarak hissediyordunuz?
Lise son sınıfa kadar dinlere karşı pek fazla ilgim yoktu. Çünkü gerçeğin peşine düşmemiştim. Lise son sınıfta düşünce akımlarıyla ve dinlerle ilgilenmeye başladım. Felsefeye olan bu ilgim nedeniyle Verona Üniversite'sine kaydolarak felsefe okumaya ve gerçeği araştırmaya başladım. İlk olarak felsefe tarihini oluşturan düşünce akımları üzerine yoğun şekilde okumalar yaptım. Daha sonra ise İncil okumaya başladım, ayrıca haftada 2 veya 3 gün kiliseye gidip papazların vaazlarına katılırdım. İncil bana felsefe tarihindeki düşünce akımlarından çok daha etkili geldi ve iyi bir Hıristiyan olmaya karar verdim.
-İncil'in neyinden etkileniyordunuz? Birkaç örnek verebilir misiniz?
İncil'de beni en çok etkileyen bölümler Hz. Meryem ve Davut Peygamberin kıssalarının olduğu bölümlerdi. Ayrıca Allah'ın var olduğuna dair delillerden de çok etkileniyordum. O dönem İncil'e gerçekten inanıyordum ve İncil okumak bana huzur veriyordu.
- Müslüman olmadan önce İslam'la ilgili neler biliyordunuz?
Üniversite 2. sınıfta okurken dinler tarihi dersimize İslam Ülkeleri'nin birçoğunu gezen bir hocamız giriyordu. Hocamız hiçbir dine inanmıyordu, fakat bize gezdiği ülkelerdeki gözlemlerini anlatıyordu. İslam Ülkelerini ziyaret ettiğinde iki şey hocamızı çok etkilermiş. İlki ezan sesi, diğeri de Ramazan Ayın'da birçok insanın aynı anda oruç tutması. Ezan sesi hocamıza büyük bir heyecan veriyormuş ve ezan sesini duymaya başladığı andan itibaren kalbinin huzur bulduğunu hissediyormuş. İslam'la ilgili duyduğum olumlu bilgiler sadece bunlardan ibaretti. Fakat sürekli olarak İtalyan Medyası'nın İslam hakkında yaptığı olumsuz haberleri takip ediyordum. İtalyan Medyası, İslam'ı kadınları ezen bir terör ve cehalet dini olarak göstermeye çalışyordu.
-İtalyan Medyası'nın İslam hakkında yaptığı bu olumsuz yayınlara rağmen İslam'a ilgi duymaya nasıl başladınız?
İslam'a üniversitenin 2. sınıfında ilgi duymaya başladım. Okuldaki bir hocamız benden Musevilik hakkında bir ödev hazırlamamı istedi. Bu ödevi hazırlarken annemin kütüphanesindeki Kur-an dikkatimi çekti. Kur-an'ın Musevilik'ten nasıl bahsettiğini merak ettim ve ödevimi hazırlarken Kur-an'dan da yararlanabileceğimi düşündüm. Kur-an'dan birkaç bölüm okudum ve Kur-an bana ilginç gelmeye başladı. Kur-an'ı ilk okuduğumda bazı bölümlerinin İncil'e çok benzediğini fark ettim. Fakat Kur-an'ın insan ve hayat hakkındaki tespitleri bana İncil'den daha gerçekçi geldi. Kur-an'daki kıyamet hakkındaki ayetler de beni çok etkiledi.
"MISIRLI AİLE'DEN ÇOK ETKİLENDİM"
-İslam'a ilgi duymaya başlamanızdaki temel etken Kur-an mı oldu?
Hayır. İslam'a ilgi göstermeye Mısırlı bir aileyle tanıştıktan sonra başladım. Mısırlı Meryem isminde bir arkadaşım vardı. Meryem'i çok seviyordum ve Meryem'in babası İmad da zaman zaman bize İslam'dan bahsediyordu. Meryem'in babasının İslam hakkında anlattıkları beni çok etkiliyordu. Ayrıca Meryem'in evindeki huzurlu ortamı da seviyordum. Meryem'in ailesini gözlemleyip babasının İslam hakkında söylediklerini dinledikten sonra İslam hakkında güzel duygular hissetmeye başladım.
-Meryem'in babası size İslam hakkında neler anlatıyordu? Bunları bizimle paylaşır mısınız?
Özellikle ahlak üzerinde duruyordu. İnsanın hayatında doğruların ve yanlışların olması gerektiğini ve İslam'ın insanlara sunduğu ahlaki kuralların tamamının doğruları temsil ettiğini söylüyordu. Ayrıca insanın ahlakını arttırdığı sürece iyi bir insan olabileceğinden ve insanın sürekli olarak ahlakını güzelleştirmesi gerektiğinden bahsediyordu. Ayrıca Meryem'in Ailesi'ndeki bütün fertlerin kişilikleri de beni çok etkiliyordu. Karakterleri çok güçlüydü ve hayattan hiçbir şekilde korkmuyorlardı. Bunun sebebi de İslam'a olan güvenleri ve Allah'a olan imanlarıydı. Birbirlerine karşı çok nazik davranıyorlardı ve birbirlerine çok değer veriyorlardı. Sürekli olarak Allah'ı hatırlıyorlardı. Arabaya binecekleri zaman, yemeğe başlayacakları zaman besmele çekiyorlardı. Meryem'in Ailesi tanıdığım İtalyan Ailelere göre çok daha güvenli bir aileydi. İtalyan Aileler genelde problemlidir ve aile içinde sürekli bir rekabet vardır. Fakat Meryem'in ailesinde böyle bir rekabet yoktu ve herkes birbirine yardımcı olmaya çalışıyordu. Bu bana çok ilginç geldi. Meryem'in ailesi İtalya'da göçmen olmaları nedeniyle birçok problem yaşıyordu. Her türlü soruna rağmen mutlu olmasını başarıyorlardı. Ben de bu aileyle birlikteyken çok mutlu oluyordum. Bu dönemler İslam'a sevgi duyuyordum; fakat hiçbir zaman Müslüman olacağım aklıma gelmezdi. Daha sonra Meryem'le camiye gitmeye başladık. Camide Şeyh Emin ile tanıştım.
-Şeyh Emin ile tanışmanız bu süreçte sizi nasıl etkiledi.
Şeyh Emin yeni bir peygamber geldiğini fakat Hıristiyanların bu yeni peygambere iman etmediklerini söylüyordu. Zihnim iyice karışmıştı. Bu süreç benim için gerçekten çok zorlu bir süreçti. Ne yapacağıma karar veremiyordum ve zihnimde İslam ve Hıristiyanlık hakkında birçok soru geziniyordu. Şeyh Emin'in anlattıkları çok mantıklı şeylerdi; fakat Hıristiyanlığı terk etmek, Hıristiyanlık hakkında şüpheye kapılmak beni son derece üzüyordu. İlk olarak bir papaza gidip Şeyh Emin ile tanıştıktan sonra Hıristiyanlıkla ilgili kendi kendime cevaplayamadığım soruları sordum.
-Neydi bu sorular?
Teslis inancı iyice kafamı karıştırmıştı. Katolikler Hz. İsa'nın hem Tanrı olduğuna, hem de Tanrının Oğlu olduğuna inanıyorlar. Bu nasıl olabilirdi? Hıristiyanlar İsa Mesih'in insanların günahlarına kefaret olması için öldüğüne inanıyorlar. Bu inanışı da sorgulamaya başladım.
-Ziyaretine gittiğiniz papaz sorularınıza nasıl cevaplar verdi?
Bu konuları fazla karıştırmamam gerektiğini, İsa Mesih'e inanmaya devam edersem mutlu olacağımı söyledi. Bu papazın dışında üç papazı daha ziyaret ettim. Onlardan başta teslis olmak üzere Hıristiyanlıktan şüphe duymama neden olan sorularımı cevaplamalarını istedim. En son ziyaret ettiğim papaz sorularımı dinledikten sonra sessiz bir şekilde ağlamaya başladı. Kendisine niye ağladığını sorduğumda cevap olarak "Ben de yıllardır teslis konusunda şüpheler taşıyorum. Bu soruya bir türlü cevap bulamadım. Bence doğru yoldasın, İslam'ı araştırmaya devam et" dedi. Papazın bu cevabı beni çok şaşırttı ve son ziyaretimden sonra Allah'ın tek olduğuna kesin olarak inanmaya başladım. Bu süreçte gerçeğin peşine düştüm ve sabah akşam İslam hakkında kitaplar okudum. Kur-an'ı ve İncil'i yanımdan ayırmıyordum, sürekli olarak İncil'le Kur-an arasında kıyaslamalar yapıyordum. Belli bir süre sonra İslam'ı daha iyi tanımak için bir İslam Ülkesi'ne gitmeye karar verdim ve 3.5 yıl önce Mısır'a yaptığım gezi sırasında Müslüman olmaya karar verdim.
"KIBLEYE YÖNELİRSEN GERÇEĞİ BULACAKSIN"
- Bu kararı nasıl aldınız? Mısır'da başınızdan neler geçti?
Nil Kenarı'nda gezerken ilk defa ezan sesini duydum. Ezan'da neler söylendiğini anlamıyordum; fakat ezan sesi tıpkı üniversitedeki dinler tarihi hocamız gibi beni de çok etkilemişti. O an, içimden Allah'a secde etmek geldi ve bir camiye giderek dakikalarca Allah'a secde ettim. Daha sonra otele dönüp ağlayarak Allah'a bana doğru yolu göstermesi için dua ettim. Duadan sonra uyumaya başladım ve ilginç bir rüya gördüm. Rüyamda çok kötü bir yerdeydim ve oradan kurtulmak istiyordum. Ne yapacağımı bilmiyordum. Bir anda güzel bir yere geçtim. Bu güzel yerde bir ses bana; "kıbleye yönelirsen huzura kavuşacaksın ve gerçeği bulacaksın " dedi. Ben de rüyada kıbleyi aramaya başladım. Kıbleyi ararken uyandım, bu rüyayı gördükten sonra kesin olarak Müslüman olmaya karar verdim ve bir camiye gidip Kelime-i Şehadet getirerek Müslüman oldum.
-Müslüman olmadan önce İslam'la ilgili kabullenemediğiniz hiçbir şey olmadı mı? Mesela Batı Kültürü'nün içinde yetişen bir bayan olarak İslam'ın erkeğe verdiği 4 evlilik hakkını kendinize nasıl izah ettiniz?
İslam, bir erkeğin birden fazla evlilik yapmasına izin veriyor, fakat bunu bazı şartlara bağlıyor. İslam, birden fazla evlilik yapacak erkeklere eşler arasında adaleti sağlama şartını öne sürüyor; bu da bir erkek için yerine getirilmesi çok zor bir şart. Ben, gerçek anlamda Allah'tan korkan bir erkeğin eşler arasında adaleti sağlayamama kaygısı taşıyacağını, bundan dolayı da birden fazla evlilik yapmayacağını düşünüyorum. Çünkü İslam'a göre eşler arasında adaletsizlik yapmak büyük bir günah olarak görülüyor. Batı da bir kadın birçok erkekle, bir erkek de birçok kadınla birlikte olabilir. Fakat İslam, cinsel hayatı da evlilik vasıtasıyla bir düzene sokuyor.
-Müslüman olmanız aileniz ve çevreniz tarafından nasıl karşılandı?
Müslüman olduktan sonra özellikle babamla birçok sorun yaşadım. Babam örtünmeye başladığım ilk zamanlarda başörtümden nefret ediyordu ve bu nedenle eve ancak başörtümü çıkardıktan sonra girebiliyordum. Fakat babam zamanla Müslüman olmamı kabullendi. Şu an dini inancıma ve başörtülü olmama son derece saygı duyuyor. Annem ise ben Müslüman olduktan sonra İslam'a ilgi duymaya ve İslam hakkında araştırmalar yapmaya başladı. Kısa bir zaman önce de İslam'a girme kararı alıp O da benim gibi Müslüman oldu. Annemin Müslüman olmasına gerçekten çok sevindim, şimdi annemle birlikte babamın Müslüman olmasını bekliyoruz. Babam da som zamanlarda İslam'la ilgileniyor ve zamanının birçoğunu Kur-an okuyarak geçiriyor.
-Batılı Feminist çevreler sıkça İslam'ın kadını ezdiğini dillendiriyorlar. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce İslam kadına nasıl yaklaşıyor?
İslam'ın kadın anlayışı bana göre son derece nazik ve kadını koruyan bir yaklaşımdır. Avrupa'da kadın özgür gibi gözükür; fakat asla özgür değildir. Erkekler kadınlara pek fazla değer vermezler ve kadınlara karşı olması gereken saygı ve nezaketi göstermezler. İslam, kadının bütün yaşamını koruma altına alıyor. Babam 18 yaşıma ulaştığımda bana; "Artık sana bakmayacağım, kendine iş bul ve evden ayrıl " demişti. İtalya'da hep böyledir. Fakat Müslüman Aileler çocuklarına asla bu şekilde davranmazlar. Mesela Meryem'in anne ve babası maddi sorunlar yaşamalarına rağmen çocuklarına çalışma zorunluluğu getirmiyorlardı. İslam'a göre kadın evli değilse babası ona bakmak zorundadır; eğer evliyse bu sefer de eşi kadının geçimini sağlamakla sorumludur. Kadına karşı bu denli güçlü bir koruma ne Avrupa'da ne de Amerika'da var.
-Örtünmeye nasıl karar verdiniz?
Meryem'in babası İmad sık sık İslam'a göre bir kadının altın gibi değerli olduğunu ve altın kıymetinde olan bir kadının mutlaka korunması gerektiğini söylüyordu. İmad'ın bu sözü bana zamanla çok mantıklı geldi ve örtünmeye karar verdim.
"MÜSLÜMAN OLAN İTALYAN ÇOCUK"
-Siz aynı zamanda bir yazarsınız? Sonradan İslam'a giren İtalyanlarla telefon vasıtasıyla yaptığınız röportajları bir araya topladığınız kitabınız özellikle dikkatimi çekti. Böyle bir kitap hazırlamaya niçin karar verdiniz? Ayrıca İslam'a giriş öyküsünü yazdığınız İtalyanlar arasından hangisinin yaşadıkları size daha ilginç geldi?
Bu kitabı hazırlamaya Pakistanlı bir arkadaşımın teşvikiyle başladım. Pakistanlı arkadaşım İslam'a giriş hikayelerini okuyan birçok insanın bu hikayelerden etkilenerek Müslüman olmaya karar verdiğini, ayrıca doğuştan Müslüman olan kişilerin de bu hikayelerden büyük dersler aldıklarını söyledi. Ben de bunun üzerine sonradan Müslüman olan 26 İtalyan'la telefonla röportajlar yaparak, onların hikayelerini kitaplaştırdım. Avrupa'da İslam'a olan yoğun ilgi nedeniyle de kitabıma "İslam'ın Dönüşü" ismini verdim. Kitabım İtalya'da büyük ilgi gördü ve hatta bazı insanların İslam'a girmesine vesile oldu. Görüştüklerim arasında özellikle 13 yaşındaki İtalyan bir kızın daha çocuk denilebilecek bir yaşta İslam'a girmesi beni çok etkilemişti.
-Bu İtalyan Kız Müslüman olmaya nasıl karar vermiş?
Öğretmeni ona İslam ve İslam Ülkeleri hakkında bir ödev vermiş. O da bu ödevi hazırladığı sırada İslam hakkında okuduğu yazılardan etkilenerek Müslüman olmaya karar vermiş. Kızın ismi Hatice'ydi. Hatice 14 yaşına geldiğinde de örtünmüş. Hatice ile görüştüğümde çok güçlü bir karaktere sahip olduğunu hissettim. Ona "bu gücü nereden alıyorsun" diye sorduğumda bana "İslam'dan alıyorum, bağlı olduğum din bana büyük bir güç veriyor" diye cevap verdi.
"MÜSLÜMAN'IN ÖZGÜVENİ OLMALI"
-Sonradan İslam'a girenlerle yaptığım röportajlarda bir çoğu Müslümanları tanıdıktan sonra uğradıkları hayal kırıklıklarından bahsetti. Aynı hayal kırıklıklarını siz de yaşadınız mı?
Evet. İnsanların namaz kılmadıkları, örtünmedikleri, yalan konuştukları ve sözlerinde durmadıkları halde Müslüman olduklarını söylemeleri beni çok şaşırtıyor. İslam Ülkeleri'nden gelip Avrupa'ya yerleşen Müslümanlar Batılılarla bir arada yaşayabilmek için İslam'ın birçok emrini yerine getirmiyorlar ve İslam'dan utanırmış gibi davranıyorlar. Oysa bizler Müslüman olduğumuz için büyük bir özgüvene sahip olmalıyız ve Avrupalılara "En bilgili olan Allah'tır ve yaratıcımız insanlar gerçeğe bağlı kalarak yaşasınlar diye Hz. Muhammed vasıtasıyla İslam'ı gönderdi. Bu nedenle en doğru olan emir ve kanunlar İslam'ın kanunlarıdır" diyebilmeliyiz. Bir Müslüman ne olursa olsun İslam'ın emirleri ile ilgili doğruları söylemekten asla korkmamalı.
-İtalya'da İslam'a olan ilgi hangi boyutlarda?
İtalyanların geneli Müslümanlardan korkuyor. Bunun nedeni ise televizyon ve gazeteler. İtalyan Medyası sürekli olarak İslam'ı kötü göstermeye çalışıyor. İtalya'da İslam'a her tülü saldırı serbesttir; fakat Yahudilikle ilgili olumsuz bir haber yaptığınızda hemen cezalandırılırsınız. Medyanın İslam'a yönelik yoğun saldırılarına rağmen özellikle İtalyan Gençler arasında İslam gün geçtikçe daha da yayılıyor. Örneğin benim doğduğum ilçe nüfusu az olan küçük bir yer; fakat sadece bu ilçede son 2 yıl içinde 100 bayan ve 23 erkek İslam'a girdi.
Gerçek Hayat Dergisi
-
Cevap: Müslümanlığı seçenler
Rus radyo spikeri, nasıl Müslüman oldu?
Rusya'da dini görevlerde hizmet yapan İmam Resul Cemalof, Müslüman olan Rus radyo spikeri Valentine Sofia'nın ilginç hayat öyküsünü anlattı.
20/09/2008
Moral FM'de İhsan Atasoy'un hazırlayıp sunduğu Nur Penceresi programına stüdyo misafiri olan, Rusya'da dini görevlerde resmi olarak hizmet yapan İmam Resul Cemalof, Müslüman olan Rus radyo spikeri Valentine Sofia'nın ilginç hayat öyküsünü anlattı.
Rus radyo spikeri, nasıl Müslüman oldu?
Rusya'da dini görevlerde hizmet yapan İmam Resul Cemalof, Müslüman olan Rus radyo spikeri Valentine Sofia'nın ilginç hayat öyküsünü anlattı.
20/09/2008
Moral FM'de İhsan Atasoy'un hazırlayıp sunduğu Nur Penceresi programına stüdyo misafiri olan, Rusya'da dini görevlerde resmi olarak hizmet yapan İmam Resul Cemalof, Müslüman olan Rus radyo spikeri Valentine Sofia'nın ilginç hayat öyküsünü anlattı.
Rus radyo spikeri Valentine Sofia nasıl Müslüman oldu?
Nur Penceresi programını dinlemek tıklayın>>>
[Linkleri görebilmek için üye olmalısınız. Üye olmak için tıklayınız...]
Hapishanede tanıdığı risalelerden sonra Müslüman olan Rus Mafya babası eski adı ile Cinkole yeni adı ile Abdülkerim, aldığı İslami eğitimlerden sonra Rusya'da İslamiyet'i anlatmaya başlar.
BU arada Abdulkerim'in (Cinkole) tutuklu kaldığı hapishanenin müdürü de risale okumaya başlar. Hapishane müdürü, risaleleri kayda alıp mahkumlara dinletmek ister. Bu nedenle Abdulkerim ve arkaşları o bölgede yayın veren bir radyoya gider. Resul Cemalof buradan sonrasını şu sözlerle anlatıyor:
"Gittik radyonun müdürü ile görüştük. Müdür biz bunu para karşılığında yaparız dedi. 3.Kata çıkın orada kapı üzerinde şu adamın adı yazıyor dedi. O spikerin sesi güzeldi. Seslendirmeler yapıyordu. Gittik kapıyı vurduk açtılar, baktım böyle 65 yaşlarında bir bayan, kaba olarak ne lazımdı dedi bize. Biz kayıt yapacağız dedik hemen giriniz dedi. Yarın gelin başlayalım dediler. Dershaneden çıkmışız üzerimizde tabiat risalesi var. Ben dedim ki bunu vereyim hem bilsin ne okuyacağımızı hem de hizmet olur diye. Kitabı uzattım bayan dedi ki bu kitap İslamiyet'ten mi? Evet dedim bende Allah'ın varlığını ispat ediyor dedim. Kitabı eliyle itti. Bak ben Hıristiyan'ım ben kendi dinimi kabul etmiyorum, siz vereceksiniz ben İslamiyet'ten bir şey mi okuyacağım dedi. Biz de dışarı çıktık."
Ertesi gün randevu saatinde saat 9'da tekrar gidilir.
"Benim elimde kitap var, 23. sözü okuyacağız. 3 kişi de bizim tarafımızda oturmuş takip ediyorlar. Okumaya başladım, hemen masanın üzerinde stop yandı. Durdum, Sofia Hanım oradan bağırdı 'bu nasıl okuma ben bilseydim böyle okuduğunuzu size okutmazdım neyse devam edin' dedi. Sonra siz Müslümanlar şöylesiniz böylesiniz gibi hakaretli sözler söylediler. Dışarı çıktım Abdülkerim abiye dedim ki ya ben artık buraya okumaya gelmeyeceğim, İslamiyet'e hakaret ediyorlar böyle olur mu dedim. Abdülkerim (Cinkole) dedi ki; "Ya Resul, bak ne güzel hizmet gidiyoruz, şimdi biz neredeyiz, Hıristiyanlığın sembolü olan şehrin en yüksek yerindeyiz. Hıristiyanlığın hangi yerinde böyle hizmet var. Derslerimizi burada yapalım" dedi.
Ben de şevklendim, 'tamam yarın geliyoruz' dedim.
Ertesi gün geldik dünkünden daha çok sert davranmalar oldu. Bende dershanede geceleri okuyorum, tecrübe yapıyorum ki kayıtta güzel okuyayım İslamiyet'e karşı kötü sözler söylemesinler diye. İkinci gün de geçti. Üçüncü gün 20.Mektuba geldik. Mukaddime bölümüne başladık, onlarda da bende de kitap var. Okurken bir sözdeki vurguyu yanlış yaptım. Dedim şimdi orada stop yanacak, Sofia hanım da bağırmaya başlayacak. O da kızmak bağırmak için zaten bir bahane arıyor. Baktım ses yok, herhalde fazla önemli bir yanlış yapmadım dedim. Devam ettim, okurken bir yanlış daha yaptım. Dedim şimdi durduracak. Yine yanmadı. Okurken bilerek bir sözü atladım, baktım hala ses seda yok. Yanlışlar yapıyorum durduran yok. Sayfanın diğer tarafını çeviriyorum durduran yok. Durdum baktım kendilerine, herkes kitabı okuyor. Beni dinleyen yok.
Ben dedim ki "burada yanlışlar yapıyorum beni durdurmuyorsunuz."
Yine dinlemiyorlar beni, duymuyorlar, herhalde mikrofon bozuk dedim. Mikrofona vurdum, uyanır gibi oldular ne oldu dediler. 20 dakikadır okuyorum o kadar yanlışlar yaptım kimse durdurmadı. Tamam, sen yeniden başla dediler.
İlk defa İslamiyet'i böyle duyuyorlar. Rus olsun, Amerikan, Azeri, Hindistanlı olsun kim olursa olsun bunlara ihtiyacı var.
Bitirdik, ben çantamı alıp dışarı çıkacağım ve gideceğim. Baktım ki Sofia Hanım da iniyor. Stüdyonun kapısını açtı içeri girdi ve kapattı. "Bir dakika dur çıkma sana bir şey soracağım ama zannetme ki ben İslamiyet'e yakınlaşmışım" dedi. Ben de ciddi bir şekilde "buyurun" dedim. Dedi ki, "ben 25 senedir spikerlik yapıyorum. Radyodan çok kitap okudum, 1990'larda İncil serbest olunca istemeyerek İncil de okudum. Ama bende böyle bir şey olmadı şuana kadar. Ben eve gittiğim zaman, istirahat zamanında bu üç gündür okuduğunuz sözler bir türlü kafamdan çıkmıyor hep onları düşünüyorum" dedi.
Ben de kısa bir cevap olarak Kuran-ı Kerim Cenabı Hakkın kelamıdır, Risale-i Nur onun tefsiridir diye izah etmek istedim dinlemedi. Tamam, bu herkeste olabilir çık sen dedi. Tamam dedim çıktım.
5.gün geldik yine. Sofia Hanım yok. Okuduk ve bitirdik. Gelince Sofia hanım'a selam söylersiniz dedim.
Merak ettim, "Sofia Hanım nerede" diye sordum. Dediler bilmiyor musun? Hayır, bilmiyorum dedim. "İki gün önce radyoda program yaparken kendinden geçmiş, bayılmış, bir hastalığı var şuan hastanededir" dediler. Abdülkerim abimiz hemen atıldı, Resul hemen ziyarete gidelim dedi. Dersaneye geldik. Abdülkerim abi hastalar risalesini aldı; tuttu kolumdan gidiyoruz diye. Ben gelmek istemiyorum dedim ama zorla getirdi.
Abdülkerim abiye "başhekime gidip görüşsek hizmet etsek" dedim. Tamam dedi oradan da Sofia Hanım'ın yanına gideriz dedi.
Başhekimin kapısını çaldık 50 yaşlarında bir bayan kapıyı açtı. "Ne lazımdı size" dedi. Biz de hemen içeri girdiğimizden ne diyeceğimizi şaşırdık. Aklıma bant geldi. "Bizde bir bant var, bunu hastalara dinletseniz çok güzel olur" dedim.
Bu başhekimde yeni atanmış buraya ve hastalara bir klasik müzik dinletme düşüncesi varmış.
Aldı kaseti hemen dinledi. Fonda müzik giriyor ondan sonra 23. söz başlıyor. "Çok güzel müzik bu" dedi. Devamını da dinleyiniz dedim. "Bana tam bu lazımdı" dedi. Biz odadan çıktık bütün hastanede o bant çalıyor. Bütün hastalar hemşireler dinliyorlar.
Sofia Hanımın odası 302 numaralı oda. Odanın kapısı açık, ilerden gördük oturmuş yaslanmış kendi kaydettiği bandı dinliyor. İçeri girdik. Başını kaldırdı yüzümüze baktı, birden ağlamaya başladı. Taştan su çıkınca nasıl mucize olursa bunun ağlaması da bana öyle geldi. Önceki halini düşünerek "bu insan ağlar mı ya" dedim. Dedi ki "ben iki gündür buradayım. Evladım, kızım ve akrabalarım var kimse beni ziyarete gelmedi. Ben sizi kendime en uzak bulduğum hatta düşman olarak kabul ettiğim siz insanlar ziyaretime geldiniz."
Benle Abdülkerim abi şoktayız. Çünkü beklediğimizin tam tersi oldu. Hastalar risalesini masasına bıraktık, bir kelime bile demeden odadan çıktık. Dershaneye kadar konuşamadık. Ertesi gün sabah namazını kıldık ve bir telefon geldi. Gür sesli biri açtı telefonu "ben Sofia, sizi stüdyoya bekliyorum" dedi.
Kendisi sonradan bize anlattı; biz odadan çıkınca hastalar risalesini almış, tam altı defa kitabı bitirmiş. Hemşireler gelmişler bakmışlar ki bundaki hastalık 100'den 10'a inmiş. Beni bu kitap kurtardı demiş.
Stüdyoya gittik, kapıda bizi karşıladı ve odasına aldı. Çok nezaketli davranıyordu. Dedi ki "hakkınızı helal edin ben İslamiyet'i böyle bilmiyordum. Şimdi anlamaya başladım. Ben sizin için ne yapabilirim" dedi. Biz de dedik ki siz bu kitapları okuyunuz. "Ben bu kitabı okuyacağım ama sizin için ne yapabilirim" dedi. Biz zaten bunun için geldik dedim. Tamam dedi ben bu kitapları okuyacağım ama yalnız okumayacağım dedi. Bu kitapları radyodan her hafta okuyacağım, hatta seninle beraber okuruz dedi. Sonra Sofia hanımla program yapmaya başladık. Her hafta yarım saatlik bir program yapıyoruz. 15 dakika o 15 dakika ben okuyorum. Elhamdülillah böyle bir programa başladık.
Bir gün ben programa geç kaldım, içeri girdim 3.kata çıkmam lazım baktım ki Sofia hanım okumaya başlamış ama bu okuma daha farklıydı. Bunu dinleyen insan bu insan tam bir Müslüman der. İçeri girdim dediler ki nerde kaldın hemen stüdyoya in dediler. Bende kitabımı alıp indim. Kapıyı açıp içeri girince şok oldum. Baktım ki Sofia Hanım tesettürlü bir şekilde başörtülü oturmuş, okuyor.
Dedim ki Sofia Hanım çok değişmişsiniz. Dedi ki ben Sofia değilim dedi. Kabul ederseniz ben Meryem olmak istiyorum dedi. İhlâs, felak, nas ve kadir surelerini okudu bana, nasıl dedi. Dedim siz Müslümansınız. Dedi ki ben namazı da öğrendim.
Ondan sonra çok hizmet etti. Kaydettiği bantları başka radyo yerlerine gönderiyordu ve orada da okutuyordu. Elhamdülillah beraber 3 ay boyunca okuduk. Programın ismi de 'Nurdan Damlalar' idi. Ondan sonra Azerbaycan'a geldim ve bunları anlattım. Sofia Hanım'a telefon açtığımda kabul etmiyorlardı. Çok hastaymış, beyin kanseriymiş. 1 ay sonra da ziyaretine gittik, evdeymiş artık hastanede durmuyormuş.
Kardeşlerle abilerle ziyaretine gittik. İçeri girdik. Gözlerini açtı, risaleyi gösterdi ve oku dedi. İkinci Lema Eyüp a.s bahsini okudum. Bazen gidiyor bazen geliyor, kendinde değildi. Çıktık sonra ben çıkarken eliyle ses etti ve yaklaş dedi. Yaklaştım dedi ki "benim zamanım az kaldı sen cenaze namazımı kıldırırsın." Latife olsun diye hizmetimiz çok gitmek yok dedim. Çıktık 3 gün sonra telefon açtılar Sofia Hanım vefat etti diye. Kabristana gittik. Baktım ki kazıyorlar dedim ki kıble bu taraf değil. Papaz çağırdılar, "ben size izin versem bile buranın mimarlığı izin vermez" dedi. Hepsinin böyle paralel olması lazım dedi. Ben gideyim telefon açayım valiliğe derken Sofia Hanımın oğlu dedi ki nasıl biliyorsanız öyle yapın dedi. Çok şükür kabrini de biz kazdık, cenaze namazını da kıldırdık.
Sofia (Meryem) hanım, oğluna bir mektup vermiş bize verilmek üzere, bir de vasiyet. Vasiyetinde, 'Spikerler nurlardan okusunlar' demiş. Kabrinin nasıl olmasını istediğini de yazmış. Mezar taşına büyük harflerle Sofia küçük harflerle Meryem diye yazılsın. Üzerinde de "dünya fanidir ama biliniz ki ebediyet var" diye yazılmasını istemiş.
-
Cevap: Müslümanlığı seçenler
NAMAZ!
Amerika'nın muhtelif üniversitelerinde görev yapan matematik Prof. Jefri
Lang İslam'a giriş hikayesini yazmış olduğu "Melekler Soruncaya Kadar"
isimli eserinde derin felsefi düşüncelerle, ruhani duygular arasında ilk
namazını şöyle dile getiriyor: Müslüman olduğum gün cami imamı, bana namazın kılınışını açıklayan bir kitap verdi. Ancak Müslüman talebelerin buna
endişelendiklerini gördüm, bana: — Acele etme, rahat ol, zamanla yavaş yavaş yaparsın, dediler. Ben de kendi kendime, namaz bu kadar zor mu, dedim ve talebeleri duymamazlıktan gelerek, hemen vaktinde beş vakit namaz kılmaya karar verdim. O gece, loş ve küçük odama çekilerek kitaptan abdest venamaz hareketleri egzersizlerini yaptım, namazda okunacak bazı surelerin Arapça okunuşlarıyla İngilizce anlamlarını ezberlemeye çalıştım. İlk namaz denemesi için kendime güven gelince yatsı namazını kılmaya karar verdim. Vakit gece yarısıydı, kitabı alıp banyoya girdim, kitabı açarak, mutfaktaki ilk yemek denemesi yapan aşçı gibi kitaptaki talimatları dikkat ve incelikle bir bir uyguladım. Abdest bitince odanın ortasında durup, kapı ve pencerelerin kilitli ve kapalı olmasından emin olduktan sonra kıble olarak bildiğim tarafa yöneldim, derin bir nefes aldım ve elimi kaldırarak alçak bir sesle Allahu Ekber dedim. Kimsenin beni işitmemesini ve görmemesini umuyordum, yavaş yavaş Fatiha suresi ile kısa bir sureyi Arapça olarak okudum. İkinci bir tekbir alarak Rükua gittim, rükuda biraz tedirginlik hissettim, çünkü hayatımda hiç kimseye eğilmemiştim. Odada yalnız olduğumu hatırlayınca sevindim. Sübhane Rabbiyel Azim dediğimde kalbimin hızla çarptığını hissettim. Tekrar tekbir getirerek doğruldum ve artık secdeye varma zamanı gelmişti. Secdeye varmak üzere ellerimi ve dizlerimi yere koyunca donakaldım, secdeye gidemiyordum, efendisinin önünde başını yere koyan köle gibi yüzümü, burnumu yere koyup kendimi zillet sandığım bir duruma düşüremiyordum, üstelik bacaklarım da katlanamıyordu, utandım gülünç duruma düştüm zannettim. Bu durumda beni gören, arkadaş ve tanıdıklarımın önündeacınacak ve alay edilecek halimi düşündüm, arkadaşlarımın kahkahalarını duyar gibi oluyordum. Bir müddet tereddüt ettikten sonra derin bir nefes aldım, başımı seccadeye koydum, dikkatimi dağıtacak düşüncelere yer vermeden ikinci secdeye de vardım. Bu esnada kendi kendime "Daha önümde üç tur daha var" diye düşündüm ve kararlıydım: Neye mal olursa olsun bu namazı tamamlayacağım. Son secdede tam bir sükûnet hissettim. Nihayet teşehhütten sonra selam verdim. Selamdan sonra bulunduğum yerde olduğum gibi kaldım, geriye dönüp nefsimle giriştiğim savaşı aklımdan geçirdim, bir savaştan çıktığımı hissettim, sonra başımı önüme eğerek mahcup bir şekilde — Allah'ım geri zekalılığımdan ve tekebbürümden dolayı beni bağışla, uzak bir yerden geldim ve daha önümde kat edilecek uzun bir yol var, diye dua ettim. Bu esnada daha önce hiç yaşamadığım bir şeyi hissettim. Bunu kelimelerle ifade etmek mümkün değil. Vücudumu, kalbimin bir noktasından çıktığını hissettiğim veanlatmaktan aciz kaldığım bir dalga kapladı, soğuk gibiydi, ilk etapta irkildim, vücuduma olan etkisinden ziyade garip bir şekilde duygularımı etkiledi ve görünür bir rahmetin varlığını hissettim. Bu rahmet sonra içime nüfuz ederek içimde kaynamaya başladı. Sonra sebebini bilmeden ağlamaya başladım, ağlamamartıp gözyaşlarım aktıkça, rahmet ve lütuftan harika bir gücün beni kucakladığını hissettim. Günahkâr olmama rağmen, günahlarımdanveya utançve sevinçten dolayı ağlamıyordum. Sanki büyük bir set açılmış ve
içimdeki korku ve keder sel olup gidiyor. Bu satırları yazarken kendi kendime diyordum: — Allah'ın rahmet ve mağfireti, sadece günahları affetmiyor, o aynı zamanda bir şifa ve bir sekinedir. Uzun bir süre başım eğik bir şekilde öylece diz üstü kaldım. Ağlamam durunca, yaşadığım deneyi akıl ile izah etmenin mümkün olmadığını anladım. Bu esnada idrak ettiğim en önemli husus ise, benim Allah'a ve namaza şiddetle muhtaç olduğum gerçeği oldu.Yerimden kalkmadan önce de şu duayı yaptım: — Allah'ım bir daha küfre girmeye cüret edersem beni, o küfre girmeden önce öldür ve bu hayattan kurtar, hata ve eksiksiz yaşamanın çok zor olduğunu biliyorum, ancak şunu yakînen biliyorum ki, bir tek gün dahi olsa Sensiz yaşamak, Senin varlığını inkâr etmem mümkün değildir.
-
Cevap: Müslümanlığı seçenler
Kendi halind e bir tüccardı. Bir gün kumaşları gemiye yükledi. Endone zya'ya gitti, oraya yerleşti. İşini orada devam ettird i. Kumaşları kalite liydi. Tam da halkın aradığı cinste ndi. Kendis i de kanaat sahibi bir insandı. Kazancı az olsun, temiz olsun düşüncesindeydi. Bir gün geç geldi iş yerine . Eleman iyi bir kâr elde etmişti sattığı mallar dan. Merak etti, sordu:
- Hangi kumaştan sattın?
-Şu kumaştan efendi m.
-Metresini kaça verdin?
-On akçeye.
-Nasıl olur?" diye hayret etti,
-Beş akçelik kumaşı on akçeye nasıl satarsın? Bize hakkı geçmiş adamcağızın. Görsen tanır mısın onu?
Eleman gitti, müşteriyi buldu, getird i. Dükkan sahibi müşteriyi karşısında görür görmez, helâllik istedi ve fazla parayı müşteriye uzattı. Müşteri şaşırmıştı. Böyle bir duruml a ilk defa karşılaşıyordu.
-Ne demekt i hakkını helâl et?
Olay kısa sürede dilden dile dolaştı. Çok geçmeden kralın kulağına kadar vardı. Sonund a kral kumaş tüccarını saraya çağırdı. Kral sordu:
-Sizin yaptığınız bu davranışı daha önce biz ne duyduk, ne de gördük. Bunun aslı nedir?
-Ben, dedi tüccar, bir Müslüman'ım. İslâm dini böyle emrede r. Müşterinin bana hakkı geçmişti. Dolayısıyla kazancıma haram girmişti. Ben sadece bir yanlışı düzelttim.
Kral,
-İslâm nedir, Müslümanlık nedir? gibi peş peşe sorula r sordu. Birer birer sorula rını cevapl adı. Kral ilk defa duyuyo rdu böyle bir dinin varlığını. Fazla zaman geçirmeden İslâm'ı kabul etti. Daha sonra kısa süre içinde de halk Müslüman oldu.
250 milyon luk nüfusa sahip olan bugünkü Endone zya'nın Müslümanlığı kabul etmesi ndeki sır sadece beş akçelik kumaştı. Yapılan tek şey vardı sadece: İnandığı gibi yaşamak, sahip olduğu güzellikleri çevresiyle paylaşmaktı. Efendi mizin müjdesi herkes e açık: "Doğru ve güvenilir tüccar, kıyamet gününde peygam berler , sıddıklar (doğrular) ve şehitlerle berabe rdir." Yani, asıl etkili olan söz dili değil, hal diliyd i. Konuşmaktan çok yaşamaktı. Anlatm aktan ziyade davranış dilini n devrey e girmes iydi.
-
Cevap: Müslümanlığı seçenler
İSLAM’LA TANIŞMASI ve MÜSLÜMAN OLUŞU
1948 yılında Malcolm Concord Hapishanesine nakledilmişti. Burası eski yerine göre daha güzeldi. İşte bu günlerde küçük ağabeyi Philibert’ten bir mektup aldı. Mektupta: “Siyah adamın doğal dinini keşfettiğini” ve İslam cemaati diye bir şeye katıldığını yazıyordu kardeşi. Ayrıca kurtuluşa ermesi için Allah’a dua etmesini istiyordu. Sonra kardeşi Reginald’dan da bir mektup aldı. Bir sürü havadisle birlikte “Malcolm sakın domuz eti yeme ve sigara içme artık. Hapisten nasıl kurtulacağını anlatırım sonra sana” diyordu kardeşi...Malcolm bu cümleyi okuduktan sonra aklına bin bir türlü şeyler geliyordu: domuz eti yemeyince ve sigara içmeyince insanda hapisten çıkaracak bir hastalık mı beliriyordu, ya da Newyork askerlik şubesine yaptığı psikolojik numaranın bir benzerimiydi bu...
Kardeşinin dediklerini aynen uygulamaya koydu. Bir gün öyle yemeğinde domuz eti vardı. Tabağına koymadan karavanayı yanındakine verdi. Sigarayı bırakmak çok zor değildi onun için, katıksız hücre cezasında günlerce sigarasız kalmaya alışmıştı. Sabırsızlıkla kardeşi Reginald’ın geleceği günü bekliyor ve bu numaranın ne anlama geldiğini bir an evvel öğrenmek istiyordu. Sonunda bir gün çıktı geldi kardeşi Reginald. Ancak, Malcolm’un merak ettiği konuya hemen girmedi, öylesine sıradan biraz konuştuktan sonra, tasarlanmamış bir konu gibi Malcolm’a sordu: “Malcolm,bil bakalım akla hayale gelebilecek her şeyi, bilinebilecek her şeyi bilen insan kim olabilir?” “Herhalde tanrı gibi birisidir” bu dedi Malcolm. “Her şeyi bilen bir insan var, Tanrı bir insandır,adı da ALLAH’tır” dedi kardeşi. Reginald anlatmaya devam ediyordu: “Allah’ın 360 derece ilmi olduğunu, bu ilmin bütün ilimleri kuşattığını, şeytanın ise sadece 33 derece ilmi olduğunu ve buna da masonluk dendiğini söyledi. Sonra Tanrının Amerika’ya indiğini, Elijah adındaki bir zata siyah adam suretinde göründüğünden söz etti.Ayrıca şeytanın da bir insan olduğunu ve bütün beyazların şeytan olduğunu söyledi.
Malcolm’un kafası allak bullak olmuştu, gözlerinin önünden tanıdığı bütün beyazlar bir şerit gibi geçti evet kardeşi haklıydı; Newyork’taki Beyazlar,Polisler, ilk okulda kendisi Avukat olmak istediğin söylediğinde “niçin Marangoz olmuyorsun?”diyen öğretmeni, hele Masonlar!..
Malcolm bu arada Norlfok hapishanesine gelmişti. Burası diğer hapishanelere nazaran çok daha güzeldi. Bu hapishanede çirkin dedikodular, sapıklıklar, rüşvet gibi şeyler olmadığı gibi, herkesin kendine ait bir odası vardı. Nefret kusan gardiyanların yerine eğitimci gardiyanlar vardı. Buranın en güzel yönlerinden bir tanesi de kütüphanesinin olmasıydı. Zengin bir milyoner bağışlamıştı kütüphaneyi ve mahkumlar istediği gibi kitap okuyabiliyorlardı.
Aradan birkaç gün geçtikten sonra kardeşi Reginald tekrar geldi ve Malcolm’un kafasında ilk kez yer bulan ciddi düşünceler bırakarak gitmişti. “Düşünebiliyor musun kim olduğunu bile bilmiyorsun” demişti Reginald. “Bitip tükenmek bilmez hazineleri olan, kralları medeniyetleri olan bir ırktan geldiğin halde bunu bilmiyorsun ne yazık ki. Şeytan beyazlar senden bunu gizliyorlar. Asıl soyadının ne olduğunu bile bilmiyorsun, bir zamanlar kendi ana dilin olan dilini duysan bir kelimesini bile anlamazsın. Beyaz şeytan aslınla ilgili bütün bilgileri çekip almış elinden. Seni katlederek, sana tecavüz ederek, seni atalarının tohumundan, anayurdunun bağrından koparıp getirdikleri günden bu yana sen bu beyaz şeytanın bitmek bilmeyen şeytanlıklarının kurbanı durumundasın.”....
Amerikalı beyazlar; Zenci dedikleri bu insanlara kendi anavatanları olan Afrika’yı maymunlar gibi daldan dala atlayan vahşi siyahların, putperestlerin bulunduğu yer diye tanıttılar. Zencileri kendi öz vatanlarına ve ırklarına düşman ettiler, kendi dinlerini aşıladılar. Bu din Zenciye siyah olan her şeyin lanetli olduğunu, siyah olan her şeyden, hatta kendi kişiliğinden nefret ettiriyordu. Hıristiyan din adamları bu zencilere bir yanağına vurulduğunda diğer yanağını da çevirmeyi, acı çekerken gülmeyi, acıları sineye çekmeyi, boyun bükmeyi, alçak gönüllü olmayı öğretmişti. Onlara dualar edip ilahi okumayı, beyaz şeytanların elinin artığı şeylerle idare etmeyi, gerçek nimetleri öbür dünyadan beklemeyi, öbür dünya için yalvarıp, ama bu dünya nimetleri için fazla bir şey istememeyi öğretmişti! Köleci efendi bu dünyada kendi cennetinin tadını çıkarırken, Zenciye öbür dünya nimetine razı olmayı öğretmişti.
Malcolm, Norlfolk hapishanesinde öğrendi her şeyi... Burada günde sadece beş saat uyur ve saatlerce kitap okurdu. Gece “ışıklar kapansın” sesi onun kabusu olurdu, ancak dışarıdan sızan ışıkla kitap okuyabilirdi. Böyle kitap okuya okuya gözlerinin görme gücü iyice azalmış ve astigmat olmuştu. Ayrıca hapishanelerde mahkumlar arasında bir çok münazaralar yapılıyordu, Malcolm bunlara katılıyordu. Bu münazaralar onu ileride Vekil olduğunda yapacağı konuşmalara hazırlıyordu.
Kendi deyimiyle: “O sıralar, bir insan için en zor şeyi, fakat en büyük şeyi yapmak üzereydim; insanın zaten içinde var olan gerçeği, insanı çepeçevre kuşatan gerçeği kabul etmek üzereydim.” Onun İslamı seçmesi aynı en azından Amerikalı beyazlara bir tepkiydi; Çünkü Elijah Muhammed daha çok ırkçıydı. Müslümanlığı tam anlamıyla bilmiyordu ya da açıklamak istemiyordu. Irkçılık söz konusu olunca, zenciler tabi ki daha kolay Müslüman oluveriyorlardı.
Hapishanede çok okuma imkanı buluyordu. Bütün doğu ve batı felsefesini okudu. Bir sözlüğü baştan sona kopya etti, yaklaşık bir milyon kelime...burada beyazlarla ilgili çeşitli gerçekleri öğrenecekti: Beyaz tüccarların koloniler kurarak Afrika Asya ülkelerine saldırışını, Haç’a hiçbir zaman İsa dininin ruhuna uygun olarak, içten pazarlıksız olarak el atmadıklarını;alçakgönüllüce, azizce insanca sarılmadıklarını... “Şeytan beyaz adam Şeytani mizacının gereği olarak siyah olan her şeyden nefret etmeyi öğretti bizlere. Beyaz olmayan bütün toplumları sömürdü. Ayrıca yeryüzündeki bütün dinler kendi mensuplarına tanıyabilecekleri, hiç değilse kendi ırklarına benzer bir Tanrı düşüncesi getirirken, beyaz köleci efendiler Zencilere kendi Hıristiyanlıklarını aşılamışlardı. Bu Hıristiyanlık ise ‘Zenciye tıpkı köleci efendisi gibi sarı saçlı, soluk benizli, mavi gözlü adeta ecnebi tanrıya tapmasını salık veriyordu tabi ki.”
Eljah Muhammed siyahtı. Georgia’daki bir çiftlik evinde doğmuştu, ailesiyle birlikte Detroit’e taşınmıştı. İnsan suretine girmiş tanrı olduğunu iddia eden birisiyle tanışmıştı. Mr. Wallece D. Fard, Eljah Muhammet’e Allah’ın mesajını bildirmişti ve bu mesajı ‘Kuzey Amerika da yaşayan, Yitik buluntu İslam cemaati durumundaki siyah halka iletmesini istemişti Eljah Muhammed’den. Buna dayanarak kurmuştu Eljah Muhammed İslam cemaatini. İçerdeyken kardeşleriyle ve Eljah Muhammet’le devamlı mektuplaşıyordu. Eljah Muhammet ona bir mektup göndermiş içine de bir miktar para koymuştu.
Malcolm hapis cezasının son yılını ilk gittiği Charlestown Hapishanesinde geçirdi. Norlfolk’taki görevliler, iğne vurulmak istemeyişini ve yer değiştirmesine itirazını neden olarak gösterdiler!. Charlestown’da eskisi gibi kitap okuyamasa da, çeşitli tartışmalara katılıyordu. Hafta sonu bir ilahiyatçı İncil dersi vermeye geliyordu, buna katılmaya karar verdi Malcolm. İlahiyatçı konuşması bittikten sonra soruları alıyordu. Sonunda bir gün Malcolm da el kaldırdı ve sordu: “Pavlusun rengi neydi? Siyahtı elbet; çünkü o bir İbrani’ydi ve esas İbranilerse siyahtı...Öyle değil mi?” İlahiyatçı “evet” dedi. Malcolm tekrar sordu: “Ya İsa’nın rengi....o da İbrani’ydi değil mi?” Adam neye dayanarak diretebilirdi ki? “evet İsa esmerdi” dedi. Malcolm “peki kiliselerde çizilen resimlerde İsa hep beyaz çizilmiş, öyleyse bu resimler gerçeği yansıtıyor mu sizce?” deyince, İlahiyatçı “Bak bu konuda bir şey söyleyemeyeceğim” deyip çekip gitmişti.
1952 baharında tahliye kurulunun salıverilme kararıyla hapisten çıktı. Hapisten çıkınca Harlem ya da Boston yerine doğru Detroit’teki kardeşinin yanına gitti. Buraya gitmesinin nedeni Eljah Muhammet’in öğretisini daha iyi kavramak içindi. Hapisten çıkışı için kardeşinin çalıştığı mağazanın sahibi kefil olmuştu. Hemen burada tezgahtar olarak işe başlamıştı. Kardeşi Wifred yanında kalmasını istemişti, o da seve seve kabul etti bunu. Kardeşinin evinde tam bir Müslüman evi havası vardı. Kardeşi ona gusül almayı ve namaz kılmayı öğretti. Mağazada da namazlarını hiç aksatmadan kılıyorlardı, diğer çalışanlardan habersiz olarak yapıyorlardı bunu. Malcolm namaz kılmayı çok sevmişti, bütün din kardeşleriyle birlikte ALLAH’a yöneliyorlardı. Detroitteki Müslümanların toplandığı bir yer vardı. Burada hafta sonları İmam Lamuel Hasan konferanslar veriyordu. Buradaki Müslümanları o kadar samimiydiler ki, Malcolm böyle bir samimiyeti hayatında ilk kez görüyordu. Birbirleriyle karşılaştığında herkes selamlaşıyordu,ve birbirlerine son derece samimi davranıyordu herkes: ‘Kardeşim’, ‘Bacım..’, Hanımefendi...’, ‘Efendim...’ bu fevkalade bir şeydi...Malcolm tüm bunlar için diz üstü çöküp ALLAH’a şükür ediyor ve Eljah Muhammet’i göreceği günü iple çekiyordu.
Bir gün Chicago’daki iki numaralı mabedi ziyarete gitme kararı aldılar. Eljah Muhammet’in burada bir konuşması vardı. Chicago’da iki numaralı Mabed’de herkes aynı tip elbiseler giyinmişti. Malcolm bu kadar Müslüman’ı disiplinli temiz bir şekilde ilk kez görüyordu. Elçi içeri girince selam verdi, herkes ‘ve aleyküm selam’ diye yanıt verdi. Elçinin başında altın nakışlarla süslenmiş bir de taç vardı. Malcolm bu sırada dalıp gitmişti: kendisi içerdeyken hiç tanımadığı halde zaman ayırıp mektup yazan, Zencilere liderlik yapabilmek için nice acılara katlanmış, hiç özveriden kaçınmamış, zencilere kol kanat gerebilmek için gözünü budaktan sakınmayan lider...
Eljah Muhammed o gün çektikleri sıkıntılardan ve geçmişinden bahsetti. Konuşmanın sonuna doğru ismiyle hitap ederek Malcolm’a seslendi: “yıllardandır hiç ara vermeksizin bana mektup yazmıştır Malcolm kardeş. Elim değdikçe ben de kendisine yazmışımdır. ‘Zindandayken şeytandan kurtulmuştu Malcolm kardeş; ama şimdi onun tekrar içkime, kumarıma, esrarıma ve günahıma çekeceğim diyecektir beyaz şeytan. İşte şimdi temiz kardeşimizin perdesi kalkmıştır, göreceğiz nasıl bir insan olacağını, inanıyorum ki hep bağlı kalacaktır Malcolm kardeş imanına” diyordu Eljah Muhammed.
Akşam yemeğini Eljah Muhammet’le birlikte yediler. Bu sırada Malcolm Detroitteki Mabedi nasıl tıka basa doldurabileceğini düşünüyordu kendi kendine. Bir ara sordu: Detroitteki mabede kaç kişi toplanabileceğini sordu. Eljah Muhammet “binlercesini”dedi ve gençlere çok önem verilmesini istedi. Malcolm üye sayısını arttırmak için İmam Lamuel Hasan’a yardımcı olmaya karar verdi Zenci mahallelerine gidiyor: “Adamım sana şöyle biraz fıs geçeyim mi?”diyerek başlıyordu konuşmasına, böylece bir çok kişiyi yanında getirmişti .
Malcolm bu ara soyadı değişikliği için başvuruda bulunmuş ve başvurusu kabul edilmişti. Eljah Muhammed “X”soyadını kullanmalarını öğütlemişti onlara..Afrika’dayken ailelerin sahip oldukları soyadlarını simgelemektedir ‘X’. Şimdiki soyadları: köleler, efendilerinin soyadlarını kullandığından, kendilerine ait değildi. ‘X’ Matematikte bilinmeyenin simgesidir. Bir gün gelip ALLAH’a dönünceye değin ve kendi ağzından bize kutsal isim verinceye kadar bu ‘X’i kullanacaklardı. Artık onun ismi Malcolm X’ti.
Malcolm X bu arada bol bol çalışıyordu. Hafta sonu sohbetlerini hiç bırakmadan takip ediyordu. Cemaate katılmayı hiç aksatmıyordu. Artık geceleri rahat uyuyabiliyordu. Bu hale onu ALLAH’tan başka kim getirebilirdi ki. Gün geçtikçe Eljah Muhammet’e daha çok bağlanıyordu.
Eljah Muhammed, yeterlilik kazandığına inanınca, Malcolm’u Boston’a yolladı, burada Llyod X adında bir Müslüman oturuyordu. İslam’a az çok ilgisi olanları evinde topladı. Malcolm onlara bir konuşma yaptı. Malcolm konuşmalarında daha çok siyahlara yapılan işkencelerden bahsediyordu. Böylece, bir tepki olarak Malcolm’un konuşmalarına katılım çoğalıyordu. Ancak konuşmalar sonucunda “kim Eljah Muhammet’in hareketine katılmak ister?” dediğinde sadece bir kaç el kalkıyordu. Aradan üç aya geçtikten sonra bir teşkilat için yeterli sayıya ulaştığını anlayınca on bir numaralı Mabedi açtılar Boston’a. Eljah Muhammet onu 1954 yılının martında Philedelphia’ya gönderdi. Malcolm’un burada da beyazlara ilişkin gerçekler hakkında yaptığı konuşmalar sonucunda Philadellphia’daki zenciler daha büyük tepki verdiler ve Mayıs ayının sonunda On iki numaralı Mabet açıldı. Ertesi yıl başarılarından dolayı Eljah Muhammet Malcolm X’i Newyork’u teşkilatlandırması için görevlendirdi.
Malcolm X eskiden dümenler çevirdiği, esrar sattığı bu yere, yani buradaki sokaklara pek yabancı değildi. Eski arkadaşlarını ziyaret etti. Hiç birisi onun bu denli değiştiğine pek mana veremiyorlardı. Malcolm X bu arada Müslüman bir hemşire olan ve yine Müslüman teşkilat için çalışan Betty X adında birisiyle, Eljah Muhammet’ten onay aldıktan sonra evlendi.
Büyük bir kentte, imkanları büsbütün sınırlı bir örgüt, kamuoyunun dikkatlerini üstüne tam anlamıyla çekebilecek bir olayla karşı karşıya kalmazsa, pratik hayatta tanınmamaya mahkumdur. İşte bir gün Harlem’de öyle bir olay meydana geldi. İki beyaz polis zenciler arasında çıkan kavgayı önlemeye çalışırken Johnson Hinton adındaki bir Müslüman’a coplarla saldırdılar. Kafasından yaralanıp derisi epeyce soyulan Hinton, bir polis arabasıyla en yakın karakola götürüldü.
Malcolm X olaydan haberdar edilince 50 kadar Müslüman’la birlikte karakola gitti. İlk önce Malcolm’a onu göremeyeceklerini söylediler. Malcolm da nöbetçi amire pencereden dışarı bakmasını söylemiş, adam dışarıdaki Müslümanları görünce şaşırmıştı. Malcolm kardeşlerini görmeyince orayı terk etmeyeceklerini söyledi. Nöbetçi amiri göstermeye razı olmuş: Johnson Hinton’u kafası, yüzü, omuzları kana bulanmış bir vaziyette buldular. Malcolm: “bu adamın yeri karakol değil hastanedir”diye bağırdı. Hemen bir can kurtaranla onu hastaneye yolladılar. Hastanede yol boyunca elli Müslüman’la birlikte arabayı takip ettiler. Harlem’in en büyük caddesinde o güne kadar böyle kalabalık görmeyen zenciler dükkanlardan, kafelerden fırlayıp, kalabalığın peşine takıldılar.
İslam cemaati Johnson Hinton’un davacı olması için çok çalıştı, davanın sonunda Johnson Hinton 70 bin dolar tazminat kazandı. Bu olay Amerika da Müslüman cemaatinin gündeme gelmesine vesile oldu. Artık Amerika’daki televizyonlar Müslümanların mescitlerini gösteriyorlar, çeşitli belgeseller düzenliyorlardı .Malcolm X televizyon programlarına katılıyordu. Siyah Müslümanlar iyice Amerika gündemini meşgul etmeye başladılar...
Eljah Muhammed, Malcolm X’ e. “senin daha çok ünlü olmanı istiyorum. Çünkü sen ünlendikçe ben daha çok tanınıyorum ve cemaatimize katılım çoğalıyor.”demişti. Eljah Muhammet’in vekili olarak Malcolm X radyo ve televizyonlarda, Üniversite kampüslerinde bir çok konuşmalar yaptı. Eljah Muhammet’in vekili olarak konuştukça, diğer İmamlar onu kıskanmaya başladılar. Onunla arasını bozmak isteyenlere karşın 1963 yılında bir konuşmasında Eljah Muhammed: “İşte benim en sadık, en yılmaz vekilim. Ölünceye dek ayrılmayacaktır izimden” diyordu Malcolm için...
1963 yılında Eljah Muhammet’le ilgili çeşitli haberler çıkmıştı. Malcolm X bu haberlerden dolayı çok üzülüyordu, böyle bir şeyi düşünmek bile ona çok edepsizce geliyordu. Gazeteler Eljah Muhammet’in sekreterleriyle çeşitli ilişkileri olduğunu yazıyordu. Malcolm dayanamayıp hemen Eljah Muhammet’le Phoenix’te bir araya geldi. İşte burada Eljah Muhammet’in İslam dinini nasıl bildiğine ve nasıl çarpıttığına şahit olacağız. Malcolm X’e aynen şunları söylüyordu: “Davud’u okurken, bir başkasının karısına nasıl göz diktiğini öğrenmişsindir, işte o Davudum ben. Nuh’u okumuşsundur; şu sarhoşu, işte ben onun ta kendisiyim. Lut’un serüvenini okumuşsundur: şu kendi kızlarıyla aynı yatağı paylaşanı...bana da bunları yapmak caiz oluyor herhalde” demişti Eljah Muhammet.(Not: Bunlar tahrif edilmiş Tevrat’ın ayetleri idi ve diğerleri gibi Malcolm da o zamanlar Kur’an’dan uzaktı.)
22 kasım 1963 yılında Dallas’ta Amerikan başbakanı John F. Kennedy bir suikast sonucu öldürülmüştü. Eljah Muhammet ne olursa olsun hiçbir vekilin bu suikast hakkında konuşma yapmaması için bir buyruk göndermişti. Malcolm bu olaydan sonra Eljah Muhammet’in vekili olarak bir konuşma yaptı. Konuşma bittikten sonra, sorulu cevaplı bölüme geçildiğinde birisi ona şu soruyu yöneltti: “Başkan Kennedy’nin ölümü hakkında ne düşünüyorsunuz?” Malcolm da bir temsille kendi görüşünü açıkladı: “Siz sabah tavuklarınızı bahçeye gönderdiğinizde akşam komşunuzun kümesine değil de tekrar sizin kümesine gelecektir. Evet şeytan onu tekrar yanına aldı.”
Bu konuşması üzerine Malcolm X 90 gün hiç konuşmama cezası aldı Eljah Muhammet’ten. Manşetler“Malcolm X susturuldu” diyordu. MalcolmX, 90 gün sonra konuşabileceğini düşünüyordu fakat, artık ders verdiği yedi numaralı mabette de ders vermesi yasaklanmıştı. Biraz kafa dinlemek ve tatil yapmak için Malcolm X ve eşi o zamanlar yeni yeni İslam cemaatine katılan ve boksör olan Muhammed Ali’nin evine gittiler. Bu, eşi Bety’nin evlendikten sonra ilk tatili olacaktı.
-
Cevap: Müslümanlığı seçenler
Romanya vatandaşı Elena Morul isimli bayan, Samanyolu Televizyonu'nda yayınlanan "Sabah Neşesi" isimli programda Kelime-i Şehadet getirerek Müslüman oldu. Program konuğu Prof. Dr. Hayrettin Karaman'ın öncülüğünde Kelime-i Şehadet getiren Elena Morul, 'Aleyna Yıldız' ismini aldı.
Ebru Gediz'in sunduğu "Sabah Neşvesi" isimli programa İlahiyatçı Prof. Dr. Hayrettin Karaman ve sanatçı Sami Özer katıldı. Canlı yayın esnasında sunucu Ebru Gediz, stüdyoda bulunan Romanya uyruklu bir izleyicinin Müslüman olmak istediğini söyledi. Bunun üzerine Prof. Dr. Karaman, Romanya uyruklu Elena Morul'u konukların bulunduğu alana çağırdı. Burada Kelime-i Şehadet getiren Elena Morul, Müslüman oldu. Programa katılan diğer konuklar da Müslüman olarak "Aleyna Yıldız" ismini alan Elena Morul'u alkışlayarak tebrik etti.
-
Cevap: Müslümanlığı seçenler
Michael Jackson
Adi son yillarda sürekli skandallarla anilan, 90 lardaki efsane günlerini arayan Michael Jackson bu sefer de kardeşi Jermaine Jackson un açiklamalariyla gündeme geldi. Ancak ne bir başari ne de skandal söz konusuydu. Müslümanliği seçen kardeş Jackson, abisi Michael in da Müslümanliği seçmesi için uğraştiğini söylemişti. Michael da yakin geçmişte birçok ünlü isim gibi hakkinda Müslümün oldu söylentisi çikanlar kervanina katildi.
Neil Armstrong
Aya ilk ayak basan insan olarak bilinen Neil Armstrong söylentiye göre uzayda telsizinden ne olduğunu anlamadiği sesler duymuştu. Bu seslerin esrari astronotun bir Misir ziyaretinde ezan sesi duymasiyla açiğa kavuştu. Uzayda duyduğu sesin ezan olduğunu düşünen Armstrong İslami araştirip Müslüman oldu. Tabii bu hikayenin gerçekliği hep tartişildi...Tipki Armstrong un Aya gitmesi gibi.
Will Smith
Hollywood un ünlü simalarindan Will Smith de Müslüman olduğu yazilanlar arasinda... Muhammed Ali nin hayatini oynadiği filmden sonra canlandirdiği bu karakterden etkilendiği rivayet ediliyor. Will Smith in İslam a sempati duyduğunu açiklamasi, onun din değiştirdiği söylentilerinin yayilmasina sebep oldu.
Shaquille o Neal
Spor dünyasinda da Müslüman olduğu söylenen isimler mevcut. Su isimlerin başinda ise potalarin sevimli devi Shaquille O Neal geliyor. Shag in din değiştirme hikayesi ise diğerlerine oranla biraz daha gerçekçi, çünkü onun Müslüman olduğu iddia edenler NBA deki temsilcilerimiz Hidayet Türkoğlu ve Mehmet Okur. Shaq, NBA y ilk geldiklerinde din kardeşi olan basketçilerimize İslami usullerde ev sahipliği yapmişti.
İngiltere Prensi Charles.
Yakin arkadaşi ünlü müzisyen Sir John Tavaner, Charles in da kendisi gibi İslam a sempati duyduğunu açiklamişti. Ayrica eski ABD başkanlarindan Bill Clinton un kizi Chelsea Clinton da lisede aldiği İslam Tarihi derslerinden sonra, Kur-an okuyup, bunlardan etkilendiğini açiklayinca benzer söylentilerle gündeme gelmişti.
Yusuf islam 70 lerin ünlü rock yıldızı şimdilerin yusuf islamı.
Unlü yönetmen ve oyuncu Ömer Şerif:
Hapisaneye girdikten sonra musluman olan MALCOLM X(MALIK EL SAHBAZ):
Franck Ribéry 2002 yilinda müslüman oldu ve cezairli Wahiba ile evlendi.
Henry 2004 yılında Müslümanlığı seçmiştir.Müslüman olmasında yakın arkadaşı Nicolas Anelka'nın büyük etkisi oldu.
Brezilya asıllı yıldız futbolcu Ricardo Kaka İslam"ı seçti. Geçen Kuveyt"e yaptığı bir gezi esnasında Müslüman olduğunu ilan eden Kaka, İslam"ı seçmeden önce birçok kitap okuduğunu belirtti. Kaka yaptığı açıklamada, "Ben Müslüman olmak için doğdum" dedi.
-
Cevap: Müslümanlığı seçenler
SUNUŞ: Müslüman olmadan önceki ismi İsrail Komis Duı Santos... Vatanı çılgın insanların ülkesi Brezilya... 22 yıl papazlık yaptıktan sonra Müslüman olan Santoshttp://www.uslanmam.com/images/smilies/smiliv.gif ismini İsmail olarak değiştirmiş. Brezilyalı Müslümanlar ona Hacı İsmail diyorlar. Hacı İsmail şu an bir davetçi. Şam’da hem Arapça öğreniyorhttp://www.uslanmam.com/images/smilies/smiliv.gif hem de kurduğu internet sitesi vasıtasıyla Brezilyalıların İslam’la ilgili sorularını cevaplıyor. Hacı İsmail tam 248 Brezilyalının Müslüman olmasına vesile olmuş. Tam bir Hristiyanlık uzmanı olan Hacı İsmail’in ayrıca basılmaya hazır durumda olan 5 de kitabı var. Kitapların isimleri ise şunlar: “Nasıl ve Niçin Müslüman Oldum? Hristiyanları İslam’a Nasıl Davet Edelim? Müslümanlar Neye İman Ediyor? Müslümanların Akaidi Nedir?” Yaşı 60’a yaklaşmasına rağmen heyecanından hiçbir şey kaybetmemiş olan Brezilyalı eski papazla zevkli bir sohbet gerçekleştirdik. Hacı İsmail Santos’un anlattıklarını ilgiyle okuyacağınızı tahmin ediyoruz.
- Brezilyalı arkadaşlarım sizin bir zamanlar Brezilya’nın en meşhur papazları arasında olduğunuzu söylediler. Bu ünü nasıl elde ettiniz?
Şöhret hem Hristiyanlık hem de İslam’da övülen bir şey değildir. Çünkü şöhret insanı kibre sürükler. Kibir de dinler tarafından kötü görülen duyguların başında geliyor. Ben tanınmak için hiç bir zaman özel bir çaba göstermedim. Fakat dünyada Kitab-ı Mukaddes’in tamamını ezbere bilen sayılı papazlardan biri olmam ve aldığım eğitimhttp://www.uslanmam.com/images/smilies/smiliv.gif Brezilyalıların beni tanımalarını sağladı.
-Ne tür bir eğitim aldınız? Okuduğunuz okullardan bahseder misiniz?
Babam papaz olmamı istediği için eğitimime 14 yaşımda başladım. 18 yaşıma geldiğimde ise Nübüvvet’in Sesi Kilisesi’ne kayıt oldum. Burada Kitab-ı Mukaddes’in tamamını ezberledim.
-Kitab-ı Mukaddes’i ne kadar zamanda ezberlediniz?
3 sene de ezberledim. Fakat Kitab-ı Mukaddes’i ezberlediğim sırada başka ilimleri de okudum.
-Daha sonra...
Nübüvvet’in Sesi Kilisesi’ndeki eğitimimi tamamladıktan sonrahttp://www.uslanmam.com/images/smilies/smiliv.gif papazlar tarafından San Pauloya gönderildim. San Paulo’da Tanrı’nın Kilisesi isimli okulda 9 yıl daha eğitim gördüm. Bu 9 yılın ardından papaz oldum. Aldığım yoğun eğitim ve elde ettiğim başarılar nedeniyle San Paulo şehrindeki 5 kilisenin yönetimi bana verildi. Papazlık yaptığım sırada da eğitimimi sürdürdüm. En büyük üstadlarla 3 sene daha ders okudum. Bu 3 senenin ardından Prof. ünvanı kazandım. Müslüman olmadan önce 22 sene çeşitli kiliselerde papazlık ve yöneticilik yaptım.
-İslam’la nasıl tanıştınız? Müslüman olma serüveninizi anlatır mısınız?
İslamı daha önce de biliyordum. Papazlık eğitimi aldığım sırada hocalarım İslam’la ilgili bilgiler vermişlerdi. Fakat o sıralar edindiğim bilgiler salt eğitim amacı taşıyordu. Bundan dolayı da İslam benim için bir anlam ifade etmemişti. Ta ki 1997 yılına kadar...
-1997 yılında ne oldu?
1997 yılında Medde Kilisesi’nde yöneticilik yapıyordum. Bir papaz arkadaşım ziyaretime gelerekhttp://www.uslanmam.com/images/smilies/smiliv.gif benden kızıyla ilgili yardım istedi. Papaz arkadaşımın kızı Hristiyanlığı terk etmiş ve Müslümanların toplantılarına gidiyormuş. Arkadaşım bu durumdan çok rahatsızdı. Benden kızıyla konuşup onu ikna etmemi ve kızını İslam’dan uzaklaştırmamı istedi. Ben de arkadaşımın isteğini kabul ediphttp://www.uslanmam.com/images/smilies/smiliv.gif kızı kiliseye davet ettim.
-Davetiniz kabul edildi mi?
Evet. Arkadaşımın kızı bir kaç gün sonra ziyaretime geldi. Onunla İslam hakkında tartışmaya başladık. Kızcağızın İslam hakkında pek fazla bilgisi yoktu. Fakat yeni iman etmesine rağmen çok sağlam bir imana sahipti. Arkadaşımın kızını ikna edemedim. Fakat o benihttp://www.uslanmam.com/images/smilies/smiliv.gif Müslümanların toplandığı mekanı ziyaret etmeye ikna etti. Amacım İslam’la ilgili daha fazla bilgi ediniphttp://www.uslanmam.com/images/smilies/smiliv.gif bu sayede arkadaşımın kızını ikna etmekti. İki gün sonra San Paulo’daki Latin Amerika İslam Davet Merkezi’ni ziyarete gittim.
-İslam Merkezi’nde nasıl karşılandınız?
Tanınan biri olduğum için merkezdeki Müslümanlar beni görünce şaşırdılar. İlk olarak Lübnanlı Ahmet Ali Sayfi isminde bir davetçi tarafından karşılandım. O beni merkezin mescidine götürdü. Mescidde Bilal isminde bir Brezilyalı ile tanıştım. Bilal daha önce ateistmiş. Müslüman olduktan sonra bütün hayatı değişmiş. Yüzünde etkili bir huzur ve sukünet vardı. Bilal’den bana İslam’ı anlatmasını istedim. 4 saat hiç konuşmadan Bilal’i dinledim. Anlattıklarından o kadar etkilenmiştim kihttp://www.uslanmam.com/images/smilies/smiliv.gif konuşamıyordum. İçimde büyük bir ağlama isteği oluştu.
- Mescidde tanıştığınız Bilalhttp://www.uslanmam.com/images/smilies/smiliv.gif size İslam’la ilgili neler anlattı? Sizi etkileyen neydi?
Bilal bana önce Tevhid’i anlattı. Daha sonra İslam’ın ve Kur-an’ın emirlerinden bahsetti. Özellikle İslam’ın Tevhid anlayışı beni çok etkiledi. Uzun yıllar teoloji eğitimi aldığım içinhttp://www.uslanmam.com/images/smilies/smiliv.gif Tevhid’e dair emirler taşıyan her türlü görüşü rahatlıkla tesbit edebiliyordum.
-Bilal’le yaptığınız sohbetin ardından hemen Müslüman olmaya karar verdiniz mi?
Hayır. Bilal bana “Kur’anhttp://www.uslanmam.com/images/smilies/smiliv.gif İncil ve ilimler” isimli bir kitap hediye etti. 3 gün gece gündüz bu kitabı okudum. O kadar etkilenmiştim ki... Kitabı bitirdikten sonra İslam’ın Allah’ın dini olduğuna bütün kalbimle inandım. İslam’ın Tevhid anlayışı harikulade. Hristiyanlıkta ise Allah’ın yerinde kutsal sayılan tarihi şahsiyetler var. İslam Akaidi de çok sağlam ve güçlü. Ayrıca İslam sadece Hz. Muhammed’in getirdiği bir din değil; Hz. Adem’inhttp://www.uslanmam.com/images/smilies/smiliv.gif Hz. Musa’nınhttp://www.uslanmam.com/images/smilies/smiliv.gif Hz. Davud’un ve İsa Mesih’in getirdiği ilahi yolun devamı.
-Papaz olduğunuz dönemlerde de Hristiyanlığa karşı şüpheleriniz var mıydı?
Teoloji konusunda yaptığım araştırmalar geliştikçehttp://www.uslanmam.com/images/smilies/smiliv.gif Hristiyanlığı sorgulamaya başladım. Sürekli olarak Allah’ahttp://www.uslanmam.com/images/smilies/smiliv.gif bana doğruyu göstermesi için dua ediyordum. Fakat Hz. İsa’ya karşı içimde büyük bir sevgi vardı. Kendi kendime; “Acaba İsa Mesih gerçekten Hristiyan mıydıhttp://www.uslanmam.com/images/smilies/smiliv.gif bütün nebiler Hristiyan mıydı?” diye soruyordum. Kitab-ı Mukaddes’de tevhide aykırı 500’e yakın bahis tesbit etmiştim. Ruhumda büyük bir ateş vardı. Hristiyanlık bu ateşi bir türlü söndüremiyordu. İslam’ı kabul ettikten sonra kalbim sukün buldu. İslam’ın bütün nebilerin dini olduğuna bütün kalbimle inanıyorum.
-Müslüman olduğunuz duyulunca çevrenizin tepkisi ne oldu?
Sonunda Müslüman olmaya karar vermiştim.Fakat nasıl Müslüman olacağımı bilmiyordum. Kitaplarda İslam’ı seçenlerin bunu insanlara açıkladıklarını okumuştum. Ben de ailemin fertlerini bir araya getirip onlara; “Ben artık Müslüman olmaya karar verdim. İslam nebilerin dinidir. Hz. Muhammed de Allah’ın son peygamberidir.” dedim. İlk tepkiyi eşim gösterdi. Bana “Sen delirdin mi?” dedi. Çocuklarım benden evi terketmemi istediler. Babam ise; beni artık kendi çocuğu olarak görmediğini söyledi.
-Kilise sizin Müslüman oluşunuzu nasıl karşıladı?
Müslüman oluşumun duyulması kiliseyi ve bana bağlı olan 5 kilisedeki cemaatimi şok etti. Kilisedeki din adamlarıyla her gün toplanıp tartışıyorduk. Bana; San Paulo’daki Hristiyan din adamları arasında tanınan bir kişi olduğumuhttp://www.uslanmam.com/images/smilies/smiliv.gif bu nedenle kilisenin benim Müslüman olmamdan büyük zarar göreceğini söylüyorlardı. Haftalarca tartıştık. Ama beni ikna edemediler. Tartışmayla ikna edemeyince Büyük Kilise’nin müdürü Hristiyanlığa dönmem karşılığında bana para teklif etti. Ben de bunu asla kabul etmeyeceğimi söyledim. Bunun üzerine papazlar benim delirdiğime dair dedikodu çıkardılar. Kiliseden aldığım maaş kesildi. Artık eve de gidemiyordum. Kendi kendime eski halimle şimdiki halimi kıyasladım. Papazken ben insanlara yardım ederdim. Müslüman olduktan sonra yardım alacak hale geldim. Fakat bu durumum daha huzurluydu. Çünkü kalbim gerçeğihttp://www.uslanmam.com/images/smilies/smiliv.gif Tevhidi bulmuştu.
-Müslüman olduktan sonra neler yaptınız?
Arjantin’de Suudlu’ların açtıkları bir İslam Merkezi vardı. Orada 1 sene Akidehttp://www.uslanmam.com/images/smilies/smiliv.gif Kur’anhttp://www.uslanmam.com/images/smilies/smiliv.gif Hadishttp://www.uslanmam.com/images/smilies/smiliv.gif Fıkıh ve davet dersleri aldım. Daha sonra yakınlarımdan başlayarakhttp://www.uslanmam.com/images/smilies/smiliv.gif insanları İslam’a davet etmeye başladım. 1 senelik davet çalışmamın ardındanhttp://www.uslanmam.com/images/smilies/smiliv.gif başta hanımım ve 4 çocuğum olmak üzere yakın akrabalarımdan 17 kişi Müslüman oldu. Hanımım ismini Hatice olarak değiştirdi. Ben de İsrail olan ismimi İsmail olarak değiştirdim. Brezilya’daki davet çalışmalarım devam ederkenhttp://www.uslanmam.com/images/smilies/smiliv.gif Suud Kralı tarafından Mekke’ye davet edildim. 2 ay Mekke ve Medine’de gözlem ve araştırmalar yaptım. Mekke ve Medine bana İslam hakkında yeni tecrübeler kazandırdı. Allahhttp://www.uslanmam.com/images/smilies/smiliv.gif Hz. Muhammed’e karşı kalbime büyük bir sevgi koydu.
Hac’dan sonra Brezilya’ya dönüp 2 sene daha davet çalışmalarına devam ettim. Kur’an’ı anlamak için arapçayı öğrenmeyi çok istiyordum. Allah bana hiç beklemediğim yerden bir imkan sundu. Şam’daki Fetih Üniversitesi’nin yöneticileri beni Suriye’ye davet ettiler. Şu an Şam’da hem arapça öğreniyorumhttp://www.uslanmam.com/images/smilies/smiliv.gif hem de kurduğum internet sitesi aracılığıyla Brezilya’lıları İslam’a davet ediyorum. 248 Brezilya’lı internet sitesi aracılığıyla yaptığım davet çalışmaları sonucu Müslüman oldu.
-Şu an Brezilya’da İslam ne durumda?
İslam’a Brezilya’da büyük bir ilgi var. Özellikle 11 Eylül olayıhttp://www.uslanmam.com/images/smilies/smiliv.gif Brezilya’da hatta bütün Latin Amerika’da İslam’a büyük bir ilginin oluşmasına neden oldu. İnanıyorum ki Brezilyahttp://www.uslanmam.com/images/smilies/smiliv.gif hatta bütün Latin Amerika İslam’ın çağrısına kulak verip yakında büyük bir diriliş gerçekleştirecek. Bizim ülkemizde kendisine İslam daveti ulaştırıldığında çok kısa zamanda Müslüman olacak bir çok insan var. Fakat şartlarımız çok kısıtlı. İslam’ı bilen davetçilere ihtiyacımız var.
-Eski bir papazhttp://www.uslanmam.com/images/smilies/smiliv.gif yeni Müslüman olarak dinlerarası dialoğa nasıl bakıyorsunuz?
Böyle bir şey mümkün değil. Tevhid ile şirk kardeş olabilir mi? İslam Tevhid ve esenliktir. İslam dışındaki dinler ise şirkin çeşitleridir.
-İslam Dünyası’nın şu anki durumunu nasıl görüyorsunuz?
İslam Dünyası şu an uyuyor. Fakat bu uyku yakında son bulacak. Çünkü hadisler bize bu müjdeyi veriyor. Yapmamız gereken daha çok iş var. İslam davetini yeryüzünün her yerine ulaştırmalıyız. Müslümanlar Latin Amerika’ya ticaret yapmaya geliyorlar. Ticaret için gösterilen çaba İslam daveti ıçin de gösterilmeli.
-Brezilya’ya geri dönüş ne zaman?
9 yaşındaki torunum Necah okuyup alime oluncahttp://www.uslanmam.com/images/smilies/smiliv.gif Brezilya’ya geri döneceğim. Torunum Brezilyalı genç kızlara İslam’ı anlatacak.
-
Cevap: Müslümanlığı seçenler
müslüman olan ünlülerden çoğumuzun tanıdığı bir isim.
İngilizCat Stevens. ya da bizim tanıdığımız ismiyle YUSUF iSLAM..
YUSUF İSLAM - (CAT STEVENS)
Londra’da doğdu.gençliğinde müziği seçti.cat stevens ismi ile kısa sürede ünü dünyayı tutan pop şarkıcısı oldu.1977 senesinde müslüman oldu.
Annem İsveçli bir budist,babam ise Kıbrıslı bir rum ortodokstu.Evimizde azçok hristiyanlık havası vardı.Londra’nın merkezinde katolik okuluna gönderildim.Orada Allah’a inanmamızı öğrettiler.Allah’a giden tek yolun İsa aracılığıyla olduğunu söylediler.11 yaşındayken karışık dinlerden öğrencilerin olduğu bir okula gittiğimde hemen hemen kiliseden ayrılmıştım.Ama İsa’nın üzerimdeki etkisi,teslis ne manaya geldiğini düşünmeden devam ediyordu.Müziğe başladığımda dini daha ciddi almam gerektiğine dair duyguya sahip olmama rağmen sözde hristiyan haline geldim.Pazar günleri günah işleyenlerin affedilmeleri bana ikiyüzlülük gibi geldi.Bu düşünce kiliseden uzaklaşmama yol açtı.
Bir ara Doğu’nun dini felsefeleriyle ilgilenmeye başladım.Hippilik döneminde tutku haline geldi.Budizm hakkında kitaplar okumaya başladım.Budizmi kilise öğretilerinden daha doyurucu buldum.Bu Hristiyan din anlayışına karşı ilginç alternatifti.ancak pratiği güçtü.Ailemin rum kökenine doğru gittim.Pisogorosu ve herşeyi matematik formülle sonuçlanabileceğini öğrendim.Ancak bununda pratiğide mümkün değildi.
1975′te abim Kudüs’e gitmişti.ziyaretinde MESCİD-İ AKSA’da bulunuyordu.Camiye girer girmez içimde barışçı, doyurucu hisler belirince bana İslamdan bahseden bir kart attı.Londra’ya döndüğünde bana KURAN’IN aslıyla,ingilizce tercümesini hediye etti.KURAN’ın ve Müslümanların inancı hakkında dikrim yoktu.bazen Müslümanlara MUHAMMEDİLER diyorlardı.
Bu tıpkı Hristiyanların gibi müslümanlarında Hz.Muhammed’e taptıkları intibaını veriyordu.Kuran’ı okumadan önce böyle düşünüyordum ve İslamın Avrupadaki görüntüsü hastalık ve felakete benziyordu.Daha sonra onu okumadan hakkında hüküm vermemeye karar verdim.Kuran’la karşılaşıncaya kadar hayatın amacı bir sırdı benim için,hayatı herşeyi düzenleyen bir hakimin varlığına inanıyordum,kimdi bu görünmeyen sanatkar?
Pek çok manevi-ruhi yollardan geçmiştim,fakat hiçbiri beni doyurmamıştı.Kuran’ı okumaya başladığımda hayretim arttı.Gittikçe huzura dalıyordum.Çünkü o alemlere hakim olan tek bir Allah’ın adıyla başlıyordu.okudukça KURAN’ın herhangi başka kitaplardan farklı olduğunu anlamaya başladım.her kitabın bir yazarı olur bu kitabı kimin yazdığını merak ettim.Tabii ki Kuran beşeri bir yazarın yazabileceğinden yüksek seviyedeydi.1,5 seneden fazla durmadan okudum ve bu süre içinde hiçbir müslümanla karşılaşmadım.
KURAN’ın mesajı içinde boğulup kalmıştım ve şu karara vardım:”önümde 2 tercih vardı:ya kendimi tamamen teslim edecektim veya kendi müzikli yolumda yürüyecektim.benim için birtek seçim yolunun müslüman olmak olduğunu anladım”iş bukadar kolay değildi.çünkü yükümlü olduğum esaslar ve hükümler hakkında daha fazla bilgiye muhtaçtım.geçiş dönemi diye adlandırdığım 1,5 yıllık bir süre aktı.Bu dönemde İslam hakkında daha fazla bilgi sahibi olmaya gayret ettim.
O sıralarda Londra Reqent’s parkta bir caminin varlığını duydum.İmamı ile tanışarak kelime-i şahadet getirdim,namaz,oruç ve zekat vecibelerimi yerine getirmeye başladım.Londra’daki müslüman kardeşlerimin arasına katıldım.Her türlü müzik aletinin haram olduğunu öğrenince,müziği bıraktım.Şimdi İSLAM’I yaşıyorum ve huzur içindeyim
-
Cevap: Müslümanlığı seçenler
Bir çok diplomat, devlet, ilim ve fen, hatta din adamlarının müslüman oluşları, İslâmiyetin büyüklüğüne hayran kaldıklarındandır. Birçok yabancı, İslâmı seçmiştir. Bu sebeplerin birkaçı şöyle:
Meleklermekani.com - Yabancıların müslüman olmalarına sebep olan şeyler
s1- İslâmda tek ilah vardır. Hıristiyanlıktaki üç tanrı inancı, ilim sahiplerince saçma görülmüştür.
2- İslâm, sadece ahiret saadetini değil, dünyada da mutlu yaşamanın yollarını bildirmiştir.
3- İslâmda, her çocuk günahsız doğar. Hıristiyanlıkta ise, günahkâr doğar. Bu da, akla, ilme, aykırıdır.
4- İslâmda, ibâdetlerin mabette yapılma şartı yoktur. Her yerde ibâdet edilebilir. Hıristiyanlar, kilisede putu, papazı aracı yaparak ibâdet eder.
5- İslâmda günahları yalnız Allah affeder. Hıristiyanlıkta, güya papazın, günahları affetme ve dinden çıkarma yani aforoz etme gibi yetkisi vardır.
6- Yahudi kendini asil bilir. Hıristiyan, zenciyi aşağı görür. İslâmda ise ırk, renk ve dil ayrımı yoktur.
7- İslâmda bütün peygamberler beşer, yani insandır. Ancak seçilmiş, günahsız insandır. Hiç kimse, diğerlerinin günahını çekmez. Hıristiyanlıkta, Hz. İsa Oğul tanrıdır, günahkârların affolması için çarmıhta ölmüştür. Bu da akla ve ilme aykırıdır.
8- İslâmda hurafe yoktur. Diğer dinlerde ateşe, güneşe, taşa, heykele tapılır.
9- İslâmda, "Dinde zorlama yoktur" düsturu vardır. Hiç kimse dine girmeye zorlanmaz. Hıristiyanların dine sokmak için yaptıkları işkenceler ve mezheb kavgaları meşhurdur.
10- İslâm, iç temizliği yanında, dış temizliğe de çok önem verir. Meşhur Versay Sarayında yıllarca bir hela yoktu. Bu, Hıristiyanların ne kadar pis olduğunu göstermeye kâfidir.
11- İslâm, sömürüyü reddeder. Bunun için kapitalizmi, komünizmi kabul etmez. İslâm hariç, hiç bir dinin ekonomi sistemi yoktur. Bugün Hıristiyan ülkelerde kapitalizm hakimdir.
12- Müslümanların geri kalışları sebebi, dinlerinin icablarına uymamalarındandır. Hıristiyanların maddi refaha kavuşmaları ise, dinlerinden uzak kalmalarındandır. Müslümanlıkta cahil olan dinden çıkar, Hıristiyanlıkta ise, âlim olan Hıristiyanlığı bırakır.
13- İslâmda, alkol, uyuşturucu ve kumar haramdır. Zinanın cezası ise, ağır olduğu için, fuhuş yaygınlaşamaz. Hıristiyan Batı, fuhuş bataklığı içindedir.
14-İslâm, en yeni ve en son dindir. Kur'an-ı kerim, günümüze kadar hiç bozulmadan, bir kelimesi bile değişmeden gelmiştir. Hâlbuki İncillerin birbirini tutmadığını herkes bilir.
15-İslâm, kadınlara çok kıymet vermiş, onlara en büyük hakları tanımış, (Cennet anaların ayağı altındadır) buyurmuştur. Hiçbir din kadına bu değeri vermemiştir.
16-İslâm dini bir milletin değil, bütün insanlığındır. Allahü teâlâ, (Rabbülâlemin)dir, yani bütün âlemlerin Rabbidir.
-
Cevap: Müslümanlığı seçenler
Yarım asırdan fazla süren bir araştırma devresinden sonra, 1981'de 68.yaşında Müslüman oldu. 1913'de Marsilya'da doğdu. Dinsiz bir ailenin çocuguydu. Fakat o, "Protestan Gençlik Teşkilatı nın başkanlığım yapmış, aynı yıllarda (1933) Fransız Komünist partisi'ne de üye olmuştu.
Meleklermekani.com - Müslüman Olan Ünlü Fransız Filozof ROGER GARAUDY
1956'da Komünist Partisi Siyasî Büro Şefi oldu. Marksist Araştırma ve İncelemeler Enstitüsü'nün Müdürlüğünü yaptı. Marksist felsefeyi çeşitli yönleriyle araştıran çok sayıda .eserler yayınladı.
"İslam İstikbalimize Yerleşecek kitabımla ilgili olarak Cenevre'ye konferans vermeye davet edildiğim zaman, Avrupa muhiti içinde canlı bir İslam tablosu gördüm. Gerçi Cezayir, Fas, Endonezya, Mısır ve Irak gibi Müslüman ülkeleri gezmiştim. Bilhassa Cezayir'deki ikametim, bana hayli tesir etmişti. Fakat Müslümanlarla, beşerî münasebetlerim pek olmamıştı."
Garaudy, aydın Müslümanları tanımasının da Müslüman oluşundaki payını dile getiriyor ve "Niçin Müslümanım" yazısında da İslamı seçişinin temel fikrî sebeplerini açıklıyor. Ona göre, "îslamı seçmek çağı seçmektir. Çünkü İslamiyet bu çağın yegane dinidir. Çağın ümididir."
Le Monde gazetesinin birinci sayfasında yayınlanan ve büyük yankılar yapan yazısında İslamî düşüncelerini şöyle özetliyor:
"Batı dışı kültürleri incelediğim sırada, İslamın özel potansiyelinin şuuruna vardım. Ani bir keşif değildi bu îslam, Arap medeniyeti üzerine ilk coşkulu yazımı 1946'da Şeyh îbrahimî'yle çok önem taşıyan karşılaşmamdan sonra yazmıştım. Ama şimdi îslam, hayatımın sorularına cevap getiriyordu.
"Bu asrın tenkidi şuurunu ilgilendiren başlıca üç noktada.
1. Hz. Muhammed (a.s.m.), hiçbir zaman yeni bir din ihdas etme iddiasında bulunmadı. Bize Hz. ibrahim'in temel inancını tebliğ etti. Kur'an'da Hz. Musa ve îsa, îslamın peygamberleridir. Dünya, onun içinde Yahudi. Hıristiyan, Müslüman birligini kurabilir.
2. îslam, ilmi hikmetten, hikmeti de imandan ayırmaz. Müslüman ilim, Kurtuba Üniversitesi'nin en parlak döneminde. sebeplerin araştırılmasıyla gayelerin araştırılmasını birbirinden ayırmıyordu. Bu da ilmin ve tekniğin, ilim ve teknik bürokrasisine; politikanın Makyevelizme dönüşmesini engeller. Sadece "nasıl" değil, "niçin" sorusunu da sormaya zorlar.
3. islam, inançla politika arasındaki (insanın iki boyutu) ilişkiler mes'elesinin ortaya atılmasını sağlar ve onları kilise ile devlet arasındaki ilişkilerle (iki kurum illşkisi) karıştırmaz Fransa ve Avrupa'da çok sık olduğu gibi.
Bu idealleştirdigimiz İslam, nerede mevcut diyeceksiniz? Hiçbir yerde. Doğru. Bir Kitapta ve insan yüreklerinde var sadece. Hıristiyan toplumlarında hiçbir zaman mevcut olmadığı gibi.
Garaudy, bu ideal îslam toplumunun.tarihteki tek ve emsalsiz örneğinin Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından Medine'de kurulduğunu söylüyor. Böylece islam, Hıristiyanlıktaki bir boşluğu doldurmuş, topluluğun teşkilatlanmasını gerçekleştirmiştir. Hz. Muhammed'in (s.a.v.) oluşturduğu topluluk ne belirli bir kan, ne belirli bir toprak, ne belirli.. bir pazar, ne de belirli bir kültür üzerine kurulmuştur. Bir imanda birlik üzerine kurulmuştur, ve herkese açıktır. İşte bana bu, insancıl bir toplumun temeli olarak görüldü.'
"Ancak, tarih boyunca bir tek örnek İslam için az değil midir, derseniz, ben de, Hıristiyanlıkta. Yahudilikte ve sosyalizmde o bir tek örnek dahi yoktur, derim. Evet, böyle örneksiz bir dünyada bir tek örnek bile çoktur ve önemlidir."
İslam nedir? sorusuna ise şu cevabı vermektedir:
"Bana göre islam şudur: îslamın büyük Peygamberi, 'yarın ölecekmiş gibi ahirete, hiç Ölmeyecekmiş gibi dünyaya çalışın' derken, her şeyi anlatmıştır, İslam, anlaşılıyor ki, hem maddeye, hem de manaya hükmetmiştir. Öyle ise, bunların ikisi birbirinden koparılamaz. Nasıl koparılamaz: 'îlim Çin'de bile olsa gidip alınız, çünkü ilim ve hikmet Müslümanın kaybolmuş malıdır, ara bul' diyor, islam... îlmin, çalışmanın burada sınırı yoktur, islam, dünyayı sarsan bu iki olaya sınır koymadıgına göre, dünyayı sarsmıştır. Nasıl sarsmıştır?
"Getirdiği sistemle. "Bu sistem nasıldır?
"insanı, yaratılmışların en olgunu ve en şere'flisi olarak kabul ederken, onun sömürülemeyeceğini anlatmıştır. israf, gösteriş ve lüksü tamamen yasaklıyan, kazancı, alınterindeki damlacıklarda arayan, biriken sermayeyi fakire ölçülü ve ahlak kaideleri içinde aktaran, faizi, tembelliğe ve fakiri ezmeye ittiği için yasaklayan ve gayr-ı meşru serveti bu kaideyle imha eden bir sistemler manzumesidir islam...
"Halife île kölenin eşit hakka sahip olmasını mecbur kılmıştır. Bir deve olayı vardır ki, bu kralların kılıçlarından daha keskin bir hadisedir. Hz. Ömer île kölesi bir şehirden bir şehire giderken deveye sıra île binerler. Zaman zaman devenin yularını halife ceket, zaman .zaman da köle. İşte adalet ve hukukta aklın devrimidir bu."îslamiyetle diğer dinler arasındaki farkı da şöyle açıklıyor:
"Fark şudur: Bana göre İslam, çağları arkasında sürükleyen bir dindir. Diğer dinler ise, çağların arkasında sürüklendi. Yani islam dışındaki bütün dinler, zamana uyduruldu. Reforma tabi tutuldu. Mukaddes kitaplar. çağlara göre tahrif edildi. Kur'an ise indirildiği günden beri hep zamana hükmettim O, zamanı değil, zaman onu takip etti. Zaman yaşlandıkça, O gençleşti. işte aradakl fark budur.
"Bu, çağlar üstü bir olaydır. Bugüne kadar bunca savaşların bıraktığı korkunç sosyal, siyasî ve ekonomik sarsıntılardan daha büyük bir olaydır bu..."
"Marksizm, kapitalizm ve îslam arasındaki fark nedir?", sorusu ise şöyle cevap buluyor: "Biri insanı devlete karşı esir eder. Diğeri ise, sermayeye karşı. Yani marksizm ile kapitalizmin ikisi de insanı sömüren sistemlerdir demek istiyorum. Ama İslam bunlara karşı, insana prestijini iade eden bir sistemdir."
"Dünyanın içinde bulunduğu büyük bunalımdan ancak Kur'an'la kurtulabiliriz" diyen Garaudy, bu kurtuluşun başlamış olduğuna da inanıyor "Batı'da İslam güneşi doğmuştur. Müslümanların sayısı da hızla artmakta ve bu durum Batıyı ürkütmektedir. Ne var ki.
bildiğiniz gibi, korkunun ecele faydası yoktur. Ben ve benim gibilerin vazifesi, kokuşmuş- Batıya, îslamı gerçek manasıyla tebliğ etmek ve îslamın müjdesini vermektir. Müslümanlar, Batılılaşma eğilimini bir an önce bırakmalıdırlar. Çünkü, Batı iflas etmiştir ve hastadır. Sağlıklı bir kişinin hastayı taklit etmesi ise manasızdır.
Müslümanların vazifesi nedir? Bunalımdan çıkabilmek için ne yapmalıdırlar: "Müslümanlar, içinde bulundukları bunalımlı ortamdan, Kur'an-ı Kerîmin mesajını tam manasıyla anlayıp uygulamaya soktukları zaman kurtulabilirler." Zira: "İslam. Allah'a, dünyaya. insana, ilimlere, san'atlara bakışı ile her insan ve her cemiyet için ayrılması mümkün olmayan İlahî ve beşerî temellerin her ikisine birden istinat eden yeni bir dünyanın inşa projesini mükemmelen vermektedir."
Fakat biz ne yapmıştık Türkiye'de? Garaudy. Fransa'daki merkeziyetçilikten şikayet edince bir derginin yazan suçlanıyor:
"Ne yazık ki, biz de tüm kamu yönetim sistemimizi Fransa'dan kopye ettik."
Garaudy ise cevaplıyor: "Bana öyle geliyor ki, siz, çağdaşlaşma ile Batılılaşmayı birbirine karıştırmışsınız."
"Halbuki bu özendiğimiz Batı, öyle bir Batı ki, diyor, ben bu Batı'da doğu felsefesi. İslam medeniyeti hakkında tek kelime bilmeden otuz sene profesörlük ettim."
Böyle bir Batıya ve bütün insanlığa karşı Müslümanın görevi ve sorumluluğu nedir? Sayıca çoğalmak, paraca üstünleşmek, maddî bakımdan gelişmek, silah bakımından modernleşmek mi? Hayır!... Müslüman, ancak çağın problemlerine cevap bulabildiği ve bunu her vasıtadan yararlanarak dünyaya anlatabildiği ölçüde vazifesini yapmış olacaktır: "Batı'nın çözüm getiremediği, içinden çıkamadığı' meselelere İslam çözüm getiriyor. Müslümanlar olarak, bu meselelere çözüm bulmak üzerimize düşeri bir vazifedir. Müslüman olarak bizlerin vazifesi, Sovyetvari, ya da Amerikanvari değil. İlahî kaidelere dayalı, yeni, özel bir ekonomik gelişme modeli sunmaktır...
Sosyal, kültürel ve öteki sahalarda da bu sorumluluğumuzun gereğini yerine getirmeliyiz. İslam, bizim bugünümüzü ve geleceğimizi aydınlatan, onu yönlendiren değerler bütünüdür. Bunu anlatmak istiyorum."
Yıllarca akıl hocalığı ve "ruh mimarlığı" yaptığı Marksistler, Garaudy'nin bu fikirleri karşısında şaşkına dönüyorlar. Onlar, daha önce yazdığı eserleri hemencecik Türkçeye tercüme edip hatmederler ve Garaudy'yi üstad bilirlerdi. Oysa şimdiki eserlerine karşı büyük bir ilgisizlik ve lakaytlık göstermeye çalışıyorlar. Çünkü onlar, "Garaudy'nin tutarsızlıkları, aklını oynatmış olabileceği gibi fantezilerle uğraşmayı yeğlediler." Bu tesbitin yapıldığı Cumhuriyet Gazetesi, konuyu şöyle noktalıyor:
"Bu yabancılaşmanın son halkası İslamiyeti Garaudy'den öğrenme çabasıdır. Garaudy'nin son kitaplarının Türkçeye kazandınlması ne kadar olumlu ise, islamiyet'i Garaudy'den öğrenmeye kalkmak da o kadar saçmadır ve aslında öğrenmemek demektir."
Ancak unutulmamalıdır ki, ülkemizde hala Avrupa üflemekte, bizler oynamaktayız. Bu açıdan da Garaudy'nin bilhassa sol çevrelerde İslamiyeti yeniden keşfetmeye vesile olduğunu kabullenmek zorundayız.
Elbette, îslamı bir bütün olarak yeni kabul etmiş bir insanın çelişkileri olacaktır. Anadan doğma Müslümanların dinlerini Garaudy'den öğrenmeye ihtiyaçları da yoktur. Ama, îslamiyti öğrenmeye çok muhtaç aydınlarımız bulunduğu, Garaudy dolayısayla bir kere daha anlaşılmıştır. Zaten Garaudy'nin de Müslümanlara îslamiyti öğretmek diye bir iddiası yoktur. Bunu îstanbul'daki basın toplantısında şöyle ifade eti:
"Benim kitabım Müslümanlar için değildir. Bunu Müslümanlara akıl vermek için değil, kendi vatandaşlarıma îslamı duyurmak için Yazdım. Bu bakımdan da asıl da, îslam bizim geleceğimizdir."
Garaudy'ye, yine aynı toplantıda, "çok değiştiniz, İslam sizin için bir son olacak mı?" diye de soruldu. O da, "benim yapım değişmekle varlığını devam ettirir, değişmezse ölür. Ancak, aranan doğru bulunmuşsa, o zaman değişme, başkalaşma, değil; bulunan doğruda derinleşme olur" demişti.
Dileğimiz, Garaudy'nin bulduğu doğruda derinleşmesi ve yarım asırlık marksist kültürünün etkilerinden yüzdeyüz kurtularak Hakka hizmet etmesidir.
Diğer Müslümanlara düşen ise, Garaud'ye de ufuk açıcı seviyede çalışmalarla îslamın ilmî, fikrî temellerini, gerçeklerini gün ışığına çıkarmaktır. Yoksa, bazılarının yaptığı gibi, biraz elli yıllık marksist kültürünün te'siri. biraz nefis müdafaası, biraz da îslam hakkındaki bilgi noksanı sebepiyle, onu içinde bulunduğu yanlışlarla itham etmek değil... Hele gidip sünnetine takılmak hiç değil...
Asıl yapılması gereken Garaudy'lere de yol gösterici ve ufuk açıcı çalışmalar ve araştırmalar yapmaktır. Onun deyimiyle, îslamın bugünkü problemlere çare ve çözüm olabileceğini isbatlayan çabalar gereklidir. Bunu gösterebildiğimiz, yayabildiğimiz müddetçe daha çok Garaudy'ler "kelime-i şehadet"i söylemekte tereddüt etmeyecektir.
-
Cevap: Müslümanlığı seçenler
Dünyadaki en büyük trajedi hangisidir? En acıklı biten hayatı kim yaşadı yeryüzünde? Kim ne derse desin bence en büyük trajediyi Tolstoy yaşadı.
Ne hazin sondur onunkisi, ne kadar yürek parçalayıcı. Üç-beş satırla tanıtıldığı cümlelerde genellikle şunlar sıralıdır. “Tolstoy’un kendisini tanıma ve Allah’a ulaşma çabası bütün bir ömrüne tekabül eder. Ömrü boyunca anlaşılamamıştır. Onu anlamayanlar güruhuna karısı ve en yakınları da dahildir. Ömrü boyunca bir arayışın pençesinde kıvranmış bu adam sonunda 82 yaşında iken yağışlı bir gecede evden kaçtı ve yolda hastalandı. 7 Kasım 1910’da mütevazı bir tren istasyonunda yolculuğunun ilk durağı olan İstanbul’a hareket etmek üzereyken hayata gözlerini yumdu.” Nereye gidiyordu Sultanahmet’e mi, Eyüpsultan’a mı? İçindeki boşluktan mı kaçıyordu? Yoksa en temiz tevhid inancının parlattığı alınların indiği bir secde menzilinde aradığı Rab ile buluşmaya mı gidiyordu? Ah ne hazin bir sondur onunkisi. “Tatmayan bilmez.” demişler, o talihsiz dâhîyi ancak ben bilirim.
Gizlice vaftiz edildim
İnancı güçlü olmayan bir baba ile sade bir Ortodoks annenin çocuğu olarak Ukrayna’da dünyaya geldim. Babam beni köy kilisesinde gizlice vaftiz etmiş. Komünizmin bütün yasaklarına rağmen annemden gelen “tek tanrı” inanışı ile büyüdüm. Paskalyayı seviyordum. Elimden geldikçe paskalyadan evvelindeki kırk gün süren perhizi (oruç) tutmaya çalışıyordum. Paskalyadan önceki “Temiz Perşembe”yi ailecek heyecan içinde beklerdik. “Ben kimim, neciyim, nereden geldim?” bunların bir anlamı yoktu benim için o zamanlar. Yalnızca iyi bir üniversite okumak suretiyle iyi bir geleceğe hazırlanmak vardı, o kadar. Oldukça parlak bir öğrencilikten sonra ülkenin en iyi üniversitesinde öğrenim dili İngilizce olan işletme fakültesini okudum. Yirmi yaşına gelinceye kadar hayat oldukça güzel geçmişti. Artık cevapsız soruların cenderesine düşmüştüm. Bir çekirge sürüsü gibi binlerce soru üşüştü beynime. Tanrı, İsa, insan, dünya, hayat, ölüm, cennet cehennem sonsuzluk... Tesadüf, tabiat, yaşam, ölüm... Sonra yokluk, ebedi yokluk. Bütün bu düşünceler bir sülük olup beyin zarımı emiyor; ama ben onlara bir cevap bulamıyordum. Kendimi karanlık bir odada yapayalnız hissediyordum. Kurtulmak için ne zaman bir hamle yapsam her seferinde dipsiz bir boşluğa yuvarlanıyordum. Ve bu boşluktan helezonlar çize çize düşüyordum. Ne bir ışık vardı ne de tutunacağım bir dal. Hepsinden beteri ruhumun çığlıklarını hiçbir kulağa işittiremiyordum. (Oysa o çığlıkları duysalardı aslanların, ödleri kopardı.) Etrafımdaki hiç kimse beni anlamıyordu. Dolayısıyla yardım edemiyorlardı. Bu bir yana “gençsin başarılısın ye, iç, gez-dolaş, bırak kendini bu kadar yıpratmayı.” deyip kızıyorlardı. Sanki bunları istemiyormuşum gibi. Hayatı bana zehir eden düşüncelerden kurtulmak için akıl oyunlarından, deli saçmalıklarına varıncaya kadar her yolu denememişim sanki. Olmuyordu ama, olmuyordu işte. Yaptığım her şey bir pansumandan öteye geçmiyordu. O zamanlar benim için en mesut anlar, düşünmemeyi becerebildiğim anlardı. Bu anlar geçtiğinde ise geriye yine boşluk yine karanlık ve yine sop soğuk bir yalnızlık kalıyordu... Bitkin gündüzleri ve uykusuz geceleriyle tam beş sene bu azabın kucağında çırpındım durdum. Hastahane hastahane dolaşmalar psikologdan psikologa koşmalar... Ama bir netice yoktu. Bütün bu girdapta tek tesellim anneciğimden aldığım inancımdı. Acılar da sevinçler de Tanrı’dandı. Uykusuz gecelerim boyunca beni bu durumdan kurtarması için hep O’na yalvardım durdum. Sonunda çareyi başka bir ülkeye gitmekte bulacağıma inanarak evimden ayrıldım. Daha doğrusu içine düştüğüm karanlıktan kaçtım Tolstoy gibi.
Karanlık benim içimdeymiş
Yüksek lisans yapmak üzere girdiğim imtihanı kazandım ve Avusturya’nın yolunu tuttum. Yeni bir ülke, yeni bir çevre ve yeni insanlar... Karanlık odanın Ukrayna’da kalacağını zannediyordum. Ama olmadı. Bu bir yana, karanlık odam bütün Avusturya’yı içine alacak kadar büyüdü. Şimdi anlıyorum ki karanlık benim içimdeymiş. Bu şekilde değil Avusturya’ya, güneşe bile gitseydim bir tek ışık devşiremezdim. Güneşte bile karanlığa gömülü kalmak ne korkunç, ne tuhaf... Bu hal içerisinde kalabalıklar arasında yalnız, ampuller altında ışıksız ömrümü geçiriyordum. Yeryüzünde ‘Tam anlamıyla yalnızlığı sadece biri yaşamıştır’ dense; tereddütsüz ‘o benim’ derim. Aslında pek çok arkadaşım vardı. Ama dar gününde yanında olmadıktan sonra sebebi ne olursa olsun bunaldığın anlarda başını yaslayacağın bir omuz olmadıktan sonra insan binlerin milyonların içinde tek başına kalıyor. Bu anlamda tam anlamıyla yalnızdım. Yapayalnız. Günler geçiyordu, hiç kimse olmuyordu yanımda. Ne bir arkadaş ne bir telefon ne de bir mektup. Bir ben vardım bir de boşluk... Bir ben bir de yalnızlık...
Dua et çocuğum
Dıştan bakıldığında okuluna giden, derslerinde başarılı geleceği parlak biri olarak görülüyordum. Ama içimdeki fırtınalardan kimsenin haberi yoktu. Kendimi oyalamazsam delirebilirim düşüncesiyle kitaplara sarıldım. Coelho, Tolstoy, Turgenyev’i okuyor, Ahmatova’nın şiirlerini ezberliyordum. Sonra, kendim bir şeyler yazıyor, dil öğreniyordum… Çok ciddi bir şekilde İncil okuyor, Tanrı’ya, O’na olan sevgimi kuvvetlendirmesi ve beni doğru yola iletmesi için yalvarıyordum. Yalnızlığımı paylaşmak üzere internetteki Ortodoks sitelerine üye oldum, yazıcım durmadan İncil’den hikayeler yazıyordu. Bir papazla yazışıyordum bir de dinî eserler basan bir matbaa sahibiyle. Bilgilerimi güçlendirmek, beynimi kemiren sorularıma cevap bulmak ve içimi saran yalnızlıktan kurtulmak için bu sitelerin sohbet odalarına giriyor, insanlarla sohbet ediyordum. Ancak bu dinî sohbet odalarında da diğer internet ortamlarındaki tiksindirici konuşmalar bu teşebbüsümden beni hemen vazgeçirdi. Beynimi kemiren sorularımın cevaplarını bulmak niyetiyle kiliseye gidiyor, papazlarla konuşuyordum. Fakat umumiyetle bütün sorularımı, özellikle Tanrı ile alakalı olanlarını nazikçe geri çeviriyor ve sadece, “Dua et, çocuğum!” diyorlardı. Ben de dua ediyordum. Ama İsa’ya değil, Tanrıya. Ve anlamadığım, neden insanların İsa’ya dua ettikleriydi. Dünyayı da İsa’yı da yaratan Tanrı’ydı. Hal böyleyken neden yalnızca Tanrı’ya dua edilmiyordu?
Ben de istasyondaydım
Ne kitaplarda ne Ortodoks sitelerinin sohbet odalarında ne de kilisede tam olarak aradığımı bulamamıştım. Ve bir gün bir istasyondaydım, Tolstoy gibi. O karanlık odadan nasıl kurtulacağımı bilememenin acziyle, çaresiz öyle kendi halimde bekliyordum. Gözlerim anlamsız bakışlarla istasyonu tararken benim yaşlarımda bir kıza ilişti. Başında beyaz bir eşarp, üzerinde de yine beyaz bir takım vardı. omuzunda bir notebook. “Ne kadar şık ve ne kadar da zarif!” diye geçirdim içimden. O an ne olduysa birden bana döndü, göz göze geldik. Simasında nasıl bir parlaklık vardı öyle... Gözlerinde nasıl bir aydınlık. Gencecik yaşına rağmen bütün muammaları çözmüş bir bilgenin dinginliği vardı yüzünde. Telaşsız, kendinden emin, duruşu mütevazı, bakışları sevgi doluydu. Ya dudağındaki tatlı tebessüm... Tarif edemem. Hayran hayran öylece seyrettim. Utanmasam yanına gidecek tanışacaktım. Ve yalvaracaktım ona “Tanrı aşkına bu huzurlu tavrından bana da biraz ver. Gözlerindeki aydınlıktan da, dudağındaki tebessümden de... ne olur!.. ne olur!..” diyecektim. Fakat biraz sonra bir tren geldi ve onu alıp götürdü. Onun gibi olmak istedim o an. Beyazlar içindeki o zarafet, o dinginlik beni çarpmıştı.
Yeni dostlarım... Benim dostlarım...
Ruhumda kıvılcımlar saçıp kaybolan o örtülü kızdan sonra onun gibi örtünen kızlardan üniversitede bir hayli arkadaş edindim. Beni Ramazan ayında bir iftara çağırdılar. Gittim. Onlardaki Tanrı’ya olan kuvvetli iman ve O’na (cc) olan samimi ibadetleri çok hoşuma gitmişti. Çünkü ben Tanrı’yı çok seviyordum.
Onların yanında kendimi yabancı hissetmiyordum. Bu bir yana, onların yanındayken çok sevdiğim Tanrı’ya biraz daha yakınlaştığımı hissediyordum. Bana hiç mesafe koymadılar. Kendilerinden biriymişim gibi davrandılar. Hıristiyanlığımdan dolayı ayıplayıcı tek bir bakışa bile maruz kalmadım. Çevremdeki Müslüman kızlarda da erkeklerde de durum böyleydi. Onlarla oturup konuşuyorduk. Bu konuşmalarda bana ille “Müslüman ol!” telkiniyle karşılaşmadım. “Bizde böyle, sizde nasıl?” ifadesi sohbetlerimizin kilit cümlesiydi çoğu zaman. Yalnızca bana bir şeyler anlatmakla kalmıyorlardı. Benden, tuttuğum perhizin (orucun) önemini, dualarımızın ve ikonalarımızın anlamını da soruyorlardı. Ben de bildiğim kadarıyla anlatıyordum. Onların yanında öyle huzurluydum ki anlatamam... Gerçi karanlık odama henüz ışık süzmüyordu; ama olsun, en azından artık yalnız değildim. Artık dostlarım vardı. yeni dostlarım... Gerçek dostlarım.
Allah birdir müteaddit olamaz
Yeni dostlarımla yaptığım sohbetler yepyeni ufuklar açıyordu önümde. “Dünyadaki bütün güller aynıdır. Bütün elmalar, arılar, insanlar aynıdır. Yani aynı fabrikanın malıdırlar, aynı tezgahta dokunmuşlar. Yani yaratanları bir ve tek. O da Allah’tır ve Allah birdir, müteaddit olamaz.”
İslam dininin Tanrı, iman ve peygamberler hakkında söylediklerinin hepsini kabul ediyordum. Kur’an’ın İsa (as) hakkındaki ayetleri beni adeta çarpmıştı. Meryem (r.anha) adına bir surenin var olması da beni çok etkilemişti. Zira İncil’de bile Meryem adına bir sure yoktu. Bunun yanında Kur’an’ın Türkiye’de de Endonezya’da da aynı olduğunu, bu insanların aynı anda ibadet edebildiklerini öğrendiğimde de çok şaşırmıştım.
“Tanrım bana bir ışık ver!”
Paskalyaya kırk gün kaldığında yani biz Ortodokslar için oruç günleri başladığında bu sefer bütün ciddiyetimle onu tutmaya çalıştım. Maksadım kendisini ne kadar çok sevdiğimi Tanrı’ya göstermek ve ispat etmekti. Bu arada beni doğru yola iletmesi için geceler boyu O’na dua ediyordum. Yeni dostlarımın bana anlattıklarını uzun uzun düşünüyor, söylediklerinin gerçek olup olamayacağına ulaşmaya çalışıyordum. Beynim düşüncelerin arenasına dönmüştü. Fikirler kafamda çarpışırken bir neticeye varamamanın ıstırabıyla kıvranıp duruyordum. Bu minval üzere oruç tutuyor, ağlıyor ağlıyor ve bana bir ışık göstermesi için dua ediyordum. Sonunda çok önemli bir şeyi anladım: Bir tek Yaradan yarattı bu kainatı. Bizi de o yarattı. Bu dünyayı bizim için O donattı. O bizim sahibimizdir. O’na ulaşacak bir yol bulmak da bizim vazifemizdir. Evet bunu anlamıştım; fakat Tanrı’ya giden yol hangisidir? Bugüne kadar devam ede geldiğim inancım mı yoksa İslam mı? Ah yine sancı, yine gözyaşı, yine ıstırap... ıstırap. Ardından dua... dua... Tanrım bana bir ışık ver. Tanrım beni sevdiğin yola ilet. İslam’ın neredeyse her şeyini kabul ediyordum ama ben bir Hıristiyan’dım. Hatta bazen “Tanrım neden beni bir Müslüman olarak yaratmadın?” diye söylenirdim. Bir gün internetten “chat”leştiğim bir kadına bunu sordum. O da bana bir mesaj gönderdi.
Ve İbrahim gibi.. Ve İsa ve Üzeyir gibi.. Ve Musa ve Harun gibi..
Mesajı okudum. Okuduklarıma inanamadım. Bir daha okudum, sonra bir daha, ardından bir daha. Yerimde duramaz olmuştum. Her zerrem heyecandan titriyordu. Avazımın çıktığı kadar haykırmak istiyordum. Odanın içinde birkaç tur attıktan sonra yeniden masaya oturdum ve mesajı bir daha okudum. Mesaj Hz. Muhammet’in bir sözüyle başlıyordu: “Her doğan çocuk İslam fıtratı üzerine doğar. Sonra ebeveynleri tarafında Yahudi ve Hıristiyan yapılır.” Demek ki Tanrı’ya serzenişim boşunaymış. Demek Tanrı beni Müslüman olarak yaratmış. Bana bu maili atan hanımefendi “Kitab-ı Mukaddes’e göre Hz. İsa’nın son on iki saatini anlatan Tutku filmini seyrettiğini söyleyerek şunu yazmıştı: “Film, Hz. İsa’nın orijinal dili olan Aramca ile seslendirilmişti. Ve filmde ‘İsâ Tanrı’ya Allah diye hitap ediyordu. Yani Müslümanların hitabı gibi... Müslümanlıkla Hıristiyanlık arasındaki tek benzerlik bu da değil. En önemlilerini senin için yolluyorum.
Namaz:
-“Müslümanların nasıl namaz kıldığını görmüşsündür. Ayakta durur Kur’an okuruz, sonra rükua gider kalkarız, sonra yüzüstü kapanıp secde yaparız.
Kitab-ı Mukaddes’i dinle:
Mezmurlar 95 Gelin secde kılalım ve rüku’a varalım; bizi yaratan Rabbin önünde diz çökelim!
Sayılar 16:20-22: …Ve Musa ve Harun yüzleri üzerine yere kapandılar…
Tekvin 17:3: Ve İbrahim (as) yüzüstü yere kapandı…
Çıkış 34:8: Ve Musa (as) acele ile rükua gitti ve ibadet etti.
Nehemya 8 Ve Üzeyr (as) büyük Rabbi takdis etti. Ve bütün kavim ellerini kaldırarak amin amin diye cevap verdiler. Ve rükua gittiler, secdeye kapanarak Rabblerine ibadet ettiler.
Matta 26:39: İsâ (as) yere kapanıp… dua etti…
Matta 17 Ve havariler yüzleri üzerine yere kapandılar…
Netice: İslâm Hz. Muhammed (as) ile başlamış bir din değildir. İslâm Hz. Adem (as) ile başlayıp Nuh (as), İbrahim (as), Musa (as) ve İsâ (as) gibi büyük resullerle devam eden ve Hz. Muhammed (as) ile kendisine son nokta konulan bir dindir. İslâm yeni bir din değil, bilakis bu peygamberlerin geleneğini canlı tutan Allah’ın ilk ve tek ve son dinidir. Kitab-ı Mukaddes’te diğer peygamberler ve kavimler için anlatıldığı gibi bugün ibadet etmeden önce su ile temizlenen kimlerdir? Müslümanlar! Bugün hâlâ daha başını öne eğip yüzünü yere sürterek namaz kılan ve ellerini kaldırarak dua eden kimlerdir? Müslümanlar! Bugün kendisini örterek ibadet eden ve kapanarak haram nazarlardan kendisini koruyan kimdir? Müslüman kadınlar! Öyle ise bugün diğer peygamberlerin izinden giden ve hâliyle Kitab-ı Mukaddes’in de tahrif olmamış aksamını tatbik eden kimdir? Müslümanlar! Demek bir Hıristiyan Müslüman olsa dinini terk etmiş olmuyor, bilâkis kendi kitabında anlatıldığı üzere kulluk dairesine girmiş oluyor. Size naklettiğim onlarca Kitab-ı Mukaddes ayetinden sonra Kur’an’dan bir ayetle yazıma son veriyorum.
“İlahımız ve İlahınız birdir ve biz O’na Müslümanlar olarak teslim olmuşuzdur.’’
Bu mesajı kaç kere okudum hatırlamıyorum. Kalbim göğüs kafesini kıracak gibi atıyordu. Gözyaşlarıma mani olamıyordum. Sonunda yazının son cümlesini içimden gele gele söyledim. “İlahımız ve ilahınız birdir.” Evet, evet “İlahımız ve ilahınız birdir”. Ve ben de artık bu dakikadan itibaren Müslüman olarak O’na teslim oluyorum. “Teşekkürler Tanrım... Teşekkürler tan... Allah’ım!.. Allah’ım!.. Allah’ım!..”
Bismillah...
Müslüman olduktan sonra serin meltemler esmeye başladı yıllarca kavrulmuş yüreğimde. Artık tek bir anı bile ziyan etmek istemiyordum. O gün öğlen vakti ilk namazımı kıldım. Yalnızca bismillah demesini biliyordum. Gerçek dostlarımın yaptığı gibi ellerimi omuz hizasında kaldırdım ve “bismillah” dedim. Tarifsiz bir hal sardı bir anda beni ellerimi kalbimin üstünde birleştirir birleştirmez gözlerimden yaşlar süzüldü. Anlatamayacağım duygular içerisinde bildiğim tek şeyi tekrarlayıp durdum. Bismillah... bismillah... bismillah. ne muhteşem bir şeydi Allah’ım. Bismillah dedikçe önceki düşüşlerime inat helezonlar çize çize yükseliyordum sanki. Bir hayli durduktan sonra bismillah deyip rukuya vardım. Bismillah... bismillah... bismillah... Doğruldum bismillah. Sonunda yıllarca dolaştığım çöllerde kavrulmuş dudaklarım suya erdi. Damarlarımı kurutan beyabanın içinde bir vaha gibi adeta kendimi secdeye attım bismillah. Ve bismillah...bismillah...Allah, Allah... Bismillah. Yıllarca aradığım senmişsin. Uykusuz gecelerde andığım senmişsin.
Daha neler söyledim, neler hissettim anlatmam mümkün değil. Dillerin dönmediği, kelimelerin iflas ettiği yerler az değil ki. Bütün hissettiklerimden öte bir şey vardı ki nasıl söylesem, nasıl söylesem bilmem ki kalbimin derinliklerinde Allah’ın hoşnut olduğunu hissediyordum. Aslında bu kadar cümleyi boşuna yazdım. Söylenecek en güzel şey baştan başa yalnızca bismillah ile kılınan o ilk namaz, anlatılmaz.
Ve ışıklar aktı karanlık odama
Tarifler üstü bir hal ile kılınan o namazdan sonra kitaplara sarıldım. Geceler boyu okudum, okudum. İslamiyet’i öğrendikçe bütün sorularıma cevap buluyor, Hz. Muhammed’i tanıdıkça da Allah’a yaklaştığımı hissediyordum. Hayat, dünya, ahiret ve insanla alakalı ne varsa kafamda yerli yerine oturmuştu. Hayatıma bir mana gelirken içimin dağlarına güneş doğmuştu. Duvarları yıkılmıştı karanlık odamın. Artık ne beni hapseden duvarları vardı ne de bunaltan karanlığı. Güneş... Işık.. İslamiyet’le gelen ışık beni öyle etkiledi ki kendime ikinci bir isim verdim: “solnyeçnıy luç”, yani güneş ışığı. Şimdi keşke güneş ışığı olsaydım diye düşünüyorum. İslam güneşinin ışıkları olarak karanlığın kuytularında vaktiyle benim gibi kıvranıp duran insanların âlemine aksaydım.
Aileme henüz kararımı açıklamadım. Bunun için uygun zamanı bekliyorum. Ve onlar için sürekli dua ediyorum. Halen uluslararası işletmecilik ve yönetim üzerine master yapmaya devam ediyorum. Bir yandan da bir Amerikan şirketinde proje müdürü olarak çalışıyorum. Ama hayalimi bütün ailemle aynı anda secdeye varmak süslüyor. Ben, annem, kardeşim ve babam... Başımızı secdeye mıhlamış yalnızca bismillah, bismillah deyişlerimizi hayal ediyorum. Ve ilk namazımda kalbimin derinliklerinde hissettiğim duyguları bir kere daha yaşamayı umuyorum. Rabbimin bana tebessüm ettiğini bir daha hissetmek istiyorum.
-
Cevap: Müslümanlığı seçenler
Müslüman olan genç bir Ortodoks kızın kendi kaleminden hikayesi: Hz. İsa ve Meryem’le ilgili ayetlere çarpıldım
Dünyadaki en büyük trajedi hangisidir? En acıklı biten hayatı kim yaşadı yeryüzünde? Kim ne derse desin bence en büyük trajediyi Tolstoy yaşadı.
Ne hazin sondur onunkisi, ne kadar yürek parçalayıcı. Üç-beş satırla tanıtıldığı cümlelerde genellikle şunlar sıralıdır. “Tolstoy’un kendisini tanıma ve Allah’a ulaşma çabası bütün bir ömrüne tekabül eder. Ömrü boyunca anlaşılamamıştır. Onu anlamayanlar güruhuna karısı ve en yakınları da dahildir. Ömrü boyunca bir arayışın pençesinde kıvranmış bu adam sonunda 82 yaşında iken yağışlı bir gecede evden kaçtı ve yolda hastalandı. 7 Kasım 1910’da mütevazı bir tren istasyonunda yolculuğunun ilk durağı olan İstanbul’a hareket etmek üzereyken hayata gözlerini yumdu.” Nereye gidiyordu Sultanahmet’e mi, Eyüp Sultan’a mı? İçindeki boşluktan mı kaçıyordu? Yoksa en temiz tevhid inancının parlattığı alınların indiği bir secde menzilinde aradığı Rab ile buluşmaya mı gidiyordu? Ah ne hazin bir sondur onunkisi. “Tatmayan bilmez.” demişler, o talihsiz dâhîyi ancak ben bilirim.
Gizlice vaftiz edildim
İnancı güçlü olmayan bir baba ile sade bir Ortodoks annenin çocuğu olarak Ukrayna’da dünyaya geldim. Babam beni köy kilisesinde gizlice vaftiz etmiş. Komünizmin bütün yasaklarına rağmen annemden gelen “tek tanrı” inanışı ile büyüdüm. Paskalyayı seviyordum. Elimden geldikçe paskalyadan evvelindeki kırk gün süren perhizi (oruç) tutmaya çalışıyordum. Paskalyadan önceki “Temiz Perşembe”yi ailecek heyecan içinde beklerdik. “Ben kimim, neciyim, nereden geldim?” bunların bir anlamı yoktu benim için o zamanlar. Yalnızca iyi bir üniversite okumak suretiyle iyi bir geleceğe hazırlanmak vardı, o kadar. Oldukça parlak bir öğrencilikten sonra ülkenin en iyi üniversitesinde öğrenim dili İngilizce olan işletme fakültesini okudum. Yirmi yaşına gelinceye kadar hayat oldukça güzel geçmişti. Artık cevapsız soruların cenderesine düşmüştüm. Bir çekirge sürüsü gibi binlerce soru üşüştü beynime. Tanrı, İsa, insan, dünya, hayat, ölüm, cennet cehennem sonsuzluk... Tesadüf, tabiat, yaşam, ölüm... ! Sonra yokluk, ebedi yokluk. Bütün bu düşünceler bir sülük olup beyin zarımı emiyor; ama ben onlara bir cevap bulamıyordum. Kendimi karanlık bir odada yapayalnız hissediyordum. Kurtulmak için ne zaman bir hamle yapsam her seferinde dipsiz bir boşluğa yuvarlanıyordum. Ve bu boşluktan helezonlar çize çize düşüyordum. Ne bir ışık vardı ne de tutunacağım bir dal. Hepsinden beteri ruhumun çığlıklarını hiçbir kulağa işittiremiyordum. (Oysa o çığlıkları duysalardı aslanların, ödleri kopardı.) Etrafımdaki hiç kimse beni anlamıyordu. Dolayısıyla yardım edemiyorlardı. Bu bir yana “gençsin başarılısın ye, iç, gez-dolaş, bırak kendini bu kadar yıpratmayı.” deyip kızıyorlardı. Sanki bunları istemiyormuşum gibi. Hayatı bana zehir eden düşüncelerden kurtulmak için akıl oyunlarından, deli saçmalıklarına varıncaya kadar her yolu denememişim sanki. Olmuyordu ama, olmuyordu işte.
Yaptığım her şey bir pansumandan öteye geçmiyordu. O zamanlar benim için en mesut anlar, düşünmemeyi becerebildiğim! anlardı. Bu anlar geçtiğinde ise geriye yine boşluk yine karanlık ve yine sopsoğuk bir yalnızlık kalıyordu... Bitkin gündüzleri ve uykusuz geceleriyle tam beş sene bu azabın kucağında çırpındım durdum. Hastahane hastahane dolaşmalar psikologdan psikologa koşmalar... Ama bir netice yoktu. Bütün bu girdapta tek tesellim anneciğimden aldığım inancımdı. Acılar da sevinçler de Tanrı’dandı. Uykusuz gecelerim boyunca beni bu durumdan kurtarması için hep O’na yalvardım durdum. Sonunda çareyi başka bir ülkeye gitmekte bulacağıma inanarak evimden ayrıldım. Daha doğrusu içine düştüğüm karanlıktan kaçtım Tolstoy gibi.
Karanlık benim içimdeymiş
Yüksek lisans yapmak üzere girdiğim imtihanı kazandım ve Avusturya’nın yolunu tuttum. Yeni bir ülke, yeni bir çevre ve yeni insanlar... Karanlık odanın Ukrayna’da kalacağını zannediyordum. Ama olmadı. Bu bir yana, karanlık odam bütün Avusturya’yı içine alacak kadar büyüdü. Şimdi anlıyorum ki karanlık benim içimdeymiş. Bu şekilde değil Avusturya’ya, güneşe bile gitseydim bir tek ışık devşiremezdim. Güneşte bile karanlığa gömülü kalmak ne korkunç, ne tuhaf... Bu hal içerisinde kalabalıklar arasında yalnız, ampuller altında ışıksız ömrümü geçiriyordum. Yeryüzünde ‘Tam anlamıyla yalnızlığı sadece biri yaşamıştır’ dense; tereddütsüz ‘o benim’ derim. Aslında pek çok arkadaşım vardı. Ama dar gününde yanında olmadıktan sonra sebebi ne olursa olsun bunaldığın anlarda başını yaslayacağın bir omuz olmadıktan sonra insan binlerin milyonların içinde tek başına kalıyor. Bu anlamda tam anlamıyla yalnızdım. Yapayalnız. Günler geçiyordu, hiç kimse olmuyordu yanımda. Ne bir arkadaş ne bir telefon ne de bir mektup. Bir ben vardım bir de boşluk... Bir ben bir de yalnızlık...
Dua et çocuğum
Dıştan bakıldığında okuluna giden, derslerinde başarılı, geleceği parlak biri olarak görülüyordum. Ama içimdeki fırtınalardan kimsenin haberi yoktu. Kendimi oyalamazsam delirebilirim düşüncesiyle kitaplara sarıldım. Coelho, Tolstoy, Turgenyev’i okuyor, Ahmatova’nın şiirlerini ezberliyordum. Sonra, kendim bir şeyler yazıyor, dil öğreniyordum… Çok ciddi bir şekilde İncil okuyor, Tanrı’ya, O’na olan sevgimi kuvvetlendirmesi ve beni doğru yola iletmesi için yalvarıyordum. Yalnızlığımı paylaşmak üzere internetteki Ortodoks sitelerine üye oldum, yazıcım durmadan İncil’den hikayeler yazıyordu. Bir papazla yazışıyordum bir de dinî eserler basan bir matbaa sahibiyle. Bilgilerimi güçlendirmek, beynimi kemiren sorularıma cevap bulmak ve içimi saran yalnızlıktan kurtulmak için bu sitelerin sohbet odalarına giriyor, insanlarla sohbet ediyordum. Ancak bu dinî sohbet odalarında da diğer internet ortamlarındaki tiksindirici konuşmalar bu teşebbüsümden beni hemen vazgeçirdi. Beynimi kemiren sorularımın cevaplarını bulmak niyetiyle kiliseye gidiyor, papazlarla konuşuyordum. Fakat umumiyetle bütün sorularımı, özellikle Tanrı ile alakalı olanlarını nazikçe geri çeviriyor ve sadece, “Dua et, çocuğum!” diyorlardı. Ben de dua ediyordum. Ama İsa’ya değil, Tanrıya. Ve anlamadığım, neden insanların İsa’ya dua ettikleriydi. Dünyayı da İsa’yı da yaratan Tanrı’ydı. Hal böyleyken neden yalnızca Tanrı’ya dua edilmiyordu?
Ben de istasyondaydım
Ne kitaplarda ne Ortodoks sitelerinin sohbet odalarında ne de kilisede tam olarak aradığımı bulamamıştım. Ve bir gün bir istasyondaydım, Tolstoy gibi. O karanlık odadan nasıl kurtulacağımı bilememenin acziyle, çaresiz öyle kendi halimde bekliyordum. Gözlerim, anlamsız bakışlarla istasyonu tararken benim yaşlarımda bir kıza ilişti. Başında beyaz bir eşarp, üzerinde de yine beyaz bir takım vardı. Omuzunda bir notebook. “Ne kadar şık ve ne kadar da zarif!” diye geçirdim içimden. O an ne olduysa birden bana döndü, göz göze geldik. Simasında nasıl bir parlaklık vardı öyle... Gözlerinde nasıl bir aydınlık. Gencecik yaşına rağmen bütün muammaları çözmüş bir bilgenin dinginliği vardı yüzünde. Telaşsız, kendinden emin, duruşu mütevazı, bakışları sevgi doluydu. Ya dudağındaki tatlı tebessüm... Tarif edemem. Hayran hayran öylece seyrettim. Utanmasam yanına gidecek tanışacaktım. Ve yalvaracaktım ona “Tanrı aşkına bu huzurlu tavrından bana da biraz ver. Gözlerindeki aydınlıktan da, dudağındaki tebessümden de... ne olur!.. ne olur!..” diyecektim. Fakat biraz sonra bir tren geldi ve onu alıp götürdü. Onun gibi olmak istedim o an. Beyazlar içindeki o zarafet, o dinginlik beni çarpmıştı.
Yeni dostlarım... Benim dostlarım...
Ruhumda kıvılcımlar saçıp kaybolan o örtülü kızdan sonra onun gibi örtünen kızlardan üniversitede bir hayli arkadaş edindim. Beni Ramazan ayında bir iftara çağırdılar. Gittim. Onlardaki Tanrı’ya olan kuvvetli iman ve O’na (cc) olan samimi ibadetleri çok hoşuma gitmişti. Çünkü ben Tanrı’yı çok seviyordum.
Onların yanında kendimi yabancı hissetmiyordum. Bu bir yana, onların yanındayken çok sevdiğim Tanrı’ya biraz daha yakınlaştığımı hissediyordum. Bana hiç mesafe koymadılar. Kendilerinden biriymişim gibi davrandılar. Hıristiyanlığımdan dolayı ayıplayıcı tek bir bakışa bile maruz kalmadım. Çevremdeki Müslüman kızlarda da erkeklerde de durum böyleydi. Onlarla oturup konuşuyorduk. Bu konuşmalarda bana ille “Müslüman ol!” telkiniyle karşılaşmadım. “Bizde böyle, sizde nasıl?” ifadesi sohbetlerimizin kilit cümlesiydi çoğu zaman. Yalnızca bana bir şeyler anlatmakla kalmıyorlardı. Benden, tuttuğum perhizin (orucun) önemini, dualarımızın ve ikonalarımızın anlamını da soruyorlardı. Ben de bildiğim kadarıyla anlatıyordum. Onların yanında öyle huzurluydum ki anlatamam... Gerçi karanlık odama henüz ışık süzmüyordu; ama olsun, en azından artık yalnız değildim. Artık dostlarım vardı. yeni dostlarım... Gerçek dostlarım.
Allah birdir müteaddit olamaz
Yeni dostlarımla yaptığım sohbetler yepyeni ufuklar açıyordu önümde. “Dünyadaki bütün güller aynıdır. Bütün elmalar, arılar, insanlar aynıdır. Yani aynı fabrikanın malıdırlar, aynı tezgahta dokunmuşlar. Yani yaratanları bir ve tek. O da Allah’tır ve Allah birdir, müteaddit olamaz.”
İslam dininin Tanrı, iman ve peygamberler hakkında söylediklerinin hepsini kabul ediyordum. Kur’an’ın İsa (as) hakkındaki ayetleri beni adeta çarpmıştı. Meryem (r.anha) adına bir surenin var olması da beni çok etkilemişti. Zira İncil’de bile Meryem adına bir sure yoktu. Bunun yanında Kur’an’ın Türkiye’de de Endonezya’da da aynı olduğunu, bu insanların aynı anda ibadet edebildiklerini öğrendiğimde de çok şaşırmıştım.
“Tanrım bana bir ışık ver!”
Paskalyaya kırk gün kaldığında yani biz Ortodokslar için oruç günleri başladığında bu sefer bütün ciddiyetimle onu tutmaya çalıştım. Maksadım kendisini ne kadar çok sevdiğimi Tanrı’ya göstermek ve ispat etmekti. Bu arada beni doğru yola iletmesi için geceler boyu O’na dua ediyordum. Yeni dostlarımın bana anlattıklarını uzun uzun düşünüyor, söylediklerinin gerçek olup olamayacağına ulaşmaya çalışıyordum. Beynim düşüncelerin arenasına dönmüştü. Fikirler kafamda çarpışırken bir neticeye varamamanın ıstırabıyla kıvranıp duruyordum. Bu minval üzere oruç tutuyor, ağlıyor ağlıyor ve bana bir ışık göstermesi için dua ediyordum. Sonunda çok önemli bir şeyi anladım: Bir tek Yaradan yarattı bu kainatı. Bizi de o yarattı. Bu dünyayı bizim için O donattı. O bizim sahibimizdir. O’na ulaşacak bir yol bulmak da bizim vazifemizdir. Evet bunu anlamıştım; fakat Tanrı’ya giden yol hangisidir? Bugüne kadar devam ede geldiğim inancım mı yoksa İslam mı? Ah yine sancı, yine gözyaşı, yine ıstırap ... ıstırap. Ardından dua... dua... Tanrım bana bir ışık ver. Tanrım beni sevdiğin yola ilet. İslam’ın neredeyse her şeyini kabul ediyordum ama ben bir Hıristiyan’dım. Hatta bazen “Tanrım neden beni bir Müslüman olarak yaratmadın?” diye söylenirdim.
Bir gün internetten “chat”leştiğim bir kadına bunu sordum. O da bana bir mesaj gönderdi.
Ve İbrahim gibi.. Ve İsa ve Üzeyir gibi.. Ve Musa ve Harun gibi..
Mesajı okudum. Okuduklarıma inanamadım. Bir daha okudum, sonra bir daha, ardından bir daha. Yerimde duramaz olmuştum. Her zerrem heyecandan titriyordu. Avazımın çıktığı kadar haykırmak istiyordum. Odanın içinde birkaç tur attıktan sonra yeniden masaya oturdum ve mesajı bir daha okudum. Mesaj Hz. Muhammed’in bir sözüyle başlıyordu: “Her doğan çocuk İslam fıtratı üzerine doğar. Sonra ebeveynleri tarafından Yahudi ve Hıristiyan yapılır.” Demek ki Tanrı’ya serzenişim boşunaymış. Demek Tanrı beni Müslüman olarak yaratmış. Bana bu maili atan hanımefendi “Kitab-ı Mukaddes’e göre Hz. İsa’nın son on iki saatini anlatan “Tutku” filmini seyrettiğini söyleyerek şunu yazmıştı: “Film, Hz. İsa’nın orijinal dili olan Aramca ile seslendirilmişti. Ve filmde ‘İsâ Tanrı’ya Allah diye hitap ediyordu. Yani Müslümanların hitabı gibi... Müslümanlıkla Hıristiyanlık arasındaki tek benzerlik bu da değil. En önemlilerini senin için yolluyorum.
Namaz:
-“Müslümanların nasıl namaz kıldığını görmüşsündür. Ayakta durur Kur’an okuruz, sonra rükua gider kalkarız, sonra yüzüstü kapanıp secde yaparız.
Kitab-ı Mukaddes’i dinle:
Mezmurlar 95:6: Gelin secde kılalım ve rüku’a varalım; bizi yaratan Rabbin önünde diz çökelim!
Sayılar 16:20-22: …Ve Musa ve Harun yüzleri üzerine yere kapandılar…
Tekvin 17:3: Ve İbrahim (as) yüzüstü yere kapandı…
Çıkış 34:8: Ve Musa (as) acele ile rükua gitti ve ibadet etti.
Nehemya 8:6: Ve Üzeyr (as) büyük Rabbi takdis etti. Ve bütün kavim ellerini kaldırarak amin amin diye cevap verdiler. Ve rükua gittiler, secdeye kapanarak Rabblerine ibadet ettiler.
Matta 26:39: İsâ (as) yere kapanıp… dua etti…
Matta 17:6: Ve havariler yüzleri üzerine yere kapandılar…
Netice: İslâm Hz. Muhammed (as) ile başlamış bir din değildir. İslâm Hz. Adem (as) ile başlayıp Nuh (as), İbrahim (as), Musa (as) ve İsâ (as) gibi büyük resullerle devam eden ve Hz. Muhammed (as) ile kendisine son nokta konulan bir dindir. İslâm yeni bir din değil, bilakis bu peygamberlerin geleneğini canlı tutan Allah’ın ilk ve tek ve son dinidir. Kitab-ı Mukaddes’te diğer peygamberler ve kavimler için anlatıldığı gibi bugün ibadet etmeden önce su ile temizlenen kimlerdir? Müslümanlar! Bugün hâlâ daha başını öne eğip yüzünü yere sürterek namaz kılan ve ellerini kaldırarak dua eden kimlerdir? Müslümanlar! Bugün kendisini örterek ibadet eden ve kapanarak haram nazarlardan kendisini koruyan kimdir? Müslüman kadınlar! Öyle ise bugün diğer peygamberlerin izinden giden ve hâliyle Kitab-ı Mukaddes’in de tahrif olmamış aksamını tatbik eden kimdir? Müslümanlar! Demek bir Hıristiyan Müslüman olsa dinini terk etmiş olmuyor, bilâkis kendi kitabında anlatıldığı üzere kulluk dairesine girmiş oluyor. Size naklettiğim onlarca Kitab-ı Mukaddes ayetinden sonra Kur’an’dan bir ayetle yazıma son veriyorum.
“İlahımız ve İlahınız birdir ve biz O’na Müslümanlar olarak teslim olmuşuzdur.’’
Bu mesajı kaç kere okudum hatırlamıyorum. Kalbim göğüs kafesini kıracak gibi atıyordu. Gözyaşlarıma mani olamıyordum. Sonunda yazının son cümlesini içimden gele gele söyledim. “İlahımız ve ilahınız birdir.” Evet, evet “İlahımız ve ilahınız birdir”. Ve ben de artık bu dakikadan itibaren Müslüman olarak O’na teslim oluyorum. “Teşekkürler Tanrım... Teşekkürler tan... Allah’ım!.. Allah’ım!.. Allah’ım!..”
Bismillah...
Müslüman olduktan sonra serin meltemler esmeye başladı yıllarca kavrulmuş yüreğimde. Artık tek bir anı bile ziyan etmek istemiyordum. O gün öğlen vakti ilk namazımı kıldım. Yalnızca bismillah demesini biliyordum. Gerçek dostlarımın yaptığı gibi ellerimi omuz hizasında kaldırdım ve “bismillah” dedim. Tarifsiz bir hal sardı bir anda beni ellerimi kalbimin üstünde birleştirir birleştirmez gözlerimden yaşlar süzüldü. Anlatamayacağım duygular içerisinde bildiğim tek şeyi tekrarlayıp durdum. Bismillah... bismillah... bismillah. ne muhteşem bir şeydi Allah’ım. Bismillah dedikçe önceki düşüşlerime inat helezonlar çize çize yükseliyordum sanki. Bir hayli durduktan sonra bismillah deyip rukuya vardım. Bismillah... bismillah... bismillah... Doğruldum bismillah. Sonunda yıllarca dolaştığım çöllerde kavrulmuş dudaklarım suya erdi. Damarlarımı kurutan beyabanın içinde bir vaha gibi adeta kendimi secdeye attım bismillah. Ve bismillah...bismillah...Allah, Allah... Bismillah. Yıllarca aradığım senmişsin. Uykusuz gecelerde andığım senmişsin.
Daha neler söyledim, neler hissettim anlatmam mümkün değil. Dillerin dönmediği, kelimelerin iflas ettiği yerler az değil ki. Bütün hissettiklerimden öte bir şey vardı ki nasıl söylesem, nasıl söylesem bilmem ki kalbimin derinliklerinde Allah’ın hoşnut olduğunu hissediyordum. Aslında bu kadar cümleyi boşuna yazdım. Söylenecek en güzel şey baştan başa yalnızca bismillah ile kılınan o ilk namaz, anlatılmaz.
Ve ışıklar aktı karanlık odama
Tarifler üstü bir hal ile kılınan o namazdan sonra kitaplara sarıldım. Geceler boyu okudum, okudum. İslamiyet’i öğrendikçe bütün sorularıma cevap buluyor, Hz. Muhammed’i tanıdıkça da Allah’a yaklaştığımı hissediyordum. Hayat, dünya, ahiret ve insanla alakalı ne varsa kafamda yerli yerine oturmuştu. Hayatıma bir mana gelirken içimin dağlarına güneş doğmuştu. Duvarları yıkılmıştı karanlık odamın. Artık ne beni hapseden duvarları vardı ne de bunaltan karanlığı. Güneş... Işık.. İslamiyet’le gelen ışık beni öyle etkiledi ki kendime ikinci bir isim verdim: “solnyeçnıy luç”, yani güneş ışığı. Şimdi keşke güneş ışığı olsaydım diye düşünüyorum. İslam güneşinin ışıkları olarak karanlığın kuytularında vaktiyle benim gibi kıvranıp duran insanların âlemine aksaydım.
Aileme henüz kararımı açıklamadım. Bunun için uygun zamanı bekliyorum. Ve onlar için sürekli dua ediyorum. Halen uluslararası işletmecilik ve yönetim üzerine master yapmaya devam ediyorum. Bir yandan da bir Amerikan şirketinde proje müdürü olarak çalışıyorum. Ama hayalimi bütün ailemle aynı anda secdeye varmak süslüyor. Ben, annem, kardeşim ve babam... Başımızı secdeye mıhlamış yalnızca bismillah, bismillah deyişlerimizi hayal ediyorum. Ve ilk namazımda kalbimin derinliklerinde hissettiğim duyguları bir kere daha yaşamayı umuyorum. Rabbimin bana tebessüm ettiğini bir daha hissetmek istiyorum. 05.03.2005
Yazan: Arina Svetlova/Tercüme: Aycan Esenkanova, Gülseren Yükseleroğlu
-
Cevap: Müslümanlığı seçenler
Danimarka'da İslamiyet 'moda'
Haftada 5 - 10 gencin Müslüman olduğu Danimarka'da, son birkaç yılda İslamiyete geçenlerin sayısının da 5 bini bulduğu açıklandı.İRFAN KURTULMUŞ Kopenhag
Yükselen trend
İSLAMİYETİN, Danimarka'da yükselen trend olduğu ortaya çıktı. Kopenhag Üniversitesi'nden Tina G. Jensen ve Kate Östergaard, İslamiyet'i kabul eden 300 genç arasında bir araştırma yaptı. Araştırma sonucu, ülkede, haftada 5 - 10 gencin Müslüman olduğu, son birkaç yılda Müslüman olan Danimarkalı sayısının da 5 bini bulduğu anlaşıldı.
Gençlik protestosu
JENSEN, gençlerin ortak yanının, 'Müslüman göçmenlerle küçük yaştan beri iç içe olmaları, İslami düşünce ve yaşam tarzından etkilenmeleri' olduğunu belirtti. Buluğ çağındaki gençlerin tercihinin altında 'gençlik protestosunun' yattığını vurgulayan Östergaard da, "20 yıl önce, solculuk nasıl bir gençlik başkaldırmasıysa, şimdi de gençlerin Müslüman olmaları aynı şey" dedi. (Milliyet :16 Ağustos 2005 )
http://www.islamustundur.com/islamin...yalar/155b.jpg
http://www.islamustundur.com/islamin...yalar/157a.jpg http://www.islamustundur.com/islamin...yalar/160a.jpg
Der Spiegel İslam'ın Yükselişini Kapak Konusu Yaptı.'Muhammed Peygamber Kimdi' başlığı ile haberleştirilen konuya dergide 20 sayfa yer ayrıldı.Dünyada hiçbir dinin İslamiyet kadar hızlı yayılmadığının belirtildiği haberde, ünlü İngiliz filozof Ernest Gellner'in, "İslamiyet Allah'ın dünya için öngördüğü bir toplum düzeni" sözlerine yer verildi.
http://www.islamustundur.com/islamin...yalar/152a.jpg
30 Aralık 2001 tarihli sayısında özellikle İngiltere'de İslam'a dönüş yapanları konu edinen The Daily Telegraph gazetesinin, sonradan Müslüman olan kişilerle yaptığı röportajlarda ortaya şöyle bir tablo çıkmaktadır: Bu kişilerin önemli bir kısmı statü sahibi, iyi bir aile çevresine sahip, İslam'ı iyice araştırıp öğrendikten sonra din olarak seçen insanlardır. Örneğin eski İngiliz hükümetinde Sağlık Bakanlığı yapmış olan Frank Dobson'ın oğlu Joe Ahmet Dobson, Kuran'ı bir arkadaşının kendisine hediye etmesi ile 16 yaşındayken okuduğunu ve aklındaki soruların tüm cevaplarını bulduğunu söylemektedir. 23 yaşına geldiğinde resmi olarak İslam'ı kabul ettiğini açıklayan ve bugün 26 yaşında olan Joe Dobson, ailesinin de bu kararında kendisini desteklediğini anlatmaktadır. Habere göre, Dobson'ın babası her Noelde kendisine hediye olarak İslami kitaplar almaktadır. İngiltere'de son dönemlerde İslam'a dönenler arasında, BBC eski genel müdürü John Birt'in oğlu, ünlü hakimlerden Lord Justice Scott'ın kızı gibi önde gelen çevrelerden insanlar bulunmaktadır. Son yirmi yıl içinde 20 bin kişinin İslam'a döndüğü tahmin edilen İngiltere'de, 11 Eylül saldırılarından sonra dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi İslam'a yöneliş daha da hızlanmıştır. Manchester Camisi'nin verdiği bilgilere göre 11 Eylül'ü takip eden ilk haftalarda sadece kendi camilerinde 16 kişi İslam'ı kabul etmiştir. İslam'a dönenlerle ilgili yapılan araştırmalarda dikkat çeken bir nokta da, İslam'a dönüşün daha çok kadınlar arasında görülüyor olmasıdır. Amerika'da İslamiyet'e dönen her dört kişiden biri, İngiltere'de ise her iki kişiden biri kadındır.(My Dad Buys Me Book About Islam, Telegraph, 31 Aralık 2001)
Yaklaşık bir milyon Müslümanın yaşadığı İtalya'da son iki üç yıldır da 5 bin kişinin İslamiyet'e döndüğü tahmin edilmektedir.( Reuters- 26 Kasım 2001)
Chicago Tribune gazetesi ise İslam'ın yükselişini, 'Arayış İçindeki Amerikalılar İslam'ın Öğretilerine Sarılıyor' başlıklı haberinde ele almıştır.
The New York Times gazetesinde yayınlanan 'Islam Attracts Converts by the Thousands' (Binlerce Kişi İslam'a Dönüyor) başlıklı haberde ise, sonradan Müslüman olan kişilerle yapılan röportajlara yer verilmiş ve İslam'ın Amerika'da hızla yükselmesi şu şekilde değerlendirilmiştir:
6 milyon takipçisi ile İslam, Birleşik Devletler'de göçlerin, yüksek doğum oranlarının ve İslam'ı seçenlerin sayısının artması sayesinde en hızlı yükselen din olarak adlandırılıyor. Konunun uzmanları tarafından yılda yaklaşık 25 bin kişinin İslam'a döndüğü tahmini yapılmakta. Bazı uzmanlar ise bu sayının 11 Eylül olayları sonrasında dört kat daha arttığını belirtiyorlar.(The New York Times, 22 Ekim 2001)
"Danimarka'nın Geleceği: Her İki Kişiden Biri Müslüman" haberleri ile bu yükseliş Danimarka basını tarafından da ele alınmıştır. Danimarka'da yaşayan ünlü sosyolog Eyvind Vesselbo yaptığı araştırma neticesinde, yakın gelecekte Danimarka nüfusunun yarısının Müslüman olacağını açıklamıştır.( Milliyet, 12 Ekim 2001 )
Ünlü ABC News haber kanalında verilen, 'Islam: Rising Tide in America' (İslam: Amerika'da Yükselen Akım) başlıklı haberde ise sosyologların, 15 yıl içerisinde ABD'deki Müslümanların sayısının Yahudilerin sayısını geçeceği yönündeki tahmini aktarılmıştır. (http://www.jannah.org/articles/islamicrise.htm)
Newsweek dergisinin Avrupa'da İslam'ı incelediği bu haberinde, İtalya, İngiltere ve Fransa gibi ülkelerde İslam'ın gittikçe güçlenmesi ele alınmaktadır. Örneğin İngiltere'de kiliselere artık kimsenin gelmediği Doğu Londra'da, kapanan kiliselerin yerlerine camiler açılmaktadır. Fransa'da ise pek çok bina camiye çevrilmekte, camiler ibadet için gelen Müslümanlarla dolup taşmaktadır. Madrid'de yeni minareler yükselirken İtalya'da dev camiler inşa edilmektedir.
http://www.islamustundur.com/islamin...syalar/148.jpg 1 Ekim 2001 tarihli Newsweek dergisinde yer alan bu tabloya göre, 1994 yılında toplam cami sayısı 962, cami başına düşen kişi sayısı 485, camilere gelen Müslüman sayısı toplam 500 bin iken 2000 yılında cami sayısı 1.209, cami başına düşen kişi sayısı 1.625 ve camilere gelen toplam Müslüman sayısı ise 2 milyon olmuştur.Amerikan yönetimi tarafından hazırlanan demografik verilere göre, 1994'de cami sayısının artış hızı %25 iken, 1980'de bu rakam %62'ye yükselmiştir. Camiye gelenlerin %30'u ise sonradan Müslüman olan kişilerdir.
http://www.islamustundur.com/islamin...syalar/65b.jpg
20 Temmuz 2004 Tarihli NTV haberlerinde "Avrupa'da en hızlı yayılan din İslam" başlığı altında Fransız İç İstihbarat Dairesi tarafından hazırlanan rapor ele alınmıştır. Raporda; Batılı ülkelerde, özellikle 11 Eylül saldırılarının ardından, İslam dinini tercih edenlerin sayısının daha da arttığı belirtilmiştir. Örneğin Fransa'da sadece geçen yıl Müslüman olanların sayısı, 30 ila 40 bin arasında artmıştır....
Birleşmiş Milletler'in 1999 yılında yaptırdığı bir araştırma, Avrupa'da Müslüman nüfusun 1989 ile 1998 arasında %100'den daha büyük bir hızla arttığını göstermektedir.
CNN televizyonunda yayınlanan "Hızla Büyüyen islam Batı Dünyasında Yeni Kişiler Kazanıyor" başlıklı haberde, son yıllarda İslam'a yönelen Hıristiyanların sayısındaki artışa dikkat çekilmektedir.
http://www.islamustundur.com/islamin...syalar/13b.jpg
http://www.islamustundur.com/islamin...syalar/13a.jpg Almanya'nın önde gelen siyasi dergilerinden Der Spiegel, ''Almanya'nın sessizce İslamlaşmasını'' son sayısında kapak konusu yaptı.Derginin kapağında, tarihi ''Brandenburger Tor'' kapısının tepesi bir ay ve yıldızla birlikte gösterilerek, ''Mekke Almanya - Sessiz İslamlaşma'' başlığı kullanıldı.İç sayfalarında da ''Şeriat şimdiden geldi mi?'' başlığını kullanan dergi, konuya 13 sayfa yer ayırdı. Müslüman kadınların gittikçe daha yoğun şekilde başörtüsüyle ilgili haklarını mahkemelerde aradıklarını kaydeden dergi, Frankfurt Sulh Mahkemesi yargıcı Christa D'nin, Kuran-ı Kerim'i gerekçe göstererek, kocasından dayak yediği için boşanmak isteyen bir Faslı kadının başvurusunu reddetmesiyle ilgili karara yer verdi. (25 Mart 2007)
http://www.islamustundur.com/krtls8364736islam.JPG
http://www.islamustundur.com/124t.JPG
http://www.islamustundur.com/isvecc543.JPG http://www.islamustundur.com/mslmnold85487546567.JPG
ABD'de Belediye Başkanı müslüman oldu
ABD'nin Georgia eyaletinin Macon şehri belediye başkanı Jack Ellis, Müslüman oldu
Ellis, şimdi isimini resmi olarak Hekim Mansur Ellis olarak değiştirmeye çalışıyor.Hristiyan bir aileden gelen Ellis, Afrika ülkesi Senegal'de geçen Aralıkta Müslüman olduğunu açıkladı.Yıllardır Kur'an-ı Kerim'i incelediğini belirten Ellis, Kuzey Amerika'ya köle olarak getirilmeden önce atalarının Müslüman olduğunu söyledi.Ellis, kızlarının isteği üzerine soyadını değiştirmeyeceğini belirtti. ( 2.02.07 )
http://www.islamustundur.com/mold568569.JPG
http://www.islamustundur.com/mslmnold1.JPG
http://www.islamustundur.com/mslmnold2.JPG
HİSPANİKLERİN İSLAM'A YÖNELİŞİ ARTIYOR
ABD'de yaşayan İspanyol ve Latin Amerika kökenlilerin İslam'a yönelişi her geçen gün artıyor. Özellikle Hispaniklerin yoğun olarak yaşadığı New York, California, Texas ve Florida'da İslam'ı seçenlerin sayısında gözle görülür bir artış yaşanıyor. Müslüman liderler, İslam'a ilginin son yıllarda arttığına dikkat çekerek, çoğu göçmen olan Hispaniklerle Müslümanların birçok ortak noktası olduğunu vurguluyor...11 Eylül saldırılarından sonra İslam'ın merak edilerek araştırılmaya başlanması da doğru tanınması açısından önemli bir faktör olarak değerlendiriliyor.Radyoya açıklama yapan İslam Toplumu Orta Florida Başkanı İmam Muhammed Musri, İslam hakkındaki İspanyolca kitaplara talepte de sürekli artış yaşandığını ifade ediyor.Britannica Ansiklopedisi'ne göre 300 milyon nüfuslu ABD'de 4,7 milyon Müslüman yaşıyor. 10.Şubat.2007
http://www.islamustundur.com/tekdinislam986875.JPG
http://www.islamustundur.com/htmslm1234.JPG
http://www.islamustundur.com/htmslm12345.JPG
http://www.islamustundur.com/latinam..._gercekhay.jpg
Rusya’nın Diyanet İşleri Başkanı Polosin, bütün Rus medyasının önünde şöyle diyor:
“Kamuoyunda şehadet ederim ki ben Ortodoks Kilisesi’nin ne papazı ne de müridiyim… Eşhedüenlailaheillallah…”
Düşünsenize Türk Diyanet İşleri Başkanı Hıristiyan olduğunu açıklasa, kıyamet kopar değil mi? Hele Ortodoksluğun kalesi komşumuz Rusya’da nasıl yankılanır kim bilir? Dünya bile çalkalanır değil mi? Ancak 1999 yılında, Rusya Ortodoks Patrikliğinin Kamu Dernekleri ve Dini Örgütleri İlişkiler Komitesi Başkanı ve Yüksek Sovyet Vicdan Özgürlüğü Komitesi Başkanı ve Rus Federasyonu Temsilciler Meclisi DUMA’da milletvekili de olan Başpiskopos Viaçeslav Polosin’in (bizim Diyanet İşleri Başkanlığı’na tekabül ediyor) Müslüman olması, nedense Türkiye’de hiç kimse tarafından duyulmadı.Polosin, Moskova Devlet Üniversitesi Felsefe Fakültesi, Zagorsk Dini Mektebi ve Rusya Federasyonu Dışişleri Bakanlığı Diplomatik Akademi mezunu aynı zamanda.Neyse! Rusya’nın Diyanet İşleri Başkanı Müslümanlığı seçiyor ama ne seçiş. Sahne şöyle; Başpiskopos Polosin, bütün yazılı ve görsel basının karşısında şu müthiş açıklamayı yapıyor: “Kamuoyunda şehadet ederim ki ben kitaplı dinlerin Hazreti İbrahim”den başlamak üzere tüm peygamberlerinin yüce geleneği olan hakiki imanın takipçisi olarak, tek doğru dine şahitlik ettim ve Ortodoks Kilisesi’nin ne papazı ne de müridiyim… Sosyal hayatımı da inançlarım doğrultusunda şekillendirmeye karar verdim…
Eşhedüenlâilaheillallah…”
Nasıl? Etkileyici, şok edici, dehşete düşürücü, anarşist, aykırı, sinematoğrafik, agresif ve tek kelimeyle müthiş bir sahne değil mi? Olay, bütün Ortodoks ve Slav camiasını derinden sarsıyor. Patrikhane, meselenin üstünü örtmek için bin dereden su getiriyor ama Türkiye’de hiç kimsenin haberi yok! Ben bu müthiş haberi, Alev Alatlı’nın, “Gogol’un izinde- Aydınlanma değil, merhamet” isimli kitabında okuyunca, önce ‘kurgusaldır zahir’ diye geçiştirdim. Böylesi bir olayın duyulmamasının imkansızlığını düşündüm ama içime kurt da düşmedi değil. Biraz araştırınca yanıldığımı anladım. Olay gerçek ve dünya medyasını resmen sallamış. Ama biz ‘enforme’ edilmemişiz. Öyle ki internet ortamında bile konuyla ilgili Türkçe yazılmış bilgi yok gibi.Müslüman olduğunu açıkladıktan sonra başına gelebilecek tehlikeler hakkında ne düşündüğü sorulduğunda şöyle yanıtlıyor:
“Hepimiz faniyiz, önünde sonunda bu dünyadan ayrılacağız. İnsanoğlunun vehimlerine itaat etmektense, Hakikat’e teslim olmuş olarak gitmek daha iyi!”
Polosin, "İslâm Hakkında Bütün Bilgiler" isimli on beş günlük gazetenin editörlüğünü yürütüyor halen. "Monoteist Felsefeye Giriş" kitabı, Mukayeseli Dinler Tarihi dersi için yardımcı ders kitabı olarak kabul edilen Ali Polosin, Müslümanların, Rus Ortodoks Kilisesi ile diyalog tecrübeleri gerçekleştirip içki ve uyuşturucu ile mücadele konusunda ortak çalışmalar yürütmesinin yanı sıra, aile değerlerini koruma hususunda da müşterek bir proje hazırlıyor.Eşinin de Müslüman olduğunu açıklayan, Viaçeslav isminden ‘sıkılan’ ve Hicaz’a da giden Hacı Ali Polosin, Rus steplerinin son Müslümanı…
İslâm’ı Seçen Ortodoks Papaz
POLOSIN SERGHEYEVICH
1956 yılında Moskova’da doğdum. Dinsiz bir ailede yetişmeme rağmen, hayatımın hatırlayabildiğim çok erken dönemlerinden itibaren Tanrı’ya yürekten inanan biri olduğumu söyleyebilirim. Tanrı kavramı benim için bir bilinmezdi belki ancak, O’nun her şeye gücü yeten ve kendisine sığınanlara her an yardım etmeye hazır bir Tanrı olduğunu düşünüyordum. Gençlik yıllarımda yüz yüze geldiğim çeşitli zorluklar, benim hayat karşısında ancak bir noktaya kadar güç yetirebileceğimi anlamamı sağladı. Bundan sonra tüm kalbimle Tanrı’ya yöneldim ve her şey daha iyi olmaya başladı.Aslında bu süreç doğal olarak gelişti ve Tanrı gerçeğini öğrenmek amacıyla Moskova Devlet Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde okumaya karar verdim. Sosyoloji alanında Max Weber’in Kapitalizmim Ruhu teorisinin Eleştirisi adlı bir çalışmam oldu. Bu çalışmamda Protestan reform hareketinin piyasa ekonomisinin gelişmesine etkilerini irdelemeye çalıştım. İşte bu yıllarda ilk kez Kitab-ı Mukaddes’i okuma fırsatım oldu.Ne yazık ki bu okumalarım bende çelişkili bir izlenim bıraktı. Aslında kutsal kitabın bazı kısımları gerçekten Tanrı vahyi gibi görünüyordu, ancak Tanrı’ya atfedilen bazı kısımlarda insanlığın çoğunluğunu yok etmeye yönelik bir istekten bahsedilmesi veya “Tanrı’nın eli,” “Tanrı’nın vücudu” ve “Tanrı’nın nesli” vesaire gibi ifadelerin yer alması, çelişkili bir durumdu. Fakat 1970’ler Moskova’sında komünist ideoloji karşısında tek alternatif Rus Ortodoks Kilisesi idi. Bu nedenle on dokuz yaşında bir genç olarak Ortodoks Katedrali’ne ilk kez geldiğimde eski bir geleneği keşfettiğimi düşünmüş ve Tanrı’yı öven Hıristiyan ilahilerinin güzelliğinden çok etkilenmiştim. O anda daha derin ve kapsamlı bir ilahiyat bilgisi almam gerektiğine karar vermiştim. Bu düşüncelerle İlahiyat Fakültesine başladım. Aslında belirli bir dini, bilinçli olarak tercih etmek durumunda değildim. Çünkü Ortodoksluğu kendisiyle mukayese edebileceğim başka bir dinin varlığı söz konusu değildi. Öncelikle Tanrı’yı reddeden yanlış bir anlayışa karşı önceden belirlenmiş kesin bir karar almış olmam önemliydi. O sırada mevcut bulunan tek dini müesseseye böylece adım atmış oluyordum. Hıristiyanlık’ın temel esaslarını öğrendikten sonra 1983’te rahip oldum. Bulunduğum mevki Tanrı tanımazlık karşısında manevi ve entelektüel mücadeleyi temsil ediyordu. Bu nedenle de kendimi Tanrı’nın bir savaşçısı olarak görüyordum. Fakat ne yazık ki resmen göreve başladığımda ruhsal ve entelektüel görevlerimi yapmak yerine çoğunlukla bâtıl inançları olan insanların istedikleri bir takım ritüelleri yürütmek zorunluluğu ile karşı karşıya kaldım. Bu gibi ritüellerin aslında putpereslik döneminde yapılanlardan anlamca pek farklı olmadıklarını bildiğim halde, bunlardan kaçamadım ve Hıristiyan dini uygulamalarının bir parçası hâline geldim. Bu hâlim ister istemez şahsî inancımla kamusal görevim arasında bir zıtlık meydana getirmişti.1983 – 1985 yılları arasında Orta Asya’da çalıştım. Duşanbe şehrindeki görevim sırasında amirlerimce emre itaatsizlik sebebiyle bölgeden uzaklaştırıldım. Burada ilk kez Müslümanlarla karşılaşmıştım ve İslâm kelimesine bir şekilde ilgi duyar olmuştum. Başımdan geçen ilginç bir olayı sizinle paylaşmak istiyorum. Bir keresinde iyi giyimli bir Tacik ihtiyar, kiliseme geldi. İnsanlar onun aslında gizli bir şeyh (ermiş ) olduğuna inanıyorlardı. Kısa bir konuşmadan sonra birdenbire “Sen Müslüman gözlere sahipsin Müslüman olmak senin kaderin!” deyiverdi. Bunlar ne kadar şaşırtıcı ifadelerdi. Bir Ortodoks kilisesinde, bir Ortodoks rahibine söylenen bu sözlere karşı gelmem veya direnç göstermem beklenirdi. Ama hiçbir tepkide bulunmadım. Yaşlı zâtın sözleri âdeta yüreğime işlemişti.1988 – 1990 yıllarında ateizmle mücadele artık geçmişin bir meselesi hâline gelmişti. Ortodoks Kilisesi ise daha çok yeni ek binaların yapımı, eğitim alanında daha kâr getiren kural ve düzenlemelerin yapılması gibi işlere öncelik tanır olmuştu. Artık kendimi Tanrı’nın bir savaşçısıymışım gibi hissetmiyordum. Aksine kendisinden sadece sihirli, büyülü törenleri düzenlemesi beklenen bir çeşit resmi sihirbaz veya büyücü konumunda gibiydim. Beni son derece rahatsız eden bu durum nedeniyle 1991’de kilise personelinden ayrıldım.Kilise törenlerinin gerçek inançla ne şekilde örtüştüğünün teolojik bir açıklamasını bulurum düşüncesiyle kilise tarihi, kilise hizmetleri tarihi ve teoloji tarihi gibi ilk dönem Hıristiyan kaynakları üzerinde çalışmaya karar verdim. Bu konularda yaptığım kapsamlı çalışmalar, beni, içerisinde çok miktarda eski putperest ibadet anlayışından alıntılar bulunan Roma Bizans kilise hizmetlerine şüphe ile bakma noktasına getirdi. Bunu anladıktan sonra 1995 yılında tamamen kilise görevinden ayrıldım.Hz. İsa’ya atfedilen ulûhiyet, tek ve bir Tanrı inancını anlamayı ne kadar zorlaştırıyordu. Oysa bu son derece basit ve net bir prensipti. O zamanlar İslâm gerçeğini tam olarak bilmiyordum. Çünkü elimde bulunan Krachkovski’nin Rusça Kur’an meali yanlışlarla doluydu. Daha sonra Kur’an hakkında genel bir bilgi ve İslâm’ın Hz. İsa yorumu ile zenginleştirilmiş olan Porokhovaya’nın açıklamalı mealini okuduğumda İslâm’a dair bütün şüphe ve tereddütlerim sona erdi. Esirgeyen ve Bağışlayan Allah bu yolda ilerlemem için bana güç verdi ve sonunda eşimle birlikte Tek bir Allah’a inandığımızı kamuoyuna açıkladık. Zaten son nebi Hz. Muhammed (SAV) tüm insanların İslâm üzere doğduklarını bildirmiyor mu? Bizler de yetiştirilme tarzımız nedeniyle fıtratımızdan bir süre uzak yaşamıştık. Ama sonuçta Allah’ın yardımıyla doğru yola eriştirilmiştik.
(Afganistan’daki Taliban, İngiliz gazeteci Yuanne Didldle’i kaçırmış ve İslâm’ı öğreneceğine söz vermesi üzerine serbest bırakmıştı. İki taraf da sözünü tuttu. Bu hanım gazeteci de İslâm’ı öğrendi ve müslüman oldu. Turkuaz’dan Ebru Ateş’in, Didldle ile yaptığı röportajı sunuyoruz:
–Taliban tarafından kaçırıldıktan sonra müslümanlığı seçtiniz, bu dönüşün hikâyesini anlatır mısınız?
–Taliban tarafından kaçırıldığımda büyük haberlere imza atan bir gazeteciydim. Ancak o zaman utanç verici şekilde kendim gazetelere manşet oldum. Taliban’a söz verdim: “Eğer beni serbest bırakırsanız Kur’ân’ı okuyacağım. İslâm’ı araştıracağım.” Onlar sözünü tuttu, beni bıraktı. Ben de tuttum. Söz sözdür diye düşündüm ve Kur’ân’ı okumaya başladım. Tamamen akademik bir çalışmaydı. Mânevî bir yolculuğa çıkmak gibi bir niyetim yoktu başlangıçta. –Kur’ân sizi nasıl etkiledi? –Nefes kesiciydi. Kur’ân sanki bir yaşam kılavuzu. Okuduğum her şeyden çok etkilendim. Özellikle kadın haklarından. Çünkü bize hep müslüman kadınların baskı altında olduğu anlatılırdı. Ancak Kur’ân diyor ki; biz kadınlar mânevî olarak erkeklere eşitiz. Eğitim hakkı konusunda da eşitiz. Biz kadınlar çocuk doğurma özelliğinden dolayı İslâm’da yüceltiliyoruz. Cennetin annelerin ayağının altında olduğu söyleniyor. İslâm’ı ilk kabul eden bir kadındı. İslâm’ın ilk şehidi de bir kadındı. Batı’da süslü magazin dergilerinde bize sunulan fikir şuydu; uzun boylu ve güzel vücutlu olmazsan beğenilmez, istenmezsin. Halbuki İslâm dininde kişiliğinle ön plâna çıkıyorsun. Erkeklerden aşağı değiliz, onlara eşitiz. Meselâ boşanma, meselâ miras hakkı. Bu haklar Batılı kadına daha 100 yıl önce tanınmaya başlandı. Halbuki bu haklar Kur’ân’da asırlar önce yazılıydı. Hollywood yıldızları şimdilerde bir ordu dolusu avukatla evlilik öncesi mal paylaşımı yapıyor. Bu paylaşım, binlerce yıldır müslüman evlilikleri öncesinde yapılıyor. Bu yeni bir şey değil. Bence Hollywood avukatları Kur’ân’dan ilham alıyor. –İslâm’ı seçmenize aileniz nasıl tepki verdi? –Karışık tepkiler aldım. Komşusu müslüman olan kız kardeşim, müslümanların nasıl insanlar olduğunu gördüğü için, müslüman oluşuma tepki vermedi. Ancak diğer kız kardeşimin hiç müslüman tanıdığı yok. Bu yüzden kendimi, Tel Aviv’de patlatacağımı düşündü. Annem Hıristiyanlık’a dönmemi istedi. Ona, Hristiyanlık’ın aslında İslâm’a çok yakın olduğunu söyledim. Bana bir Arap dinine mensup olmak istemediğini söyledi. Ben de ona, ‘Hz. İsa’nın nereden geldiğini sanıyorsun anne, Manchester’dan mı?’ diye sordum. Durdu ve düşündü. Ve fark etti ki Hıristiyanlık’ın kökleri de Ortadoğu’da... Hikâyemi dinleyip şehadet getiren çok insan oldu. Annemin de müslüman olmasını çok isterim. –Peki Taliban sizi esir almasaydı, yine müslüman olur muydunuz? –Bu gerçekten garip. Düyada pek çok müslümanla görüştüm; ama beni müslüman olmaya tetikleyen, Taliban tarafından kaçırılmak oldu. Kur’ân’ı okuyacağıma söz vermiştim. Başka türlü İslâm’ı incelemezdim. Bu, benim için utanç verici. Çünkü Ortadoğu’yu takip eden bir gazeteci olarak İslâm’ın sadece bir din değil, bir hayat tarzı olduğuna dikkat etmeliydim. İslâm’la iç içe olmalıydım. Taliban’a teşekkür borçluyum; ama Taliban destekçisi değilim. –İslâm’ı kabul ettikten sonra hacca da gittiniz. Orada ne gibi duygular yaşadınız? –Evet, çok şanslıydım. Orası harikaydı, inanılmaz güzeldi. İnsanlar orada en çok neyden etkilendiğimi sordular. Kâbe’yi ilk kez görmek mi, neydi? Düşündüm. Bir gün namaza geç kalmıştım. Mekke sokaklarında rüzgâr gibi koşuyordum. Haremüşşerif’in kapılarından birinin önüne geldim. Önümde on binlerce hacı vardı ve tam bir kaos yaşanıyordu. Hepimiz camiye girmeye çalışıyorduk, geç kalmıştık. Herkes birbirini itiyordu. Kadın-erkek, uzun-kısa, zayıf-şişman, her çeşit, her renkte, belki 30-40 farklı milletten insan camiye girmeye çabalıyorduk. Ve birden namaz başladı. Birkaç saniye içinde bütün herkes şeritler halinde sıraya dizildi. Ben de sokağın ortasında seccademi yere sermiş, ayakta bekliyordum. Yanıma baktım, cizgi kusursuzdu. Onun önündeki de, onun önündeki de. Ve düşündüm, bu ordu kadar hızlı hazır ol pozisyonuna girebilecek başka bir ordu yoktur dünyada. Kendi kendime, ‘işte benim ailem bu’ dedim. Sadece düşünürken duygulanmıyorum. Gözyaşları boğazıma dizildi ve ‘biz birlik olduğumuz zaman çok güçlü olabiliriz’ diye düşündüm. Günde beş defa biz böyleyiz. Günde 24 saat, haftada 7 gün böyle olsak hiç kimse bizim topraklarımızı işgal etmeye kalkmaz. Din kardeşlerimize işkence yapamazlar, çocuklarımızı katledemezler. Bize hiç kimsenin gücü yetmezdi ve bize saygı duyarlardı. Bizleri terörize edemezler, bizlere zulmedemezlerdi. Guantanamo Üssü’nde insanlarımızı kilitleyemezlerdi. Bizlere saygılı davranırlardı. Dünyada iki milyar müslüman var. Eğer birlik olsak yenilmez olurduk. İslâm’ı seçtikten sonra iki kitap yazdınız. Kitaplarınızın konusu neydi?
–İlk kitabımda, Taliban tarafından kaçırılıp serbest bırakılma hikâyemi anlattım. İkinci kitabım ise bir roman. Adı, Cennet’e Gidiş Bileti. Hikâye 11 Eylül olaylarından başlıyor, Ortadoğu’ya kadar uzanıyor. Konusu ise şehitler. Amerika’da yayınlandı. İsrail’de ise yasaklandı. Çünkü kitabı Cenin ve Cenin şehitlerine adadım. Zaten herkesi İsrail mallarını boykota çağırıyorum. –Gazetecilik mesleğini de devam ettiriyorsunuz, şu anda çalıştığınız bir kurum var mı? –İslâm kanalının politika editörüyüm. Bu kanalda her sabah ajanda adlı bir program yapıyorum. Bir tartışma programı. Irak’ta savaşmayı reddeden askerlerden, İsrail devletini kabul etmeyen hahamlara kadar birçok konuğu ağırlıyoruz. Bu programla buradaki müslümanları güçlendirmek istiyorum.
Müslüman olan Amerikalı rahip Yusuf Estes anlattığı hidayet hikâyesinde ABD'de özellikle Katolik rahip ve vaizlerin İslâmiyet'e büyük ilgi duyduğunu ve hatta birçok rahibin İslâm üzerine doktora yapmakta olduğunu ifade ediyor.
http://www.islamustundur.com/muslimanoldumgu6.jpg
Estes'e göre önyargısız rahiplerin İslâm hakkında genel kanaati olumlu yönde. Şok edici bir haber - Meğer Müslümanlar, zaten İncil’e inanıyorlarmış... O gün, 1991’in baharında, Müslümanların İncil’e inandığını öğrenmiştim. Şok oldum. Bu nasıl olabilirdi? Fakat bununla da kalmıyordu: Onlar İsa’ya da inanıyordu.. Müslümanlara göre de: l Allah’ın sadık bir elçisi; l Allah’ın peygamberi; l Babasız bir şekilde mucizevî olarak doğdu; l O Mesih’ti; l O şimdi Allah’la beraber ve çok önemli bir yeri var; l Kıyamet yaklaştığında geri dönecek ve inananların yanında imansızlara karşı duracak... Ruhumu İsa’ya adadığım günden sonra, bir Müslümanı Hıristiyan yapmak, benim için olağanüstü bir gelişim olacaktı.
BİR BARDAK ÇAY EŞLİĞİNDE İNANÇ TARTIŞMASI
Adama çay içmeyi sevip sevmediğini sordum, sevdiğini söyledi. Oradan kalkıp, hep beraber, benim favori sohbet konum hakkında konuşmak üzere bir kafeteryaya gittik. Konu tabiî ki inançlardı. Saatlerce sohbet ettiğimiz kafeteryada şunun farkına vardım: Bu adam sessiz, sakin, hoş ve biraz da utangaç bir insandı. Benim söylediğim şeylerin her kelimesini dinledi ve bir kere olsun sözümü kesmeye yeltenmedi bile. Bu adamı sevmiştim ve iyi bir Hıristiyan olma potansiyeli sezmiştim. Ve bu işin olacağına, kesin gözüyle bakmaya başlamıştım. Halbuki, başıma gelecekler hususunda, ufacık bir bilgim dahi yoktu.
MUHAMMED EVİMİZE TAŞINIYOR
Herşeyden evvel, babama, bu adamla iş yapmaya, mutlaka, devam etmesi gerektiğini söyledim. Ve Texas’a yaptıkları iş seyahatlerinde, bu adama bazen eşlik etmek istediğimi de söyledim. Gün be gün, beraber bolca vakit geçirmeye ve bir çok konuda konuşmaya başladık. Sohbet aralarında radyolarda ve seminerlerde verdiğim vaazlardan, konuşmalardan örnekler sunuyordum. Bu zavallı adamı “kurtarmaya” iyice niyetliydim. Allah hakkında konuştuk, hayatın anlamı, yaratılışın gayesi, peygamberler ve görevleri, Allah’ın buyruklarını insanlara nasıl vahyettiği konularından bahsediyorduk. Ayrıca bir çok şahsî deneyimlerimizi ve hatıralarımızı da paylaşıyorduk. Bir gün, artık arkadaşım olan Muhammed’in, şimdiye kadar kaldığı evden taşınmak zorunda kaldığını ve geçici bir süre için camide ikamet edeceğini duydum. Babama gittim ve Muhammed’i şehirdeki büyük evimizde ağırlamak istediğimi söyledim. Ne de olsa güvenilir bir insandı ve gönül rahatlığı ile evimizde onu misafir edebilirdik. Israrlarımız netice verdi ve Muhammed evimize taşındı.
VAAZLARA DEVAM
Tabiî ki, ben hâlâ Texas civarındaki kiliseleri ve oradaki pederleri ziyarete zaman buluyordum. Bunlar Texas’ın Oklahoma bölgesinde ve Mexico bölgesinde yaşıyordu. Bunlardan biri, arabadan daha büyük olan bir haçı, tıpkı İsa’nın çarmıha gerilmeye götürülürken yaptığı gibi, omuzunun üstüne almış ve cadde ve sokaklarda bu şekilde dolaşıyordu. Bunu yapmayı seviyordu, zira yoldan geçen arabalar duruyor ve bu adama ne yaptığını soruyordu. O da onlara Hıristiyanlık ile ilgili nasihatler veriyor, vaaz ediyordu.
PEDERİN KALP KRİZİ
Bir gün, haçı omuzunda taşıyan peder arkadaşım kalp krizi geçirdi. Yakınlardaki bir hastaneye sevkedildi. Sık sık kendisini hastanede ziyaret ediyordum. Çoğu zaman bu ziyaretlere Muhammed’i de götürüyordum. Orada peder arkadaşımla birlikte, inancımız hakkında güzel bilgiler paylaşmayı umuyordum. Peder arkadaşım bu ziyaretlerden pek haz almıyordu. Anlaşılan, İslâm hakkında şeyler duymak hoşuna gitmemişti. Bir gün, yine böyle bir ziyaret esnasında, peder ile aynı odayı paylaşan bir hasta tekerlekli sandalye üzerinde odaya girdi. Yanına gittim ve adını sordum. Adam adının önemli olmadığını ve kendisinin Jüpiter gezegeninden geldiğini söyleyiverdi. Bir an, “kardiyoloji servisinde miyim, yoksa ruhsal hastalıklar servisinde miyim” diye içimden geçirdim.
TEKERLEKLİ SANDALYEDEKİ ADAM
Bu adamın kimsesiz bir depresif olduğunu ve birilerine ihtiyaç duyduğunu hissettim. Bunun üzerine ona Allah’tan bahsetmeye başladım. Eski Ahitten pasajlar okudum. Ona Nuh’un hikâyesini anlattım. İnsanlarını ve şehrini bir gemi üzerinde terk etmek zorunda kalışını ve sonra tufanın gelip heryeri yerle bir edişini anlattım. Daha sonra Ninova’ya dönüşünü hatırlattım. Anlatmak istediğim, problemlerimizden kaçamayacağımız ve onlarla yüzleşeceğimizdi.
KATOLİK RAHİP
Bu hikâyeyi anlattıktan sonra, adam bana baktı ve özür diledi. Kaba davranışından dolayı üzgün olduğunu, ancak son günlerde çok büyük sorunlar yaşadığını söyledi. Daha sonra ise, bana itiraflarda bulunmak istediğini söyledi. Ben de ona, “Ben Katolik bir rahip değilim. Benimle günah çıkartamazsın” dedim. Bunun farkında olduğunu söyledi ve şu cevabı verdi: “Aslında ben bir Katolik rahibim.” Şok olmuştum. Ben, bir papaza, Hıristiyanlığı anlatmaya çalışıyormuşum meğer. Dünyada neler oluyor böyle.
LATİN AMERİKA’DAKİ RAHİP
Rahip, bana, hikâyesini anlatmaya başladı. 12 yıldan fazla kilise için Orta Amerika, Mexico ve New York’ta misyonerlik yaptığını anlattı. Hastahaneden çıktıktan sonra kalacak yeri olmadığını, kimsesi olmadığını söyledi. Bunun üzerine babama büyük evimizde Muhammed ile birlikte bir misafire daha yerimiz olup olmadığını sordum. Babam kabul etti. Rahip de razı oldu. Ve evimize taşındı.
RAHİPLER İSLÂMI ÖĞRENMELİ Mİ? EVET!
Evimize doğru giderken, rahip ile İslâm hakkında yanlış bildiğimiz şeyleri paylaştım. Benim için sürpriz oldu, ama rahip de bunları bildiğini söyledi. Ve bu konuda daha çok şeyler söyledi. Rahip, bana, Katolik papazların, İslâm üzerine eğitim aldıklarını ve bazılarının bu hususta doktora bile yaptıklarını söyleyince, adeta şok geçirdim. Bu beni oldukça aydınlattı, fakat sürprizler daha bitmemişti.
İNCİL’İN FARKLI VERSİYONLARI
Rahip evimize taşındıktan sonra, her akşam yemeğinin ardından dinler hakkında sohbetler etmeye başladık. Birgün babam, İncil’in Kral James versiyonunu getirmişti, ben ise revize edilmiş standart İncil versiyonunu getirmiştim, eşimde ise, daha farklı bir İncil versiyonu vardı (Sanırım Jimmy Swaggart’ın “Modern insana iyi haber”i gibi birşeydi). Rahipte ise, tabiî ki İncil’in Katolik versiyonu vardı. Bizler hangi İncil’in doğru olduğu konusunda, Muhammed’i Hıristiyan yapmak için uğraştığımızdan daha fazla vakit kaybediyorduk.
KUR’ÂN’IN SADECE BİR VERSİYONU VAR VE HÂLÂ AYNEN DURUYOR
Tartışmamız sırasında, bizi dinleyen Muhammed’e dönüp, 1400 yıl içinde Kur’ân’ın kaç versiyonunun ortaya çıktığını sordum. O bana dünyada sadece bir adet Kur’ân olduğunu söyledi. Bunun asla değiştirilmediğini ve asla değiştirilemeyeceğini de ekledi. Bununla birlikte, Muhammed sayesinde, Kur’ân’ın farklı ırklardan yüzbinlerce insan tarafından, aynı şekilde ezberlendiğini de öğrendim. Asırlar boyunca Kur’ân milyonlarca insan tarafından ezberlenmiş, nüshadan nüshaya, âyet âyet, sûre sûre geçirilmiş, eksiksiz ve hatasız bir şekilde günümüze aktarılmış. Bugün 9 milyonun üzerinde insan, Kur’ân’ın her âyetini, kelimesi kelimesine ezberlemiş durumdaymış.
BU NASIL OLABİLİR?
Bu, bana imkânsız gibi geldi. Her şey bir yana, İncil’in orijinal dili günümüzde kullanılmayan ölü bir dil ve orijinal İncil nüshaları da asırlar içinde kaybolmuştu. Öyleyse, bir kutsal kitabı, asırlar boyu, âyet âyet aynen muhafaza etmek, nasıl bu kadar kolay olabilmişti
http://www.islamustundur.com/mslmnoldu98463465671.JPG
Müslüman olarak İsa Peygamber'i, Rab olarak gördüğüm İsa'dan daha çok sevdim
Abdullah Palazoğlu'nun yaşamı iki ayrı hikâyeden oluşuyor. Müslüman bir ailede doğan ve Ermeni Koleji'nde okurken Hıristiyanlığı seçen Palazoğlu, Ermeni Patriği Mesrob Mutafyan tarafından vaftiz edilerek yurtdışına teoloji eğitimi için gönderildi. İsmini Andreas Palaylogos olarak değiştiren rahip, Amerika, Vatikan, Yunanistan gibi ülkelerde çalışarak altı yabancı dil öğrendi. Ancak onun hayatını yeniden değiştiren olay görev yeri Konya'da gerçekleşti. Bediüzzaman'ın eserini okurken Hıristiyanların gerçek İncil'in ayetlerini nasıl tahrif ettiklerini fark eden 17 yıllık yüksek rütbeli papaz Andreas'ın, İslam'la yeniden tanışmasına her iki kesim de mesafeli yaklaştı. Hıristiyanlar tarafından dışlanarak bütün mal varlığına el konulan ve ölüm tehdidi alan Palazoğlu, aynı zamanda 'ajan' ithamına maruz kaldı. Çeşitli işlerden bu itham sebebiyle çıkan ve en son haftalık 50 YTL kazandığı hamallık işine sarılan Palazoğlu geçmiş 17 yılı büyük bir kayıp sayıyor. "Şu an iki pantolonum, iki gömleğim, bir de hırkam var. Rabb'imden 35 yıl daha istiyorum. Hıristiyanlığa 17 yılımı verdim, bunun iki katını da İslam için kullanacağım." diyen Palazoğlu, Müslümanların İsa Peygamber'ini, Hıristiyan iken Rab olarak gördüğü İsa'dan daha çok sevdiğini kaydediyor. Hayat hikâyesini kitap olarak yazmaya da başlayan Palazoğlu, Hıristiyanlığın bir din değil mantığa uygun bir felsefe olduğunu belirterek, 'Konya'da 80 tane apartman kilise var ve amaç üniversite gençliğini Hıristiyanlaştırmak' diyor.
http://www.islamustundur.com/palazoglu64.jpg Rahip iken Müslüman olma serüveninizin en başına giderek, önce Hıristiyan olma hikâyenizi dinlemek istiyorum?
Ben 1973'te Konya'nın Beyşehir ilçesinde doğdum. Babam terzi idi, fakir ama çevresi geniş bir adamdı. O zamanlar konfeksiyon sektörü Ermenilerin elinde olduğu için İstanbul'daki Ermenilerle de arası iyiydi. İlkokulu bitirdim. Ben yaramaz bir çocuktum.Yaz tatillerinde Kur'an kursuna gittim, dayak vardı, korkuyordum. O dönem babamın arkadaşı olan Arto isimli Ermeni bir terzi vardı. Arto amca 'Bu keratayı bizim kolejde okutalım.' deyince babam parasının olmadığını söyledi. O da 'Biz dost, arkadaş değil miyiz? Parasını biz öderiz.' dedi ve ondan sonra İstanbul'daki Ermeni Koleji'ne kayıt yaptırdım. Tabii kolejdekilerin rahip-rahibe-papaz olduklarını sonradan öğrendik. Bize çok iyi davrandılar, telkinlerde bulundular. Anlattıkları Hıristiyanlık değildi, Tanrı'dan Allah diye bahsediyorlar, İsa'dan Mesih diye söz etmiyorlardı. Anlattıkları akla mantığa yatkın şeyler olunca, Kur'an kurslarından öğrendiğin dinden daha güzel gelmeye başlıyor. Ve bir süre sonra da 'benim dinim bu' diyorsun ister istemez. 'O zaman Mesih İsa'yı kurtarıcın ve Rabbin olarak da kabul edeceksin.' dediler. 'Onu da kabul ediyorum.' deyince 22 Temmuz 1989'da beş Türk arkadaşla birlikte vaftiz olduk. Bunlardan birisi tıp okumayı seçti ve bildiğim kadarıyla Samsun'da bir hastanede radyoloji bölümünde çalışıyor. Ben teoloji bölümünü seçtim. 'Rahip olmak istiyorsan her türlü maddi imkânı sağlarız.' dediler.
Hıristiyan olduğunuzu ailenize söylediniz mi?
Hayır.Bilmelerine de gerek yok zaten. Amerika'da burs kazanıp üniversite okuyacağımı zannediyorlardı. Ama sonra öğrendi. Biraz zoruna gitti, bana karşı hep soğuk oldular.
Amerika'da teoloji eğitiminde neler öğrendiniz?
Bütün dinleri öğreniyorduk. Dinlerin ileri sürdüğü tezleri hangi sorularla çürüteceğimiz filan öğretiliyordu. Kur'an'ı yüzeysel okuyorduk ama bazı ayetleri ortamına göre okuyorduk. Mesela tutucu bir topluluğa karşı Ankebut Suresi 46. ayeti okuyorsun. Genelde fıtratını tamamlayamayan, zayıf, üniversite öğrencilerine direkt Hıristiyanlığı anlatıyorsun. İranlıların insanları asması, kesmesi, bombalama gibi telkinlerde bulunuyorsunuz. 1. Yuhanna'nın 3. bölüm 16. ayetindeki Tanrı'nın insanları çok sevdiğini filan anlatıyorsun. Üniversiteyi bitirdikten sonra Amerika'da iki yıl zorunlu staj altında altı yıllık bursun geri dönüşümü başlıyor. Değişik eyaletlerde 4'er ay görev yaptım. Sonrasında 2 yıl Vatikan'da çalıştım. Oradan Yunanistan'da iki yıl çalışınca burslar ödenmiş oldu. Onun ardından ülkenize gönderiliyorsunuz. Ben İstanbul'a gönderildim. Güngören ve Moda'da kiliselerde çalıştım. Protestanlarla o dönem tartışmalarım oldu, çünkü ibadet şekilleri uydurma, Anadolu Ortodoks kültürüyle ibadet ediyorlar. Değişik mezhep ve azizlerin sözleriyle hareket ediyorlar. İngiliz Protestanlığı sistemine ve doktrinine ters düşüyorlar. Haliyle onlarla bir daha konuşmadım.
Kaç Hıristiyan mezhebi vardır Türkiye'de?
50 kadar mezhep var, bunun 14-15'i faaliyette. En etkin olanları Luteranlar ve Katoliklerdir.
Altı dili nerede öğrendiniz?
İngilizceyi Amerika'da öğrendim. Zaten üç ay içinde öğrenmek zorundaydık, yoksa sınır dışı ediliyorsunuz. İleri hafıza tekniklerini öğrettiler önce. Beyni bir CD'yi kullanır gibi kullanmayı öğretiyorlar. Vatikan'da İtalyancayı, Yunanistan'da Yunancayı öğrendim. Eğitim dili zaten Antik Yunanca idi. En güzel bu dili konuşurum. Adıyaman Nemrut'ta bilimsel araştırma yaptık, 8 ay süresince Kürtçeyi öğrendim. Profesyonel olarak elektro gitar ve keman çalıyorum. Şan eğitimi aldım. Hatta beş-altı tane Hıristiyan ilahisi bile besteledim. Zaten Hıristiyan öğretisinde opera, bale, müzik gibi eğitimlere yönlendirirler. Mesela eski ölen papa 'süper' opera bilirdi. Ben karateyi seçtim ve siyah kuşakta üçüncü dereceye kadar yükseldim. 2004 Fransa'da Avrupa ikincisi oldum karatede.
Görev yeri olarak neden Konya'yı seçtiniz?
Yönetim ve finans işleri için geldim, İzmir piskoposuna bağlıydım. 80 ev kilisesinin papazlarının başındaydım. Fetva makamındaydım.
Üniversite öğrencileriyle ilgili çalışmalar nasıldı?
Dolar bazında haftalık para veriyorduk. Ama onları da bir taraftan işliyorduk. Onlar bizi enayi yerine koyduklarını düşünürken, bir süre sonra İslami altyapıları yoksa söylediklerimiz mantıklı geliyordu. Beyinlerini yıkıyorduk. Üniversiteye giden ve maddi sıkıntı çeken öğrencileri takip ediyorduk. Bir adamın niyetini 'şak' diye anlarım. Çünkü psikoloji eğitimi de aldık.
Mali sistem nasıl işliyordu?
Vaftiz olmuş herkes kazandıklarının % 25'ini kiliseye vermek zorundadır. Bir de dünyada resmî kayıtlı 2,5 milyar Hıristiyan var. Hepsi sadece 1 dolar verse 2,5 milyar dolar eder. Hıristiyanlıkta kıyameti hızlandırmak diye bir olay vardır. Belli bir sayıya ulaşınca İsa'nın geleceğine inanırlar. O yüzden Hıristiyan sayısını artırmaya çalışıyorlar.
Böylesine önemli bir görevdeyken, sizin Müslüman olmanızı sağlayan ne oldu?
Bir gazetenin bölge müdürü ile tanıştım. Onunla arkadaş olduk zaman içerisinde. Bana bir gün 'Andreas' dedi, 'Bugünkü sizin kitaplarınızda peygamberimizin geleceği 114 yerde yazılı. Nasıl olur da bunu görmezsin?' 'Ben sıradan bir adam değilim, din üzerine ihtisas yaptım. Bunu nasıl görmediğimi düşünüyorsun, saçmalama. Orijinal İncilleri bile okuyup 6 diye çeviren bir adamım.' dedim. Bana her türlü inancını bir kenara koyup Bediüzzaman'ın Mektubat'ını okumamı önerdi. 14. bölümdeki Mucizat'ı iki yıl boyunca inceleyip okudum. İki yılın sonunda gördüm ki Bediüzzaman Hazretleri doğru söylüyor. Mesela İncil'de geçen ve İsa'nın (as) geleceğini söylediği kişiyi 'öğütçü' diye yazmışlar. Meğerse aslı 'övücü, çok öven' anlamında imiş. Bir sürü sıfatları değiştirmişler.
Ve sonra Müslüman olmaya karar verdiniz?
Evet. Müftülüğe gittik, 'basın filan çağıralım' dediler. Kabul etmedim. Ben hiçbir cemaate katılmayacağımı filan söyledim. İslam'ı iyi kötü öğrenip yaşadım. 4,5 yıl kendimi gizledim. Daha önce vaftiz ismim Andreas'tı, kimliğimde din yerinde Hıristiyan yazıyordu. Şimdi tekrar İslam oldu. Müslüman olarak İsa peygamberi, Rab olarak gördüğüm İsa'dan daha çok sevdim. Şimdiki İncil dini kitaptan ziyade mektuplardan, tarihsel olaylardan oluşan bir kitap. Mantığa uygun bir felsefe öğretisi Hıristiyanlık.
Müslüman olduktan sonra neler yaptınız?
Şu an hamallık yaparak haftalık 50 YTL kazanıyorum. Ama bir süredir yapmıyorum onu da. Babamdan kalan bir ev var, annemle orada oturuyorum. Kendi halimde dervişâne bir hayat yapıyorum. Bana ajan filan diyorlar. İki kez mide kanaması geçirdim, kalbime stent takıldı.
Neden oldu bunlar?
Hıristiyanların yaptığı maddi ve manevi baskılardan oldu. Kafayı sıyırtacak noktaya getiriyorlar. İstifa ettikten sonra Dünya Kiliseler Birliği'nden, ABD'deki finansal işlere bakan şirketten, İzmir'deki yardım kuruluşu altında misyonerlik yapan şirketlerden geldiler. Vatikan'dan geldiler. Sindiremediler Müslüman olmamı. Ölüm tehdidi aldım. Saçlarım bembeyaz oldu, boyattım. Mal varlığımı elimden aldılar. İki pantolonum, iki gömleğim bir de hırkam var. Rabb'imden 35 yıl daha istiyorum. Hıristiyanlığa 17 yılımı verdim, bunun iki katını da İslam için vermek istiyorum.
Daha önce papazdınız, bundan sonra imam mı olacaksınız?
Şu an hayat hikâyemi kitap olarak yaşıyorum. Hıristiyanlığın ve Müslümanlığın amentüsü isimli çalışmalarım var. Hıristiyanlığın tezini çürüten bir eser. Elimle yazdığım antik Yunanca-Türkçe sözlüğüm var. Belki bunlar kitap olur. (Zaman: 12 Ekim 2008)
Japonya İslam'a KoŞuyor
36 yıl Kutsal Topraklar'da kaldıktan sonra, 7 yıldır Japonya'da bulunan Nimetullah Hocaefendi, Uzakdoğu ülkesindeki tebliğ çalışmalarını gazetemize anlattı.Uzun yıllar Mekke ve Medine'de vaizlik ve imam hatiplik yaptıktan sonra Japonya'ya yerleşen; başta Tokyo olmak birçok şehirde Japonlara İslam dinini tebliğ eden Nimetullah Hocaefendi, gazetemize binlerce kilometre uzakta yaptığı çalışmaları ve yaşadıklarını anlattı. 36 yıl kutsal topraklarda kaldıktan sonra Japonya'daki müslümanların ısrarlı daveti üzerine bu Uzakdoğu ülkesine yerleşen Nimetullah Hocaefendi, yaklaşık 7 yıldır ikamet ettiği Japonya'da binlerce insanın müslüman olmasına yardımcı oldu. Nimetullah Hocaefendi, Japonlarla sıcak ilişki kurmasını ise iki cümleye bağlıyor. Bunlar, 'Nihoncin İdes (Japonlar iyidir), Nihoncin Sikudes (Japonları seviyorum). Hocaefendi, gazetemize şunları anlattı:
CAMİ SAYISI 300'Ü GEÇTİ "36 yıldır Mekke ve Medine'de fahri vaizlik yaptık. 20 yıl kaldığımız İstanbul'da, Sultanahmet Camii'nde müezzinlik, çeşitli camilerde imam hatiplik yaptık acizane. Kutsal topraklarda kalırken dünyanın çeşitli yerlerinden gelen insanlarla tanışıp, hayırlı hizmetler yapmaya çalıştık. Avrupa'ya da gittik. Şimdi Japonya'dayız. Bizi oradaki kardeşlerimiz davet etti. Bunun üzerine oraya yerleştik. Yaklaşık 7 senedir oradayız. 20 sene evveline kadar 2 cami vardı. Şimdi Allah'ın izniyle Japonya'da namaz kılınan yerlerin sayısı 300'ü geçti. Cami, mescit, İslam merkezleri. Ve Japonlar, müslümanlara nazlanarak sitem ediyorlar. Bunları duyunca çok ağladım oralarda.Bize, 'Ey müslümanlar, İslamın nurunu bize getirmeyi niye geciktirdiniz? Halbuki bizim komşularımıza çok evvel getirdiniz. Filipinler, Endonezya, Malezya, Tayland, Singapur... Buraları İslam ülkeleri yapıncaya kadar çalıştınız da, bize niye geç geldiniz' diyorlar.
TÜRKLERİ ÇOK SEVİYORLAR Adetleri, ahlakları İslam'a çok yakın Japonların. Ve müslümanları seviyorlar. Müslüman ülkeleri seviyorlar. Türkleri daha da fazla seviyorlar. Türklerden oraya Ertuğrul Vapuru gitti oraya. Oradan başladı sevgi. Onlardan 2 kişi Sultan Abdulhamit zamanında buraya geliyor. Orada 600 kişinin 550'si şehit oldu biliyorsunuz. O şehit ailelerine yardım için gelen iki kişiye, Sultan Abdulhamit diyorki, 'Buraya kadar gelmişken, askerimize Japonca öğretin'.Ben Japoncayı, İslam'a davet edecek kadar bazı kelimeleri öğrendim. İlk gidişimde buyrun kitap diyordum. İslam hakkında bilgi veren kitapları hediye ediyordum. Daha sonra Nihoncin İdes (Japonlar iyidir) demeyi ve Nihoncin Sikudes (Ben Japonları seviyorum) demeyi öğrendim. Bunları söyleyince herkes seviniyor. Ondan sonra bunu okursanız kurtulursun diyorum Japonca. Onlara Tokyo Camii, Kabe ve Kelime-i Tevhid'in yeraldığı bu kitabı hediye ediyoruz. Tokyo Camii'ni Diyanet ile birlikte biz yaptık.
JAPON SELAMI RUKÜDÜR Peygamber Efendimiz, La ilahe İllallah derseniz, her sıkıntıdan kurtulursunuz diyor. Bunu söyleyince Japonlar, ellerine bu kitabı alıp kendileri arkadaşlarını ikna etmeye çalışıyorlar. Japonya'da bugüne kadar onbinlerce kişi müslüman oldu.Onların normal selamları da rükudur. Ben onlara diyorum ki, Allahımızı zikrediyorsunuz, namazında yarısını kılıyorsunuz. Hoşlarına gidiyor bu tabi. Ne yapmamızı istiyorsunuz deyince bir kelime şehadet ile secde kaldı diyorum. Yüz kişi, iki yüz kişi birden müslüman oluyor.Camilerde hutbelerimizi alıyorlar. İslami Center'de İslam'ı sormaya geliyorlar. Ve bunları televizyonlara veriyorlar. Bu yayınlardan birçok kişi müslüman oldu. Kaç tane profesör, müslüman oldu.
İSLAM'A YÖNELİŞ ARTTI Ben bir lise talebesiyim diyor başkan bir Japon kız. Türkiye'de bulundum. Türkler dinlerine çok bağlılar, edepli insanlar. 11 Eylül olayından sonra söylüyor bunu. İslami Center'e geldi. Kendisinin internetteki web sitesinde 'bunu müslümanların yaptığına inanmıyorum' diye yazdığını söyledi. Bu gibi olaylar oluyor ya. Gerek Avrupa'da gerekse burada herkes İslam'ı okumaya koşuyor. İslam'ı okuyunca da hemen müslüman oluyor. Filipinlerde bir tane öğretim görevlisi, profesör olduktan hemen sonra müslüman olmuş. Bizim arkadaşlarımızdan. Bunu ne yapıp geri dinine döndürelim diye düşünmüşler. Sonra Hıristiyan bir hanımla evlendirmişler. Hanım 3 gün boyunca sürekli anlatıyor. O hiç konuşmuyor. Müslüman olunca sabırı öğrenmiş tabi. 4. gün profesör, sabah Kur'an'ın tercümesini hanımına uzatıyor. Hanım da 3 gündür ben konuşuyorum o dinliyor, şimdi de ben onu dinleyeyim diyor. Fatiha'dan başlayıp 3. ayete gelince, hemen orada Kelime-i Şehadet getiriyor ve müslüman oluyor. Şimdi o hanım kardeşimiz orada Kur'an Kursları başkanı, kendisi ise İslam yazarları başkanı.
JAPONLAR FEVC FEVC İSLAM'A GİRİYORLAR Irak ve Filistin'de yaşananları yakından takip ediyor ve çok üzülüyoruz. Dualar yapıyoruz. Onlar öyle yaptıkça, Allah’ın lütfuyla inşallah Japonların hepsi müslüman olabilir. Çünkü onlar edepli insanlar, bütün dünyayı davet eder. Ahlakları, adetleri bize çok yakın. Bana soruyor sen kimsin. Müslüman diyorum. 5 dakika sonra hemen müslüman oluyor.İlginç bir müslüman olma hikayesi anlatayım. Birisinin hızla bizim İslami Center'in merdivenlerinden yukarıya çıktığını gördüm sabahleyin. Sadece müslümanların girdiği bölüme doğru gidiyordu. Hemen koştum. Selamünaleyküm deyip 'Van gul ol problem finish' dedim. Araplar buna çok güler. Yarısı Arapça, yarısı İngilizce cümle. Bir kelime söylerseniz, her türlü sıkıntıdan kurtulursunuz. Hemen söyledi adam. Üç kere söylettim.İsminiz ne dedim. Nakamura dedi. Size müslüman ismi hediye ediyorum deyip, 'Sizin isminiz bundan sonra Muhammet Nakamura' dedim. Geri dönüp, beni sormuş. Mekke'de imam sizi İslam'a davet etti dediler. Aynı zamanda bir üniversitede Profesör olan Muhammet Nakamura üç gün sonra bir toplantı düzenleyip bizi davet etti. Salona yaklaşık 200 kişi toplamış. Bizi konuşturacaktı, ama kendisi konuşuyor. İslam hakkında, 3 günde ne kadar çok şey okumuş. Herşeyi biliyordu.Bunun için müslümanların sıkıntıdan kurtulması için birbirine 'La ilahe İllah Muhammedun Rasulullah'ı demeyi hatırlatsın. Bütün sıkıntılarından kurtulsun. Kalplerine rahatlık gelsin. Dünyada ABD'liler, İngilizler, Almanlar, Çinliler sürekli müslüman oluyorlar. Kore'de her gün 60-70 kişi müslüman oluyor. Allah’a sığınarak söylüyorum.Müslümanlar şuna inansın. Zaman geldi artık.Bu şekilde inşallah 2 sene geçmez bütün dünya müslüman olur ( 01-11-06)
'İslam'ın Hayranlık Vericiliği'ne Dair
ABD'nin önde gelen Hıristiyan liderlerinden biri olan — ve aslında İslam'a da pek sıcak bakmayan — Patrick Buchanan'ın "Vakti Gelmiş Bir Fikir" başlıklı yazısında enteresan teşhisler var. Buchanan, İslam'ın iki yüzyıldır süregiden baskı ve saldırılar karşısındaki direncinin "astonishing", yani hayranlık verici olduğunu şöyle ifade etmiş:
Hıristiyanlık Avrupa'da ölür gibi dururken, İslam 21. yüzyılı, daha önce başka yüzyıllara yaptığı gibi, sarsacak şekilde yükseliyor... [İslami savaşçıları görünce] Victor Hugo'nun sözlerini hatırlamamak mümkün değil: "Hiç bir ordu, vakti gelmiş bir fikir kadar güçlü değildir." Karşıtlarımızın çoğunun uğrunda savaştığı fikir, ikna edici bir fikir. Tek bir Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed'in onun elçisi olduğuna, İslam'ın yani Kuran'a teslimiyetin cennete giden tek yol olduğuna ve Allah'a bağlı bir toplumun şeriata göre yönetilmesi gerektiğine inanıyorlar... Milyonlarca Müslüman insan [onlara sunulan] Batılı alternatifleri kabul etmişti. Ama bugün onmilyorlarca Müslüman bunu reddeder gözüküyor ve daha saf bir İslam'daki köklerine dönüyorlar. Açıkçası, İslami inancın dayanıklılığı, hayranlık verici.İslam, Osmanlı İmparatorluğu'nun iki yüzyıl boyunca yaşadığı yenilgi ve aşağılamaların ve hilafetin kaldırılmasının üstesinden gelmiş durumda. Nesiller boyu süren Batı hakimiyetinden de sağlam çıktı. Mısır, Irak, Libya ve İran'daki Batı yanlısı krallıkları aştı. Komünizmi kolayca püskürttü, 1967'de Nasırizm'i safdışı etti ve Arafat'ın veya Saddam'ın milliyetçiliklerinden de daha dayanaklı olduğunu gösterdi. Şimdi de dünyanın son süper gücüne direniyor. (11.08.06 )
http://www.islamustundur.com/alamanmslm96.JPG
http://www.islamustundur.com/musluman4old.JPG
http://www.islamustundur.com/muslold4.JPG
http://www.islamustundur.com/musluman_israil.JPG
http://www.islamustundur.com/ihtdamslmn1.JPG
http://www.islamustundur.com/ihtdamslmn123.JPG
http://www.islamustundur.com/ihtdamslmn12.JPG
http://www.islamustundur.com/ihtdamslmn12345.JPG
http://www.islamustundur.com/htdmslmn1.JPG
http://www.islamustundur.com/ihtdamslmn1234.JPG
http://www.islamustundur.com/htdmslmn1234.JPG
http://www.islamustundur.com/htdmslmn123.JPG
http://www.islamustundur.com/htdmslmn12345.JPG
http://www.islamustundur.com/htdmslmn12.JPG
http://www.islamustundur.com/htmslm12.JPG
http://www.islamustundur.com/htmslm123.JPG
http://www.islamustundur.com/htmslm123456.JPG
http://www.islamustundur.com/ihtidayahmusl34.JPG http://www.islamustundur.com/346357434523455.JPG
http://www.islamustundur.com/mslmnoldu8473655.JPG
http://www.islamustundur.com/new_tti_header.jpg
NASIL MÜSLÜMAN OLDULAR
http://www.islamustundur.com/musloanlar3.JPG
Misyonerler, milyarlar harcayarak Hıristiyanlık propagandası yapıyorlar. Halbuki propagandasız birçok yabancı, İslam’ı seçmiştir.İslamiyet ilim ve akıl dinidir. Dinlerini değiştirip müslüman olan insanların çoğu, ilim adamı ve araştırmacıdır. İslam’ı inceledikten sonra müslüman olmuşlardır.Bu sebeplerin birkaçı şöyle:
1- İslam’da tek ilah vardır. Hıristiyanlıktaki üç tanrı inancı, ilim sahiplerince saçma görülmüştür.
2- İslam, sadece ahiret saadetini değil, dünyada da mutlu yaşamanın yollarını bildirmiştir.
3- İslam’da, her çocuk günahsız doğar. Hıristiyanlıkta ise, günahkâr doğar. Bu da, akla, ilme, aykırıdır.
4- İslam’da, ibadetlerin mabette yapılma şartı yoktur. Her yerde ibadet edilebilir. Hıristiyanlar, kilisede putu, papazı aracı yaparak ibadet eder.
5- İslam’da günahları yalnız Allah affeder. Hıristiyanlıkta, güya papazın, günahları affetme ve dinden çıkarma yani aforoz etme gibi yetkisi vardır.
6- Yahudi kendini asil bilir. Hıristiyan, zenciyi aşağı görür. İslam’da ise ırk, renk ve dil ayrımı yoktur
7- İslam’da bütün peygamberler beşer, yani insandır. Ancak seçilmiş, günahsız insandır. Hiç kimse, diğerlerinin günahını çekmez. Hıristiyanlıkta, Hz. İsa Oğul tanrıdır, günahkârların affolması için çarmıhta ölmüştür. Bu da akla ve ilme aykırıdır.
8- İslam’da hurafe yoktur. Diğer dinlerde ateşe, güneşe, taşa, heykele tapılır.
9- İslam’da, Dinde zorlama yoktur düsturu vardır. Hiç kimse dine girmeye zorlanmaz. Hıristiyanların dine sokmak için yaptıkları işkenceler ve mezhep kavgaları meşhurdur.
10- İslam, iç temizliği yanında, dış temizliğe de çok önem verir. Meşhur Versay Sarayında yıllarca bir hela yoktu. Bu, Hıristiyanların ne kadar pis olduğunu göstermeye kâfidir.
11- İslam, sömürüyü reddeder. Bunun için kapitalizmi, komünizmi kabul etmez. İslam hariç, hiç bir dinin ekonomi sistemi yoktur. Bugün Hıristiyan ülkelerde kapitalizm hakimdir.
12- Müslümanların geri kalışları sebebi, dinlerinin icaplarına uymamalarındandır. Hıristiyanların maddi refaha kavuşmaları ise, dinlerinden uzak kalmalarındandır. Müslümanlıkta cahil olan dinden çıkar, Hıristiyanlıkta ise, âlim olan Hıristiyanlığı bırakır.
13- İslam’da, alkol, uyuşturucu ve kumar haramdır. Zinanın cezası ise, ağır olduğu için, fuhuş yaygınlaşamaz. Hıristiyan Batı, fuhuş bataklığı içindedir.
14-İslam’da, bütün müslümanlar kardeştir. Allah huzurunda herkes eşittir. Namaz kılarken; komutan ile er, zengin ile fakir, beyaz ile zenci müslüman yan yana durup birlikte secde ederler.
15- İslam’daki ibadet saatleri muayyen olduğundan, müslümanların hayatları düzenli ve intizamlıdır. Bunun için, gerçek müslüman, bir asker gibi disiplinlidir. Yılda bir ay tutulan oruç, iradenin kuvvetlenmesini sağlar ve nefse hakim olmayı öğretir.
16-İslamiyet, iktisadi bakımdan kapitalist ve komünist düşünceleri reddeder. Fakiri korumuş, zengini de kötülememiştir. Zenginlerin, fakirlere zekat ve sadaka vermesini emretmiştir. Ayrıca dünyadaki çeşitli millet ve ırklara mensup müslümanları bir araya getirerek [Hac gibi], dünyada en mükemmel ictimai [sosyal] nizamı tayin etmiştir.
http://www.islamustundur.com/457ihdida568.JPG
http://www.islamustundur.com/mslmnld954767365744.JPG
http://www.islamustundur.com/mslmnld95476736576666.JPG
http://www.islamustundur.com/mslmnld954767365761211.JPG
http://www.islamustundur.com/mslmnld954111365761211.JPG
http://www.islamustundur.com/islaminyayilisi93746.JPG
http://www.islamustundur.com/mslmnld8458.JPG
http://www.islamustundur.com/ihtd934852.JPG
http://www.islamustundur.com/mslmanoldu94371421.JPG
http://www.islamustundur.com/mslmnol...8348546543.JPG http://www.islamustundur.com/mslmnold43256.JPG
Niçin Müslüman oldum?
(Kur'an-ı kerim, Allah’ın adı ile başlıyor, Allah’ın birliğini bildiriyordu. Hayretim arttı. Tevhid dini olan Müslümanlığı seçtim.) Cat Stevens (İngiliz)
(İslam, çağları ardında sürükleyen bir dindir. Müslüman olmakla, çağlar üstü dini seçmiş oldum.) Roger Garaudy (Fransız)
(Anarşinin ancak İslam ahlakına sahip olmakla önleneceğine inandım. İçkiyi bıraktım, tesettüre girdim ve namaza başladım.) Tina Gfanzil (Alman)
(İslam’da, ırk, renk ve dil farkı gözetilmediğini, herkesin eşit olduğunu, namaz kılarken de rütbe ayrımı yapılmadığını gördüm. Müslüman oldum.) Thomas Clayton (Amerikalı)
(İslam, en iyi şeyleri ihtiva eder. Hiçbir dinde kardeşlik, İslam’daki gibi değildir.) Dr. Rolf Freiherr (Avusturyalı)
(İslam, sevgi, doğruluk, temizlik ve güzel ahlakı emrettiği için müslüman oldum.) A.Uemura (Japon)
(İslam’ı akla da uygun bulup müslüman oldum.) Cecilla Cannolly (Avusturyalı)
(İlim Çin’de de olsa alın hadisini okudum. İslam’ın ilme verdiği önemi görünce müslüman oldum.) Mr. Board (Amerikalı)
(İslam, israf ve cimriliği yasaklayan, maddi- manevi her hususta en güzel kaideleri olan dindir.) Albay Ronald Rockwell (Amerikalı)
İslam dünya ve ahiret mutluluğunu gösterdiği için müslüman oldum.) B.Karai (Zengibar)
http://www.islamustundur.com/brotheryusuf.gif
VE... ! ;
KİLİSELERDEN KAÇIŞ BAŞLADI!
Katoliklerin en katısı olarak bilinen Avusturya'da insanlar kiliseye sırt çevirmeye başladılar. Sadece Vorarlberg eyaletinde yaklaşık 1000 katoliğin kiliseden kaydını sildirdiği açıklandı.Kiliseye doğduğu günden itibaren otomatik olarak kaydı yapılan her Hıristiyan aylık aidat ödemek zorunda... Kiliseden kaydını sildirmek, katolikler için bu dinden de çıkmak anlamına geldiği için Avusturyalıların dinsizliğe yöneldiği düşüncesi ağır basıyor. Kiliselerden kaydını sildirenlerin Avusturya genelinde 100 binleri bulması, papazları çare arayışına sürükledi. (Avusturya Haber'den)
http://www.islamustundur.com/enmarji...%20etklyr4.JPG
Papa, İslamiyet'in Batıda Hızla Yayılmasından Rahatsızmış
Papa 16. Benedikt'in özel sekreteri, İslamiyet'in Batı'da hızla yayılmasına karşı uyarıda bulundu.Haftalık Süddeutsche Zeitung dergisine demeç veren Georg Gaenswein, İslam dininin Batı'da yayılmasını inkar edemeyeceklerini belirterek, Avrupa'nın kimliğine yönelik İslam tehdidine karşı hareketsiz kalınmaması gerektiğini ifade etti.Katolik Kilisesi'nin İslam dininin yayıldığını söylemekten çekinmediğini belirten Gaenswein, Papa'nın geçtiğimiz Eylül ayında İslam dininin şiddet ve kılıç zoruyla yayıldığı yönündeki konuşmasını, "isabetli" olarak niteledi... 27.07.2007
Bir Fransiz bilimadami, Vincent Montagne’in hidayeti
BEN BIR bilim adamiyim. Ayni zamanda kendimi bir gezgin olarak da tanimlayabilirim. Uzun yillar farkli Arap ülkelerine seyahatler yaptim. Ayrica Senegal, Endonezya, Mali, Gana, Fildisi Sahili, Nijerya ve Moritanya gibi ülkelere de gittim. Su anda Islâm, Islâm medeniyeti, Müslümanlar ve Arap dili hakkinda yirmi kitabin yani sira, çok sayida makale kaleme almis birisiyim. Ibn Haldun’un eserlerini Fransizcaya tercüme için alti yil ugrastim. Bu seyahat ve çalismalar benim 1977 yilinda Moritanya’da Islâm’i seçmemle sonuçlanmistir.Bana sorarsaniz, Islâm’i seçmek sadece bir din degil, ayni zamanda bir hayat tarzi seçimi yapmak demektir. Bu sekilde kisi yeni bir kâinat tasavvurunu kabul ettigini açiklar ve iman bagiyla birbirlerine bagli büyük bir milletin üyesi olur. Benim için ise bu tercihi yapmak, ilerlemis yasima ragmen firtinalarin estigi bir cografyanin ortasinda, fakirlerin ve Filistinlilerin safinda yer almak demekti. Ancak bu karar, ayni zamanda para ve güç sahiplerinden uzak durmak ve hakkin ve adaletin yaninda yer almak da demekti.Çagdas dünya teknolojik gelismeyi hayatin nihaî hedefi olarak kabul eder. Bu hedefe ulasmak için de her türlü araci kullanmayi mesru görür. Insanlik adina esef edilecek böyle bir yaklasimi Islâm reddeder; ve daha yüce degerlere baglanmayi öngörür. Din degistirerek Müslümanligi seçmis olmam, Fransiz milli kimligini kaybettigim anlamina gelmez. Halen ana vatanim Fransa’dir. Bununla birlikte Arap dünyasini artik manevî yurdum olarak kabul ediyorum.Islâm inanci hem iç huzurumu hem de nihaî varolus amacimi temsil etmektedir. Bu inanç sistemi beni parçalanmis bir düsünce tarzindan kurtardi ve bütün duygularimin uyumlu bir bütün haline gelmesini sagladi. Islâm’a dönüsümde dinî, ahlâkî, sosyal faktörler kadar kültürel dürtüler ve ilâhî inayet de etkili oldu diyebilirim.Kur’ân’la ilk tanismam Andrea de Riyar’in tercüme ettigi Fransizca Kur’ân’i okumakla oldu. Bu eser Paris yakinlarinda bulunan askeri bir okulda elime geçmisti. Ben de 1934–1936 yillari arasinda bu okuldaki ögrencilerden biriydim. Her hafta Kur’ân’dan bir bölümü fotokopi çektirerek üzerinde çalismalar yaptim.Eski ve Yeni Ahit’in tahrif edilmesinden sonra insanliga son mesaj peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) elçiligi vasitasiyla gönderilmistir. Bunun en büyük kaniti, Kur’ân’in bizzat kendisidir. Kur’ân, tek basina en büyük mucizedir.‘Islâm evi’ne dönüsümde pek çok sosyal ve ahlâkî faktör etkili olmustur. Bunlarin basinda Islâm’in ‘ilk günah’ prensibini kabul etmemesi gelmektedir. Anglo Saxon anlayista yer alan ilk günah kompleksine Islâm’da rastlamiyoruz. Yine, Islâm’a göre her insan hayatin içinde iffetini koruyabilir ve saf kalabilir. Bunun için uzlete çekilmek veya toplumdan kopmak gerekmez. “Allah dinde size hiç bir zorluk kilmadi.” (Hacc/78) gibi ayetler Islâm’in fitrata en uygun din oldugunu açiklamaktadir.Islâm baska hiçbir yerde bulamadigim bir huzur haline kavusmami sagladi. Bu da Islâm’in insani beden ve ruhuyla bir bütün olarak ele almasindan kaynaklaniyor. Islâm hem akla hem kalbe hitap ediyor. Otuz yildan fazla Kuzey Afrika, Iran, Lübnan, Senegal ve Endonezya gibi farkli ülkelerde yasadim. Ünlü Arap gezgini Ibni Batuta gibi dünyanin çok degisik yerlerine seyahatlerde bulundum. Gittigim her yerde ayni hayat tarzi, ayni inanç ve ayni insanî hassasiyetler ile karsilastim. Islâm toplumunun, cesaret ve sadeligi ön planda tutan bir anlayisa sahip oldugunu gördüm. Para ve maddiyatin her zaman hayir getirmeyebilecegi kanaatine vardim. Dinin haram kildigi seylerden uzaklasmak da benim için çok zor olmadi. Günde bes vakit namaz kilmanin inançta sebatkâr olmayi temsil ettigini düsünüyorum. Bunlarin disinda ikna olmami saglayan kültürel faktörleri de söyle ifade edebilirim: Bugün Avrupalilar, Araplara ve tüm dünyaya yaptiklari katkilari övünerek anlatirlar. Bununla birlikte kendilerinin Müslümanlara hiç de azimsanmayacak derecede borçlu olduklarini unuturlar. Halbuki, Arap bilim adamlarinin çalismalari sayesinde Yunan mirasi korunabilmistir ve unutulmaktan kurtulmustur. Bugün Aristo, Sokrat, Platon ve diger eski Yunan filozoflarinin eserlerini okuyabiliyorsak, bunun için Araplara sükran duymaliyiz. Bir zamanlar dünyadaki en büyük ilim baskentleri Bagdat, Kahire, Tulaytula ve Palermo gibi Islâm sehirleriydi. Islâm’a gelisimde etkili olan bir diger husus ise, kendime saf belirleme düsüncem oldu. Ben Islâm’a geçmis olmakla, mücadele halinde oldugum yeni sömürgeci anlayis olan siyonizmden farkli bir safa geçtigimi ilân etmis oluyorum. Artik Senegal’den Endonezya’ya uzanan büyük bir dünyanin parçasiyim. Bu cografyada gerçek duygular var. Bu dünyaya zenginlik için degil, mazlumlarin yaninda yer almam gerektigine inandigim için adim attim. Yine çagimizda kölelerin yerini alan göçmen isçilerle beraber olmak adina buradayim. Nitekim sadece ülkem Fransa’da nüfuslari iki milyonu bulan bu insanlarin ilgiye ihtiyaci var ve sorunlari çözüm bekliyor.Bütün bu saydigim faktörler ve tabiî ki Allah’in inayetiyle Islâm’in hak din olduguna iman ettim ve Temmuz 1977’de sehadet ederek Müslüman oldum. Bundan sonra El Mansur el Safi adini aldim. El Mansur, ailemin bana verdigi Vincent isminin Arapça dilindeki karsiligi. "Yardim edilen" manasindaki bu ismi çok seviyorum ve Allah’tan baska yardim edecek kimsenin olmadigina inaniyorum. Elhamdülillahi Rabbil alemin
JOSH HASAN
“EĞER MÜSLÜMAN OLMASAYDIM...”
HER ŞEY on yaşlarında iken başlamıştı. O yıllarda ailemle birlikte yoğun Yahudi nüfus barındıran Brooklyn kasabasında yaşıyordum. Anne babam İbranice öğrenmem ve Yahudilik hakkında bilgilenmem için Muhafazakâr Sinagog’a kayıt olmamı uygun gördüler. Fakat her ikisini de pek iyi öğrendiğim söylenemez.Bu arada gizli gizli Hristiyanlığa göz atmaktaydım. Çünkü çevremde Hz. İsa’ya inanan ve yolunu takip ettiklerini söyleyen arkadaşlarım vardı. Fakat insanların, ellerinden bir şey düşürdüklerinde veya sendeleyip düşme tehlikesi ile karşı karşıya kaldıklarında, bu büyük insanın adını hürmetsizce andıklarını görüyor ve niçin böyle davrandıklarını anlayamıyordum. Hz. İsa’yı daha edebli bir şekilde anmak gerekmiyor muydu? Dahası O Tanrı’nın oğlu olabilir miydi? Aynı yıl Yahudilik ve İsrail üzerine okumalarım devam ederken yeni bir dine daha rastladım: İslâm!
Müslümanlar hakkında edindiğim ilk bilgi onların Kur’an’a inanan ve Hacca giden insanlar olduğuydu. İlginçti, fakat İsrail’e olan bağlılığım ve duyduğum sempati, İslâm hakkında daha fazla bilgilenmek için yapmam gereken okumalarımı engelledi. Medyanın etkisiyle, Müslümanların Yahudileri bir dinamit gibi havaya uçuran teröristler olduğunu düşünüyordum. Yahudiler iyiydi, Araplar kötüydü. Arkadaşlarım böyle söylüyorlardı, öğretmenlerim bunu imâ ediyorlardı. Bu nedenle İslâm’la ilgili okumalarıma son verdim.1995’e geldiğimizde ailem sinagog değişikliği yapmaya karar verdi. Muhafazakâr yapıdan “Reformcu Yahudiler” olarak adlandırılan yeni bir gruba geçiş yaptık. Son derece liberal olmuştuk.
Ancak yeni haham benim için, bir manevî liderin sahip olması gerektiğini düşündüğüm özelliklerden çok uzak bir görünüm arz ediyordu. Bir akşam cemaat hâlinde otururken, hemen yakınlarda bulunan Boston Kolej’in bahçesinde gezen kız öğrencileri bizce hoş olmayan bir nazarla süzmekten duyduğu memnuniyeti ifade ederek birkaç kişinin gülmesine sebep olmuştu.Doğru düzgün bir dine bağlanmam gerektiğini düşünüyordum. Ama bu Ortodoks Yahudiliği olmayacaktı.Hristiyanlığın güçlü olduğunu düşündüğüm manevî boyutundan etkilenmiştim. Bilgilenmek için Katoliklerin büyük ayinlerine gidip papazlarla konuştum. Hz. İsa’nın ilâh olduğuna inanma konusunda kendimi çok zorladığım anlar oldu. Fakat ‘oğul’a dua etmek fikri bana çok anlamsız geliyordu. Uğraştığım halde bir sonuç alamayacağımı biliyordum. Buna rağmen kilise derslerine devam ettim ve öğrendiğim duaları okumaya çalıştım. Vaftiz edilmediğim için Katolik sayılmıyordum. Vaftiz için dokuz aylık dersleri tamamlamam gerekiyordu. Fakat, Katolik olmadan ölürsem ne olacaktı? Bu tür sorular gündeme gelince Hristiyanlık öğretisinin ne gibi eksiklikler taşıdığını araştırmaya karar verdim. Ama bir süre sonra dersleri tamamen bıraktım. Şubat 1999’da Hristiyan olmadığım halde bu dini terk ettim. Artık “kurtulanlardan” sayılmıyordum ama bu umurumda bile değildi. Ailem Katolik Kilisesinden ayrılmama gerçekten memnun olmuşlardı. Ancak ben hâlâ tek Tanrı inancımı muhafaza ediyordum. Kiliseden ayrılışım ve gerçek dini arayış sürecine girmem sanki bir anda oluvermişti.İslâm’la ilgili araştırma yapmak istediğimi söylediğimde babam beni bir kütüphaneye götürdü ve maalesef Britannica Ansiklopedisinden Hz. Muhammed (a.s.m.) hakkında yazılanları okumamı tavsiye etti. Okuduğum makalede İslâm Peygamberi’nin pek çok Yahudiyi katlettiği iddia ediliyordu. Bunu öğrendiğimde hem çok üzüldüm, hem de büyük bir şaşkınlık yaşadım. Bir an ne düşüneceğimi ve ne yapacağımı bilemedim. İslâm’ı reddetmeyi düşündüm ancak yine tek Tanrı’ya inanmaya devam edecektim. Öyleyse ne yapmalıydım? Yahudiliğin tahrif edildiğini biliyordum. Hristiyanlığın tahrif edildiğini de biliyordum. Ve şimdi bir şeyi daha iyi biliyordum ki, Britannica Ansiklopedisi doğruyu anlatmıyordu. Bu durumda İslâm’ı doğru kaynaklardan öğrenmem gerektiğine karar verdim.Müslümanlarla tanışabilmek için yerel bir cami aramaya başladım. İnternetten araştırma yapmak daha kolay olur düşüncesiyle Boston’da mevcut camilere bu şekilde ulaşmaya çalıştım. Nihayet ilgili web sitesi açıldığında ekranın hemen üst kısmında “Selamün Aleyküm” yazısı ile karşılaştım. Hemen adresi aldım. Boston’da bir cami bulmak ne büyük şanstı.Şubat ayı sonlarında Prospect Caddesi’ndeki camiye gittim. Hayatımda ilk kez dindar Müslümanlarla tanışacaktım ve beni nasıl karşılayacaklarına dair hiç bir fikrim yoktu. Acaba onların karşısında Yahudi kimliğimi saklamalı mıyım diye bile düşündüm. Sonra derin bir nefes alarak içeri girdim. Gördüğüm ilk kişiye “Af edersiniz, buraya İslâm hakkında bilgi edinmek için geldim”diyerek orada bulunma nedenimi açıkladım. Tanımadığım bu insanın sözlerime nasıl bir tepki vereceğini merakla bekledim. Ya bir eğitim sürecine davet edilirim ya da geri gönderilirim diye düşünüyordum. Gerçekten de talebime red cevabı alıp geri dönmek zorunda kalır mıydım? Bu düşüncelerle ayakkabılarımı elime alıp gitme hazırlığı yaparken, konuştuğum kişi “İngilizce bilmiyorum” diyerek ana odaya geçti. Ben de onu takip ederek içeri girdim. Beni öylesine gezip dolaşmam için yalnız bırakıp bırakmadığını tam olarak anlamamıştım. İçeride secde hâlinde ibadet eden insanları gördüm. Bir ara ne yapacağımı bilemedim.Daha sonra beni yalnız bırakan adamın büyük bir kalabalıkla içeri girdiğini fark ettim. Bulunduğum yerde oturdum kaldım. Bir tarafta ben, diğer tarafta elli kadar inançlı insan yer alıyordu. Hepsi birden aynı anda benimle heyecanla konuşmaya başladılar. Oldukça karışık ve bunaltıcı bir andı. Fakat kendimi çok iyi hissediyordum. Müslümanların İslâm’a ne kadar önem verdikleri böylece anlaşılıyordu. Elime tutuşturdukları Resimli İslâm Rehberi adlı broşüre bir göz attığımda öncelikle Kelime-i şehadet ile karşılaştım: “Eşhedü en la ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve rasulühü!” Öylesine heyecanlanmıştım ki, sanki o an bu sözü söylemeye hazır biri gibiydim. Katolik olabilmem için dokuz aylık bir eğitim sürecini tamamlamam gerekiyordu. Yahudi olmak içinse muhtemelen daha uzun bir zamana ihtiyacım vardı. Oysa İslâm’ı benimsemek birkaç dakikalık bir meseleydi. Dostça davranan ama temkini elden bırakmayan bir kardeş: “Emin misin? Bunu hemen yapmak zorunda değilsin” diyerek uyarıda bulundu.Şaşırmıştım. Söyleyeceğim söz üzerinde düşünmek zorunda kalacak kadar büyük bir anlam mı taşıyordu? Hemen şu anda Müslüman olduğumu ifade etmekle çok mu acele davranmış olacaktım? Yapılan uyarıyı dikkate alarak böylesine önemli bir karar öncesi kendime biraz zaman tanımanın daha uygun olacağı sonucuna vardım. O gün Müslüman olmasam da harika bir cumartesi geçirmiştim.Bundan sonraki bir yıllık dönemde çeşitli vesilelerle dünyanın farklı yerlerinden pek çok Müslümanla tanışma ve görüşme fırsatım oldu. Tüm farklılıklarına rağmen bunca kişinin birleştikleri tek bir ortak amaç söz konusuydu: Tek bir Allah’a en güzel şekilde kulluk etmek.İslâm’ı kabul etmeden önce bilinçlenmek için daha ciddi ve kapsamlı çalışmalar yapmaya karar verdim. Okuduklarımı daha iyi anlamak ve İslâm terminolojisine âşina olmak düşüncesiyle Arapça öğrenmeye niyet ettim. Bu arada başıma beklenmedik bir trafik kazası geldi. Ama kazayı hiç yara almadan atlattım.2000 yılının mayıs ayında uzun süredir görmediğim bir Müslüman arkadaşımla trende karşılaştım. Kendisiyle kısa bir sohbetimiz oldu. Bana henüz Müslüman olup olmadığımı sordu. Hayır cevabını verdiğimde ise şaşırtıcı bir şey söyledi:“Ölümün nerede nasıl geleceği belli değil. Müslüman olduğunu açıklamadan önce beklenmedik bir şekilde yolda yürürken bir trafik kazası geçirsen gayri müslim olarak hayatını sonlandırmış olacaksın. Bu da ebedî hayatının mahvolması demek olacak.” Bu sözleriyle sanki bir süre önce yaşadığım kazadan ders almayan beni uyarıyor gibiydi. İslâm’ı din olarak seçtiğimi açıklamak için daha fazla beklemenin anlamı yoktu. Aynı gün öğleden sonra mescide gidip namaz kılan cemaati izledim. İnsanların saflar hâlinde secdeye varma halleri ne kadar etkileyici bir sahneydi. Bu hal gerçekten de önemli bir kulluk göstergesiydi. Ben de bundan daha fazla uzak kalamazdım. Namaz biter bitmez kardeşlerime o gün Müslüman olmak istediğimi söyledim ve onların şahitliğinde kelime-i şehadet getirerek hak dine dönüş yaptım. Artık hayatımda yeni bir dönem başlıyordu
Muhammed John Webster (İngiliz)
Ben Londrada, tam bir protestan terbiyesi alarak yetişdim. 1930 senesinde, dahâ genç bir talebe iken, her genç gibi ba’zı hâdiselerle karşılaşıyor, bunları anlamağa çalışıyordum. Bunlardan birisi, din ile dünyâ arasında bir münâsebet aramak, ya’nî râhat ve huzûr içinde yaşamak için, dinden nasıl fâidelenebileceğimi düşünmek oldu. O zemân, ilk def’a olarak, farkına vardım ki, mensûb olduğum hıristiyan dîni, bu husûsda çok za’îf ve çok âciz. Zîrâ hıristiyanlık, dünyâyı yalnız fenâlıklarla dolu bir işkence yeri, insanları günâhkâr doğan mahlûklar olarak kabûl ediyor. Onlara hayâtda râhat bir yol göstermek şöyle dursun, her yapdıkları işin günâh olduğunu, bu günâhdan kurtulmak için, hiç bir çâre bulunmadığını, insanlar için ancak râhiblerin Allahü teâlâya düâ edebileceğini söylüyordu. Hıristiyanlık, insanları temâmen başı boş bırakmış ve yalnız pazar günleri, insanı hiç bir sûretde tatmîn etmiyen bir (kilise havası) içinde ibâdete teşvîk etmişdir. O senelerde, İngilterede büyük bir ekonomik buhran ve fakîrlik vardı. İnsanlar hayâtlarından ve hükûmetden hiç memnûn değildi. Hıristiyanlık, onlara bu ızdırâb dolu günlerde hiç yardım etmiyor, insanlar ondan bir tehammül kudreti bulamıyorlardı. Bu keyfiyyet, benim üzerimde çok fenâ bir te’sîr yapmışdı. Aklımdan çok, hislerime kapılarak, dînin ma’nâsız bir şey olduğuna karâr verdim. Hıristiyanlığı red ederek, kendimi, birçok gençler gibi, dinsizliğe ve komünizme verdim.Komünistlik, uzakdan işitilince gençlere bir haz veriyordu. Çünki, ekonomik sıkıntılar içinde bunalan ve yaşama kudreti bulamayan genç nesl, servet ve rütbe farkını ortadan kaldırdığını iddi’â eden komünizmi bir kurtarıcı olarak görüyordu. Fekat, kısa bir zemân sonra, farkına vardım ki, komünizmin iddi’âları, yalnız bir propagandadan ve boş lafdan ibâretdir. Onlarda da, hem rütbe, hem servet farkı aynen vardı. Her şey, her memleketde aynı idi. Bunun üzerine komünistlikden vaz geçerek, kendimi felsefeye verdim. Böylece kendimi, bir (panteist) olarak, (Vahdet-i vücûd) i’tikâdında olarak, yetişdirmeğe başladım.Garb memleketlerinde, islâmiyyet ile temâs etmek çok müşkildir. Çünki, orada islâmiyyete karşı, tâ Haçlı seferlerinden kalma bir düşmanlık vardır. Avrupalılar hiç tanımadıkları islâmiyyeti, nefret ile red ederler. Çocuklarını müslimân düşmanı olarak yetişdirirler. Müslimânlıkdan bahs etmek çok ayıp sayılır. Birisi bu bahsi açdı mı, herkesin suratı asılır ve herkes susar. Bu aralarda, beni bir vazîfe ile Avustralyaya göndermişlerdi. Bana verilen, (müslimânlıkdan nefret) terbiyesine rağmen, birgün, nasılsa merak ederek, bir Kur’ân tercemesini elime aldım. Fekat, dahâ kitâbı terceme edenin önsözünü okuyunca, kitâbı hemen kapatdım. Çünki, kitâbı terceme eden, dahâ önsözde Kur’ân-ı kerîm aleyhinde o kadar ağır laflar söylüyor, Kur’ân-ı kerîmi o kadar tahkîr ediyordu ki, böyle bir kitâbı okumak ma’nâsız olurdu. Sonra düşündüm. Mâdemki, hıristiyanlar müslimânlardan nefret ediyorlardı. O hâlde, tercemeyi yapan hıristiyanın, bu te’sîr altında kalarak, bozuk bir terceme yapması, ba’zı yerleri yanlış anlaması imkânı vardı. Bir kerre meraklanmışdım. Artık işi ciddiyyet ile ele aldım ve birkaç hafta sonra, Avustralyanın garb tarafında Perth şehrine gitdiğim zemân, bu şehrin büyük kütübhânesine uğrayarak müslimânlar tarafından tefsîr edilmiş bir Kur’ân-ı kerîm bulunup bulunmadığını araşdırdım. Bana böyle bir terceme bulup verdiler. Bunu açıp, içindeki ilk sûreyi, (Fâtiha-i şerîfe)yi okuyunca, ne kadar müteha*sis olduğumu size anlatamam. Fâtiha, (Âlemlerin rabbine hamd) ile başlıyordu. (Bize doğru yolu göster) diye yalvarıyordu. Ne güzeldi! Fâtiha-i şerîfi birçok def’alar okudum. Burada zikr edilen büyük hâlık, (Rahmân ve Rahîm) ya’nî çok merhametli idi. Hıristiyanların dediği gibi, insanları günâhkâr olarak yaratmamışdı. Kur’ân-ı kerîmi okumağa başladım ve okudukça kendimden geçdim. Bütün arzûlarımın, tesavvurlarımın aynını bu kudsî kitâbda buluyordum. Sâatler geçmiş ve ben nerede olduğumu, zemânı, her şeyi unutmuşdum. Bana Kur’ân-ı kerîmle berâber, Muhammed sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemin hayâtına dâir ba’zı kitâblar da bulup getirmişlerdi. Kendimden geçerek bunları okuyordum. Nihâyet kütübhâne me’mûru yanıma gelerek, (Vakt geldi, artık kütübhâneyi kapatıyoruz)deyince kendime geldim.Kütübhâneden evime dönerken, (İşte şimdi maksadıma kavuşdum.Ben artık müslimân oldum)diye tekrâr edip duruyordum. Artık, Allahü teâlânın inâyeti ile, hidâyete kavuşdum. Eve dönerken sıcak bir kahve içmek için münâsib bir yer aradım. Caddeden aşağı doğru inerken aklımda yalnız Kur’ân-ı kerîm, müslimânlık ve Allahü teâlâ vardı. Nereye gitdiğimin farkında değildim. Birdenbire ayaklarım kendiliğinden durdu. Başımı kaldırınca, kızmızı tuğladan yapılmış bir binânın önünde olduğumu gördüm.Bacaklarım kendiliğinden beni buraya kadar getirmişdi. Binânın üzerindeki levhaya bakdım. Burası Avustralyadaki bir câmi’ idi.Kendi kendime, (Allahü teâlâ sana doğru yolu ihsân etdi ve sana ne yapman îcâb etdiğini bildirdi. Sen müslimânlığı tanıdın. Allahü teâlâ seni câmi’in kapısı önüne kadar getirdi. Hemen içeri gir ve bu dîni kabûl et) dedim. İçeri girdim ve müslimân oldum.O zemâna kadar bir tek müslimân tanımamışdım. İslâmiyyeti kendi kendime buldum ve kabûl etdim. Kimse bana bu husûsda rehberlik etmedi. Benim rehberim yalnız akl-ı selîmim oldu.
BİR HİDAYETİN HİKAYESİ
Muhammed Selim- Adım Muhammed Selim V/D Langenberg'dir, 35 yasındayım. Eski adım Stefano idi, yeni ismimden hoşlanıyorum. Bana yeni ismim, yeni bir kimlik verdi.Şu anda annemin yanında Hardinxveld-Giessendam sehrinde ikamet ediyorum. Ailem henüz ismime alışmış değil.
2)M. Bal- Tahsilinizi nerde yaptınız?
M. Selim- Tahsilimi Dordrecht sehrinde Davinci kolejinde yaptım. Havo'yu (liseyi) bitirdim. Orada Hollandaca, Ingilizce, Fransızca, Almanca, Cografya, Tarih ve yurtdaşlık bilgileri ve Ekonomi dersleri okudum.
3)M. Bal- Müslümanlığa ilgi duymanıza sebep olan faktörler nelerdir?
M. Selim- Çalıştığım işyerindeki müslüman kardeşlerime ilgi duydum. Ben eskiden Rooms-Katoliktim. Bu dinde oruç bilinen bir şeydir. Her ne kadar müslümanların orucu gibi değilse de ortak bir yönü var. Oda beni araştırmaya sevk eden bir faktör oldu. Ben incili en ince noktasına kadar inceleye inceleye okudum ve araştırdım. Bu benim tam üç yılımı aldı, ve şu sonuca vardım: Incilde kendi kendini tekzip eden çok ihtilaflı sözler okudum ve onun için müslüman kardeşlerime onu hiç okumamalarini tavsiye ediyorum. Bir misâl verecek olursak; Incilde murdar hayvan-ların etinin yenmemesi yazılı. Bunların içinde domuz da zikrolunuyor. (Leviticus 11:1-46) Fakat Hristiyanlarin buna uymadıklarını ve Incilden, başka bir ayetle buna cevaz verdiklerini tesbit ettim. (bak- Handelingen 10) Abdest ve Guslün Incilde mevcud olduğunu ve Hristiyanların bunu yapmadığını gördüm. (Leviticus 15:1-33) Iddialari ise; Isâ A.S. bizleri arındırmış dolayısıyla gerekmezmiş diyorlar.
Yine Incilde erkeklerin bila istisna sünnet olması yazılı. (Genesis 17:1- 24 ve Josua 5:1-12) Fakat Hristiyanlar, Isâ A.S.'in bunları neshettiğini iddia ediyorlar. Bu iddiaları da Apostelen kitabı 15. Babta Paulusun Galaten yazdığı mektupta 5:1-12 vardır. O da doğru olmayan bir şey. Iste bu saplantılar, delaletler beni müslümanlığa koşturan sebeplerdir.
Öyle bir an geldi ki, kiliseye karşı kuşkularım daha da çoğaldı. Önce şu soru aklıma geldi, şayet Hristiyanlık Hak bir din ise; neden bu kadar çok firkalara ayrıldılar ve neden birbirleriyle kavga halindeler? Bağlı olduğum kilisenin papazı, insanların mikro organik bir takım hücrelerden, bilâhere maymundan türeyip tekâmül neticesi bu şekle ulaştığını iddia eden bir teoriyi desteklediğini görünce, hepten yolumu şaşırmıştım. Yani; Incilde bulunanları papaz inkâr ediyor ve diyor ki; “Incilde yazılı olanlara yazılı olduğu gibi inanmayın.”Bende öyle yaptım. Elhamdülillah müslüman oldum ve Hak dini Islâmı buldum, gerçek emniyete selâmete kavuştum. Önce kütüphaneye giderek Islam hakkında çesitli kitaplar okudum, sonra Kur'anı inceledim. Ve daha sonra kendim Kur'an satın aldım, şimdi ise her ay Kur'anı hatim ediyorum. (Tercümesinden) Kur'anı okurken, işyerimde bazı arkadaşlarım bana yardımcı oluyorlardı. Bir gün boy abdesti aldım ve camiye telefon ettim, müslüman nasıl olunur dedim. Bana camiye gel konuşalım dediler, bende kâfir olarak gittiğim “ Süleyman Çelebi Gorinchem Camiinden”, mü'min olarak döndüm. Kelime-i şahadet getirdim. Elhamdülillah müslüman oldum. Bu iş bir kaç şahidin huzurunda oldu. Daha sonra bütün müslüman kardeşlerim beni sevinçle bağırlarına bastılar. Böylece din kardeşliğinin ne olduğunu orada anladım. Müslümanların birbirlerine bağlılığı, sosyal yönü, kardeşliği birbirleriyle muâşeretleri beni etkiledi ve diyorum ki; müslüman için hergün bayramdır.
4)M. Bal- Senin yakınların müslüman oluşunu nasıl karşılıyorlar?
M. Selim- Yakınlarımın davranışları farklı oldu. Bir kısmı normal karşıladı, bir kısmı da zorluk çıkarttı.Bu ise bilmediklerinden ve Islama karşı ön yargılı olduklarından kaynaklanıyor. Islamın zenginliklerinden, güzelliklerinden haber-sizdirler. Akrabalarımın içinde her zaman bir zorluk hissettim, Bu da dışarının etkisiyle oldu. Hele hele kilisesine gittiğim papaz çok etkili oldu. Çok zorlandım fakat Allah'ın yardımı ve yeni kardeşlerimin desteğiyle sabretmesini bildim.
Bir çok insana Islamin Cihan şumul bir din olduğunu, sadece başka milletlere (Türklere ve Arablara) ait olmadığını anlattım ve anlatmaya çalışıyorum. Şunu da anlatıyorum: Allah katında gerçek Din, mükemmel Din, Islamdır ve Islamdan başka dinler Muteber değildir. Ali Imran: 19-83-85. Maide: 3.
5)M. Bal- Müslüman olduktan sonra hayatında ne gibi değişiklikler oldu?
M. Selim- Allaha hamd olsun mutluluğu yakaladım, şu anda etrafımda cereyan eden olaylara ibretle bakmaktayım, ve yakînen inanıyorum ki; Allah birdir, mevcuttur ve her mahlukun rızkını o veriyor.Hayatım düzene girdi. Günde beş vakit namazımı kılıyorum ve Kur'anın meâlini devamlı olarak okuyorum. Ayrıca beden temizliğine itina ediyorum. Gerçi ben eskidende temizlige riâyet ediyordum ama şimdi ise, benim için daha da önemli oldu, çünki biliyorum ki bu cesedimiz bize Allah'ın emanetidir. Her abdest alışta bunu hatırlıyorum. Sünnet olmakta benim için temizliğin alametidir, bunu ileride sirası gelince anlatırım. Domuz eti yemiyorum, gerçi eskidende yemiyordum, ancak satın aldığım yiyeceklere simdi çok daha dikkat ediyorum. Önce muhteviyatını okuyorum, sonra satın alıyorum.
Müslüman olduktan sonra gusün alma seklini öğrendim. Önceleri Incilde böyle bir şey okudum, fakat kilise bunu terketti. Onların iddialari da Hz. Isâ A.S. onları arındırdığı içindir. (Bak Incil Leviticus 15:1-33) ve müslüman olduktan sonra, islamın sadece bir inanç değil, aynı zamanda bir hayat tarzı olduğunu öğrendim.
En büyük değişiklik ise, bir çok din kardeşim oldu ve kendime güvenim arttı.
6)M. Bal- Islamı genel olarak nasıl görüyorsun?
M. Selim- Islâm, mükemmel, saf bir dindir ki; onu bize Allah bahşetti çünkü; o Rahman ve Rahimdir.Islam aynı zamanda yardımlaşmayı, barışı, hoşgörürüyü, günahlardan uzak durmayı emreder. Ayrımcılığı men eder. Diğer dinlere de müsamaha ile bakar.
7)M. Bal- Müslümanlık Türklere ve Arablara has bir dindir diyenlerin görüşüne karşı görüşün nedir?
M. Selim- Ben bu görüşe katılmıyorum ve bu görüşe kesinlikle karşıyım. Allah-u teâlâ Kur'ânı Kerim de buyurdugu gibi: “Allah katında tek din Islâmdir.”
8) M. Bal- Islamı nasıl yaşıyorsun, günde beş vakit namaz, oruç ve iş, bu işi nasıl yürütüyorsun?
M. Selim- Müslüman olarak elimden geldiği kadar herkesle iyi geçinmeye çalışıyorum. Ihlaslı olmaya, günahlara düşmemeye ve günahlara yaklaştıran her şeyden uzak durmaya çalışıyorum. Allahın yarattığı mahlukatına sevgiyle ve ibretle bakmaya çalışıyorum. Ibadet benim için hayatımın önemli bir parçası oldu. Baslanğıçta beş vakit namazı vaktinde kılmaya zorlanıyordum. Şimdi ise, hayatımın bir parçası haline geldiler. Oruç ise; benim için Allaha karşı bir hamd şeklidir. Müslüman böylece şükrünü Allah’a takdim eder.
Oruç tutmak benim için zor olmadı. Eski bir Hollanda atasözü şöyle der: “Bir şey için rağbet varsa; onun çaresi bulunur.” Bana göre her kim halis bir niyetle bir amele (ise) baslarsa, Allahu teâlâ o işi ona kolaylaştırır. Bana farz olan ibadetleri tesekkür niyetiyle Allah için yerine getirirken, işim bana engel teşkil etmiyor. Ramazanda çalışmak, oruçlu olan için çok güzel bir meşgaledir. Insan akşam nasıl olduğunu anlamıyor. Çalışırken namaz kılmama hiçbir engel çıkmadı. Hatta çalışırken namaz vakti geldiğinde iş arkadaşlarım çoğu zaman beni uyarıyorlar, namaz vaktin geldi diyorlar.Namaz kılmak aynı zamanda kanûnî bir hakkımızdır.
9) M. Bal- Kur'ân-ı Kerim hakkındaki görüşlerinizi alabilirmiyiz?
M. Selim- Hz. Kur'ân Allah c.c. tarafından peygamber efendimiz S.A.V.’e vahiy yoluyla Ramazan ayında indirildi. Kendinden önce indirilenleri tasdik eden, ve insanlara doğru yolu gösteren ilahi bir kitaptır.Ben her gün bir cûz okuyarak her ay Allah'ın izniyle hatim ediyorum. Şu ana kadar bir çok kere (mealini) hatim ettim.
10) M. Bal- Hadis hakkında görüşlerinizi alabilir-miyim? Bu hususta bir sey okudunuzmu?
M. Selim- Hadis-i serifler çok güvenilir Raviler vasıtasıyla bize intikal eden peygamber efendimizden rivayet olunan sözlerdir. Elimde Riyazussalihin tercümesi bulunmaktadır. Ayrıca kırk hadis ihtivâ eden bir kitapçık elimde var ve bunlardan okuyorum on kadar hadis ezberledim. Ümit ederim benimle bu reportaji yapan kadar hadis öğrenirim inşaallah.
11) M. Bal- Yeni tanıştığın dindaşlarını genel olarak nasıl görüyorsun?
M. Selim- Daha önce de belirtmeye çalıştığım gibi benim dindaşlarım, (yeni kardeşlerim demek kulağa daha hoş gelmektedir.)Onları cana yakın, sevgi dolu, yardım sever ve güzel bir örnek olarak görmekteyim.Hem kendi halklari içinde, hem de diğer milletler içinde. Biz hakiki bir kardeş gibiyiz, beni samimi ve dostça aralarına aldılar. Bu benim için çok değerli bir tecrübe (hatıra) oldu. Bunu asla unutmayacağım.
12) M. Bal- Hollanda'da Islamin geleceği hakkında ne düşünmektesiniz?
M. Selim- Bir kaç sene zarfında Hollanda diğer dinleri resmen tanıdığı gibi Islamı da resmen tanıyacağıni düşünüyorum. Ve bir Hollandalının müslüman oluğu en normal ve tabii bir olay olacak. Bir gazete haberine göre Islam Hollandanın en büyük dini olacağını yazıyor. Şu anda sayı bakımından ikinci sıradadır.
13) M. Bal- Müslüman olmadan önce Islam hakkında nasıl bir görüşe sahiptiniz?
M. Selim- Ben Islama karşı daima iyimser bir haldeyim, ancak bilgisizlik yüzünden bende bir çok Hollandalı gibi yanlış imajlara sahiptim, meselâ; güya müslümanlar Isâ A.S.'a inanmazlarmış, ancak büyük bir hayretle bunun yanlış olduğunu Kur'ânda okudum ve onun hak peygamber olduğunu, Allah'ın kulu olduğunu, oğlu olmadığını öğrendim, bu benim için çok önemli keşif oldu. Ben Islamı tanımadığım zamanlarda onu araştırırken, diğer insanların yaptığı gibi farklılıkları değil, ortak yönlerimizi araştırdım.
14) M. Bal- Sünnet olmak hakkında görüşün nedir? Tecrübelerini anlatırmısın?
M. Selim- Sünnet olmak müslüman için hayatın önemli olaylarından biridir.Sünnet, insanı kâmil bir müslümana çevirir. Müslümanlik âlâmetlerinden biridir. Benim için başka bir önemi de eski dinimden bütün alâkamı kestim artık. Eski hayatımın pisliğinden hiç bir eser kalmadı.Tevrata göre sünnet, Allahla kul arasında dostluk alameti imiş. (Bak incil Genesis 17:1-24 ve yine incil Josua 5:1-12) Sünnet bir nişandır ki; sana her zaman müslümanlığını hatırlatır, ve insanı insanlar arasında kâfirlerden ayırt eden bir alamettir. Benim için Hristiyanlığın bittiği ve Islamî hayatın başladığı mânâsı hasıl oldu, sünnet olmamla. Sünnet oluşum çok mutlu bir olaydı. Ilk zaman çekingendim fakat kısa zamanda bu çekingenlik geçti, Gorinchem Beatrix hastahanesine bir kaç müslüman kardeşimle gittim. Sünnet olduktan sonra beni eve getirdiler. Salı günü sünnet oldum, çarşamba günü motora atladım camiye koştum, ve o hafta cumartesi bütün kardeşlerim Gorinchem Süleyman Çelebi camiide bana merasim yaptılar. Kur'ân okundu, namazlarımızı kıldık ve çay ocağında beni kutladılar, hediyeler verdiler ve beni tebrik ettiler. O benim için hiç unutamayacağım bir hatıra oldu. Bu merasim muazzam oldu. Benim din kardeşlerim beni çepeçevre kuşattılar, bana destek oldular ve hâlâ olmaya devam etmekteler.
15)M. Bal- Islam’ı araştıranlara, ve yeni müslüman olanlara neler tavsiye edersiniz?
M. Selim- Önce şunu derim: araştırmayı bırak, çünkü yanlış yoldan hedefe gidilmez. Kendi araştırmanla islamı bulamazsın, Kur'ânı oku ve teslim ol, müslüman ol. Islam sadece inanmakla kalmıyor, Islam aynı zamanda güvendir, yakinen Allahın var olduğunu ve yaratıklarının rızkını o veriyor. Buna kesin şekilde inanmaya da “ Islam “ denir.
Yeni müslüman olanlara tavsiyem şudur: Kendini tam bir şekilde Allaha ver, gemilerini yak, arkana bir daha bakma, imansızlar, kitapsızlar seni yolundan alı koymasın. Bunlar senin en yakın akrabaların olsa dahi, Allahın gösterdiği istikamete yürü ve yanlızca ona kulluk et. Sana destek olsun diye Kur'ândan şunları oku: Sure 2:109-120, Sure 9:23, Sure 29:8, Sure 30:60, Sure 31:15
Uçağı kaçırdı, İslam’ı yakaladı
Danilo Giannoni, bineceği uçağı kaçırınca hayatı değişti. Asıl mesleği takı tasarımcılığı olan İtalyan Giannoni’nin ebru yapmaya başlamasının ve Türkiye’ye yerleşmesinin ilginç bir hikâyesi var: Ülkesine dönme planı, uçağa yetişemeyince suya düştü. İstanbul’a giden Giannoni, ilk görüşte vurulduğu ebru için yaşantısını değiştirdi. Önce ülkesine dönerek çalıştığı şirketlerden ayrıldı, sonra evini İstanbul’a taşıdı. ‘Sır Kapısı’ hikayelerini çağrıştıran bir tanışmanın ardından Müslüman oldu.
İSLAMİYET’E GİDEN YOL ‘EBRU’DAN GEÇER
Şer zannettiğimiz şeyler bazen hayır çıkar. Bunu yaşamadan bilemeyiz. Danilo Giannoni, böyle bir tersliğin ardında saklı güzellikleri elbette bilemezdi. İtalyan vatandaşı olan Giannoni, bir ebru sanatçısı. Asıl mesleği takı tasarımcılığı olan Giannoni’nin ebru yapmaya başlamasının ve Türkiye’ye yerleşmesinin ilginç bir hikayesi var: Bulgari, Damiani ve Leo Pizzo gibi ünlü firmalarda mücevher tasarımcısı olarak çalışırken, 2002 Eylül’ünde tatil için geldiği Antalya’dan ülkesine dönerken uçağı kaçırıyor. Arkadaşlarının önerisiyle 3 günlüğüne İstanbul’a giden Giannoni, sokakta ebru yapan insanları görüyor. Kendi deyimiyle ilk görüşte vurulduğu ebru için bütün yaşantısını değiştiriyor. Önce ülkesine dönerek çalıştığı şirketlerden ayrılıyor, arkasından ise evini İstanbul’a taşıyor. “Eğer uçağı kaçırmamış olsaydım herhalde dünyanın bir yerinde takı sergisinde veya fuarında olurdum.” diyen Giannoni, Beyoğlu’nun arka sokaklarında küçük bir dükkanda ebru yapmaya başlıyor. Aldığı kitaplarla ve örnek aldığı sanatçıların eserlerini görerek ebru yapmayı öğrenen Giannoni, şimdi ise geçen yıl Taksim’de açtığı 3 katlı atölyesinde ebru dersleri veriyor. Ebru öğrenmeye karar vererek tüm yaşantısını bir anda değiştiren Giannoni, yardım için başvurduğu kişilerden yeterli desteği alamamaktan yakınıyor.
Kendisine örnek olarak 20. yüzyılın ebru üstatlarından Necmettin Okyay’ı alan Giannoni, figüratif ebrunun ilk örneklerinden olan çiçekli ebru türünü geliştiren Necmettin Hoca’nın eserlerinden oluşan bir koleksiyona da sahip. Necmettin Okyay’ın kuzeni ve öğrencisi olan Mustafa Düzgünman’ın eserlerinde de aynı duyguyu ve heyecanı aldığını açıklayan Giannoni, onlardan sonra gelen ustalar için aynı şeyleri düşünmediğini dile getiriyor. Ailesinin kendisini bir deli gibi gördüğünü belirten Giannoni, insanların “Dünyanın en iyi firmaları ile çalışıyorsun, takı tasarımında 7 defa ödül aldın, bir anda ilk defa gördüğün bir sanata ‘vuruldum’ diyerek onlarla ilişkini kesip tanımadığın bir ülkeye gidip yerleşiyorsun. Sen tam anlamıyla çılgın bir delisin.” dediğini dile getiriyor. Kendisini ebruyla özdeşleştiren Giannoni’ye göre ebru, heyecanların, duyguların ve renklerin bir karışımı. Giannoni, “Benim hayatım ebruya çok benziyor. Ruh halim ebru gibi değişken olabiliyor. Yağmur yağdığında yaptığım ebruyla güneşli havada yaptığım ebru çok farklı oluyor.” diyor. Giannoni, ebru yaparken ruhunu beslemeyi de ihmal etmiyor. Ruh dengesini kurmak için ney dinlemeyi tercih eden Danilo, ebruyu modern çizgilere taşımış. Ebruyu birçok üç boyutlu objeye taşıyan sanatçı, gündelik hayatta kullandığımız objelere taşınan ebrunun böylece güncelliğini koruyacağı görüşünde.
“Turist idim intisab ettim”
Şimdiye kadar yaptığı ebru çalışmaları 3 büyük devlet adamının duvarlarını süslüyor sanatçının; İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi, Japon İmparatoru Akihito ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan. İtalyan Başbakanı Silvio Berlusconi’nin İstanbul’a geldiğinde ona verilmek üzere kendisinden 2 tablo istendiğini açıklayan Giannoni, 2 tablonun Başbakan Erdoğan’a, bir tablonun da Japon imparatorunun doğum gününde hediye edilmek üzere satın alındığını açıklıyor. Tabloları alanların isimlerini söylemeyen Danilo, müşterilerinin kendisine güvendiğini belirterek güvenlerini sarsmak istemediğini belirtiyor. Ebrunun yanında artistik danışmanlık hizmeti veren Danilo, İtalya’da bulunan bilgisayar firması ve GSM operatörü ile çalışıyor. Bazı firmaların reklamlarının fonunda ebru kullanmış ve olumlu eleştiriler almış. Sanatçı, “Ebruyu özellikle kullanıyorum. Kendimi gönüllü sanat elçisi olarak görüyorum.” diyor.Birçok projesinin olduğunu açıklayan Giannoni, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile görüşerek projelerini açıklamak istediğini; fakat henüz görüşemediklerini belirtiyor. Hazırlamak istediği ilk projeden bahseden Giannoni, “Ebruyu kullanarak Türkiye’nin kartviziti olacak bir çalışmanın hazırlığı içerisindeyim. Böylece Türkiye’nin tanıtımlarında da kullanılacak bir kartvizit. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile görüşebilirsem projenin detaylarını açıklayacağım.” şeklinde konuşuyor. Danilo’ya teklif getiren yalnızca İtalyan firmalar değil, anlaşma aşamasında oldukları için ismini vermek istemediği bir Türk bankası da kredi alan müşterilerine hediye etmek üzere 5 bin tane ebru siparişi vermek istediğini ifade ediyor. Danilo, yaşantısını neredeyse tamamen değiştiren uçağını kaçırma hikayesinin en büyük meyvesi olarak İslamiyet’le tanışmasını görüyor. “O gün Antalya’da uçağı kaçırmasaydım İslamiyet’le de tanışamayacaktım. Uçağı kaçırmış olmamın tek hikmeti ebruyla tanışmam değilmiş.” diyen Giannoni’nin tanışma hikayesi şöyle: Danilo, çocukluk yaşlarından bu yana rüyasında bir oda ve odanın penceresine yansıyan bir cami görür. Önceleri camiyi tanımadığı için rüyasında gördüğü yapıya anlam veremez. Daha sonra cami olduğunu öğrenir. Danilo’nun rüyaları, 2002 Eylül’ünde Antalya’daki uçağını kaçırarak vakit geçirmek için geldiği İstanbul’a kadar sürer. Sultanahmet’te bir banka oturup kitap okuyan Danilo’nun yanına iyi İngilizce konuşan beyaz sakallı bir yaşlı yaklaşır. Ona burada ne yaptığını sorar. O da turist olarak bulunduğunu söyleyerek yemek yiyebileceği yerleri sorar. Danilo’nun İtalyan olduğunu öğrenen yaşlı adam, “Benim de bir arkadaşım yıllardır bir İtalyan’ı beklediğini söyleyip durur; sakın o sen olmayasın!” der ve tebessüm eder. Yaşlı adam bir süre sohbet ettiği Danilo’yu semazenlerin gösterisine davet eder, böylece bir İtalyan’ı beklediğini söyleyen Yakup Hoca ile Danilo’yu tanıştıracaktır. Yaşlı amcanın söyledikleri, Giannoni’ye ilginç gelir.Semazenlerin gösterisine giden Giannoni, her akşam gelen Yakup Hoca’nın o akşam gelmediğini öğrenir. Yaşlı adam, “Üzülme, ben seni evine götürürüm.” der. Yakup Hoca’nın evine gittiklerinde ise Danilo beyninden vurulmuşa döner; çünkü yıllarca rüyalarında gördüğü odaya girmiştir. Odanın penceresine yansıyan caminin ise Fatih Camii olduğunu anlar. Yakup Hoca hemen Danilo’nun koluna bakar. Kolundaki beyaz lekeyi görünce “Sen benim yıllardır beklediğim İtalyansın.” der. Müslümanlığa olan çağrısı yıllar önce başlamış olan Danilo, Yakup Hoca’dan İslamiyet’i öğrenir ve Müslüman olur.İtalyan ünlüleri, Türk engelli çocuklar için seferber edecek Sanat ve iş dünyasının ünlü isimlerini, otistik çocukların eğitimine katkıda bulunmak için bir araya getiren Danilo Giannoni, şimdi de İtalyan ünlülerini seferber edecek. Tohum Otizm Vakfı’nın yararına hazırlanan ‘Tohuma Su Gerek’ projesi için aralarında Güler Sabancı, Caroline Koç, Leyla Alaton, Oya Eczacıbaşı, Bettina Hakko, Hülya Avşar, Demet Akbağ gibi isimlerin bulunduğu 33 ünlüyü bir araya getiren Giannoni, şimdi de İtalya’daki sanat ve iş dünyasının ünlülerini bir araya getirecek. İtalya’nın yaklaşık 30 ünlü isminin yapacağı ebru çalışmaları, düzenlenecek açık artırma ile satılacak. Elde edilen gelir Tohum Otizm Vakfı’na bağışlanacak.
Mesnevi’yi okuyup Müslüman oldu şimdi dünyaya Mevlânâ’yı tanıtıyor
Amerika’nın California eyaletinde yaşayan 57 yaşındaki psikolog Dr. William Gamard, mistisizm üzerine araştırma yaparken Mevlânâ Celaleddin Rumi’nin Mesnevi’sinin İngilizce çevirisini okumuş. 1975 yılında Mevlevilikle tanışan Gamard, 1984 yılında Müslüman olarak İbrahim ismini almış. Amerika’nın California eyaletinde yaşayan 57 yaşındaki psikolog Dr. William Gamard, mistisizm üzerine araştırma yaparken Mevlânâ Celaleddin Rumi’nin Mesnevi’sinin İngilizce çevirisini okumuş. 1975 yılında Mevlevilikle tanışan Gamard, 1984 yılında Müslüman olarak İbrahim ismini almış.Mevlânâ’nın Amerika’da yayınlanan kitaplarından İslam’la ilgili bölümlerin çıkarıldığını söyleyen Gamard, senede 2 kez Türkiye’ye geliyor. “Mevlânâ Türbesi’nde Allah’ın muhabbetini ve el-Vedüd ismini, Eyüp Sultan’da ise Rahmetullah’ı hissediyorum.” diyor. Mevlânâ’nın eserlerinde Gamard’ı en çok aşk ve kalbin hikmetinin anlatıldığı kısımlar etkilemiş. 12 yıldır Mevlânâ’nın eserlerini tercüme eden Gamard, Mesnevi ve Mevlevilik üzerine bir web sitesi oluşturmuş. 2004 yılında ‘Rumi ve İslam’ adlı bir kitap yazmış. Gamard, Mevleviliği daha iyi öğrenmek için her yıl 2 kere Türkiye’ye geliyor. Amerika’da, İslam’a şüpheyle yaklaşıldığını vurgulayan Gamard, Mevlânâ’nın kitaplarından, çok satması için İslam’la ilgili kısımların çıkarıldığını savunuyor.Mevlânâ’nın, sanki hiçbir dine inanmayan, tüm dinlerin üstünde bir veli gibi gösterildiğini ifade eden Gamard, web sitesinde Hz. Mevlânâ’nın eserlerinin İslam’la dopdolu olduğunu anlatmaya çalışıyor. İncil’i okuduğunda Hz. İsa’nın “Her şey senin iradenle olur, benim değil.” duasını her zaman düşündüğünü ve kalbinden geçirdiğini ifade eden Gamard, “Bence bu tam olarak teslimiyettir ve İslam’dır.” diyor.Psikolog Dr. William Gamard, Amerika’daki birçok sufinin Mevleviliği benimsemesine rağmen Müslüman olmadığını dile getiriyor. Amerikalı 10 kişiden oluşan bir Mevlevi grubuna başkanlık ettiğini ifade eden Gamard, ayda 2 kez Müslüman bir çiftin evinde toplanarak 99’luk büyük tesbihlerle bir daire şeklinde oturduklarını, Farsça gazeller ve Türkçe ilahiler söyleyerek zikrettiklerini belirtiyor. Gamard’ın grubunda kadın semazenler başka bir odada sema yapıyor. Gamard, “Ben gelenekçi ve muhafazakar bin Mevleviyim. Kadınlarla erkekler aynı yerde sema yapamaz.” diyor. Gamard, 1976 yılında Süleyman Hayati Dede’nin Konya’dan California’ya gelerek kendisine sikke giydirmesiyle semazen olmuş. Gamard, sema gösterilerinin yozlaştırıldığını ve Türkiye’ye turist çekmek için yapıldığını öne sürdü.
AMERIKA’ DA MEKSIKA’LI BIR MUHTEDI: ALI Otuz bir yasinda Amerika dogumlu bir Meksikaliyim. Islâm’a dönüs hikayemi insanlarin Islâm’i daha iyi anlamalarina vesile olmak düsüncesiyle paylasmak istiyorum. Çünkü çogu insanin Islâm hakkindaki düsüncesi yanlis veya tarafli bilgiler sunan televizyon yayinlari veya filmler ile sekilleniyor. Bu nedenle Islâm gerçeginin ortaya konmasi gerektigini düsünüyorum. Insaallah bu yolda az da olsa katkida bulunanlardan olurum. Islâm öncesi hayatim gerçekten çok kötüydü. Hayata dair hiçbir hedefi olmayan bir insandim. Onbirinci sinifta okula devamsizlik yaparak vaktimi bos seylerle harciyordum. Arkadaslarimla birlikte sokaklarda egleniyor, kokain içip satiyorduk. Arkadaslarimdan çogu çete üyesiydiler. Ben hiçbir zaman bir çetenin üyesi olmamistim. Yine de zamanla daha agir uyusturuculara yönelmekten kendimi alamadim. Bu sekilde asla gerçeklestiremeyecegim hayaller dünyasina dalip gidiyordum. Ne kadar bunalirsam o kadar uyusturucuya siginiyordum. Halbuki bunun sadece geçici bir kaçis oldugunun da farkindaydim. Sorunlarimin çözümü bu degildi.
Bir gün bir arkadasim vesilesiyle bir kitapla tanistim. Bu kitap ona hayata dair problemlerini çözmede kendisine yardimci olacagini söyleyen bir arkadasi tarafindan hediye edilmisti. Bu Kitap Kur’an’di. O zamana kadar Kur’an hakkinda hiçbir sey duymamistim. Merakla birkaç sayfaya göz atmaya basladigimda içimde gerçegin bilgisini okuduguma dair bir his uyandi. Bu sanki yüzüme vurulan sefkatli bir ikaz tokadiydi veya beni uykudan uyandiran bir çagriydi. Kur’an çok net ve anlasilabilir bir kitapti. Okuduklarimdan etkilenerek Islam hakkinda daha çok sey ögrenmek ve Müslümanlarla tanismak istedim. Garip olan suydu ki, o an yeni bir din arayisinda degildim. Bir zamanlar kiliseye giden insanlara gülerdim. Içimin derinliklerinde var oldugunu bildigim halde bazen, “Tanri yok!” gibi sözler sarf edebilmekteydim. Birkaç gün sonra kütüphaneye giderek Kur’an meâli aldim ve üzerinde çalismaya basladim. Bu sekilde Peygamber Hz. Muhammed (SAV ) hakkinda bilgi edindim ve Meryem oglu Isa (AS)’in gerçek hikâyesini ögrenme imkâni buldum. Kur’an’a göre tek bir Allah vardi ve O’nun esi-benzeri yoktu. Hz. Isa “Tanri’nin oglu” degil bir peygamberdi. Iste bu açiklama benim için en önemli husustu. Çünkü Hiristiyanlik’ta vaaz edilen Teslis Inanci’ni bir türlü anlayamamistim. Kur’an Hz. Isa’nin mucizevî dogumundan ve peygamberlik misyonundan bahsetmekteydi. Yine Kur’an’da Meryem adli bir sûre yer almaktaydi. Çocukluk yillarimda kiz kardesimle birlikte Yedinci Gün Baglilari Kilisesi’ne mensup olan annem tarafindan her Cumartesi kiliseye götürülürdük. Ancak hiçbir zaman gerçek mânâda dindar biri olmadigimi söylemeliyim. Nitekim ondört-onbes yaslarinda iken kiliseye gitmekten tamamen vazgeçmistim. Ailemin diger üyeleri ve akrabalarim Katolik idiler. Bizim neden farkli bir kiliseye mensup oldugumuzu anlayamiyordum. Meksika’ya gittigimizde dügün veya kutlamalar nedeniyle hepimiz Katolik Kilisesi’ne gidiyorduk. Hz. Muhammed (SAV) Allah’in son peygamberiydi ve bütün insanliga gönderilmisti. Kur’an Âdem, Ibrahim, Nuh, Ishak, Davut, Musa ve Isa (Allah’in selami hepsinin üzerine olsun) gibi bütün peygamberlerden net ve anlasilir bir üslupla bahsetmekteydi. Islâm hakkinda aylar süren çalismalar yaptim. Bir kitapçidan kendim için Kur’an alip çalismalarima o sekilde devam ettim. Yine dünya tarihi ve Müslümanlarin bilime katkilarinin anlatildigi eserler okudum. Ispanya’nin neredeyse bin yil kadar bir Islâm diyari oldugunu , sonradan Hiristiyan Kral Ferdinand zamaninda Müslümanlarin ülkeden sürüldügünü, Meksika’ya gelen Hiristiyanlarca Azteklerin ve digerlerinin Katolik olmaya zorlandigini da o siralar ögrendim. Tarih ve Islâmî kökenlerim konusunda zihnim netlesmeye baslamisti. Aylar süren çalisma ve arastirma sonrasinda artik gerçegi daha fazla inkâr edemezdim. Aslinda bunu çok sürüncemede biraktigimin da farkindaydim. Ancak Müslüman oldugum takdirde yasantimi tamamen degistirmem gerektigini de biliyordum. Bir gün Kur’an okurken aglamaya basladim ve diz üstü çökerek bana dogru yolu gösteren Allah’a sükrettim. Sonralari evime yakin bir cami oldugunu ögrendim ve bir Cuma günü Müslümanlarin neler yaptigini, nasil ibadet ettiklerini görmek için oraya gittim. Camide farkli renkten ve irktan pek çok kisinin birlikte ibadet ettiklerini gördüm. Camiye girerken ayakkabilar çikariliyordu ve insanlar hali döseli zeminde oturuyorlardi. Cemaatten biri kalkip ezan okumaya basladi. Ezan o kadar güzeldi ki göz yaslarima engel olamadim. Bu halim ilk bakista garip gelebilir ama o an dogru olduguna inandigim sey buydu. Islâm sadece bir din degil basli basina bir yasam biçimiydi. Camiye birkaç hafta bu sekilde devam ettikten sonra Müslüman olma konusunda kesin kararimi verdim. Bunu ders veren hatibe bildirdim ve sahitler huzurunda önce Arapça sonra Ingilizce kelime–i sehadet getirerek Müslüman oldum Elhamdülillah. “Sehadet ederim ki Allah’tan baska ilhah yoktur ve yine sehadet ederim ki Hz. Muhammed (SAV) O’nun kulu ve elçisidir.” Sözlerimi bitirir bitirmez bütün cemaat birkaç kez “Allahu Ekber!” diyerek sevinç ve coskularini dile getirdiler. Sonra bütün kardeslerim beni tek tek kucaklayip tebrik ettiler. Hayatim boyunca bir gün içinde hiç bu kadar kucaklayanim olmamisti! Kisacasi hayatimin sonuna kadar unutamayacagim bir gün yasamistim. 1997 yilindan beri Müslümanim. Kendiyle ve inanciyla barisik bir insanim. Islâm’a dönüs yaptiktan sonra hayatim gerçekten çok daha iyi oldu . Bunu nasip eden Allah’a ne kadar sükretsem az. Yeni hayatimda öncelikle yarida kalan egitimime devam etme karari aldim ve okulumu bitirip bilgisayar tamircisi oldum. Yine Rahman olan Allah kutlu belde Mekke’ye gidip Hac vazifemi yapmayi da lûtfetti. Her irktan üçmilyon kardesimle birlikte ibadet ettigimiz hac benim için müthis bir hayat tecrübesi olmustu. Aralik 2002’de Fas’ta çok iyi bir Müslüman hanimla evlendim. Bugünün toplumlari ve özelikle gençler pek çok sorunla karsi karsiya bulunuyorlar. Tüm bunlarin cevabi Islâm’dadir . Insaallah hikâyem Latinlerin ve diger tüm irklarin Islâm nuruyla tanismasina vesile olur. Allah hepimizin yardimcisi olsun. İsmi Carol, Amerikalı
Hidâyeti için takdir edilen vakit, 90'lı yıllar. Hidâyete varış hikâyesini kendisinden dinleyelim: Düşünmeye başladığım ilk zamanlardan bu yana Hristiyanlık beni hiç tatmin etmiyordu. Hele bu dinin İsa -aleyhisselâm-'ın Allâh'ın oğlu olduğu şeklindeki akîdesini aslâ benimseyemedim. İlkokul üçüncü sınıfta bir Yahûdi arkadaşım vardı. Dîni beni çok etkilemişti. Yaptığımız sohbetlerde "onun da, benim de ilâhımız olan Allâh'ın eşşiz kudreti" karşısında büyülenmiştim. İlköğretim, lise ve üniversite boyunca Yahûdiliği araştırdım. Ve Yahûdilik dersleri almaya başladım. Bu dinin, Allâh hakkında inanmak istediğim şekline çok yakın olduğunu anladım ve nihayet Yahûdi olmaya karar verdim. Muhâfazakâr bir hahamla görüştüm. Fakat haham, beni bu teşebbüsümden alıkoymaya çalıştı. Ne kadar ısrar etsem de kabul etmedi. Çok üzülmüştüm. Bir süre sonra başka bir Sinagog'da, başka bir hahamla konuşup Yahûdiliğe girmek istediğimi söyledim. Haham: "-O kadar istiyorsan Yahûdiliğe geçebilirsin, ancak öteki Yahûdiler, seni aslâ bir Yahûdi olarak görmezler." dedi. Bu olanlardan sonra, yahudiliğe karşı tüm hevesim kırılmıştı.Başka dinleri araştırmaya başladım. Sırasıyla Budizm'i ve Amerikan yerlilerinin maneviyâtını inceledim. Önceki arayışlarım gibi hiçbir yere varamıyordum. Ve sonunda içimdeki "müteâl ve kudreti sonsuz Allâh" inancıyla yetinmeye karar verdim. Evlenmeye karar verdiğim insanla karşılaşana kadar, İslâm'ı bir din olarak araştırma ihtiyacı hissetmemiştim. Çünkü İslâm'ı, ortaçağda kalmış, hep kan döken, insanlara huzurdan çok savaş vaad eden bir din olarak duymuştum ve doğrusu hiç dikkatimi çekmemişti. Müstakbel kocamla ilk tanıştığımda, onun müslüman olduğunu öğrenince şaşırıp kalmıştım. Kaba ve câhil olduklarını düşündüğüm için, espri yeteneğini, hayata dâir düşüncelerini ve derin bilgisini gördükçe hayrete düştüm. İslâm'la aramdaki buz dağları bu ilk tanışmayla biraz erimişti. Böylelikle bu dîni daha iyi tanımak için incelemem gerektiğine karar verdim. Günler günleri, aylar ayları kovalıyor, araştırma yaptıkça İslâm'ın "hak din" olduğunu görüyordum. Ve İslâm'ın tevhid inancının, yıllardır içimde beslediğim Allâh inancıyla ne kadar yakın olduğunu fark edince, hayretler içinde kaldım. Ve ilk vurgun yediğim an! Hanımlarla toplandığımız dersimizde dinlediğim bir âyet âdeta beni başka âlemlere götürüp, oradan da kendime getirmişti. Bakara Sûresi'ndeki bu âyet, yahûdilerin inek kurban etmelerinden dolayı ilâhî emri sorgulamalarıyla ilgiliydi. Âyet beni öylesine sarsmıştı ki, Allâh karşısında çok büyük bir mahcûbiyet hissetmiştim. Dersin ortasında sesli sesli ağlamaya başladım. Bütün dinlediğim sözlerin ötesinde, Kur'ân yalnızca âhenkli okunuşuyla öyle büyük bir mûcizeydi ki, kararmış gönülleri bile kıskıvrak yakalıyor, câzibesiyle kendine çekiyordu. Aynı akşam, uyumadan önce, Allâh'tan bana yardımcı olmasını isteyerek rastgele Kur'ân-ı Kerîm'i açtım. İlk karşıma çıkan âyeti sesli sesli okumaya başladım: "Peygambere indirileni dinledikleri zaman, âşinâ oldukları hakîkatlerden duygulanarak gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün. Onlar "Ey Rabbimiz, îmân ettik." derler. Sen de bizi hakka şahitlik eden mü'minlerle beraber yaz. Biz Rabbimiz'in bizi sâlihlerle beraber cennetine koymasına can atarken, Allâh'a ve hak olarak bize gelmiş olana niçin îmân etmeyelim. Bu sözlerinden dolayı Allâh onları altlarından ırmaklar akan cennetlerle mükâfatlandırdı." (Mâide, 83-85) Âdetâ nutkum tutulmuştu. Allâh, kelâmı Kur'ân ile benimle konuşmuştu. Allâh Teâlâ'nın beni İslâm'a çağıran son mesajı buydu işte. Kısa bir süre sonra Kelime-i Şehâdet getirerek müslüman olmuştum. Rûhumun özgürlüğe kavuştuğunu hissediyordum.Yahûdilerin beni içlerine kabul etmek istemeyişlerinin aksine, müslüman kardeşler "Allâhu Ekber, Elhamdülillâh, Ehlen ve Sehlen" diyerek beni sevinçle karşıladılar. Onlarla beraber olmak ve ümmetin içinde bir fert olduğumu düşünmek, kalbimi ve rûhumu ısıtıyor. Beni hidâyete erdirdiğinden dolayı âlemlerin Rabbine nihâyetsiz hamd ü senâlar olsun…
Çin’den 5 sene önce İzmir’e gelen Jian Hua Ai, çevresinden ve çalışanlardan etkilenerek Müslümanlığı kabul etti.
Babasının vefat ettiğini belirten Ai, önce camilere gittiğini, İslâm dinini kabul ederken annesindende izin aldığını söyledi.Türklerin ılımlı ve sevecen kişiliğinin altındaki sebepleri araştırdığının altını çizen Jian Hua Ai, bunu Müslümalık olduğun gördüğünü söyledi. Bu yoldan dönüş olmadığını belirten Ai, “Ben hiç bir dini kabul etmiyordum, hiçbir ibadet şekli de bilmiyordum. 1999 yılında İzmir’e geldim. Chinese Restorant Sahibi Haşim Işık ve iş arkadaşlarım bana çok iyi örnek oldu. Onlarla camilere gittim, araştırdım, Müslümanlığı inceledim. Annemle de uzun uzun görüştüm.” dedi.Chinese Restorant’ta düzenlenen ihtida töreninde Menderes İlçe Müftüsü Mustafa Temel ve Ai’nin iş arkadaşları hazır bulundu. Kelime-i şehadet getiren Ai, ismini daha sonra değiştireceğini söyledi. Müftü Temel, Ai’ye İngilizce Kur’ân-ı Kerîm meali ve dinî kitaplar hediye etti.
BİR ABD'Lİ
Sarı saçlı, mavi gözlü 29 yaşındaki Charles Vincent, Kaliforniya’nın Torrance şehrinden. Katolik bir ailenin 8 erkek çocuğunun en küçüğü. Müzikle ilgilendi. 11 Eylül terör saldırılarından sonra Kur’ân-ı Kerim okumaya başladı. Bir kaç ay sonra ise samîmî bir Müslüman oldu. Artık düzenli ibadet yapıyor. İçki içmiyor. Şuayb ismini kullanıyor. Sarı saçlı, mavi gözlü 29 yaşındaki Charles Vincent, Kaliforniya’nın Torrance şehrinden. Katolik bir ailenin 8 erkek çocuğunun en küçüğü. Müzikle ilgilendi. 11 Eylül terör saldırılarından sonra Kur’ân-ı Kerim okumaya başladı. Bir kaç ay sonra ise samîmî bir Müslüman oldu. Artık düzenli ibadet yapıyor. İçki içmiyor. Şuayb ismini kullanıyor.Müslüman olmasından beri geçen 3 sene içinde İslâma hergün daha fazla bağlanıyor. Müslüman olan beyaz Avrupalı ve Amerikalılar’ın sayısındaki artışa dikkat çeken Vincent, İslâmın sadece “diğer” insanların dini olmadığını fark ettiğini belirtiyor. Laweekly adlı ABD’de yayınlanan bir dergide kendisiyle röportaj yapılan Vincent, “Her gün bir önceki güne göre daha fazla şaşırıyorum. En son bağlanmak istediğim din İslâmdır. Ağzımdan en son çıkmasını istediğim kelime Allah’tır. İslâm beni içinde bulunduğum en büyük bir delikten çıkardı" şeklinde konuştu.
HASTALIK, ENDİŞE, DUÂ, KURTULUŞ VE İSLÂM’LA TANIŞMA
Vincent, Müslüman olmaya karar verdiği süreci şöyle anlatıyor: “Las Vegas’tan arkadaşım Joe ile bir kulübün dışında bir kızın kaldırım kenarına kustuğunu gördük. Joey’in kamerası vardı, fotoğrafını çekmek istedik. Flaş patlayınca kızın erkek arkadaşı bize bakarak ‘Siz bunun eğlenceli olduğunu mu düşünüyorsunuz?’ dedi biz de ‘Evet, eğlenceli’ diye cevap verdik. Ağız dalaşı yaptık, kızın erkek arkadaşı dövüşmeye hazırdı. Cumartesi gecesi ilerleyen saatlerdi. Caddeye yüzlerce kişi toplandı. Kızın diğer erkek arkadaşları da toplandı. Sonrası, caddede 3 kişi tarafından sürüklendiğimi hatırlıyorum. Biri gözüme vurdu. Joey kayboldu, fakat bir blok aşağıda oturan Faslı bir arkadaşım bağırışları duyup koşarak geldi. Neler olup bittiğini görünce beni dövenlerle kavga etti. Sonunda polis geldi ve durumumu görerek ambulans çağırdı.”Gözünün kenarlarında kan toplandığını ve şiştiğini ve daha sonra kanamaya başladığını kaydeden Vincent, hastaneden gözü bantlanarak ayrıldığını kaydederek, “Hastaneden çıkınca Müslüman birinin Kur’ân-ı Kerim kopyalarını sattığını gördüm. Bunlardan birini satın aldım fakat hemen okumadım. Bir kaç gün sonra gözüm görme kabiliyetini kaybetmeye başladı. Enfeksiyon kapmış. Doktorlar, diğer gözün de zarar görmemesi için gözümü almaları gerekebileceğini söylediler. 11 Eylül saldırılarının hemen öncesinde 2 geceyi Manhattan’ın batısındaki St. Vincent’s Hastanesinde yattım. Gözlerimin her ikisi de bandajlandı. Kör olmaktan endişe etmeye başladım” diyor. Kendi kendine “Nerede hata yaptım? Kaliforniya’da iyi bir aileden gelmiştim, neden bunlar başıma geldi” sorularını sorduğunu kaydeden Vincent, o zamanki duygularını şöyle anlatıyor: “Hastanedeyim. Gözümü kaybetmek üzereyim. Bu nasıl oldu? Neden bana oldu? Gözlerim bandajlı iken hayatımda ilk kez duâ ettim. Gözümü kaybetmezsem Allah’a bütün kalbimle ibadet edeceğimi söyledim.” Duâsının kabul edildiğine inandığını söyleyen Vincent, “Ertesi sabah doktorlar gözlerimdeki bandajları kaldırdılar. Ve hasta gözüm geri geldi ve görüyordum. Hemen lazer ameliyatı için ameliyat odasına aldılar.
11 EYLÜL’DEN SONRA
11 Eylül’de gözümde bir yama hastaneden çıktım. Faslı bir arkadaşın kuzeninin evinde kalmaya başladım. Faslı anne Kasablanka’dan geldi ve uçaklar Dünya Ticaret Merkezi binalarına çarptılar. Dehşet içinde kaldık” diyor. Terör saldırılarından sonra, Kur’ân-ı Kerim’i okumaya başladığını ve okudukça daha fazla okuma isteğinin hasıl olduğunu kaydeden Vincent, “İkinci sûrede şöyle diyor ‘Bu kitapta hiç şüphe bulmazsınız. Çelişkiler yoktur...’ Okudukça anlıyorsunuz ki, bu bir insan tarafından yazılmamış. Bu kitapla diğerleri arasında açık bir fark vardı. En şaşırtıcı olanı ise, diğer kitabın yani İncil’in doğrusunu açıklı-yor. Kur’ân’da İncil’den bahsedili-yor. Bu kitaba tamamen bağlandım” şeklinde konuşuyor. Vincent, şu anda taksi şoförlüğü yapıyor, namazlarını mümkün mertebe camide cemaatle kılıyor ve İslâm’ın 5 şartını yerine getirmeye çalışıyor.
İbrahim Karlsson’un gerçeğe yolculuğu
SIRADAN diye tabir edebileceğim, ancak birbirini çok seven bireylerden oluşan İsveçli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldim. Dinle pek alâkamız yoktu. Yirmi beş yaşına kadar Tanrı’nın varlığını veya maneviyata ilişkin konuları hiç önemsemeden yaşamıştım. Yani materyalist dünya görüşüne sahip biriydim. Lise yıllarında tam bir kitap kurduydum ve zamanımın çoğunu okul kütüphanesinde geçirmekteydim. Bir keresinde Kur’an’ın İngilizce meâlinden bazı bölümleri okuma fırsatım oldu. Tam olarak hangi kısmı okuduğumu hatırlamıyorum. Ancak okuduklarım bana çok anlamlı gelmişti ve etkilenmiştim.Yine de dinden uzak bir hayata devam ediyordum. Benim dünyamda Tanrı’ya yer yoktu ve O’na ihtiyaç da duymuyordum. Kâinatın nasıl işlediğini açıklayan bir Newton vardı ve bu da yeterliydi. Zaman geçti ve okuldan mezun olup işe başladım. Biraz para kazanınca kendi evime geçtim ve ilk olarak harika bir bilgisayar satın aldım. Aynı zamanda amatör olarak fotoğrafçılıkla uğraşıyor, hemen her gün çevremde ilginç bulduğum manzara ve olayları fotoğraflayarak, arşiv çalışması yapıyordum. Bir gün bir pazar yerinde, tele lens kullanarak uzaktan çekimler yaptığım sırada öfkeli bir göçmen yanıma kadar gelerek annesinin ve kız kardeşlerinin resimlerini çekmeme kesinlikle izin vermeyeceğini ifade etti. Şu Müslümanlar ne garip insanlardı ...Bundan sonra İslâm’la ilgili birkaç olay daha yaşadım. O an için, neyi niçin yaptığımı tam olarak açıklamam mümkün değil. Mesela İsveç’teki “İslamî Bilgilendirme Merkezi”ni arayıp onların süreli haber bültenine neden abone oldum? Veya Yusuf Ali’nin Kur’an tercümesini ne niyetle aldım? Ayrıca İslamî konuları çok güzel ele alan “İslâm–İnancımız” adlı kitabı ne diye satın aldım? Tüm bunlar belli bir düşünme sürecinden sonra alınıp uygulanmış kararlar değildi. Sebep aramaksızın tüm bunları yapmıştım .Kur’an’ın neredeyse tamamını okudum ve bu kitabın hem güzel hem mantıklı olduğunu düşündüm. Ancak kalbimde hala Tanrı’ya yer yoktu. Ertesi yıl “Güzel Ada” diye bilinen yerde sonbahar resimleri çekmekteyken bir anda o güne kadar yabancısı olduğum duyguların içimi kapladığını hissettim. Sanki çok büyük bir bütünün küçücük bir parçasıymışım gibi geldi. Tanrı’nın evreninde minicik bir parça. Daha önceleri hiç böyle bir şey hissetmemiştim. Bu harika bir duyguydu! Tamamen rahatlamış ve yepyeni bir heyecan dalgasıyla dolmuştum. Hepsinden önemlisi artık nereye dönsem her yerde Tanrının varlığını görüyor ve hissediyordum. İçimdeki gerçeği bulmam zannettiğimden daha az zaman aldı. Bir akşam otobüsle işten eve dönerken etrafımdaki insanların çoğu uyuklamaktaydı. Bense gökyüzüne dağılmış bulutları turuncu ve pembeye boyayarak batmakta olan güneşi hayranlıkla seyretmekteydim. Tanrı dünyayı ne güzel yönetmekteydi. Bizler hissiz robotlar değildik. Öyleyse yaratılıştaki mükemmelliği sadece kimya ve fizik gibi bilimlere bağlı olarak anlayamazdım. Kalbimin fizik ötesi açıklamalara ve tatmin olmaya ihtiyacı vardı.Bir sabah uyandığımda aklıma ilk gelen düşünce, bana fırsatlarla dolu yeni bir günü bahşeden Tanrı’ya ne kadar minnettar olduğumdu. Bu halim öylesine doğaldı ki, sanki hayatım boyunca her sabah böyle uyanıyormuşum gibi hissettim.Bu tecrübelerden sonra Tanrı’nın varlığını inkar edemezdim. Fakat yirmi beş yıllık bir inkar döneminden sonra bunu hemen kabûllenmek ve inanç sahibi olmak kolay değildi. Artık dönülmez bir noktadaydım. Tanrı bir şekilde bana yol gösteriyordu. Kafamı karıştıran konularda daha fazla okumalar yaptım. Sonunda cesaretimi toplayarak en yakındaki camiyi aradım ve buradaki Müslümanlarla bir görüşme yapma isteğimi belirttim. Daha önceleri defalarca önünden geçtiğim halde durup ziyaret etmeyi düşünmediğim camiye bacaklarım titreyerek girdim. Burada çok iyi insanlarla tanıştım. Okumam için bir çok kitap temin ettiler ve kendilerini evlerinde ziyaret etmem için plânlar yaptılar. Tüm anlattıkları ve sorularıma verdikleri cevaplar son derece mantıklıydı. Bundan sonra İslâm hayatımın önemli bir parçası haline geldi. Düzenli olarak dua etmeye başladım ve ilk kez Cuma namazına gittim. En arkada durmama ve imamın söylediklerinden bir şey anlamama rağmen böyle bir ibadet çok hoşuma gitmişti. Hutbeden sonra hepimiz bir araya gelerek safları oluşturduk ve namaza devam ettik. Bu, İslâm’a yolculuğum sırasında yaşadığım en harika tecrübelerden biriydi. Saflar halinde birlikte hareket eden bu iki yüz adam son derece samimi duygularla sadece bir tek Allah’ın adını yüceltmeye yönelmişlerdi. Ne harika! Yavaş yavaş zihnim kalbimle hem fikir olmaya başladı. Kendimi Müslüman olarak zihnimde canlandırmaya çalışıyordum. Fakat gerçekten İslâm’ı din olarak benimseyebilir miydim? İsveç’teki devlet kilisesini çoktan terk etmiştim. Peki günde beş vakit namaz kılabilecek miydim? Yeme alışkanlıklarımdan vazgeçmek kolay olacak mıydı? Ailem ve arkadaşlarıma ne demeli? Müslüman kardeşlerimden Ömer’in İslâm’a dönüş yaptığı için ailesi tarafından akıl hastanesine yatırılmak istendiğini hatırlıyorum da.. Ben bu tür tepkileri göğüslemeye yeterince hazır mıyım ? Yaz tatili başladığında kararımı verdim. Müslüman olmalıydım! O yaz her zamankinden farklı olarak günler serin geçiyordu. Başka zaman olsa güneşli bir tatil gününde hiçbir şey beni denize gitmekten alıkoyamazdı. Haberlerden sonra izlediğim hava durumu programında ülke haritasının hemen sağ üst köşesinde kocaman bir güneş yer alıyordu. Yarın, ertesi gün, bir sonraki gün.. derken günler geçti. Hava hala bulutlu ve rüzgarlıydı... Sanki Tanrı zamanımın artık dolduğuna işaret ediyordu. Daha fazla bekleyemezdim. Banyo yapıp, temiz kıyafetler giydim. Bir saatlik yolu kat edip camiye gittim. Camide kardeşlerime isteğimi ilettim ve öğle namazından sonra kardeşlerimin şahitliğinde şehadet getirerek Müslüman oldum. Beni rahatlatan bir diğer husus ailemin ve arkadaşlarımın tercihime saygı duymaları ve beni böyle kabullenmeleriydi. Biraz şaşırmadılar değil. Günde beş kez namaz kılmak, domuz eti yememek gibi hususları zamanla vazgeçeceğim garip gelenekler olarak görüyorlar. Ancak Allah’ın yardımıyla onlara yanıldıklarını göstereceğim ve iyi bir Müslüman olma yolunda gayretlerim devam edecek.
Müslüman olan genç bir Ortodoks kızın kendi kaleminden hikayesi: Hz. İsa ve Meryem’le ilgili ayetlere çarpıldım
Dünyadaki en büyük trajedi hangisidir? En acıklı biten hayatı kim yaşadı yeryüzünde? Kim ne derse desin bence en büyük trajediyi Tolstoy yaşadı.Ne hazin sondur onunkisi, ne kadar yürek parçalayıcı. Üç-beş satırla tanıtıldığı cümlelerde genellikle şunlar sıralıdır. “Tolstoy’un kendisini tanıma ve Allah’a ulaşma çabası bütün bir ömrüne tekabül eder. Ömrü boyunca anlaşılamamıştır. Onu anlamayanlar güruhuna karısı ve en yakınları da dahildir. Ömrü boyunca bir arayışın pençesinde kıvranmış bu adam sonunda 82 yaşında iken yağışlı bir gecede evden kaçtı ve yolda hastalandı. 7 Kasım 1910’da mütevazı bir tren istasyonunda yolculuğunun ilk durağı olan İstanbul’a hareket etmek üzereyken hayata gözlerini yumdu.” Nereye gidiyordu Sultanahmet’e mi, Eyüpsultan’a mı? İçindeki boşluktan mı kaçıyordu? Yoksa en temiz tevhid inancının parlattığı alınların indiği bir secde menzilinde aradığı Rab ile buluşmaya mı gidiyordu? Ah ne hazin bir sondur onunkisi. “Tatmayan bilmez.” demişler, o talihsiz dâhîyi ancak ben bilirim.
Gizlice vaftiz edildim
İnancı güçlü olmayan bir baba ile sade bir Ortodoks annenin çocuğu olarak Ukrayna’da dünyaya geldim. Babam beni köy kilisesinde gizlice vaftiz etmiş. Komünizmin bütün yasaklarına rağmen annemden gelen “tek tanrı” inanışı ile büyüdüm. Paskalyayı seviyordum. Elimden geldikçe paskalyadan evvelindeki kırk gün süren perhizi (oruç) tutmaya çalışıyordum. Paskalyadan önceki “Temiz Perşembe”yi ailecek heyecan içinde beklerdik. “Ben kimim, neciyim, nereden geldim?” bunların bir anlamı yoktu benim için o zamanlar. Yalnızca iyi bir üniversite okumak suretiyle iyi bir geleceğe hazırlanmak vardı, o kadar. Oldukça parlak bir öğrencilikten sonra ülkenin en iyi üniversitesinde öğrenim dili İngilizce olan işletme fakültesini okudum. Yirmi yaşına gelinceye kadar hayat oldukça güzel geçmişti. Artık cevapsız soruların cenderesine düşmüştüm. Bir çekirge sürüsü gibi binlerce soru üşüştü beynime. Tanrı, İsa, insan, dünya, hayat, ölüm, cennet cehennem sonsuzluk... Tesadüf, tabiat, yaşam, ölüm... Sonra yokluk, ebedi yokluk. Bütün bu düşünceler bir sülük olup beyin zarımı emiyor; ama ben onlara bir cevap bulamıyordum. Kendimi karanlık bir odada yapayalnız hissediyordum. Kurtulmak için ne zaman bir hamle yapsam her seferinde dipsiz bir boşluğa yuvarlanıyordum. Ve bu boşluktan helezonlar çize çize düşüyordum. Ne bir ışık vardı ne de tutunacağım bir dal. Hepsinden beteri ruhumun çığlıklarını hiçbir kulağa işittiremiyordum. (Oysa o çığlıkları duysalardı aslanların, ödleri kopardı.) Etrafımdaki hiç kimse beni anlamıyordu. Dolayısıyla yardım edemiyorlardı. Bu bir yana “gençsin başarılısın ye, iç, gez-dolaş, bırak kendini bu kadar yıpratmayı.” deyip kızıyorlardı. Sanki bunları istemiyormuşum gibi. Hayatı bana zehir eden düşüncelerden kurtulmak için akıl oyunlarından, deli saçmalıklarına varıncaya kadar her yolu denememişim sanki. Olmuyordu ama, olmuyordu işte. Yaptığım her şey bir pansumandan öteye geçmiyordu. O zamanlar benim için en mesut anlar, düşünmemeyi becerebildiğim anlardı. Bu anlar geçtiğinde ise geriye yine boşluk yine karanlık ve yine sop soğuk bir yalnızlık kalıyordu... Bitkin gündüzleri ve uykusuz geceleriyle tam beş sene bu azabın kucağında çırpındım durdum. Hastahane hastahane dolaşmalar psikologdan psikologa koşmalar... Ama bir netice yoktu. Bütün bu girdapta tek tesellim anneciğimden aldığım inancımdı. Acılar da sevinçler de Tanrı’dandı. Uykusuz gecelerim boyunca beni bu durumdan kurtarması için hep O’na yalvardım durdum. Sonunda çareyi başka bir ülkeye gitmekte bulacağıma inanarak evimden ayrıldım. Daha doğrusu içine düştüğüm karanlıktan kaçtım Tolstoy gibi.
Karanlık benim içimdeymiş
Yüksek lisans yapmak üzere girdiğim imtihanı kazandım ve Avusturya’nın yolunu tuttum. Yeni bir ülke, yeni bir çevre ve yeni insanlar... Karanlık odanın Ukrayna’da kalacağını zannediyordum. Ama olmadı. Bu bir yana, karanlık odam bütün Avusturya’yı içine alacak kadar büyüdü. Şimdi anlıyorum ki karanlık benim içimdeymiş. Bu şekilde değil Avusturya’ya, güneşe bile gitseydim bir tek ışık devşiremezdim. Güneşte bile karanlığa gömülü kalmak ne korkunç, ne tuhaf... Bu hal içerisinde kalabalıklar arasında yalnız, ampuller altında ışıksız ömrümü geçiriyordum. Yeryüzünde ‘Tam anlamıyla yalnızlığı sadece biri yaşamıştır’ dense; tereddütsüz ‘o benim’ derim. Aslında pek çok arkadaşım vardı. Ama dar gününde yanında olmadıktan sonra sebebi ne olursa olsun bunaldığın anlarda başını yaslayacağın bir omuz olmadıktan sonra insan binlerin milyonların içinde tek başına kalıyor. Bu anlamda tam anlamıyla yalnızdım. Yapayalnız. Günler geçiyordu, hiç kimse olmuyordu yanımda. Ne bir arkadaş ne bir telefon ne de bir mektup. Bir ben vardım bir de boşluk... Bir ben bir de yalnızlık...
Dua et çocuğum
Dıştan bakıldığında okuluna giden, derslerinde başarılı geleceği parlak biri olarak görülüyordum. Ama içimdeki fırtınalardan kimsenin haberi yoktu. Kendimi oyalamazsam delirebilirim düşüncesiyle kitaplara sarıldım. Coelho, Tolstoy, Turgenyev’i okuyor, Ahmatova’nın şiirlerini ezberliyordum. Sonra, kendim bir şeyler yazıyor, dil öğreniyordum… Çok ciddi bir şekilde İncil okuyor, Tanrı’ya, O’na olan sevgimi kuvvetlendirmesi ve beni doğru yola iletmesi için yalvarıyordum. Yalnızlığımı paylaşmak üzere internetteki Ortodoks sitelerine üye oldum, yazıcım durmadan İncil’den hikayeler yazıyordu. Bir papazla yazışıyordum bir de dinî eserler basan bir matbaa sahibiyle. Bilgilerimi güçlendirmek, beynimi kemiren sorularıma cevap bulmak ve içimi saran yalnızlıktan kurtulmak için bu sitelerin sohbet odalarına giriyor, insanlarla sohbet ediyordum. Ancak bu dinî sohbet odalarında da diğer internet ortamlarındaki tiksindirici konuşmalar bu teşebbüsümden beni hemen vazgeçirdi. Beynimi kemiren sorularımın cevaplarını bulmak niyetiyle kiliseye gidiyor, papazlarla konuşuyordum. Fakat umumiyetle bütün sorularımı, özellikle Tanrı ile alakalı olanlarını nazikçe geri çeviriyor ve sadece, “Dua et, çocuğum!” diyorlardı. Ben de dua ediyordum. Ama İsa’ya değil, Tanrıya. Ve anlamadığım, neden insanların İsa’ya dua ettikleriydi. Dünyayı da İsa’yı da yaratan Tanrı’ydı. Hal böyleyken neden yalnızca Tanrı’ya dua edilmiyordu?
Ben de istasyondaydım
Ne kitaplarda ne Ortodoks sitelerinin sohbet odalarında ne de kilisede tam olarak aradığımı bulamamıştım. Ve bir gün bir istasyondaydım, Tolstoy gibi. O karanlık odadan nasıl kurtulacağımı bilememenin acziyle, çaresiz öyle kendi halimde bekliyordum. Gözlerim anlamsız bakışlarla istasyonu tararken benim yaşlarımda bir kıza ilişti. Başında beyaz bir eşarp, üzerinde de yine beyaz bir takım vardı. omuzunda bir notebook. “Ne kadar şık ve ne kadar da zarif!” diye geçirdim içimden. O an ne olduysa birden bana döndü, göz göze geldik. Simasında nasıl bir parlaklık vardı öyle... Gözlerinde nasıl bir aydınlık. Gencecik yaşına rağmen bütün muammaları çözmüş bir bilgenin dinginliği vardı yüzünde. Telaşsız, kendinden emin, duruşu mütevazı, bakışları sevgi doluydu. Ya dudağındaki tatlı tebessüm... Tarif edemem. Hayran hayran öylece seyrettim. Utanmasam yanına gidecek tanışacaktım. Ve yalvaracaktım ona “Tanrı aşkına bu huzurlu tavrından bana da biraz ver. Gözlerindeki aydınlıktan da, dudağındaki tebessümden de... ne olur!.. ne olur!..” diyecektim. Fakat biraz sonra bir tren geldi ve onu alıp götürdü. Onun gibi olmak istedim o an. Beyazlar içindeki o zarafet, o dinginlik beni çarpmıştı.
Yeni dostlarım... Benim dostlarım...
Ruhumda kıvılcımlar saçıp kaybolan o örtülü kızdan sonra onun gibi örtünen kızlardan üniversitede bir hayli arkadaş edindim. Beni Ramazan ayında bir iftara çağırdılar. Gittim. Onlardaki Tanrı’ya olan kuvvetli iman ve O’na (cc) olan samimi ibadetleri çok hoşuma gitmişti. Çünkü ben Tanrı’yı çok seviyordum.Onların yanında kendimi yabancı hissetmiyordum. Bu bir yana, onların yanındayken çok sevdiğim Tanrı’ya biraz daha yakınlaştığımı hissediyordum. Bana hiç mesafe koymadılar. Kendilerinden biriymişim gibi davrandılar. Hıristiyanlığımdan dolayı ayıplayıcı tek bir bakışa bile maruz kalmadım. Çevremdeki Müslüman kızlarda da erkeklerde de durum böyleydi. Onlarla oturup konuşuyorduk. Bu konuşmalarda bana ille “Müslüman ol!” telkiniyle karşılaşmadım. “Bizde böyle, sizde nasıl?” ifadesi sohbetlerimizin kilit cümlesiydi çoğu zaman. Yalnızca bana bir şeyler anlatmakla kalmıyorlardı. Benden, tuttuğum perhizin (orucun) önemini, dualarımızın ve ikonalarımızın anlamını da soruyorlardı. Ben de bildiğim kadarıyla anlatıyordum. Onların yanında öyle huzurluydum ki anlatamam... Gerçi karanlık odama henüz ışık süzmüyordu; ama olsun, en azından artık yalnız değildim. Artık dostlarım vardı. yeni dostlarım... Gerçek dostlarım.
Allah birdir müteaddit olamaz
Yeni dostlarımla yaptığım sohbetler yepyeni ufuklar açıyordu önümde. “Dünyadaki bütün güller aynıdır. Bütün elmalar, arılar, insanlar aynıdır. Yani aynı fabrikanın malıdırlar, aynı tezgahta dokunmuşlar. Yani yaratanları bir ve tek. O da Allah’tır ve Allah birdir, müteaddit olamaz.” İslam dininin Tanrı, iman ve peygamberler hakkında söylediklerinin hepsini kabul ediyordum. Kur’an’ın İsa (as) hakkındaki ayetleri beni adeta çarpmıştı. Meryem (r.anha) adına bir surenin var olması da beni çok etkilemişti. Zira İncil’de bile Meryem adına bir sure yoktu. Bunun yanında Kur’an’ın Türkiye’de de Endonezya’da da aynı olduğunu, bu insanların aynı anda ibadet edebildiklerini öğrendiğimde de çok şaşırmıştım.
“Tanrım bana bir ışık ver!”
Paskalyaya kırk gün kaldığında yani biz Ortodokslar için oruç günleri başladığında bu sefer bütün ciddiyetimle onu tutmaya çalıştım. Maksadım kendisini ne kadar çok sevdiğimi Tanrı’ya göstermek ve ispat etmekti. Bu arada beni doğru yola iletmesi için geceler boyu O’na dua ediyordum. Yeni dostlarımın bana anlattıklarını uzun uzun düşünüyor, söylediklerinin gerçek olup olamayacağına ulaşmaya çalışıyordum. Beynim düşüncelerin arenasına dönmüştü. Fikirler kafamda çarpışırken bir neticeye varamamanın ıstırabıyla kıvranıp duruyordum. Bu minval üzere oruç tutuyor, ağlıyor ağlıyor ve bana bir ışık göstermesi için dua ediyordum. Sonunda çok önemli bir şeyi anladım: Bir tek Yaradan yarattı bu kainatı. Bizi de o yarattı. Bu dünyayı bizim için O donattı. O bizim sahibimizdir. O’na ulaşacak bir yol bulmak da bizim vazifemizdir. Evet bunu anlamıştım; fakat Tanrı’ya giden yol hangisidir? Bugüne kadar devam ede geldiğim inancım mı yoksa İslam mı? Ah yine sancı, yine gözyaşı, yine ıstırap... ıstırap. Ardından dua... dua... Tanrım bana bir ışık ver. Tanrım beni sevdiğin yola ilet. İslam’ın neredeyse her şeyini kabul ediyordum ama ben bir Hıristiyan’dım. Hatta bazen “Tanrım neden beni bir Müslüman olarak yaratmadın?” diye söylenirdim. Bir gün internetten “chat”leştiğim bir kadına bunu sordum. O da bana bir mesaj gönderdi.
Ve İbrahim gibi.. Ve İsa ve Üzeyir gibi.. Ve Musa ve Harun gibi..
Mesajı okudum. Okuduklarıma inanamadım. Bir daha okudum, sonra bir daha, ardından bir daha. Yerimde duramaz olmuştum. Her zerrem heyecandan titriyordu. Avazımın çıktığı kadar haykırmak istiyordum. Odanın içinde birkaç tur attıktan sonra yeniden masaya oturdum ve mesajı bir daha okudum. Mesaj Hz. Muhammet’in bir sözüyle başlıyordu: “Her doğan çocuk İslam fıtratı üzerine doğar. Sonra ebeveynleri tarafında Yahudi ve Hıristiyan yapılır.” Demek ki Tanrı’ya serzenişim boşunaymış. Demek Tanrı beni Müslüman olarak yaratmış. Bana bu maili atan hanımefendi “Kitab-ı Mukaddes’e göre Hz. İsa’nın son on iki saatini anlatan Tutku filmini seyrettiğini söyleyerek şunu yazmıştı: “Film, Hz. İsa’nın orijinal dili olan Aramca ile seslendirilmişti. Ve filmde ‘İsâ Tanrı’ya Allah diye hitap ediyordu. Yani Müslümanların hitabı gibi... Müslümanlıkla Hıristiyanlık arasındaki tek benzerlik bu da değil. En önemlilerini senin için yolluyorum.
Namaz:
-“Müslümanların nasıl namaz kıldığını görmüşsündür. Ayakta durur Kur’an okuruz, sonra rükua gider kalkarız, sonra yüzüstü kapanıp secde yaparız. Kitab-ı Mukaddes’i dinle: Mezmurlar 95:6: Gelin secde kılalım ve rüku’a varalım; bizi yaratan Rabbin önünde diz çökelim! Sayılar 16:20-22: …Ve Musa ve Harun yüzleri üzerine yere kapandılar… Tekvin 17:3: Ve İbrahim (as) yüzüstü yere kapandı… Çıkış 34:8: Ve Musa (as) acele ile rükua gitti ve ibadet etti. Nehemya 8:6: Ve Üzeyr (as) büyük Rabbi takdis etti. Ve bütün kavim ellerini kaldırarak amin amin diye cevap verdiler. Ve rükua gittiler, secdeye kapanarak Rabblerine ibadet ettiler. Matta 26:39: İsâ (as) yere kapanıp… dua etti… Matta 17:6: Ve havariler yüzleri üzerine yere kapandılar… Netice: İslâm Hz. Muhammed (as) ile başlamış bir din değildir. İslâm Hz. Adem (as) ile başlayıp Nuh (as), İbrahim (as), Musa (as) ve İsâ (as) gibi büyük resullerle devam eden ve Hz. Muhammed (as) ile kendisine son nokta konulan bir dindir. İslâm yeni bir din değil, bilakis bu peygamberlerin geleneğini canlı tutan Allah’ın ilk ve tek ve son dinidir. Kitab-ı Mukaddes’te diğer peygamberler ve kavimler için anlatıldığı gibi bugün ibadet etmeden önce su ile temizlenen kimlerdir? Müslümanlar! Bugün hâlâ daha başını öne eğip yüzünü yere sürterek namaz kılan ve ellerini kaldırarak dua eden kimlerdir? Müslümanlar! Bugün kendisini örterek ibadet eden ve kapanarak haram nazarlardan kendisini koruyan kimdir? Müslüman kadınlar! Öyle ise bugün diğer peygamberlerin izinden giden ve hâliyle Kitab-ı Mukaddes’in de tahrif olmamış aksamını tatbik eden kimdir? Müslümanlar! Demek bir Hıristiyan Müslüman olsa dinini terk etmiş olmuyor, bilâkis kendi kitabında anlatıldığı üzere kulluk dairesine girmiş oluyor. Size naklettiğim onlarca Kitab-ı Mukaddes ayetinden sonra Kur’an’dan bir ayetle yazıma son veriyorum.
“İlahımız ve İlahınız birdir ve biz O’na Müslümanlar olarak teslim olmuşuzdur.’’
Bu mesajı kaç kere okudum hatırlamıyorum. Kalbim göğüs kafesini kıracak gibi atıyordu. Gözyaşlarıma mani olamıyordum. Sonunda yazının son cümlesini içimden gele gele söyledim. “İlahımız ve ilahınız birdir.” Evet, evet “İlahımız ve ilahınız birdir”. Ve ben de artık bu dakikadan itibaren Müslüman olarak O’na teslim oluyorum. “Teşekkürler Tanrım... Teşekkürler tan... Allah’ım!.. Allah’ım!.. Allah’ım!..”
Bismillah...
Müslüman olduktan sonra serin meltemler esmeye başladı yıllarca kavrulmuş yüreğimde. Artık tek bir anı bile ziyan etmek istemiyordum. O gün öğlen vakti ilk namazımı kıldım. Yalnızca bismillah demesini biliyordum. Gerçek dostlarımın yaptığı gibi ellerimi omuz hizasında kaldırdım ve “bismillah” dedim. Tarifsiz bir hal sardı bir anda beni ellerimi kalbimin üstünde birleştirir birleştirmez gözlerimden yaşlar süzüldü. Anlatamayacağım duygular içerisinde bildiğim tek şeyi tekrarlayıp durdum. Bismillah... bismillah... bismillah. ne muhteşem bir şeydi Allah’ım. Bismillah dedikçe önceki düşüşlerime inat helezonlar çize çize yükseliyordum sanki. Bir hayli durduktan sonra bismillah deyip rukuya vardım. Bismillah... bismillah... bismillah... Doğruldum bismillah. Sonunda yıllarca dolaştığım çöllerde kavrulmuş dudaklarım suya erdi. Damarlarımı kurutan beyabanın içinde bir vaha gibi adeta kendimi secdeye attım bismillah. Ve bismillah...bismillah...Allah, Allah... Bismillah. Yıllarca aradığım senmişsin. Uykusuz gecelerde andığım senmişsin. Daha neler söyledim, neler hissettim anlatmam mümkün değil. Dillerin dönmediği, kelimelerin iflas ettiği yerler az değil ki. Bütün hissettiklerimden öte bir şey vardı ki nasıl söylesem, nasıl söylesem bilmem ki kalbimin derinliklerinde Allah’ın hoşnut olduğunu hissediyordum. Aslında bu kadar cümleyi boşuna yazdım. Söylenecek en güzel şey baştan başa yalnızca bismillah ile kılınan o ilk namaz, anlatılmaz.
Ve ışıklar aktı karanlık odama
Tarifler üstü bir hal ile kılınan o namazdan sonra kitaplara sarıldım. Geceler boyu okudum, okudum. İslamiyet’i öğrendikçe bütün sorularıma cevap buluyor, Hz. Muhammed’i tanıdıkça da Allah’a yaklaştığımı hissediyordum. Hayat, dünya, ahiret ve insanla alakalı ne varsa kafamda yerli yerine oturmuştu. Hayatıma bir mana gelirken içimin dağlarına güneş doğmuştu. Duvarları yıkılmıştı karanlık odamın. Artık ne beni hapseden duvarları vardı ne de bunaltan karanlığı. Güneş... Işık.. İslamiyet’le gelen ışık beni öyle etkiledi ki kendime ikinci bir isim verdim: “solnyeçnıy luç”, yani güneş ışığı. Şimdi keşke güneş ışığı olsaydım diye düşünüyorum. İslam güneşinin ışıkları olarak karanlığın kuytularında vaktiyle benim gibi kıvranıp duran insanların âlemine aksaydım.Aileme henüz kararımı açıklamadım. Bunun için uygun zamanı bekliyorum. Ve onlar için sürekli dua ediyorum. Halen uluslararası işletmecilik ve yönetim üzerine master yapmaya devam ediyorum. Bir yandan da bir Amerikan şirketinde proje müdürü olarak çalışıyorum. Ama hayalimi bütün ailemle aynı anda secdeye varmak süslüyor. Ben, annem, kardeşim ve babam... Başımızı secdeye mıhlamış yalnızca bismillah, bismillah deyişlerimizi hayal ediyorum. Ve ilk namazımda kalbimin derinliklerinde hissettiğim duyguları bir kere daha yaşamayı umuyorum. Rabbimin bana tebessüm ettiğini bir daha hissetmek istiyorum.
-
Cevap: Müslümanlığı seçenler
'Rap'in Prensesi Müslüman Oldu
Fransa'da ünlü rap yıldızı Diam's'ın Müslüman olduğu ve örtündüğü ortaya çıktı.
Laikliğin en katı uygulandığı Avrupa ülkelerinden Fransa'da ünlü rap yıldızı Diam's'ın Müslüman olduğu ve örtündüğü ortaya çıktı. Birkaç yıl önce devlet okullarında dinî sembollerin taşınmasını yasaklayan ülke, şimdi de çarşaf ve burka ile sokağa çıkılmasını yasaklamayı tartışıyor.
Örtünün kadınları 'esirleştirdiği' ileri sürülen böyle bir ortamda "rap'in prensesi" olarak bilinen ünlü yıldızın İslam'ı seçerek örtünmesi büyük yankı uyandırdı.
Babası Kıbrıslı, annesi Fransız olan sanatçının asıl adı Mélanie Georgiades. Ancak o Diam's adıyla ünlü oldu. 2003 yılından itibaren çıkarttığı CD'lerle erkek egemenliğindeki rap dünyasında yer edinmeyi başaran Diam's'ın 2007′deki cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi Sarkozy için yaptığı "Halkı değil sadece kendini seviyor." açıklaması dikkat çekmişti.
Nicolas Sarkozy'yi şarkı sözleri ve açıklamarıyla hedef aldı. 2007′de cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turundan sonra Sarkozy için "Onu sağcı bir adam olarak değil, tehlike olarak görüyorum. Halkı değil sadece kendini seviyor." şeklinde açıklamaları dikkat çekmişti. Diam's, son bir yıldır ortalıkta gözükmüyordu. Paris Match dergisi, geçtiğimiz günlerde ünlü yıldızın "dönüşünü" duyurdu. "Diam's yolunu arıyor" başlıklı dosyada şarkıcının, yeni evlendiği Müslüman eşiyle birlikte bir camiden çıkarken çekilen başörtülü fotoğrafı yayımlandı. Ünlü yıldızın yeni hali herkesi şaşırttı. Depresyona girdiği iddia edildi. Fransız medyasında çıkan bazı haberlerde, Diam's'ın yeni değil, aylar önce Müslüman olduğu, bazı gazete ve derginin bundan haberdar olduğu ama haberi yayımlamadığı dile getiriliyor. Şimdi, Diam's'ın müzik hayatına devam edip etmeyeceği, ederse nasıl devam edeceği ve fanlarının başörtülü Diam's'a nasıl tepki vereceği merak ediliyor.
Diam's, başörtülü fotoğrafının yayımlanmasının ardından, "dönüşüne" ilişkin hiçbir açıklama yapmadı. Şarkıcının, bu konuda konuşmak istemediği ifade ediliyor. Sadece, yeni çıkacak albümünün tanıtımında, çok kısa bir süre basının karşısına çıkarak hayranlarına "çok iyi olduğunu" ve "her şeyin yolunda gittiğini" söyledi. Ünlü yıldızın merakla beklenen son albümü "S.O.S" önümüzdeki ay piyasaya çıkacak. Bu arada, internet sitelerinde Diam's'ın başörtülü olarak şarkı söylerken çekilen görüntüleri yayımlandı. Öte yandan, yeni albümünün kapağında şarkıcının şapkalı bir fotoğrafı bulunuyor.
http://www.aktifhaber.com/images/other/diams.jpg
-
Cevap: Müslümanlığı seçenler
Türk aile yapısı, misafirperverlik, anne ve baba saygısından etkilen Rus turizmci kelime-i şahadet getirerek Müslüman oldu.
Antalya'nın Manavgat ilçesine kış dönemi pazar araştırması için gelen Rus Mobayl Turizm Seyahat Acentesi sahibi Andrey Baranov(29), Manavgat Müftülüğü'nde yapılan ihtida (din değiştirme) töreni sonrası Ahmet ismini aldı.
İhtida töreninde Rus turizmciyi Moskova'da aynı üniversitede okuyan Türk arkadaşı Asım Baştuğ yalnız bırakmadı. Manavgat Müftülüğü'nde yapılan törende Müftü Halil Taş, Andrey Baranov'a Rusça Kur'an-ı Kerim ile İslam ilmihali kitabı hediye etti.
Andrey Baranov, yeni dininin peygamberi Hz. Muhammed(sas)'i çok sevdiği için isminin Ahmet olmasını istediğini ifade etti. İslam diniyle ilgili başta Rusça Kur'an okumak üzere Moskova'da araştırma yaptığını belirten Baranov, İslam dinini seçmesinde Türkiye'ye geldiğinde Müslüman olan Türk arkadaşlarının misafirperverliği, güler yüzlülüğü, namaz kılışı, davranma şekli ve karşılıksız ikram etme ve camilerin çok temiz olmasının etkili olduğunu söyledi.
Baranov, "Müslüman olduğum için çok mutluyum. Ateist değildim ama daha önce de hiç bir dine mensup değildim. İslam dinini seçmemde Türk arkadaşlarımın aile yapısı ile anne ve babalarına gösterdikleri hürmet çok etkilili oldu. Türk arkadaşlarımın anne ve babalarına gösterdikleri yakın ilgi ve sevginin dinlerinin gereği yaptıklarını öğrendim. Bende anne ve babamı çok seviyorum. Yeni dinim anne ve babamıza 'öf bile' dememizi istiyor. Rabbimin bu emri beni büyüledi. Gerçek anne ve bana sevgisini İslam dininde gördüm. Müslüman olmayı kendi hür irademle ve sevgimle kabul ettim. " diye konuştu.
Kendisinin Türkiye sevdalısı bir Rus olduğunu belirten Baranov, Moskova'daki turizm seyahat acentesini Antalya'ya taşıyarak önümüzdeki yıl Türkiye'ye yerleşmek istediğini kaydetti.
Müslüman olan Baranov'u tebrik eden Müftü Halil Taş, yeni Müslüman olmuş birinin geçmiş günahlarının affedilerek, annesinden yeni doğmuş gibi tertemiz olduğunu ifade etti. Taş, Manavgat Müftülüğü'nde 1991 yılından bu yana 115 gayri müslim ve ateistin Müslüman olduğunu, bunun 15'nin ise 2009 yılı ilk 10 ayında gerçekleştiğini kaydetti.
-
Cevap: Müslümanlığı seçenler
Bu hafta Müslüman olanlar
Yüzlerce köylü Müslüman oldu
Tayland'ın Ciengray Bölgesi'nde 250 kişi İslam Davetçilerinin çalışmaları vasıtasıyla Müslüman oldu. İşte dağ köylerini gezip insanlara İslam'ı anlatan davetçilerin ve İslam'a giren köylülerin hikayeleri.
"Bu Müslümanlardan adam olmaz, İslam Âlemi sonsuza kadar uyumaya devam eder" diyenler kesinlikle yanılıyorlar, hatta yalan söylüyorlar. Dünyanın dört bir yanında isimlerini bilmediğimiz, kendilerinden haberdar dahi olmadığımız çok güzel Müslümanlar var. Tıpkı Tayland'ın Ciengray Bölgesi'ne bağlı Fansa Köyü'nde yaşayan Abdunnasır Davut ve İbrahim Hüseyin isimli davetçiler gibi. Ümmet-i Muhammed'in bu iki cengaveri ihlasla, aşk ve şevkle insanlara İslam'ı anlatıyorlar. Onların çalışmaları sayesinde daha önceden putlara, cinlere, ruhlara tapan köylüler Tevhid Akidesi ile temizlenip İslam'ın Nur'u ile aydınlanarak yeni bir hayata başlıyorlar.
ADEM ÖZKÖSE
Tayland'ın başkenti Bankong'ta bir otel odasında Yol Arkadaşım Abdurrahman ve Patanili Dostum Osman'la birlikte sohbet ediyoruz. Osman bir ara Ciengray'daki 2 davetçiden bahsediyor. Dağ köylerini gezerek bölge halkına İslam'ı anlatan bu davetçiler onlarca insanın Müslüman olmasına vesile olmuşlar. Osman'dan dinlediklerim beni son derece heyecanlandırıyor ve programımızı değiştirerek davetçi gençleri ziyaret etme kararı alıyoruz. Osman bize "Öyleyse yarın sabah saat 10'da hazır olun" diyerek gerekli bağlantıları sağlamak için otelden ayrılıyor.
ONLARIN İLAHLARI CİNLER VE RUHLAR
Sabah sözleştiğimiz vakit buluşuyoruz. Osman, davetçi gençlerin telefonlarını bularak onlarla görüşmüş. Hatta bize 11.30'daki Ciengray uçağından yer bile ayırtmış. Uçağa yetişmek için hemen yola çıkıyoruz ve Osman'la Ciengray ve Ciengraylılar hakkında hava alanı yolunda başladığımız sohbet gökyüzünde de devam ediyor. Osman'ın anlattıklarına göre Tayland'ın güneyinde bulunan Ciengray tıpkı Patani gibi Tayland Yönetimi'ne bağlı bir bölge. Nüfusları 1 milyonu geçen Ciengraylılar'ın büyük bir kısmı din olarak Budizme inanırken dağ köylerinde yaşayan Ciengraylılar ruhlara ve cinlere tapıyorlar. Büyücü ve kâhinler özellikle dağ köylerinde halk üzerinde büyük bir nüfuza sahipler. Ciengray'ın bir başka özelliği de geçen haftaki yazımda bahsettiğim Myanmar'a sınır olması.
http://www.sutunhaber.com/resimler/h...mage/asya1.jpg
CİENGRAY'DA BİR EZHERLİ
Yaklaşık 1 saat süren uçak yolculuğunun ardından Ciengray'dayız. Havaalanında bizi ziyaret etmeyi düşündüğümüz davetçi gençlerden biri olan Abdunnasır Davut karşılıyor. Selamlaşıp, kucaklaştıktan sonra Abdunnasır bize öğle namazını kılıp yola çıkmayı teklif ediyor. Teklifini kabul ederek havaalanının mescidine doğru yöneliyoruz. Namazın ardından da
eski model bir Skoda'ya binerek Abdunnasır'ın yaşadığı köy olan Fansa'ya doğru yol alıyoruz. Kahire'deki Ezher Üniversitesi'nde 6 yıl eğitim gören Abdunnasır aslen Patani'nin Narativa Bölgesi'ndenmiş. Bir arkadaşından Ciengraylıların İslam'dan bihaber olduklarını öğrenen Abdunnasır Ciengray'a gelerek davet çalışmalarına başlamış. İslam'ın mesajının bölge insanına ulaşmadığını ifade eden Abdunnasır sürekli olarak davet çalışmalarının önemine vurgu yapıyor.
http://www.sutunhaber.com/resimler/h...mage/asya2.jpg
HELAL LOKANTASI VE AMİN
Yolculuk yaptığımız Skoda kısa bir zaman sonra bir lokantanın önünde duruyor ve Abdunnasır bize yemek ısmarlamak istediğini söylüyor. 4 masadan oluşan bu şirin lokantanın ismi Helal Lokantası. Lokantanın sahibi ise ismi Âmin olan Pakistanlı bir Müslüman. Amin Türkiye'den geldiğimizi öğrenince çok mutlu oluyor ve bize özel bir ilgi gösteriyor. Türk Halkının zor durumda olan Dünya Müslümanlarına sürekli olarak yardımcı olduğunu belirten Amin, Pakistan'da yaşanan depremden sonra Türklerin yaptığı yardımları Pakistanlıların hiçbir zaman unutmayacaklarını söylüyor. Amin bize önce nefis Özbek Pilavı'ndan ikram ediyor daha sonra da Karadeniz'de yapılan cızlamalara benzeyen Rotin'den yiyoruz. Amin'le uzun uzun Pakistanlı Müslümanlar hakkında konuştuktan sonra tekrar Abdunnnasır'ın Skoda'sına binip yola devam ediyoruz.
EN BÜYÜK ENGEL BÜYÜCÜLER
Abdunnasır'la olan sohbetimiz tekrar kaldığı yerden devam etmeye başlıyor. Müslüman davetçilerin çalışmalarıyla İslam'ın Ciengray'da hızla yayıldığını söyleyen Abdunnasır sözlerini şöyle sürdürüyor: "Geçen yaz iki kişi dağları gezerek köylülere İslam'ı anlattık. 3 ay içinde 53 kişi Kelime-i Şehadet getirerek Müslüman oldu. Özellikle kâhin ve büyücüler bize çeşitli iftiralar atarak davet çalışmalarımızı engellemeye çalışıyorlar. İnsanlar Müslüman olduklarında kâhin ve büyücülerin yalancı olduklarını fark ediyorlar. Bu durum da onları rahatsız ediyor. Kâhinler insanları öyle etkiliyorlar ki bazı zamanlar İslam'ı anlatmak için ziyaret ettiğimiz evlerden kovulup, hakaretlere bile uğruyoruz. Davet çalışmalarımız esnasında bizi taşlayan köylüler de oldu.
Fakat bunlar çok önemli değil. Önemli olan İslam'ın yayılması."
http://www.sutunhaber.com/resimler/h...mage/asya3.jpg
KÖYÜN YARISI MÜSLÜMAN OLMUŞ
Bir buçuk saat süren araba yolculuğunun ardından Fansa Köyü'ne ulaşıyoruz. Bir dağ köyü olan Fansa'da yaklaşık 500 kişi yaşıyor. İslam Davetçilerinin çalışmaları vasıtasıyla köyde 25O'den fazla kişi Müslüman olmuş. Bu durumdan son derece rahatsız olan köy muhtarı ve büyücüler Tayland Hükümeti'ne şikâyette bulunmuşlar. Taylandlı Askerler de köydeki Müslümanlar üzerine baskı uygulamaya başlamışlar. Hatta El Kaideci olmak suçlamasıyla yeni Müslümanlardan gözaltına alınanlar bile olmuş. Bu baskılara dayanamayan 200 kadar Müslüman Fansa Köyü'nü terk ederek başka bölgelere yerleşmiş. Şu anda köyde 50'den fazla Müslüman yaşıyor. Fansa Köyü'ndeki Müslümanlara yönelik baskılar eskiye göre daha da azalmış durumda. Bundaki en büyük etken de köyün yeni muhtarının Müslümanlara karşı saygılı ve müsamahakâr olması.
DAVET NASIL YAPILIR?
Fansa Köyü'ne ulaşınca bizi köydeki diğer bir davetçi olan İbrahim Hüseyin karşıladı. O da tıpkı Abdunnasır gibi Ezher Üniversitesi'nde eğitim görmüş. Hatta Türk olduğumuz için bize Sefer Turan'ı sordu. Kanal 7'nin dış haberler müdürlüğünü yapan Sefer Turan ile İbrahim Hüseyin Ezher'de okudukları yıllardan tanışıyorlarmış. İbrahim Hüseyin'e insanları İslam'a nasıl davet ettiklerini soruyorum. İbrahim de soruma şu şekilde cevap veriyor: "Dağ köylerindeki insanların evlerini teker teker ziyaret ediyoruz ve onlara bütün insanlığı tek olan Allah'ın yarattığını ve Allah'ın insanlara peygamberler göndererek doğru yolu bulmalarına yardımcı olduğunu söylüyoruz. İnsanlara ayrıca Hz. Adem'den Hz. Muhammed'e kadar bütün peygamberlerin insanlara hakikatleri anlattıklarını ve peygamberlerin yollarının tevhit yolu olduğunu haber veriyoruz. Biz aslında davet yaparak insanlara fıtratlarında olanı hatırlatıyoruz. Onlar da Allah'ın hidayet vermesiyle Müslüman oluyorlar."
AMERİKALI, KORELİ, İTALYAN MİSYONERLER
Amerikam'le sohbetimiz sürerken bu sefer de Ciengray'daki Hıristiyan Misyonerlerden bahsetmeye başlıyor. Bölgedeki en büyük rakiplerinin Hıristiyan Misyonerler olduklarını ifade eden İbrahim sözlerini şöyle sürdürüyor: " Kore, Amerika, Singapur ve İtalya'dan gelen Hıristiyan Misyonerler Ciengray'da yoğun şekilde çalışmalar yürütüyorlar. Yaz aylarında bir çok üniversiteli misyoner bu bölgeye gelip 3 ay boyunca insanları Hıristiyan yapmaya çalışıyorlar. Hatta insanlara para bile dağıtıyorlar. Hıristiyan Misyonerler dağ köylerinde yaşayan bir çok köylü çocuğunu Hıristiyan yapmak için Batı'ya okutmaya götürdüler. Fansa Köyü'nde 3 aile Hıristiyan oldu ve Koreli Misyonerler Fansa'ya bu 3 aile için bir kilise yaptırdılar. Hıristiyan Misyonerler de İslam'ın Ciengra'da yayılmasını engellemek için tıpkı büyücüler gibi bize iftiralar atıyorlar. Fakat her ne yaparlarsa yapsınlar insanların İslam'a girmelerini engelleyemeyecekler."
http://www.sutunhaber.com/resimler/h...mage/asya4.jpg
ALLAH SAYILARINI ARTTIRSIN
15 sene önce Fansa Köyü'nde hiçbir Müslüman yokmuş. Fakat İbrahim ve Abdunnasır'ın davet çalışmaları sonucu köyde bir çok insan Müslüman olurken şu an Fansa Köyü'nde bir cami ve bir de Kur-an Kursu bulunuyor. Kur'an Kursu'nda eğitim gören öğrencilerin ailelerinin tamamı ise yeni Müslüman olan kişilerden oluşuyor. Kur-an Kursu'nda eğitim gören 23 öğrenciden 11'i kız, geri kalanları ise erkek öğrenciler. Biz de bu öğrencileri ziyaret ederek onlarla sohbet etme imkânı bulduk. İbrahim ve Abdunnasır özellikle bu öğrencilere büyük önem veriyorlar ve 3 aylık yaz tatilinin dışında bu öğrencilerle ilgileniyorlar. 3 aylık tatili ise dağ köylerini gezip insanlara İslam'ı anlatarak geçiriyorlar. İbrahim ve Abdunnasır'la tanışmak bize hem şeref verdi, hem de İslam'ın bir gün bütün yeryüzüne yayılacağına dair umudumuzu daha bir arttırdı. Allah böyle kardeşlerimizin sayılarını çoğaltsın. Bu duaya içten âmin denilir…
-
Cevap: Müslümanlığı seçenler
Sicilyalı heykeltraş bir babanın çocuğu olarak 1901'de doğdu.Çocukluğu Cezayir'de geçti.1.Dünya Savaşı sırasında Fransız bir doktorla evlendi.Eşinin tayini üzerine Tunus'a gitti.Müslüman olduktan sonra Hidayetullah ismini aldı.
Tunus'ta iken İslamiyete duyduğum alakadan dolayı müslüman ailelerle yakınlık kurdum.Fakat İslamiyetle ilgili sorduklarıma tatminkar cevaplar alamadım.Birgün dostluk yaptığım fakir müslüman bir ailenin kızı bana islami kadın kıyafeti giydirdi.Aynaya baktım,kıyafetimi çok beğendim.O gece rüyamda Kabe'ye gittiğimi gördüm.Rüyamı tabir eden müslüman hanım;"Bir gün mutlaka hacca gideceksin"dedi.
Birgün küçük bir sokaktaki mütevazi dükkanında,sanki bu dünyaya ait biri değilmiş gibi duran,derin bir düşünceyle huzur bulmuş nur yüzlü bir zat gördüm.Başındaki beyaz takkesiyle siyah sakalı hoş bir görüntü teşkil eden bu adam,kapalı gözleriyle ve elindeki tesbihiyle bana değişik geldi.Sanki tanıdık bir simaydı.Gözlerimi ondan ayıramıyordum.Bakışımı hissetmiş gibi gözlerini açarak tatlı bir tebessümle yaklaşmamı işaret etti.Oturmam için bir sandalye gösterdi ve;"Sana verebileceğim bir şey var mı?"diye sordu.Ondan elindeki tesbihi ve okuduğu duayı öğretmesini istedim.O zat şaşkın halde;"Tesbihi memnuniyetle veririm ama duayı neden istiyorsun?"deyince,"Evet ama senin yaptığın duayı benim de yapmama engel değil ki..Senin Rabbin benim de Rabbim değil mi?"dedim.O da;"Doğru.Fakat bu zikir müslümanların temel inancıdır.Allah başka bütün ilahları reddeder."La ilahe illallah"şehadetin 1.kısmıdır.Kalbden söylendiğinde İslamiyete girilmiş olunur."dedi.Bunun üzerine ben;"Şu halde diyebilirim ki,ben her zaman müslümanmışım.Çünkü daima tek Allah'a inandım."dedim.O zat devamla;"Şehadetin 2.kısmı yalnız İslama mahsustur.O da ;"Muhammed(s.a.v) Allah'ın Resulüdür.Hz.Muhammed'in peygamberliğine inanmak,Allah'ın birliğine inanmayı gerektirir.Bu zikri 2 kısmıyla birlikte,istersen öğretebilirim."dedi."Tek Allah'a nasıl inanıyorsam,O'nun peygamberlerine ve Hz.Muhammed'in onlardan biri olduğuna inanıyorum."dedim.
Daha sonra o zat bana abdestve guslün şartlarını öğretti.Telaffuzunu öğrettiği zikri 300.000 kere çekmemi söyleyerek tesbihini verdi.Bu görevi ancak 3 ayda tamamladım.Sonra o nur yüzlü zatın yanına gittim.Tesbihini alıp,dualar okuyarak kokular sürdü ve bana geri vererek;"Bugün güzelce abdest alarak yat ve bu tesbiği yastığının altına koy,bir rüya göreceksin ve ben tabir edeceğim."dedi.
O gece rüyamda,cami gibi bir yerde Peygamberimizi gördüm.Ben perişan,aç,sefil bir vaziyetteydim.Beni elini uzatıp yanına çağırdı.Yanına gidince birden değiştim.Şahane,pırıl pırıl bir elbiseye bürünmüştüm.O'nun kalbime telkin ettiği fikirle,benim pek az görülen bir lütfa mazhar olduğumu anladım.Ertesi gün o zatın dükkanına gidip,rüyamı anlattım.Zatın gözlerinden yaşlar boşandı.Heyecandan güçlükle konuşarak,"Biz atadan müslümanız.Gençliğimden beri bu zikre devam ediyorum.Fakat bir türlü tamamlayamıyorum.Hep yeniden başlıyorum.Dünyada herşeyden çok Resulullah'ı görmek istiyorum.Bu lütfa henüz nail olamadım.Sen bir yabancıyken ve dinimiz hakkında hiç birşey bilmezken bu lütfa mazhar oldun."dedi.
Bir süre sonra üstüme başıma özen göstermediğimden dolayı beyim"Yeter artık,tanrınla benim aramda bir tercih yapmalısın!"deyince çok üzüldüm.Dini bilgimi,eşime farkettirmeden arttırmaya devam ettim.1950'de Fas'tayken kadıya giderek resmen müslüman olmak istediğimi bildirdim.Kadı İslam hakkında bilmem gerekenleri bildirdi.Fakat bana resmi bir belge vermekten kaçındı.Zira o zaman Fas,Fransız himayesindeydi ve ben Fransız askeri doktorunun dul eşiydim.Hacca gidebilmek ve ölünce müslüman mezarlığına gömülmek için resmi belgeyi almayı arzuluyordum.Bu isteğime kavuştum.1951 senesinde Müslümanlığımı resmen tescil ettirdiğim sırada Fransız sömürge idaresi beni sorgulamadan geçirdi ve niçin müslüman olduğumu sordu.Ben de;"20 seneden beri islam dinine girmek istiyordum.O tarihten beri çeşitli dinler üzerinde çok ciddi araştırmalar yaparak bu karara vardım.Uzun süre çeşitli engeller sebebiyle kararımı tatbik edemedim.Hem islam dinine inanıp,hem de ibadetlerini yaparken hala hristiyan sıfatını taşımak ikiyüzlülük olurdu.İslamı,ruhi ihtiyaçlarıma daha uygun buluyorum."Aradıklarımı,daha önce mensubu olduğum dinde bulamadım."
-
Cevap: Müslümanlığı seçenler
NASIL MÜSLÜMAN OLDULAR
http://www.islamustundur.com/musloanlar3.JPG
Misyonerler, milyarlar harcayarak Hıristiyanlık propagandası yapıyorlar. Halbuki propagandasız birçok yabancı, İslam’ı seçmiştir.İslamiyet ilim ve akıl dinidir. Dinlerini değiştirip müslüman olan insanların çoğu, ilim adamı ve araştırmacıdır. İslam’ı inceledikten sonra müslüman olmuşlardır.
Bu sebeplerin birkaçı şöyle:
1- İslam’da tek ilah vardır. Hıristiyanlıktaki üç tanrı inancı, ilim sahiplerince saçma görülmüştür.
2- İslam, sadece ahiret saadetini değil, dünyada da mutlu yaşamanın yollarını bildirmiştir.
3- İslam’da, her çocuk günahsız doğar. Hıristiyanlıkta ise, günahkâr doğar. Bu da, akla, ilme, aykırıdır.
4- İslam’da, ibadetlerin mabette yapılma şartı yoktur. Her yerde ibadet edilebilir. Hıristiyanlar, kilisede putu, papazı aracı yaparak ibadet eder.
5- İslam’da günahları yalnız Allah affeder. Hıristiyanlıkta, güya papazın, günahları affetme ve dinden çıkarma yani aforoz etme gibi yetkisi vardır.
6- Yahudi kendini asil bilir. Hıristiyan, zenciyi aşağı görür. İslam’da ise ırk, renk ve dil ayrımı yoktur
7- İslam’da bütün peygamberler beşer, yani insandır. Ancak seçilmiş, günahsız insandır. Hiç kimse, diğerlerinin günahını çekmez. Hıristiyanlıkta, Hz. İsa Oğul tanrıdır, günahkârların affolması için çarmıhta ölmüştür. Bu da akla ve ilme aykırıdır.
8- İslam’da hurafe yoktur. Diğer dinlerde ateşe, güneşe, taşa, heykele tapılır.
9- İslam’da, Dinde zorlama yoktur düsturu vardır. Hiç kimse dine girmeye zorlanmaz. Hıristiyanların dine sokmak için yaptıkları işkenceler ve mezhep kavgaları meşhurdur.
10- İslam, iç temizliği yanında, dış temizliğe de çok önem verir. Meşhur Versay Sarayında yıllarca bir hela yoktu. Bu, Hıristiyanların ne kadar pis olduğunu göstermeye kâfidir.
11- İslam, sömürüyü reddeder. Bunun için kapitalizmi, komünizmi kabul etmez. İslam hariç, hiç bir dinin ekonomi sistemi yoktur. Bugün Hıristiyan ülkelerde kapitalizm hakimdir.
12- Müslümanların geri kalışları sebebi, dinlerinin icaplarına uymamalarındandır. Hıristiyanların maddi refaha kavuşmaları ise, dinlerinden uzak kalmalarındandır. Müslümanlıkta cahil olan dinden çıkar, Hıristiyanlıkta ise, âlim olan Hıristiyanlığı bırakır.
13- İslam’da, alkol, uyuşturucu ve kumar haramdır. Zinanın cezası ise, ağır olduğu için, fuhuş yaygınlaşamaz. Hıristiyan Batı, fuhuş bataklığı içindedir.
14-İslam’da, bütün müslümanlar kardeştir. Allah huzurunda herkes eşittir. Namaz kılarken; komutan ile er, zengin ile fakir, beyaz ile zenci müslüman yan yana durup birlikte secde ederler.
15- İslam’daki ibadet saatleri muayyen olduğundan, müslümanların hayatları düzenli ve intizamlıdır. Bunun için, gerçek müslüman, bir asker gibi disiplinlidir. Yılda bir ay tutulan oruç, iradenin kuvvetlenmesini sağlar ve nefse hakim olmayı öğretir.
16-İslamiyet, iktisadi bakımdan kapitalist ve komünist düşünceleri reddeder. Fakiri korumuş, zengini de kötülememiştir. Zenginlerin, fakirlere zekat ve sadaka vermesini emretmiştir. Ayrıca dünyadaki çeşitli millet ve ırklara mensup müslümanları bir araya getirerek [Hac gibi], dünyada en mükemmel ictimai [sosyal] nizamı tayin etmiştir.
http://www.islamustundur.com/457ihdida568.JPG
http://www.islamustundur.com/mslmnld954767365744.JPG
http://www.islamustundur.com/mslmnld95476736576666.JPG
http://www.islamustundur.com/mslmnld954767365761211.JPG
http://www.islamustundur.com/mslmnld954111365761211.JPG
http://www.islamustundur.com/islaminyayilisi93746.JPG
http://www.islamustundur.com/mslmnld8458.JPG
http://www.islamustundur.com/ihtd934852.JPG
http://www.islamustundur.com/mslmanoldu94371421.JPG
http://www.islamustundur.com/mslmnol...8348546543.JPG http://www.islamustundur.com/mslmnold43256.JPG
Niçin Müslüman oldum?
(Kur'an-ı kerim, Allah’ın adı ile başlıyor, Allah’ın birliğini bildiriyordu. Hayretim arttı. Tevhid dini olan Müslümanlığı seçtim.) Cat Stevens (İngiliz)
(İslam, çağları ardında sürükleyen bir dindir. Müslüman olmakla, çağlar üstü dini seçmiş oldum.) Roger Garaudy (Fransız)
(Anarşinin ancak İslam ahlakına sahip olmakla önleneceğine inandım. İçkiyi bıraktım, tesettüre girdim ve namaza başladım.) Tina Gfanzil (Alman)
(İslam’da, ırk, renk ve dil farkı gözetilmediğini, herkesin eşit olduğunu, namaz kılarken de rütbe ayrımı yapılmadığını gördüm. Müslüman oldum.) Thomas Clayton (Amerikalı)
(İslam, en iyi şeyleri ihtiva eder. Hiçbir dinde kardeşlik, İslam’daki gibi değildir.) Dr. Rolf Freiherr (Avusturyalı)
(İslam, sevgi, doğruluk, temizlik ve güzel ahlakı emrettiği için müslüman oldum.) A.Uemura (Japon)
(İslam’ı akla da uygun bulup müslüman oldum.) Cecilla Cannolly (Avusturyalı)
(İlim Çin’de de olsa alın hadisini okudum. İslam’ın ilme verdiği önemi görünce müslüman oldum.) Mr. Board (Amerikalı)
(İslam, israf ve cimriliği yasaklayan, maddi- manevi her hususta en güzel kaideleri olan dindir.) Albay Ronald Rockwell (Amerikalı)
İslam dünya ve ahiret mutluluğunu gösterdiği için müslüman oldum.) B.Karai (Zengibar)
http://www.islamustundur.com/brotheryusuf.gif
VE... ! ;
KİLİSELERDEN KAÇIŞ BAŞLADI!
Katoliklerin en katısı olarak bilinen Avusturya'da insanlar kiliseye sırt çevirmeye başladılar. Sadece Vorarlberg eyaletinde yaklaşık 1000 katoliğin kiliseden kaydını sildirdiği açıklandı.Kiliseye doğduğu günden itibaren otomatik olarak kaydı yapılan her Hıristiyan aylık aidat ödemek zorunda... Kiliseden kaydını sildirmek, katolikler için bu dinden de çıkmak anlamına geldiği için Avusturyalıların dinsizliğe yöneldiği düşüncesi ağır basıyor. Kiliselerden kaydını sildirenlerin Avusturya genelinde 100 binleri bulması, papazları çare arayışına sürükledi. (Avusturya Haber'den)
http://www.islamustundur.com/enmarji...%20etklyr4.JPG
Papa, İslamiyet'in Batıda Hızla Yayılmasından Rahatsızmış
Papa 16. Benedikt'in özel sekreteri, İslamiyet'in Batı'da hızla yayılmasına karşı uyarıda bulundu.Haftalık Süddeutsche Zeitung dergisine demeç veren Georg Gaenswein, İslam dininin Batı'da yayılmasını inkar edemeyeceklerini belirterek, Avrupa'nın kimliğine yönelik İslam tehdidine karşı hareketsiz kalınmaması gerektiğini ifade etti.Katolik Kilisesi'nin İslam dininin yayıldığını söylemekten çekinmediğini belirten Gaenswein, Papa'nın geçtiğimiz Eylül ayında İslam dininin şiddet ve kılıç zoruyla yayıldığı yönündeki konuşmasını, "isabetli" olarak niteledi... 27.07.2007
Bir Fransiz bilimadami, Vincent Montagne’in hidayeti
BEN BIR bilim adamiyim. Ayni zamanda kendimi bir gezgin olarak da tanimlayabilirim. Uzun yillar farkli Arap ülkelerine seyahatler yaptim. Ayrica Senegal, Endonezya, Mali, Gana, Fildisi Sahili, Nijerya ve Moritanya gibi ülkelere de gittim. Su anda Islâm, Islâm medeniyeti, Müslümanlar ve Arap dili hakkinda yirmi kitabin yani sira, çok sayida makale kaleme almis birisiyim. Ibn Haldun’un eserlerini Fransizcaya tercüme için alti yil ugrastim. Bu seyahat ve çalismalar benim 1977 yilinda Moritanya’da Islâm’i seçmemle sonuçlanmistir.Bana sorarsaniz, Islâm’i seçmek sadece bir din degil, ayni zamanda bir hayat tarzi seçimi yapmak demektir. Bu sekilde kisi yeni bir kâinat tasavvurunu kabul ettigini açiklar ve iman bagiyla birbirlerine bagli büyük bir milletin üyesi olur. Benim için ise bu tercihi yapmak, ilerlemis yasima ragmen firtinalarin estigi bir cografyanin ortasinda, fakirlerin ve Filistinlilerin safinda yer almak demekti. Ancak bu karar, ayni zamanda para ve güç sahiplerinden uzak durmak ve hakkin ve adaletin yaninda yer almak da demekti.Çagdas dünya teknolojik gelismeyi hayatin nihaî hedefi olarak kabul eder. Bu hedefe ulasmak için de her türlü araci kullanmayi mesru görür. Insanlik adina esef edilecek böyle bir yaklasimi Islâm reddeder; ve daha yüce degerlere baglanmayi öngörür. Din degistirerek Müslümanligi seçmis olmam, Fransiz milli kimligini kaybettigim anlamina gelmez. Halen ana vatanim Fransa’dir. Bununla birlikte Arap dünyasini artik manevî yurdum olarak kabul ediyorum.Islâm inanci hem iç huzurumu hem de nihaî varolus amacimi temsil etmektedir. Bu inanç sistemi beni parçalanmis bir düsünce tarzindan kurtardi ve bütün duygularimin uyumlu bir bütün haline gelmesini sagladi. Islâm’a dönüsümde dinî, ahlâkî, sosyal faktörler kadar kültürel dürtüler ve ilâhî inayet de etkili oldu diyebilirim.Kur’ân’la ilk tanismam Andrea de Riyar’in tercüme ettigi Fransizca Kur’ân’i okumakla oldu. Bu eser Paris yakinlarinda bulunan askeri bir okulda elime geçmisti. Ben de 1934–1936 yillari arasinda bu okuldaki ögrencilerden biriydim. Her hafta Kur’ân’dan bir bölümü fotokopi çektirerek üzerinde çalismalar yaptim.Eski ve Yeni Ahit’in tahrif edilmesinden sonra insanliga son mesaj peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) elçiligi vasitasiyla gönderilmistir. Bunun en büyük kaniti, Kur’ân’in bizzat kendisidir. Kur’ân, tek basina en büyük mucizedir.‘Islâm evi’ne dönüsümde pek çok sosyal ve ahlâkî faktör etkili olmustur. Bunlarin basinda Islâm’in ‘ilk günah’ prensibini kabul etmemesi gelmektedir. Anglo Saxon anlayista yer alan ilk günah kompleksine Islâm’da rastlamiyoruz. Yine, Islâm’a göre her insan hayatin içinde iffetini koruyabilir ve saf kalabilir. Bunun için uzlete çekilmek veya toplumdan kopmak gerekmez. “Allah dinde size hiç bir zorluk kilmadi.” (Hacc/78) gibi ayetler Islâm’in fitrata en uygun din oldugunu açiklamaktadir.Islâm baska hiçbir yerde bulamadigim bir huzur haline kavusmami sagladi. Bu da Islâm’in insani beden ve ruhuyla bir bütün olarak ele almasindan kaynaklaniyor. Islâm hem akla hem kalbe hitap ediyor. Otuz yildan fazla Kuzey Afrika, Iran, Lübnan, Senegal ve Endonezya gibi farkli ülkelerde yasadim. Ünlü Arap gezgini Ibni Batuta gibi dünyanin çok degisik yerlerine seyahatlerde bulundum. Gittigim her yerde ayni hayat tarzi, ayni inanç ve ayni insanî hassasiyetler ile karsilastim. Islâm toplumunun, cesaret ve sadeligi ön planda tutan bir anlayisa sahip oldugunu gördüm. Para ve maddiyatin her zaman hayir getirmeyebilecegi kanaatine vardim. Dinin haram kildigi seylerden uzaklasmak da benim için çok zor olmadi. Günde bes vakit namaz kilmanin inançta sebatkâr olmayi temsil ettigini düsünüyorum. Bunlarin disinda ikna olmami saglayan kültürel faktörleri de söyle ifade edebilirim: Bugün Avrupalilar, Araplara ve tüm dünyaya yaptiklari katkilari övünerek anlatirlar. Bununla birlikte kendilerinin Müslümanlara hiç de azimsanmayacak derecede borçlu olduklarini unuturlar. Halbuki, Arap bilim adamlarinin çalismalari sayesinde Yunan mirasi korunabilmistir ve unutulmaktan kurtulmustur. Bugün Aristo, Sokrat, Platon ve diger eski Yunan filozoflarinin eserlerini okuyabiliyorsak, bunun için Araplara sükran duymaliyiz. Bir zamanlar dünyadaki en büyük ilim baskentleri Bagdat, Kahire, Tulaytula ve Palermo gibi Islâm sehirleriydi. Islâm’a gelisimde etkili olan bir diger husus ise, kendime saf belirleme düsüncem oldu. Ben Islâm’a geçmis olmakla, mücadele halinde oldugum yeni sömürgeci anlayis olan siyonizmden farkli bir safa geçtigimi ilân etmis oluyorum. Artik Senegal’den Endonezya’ya uzanan büyük bir dünyanin parçasiyim. Bu cografyada gerçek duygular var. Bu dünyaya zenginlik için degil, mazlumlarin yaninda yer almam gerektigine inandigim için adim attim. Yine çagimizda kölelerin yerini alan göçmen isçilerle beraber olmak adina buradayim. Nitekim sadece ülkem Fransa’da nüfuslari iki milyonu bulan bu insanlarin ilgiye ihtiyaci var ve sorunlari çözüm bekliyor.Bütün bu saydigim faktörler ve tabiî ki Allah’in inayetiyle Islâm’in hak din olduguna iman ettim ve Temmuz 1977’de sehadet ederek Müslüman oldum. Bundan sonra El Mansur el Safi adini aldim. El Mansur, ailemin bana verdigi Vincent isminin Arapça dilindeki karsiligi. "Yardim edilen" manasindaki bu ismi çok seviyorum ve Allah’tan baska yardim edecek kimsenin olmadigina inaniyorum. Elhamdülillahi Rabbil alemin
JOSH HASAN
“EĞER MÜSLÜMAN OLMASAYDIM...”
HER ŞEY on yaşlarında iken başlamıştı. O yıllarda ailemle birlikte yoğun Yahudi nüfus barındıran Brooklyn kasabasında yaşıyordum. Anne babam İbranice öğrenmem ve Yahudilik hakkında bilgilenmem için Muhafazakâr Sinagog’a kayıt olmamı uygun gördüler. Fakat her ikisini de pek iyi öğrendiğim söylenemez.Bu arada gizli gizli Hristiyanlığa göz atmaktaydım. Çünkü çevremde Hz. İsa’ya inanan ve yolunu takip ettiklerini söyleyen arkadaşlarım vardı. Fakat insanların, ellerinden bir şey düşürdüklerinde veya sendeleyip düşme tehlikesi ile karşı karşıya kaldıklarında, bu büyük insanın adını hürmetsizce andıklarını görüyor ve niçin böyle davrandıklarını anlayamıyordum. Hz. İsa’yı daha edebli bir şekilde anmak gerekmiyor muydu? Dahası O Tanrı’nın oğlu olabilir miydi? Aynı yıl Yahudilik ve İsrail üzerine okumalarım devam ederken yeni bir dine daha rastladım: İslâm!
Müslümanlar hakkında edindiğim ilk bilgi onların Kur’an’a inanan ve Hacca giden insanlar olduğuydu. İlginçti, fakat İsrail’e olan bağlılığım ve duyduğum sempati, İslâm hakkında daha fazla bilgilenmek için yapmam gereken okumalarımı engelledi. Medyanın etkisiyle, Müslümanların Yahudileri bir dinamit gibi havaya uçuran teröristler olduğunu düşünüyordum. Yahudiler iyiydi, Araplar kötüydü. Arkadaşlarım böyle söylüyorlardı, öğretmenlerim bunu imâ ediyorlardı. Bu nedenle İslâm’la ilgili okumalarıma son verdim.1995’e geldiğimizde ailem sinagog değişikliği yapmaya karar verdi. Muhafazakâr yapıdan “Reformcu Yahudiler” olarak adlandırılan yeni bir gruba geçiş yaptık. Son derece liberal olmuştuk.
Ancak yeni haham benim için, bir manevî liderin sahip olması gerektiğini düşündüğüm özelliklerden çok uzak bir görünüm arz ediyordu. Bir akşam cemaat hâlinde otururken, hemen yakınlarda bulunan Boston Kolej’in bahçesinde gezen kız öğrencileri bizce hoş olmayan bir nazarla süzmekten duyduğu memnuniyeti ifade ederek birkaç kişinin gülmesine sebep olmuştu.Doğru düzgün bir dine bağlanmam gerektiğini düşünüyordum. Ama bu Ortodoks Yahudiliği olmayacaktı.Hristiyanlığın güçlü olduğunu düşündüğüm manevî boyutundan etkilenmiştim. Bilgilenmek için Katoliklerin büyük ayinlerine gidip papazlarla konuştum. Hz. İsa’nın ilâh olduğuna inanma konusunda kendimi çok zorladığım anlar oldu. Fakat ‘oğul’a dua etmek fikri bana çok anlamsız geliyordu. Uğraştığım halde bir sonuç alamayacağımı biliyordum. Buna rağmen kilise derslerine devam ettim ve öğrendiğim duaları okumaya çalıştım. Vaftiz edilmediğim için Katolik sayılmıyordum. Vaftiz için dokuz aylık dersleri tamamlamam gerekiyordu. Fakat, Katolik olmadan ölürsem ne olacaktı? Bu tür sorular gündeme gelince Hristiyanlık öğretisinin ne gibi eksiklikler taşıdığını araştırmaya karar verdim. Ama bir süre sonra dersleri tamamen bıraktım. Şubat 1999’da Hristiyan olmadığım halde bu dini terk ettim. Artık “kurtulanlardan” sayılmıyordum ama bu umurumda bile değildi. Ailem Katolik Kilisesinden ayrılmama gerçekten memnun olmuşlardı. Ancak ben hâlâ tek Tanrı inancımı muhafaza ediyordum. Kiliseden ayrılışım ve gerçek dini arayış sürecine girmem sanki bir anda oluvermişti.İslâm’la ilgili araştırma yapmak istediğimi söylediğimde babam beni bir kütüphaneye götürdü ve maalesef Britannica Ansiklopedisinden Hz. Muhammed (a.s.m.) hakkında yazılanları okumamı tavsiye etti. Okuduğum makalede İslâm Peygamberi’nin pek çok Yahudiyi katlettiği iddia ediliyordu. Bunu öğrendiğimde hem çok üzüldüm, hem de büyük bir şaşkınlık yaşadım. Bir an ne düşüneceğimi ve ne yapacağımı bilemedim. İslâm’ı reddetmeyi düşündüm ancak yine tek Tanrı’ya inanmaya devam edecektim. Öyleyse ne yapmalıydım? Yahudiliğin tahrif edildiğini biliyordum. Hristiyanlığın tahrif edildiğini de biliyordum. Ve şimdi bir şeyi daha iyi biliyordum ki, Britannica Ansiklopedisi doğruyu anlatmıyordu. Bu durumda İslâm’ı doğru kaynaklardan öğrenmem gerektiğine karar verdim.Müslümanlarla tanışabilmek için yerel bir cami aramaya başladım. İnternetten araştırma yapmak daha kolay olur düşüncesiyle Boston’da mevcut camilere bu şekilde ulaşmaya çalıştım. Nihayet ilgili web sitesi açıldığında ekranın hemen üst kısmında “Selamün Aleyküm” yazısı ile karşılaştım. Hemen adresi aldım. Boston’da bir cami bulmak ne büyük şanstı.Şubat ayı sonlarında Prospect Caddesi’ndeki camiye gittim. Hayatımda ilk kez dindar Müslümanlarla tanışacaktım ve beni nasıl karşılayacaklarına dair hiç bir fikrim yoktu. Acaba onların karşısında Yahudi kimliğimi saklamalı mıyım diye bile düşündüm. Sonra derin bir nefes alarak içeri girdim. Gördüğüm ilk kişiye “Af edersiniz, buraya İslâm hakkında bilgi edinmek için geldim”diyerek orada bulunma nedenimi açıkladım. Tanımadığım bu insanın sözlerime nasıl bir tepki vereceğini merakla bekledim. Ya bir eğitim sürecine davet edilirim ya da geri gönderilirim diye düşünüyordum. Gerçekten de talebime red cevabı alıp geri dönmek zorunda kalır mıydım? Bu düşüncelerle ayakkabılarımı elime alıp gitme hazırlığı yaparken, konuştuğum kişi “İngilizce bilmiyorum” diyerek ana odaya geçti. Ben de onu takip ederek içeri girdim. Beni öylesine gezip dolaşmam için yalnız bırakıp bırakmadığını tam olarak anlamamıştım. İçeride secde hâlinde ibadet eden insanları gördüm. Bir ara ne yapacağımı bilemedim.Daha sonra beni yalnız bırakan adamın büyük bir kalabalıkla içeri girdiğini fark ettim. Bulunduğum yerde oturdum kaldım. Bir tarafta ben, diğer tarafta elli kadar inançlı insan yer alıyordu. Hepsi birden aynı anda benimle heyecanla konuşmaya başladılar. Oldukça karışık ve bunaltıcı bir andı. Fakat kendimi çok iyi hissediyordum. Müslümanların İslâm’a ne kadar önem verdikleri böylece anlaşılıyordu. Elime tutuşturdukları Resimli İslâm Rehberi adlı broşüre bir göz attığımda öncelikle Kelime-i şehadet ile karşılaştım: “Eşhedü en la ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve rasulühü!” Öylesine heyecanlanmıştım ki, sanki o an bu sözü söylemeye hazır biri gibiydim. Katolik olabilmem için dokuz aylık bir eğitim sürecini tamamlamam gerekiyordu. Yahudi olmak içinse muhtemelen daha uzun bir zamana ihtiyacım vardı. Oysa İslâm’ı benimsemek birkaç dakikalık bir meseleydi. Dostça davranan ama temkini elden bırakmayan bir kardeş: “Emin misin? Bunu hemen yapmak zorunda değilsin” diyerek uyarıda bulundu.Şaşırmıştım. Söyleyeceğim söz üzerinde düşünmek zorunda kalacak kadar büyük bir anlam mı taşıyordu? Hemen şu anda Müslüman olduğumu ifade etmekle çok mu acele davranmış olacaktım? Yapılan uyarıyı dikkate alarak böylesine önemli bir karar öncesi kendime biraz zaman tanımanın daha uygun olacağı sonucuna vardım. O gün Müslüman olmasam da harika bir cumartesi geçirmiştim.Bundan sonraki bir yıllık dönemde çeşitli vesilelerle dünyanın farklı yerlerinden pek çok Müslümanla tanışma ve görüşme fırsatım oldu. Tüm farklılıklarına rağmen bunca kişinin birleştikleri tek bir ortak amaç söz konusuydu: Tek bir Allah’a en güzel şekilde kulluk etmek.İslâm’ı kabul etmeden önce bilinçlenmek için daha ciddi ve kapsamlı çalışmalar yapmaya karar verdim. Okuduklarımı daha iyi anlamak ve İslâm terminolojisine âşina olmak düşüncesiyle Arapça öğrenmeye niyet ettim. Bu arada başıma beklenmedik bir trafik kazası geldi. Ama kazayı hiç yara almadan atlattım.2000 yılının mayıs ayında uzun süredir görmediğim bir Müslüman arkadaşımla trende karşılaştım. Kendisiyle kısa bir sohbetimiz oldu. Bana henüz Müslüman olup olmadığımı sordu. Hayır cevabını verdiğimde ise şaşırtıcı bir şey söyledi:“Ölümün nerede nasıl geleceği belli değil. Müslüman olduğunu açıklamadan önce beklenmedik bir şekilde yolda yürürken bir trafik kazası geçirsen gayri müslim olarak hayatını sonlandırmış olacaksın. Bu da ebedî hayatının mahvolması demek olacak.” Bu sözleriyle sanki bir süre önce yaşadığım kazadan ders almayan beni uyarıyor gibiydi. İslâm’ı din olarak seçtiğimi açıklamak için daha fazla beklemenin anlamı yoktu. Aynı gün öğleden sonra mescide gidip namaz kılan cemaati izledim. İnsanların saflar hâlinde secdeye varma halleri ne kadar etkileyici bir sahneydi. Bu hal gerçekten de önemli bir kulluk göstergesiydi. Ben de bundan daha fazla uzak kalamazdım. Namaz biter bitmez kardeşlerime o gün Müslüman olmak istediğimi söyledim ve onların şahitliğinde kelime-i şehadet getirerek hak dine dönüş yaptım. Artık hayatımda yeni bir dönem başlıyordu
Muhammed John Webster (İngiliz)
Ben Londrada, tam bir protestan terbiyesi alarak yetişdim. 1930 senesinde, dahâ genç bir talebe iken, her genç gibi ba’zı hâdiselerle karşılaşıyor, bunları anlamağa çalışıyordum. Bunlardan birisi, din ile dünyâ arasında bir münâsebet aramak, ya’nî râhat ve huzûr içinde yaşamak için, dinden nasıl fâidelenebileceğimi düşünmek oldu. O zemân, ilk def’a olarak, farkına vardım ki, mensûb olduğum hıristiyan dîni, bu husûsda çok za’îf ve çok âciz. Zîrâ hıristiyanlık, dünyâyı yalnız fenâlıklarla dolu bir işkence yeri, insanları günâhkâr doğan mahlûklar olarak kabûl ediyor. Onlara hayâtda râhat bir yol göstermek şöyle dursun, her yapdıkları işin günâh olduğunu, bu günâhdan kurtulmak için, hiç bir çâre bulunmadığını, insanlar için ancak râhiblerin Allahü teâlâya düâ edebileceğini söylüyordu. Hıristiyanlık, insanları temâmen başı boş bırakmış ve yalnız pazar günleri, insanı hiç bir sûretde tatmîn etmiyen bir (kilise havası) içinde ibâdete teşvîk etmişdir. O senelerde, İngilterede büyük bir ekonomik buhran ve fakîrlik vardı. İnsanlar hayâtlarından ve hükûmetden hiç memnûn değildi. Hıristiyanlık, onlara bu ızdırâb dolu günlerde hiç yardım etmiyor, insanlar ondan bir tehammül kudreti bulamıyorlardı. Bu keyfiyyet, benim üzerimde çok fenâ bir te’sîr yapmışdı. Aklımdan çok, hislerime kapılarak, dînin ma’nâsız bir şey olduğuna karâr verdim. Hıristiyanlığı red ederek, kendimi, birçok gençler gibi, dinsizliğe ve komünizme verdim.Komünistlik, uzakdan işitilince gençlere bir haz veriyordu. Çünki, ekonomik sıkıntılar içinde bunalan ve yaşama kudreti bulamayan genç nesl, servet ve rütbe farkını ortadan kaldırdığını iddi’â eden komünizmi bir kurtarıcı olarak görüyordu. Fekat, kısa bir zemân sonra, farkına vardım ki, komünizmin iddi’âları, yalnız bir propagandadan ve boş lafdan ibâretdir. Onlarda da, hem rütbe, hem servet farkı aynen vardı. Her şey, her memleketde aynı idi. Bunun üzerine komünistlikden vaz geçerek, kendimi felsefeye verdim. Böylece kendimi, bir (panteist) olarak, (Vahdet-i vücûd) i’tikâdında olarak, yetişdirmeğe başladım.Garb memleketlerinde, islâmiyyet ile temâs etmek çok müşkildir. Çünki, orada islâmiyyete karşı, tâ Haçlı seferlerinden kalma bir düşmanlık vardır. Avrupalılar hiç tanımadıkları islâmiyyeti, nefret ile red ederler. Çocuklarını müslimân düşmanı olarak yetişdirirler. Müslimânlıkdan bahs etmek çok ayıp sayılır. Birisi bu bahsi açdı mı, herkesin suratı asılır ve herkes susar. Bu aralarda, beni bir vazîfe ile Avustralyaya göndermişlerdi. Bana verilen, (müslimânlıkdan nefret) terbiyesine rağmen, birgün, nasılsa merak ederek, bir Kur’ân tercemesini elime aldım. Fekat, dahâ kitâbı terceme edenin önsözünü okuyunca, kitâbı hemen kapatdım. Çünki, kitâbı terceme eden, dahâ önsözde Kur’ân-ı kerîm aleyhinde o kadar ağır laflar söylüyor, Kur’ân-ı kerîmi o kadar tahkîr ediyordu ki, böyle bir kitâbı okumak ma’nâsız olurdu. Sonra düşündüm. Mâdemki, hıristiyanlar müslimânlardan nefret ediyorlardı. O hâlde, tercemeyi yapan hıristiyanın, bu te’sîr altında kalarak, bozuk bir terceme yapması, ba’zı yerleri yanlış anlaması imkânı vardı. Bir kerre meraklanmışdım. Artık işi ciddiyyet ile ele aldım ve birkaç hafta sonra, Avustralyanın garb tarafında Perth şehrine gitdiğim zemân, bu şehrin büyük kütübhânesine uğrayarak müslimânlar tarafından tefsîr edilmiş bir Kur’ân-ı kerîm bulunup bulunmadığını araşdırdım. Bana böyle bir terceme bulup verdiler. Bunu açıp, içindeki ilk sûreyi, (Fâtiha-i şerîfe)yi okuyunca, ne kadar müteha*sis olduğumu size anlatamam. Fâtiha, (Âlemlerin rabbine hamd) ile başlıyordu. (Bize doğru yolu göster) diye yalvarıyordu. Ne güzeldi! Fâtiha-i şerîfi birçok def’alar okudum. Burada zikr edilen büyük hâlık, (Rahmân ve Rahîm) ya’nî çok merhametli idi. Hıristiyanların dediği gibi, insanları günâhkâr olarak yaratmamışdı. Kur’ân-ı kerîmi okumağa başladım ve okudukça kendimden geçdim. Bütün arzûlarımın, tesavvurlarımın aynını bu kudsî kitâbda buluyordum. Sâatler geçmiş ve ben nerede olduğumu, zemânı, her şeyi unutmuşdum. Bana Kur’ân-ı kerîmle berâber, Muhammed sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemin hayâtına dâir ba’zı kitâblar da bulup getirmişlerdi. Kendimden geçerek bunları okuyordum. Nihâyet kütübhâne me’mûru yanıma gelerek, (Vakt geldi, artık kütübhâneyi kapatıyoruz)deyince kendime geldim.Kütübhâneden evime dönerken, (İşte şimdi maksadıma kavuşdum.Ben artık müslimân oldum)diye tekrâr edip duruyordum. Artık, Allahü teâlânın inâyeti ile, hidâyete kavuşdum. Eve dönerken sıcak bir kahve içmek için münâsib bir yer aradım. Caddeden aşağı doğru inerken aklımda yalnız Kur’ân-ı kerîm, müslimânlık ve Allahü teâlâ vardı. Nereye gitdiğimin farkında değildim. Birdenbire ayaklarım kendiliğinden durdu. Başımı kaldırınca, kızmızı tuğladan yapılmış bir binânın önünde olduğumu gördüm.Bacaklarım kendiliğinden beni buraya kadar getirmişdi. Binânın üzerindeki levhaya bakdım. Burası Avustralyadaki bir câmi’ idi.Kendi kendime, (Allahü teâlâ sana doğru yolu ihsân etdi ve sana ne yapman îcâb etdiğini bildirdi. Sen müslimânlığı tanıdın. Allahü teâlâ seni câmi’in kapısı önüne kadar getirdi. Hemen içeri gir ve bu dîni kabûl et) dedim. İçeri girdim ve müslimân oldum.O zemâna kadar bir tek müslimân tanımamışdım. İslâmiyyeti kendi kendime buldum ve kabûl etdim. Kimse bana bu husûsda rehberlik etmedi. Benim rehberim yalnız akl-ı selîmim oldu.
BİR HİDAYETİN HİKAYESİ
Muhammed Selim- Adım Muhammed Selim V/D Langenberg'dir, 35 yasındayım. Eski adım Stefano idi, yeni ismimden hoşlanıyorum. Bana yeni ismim, yeni bir kimlik verdi.Şu anda annemin yanında Hardinxveld-Giessendam sehrinde ikamet ediyorum. Ailem henüz ismime alışmış değil.
2)M. Bal- Tahsilinizi nerde yaptınız?
M. Selim- Tahsilimi Dordrecht sehrinde Davinci kolejinde yaptım. Havo'yu (liseyi) bitirdim. Orada Hollandaca, Ingilizce, Fransızca, Almanca, Cografya, Tarih ve yurtdaşlık bilgileri ve Ekonomi dersleri okudum.
3)M. Bal- Müslümanlığa ilgi duymanıza sebep olan faktörler nelerdir?
M. Selim- Çalıştığım işyerindeki müslüman kardeşlerime ilgi duydum. Ben eskiden Rooms-Katoliktim. Bu dinde oruç bilinen bir şeydir. Her ne kadar müslümanların orucu gibi değilse de ortak bir yönü var. Oda beni araştırmaya sevk eden bir faktör oldu. Ben incili en ince noktasına kadar inceleye inceleye okudum ve araştırdım. Bu benim tam üç yılımı aldı, ve şu sonuca vardım: Incilde kendi kendini tekzip eden çok ihtilaflı sözler okudum ve onun için müslüman kardeşlerime onu hiç okumamalarini tavsiye ediyorum. Bir misâl verecek olursak; Incilde murdar hayvan-ların etinin yenmemesi yazılı. Bunların içinde domuz da zikrolunuyor. (Leviticus 11:1-46) Fakat Hristiyanlarin buna uymadıklarını ve Incilden, başka bir ayetle buna cevaz verdiklerini tesbit ettim. (bak- Handelingen 10) Abdest ve Guslün Incilde mevcud olduğunu ve Hristiyanların bunu yapmadığını gördüm. (Leviticus 15:1-33) Iddialari ise; Isâ A.S. bizleri arındırmış dolayısıyla gerekmezmiş diyorlar.
Yine Incilde erkeklerin bila istisna sünnet olması yazılı. (Genesis 17:1- 24 ve Josua 5:1-12) Fakat Hristiyanlar, Isâ A.S.'in bunları neshettiğini iddia ediyorlar. Bu iddiaları da Apostelen kitabı 15. Babta Paulusun Galaten yazdığı mektupta 5:1-12 vardır. O da doğru olmayan bir şey. Iste bu saplantılar, delaletler beni müslümanlığa koşturan sebeplerdir.
Öyle bir an geldi ki, kiliseye karşı kuşkularım daha da çoğaldı. Önce şu soru aklıma geldi, şayet Hristiyanlık Hak bir din ise; neden bu kadar çok firkalara ayrıldılar ve neden birbirleriyle kavga halindeler? Bağlı olduğum kilisenin papazı, insanların mikro organik bir takım hücrelerden, bilâhere maymundan türeyip tekâmül neticesi bu şekle ulaştığını iddia eden bir teoriyi desteklediğini görünce, hepten yolumu şaşırmıştım. Yani; Incilde bulunanları papaz inkâr ediyor ve diyor ki; “Incilde yazılı olanlara yazılı olduğu gibi inanmayın.”Bende öyle yaptım. Elhamdülillah müslüman oldum ve Hak dini Islâmı buldum, gerçek emniyete selâmete kavuştum. Önce kütüphaneye giderek Islam hakkında çesitli kitaplar okudum, sonra Kur'anı inceledim. Ve daha sonra kendim Kur'an satın aldım, şimdi ise her ay Kur'anı hatim ediyorum. (Tercümesinden) Kur'anı okurken, işyerimde bazı arkadaşlarım bana yardımcı oluyorlardı. Bir gün boy abdesti aldım ve camiye telefon ettim, müslüman nasıl olunur dedim. Bana camiye gel konuşalım dediler, bende kâfir olarak gittiğim “ Süleyman Çelebi Gorinchem Camiinden”, mü'min olarak döndüm. Kelime-i şahadet getirdim. Elhamdülillah müslüman oldum. Bu iş bir kaç şahidin huzurunda oldu. Daha sonra bütün müslüman kardeşlerim beni sevinçle bağırlarına bastılar. Böylece din kardeşliğinin ne olduğunu orada anladım. Müslümanların birbirlerine bağlılığı, sosyal yönü, kardeşliği birbirleriyle muâşeretleri beni etkiledi ve diyorum ki; müslüman için hergün bayramdır.
4)M. Bal- Senin yakınların müslüman oluşunu nasıl karşılıyorlar?
M. Selim- Yakınlarımın davranışları farklı oldu. Bir kısmı normal karşıladı, bir kısmı da zorluk çıkarttı.Bu ise bilmediklerinden ve Islama karşı ön yargılı olduklarından kaynaklanıyor. Islamın zenginliklerinden, güzelliklerinden haber-sizdirler. Akrabalarımın içinde her zaman bir zorluk hissettim, Bu da dışarının etkisiyle oldu. Hele hele kilisesine gittiğim papaz çok etkili oldu. Çok zorlandım fakat Allah'ın yardımı ve yeni kardeşlerimin desteğiyle sabretmesini bildim.
Bir çok insana Islamin Cihan şumul bir din olduğunu, sadece başka milletlere (Türklere ve Arablara) ait olmadığını anlattım ve anlatmaya çalışıyorum. Şunu da anlatıyorum: Allah katında gerçek Din, mükemmel Din, Islamdır ve Islamdan başka dinler Muteber değildir. Ali Imran: 19-83-85. Maide: 3.
5)M. Bal- Müslüman olduktan sonra hayatında ne gibi değişiklikler oldu?
M. Selim- Allaha hamd olsun mutluluğu yakaladım, şu anda etrafımda cereyan eden olaylara ibretle bakmaktayım, ve yakînen inanıyorum ki; Allah birdir, mevcuttur ve her mahlukun rızkını o veriyor.Hayatım düzene girdi. Günde beş vakit namazımı kılıyorum ve Kur'anın meâlini devamlı olarak okuyorum. Ayrıca beden temizliğine itina ediyorum. Gerçi ben eskidende temizlige riâyet ediyordum ama şimdi ise, benim için daha da önemli oldu, çünki biliyorum ki bu cesedimiz bize Allah'ın emanetidir. Her abdest alışta bunu hatırlıyorum. Sünnet olmakta benim için temizliğin alametidir, bunu ileride sirası gelince anlatırım. Domuz eti yemiyorum, gerçi eskidende yemiyordum, ancak satın aldığım yiyeceklere simdi çok daha dikkat ediyorum. Önce muhteviyatını okuyorum, sonra satın alıyorum.
Müslüman olduktan sonra gusün alma seklini öğrendim. Önceleri Incilde böyle bir şey okudum, fakat kilise bunu terketti. Onların iddialari da Hz. Isâ A.S. onları arındırdığı içindir. (Bak Incil Leviticus 15:1-33) ve müslüman olduktan sonra, islamın sadece bir inanç değil, aynı zamanda bir hayat tarzı olduğunu öğrendim.
En büyük değişiklik ise, bir çok din kardeşim oldu ve kendime güvenim arttı.
6)M. Bal- Islamı genel olarak nasıl görüyorsun?
M. Selim- Islâm, mükemmel, saf bir dindir ki; onu bize Allah bahşetti çünkü; o Rahman ve Rahimdir.Islam aynı zamanda yardımlaşmayı, barışı, hoşgörürüyü, günahlardan uzak durmayı emreder. Ayrımcılığı men eder. Diğer dinlere de müsamaha ile bakar.
7)M. Bal- Müslümanlık Türklere ve Arablara has bir dindir diyenlerin görüşüne karşı görüşün nedir?
M. Selim- Ben bu görüşe katılmıyorum ve bu görüşe kesinlikle karşıyım. Allah-u teâlâ Kur'ânı Kerim de buyurdugu gibi: “Allah katında tek din Islâmdir.”
8) M. Bal- Islamı nasıl yaşıyorsun, günde beş vakit namaz, oruç ve iş, bu işi nasıl yürütüyorsun?
M. Selim- Müslüman olarak elimden geldiği kadar herkesle iyi geçinmeye çalışıyorum. Ihlaslı olmaya, günahlara düşmemeye ve günahlara yaklaştıran her şeyden uzak durmaya çalışıyorum. Allahın yarattığı mahlukatına sevgiyle ve ibretle bakmaya çalışıyorum. Ibadet benim için hayatımın önemli bir parçası oldu. Baslanğıçta beş vakit namazı vaktinde kılmaya zorlanıyordum. Şimdi ise, hayatımın bir parçası haline geldiler. Oruç ise; benim için Allaha karşı bir hamd şeklidir. Müslüman böylece şükrünü Allah’a takdim eder.
Oruç tutmak benim için zor olmadı. Eski bir Hollanda atasözü şöyle der: “Bir şey için rağbet varsa; onun çaresi bulunur.” Bana göre her kim halis bir niyetle bir amele (ise) baslarsa, Allahu teâlâ o işi ona kolaylaştırır. Bana farz olan ibadetleri tesekkür niyetiyle Allah için yerine getirirken, işim bana engel teşkil etmiyor. Ramazanda çalışmak, oruçlu olan için çok güzel bir meşgaledir. Insan akşam nasıl olduğunu anlamıyor. Çalışırken namaz kılmama hiçbir engel çıkmadı. Hatta çalışırken namaz vakti geldiğinde iş arkadaşlarım çoğu zaman beni uyarıyorlar, namaz vaktin geldi diyorlar.Namaz kılmak aynı zamanda kanûnî bir hakkımızdır.
9) M. Bal- Kur'ân-ı Kerim hakkındaki görüşlerinizi alabilirmiyiz?
M. Selim- Hz. Kur'ân Allah c.c. tarafından peygamber efendimiz S.A.V.’e vahiy yoluyla Ramazan ayında indirildi. Kendinden önce indirilenleri tasdik eden, ve insanlara doğru yolu gösteren ilahi bir kitaptır.Ben her gün bir cûz okuyarak her ay Allah'ın izniyle hatim ediyorum. Şu ana kadar bir çok kere (mealini) hatim ettim.
10) M. Bal- Hadis hakkında görüşlerinizi alabilir-miyim? Bu hususta bir sey okudunuzmu?
M. Selim- Hadis-i serifler çok güvenilir Raviler vasıtasıyla bize intikal eden peygamber efendimizden rivayet olunan sözlerdir. Elimde Riyazussalihin tercümesi bulunmaktadır. Ayrıca kırk hadis ihtivâ eden bir kitapçık elimde var ve bunlardan okuyorum on kadar hadis ezberledim. Ümit ederim benimle bu reportaji yapan kadar hadis öğrenirim inşaallah.
11) M. Bal- Yeni tanıştığın dindaşlarını genel olarak nasıl görüyorsun?
M. Selim- Daha önce de belirtmeye çalıştığım gibi benim dindaşlarım, (yeni kardeşlerim demek kulağa daha hoş gelmektedir.)Onları cana yakın, sevgi dolu, yardım sever ve güzel bir örnek olarak görmekteyim.Hem kendi halklari içinde, hem de diğer milletler içinde. Biz hakiki bir kardeş gibiyiz, beni samimi ve dostça aralarına aldılar. Bu benim için çok değerli bir tecrübe (hatıra) oldu. Bunu asla unutmayacağım.
12) M. Bal- Hollanda'da Islamin geleceği hakkında ne düşünmektesiniz?
M. Selim- Bir kaç sene zarfında Hollanda diğer dinleri resmen tanıdığı gibi Islamı da resmen tanıyacağıni düşünüyorum. Ve bir Hollandalının müslüman oluğu en normal ve tabii bir olay olacak. Bir gazete haberine göre Islam Hollandanın en büyük dini olacağını yazıyor. Şu anda sayı bakımından ikinci sıradadır.
13) M. Bal- Müslüman olmadan önce Islam hakkında nasıl bir görüşe sahiptiniz?
M. Selim- Ben Islama karşı daima iyimser bir haldeyim, ancak bilgisizlik yüzünden bende bir çok Hollandalı gibi yanlış imajlara sahiptim, meselâ; güya müslümanlar Isâ A.S.'a inanmazlarmış, ancak büyük bir hayretle bunun yanlış olduğunu Kur'ânda okudum ve onun hak peygamber olduğunu, Allah'ın kulu olduğunu, oğlu olmadığını öğrendim, bu benim için çok önemli keşif oldu. Ben Islamı tanımadığım zamanlarda onu araştırırken, diğer insanların yaptığı gibi farklılıkları değil, ortak yönlerimizi araştırdım.
14) M. Bal- Sünnet olmak hakkında görüşün nedir? Tecrübelerini anlatırmısın?
M. Selim- Sünnet olmak müslüman için hayatın önemli olaylarından biridir.Sünnet, insanı kâmil bir müslümana çevirir. Müslümanlik âlâmetlerinden biridir. Benim için başka bir önemi de eski dinimden bütün alâkamı kestim artık. Eski hayatımın pisliğinden hiç bir eser kalmadı.Tevrata göre sünnet, Allahla kul arasında dostluk alameti imiş. (Bak incil Genesis 17:1-24 ve yine incil Josua 5:1-12) Sünnet bir nişandır ki; sana her zaman müslümanlığını hatırlatır, ve insanı insanlar arasında kâfirlerden ayırt eden bir alamettir. Benim için Hristiyanlığın bittiği ve Islamî hayatın başladığı mânâsı hasıl oldu, sünnet olmamla. Sünnet oluşum çok mutlu bir olaydı. Ilk zaman çekingendim fakat kısa zamanda bu çekingenlik geçti, Gorinchem Beatrix hastahanesine bir kaç müslüman kardeşimle gittim. Sünnet olduktan sonra beni eve getirdiler. Salı günü sünnet oldum, çarşamba günü motora atladım camiye koştum, ve o hafta cumartesi bütün kardeşlerim Gorinchem Süleyman Çelebi camiide bana merasim yaptılar. Kur'ân okundu, namazlarımızı kıldık ve çay ocağında beni kutladılar, hediyeler verdiler ve beni tebrik ettiler. O benim için hiç unutamayacağım bir hatıra oldu. Bu merasim muazzam oldu. Benim din kardeşlerim beni çepeçevre kuşattılar, bana destek oldular ve hâlâ olmaya devam etmekteler.
15)M. Bal- Islam’ı araştıranlara, ve yeni müslüman olanlara neler tavsiye edersiniz?
M. Selim- Önce şunu derim: araştırmayı bırak, çünkü yanlış yoldan hedefe gidilmez. Kendi araştırmanla islamı bulamazsın, Kur'ânı oku ve teslim ol, müslüman ol. Islam sadece inanmakla kalmıyor, Islam aynı zamanda güvendir, yakinen Allahın var olduğunu ve yaratıklarının rızkını o veriyor. Buna kesin şekilde inanmaya da “ Islam “ denir.
Yeni müslüman olanlara tavsiyem şudur: Kendini tam bir şekilde Allaha ver, gemilerini yak, arkana bir daha bakma, imansızlar, kitapsızlar seni yolundan alı koymasın. Bunlar senin en yakın akrabaların olsa dahi, Allahın gösterdiği istikamete yürü ve yanlızca ona kulluk et. Sana destek olsun diye Kur'ândan şunları oku: Sure 2:109-120, Sure 9:23, Sure 29:8, Sure 30:60, Sure 31:15
Uçağı kaçırdı, İslam’ı yakaladı
Danilo Giannoni, bineceği uçağı kaçırınca hayatı değişti. Asıl mesleği takı tasarımcılığı olan İtalyan Giannoni’nin ebru yapmaya başlamasının ve Türkiye’ye yerleşmesinin ilginç bir hikâyesi var: Ülkesine dönme planı, uçağa yetişemeyince suya düştü. İstanbul’a giden Giannoni, ilk görüşte vurulduğu ebru için yaşantısını değiştirdi. Önce ülkesine dönerek çalıştığı şirketlerden ayrıldı, sonra evini İstanbul’a taşıdı. ‘Sır Kapısı’ hikayelerini çağrıştıran bir tanışmanın ardından Müslüman oldu.
İSLAMİYET’E GİDEN YOL ‘EBRU’DAN GEÇER
Şer zannettiğimiz şeyler bazen hayır çıkar. Bunu yaşamadan bilemeyiz. Danilo Giannoni, böyle bir tersliğin ardında saklı güzellikleri elbette bilemezdi. İtalyan vatandaşı olan Giannoni, bir ebru sanatçısı. Asıl mesleği takı tasarımcılığı olan Giannoni’nin ebru yapmaya başlamasının ve Türkiye’ye yerleşmesinin ilginç bir hikayesi var: Bulgari, Damiani ve Leo Pizzo gibi ünlü firmalarda mücevher tasarımcısı olarak çalışırken, 2002 Eylül’ünde tatil için geldiği Antalya’dan ülkesine dönerken uçağı kaçırıyor. Arkadaşlarının önerisiyle 3 günlüğüne İstanbul’a giden Giannoni, sokakta ebru yapan insanları görüyor. Kendi deyimiyle ilk görüşte vurulduğu ebru için bütün yaşantısını değiştiriyor. Önce ülkesine dönerek çalıştığı şirketlerden ayrılıyor, arkasından ise evini İstanbul’a taşıyor. “Eğer uçağı kaçırmamış olsaydım herhalde dünyanın bir yerinde takı sergisinde veya fuarında olurdum.” diyen Giannoni, Beyoğlu’nun arka sokaklarında küçük bir dükkanda ebru yapmaya başlıyor. Aldığı kitaplarla ve örnek aldığı sanatçıların eserlerini görerek ebru yapmayı öğrenen Giannoni, şimdi ise geçen yıl Taksim’de açtığı 3 katlı atölyesinde ebru dersleri veriyor. Ebru öğrenmeye karar vererek tüm yaşantısını bir anda değiştiren Giannoni, yardım için başvurduğu kişilerden yeterli desteği alamamaktan yakınıyor.
Kendisine örnek olarak 20. yüzyılın ebru üstatlarından Necmettin Okyay’ı alan Giannoni, figüratif ebrunun ilk örneklerinden olan çiçekli ebru türünü geliştiren Necmettin Hoca’nın eserlerinden oluşan bir koleksiyona da sahip. Necmettin Okyay’ın kuzeni ve öğrencisi olan Mustafa Düzgünman’ın eserlerinde de aynı duyguyu ve heyecanı aldığını açıklayan Giannoni, onlardan sonra gelen ustalar için aynı şeyleri düşünmediğini dile getiriyor. Ailesinin kendisini bir deli gibi gördüğünü belirten Giannoni, insanların “Dünyanın en iyi firmaları ile çalışıyorsun, takı tasarımında 7 defa ödül aldın, bir anda ilk defa gördüğün bir sanata ‘vuruldum’ diyerek onlarla ilişkini kesip tanımadığın bir ülkeye gidip yerleşiyorsun. Sen tam anlamıyla çılgın bir delisin.” dediğini dile getiriyor. Kendisini ebruyla özdeşleştiren Giannoni’ye göre ebru, heyecanların, duyguların ve renklerin bir karışımı. Giannoni, “Benim hayatım ebruya çok benziyor. Ruh halim ebru gibi değişken olabiliyor. Yağmur yağdığında yaptığım ebruyla güneşli havada yaptığım ebru çok farklı oluyor.” diyor. Giannoni, ebru yaparken ruhunu beslemeyi de ihmal etmiyor. Ruh dengesini kurmak için ney dinlemeyi tercih eden Danilo, ebruyu modern çizgilere taşımış. Ebruyu birçok üç boyutlu objeye taşıyan sanatçı, gündelik hayatta kullandığımız objelere taşınan ebrunun böylece güncelliğini koruyacağı görüşünde.
“Turist idim intisab ettim”
Şimdiye kadar yaptığı ebru çalışmaları 3 büyük devlet adamının duvarlarını süslüyor sanatçının; İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi, Japon İmparatoru Akihito ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan. İtalyan Başbakanı Silvio Berlusconi’nin İstanbul’a geldiğinde ona verilmek üzere kendisinden 2 tablo istendiğini açıklayan Giannoni, 2 tablonun Başbakan Erdoğan’a, bir tablonun da Japon imparatorunun doğum gününde hediye edilmek üzere satın alındığını açıklıyor. Tabloları alanların isimlerini söylemeyen Danilo, müşterilerinin kendisine güvendiğini belirterek güvenlerini sarsmak istemediğini belirtiyor. Ebrunun yanında artistik danışmanlık hizmeti veren Danilo, İtalya’da bulunan bilgisayar firması ve GSM operatörü ile çalışıyor. Bazı firmaların reklamlarının fonunda ebru kullanmış ve olumlu eleştiriler almış. Sanatçı, “Ebruyu özellikle kullanıyorum. Kendimi gönüllü sanat elçisi olarak görüyorum.” diyor.Birçok projesinin olduğunu açıklayan Giannoni, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile görüşerek projelerini açıklamak istediğini; fakat henüz görüşemediklerini belirtiyor. Hazırlamak istediği ilk projeden bahseden Giannoni, “Ebruyu kullanarak Türkiye’nin kartviziti olacak bir çalışmanın hazırlığı içerisindeyim. Böylece Türkiye’nin tanıtımlarında da kullanılacak bir kartvizit. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile görüşebilirsem projenin detaylarını açıklayacağım.” şeklinde konuşuyor. Danilo’ya teklif getiren yalnızca İtalyan firmalar değil, anlaşma aşamasında oldukları için ismini vermek istemediği bir Türk bankası da kredi alan müşterilerine hediye etmek üzere 5 bin tane ebru siparişi vermek istediğini ifade ediyor. Danilo, yaşantısını neredeyse tamamen değiştiren uçağını kaçırma hikayesinin en büyük meyvesi olarak İslamiyet’le tanışmasını görüyor. “O gün Antalya’da uçağı kaçırmasaydım İslamiyet’le de tanışamayacaktım. Uçağı kaçırmış olmamın tek hikmeti ebruyla tanışmam değilmiş.” diyen Giannoni’nin tanışma hikayesi şöyle: Danilo, çocukluk yaşlarından bu yana rüyasında bir oda ve odanın penceresine yansıyan bir cami görür. Önceleri camiyi tanımadığı için rüyasında gördüğü yapıya anlam veremez. Daha sonra cami olduğunu öğrenir. Danilo’nun rüyaları, 2002 Eylül’ünde Antalya’daki uçağını kaçırarak vakit geçirmek için geldiği İstanbul’a kadar sürer. Sultanahmet’te bir banka oturup kitap okuyan Danilo’nun yanına iyi İngilizce konuşan beyaz sakallı bir yaşlı yaklaşır. Ona burada ne yaptığını sorar. O da turist olarak bulunduğunu söyleyerek yemek yiyebileceği yerleri sorar. Danilo’nun İtalyan olduğunu öğrenen yaşlı adam, “Benim de bir arkadaşım yıllardır bir İtalyan’ı beklediğini söyleyip durur; sakın o sen olmayasın!” der ve tebessüm eder. Yaşlı adam bir süre sohbet ettiği Danilo’yu semazenlerin gösterisine davet eder, böylece bir İtalyan’ı beklediğini söyleyen Yakup Hoca ile Danilo’yu tanıştıracaktır. Yaşlı amcanın söyledikleri, Giannoni’ye ilginç gelir.Semazenlerin gösterisine giden Giannoni, her akşam gelen Yakup Hoca’nın o akşam gelmediğini öğrenir. Yaşlı adam, “Üzülme, ben seni evine götürürüm.” der. Yakup Hoca’nın evine gittiklerinde ise Danilo beyninden vurulmuşa döner; çünkü yıllarca rüyalarında gördüğü odaya girmiştir. Odanın penceresine yansıyan caminin ise Fatih Camii olduğunu anlar. Yakup Hoca hemen Danilo’nun koluna bakar. Kolundaki beyaz lekeyi görünce “Sen benim yıllardır beklediğim İtalyansın.” der. Müslümanlığa olan çağrısı yıllar önce başlamış olan Danilo, Yakup Hoca’dan İslamiyet’i öğrenir ve Müslüman olur.İtalyan ünlüleri, Türk engelli çocuklar için seferber edecek Sanat ve iş dünyasının ünlü isimlerini, otistik çocukların eğitimine katkıda bulunmak için bir araya getiren Danilo Giannoni, şimdi de İtalyan ünlülerini seferber edecek. Tohum Otizm Vakfı’nın yararına hazırlanan ‘Tohuma Su Gerek’ projesi için aralarında Güler Sabancı, Caroline Koç, Leyla Alaton, Oya Eczacıbaşı, Bettina Hakko, Hülya Avşar, Demet Akbağ gibi isimlerin bulunduğu 33 ünlüyü bir araya getiren Giannoni, şimdi de İtalya’daki sanat ve iş dünyasının ünlülerini bir araya getirecek. İtalya’nın yaklaşık 30 ünlü isminin yapacağı ebru çalışmaları, düzenlenecek açık artırma ile satılacak. Elde edilen gelir Tohum Otizm Vakfı’na bağışlanacak.
Mesnevi’yi okuyup Müslüman oldu şimdi dünyaya Mevlânâ’yı tanıtıyor
Amerika’nın California eyaletinde yaşayan 57 yaşındaki psikolog Dr. William Gamard, mistisizm üzerine araştırma yaparken Mevlânâ Celaleddin Rumi’nin Mesnevi’sinin İngilizce çevirisini okumuş. 1975 yılında Mevlevilikle tanışan Gamard, 1984 yılında Müslüman olarak İbrahim ismini almış. Amerika’nın California eyaletinde yaşayan 57 yaşındaki psikolog Dr. William Gamard, mistisizm üzerine araştırma yaparken Mevlânâ Celaleddin Rumi’nin Mesnevi’sinin İngilizce çevirisini okumuş. 1975 yılında Mevlevilikle tanışan Gamard, 1984 yılında Müslüman olarak İbrahim ismini almış.Mevlânâ’nın Amerika’da yayınlanan kitaplarından İslam’la ilgili bölümlerin çıkarıldığını söyleyen Gamard, senede 2 kez Türkiye’ye geliyor. “Mevlânâ Türbesi’nde Allah’ın muhabbetini ve el-Vedüd ismini, Eyüp Sultan’da ise Rahmetullah’ı hissediyorum.” diyor. Mevlânâ’nın eserlerinde Gamard’ı en çok aşk ve kalbin hikmetinin anlatıldığı kısımlar etkilemiş. 12 yıldır Mevlânâ’nın eserlerini tercüme eden Gamard, Mesnevi ve Mevlevilik üzerine bir web sitesi oluşturmuş. 2004 yılında ‘Rumi ve İslam’ adlı bir kitap yazmış. Gamard, Mevleviliği daha iyi öğrenmek için her yıl 2 kere Türkiye’ye geliyor. Amerika’da, İslam’a şüpheyle yaklaşıldığını vurgulayan Gamard, Mevlânâ’nın kitaplarından, çok satması için İslam’la ilgili kısımların çıkarıldığını savunuyor.Mevlânâ’nın, sanki hiçbir dine inanmayan, tüm dinlerin üstünde bir veli gibi gösterildiğini ifade eden Gamard, web sitesinde Hz. Mevlânâ’nın eserlerinin İslam’la dopdolu olduğunu anlatmaya çalışıyor. İncil’i okuduğunda Hz. İsa’nın “Her şey senin iradenle olur, benim değil.” duasını her zaman düşündüğünü ve kalbinden geçirdiğini ifade eden Gamard, “Bence bu tam olarak teslimiyettir ve İslam’dır.” diyor.Psikolog Dr. William Gamard, Amerika’daki birçok sufinin Mevleviliği benimsemesine rağmen Müslüman olmadığını dile getiriyor. Amerikalı 10 kişiden oluşan bir Mevlevi grubuna başkanlık ettiğini ifade eden Gamard, ayda 2 kez Müslüman bir çiftin evinde toplanarak 99’luk büyük tesbihlerle bir daire şeklinde oturduklarını, Farsça gazeller ve Türkçe ilahiler söyleyerek zikrettiklerini belirtiyor. Gamard’ın grubunda kadın semazenler başka bir odada sema yapıyor. Gamard, “Ben gelenekçi ve muhafazakar bin Mevleviyim. Kadınlarla erkekler aynı yerde sema yapamaz.” diyor. Gamard, 1976 yılında Süleyman Hayati Dede’nin Konya’dan California’ya gelerek kendisine sikke giydirmesiyle semazen olmuş. Gamard, sema gösterilerinin yozlaştırıldığını ve Türkiye’ye turist çekmek için yapıldığını öne sürdü.
AMERIKA’ DA MEKSIKA’LI BIR MUHTEDI: ALI Otuz bir yasinda Amerika dogumlu bir Meksikaliyim. Islâm’a dönüs hikayemi insanlarin Islâm’i daha iyi anlamalarina vesile olmak düsüncesiyle paylasmak istiyorum. Çünkü çogu insanin Islâm hakkindaki düsüncesi yanlis veya tarafli bilgiler sunan televizyon yayinlari veya filmler ile sekilleniyor. Bu nedenle Islâm gerçeginin ortaya konmasi gerektigini düsünüyorum. Insaallah bu yolda az da olsa katkida bulunanlardan olurum. Islâm öncesi hayatim gerçekten çok kötüydü. Hayata dair hiçbir hedefi olmayan bir insandim. Onbirinci sinifta okula devamsizlik yaparak vaktimi bos seylerle harciyordum. Arkadaslarimla birlikte sokaklarda egleniyor, kokain içip satiyorduk. Arkadaslarimdan çogu çete üyesiydiler. Ben hiçbir zaman bir çetenin üyesi olmamistim. Yine de zamanla daha agir uyusturuculara yönelmekten kendimi alamadim. Bu sekilde asla gerçeklestiremeyecegim hayaller dünyasina dalip gidiyordum. Ne kadar bunalirsam o kadar uyusturucuya siginiyordum. Halbuki bunun sadece geçici bir kaçis oldugunun da farkindaydim. Sorunlarimin çözümü bu degildi.
Bir gün bir arkadasim vesilesiyle bir kitapla tanistim. Bu kitap ona hayata dair problemlerini çözmede kendisine yardimci olacagini söyleyen bir arkadasi tarafindan hediye edilmisti. Bu Kitap Kur’an’di. O zamana kadar Kur’an hakkinda hiçbir sey duymamistim. Merakla birkaç sayfaya göz atmaya basladigimda içimde gerçegin bilgisini okuduguma dair bir his uyandi. Bu sanki yüzüme vurulan sefkatli bir ikaz tokadiydi veya beni uykudan uyandiran bir çagriydi. Kur’an çok net ve anlasilabilir bir kitapti. Okuduklarimdan etkilenerek Islam hakkinda daha çok sey ögrenmek ve Müslümanlarla tanismak istedim. Garip olan suydu ki, o an yeni bir din arayisinda degildim. Bir zamanlar kiliseye giden insanlara gülerdim. Içimin derinliklerinde var oldugunu bildigim halde bazen, “Tanri yok!” gibi sözler sarf edebilmekteydim. Birkaç gün sonra kütüphaneye giderek Kur’an meâli aldim ve üzerinde çalismaya basladim. Bu sekilde Peygamber Hz. Muhammed (SAV ) hakkinda bilgi edindim ve Meryem oglu Isa (AS)’in gerçek hikâyesini ögrenme imkâni buldum. Kur’an’a göre tek bir Allah vardi ve O’nun esi-benzeri yoktu. Hz. Isa “Tanri’nin oglu” degil bir peygamberdi. Iste bu açiklama benim için en önemli husustu. Çünkü Hiristiyanlik’ta vaaz edilen Teslis Inanci’ni bir türlü anlayamamistim. Kur’an Hz. Isa’nin mucizevî dogumundan ve peygamberlik misyonundan bahsetmekteydi. Yine Kur’an’da Meryem adli bir sûre yer almaktaydi. Çocukluk yillarimda kiz kardesimle birlikte Yedinci Gün Baglilari Kilisesi’ne mensup olan annem tarafindan her Cumartesi kiliseye götürülürdük. Ancak hiçbir zaman gerçek mânâda dindar biri olmadigimi söylemeliyim. Nitekim ondört-onbes yaslarinda iken kiliseye gitmekten tamamen vazgeçmistim. Ailemin diger üyeleri ve akrabalarim Katolik idiler. Bizim neden farkli bir kiliseye mensup oldugumuzu anlayamiyordum. Meksika’ya gittigimizde dügün veya kutlamalar nedeniyle hepimiz Katolik Kilisesi’ne gidiyorduk. Hz. Muhammed (SAV) Allah’in son peygamberiydi ve bütün insanliga gönderilmisti. Kur’an Âdem, Ibrahim, Nuh, Ishak, Davut, Musa ve Isa (Allah’in selami hepsinin üzerine olsun) gibi bütün peygamberlerden net ve anlasilir bir üslupla bahsetmekteydi. Islâm hakkinda aylar süren çalismalar yaptim. Bir kitapçidan kendim için Kur’an alip çalismalarima o sekilde devam ettim. Yine dünya tarihi ve Müslümanlarin bilime katkilarinin anlatildigi eserler okudum. Ispanya’nin neredeyse bin yil kadar bir Islâm diyari oldugunu , sonradan Hiristiyan Kral Ferdinand zamaninda Müslümanlarin ülkeden sürüldügünü, Meksika’ya gelen Hiristiyanlarca Azteklerin ve digerlerinin Katolik olmaya zorlandigini da o siralar ögrendim. Tarih ve Islâmî kökenlerim konusunda zihnim netlesmeye baslamisti. Aylar süren çalisma ve arastirma sonrasinda artik gerçegi daha fazla inkâr edemezdim. Aslinda bunu çok sürüncemede biraktigimin da farkindaydim. Ancak Müslüman oldugum takdirde yasantimi tamamen degistirmem gerektigini de biliyordum. Bir gün Kur’an okurken aglamaya basladim ve diz üstü çökerek bana dogru yolu gösteren Allah’a sükrettim. Sonralari evime yakin bir cami oldugunu ögrendim ve bir Cuma günü Müslümanlarin neler yaptigini, nasil ibadet ettiklerini görmek için oraya gittim. Camide farkli renkten ve irktan pek çok kisinin birlikte ibadet ettiklerini gördüm. Camiye girerken ayakkabilar çikariliyordu ve insanlar hali döseli zeminde oturuyorlardi. Cemaatten biri kalkip ezan okumaya basladi. Ezan o kadar güzeldi ki göz yaslarima engel olamadim. Bu halim ilk bakista garip gelebilir ama o an dogru olduguna inandigim sey buydu. Islâm sadece bir din degil basli basina bir yasam biçimiydi. Camiye birkaç hafta bu sekilde devam ettikten sonra Müslüman olma konusunda kesin kararimi verdim. Bunu ders veren hatibe bildirdim ve sahitler huzurunda önce Arapça sonra Ingilizce kelime–i sehadet getirerek Müslüman oldum Elhamdülillah. “Sehadet ederim ki Allah’tan baska ilhah yoktur ve yine sehadet ederim ki Hz. Muhammed (SAV) O’nun kulu ve elçisidir.” Sözlerimi bitirir bitirmez bütün cemaat birkaç kez “Allahu Ekber!” diyerek sevinç ve coskularini dile getirdiler. Sonra bütün kardeslerim beni tek tek kucaklayip tebrik ettiler. Hayatim boyunca bir gün içinde hiç bu kadar kucaklayanim olmamisti! Kisacasi hayatimin sonuna kadar unutamayacagim bir gün yasamistim. 1997 yilindan beri Müslümanim. Kendiyle ve inanciyla barisik bir insanim. Islâm’a dönüs yaptiktan sonra hayatim gerçekten çok daha iyi oldu . Bunu nasip eden Allah’a ne kadar sükretsem az. Yeni hayatimda öncelikle yarida kalan egitimime devam etme karari aldim ve okulumu bitirip bilgisayar tamircisi oldum. Yine Rahman olan Allah kutlu belde Mekke’ye gidip Hac vazifemi yapmayi da lûtfetti. Her irktan üçmilyon kardesimle birlikte ibadet ettigimiz hac benim için müthis bir hayat tecrübesi olmustu. Aralik 2002’de Fas’ta çok iyi bir Müslüman hanimla evlendim. Bugünün toplumlari ve özelikle gençler pek çok sorunla karsi karsiya bulunuyorlar. Tüm bunlarin cevabi Islâm’dadir . Insaallah hikâyem Latinlerin ve diger tüm irklarin Islâm nuruyla tanismasina vesile olur. Allah hepimizin yardimcisi olsun.
İsmi Carol, Amerikalı
Hidâyeti için takdir edilen vakit, 90'lı yıllar. Hidâyete varış hikâyesini kendisinden dinleyelim: Düşünmeye başladığım ilk zamanlardan bu yana Hristiyanlık beni hiç tatmin etmiyordu. Hele bu dinin İsa -aleyhisselâm-'ın Allâh'ın oğlu olduğu şeklindeki akîdesini aslâ benimseyemedim. İlkokul üçüncü sınıfta bir Yahûdi arkadaşım vardı. Dîni beni çok etkilemişti. Yaptığımız sohbetlerde "onun da, benim de ilâhımız olan Allâh'ın eşşiz kudreti" karşısında büyülenmiştim. İlköğretim, lise ve üniversite boyunca Yahûdiliği araştırdım. Ve Yahûdilik dersleri almaya başladım. Bu dinin, Allâh hakkında inanmak istediğim şekline çok yakın olduğunu anladım ve nihayet Yahûdi olmaya karar verdim. Muhâfazakâr bir hahamla görüştüm. Fakat haham, beni bu teşebbüsümden alıkoymaya çalıştı. Ne kadar ısrar etsem de kabul etmedi. Çok üzülmüştüm. Bir süre sonra başka bir Sinagog'da, başka bir hahamla konuşup Yahûdiliğe girmek istediğimi söyledim. Haham: "-O kadar istiyorsan Yahûdiliğe geçebilirsin, ancak öteki Yahûdiler, seni aslâ bir Yahûdi olarak görmezler." dedi. Bu olanlardan sonra, yahudiliğe karşı tüm hevesim kırılmıştı.Başka dinleri araştırmaya başladım. Sırasıyla Budizm'i ve Amerikan yerlilerinin maneviyâtını inceledim. Önceki arayışlarım gibi hiçbir yere varamıyordum. Ve sonunda içimdeki "müteâl ve kudreti sonsuz Allâh" inancıyla yetinmeye karar verdim. Evlenmeye karar verdiğim insanla karşılaşana kadar, İslâm'ı bir din olarak araştırma ihtiyacı hissetmemiştim. Çünkü İslâm'ı, ortaçağda kalmış, hep kan döken, insanlara huzurdan çok savaş vaad eden bir din olarak duymuştum ve doğrusu hiç dikkatimi çekmemişti. Müstakbel kocamla ilk tanıştığımda, onun müslüman olduğunu öğrenince şaşırıp kalmıştım. Kaba ve câhil olduklarını düşündüğüm için, espri yeteneğini, hayata dâir düşüncelerini ve derin bilgisini gördükçe hayrete düştüm. İslâm'la aramdaki buz dağları bu ilk tanışmayla biraz erimişti. Böylelikle bu dîni daha iyi tanımak için incelemem gerektiğine karar verdim. Günler günleri, aylar ayları kovalıyor, araştırma yaptıkça İslâm'ın "hak din" olduğunu görüyordum. Ve İslâm'ın tevhid inancının, yıllardır içimde beslediğim Allâh inancıyla ne kadar yakın olduğunu fark edince, hayretler içinde kaldım. Ve ilk vurgun yediğim an! Hanımlarla toplandığımız dersimizde dinlediğim bir âyet âdeta beni başka âlemlere götürüp, oradan da kendime getirmişti. Bakara Sûresi'ndeki bu âyet, yahûdilerin inek kurban etmelerinden dolayı ilâhî emri sorgulamalarıyla ilgiliydi. Âyet beni öylesine sarsmıştı ki, Allâh karşısında çok büyük bir mahcûbiyet hissetmiştim. Dersin ortasında sesli sesli ağlamaya başladım. Bütün dinlediğim sözlerin ötesinde, Kur'ân yalnızca âhenkli okunuşuyla öyle büyük bir mûcizeydi ki, kararmış gönülleri bile kıskıvrak yakalıyor, câzibesiyle kendine çekiyordu. Aynı akşam, uyumadan önce, Allâh'tan bana yardımcı olmasını isteyerek rastgele Kur'ân-ı Kerîm'i açtım. İlk karşıma çıkan âyeti sesli sesli okumaya başladım: "Peygambere indirileni dinledikleri zaman, âşinâ oldukları hakîkatlerden duygulanarak gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün. Onlar "Ey Rabbimiz, îmân ettik." derler. Sen de bizi hakka şahitlik eden mü'minlerle beraber yaz. Biz Rabbimiz'in bizi sâlihlerle beraber cennetine koymasına can atarken, Allâh'a ve hak olarak bize gelmiş olana niçin îmân etmeyelim. Bu sözlerinden dolayı Allâh onları altlarından ırmaklar akan cennetlerle mükâfatlandırdı." (Mâide, 83-85) Âdetâ nutkum tutulmuştu. Allâh, kelâmı Kur'ân ile benimle konuşmuştu. Allâh Teâlâ'nın beni İslâm'a çağıran son mesajı buydu işte. Kısa bir süre sonra Kelime-i Şehâdet getirerek müslüman olmuştum. Rûhumun özgürlüğe kavuştuğunu hissediyordum.Yahûdilerin beni içlerine kabul etmek istemeyişlerinin aksine, müslüman kardeşler "Allâhu Ekber, Elhamdülillâh, Ehlen ve Sehlen" diyerek beni sevinçle karşıladılar. Onlarla beraber olmak ve ümmetin içinde bir fert olduğumu düşünmek, kalbimi ve rûhumu ısıtıyor. Beni hidâyete erdirdiğinden dolayı âlemlerin Rabbine nihâyetsiz hamd ü senâlar olsun…
Çin’den 5 sene önce İzmir’e gelen Jian Hua Ai, çevresinden ve çalışanlardan etkilenerek Müslümanlığı kabul etti.
Babasının vefat ettiğini belirten Ai, önce camilere gittiğini, İslâm dinini kabul ederken annesindende izin aldığını söyledi.Türklerin ılımlı ve sevecen kişiliğinin altındaki sebepleri araştırdığının altını çizen Jian Hua Ai, bunu Müslümalık olduğun gördüğünü söyledi. Bu yoldan dönüş olmadığını belirten Ai, “Ben hiç bir dini kabul etmiyordum, hiçbir ibadet şekli de bilmiyordum. 1999 yılında İzmir’e geldim. Chinese Restorant Sahibi Haşim Işık ve iş arkadaşlarım bana çok iyi örnek oldu. Onlarla camilere gittim, araştırdım, Müslümanlığı inceledim. Annemle de uzun uzun görüştüm.” dedi.Chinese Restorant’ta düzenlenen ihtida töreninde Menderes İlçe Müftüsü Mustafa Temel ve Ai’nin iş arkadaşları hazır bulundu. Kelime-i şehadet getiren Ai, ismini daha sonra değiştireceğini söyledi. Müftü Temel, Ai’ye İngilizce Kur’ân-ı Kerîm meali ve dinî kitaplar hediye etti.
BİR ABD'Lİ
Sarı saçlı, mavi gözlü 29 yaşındaki Charles Vincent, Kaliforniya’nın Torrance şehrinden. Katolik bir ailenin 8 erkek çocuğunun en küçüğü. Müzikle ilgilendi. 11 Eylül terör saldırılarından sonra Kur’ân-ı Kerim okumaya başladı. Bir kaç ay sonra ise samîmî bir Müslüman oldu. Artık düzenli ibadet yapıyor. İçki içmiyor. Şuayb ismini kullanıyor. Sarı saçlı, mavi gözlü 29 yaşındaki Charles Vincent, Kaliforniya’nın Torrance şehrinden. Katolik bir ailenin 8 erkek çocuğunun en küçüğü. Müzikle ilgilendi. 11 Eylül terör saldırılarından sonra Kur’ân-ı Kerim okumaya başladı. Bir kaç ay sonra ise samîmî bir Müslüman oldu. Artık düzenli ibadet yapıyor. İçki içmiyor. Şuayb ismini kullanıyor.Müslüman olmasından beri geçen 3 sene içinde İslâma hergün daha fazla bağlanıyor. Müslüman olan beyaz Avrupalı ve Amerikalılar’ın sayısındaki artışa dikkat çeken Vincent, İslâmın sadece “diğer” insanların dini olmadığını fark ettiğini belirtiyor. Laweekly adlı ABD’de yayınlanan bir dergide kendisiyle röportaj yapılan Vincent, “Her gün bir önceki güne göre daha fazla şaşırıyorum. En son bağlanmak istediğim din İslâmdır. Ağzımdan en son çıkmasını istediğim kelime Allah’tır. İslâm beni içinde bulunduğum en büyük bir delikten çıkardı" şeklinde konuştu.
HASTALIK, ENDİŞE, DUÂ, KURTULUŞ VE İSLÂM’LA TANIŞMA
Vincent, Müslüman olmaya karar verdiği süreci şöyle anlatıyor: “Las Vegas’tan arkadaşım Joe ile bir kulübün dışında bir kızın kaldırım kenarına kustuğunu gördük. Joey’in kamerası vardı, fotoğrafını çekmek istedik. Flaş patlayınca kızın erkek arkadaşı bize bakarak ‘Siz bunun eğlenceli olduğunu mu düşünüyorsunuz?’ dedi biz de ‘Evet, eğlenceli’ diye cevap verdik. Ağız dalaşı yaptık, kızın erkek arkadaşı dövüşmeye hazırdı. Cumartesi gecesi ilerleyen saatlerdi. Caddeye yüzlerce kişi toplandı. Kızın diğer erkek arkadaşları da toplandı. Sonrası, caddede 3 kişi tarafından sürüklendiğimi hatırlıyorum. Biri gözüme vurdu. Joey kayboldu, fakat bir blok aşağıda oturan Faslı bir arkadaşım bağırışları duyup koşarak geldi. Neler olup bittiğini görünce beni dövenlerle kavga etti. Sonunda polis geldi ve durumumu görerek ambulans çağırdı.”Gözünün kenarlarında kan toplandığını ve şiştiğini ve daha sonra kanamaya başladığını kaydeden Vincent, hastaneden gözü bantlanarak ayrıldığını kaydederek, “Hastaneden çıkınca Müslüman birinin Kur’ân-ı Kerim kopyalarını sattığını gördüm. Bunlardan birini satın aldım fakat hemen okumadım. Bir kaç gün sonra gözüm görme kabiliyetini kaybetmeye başladı. Enfeksiyon kapmış. Doktorlar, diğer gözün de zarar görmemesi için gözümü almaları gerekebileceğini söylediler. 11 Eylül saldırılarının hemen öncesinde 2 geceyi Manhattan’ın batısındaki St. Vincent’s Hastanesinde yattım. Gözlerimin her ikisi de bandajlandı. Kör olmaktan endişe etmeye başladım” diyor. Kendi kendine “Nerede hata yaptım? Kaliforniya’da iyi bir aileden gelmiştim, neden bunlar başıma geldi” sorularını sorduğunu kaydeden Vincent, o zamanki duygularını şöyle anlatıyor: “Hastanedeyim. Gözümü kaybetmek üzereyim. Bu nasıl oldu? Neden bana oldu? Gözlerim bandajlı iken hayatımda ilk kez duâ ettim. Gözümü kaybetmezsem Allah’a bütün kalbimle ibadet edeceğimi söyledim.” Duâsının kabul edildiğine inandığını söyleyen Vincent, “Ertesi sabah doktorlar gözlerimdeki bandajları kaldırdılar. Ve hasta gözüm geri geldi ve görüyordum. Hemen lazer ameliyatı için ameliyat odasına aldılar.
11 EYLÜL’DEN SONRA
11 Eylül’de gözümde bir yama hastaneden çıktım. Faslı bir arkadaşın kuzeninin evinde kalmaya başladım. Faslı anne Kasablanka’dan geldi ve uçaklar Dünya Ticaret Merkezi binalarına çarptılar. Dehşet içinde kaldık” diyor. Terör saldırılarından sonra, Kur’ân-ı Kerim’i okumaya başladığını ve okudukça daha fazla okuma isteğinin hasıl olduğunu kaydeden Vincent, “İkinci sûrede şöyle diyor ‘Bu kitapta hiç şüphe bulmazsınız. Çelişkiler yoktur...’ Okudukça anlıyorsunuz ki, bu bir insan tarafından yazılmamış. Bu kitapla diğerleri arasında açık bir fark vardı. En şaşırtıcı olanı ise, diğer kitabın yani İncil’in doğrusunu açıklı-yor. Kur’ân’da İncil’den bahsedili-yor. Bu kitaba tamamen bağlandım” şeklinde konuşuyor. Vincent, şu anda taksi şoförlüğü yapıyor, namazlarını mümkün mertebe camide cemaatle kılıyor ve İslâm’ın 5 şartını yerine getirmeye çalışıyor.
İbrahim Karlsson’un gerçeğe yolculuğu
SIRADAN diye tabir edebileceğim, ancak birbirini çok seven bireylerden oluşan İsveçli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldim. Dinle pek alâkamız yoktu. Yirmi beş yaşına kadar Tanrı’nın varlığını veya maneviyata ilişkin konuları hiç önemsemeden yaşamıştım. Yani materyalist dünya görüşüne sahip biriydim. Lise yıllarında tam bir kitap kurduydum ve zamanımın çoğunu okul kütüphanesinde geçirmekteydim. Bir keresinde Kur’an’ın İngilizce meâlinden bazı bölümleri okuma fırsatım oldu. Tam olarak hangi kısmı okuduğumu hatırlamıyorum. Ancak okuduklarım bana çok anlamlı gelmişti ve etkilenmiştim.Yine de dinden uzak bir hayata devam ediyordum. Benim dünyamda Tanrı’ya yer yoktu ve O’na ihtiyaç da duymuyordum. Kâinatın nasıl işlediğini açıklayan bir Newton vardı ve bu da yeterliydi. Zaman geçti ve okuldan mezun olup işe başladım. Biraz para kazanınca kendi evime geçtim ve ilk olarak harika bir bilgisayar satın aldım. Aynı zamanda amatör olarak fotoğrafçılıkla uğraşıyor, hemen her gün çevremde ilginç bulduğum manzara ve olayları fotoğraflayarak, arşiv çalışması yapıyordum. Bir gün bir pazar yerinde, tele lens kullanarak uzaktan çekimler yaptığım sırada öfkeli bir göçmen yanıma kadar gelerek annesinin ve kız kardeşlerinin resimlerini çekmeme kesinlikle izin vermeyeceğini ifade etti. Şu Müslümanlar ne garip insanlardı ...Bundan sonra İslâm’la ilgili birkaç olay daha yaşadım. O an için, neyi niçin yaptığımı tam olarak açıklamam mümkün değil. Mesela İsveç’teki “İslamî Bilgilendirme Merkezi”ni arayıp onların süreli haber bültenine neden abone oldum? Veya Yusuf Ali’nin Kur’an tercümesini ne niyetle aldım? Ayrıca İslamî konuları çok güzel ele alan “İslâm–İnancımız” adlı kitabı ne diye satın aldım? Tüm bunlar belli bir düşünme sürecinden sonra alınıp uygulanmış kararlar değildi. Sebep aramaksızın tüm bunları yapmıştım .Kur’an’ın neredeyse tamamını okudum ve bu kitabın hem güzel hem mantıklı olduğunu düşündüm. Ancak kalbimde hala Tanrı’ya yer yoktu. Ertesi yıl “Güzel Ada” diye bilinen yerde sonbahar resimleri çekmekteyken bir anda o güne kadar yabancısı olduğum duyguların içimi kapladığını hissettim. Sanki çok büyük bir bütünün küçücük bir parçasıymışım gibi geldi. Tanrı’nın evreninde minicik bir parça. Daha önceleri hiç böyle bir şey hissetmemiştim. Bu harika bir duyguydu! Tamamen rahatlamış ve yepyeni bir heyecan dalgasıyla dolmuştum. Hepsinden önemlisi artık nereye dönsem her yerde Tanrının varlığını görüyor ve hissediyordum. İçimdeki gerçeği bulmam zannettiğimden daha az zaman aldı. Bir akşam otobüsle işten eve dönerken etrafımdaki insanların çoğu uyuklamaktaydı. Bense gökyüzüne dağılmış bulutları turuncu ve pembeye boyayarak batmakta olan güneşi hayranlıkla seyretmekteydim. Tanrı dünyayı ne güzel yönetmekteydi. Bizler hissiz robotlar değildik. Öyleyse yaratılıştaki mükemmelliği sadece kimya ve fizik gibi bilimlere bağlı olarak anlayamazdım. Kalbimin fizik ötesi açıklamalara ve tatmin olmaya ihtiyacı vardı.Bir sabah uyandığımda aklıma ilk gelen düşünce, bana fırsatlarla dolu yeni bir günü bahşeden Tanrı’ya ne kadar minnettar olduğumdu. Bu halim öylesine doğaldı ki, sanki hayatım boyunca her sabah böyle uyanıyormuşum gibi hissettim.Bu tecrübelerden sonra Tanrı’nın varlığını inkar edemezdim. Fakat yirmi beş yıllık bir inkar döneminden sonra bunu hemen kabûllenmek ve inanç sahibi olmak kolay değildi. Artık dönülmez bir noktadaydım. Tanrı bir şekilde bana yol gösteriyordu. Kafamı karıştıran konularda daha fazla okumalar yaptım. Sonunda cesaretimi toplayarak en yakındaki camiyi aradım ve buradaki Müslümanlarla bir görüşme yapma isteğimi belirttim. Daha önceleri defalarca önünden geçtiğim halde durup ziyaret etmeyi düşünmediğim camiye bacaklarım titreyerek girdim. Burada çok iyi insanlarla tanıştım. Okumam için bir çok kitap temin ettiler ve kendilerini evlerinde ziyaret etmem için plânlar yaptılar. Tüm anlattıkları ve sorularıma verdikleri cevaplar son derece mantıklıydı. Bundan sonra İslâm hayatımın önemli bir parçası haline geldi. Düzenli olarak dua etmeye başladım ve ilk kez Cuma namazına gittim. En arkada durmama ve imamın söylediklerinden bir şey anlamama rağmen böyle bir ibadet çok hoşuma gitmişti. Hutbeden sonra hepimiz bir araya gelerek safları oluşturduk ve namaza devam ettik. Bu, İslâm’a yolculuğum sırasında yaşadığım en harika tecrübelerden biriydi. Saflar halinde birlikte hareket eden bu iki yüz adam son derece samimi duygularla sadece bir tek Allah’ın adını yüceltmeye yönelmişlerdi. Ne harika! Yavaş yavaş zihnim kalbimle hem fikir olmaya başladı. Kendimi Müslüman olarak zihnimde canlandırmaya çalışıyordum. Fakat gerçekten İslâm’ı din olarak benimseyebilir miydim? İsveç’teki devlet kilisesini çoktan terk etmiştim. Peki günde beş vakit namaz kılabilecek miydim? Yeme alışkanlıklarımdan vazgeçmek kolay olacak mıydı? Ailem ve arkadaşlarıma ne demeli? Müslüman kardeşlerimden Ömer’in İslâm’a dönüş yaptığı için ailesi tarafından akıl hastanesine yatırılmak istendiğini hatırlıyorum da.. Ben bu tür tepkileri göğüslemeye yeterince hazır mıyım ? Yaz tatili başladığında kararımı verdim. Müslüman olmalıydım! O yaz her zamankinden farklı olarak günler serin geçiyordu. Başka zaman olsa güneşli bir tatil gününde hiçbir şey beni denize gitmekten alıkoyamazdı. Haberlerden sonra izlediğim hava durumu programında ülke haritasının hemen sağ üst köşesinde kocaman bir güneş yer alıyordu. Yarın, ertesi gün, bir sonraki gün.. derken günler geçti. Hava hala bulutlu ve rüzgarlıydı... Sanki Tanrı zamanımın artık dolduğuna işaret ediyordu. Daha fazla bekleyemezdim. Banyo yapıp, temiz kıyafetler giydim. Bir saatlik yolu kat edip camiye gittim. Camide kardeşlerime isteğimi ilettim ve öğle namazından sonra kardeşlerimin şahitliğinde şehadet getirerek Müslüman oldum. Beni rahatlatan bir diğer husus ailemin ve arkadaşlarımın tercihime saygı duymaları ve beni böyle kabullenmeleriydi. Biraz şaşırmadılar değil. Günde beş kez namaz kılmak, domuz eti yememek gibi hususları zamanla vazgeçeceğim garip gelenekler olarak görüyorlar. Ancak Allah’ın yardımıyla onlara yanıldıklarını göstereceğim ve iyi bir Müslüman olma yolunda gayretlerim devam edecek.
Müslüman olan genç bir Ortodoks kızın kendi kaleminden hikayesi: Hz. İsa ve Meryem’le ilgili ayetlere çarpıldım
Dünyadaki en büyük trajedi hangisidir? En acıklı biten hayatı kim yaşadı yeryüzünde? Kim ne derse desin bence en büyük trajediyi Tolstoy yaşadı.Ne hazin sondur onunkisi, ne kadar yürek parçalayıcı. Üç-beş satırla tanıtıldığı cümlelerde genellikle şunlar sıralıdır. “Tolstoy’un kendisini tanıma ve Allah’a ulaşma çabası bütün bir ömrüne tekabül eder. Ömrü boyunca anlaşılamamıştır. Onu anlamayanlar güruhuna karısı ve en yakınları da dahildir. Ömrü boyunca bir arayışın pençesinde kıvranmış bu adam sonunda 82 yaşında iken yağışlı bir gecede evden kaçtı ve yolda hastalandı. 7 Kasım 1910’da mütevazı bir tren istasyonunda yolculuğunun ilk durağı olan İstanbul’a hareket etmek üzereyken hayata gözlerini yumdu.” Nereye gidiyordu Sultanahmet’e mi, Eyüpsultan’a mı? İçindeki boşluktan mı kaçıyordu? Yoksa en temiz tevhid inancının parlattığı alınların indiği bir secde menzilinde aradığı Rab ile buluşmaya mı gidiyordu? Ah ne hazin bir sondur onunkisi. “Tatmayan bilmez.” demişler, o talihsiz dâhîyi ancak ben bilirim.
Gizlice vaftiz edildim
İnancı güçlü olmayan bir baba ile sade bir Ortodoks annenin çocuğu olarak Ukrayna’da dünyaya geldim. Babam beni köy kilisesinde gizlice vaftiz etmiş. Komünizmin bütün yasaklarına rağmen annemden gelen “tek tanrı” inanışı ile büyüdüm. Paskalyayı seviyordum. Elimden geldikçe paskalyadan evvelindeki kırk gün süren perhizi (oruç) tutmaya çalışıyordum. Paskalyadan önceki “Temiz Perşembe”yi ailecek heyecan içinde beklerdik. “Ben kimim, neciyim, nereden geldim?” bunların bir anlamı yoktu benim için o zamanlar. Yalnızca iyi bir üniversite okumak suretiyle iyi bir geleceğe hazırlanmak vardı, o kadar. Oldukça parlak bir öğrencilikten sonra ülkenin en iyi üniversitesinde öğrenim dili İngilizce olan işletme fakültesini okudum. Yirmi yaşına gelinceye kadar hayat oldukça güzel geçmişti. Artık cevapsız soruların cenderesine düşmüştüm. Bir çekirge sürüsü gibi binlerce soru üşüştü beynime. Tanrı, İsa, insan, dünya, hayat, ölüm, cennet cehennem sonsuzluk... Tesadüf, tabiat, yaşam, ölüm... Sonra yokluk, ebedi yokluk. Bütün bu düşünceler bir sülük olup beyin zarımı emiyor; ama ben onlara bir cevap bulamıyordum. Kendimi karanlık bir odada yapayalnız hissediyordum. Kurtulmak için ne zaman bir hamle yapsam her seferinde dipsiz bir boşluğa yuvarlanıyordum. Ve bu boşluktan helezonlar çize çize düşüyordum. Ne bir ışık vardı ne de tutunacağım bir dal. Hepsinden beteri ruhumun çığlıklarını hiçbir kulağa işittiremiyordum. (Oysa o çığlıkları duysalardı aslanların, ödleri kopardı.) Etrafımdaki hiç kimse beni anlamıyordu. Dolayısıyla yardım edemiyorlardı. Bu bir yana “gençsin başarılısın ye, iç, gez-dolaş, bırak kendini bu kadar yıpratmayı.” deyip kızıyorlardı. Sanki bunları istemiyormuşum gibi. Hayatı bana zehir eden düşüncelerden kurtulmak için akıl oyunlarından, deli saçmalıklarına varıncaya kadar her yolu denememişim sanki. Olmuyordu ama, olmuyordu işte. Yaptığım her şey bir pansumandan öteye geçmiyordu. O zamanlar benim için en mesut anlar, düşünmemeyi becerebildiğim anlardı. Bu anlar geçtiğinde ise geriye yine boşluk yine karanlık ve yine sop soğuk bir yalnızlık kalıyordu... Bitkin gündüzleri ve uykusuz geceleriyle tam beş sene bu azabın kucağında çırpındım durdum. Hastahane hastahane dolaşmalar psikologdan psikologa koşmalar... Ama bir netice yoktu. Bütün bu girdapta tek tesellim anneciğimden aldığım inancımdı. Acılar da sevinçler de Tanrı’dandı. Uykusuz gecelerim boyunca beni bu durumdan kurtarması için hep O’na yalvardım durdum. Sonunda çareyi başka bir ülkeye gitmekte bulacağıma inanarak evimden ayrıldım. Daha doğrusu içine düştüğüm karanlıktan kaçtım Tolstoy gibi.
Karanlık benim içimdeymiş
Yüksek lisans yapmak üzere girdiğim imtihanı kazandım ve Avusturya’nın yolunu tuttum. Yeni bir ülke, yeni bir çevre ve yeni insanlar... Karanlık odanın Ukrayna’da kalacağını zannediyordum. Ama olmadı. Bu bir yana, karanlık odam bütün Avusturya’yı içine alacak kadar büyüdü. Şimdi anlıyorum ki karanlık benim içimdeymiş. Bu şekilde değil Avusturya’ya, güneşe bile gitseydim bir tek ışık devşiremezdim. Güneşte bile karanlığa gömülü kalmak ne korkunç, ne tuhaf... Bu hal içerisinde kalabalıklar arasında yalnız, ampuller altında ışıksız ömrümü geçiriyordum. Yeryüzünde ‘Tam anlamıyla yalnızlığı sadece biri yaşamıştır’ dense; tereddütsüz ‘o benim’ derim. Aslında pek çok arkadaşım vardı. Ama dar gününde yanında olmadıktan sonra sebebi ne olursa olsun bunaldığın anlarda başını yaslayacağın bir omuz olmadıktan sonra insan binlerin milyonların içinde tek başına kalıyor. Bu anlamda tam anlamıyla yalnızdım. Yapayalnız. Günler geçiyordu, hiç kimse olmuyordu yanımda. Ne bir arkadaş ne bir telefon ne de bir mektup. Bir ben vardım bir de boşluk... Bir ben bir de yalnızlık...
Dua et çocuğum
Dıştan bakıldığında okuluna giden, derslerinde başarılı geleceği parlak biri olarak görülüyordum. Ama içimdeki fırtınalardan kimsenin haberi yoktu. Kendimi oyalamazsam delirebilirim düşüncesiyle kitaplara sarıldım. Coelho, Tolstoy, Turgenyev’i okuyor, Ahmatova’nın şiirlerini ezberliyordum. Sonra, kendim bir şeyler yazıyor, dil öğreniyordum… Çok ciddi bir şekilde İncil okuyor, Tanrı’ya, O’na olan sevgimi kuvvetlendirmesi ve beni doğru yola iletmesi için yalvarıyordum. Yalnızlığımı paylaşmak üzere internetteki Ortodoks sitelerine üye oldum, yazıcım durmadan İncil’den hikayeler yazıyordu. Bir papazla yazışıyordum bir de dinî eserler basan bir matbaa sahibiyle. Bilgilerimi güçlendirmek, beynimi kemiren sorularıma cevap bulmak ve içimi saran yalnızlıktan kurtulmak için bu sitelerin sohbet odalarına giriyor, insanlarla sohbet ediyordum. Ancak bu dinî sohbet odalarında da diğer internet ortamlarındaki tiksindirici konuşmalar bu teşebbüsümden beni hemen vazgeçirdi. Beynimi kemiren sorularımın cevaplarını bulmak niyetiyle kiliseye gidiyor, papazlarla konuşuyordum. Fakat umumiyetle bütün sorularımı, özellikle Tanrı ile alakalı olanlarını nazikçe geri çeviriyor ve sadece, “Dua et, çocuğum!” diyorlardı. Ben de dua ediyordum. Ama İsa’ya değil, Tanrıya. Ve anlamadığım, neden insanların İsa’ya dua ettikleriydi. Dünyayı da İsa’yı da yaratan Tanrı’ydı. Hal böyleyken neden yalnızca Tanrı’ya dua edilmiyordu?
Ben de istasyondaydım
Ne kitaplarda ne Ortodoks sitelerinin sohbet odalarında ne de kilisede tam olarak aradığımı bulamamıştım. Ve bir gün bir istasyondaydım, Tolstoy gibi. O karanlık odadan nasıl kurtulacağımı bilememenin acziyle, çaresiz öyle kendi halimde bekliyordum. Gözlerim anlamsız bakışlarla istasyonu tararken benim yaşlarımda bir kıza ilişti. Başında beyaz bir eşarp, üzerinde de yine beyaz bir takım vardı. omuzunda bir notebook. “Ne kadar şık ve ne kadar da zarif!” diye geçirdim içimden. O an ne olduysa birden bana döndü, göz göze geldik. Simasında nasıl bir parlaklık vardı öyle... Gözlerinde nasıl bir aydınlık. Gencecik yaşına rağmen bütün muammaları çözmüş bir bilgenin dinginliği vardı yüzünde. Telaşsız, kendinden emin, duruşu mütevazı, bakışları sevgi doluydu. Ya dudağındaki tatlı tebessüm... Tarif edemem. Hayran hayran öylece seyrettim. Utanmasam yanına gidecek tanışacaktım. Ve yalvaracaktım ona “Tanrı aşkına bu huzurlu tavrından bana da biraz ver. Gözlerindeki aydınlıktan da, dudağındaki tebessümden de... ne olur!.. ne olur!..” diyecektim. Fakat biraz sonra bir tren geldi ve onu alıp götürdü. Onun gibi olmak istedim o an. Beyazlar içindeki o zarafet, o dinginlik beni çarpmıştı.
Yeni dostlarım... Benim dostlarım...
Ruhumda kıvılcımlar saçıp kaybolan o örtülü kızdan sonra onun gibi örtünen kızlardan üniversitede bir hayli arkadaş edindim. Beni Ramazan ayında bir iftara çağırdılar. Gittim. Onlardaki Tanrı’ya olan kuvvetli iman ve O’na (cc) olan samimi ibadetleri çok hoşuma gitmişti. Çünkü ben Tanrı’yı çok seviyordum.Onların yanında kendimi yabancı hissetmiyordum. Bu bir yana, onların yanındayken çok sevdiğim Tanrı’ya biraz daha yakınlaştığımı hissediyordum. Bana hiç mesafe koymadılar. Kendilerinden biriymişim gibi davrandılar. Hıristiyanlığımdan dolayı ayıplayıcı tek bir bakışa bile maruz kalmadım. Çevremdeki Müslüman kızlarda da erkeklerde de durum böyleydi. Onlarla oturup konuşuyorduk. Bu konuşmalarda bana ille “Müslüman ol!” telkiniyle karşılaşmadım. “Bizde böyle, sizde nasıl?” ifadesi sohbetlerimizin kilit cümlesiydi çoğu zaman. Yalnızca bana bir şeyler anlatmakla kalmıyorlardı. Benden, tuttuğum perhizin (orucun) önemini, dualarımızın ve ikonalarımızın anlamını da soruyorlardı. Ben de bildiğim kadarıyla anlatıyordum. Onların yanında öyle huzurluydum ki anlatamam... Gerçi karanlık odama henüz ışık süzmüyordu; ama olsun, en azından artık yalnız değildim. Artık dostlarım vardı. yeni dostlarım... Gerçek dostlarım.
Allah birdir müteaddit olamaz
Yeni dostlarımla yaptığım sohbetler yepyeni ufuklar açıyordu önümde. “Dünyadaki bütün güller aynıdır. Bütün elmalar, arılar, insanlar aynıdır. Yani aynı fabrikanın malıdırlar, aynı tezgahta dokunmuşlar. Yani yaratanları bir ve tek. O da Allah’tır ve Allah birdir, müteaddit olamaz.” İslam dininin Tanrı, iman ve peygamberler hakkında söylediklerinin hepsini kabul ediyordum. Kur’an’ın İsa (as) hakkındaki ayetleri beni adeta çarpmıştı. Meryem (r.anha) adına bir surenin var olması da beni çok etkilemişti. Zira İncil’de bile Meryem adına bir sure yoktu. Bunun yanında Kur’an’ın Türkiye’de de Endonezya’da da aynı olduğunu, bu insanların aynı anda ibadet edebildiklerini öğrendiğimde de çok şaşırmıştım.
“Tanrım bana bir ışık ver!”
Paskalyaya kırk gün kaldığında yani biz Ortodokslar için oruç günleri başladığında bu sefer bütün ciddiyetimle onu tutmaya çalıştım. Maksadım kendisini ne kadar çok sevdiğimi Tanrı’ya göstermek ve ispat etmekti. Bu arada beni doğru yola iletmesi için geceler boyu O’na dua ediyordum. Yeni dostlarımın bana anlattıklarını uzun uzun düşünüyor, söylediklerinin gerçek olup olamayacağına ulaşmaya çalışıyordum. Beynim düşüncelerin arenasına dönmüştü. Fikirler kafamda çarpışırken bir neticeye varamamanın ıstırabıyla kıvranıp duruyordum. Bu minval üzere oruç tutuyor, ağlıyor ağlıyor ve bana bir ışık göstermesi için dua ediyordum. Sonunda çok önemli bir şeyi anladım: Bir tek Yaradan yarattı bu kainatı. Bizi de o yarattı. Bu dünyayı bizim için O donattı. O bizim sahibimizdir. O’na ulaşacak bir yol bulmak da bizim vazifemizdir. Evet bunu anlamıştım; fakat Tanrı’ya giden yol hangisidir? Bugüne kadar devam ede geldiğim inancım mı yoksa İslam mı? Ah yine sancı, yine gözyaşı, yine ıstırap... ıstırap. Ardından dua... dua... Tanrım bana bir ışık ver. Tanrım beni sevdiğin yola ilet. İslam’ın neredeyse her şeyini kabul ediyordum ama ben bir Hıristiyan’dım. Hatta bazen “Tanrım neden beni bir Müslüman olarak yaratmadın?” diye söylenirdim. Bir gün internetten “chat”leştiğim bir kadına bunu sordum. O da bana bir mesaj gönderdi.
Ve İbrahim gibi.. Ve İsa ve Üzeyir gibi.. Ve Musa ve Harun gibi..
Mesajı okudum. Okuduklarıma inanamadım. Bir daha okudum, sonra bir daha, ardından bir daha. Yerimde duramaz olmuştum. Her zerrem heyecandan titriyordu. Avazımın çıktığı kadar haykırmak istiyordum. Odanın içinde birkaç tur attıktan sonra yeniden masaya oturdum ve mesajı bir daha okudum. Mesaj Hz. Muhammet’in bir sözüyle başlıyordu: “Her doğan çocuk İslam fıtratı üzerine doğar. Sonra ebeveynleri tarafında Yahudi ve Hıristiyan yapılır.” Demek ki Tanrı’ya serzenişim boşunaymış. Demek Tanrı beni Müslüman olarak yaratmış. Bana bu maili atan hanımefendi “Kitab-ı Mukaddes’e göre Hz. İsa’nın son on iki saatini anlatan Tutku filmini seyrettiğini söyleyerek şunu yazmıştı: “Film, Hz. İsa’nın orijinal dili olan Aramca ile seslendirilmişti. Ve filmde ‘İsâ Tanrı’ya Allah diye hitap ediyordu. Yani Müslümanların hitabı gibi... Müslümanlıkla Hıristiyanlık arasındaki tek benzerlik bu da değil. En önemlilerini senin için yolluyorum.
Namaz:
-“Müslümanların nasıl namaz kıldığını görmüşsündür. Ayakta durur Kur’an okuruz, sonra rükua gider kalkarız, sonra yüzüstü kapanıp secde yaparız. Kitab-ı Mukaddes’i dinle: Mezmurlar 95:6: Gelin secde kılalım ve rüku’a varalım; bizi yaratan Rabbin önünde diz çökelim! Sayılar 16:20-22: …Ve Musa ve Harun yüzleri üzerine yere kapandılar… Tekvin 17:3: Ve İbrahim (as) yüzüstü yere kapandı… Çıkış 34:8: Ve Musa (as) acele ile rükua gitti ve ibadet etti. Nehemya 8:6: Ve Üzeyr (as) büyük Rabbi takdis etti. Ve bütün kavim ellerini kaldırarak amin amin diye cevap verdiler. Ve rükua gittiler, secdeye kapanarak Rabblerine ibadet ettiler. Matta 26:39: İsâ (as) yere kapanıp… dua etti… Matta 17:6: Ve havariler yüzleri üzerine yere kapandılar… Netice: İslâm Hz. Muhammed (as) ile başlamış bir din değildir. İslâm Hz. Adem (as) ile başlayıp Nuh (as), İbrahim (as), Musa (as) ve İsâ (as) gibi büyük resullerle devam eden ve Hz. Muhammed (as) ile kendisine son nokta konulan bir dindir. İslâm yeni bir din değil, bilakis bu peygamberlerin geleneğini canlı tutan Allah’ın ilk ve tek ve son dinidir. Kitab-ı Mukaddes’te diğer peygamberler ve kavimler için anlatıldığı gibi bugün ibadet etmeden önce su ile temizlenen kimlerdir? Müslümanlar! Bugün hâlâ daha başını öne eğip yüzünü yere sürterek namaz kılan ve ellerini kaldırarak dua eden kimlerdir? Müslümanlar! Bugün kendisini örterek ibadet eden ve kapanarak haram nazarlardan kendisini koruyan kimdir? Müslüman kadınlar! Öyle ise bugün diğer peygamberlerin izinden giden ve hâliyle Kitab-ı Mukaddes’in de tahrif olmamış aksamını tatbik eden kimdir? Müslümanlar! Demek bir Hıristiyan Müslüman olsa dinini terk etmiş olmuyor, bilâkis kendi kitabında anlatıldığı üzere kulluk dairesine girmiş oluyor. Size naklettiğim onlarca Kitab-ı Mukaddes ayetinden sonra Kur’an’dan bir ayetle yazıma son veriyorum.
“İlahımız ve İlahınız birdir ve biz O’na Müslümanlar olarak teslim olmuşuzdur.’’
Bu mesajı kaç kere okudum hatırlamıyorum. Kalbim göğüs kafesini kıracak gibi atıyordu. Gözyaşlarıma mani olamıyordum. Sonunda yazının son cümlesini içimden gele gele söyledim. “İlahımız ve ilahınız birdir.” Evet, evet “İlahımız ve ilahınız birdir”. Ve ben de artık bu dakikadan itibaren Müslüman olarak O’na teslim oluyorum. “Teşekkürler Tanrım... Teşekkürler tan... Allah’ım!.. Allah’ım!.. Allah’ım!..”
Bismillah...
Müslüman olduktan sonra serin meltemler esmeye başladı yıllarca kavrulmuş yüreğimde. Artık tek bir anı bile ziyan etmek istemiyordum. O gün öğlen vakti ilk namazımı kıldım. Yalnızca bismillah demesini biliyordum. Gerçek dostlarımın yaptığı gibi ellerimi omuz hizasında kaldırdım ve “bismillah” dedim. Tarifsiz bir hal sardı bir anda beni ellerimi kalbimin üstünde birleştirir birleştirmez gözlerimden yaşlar süzüldü. Anlatamayacağım duygular içerisinde bildiğim tek şeyi tekrarlayıp durdum. Bismillah... bismillah... bismillah. ne muhteşem bir şeydi Allah’ım. Bismillah dedikçe önceki düşüşlerime inat helezonlar çize çize yükseliyordum sanki. Bir hayli durduktan sonra bismillah deyip rukuya vardım. Bismillah... bismillah... bismillah... Doğruldum bismillah. Sonunda yıllarca dolaştığım çöllerde kavrulmuş dudaklarım suya erdi. Damarlarımı kurutan beyabanın içinde bir vaha gibi adeta kendimi secdeye attım bismillah. Ve bismillah...bismillah...Allah, Allah... Bismillah. Yıllarca aradığım senmişsin. Uykusuz gecelerde andığım senmişsin. Daha neler söyledim, neler hissettim anlatmam mümkün değil. Dillerin dönmediği, kelimelerin iflas ettiği yerler az değil ki. Bütün hissettiklerimden öte bir şey vardı ki nasıl söylesem, nasıl söylesem bilmem ki kalbimin derinliklerinde Allah’ın hoşnut olduğunu hissediyordum. Aslında bu kadar cümleyi boşuna yazdım. Söylenecek en güzel şey baştan başa yalnızca bismillah ile kılınan o ilk namaz, anlatılmaz.
Ve ışıklar aktı karanlık odama
Tarifler üstü bir hal ile kılınan o namazdan sonra kitaplara sarıldım. Geceler boyu okudum, okudum. İslamiyet’i öğrendikçe bütün sorularıma cevap buluyor, Hz. Muhammed’i tanıdıkça da Allah’a yaklaştığımı hissediyordum. Hayat, dünya, ahiret ve insanla alakalı ne varsa kafamda yerli yerine oturmuştu. Hayatıma bir mana gelirken içimin dağlarına güneş doğmuştu. Duvarları yıkılmıştı karanlık odamın. Artık ne beni hapseden duvarları vardı ne de bunaltan karanlığı. Güneş... Işık.. İslamiyet’le gelen ışık beni öyle etkiledi ki kendime ikinci bir isim verdim: “solnyeçnıy luç”, yani güneş ışığı. Şimdi keşke güneş ışığı olsaydım diye düşünüyorum. İslam güneşinin ışıkları olarak karanlığın kuytularında vaktiyle benim gibi kıvranıp duran insanların âlemine aksaydım.Aileme henüz kararımı açıklamadım. Bunun için uygun zamanı bekliyorum. Ve onlar için sürekli dua ediyorum. Halen uluslararası işletmecilik ve yönetim üzerine master yapmaya devam ediyorum. Bir yandan da bir Amerikan şirketinde proje müdürü olarak çalışıyorum. Ama hayalimi bütün ailemle aynı anda secdeye varmak süslüyor. Ben, annem, kardeşim ve babam... Başımızı secdeye mıhlamış yalnızca bismillah, bismillah deyişlerimizi hayal ediyorum. Ve ilk namazımda kalbimin derinliklerinde hissettiğim duyguları bir kere daha yaşamayı umuyorum. Rabbimin bana tebessüm ettiğini bir daha hissetmek istiyorum.
http://www.islamustundur.com/hidayet5466879878684.JPG
http://www.islamustundur.com/islamgu...khayat_7ma.jpghttp://www.islamustundur.com/muslumanmayalar546.JPG
http://www.islamustundur.com/mslmanoldu56747853.JPG
Devam edecek :)