SÖZLER / Risale-i Nur'dan 25. Söz
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
Yirmibesinci Söz
Mu'cizât-i Kur'aniye Risalesi
Elde Kur'an gibi bir mu'cize-i bâki varken, baska bürhân aramak aklima zaid görünür.
Elde Kur'an gibi bir bürhân-i hakikat varken, münkirleri ilzam için gönlüme siklet mi gelir?
IHTAR
(Su Söz'ün basinda bes su'leyi yazmak niyet ettik. Fakat Birinci Sû'le'nin âhirlerinde eski hurufâtla tab'etmek için gâyet sür'atle yazmaga mecbur olduk. Hattâ Bâzi gün yirmi-otuz sahifeyi iki-üç saat içinde yaziyorduk. Onun için üç Sû'leyi ihtisâren, icmâlen yazarak iki sû'leyi de simdilik terkettik. Bana ait kusurlar ve noksaniyetler ve iskâl ve hatâlara nazar-i insaf ve müsamahâ ile bakmalarini ihvanlarimizdan bekleriz.)
Bu Mu'cizât-i Kur'aniye Risalesindeki ekser âyetlerin herbiri, ya mülhidler tarafindan medâr-i tenkid olmus veya ehl-i fen tarafindan itiraza ugramis veya cinnî ve insî seytanlarin vesvese ve sübhelerine maruz olmus âyetlerdir. Iste bu "Yirmibesinci Söz" öyle bir tarzda o âyetlerin hakikatlarini ve nüktelerini Beyân etmis ki, ehl-i ilhad ve fennin kusur zannettikleri noktalar i'câzin lemaâti ve belâgât-i Kur'aniyenin kemâlâtinin mense'leri oldugu, ilmî kaideleriyle isbat edilmis. Bulanti vermemek için onlarin sübheleri zikredilmeden cevab-i kat'î verilmis. وَ الشَّمْسُ َتجْرِى وَ الْجِبَالَ اَوْتَادًا gibi. Yalniz Yirminci Söz'ün Birinci Makami'nda üç-dört âyette sübheleri söylenmis. Hem bu Mu'cizât-i Kur'aniye Risalesi gerçi gâyet muhtasar ve acele yazilmis ise de, fakat ilm-i belâgat ve ulûm-u Arabiye noktasinda, âlimlere hayret verecek derecede âlimâne ve derin ve kuvvetli bir tarzda Beyân edilmis. Gerçi her bahsini her ehl-i dikkat tam anlamaz, istifade etmez. Fakat o bahçede herkesin ehemmiyetli hissesi var. Pek acele ve müsevves hâletler içinde te'lif edildiginden ifade ve ibaresinde kusur var olmasiyla beraber ilim noktasinda çok ehemmiyetli mes'elelerin hakikatini Beyân etmis.
Said Nursî
sh: » (S: 382)
Mu'cizât-i Kur'aniye Risalesi
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَاْلجِنُّ عَلَى اَنْ يَاْتُوا ِبمِثْلِ هَذَا اْلقُرْاَنِ لاَ يَاْتُونَ ِبمِثْلِهوَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا
Mahzen-i mu'cizât ve Mu'cize-i kübrâ-yi Ahmediye (A.S.M.) olan Kur'an-i Hakîm-i Mu'ciz-ül Beyân'in hadsiz vücuh-u i'câzindan kirka yakin vücuh-u i'câziyeyi arabî risalelerimde ve arabî Risale-i Nur'da ve « Isarât-ül I'caz» namindaki tefsirimde ve geçen su yirmidört Sözlerde isaretler etmisiz. Simdi onlardan yalniz bes vechini bir derece Beyân ve sâir vücuhu içlerinde icmâlen dercederek ve bir mukaddeme ile onun târif ve mahiyetine isaret edecegiz.
Mukaddeme üç cüz'dür.
Birinci cüz': KUR'AN NEDIR? Târifi nasildir?
Elcevab: (Ondokuzuncu Söz'de Beyân edildigi ve sâir sözlerde isbat edildigi gibi) Kur'an, su kitab-i kebir-i kâinatin bir tercüme-i ezeliyesi.. ve âyât-i tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-i ebedîsi.. ve su âlem-i gayb ve sehadet kitabinin müfessiri... Ve zeminde ve gökte gizli Esmâ-i Ilahiyenin mânevî hazinelerinin kessâfi.. ve sutûr-u hâdisâtin altinda muzmer hakaikin miftahi.. ve âlem-i sehadette âlem-i gaybin lisani.. ve su âlem-i sehadet perdesi arkasinda olan âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatat-i ebediye-i Rahmâniye ve hitâbât-i ezeliye-i Sübhâniyyenin hazinesi..
sh: » (S: 383)
ve su Islâmiyet âlem-i mânevîsinin günesi, temeli, hendesesi.. ve avalim-i uhreviyenin mukaddes haritasi... Ve Zât ve Sifât ve Esmâ ve suun-u Ilahiyenin kavl-i sârihi, tefsir-i vâzihi, bürhân-i katii, tercüman-i sâtii... Ve su âlem-i insâniyetin mürebbisi.. ve insâniyet-i kübrâ olan Islâmiyetin mâ ve ziyâsi.. ve nev-i beserin hikmet-i hakikiyesi.. ve insâniyeti saadete sevkeden hakikî mürsidi ve hâdîsi... ve insana hem bir kitab-i seriat, hem bir kitab-i dua, hem bir kitab-i hikmet, hem bir kitab-i ubûdiyet, hem bir kitab-i emir ve davet, hem bir kitab-i zikir, hem bir kitab-i fikir, hem bütün insanin bütün hâcât-i mâneviyesine merci' olacak çok kitablari tâzammun eden tek, câmi' bir KITAB-I MUKADDES'tir. Hem bütün evliya ve siddikîn ve urefa ve muhakkikînin muhtelif mesreblerine ve ayri ayri mesleklerine, her birindeki mesrebin mezâkina lâyik ve o mesrebi tenvir edecek ve herbir meslegin mesâkina muvafik ve onu tasvir edecek birer risale ibraz eden mukaddes bir kütübhane hükmünde bir Kitab-i Semâvî'dir.
Ikinci cüz' ve tetimme-i târif: KUR'AN, ars-i âzamdan, Ism-i âzamdan, her Ismin mertebe-i âzamindan geldigi için, (Onikinci Söz'de Beyân ve isbat edildigi gibi) Kur'an, bütün âlemlerin Rabbi itibariyle Allah'in kelâmidir. Hem bütün mevcûdâtin Ilâhi ünvaniyla Allah'in fermanidir. Hem bütün Semâvât ve Arzin Hâliki namina bir hitabdir. Hem Rubûbiyet-i Mutlaka cihetinde bir mükâlemedir. Hem saltanat-i âmme-i Sübhâniye hesabina bir hutbe-i ezeliyedir. Hem rahmet-i vâsia-i muhita nokta-i nazarinda bir Defter-i Iltifatat-i Rahmâniyedir. Hem ulûhiyetin âzamet-i hasmeti haysiyetiyle, baslarinda bâzan sifre bulunan bir muhabere mecmuasidir. Hem Ism-i âzamin muhitinden nüzul ile ars-i âzamin bütün muhatina bakan ve teftis eden hikmetfesan bir Kitab-i Mukaddes'tir. Ve su sirdandir ki, « Kelâmullah» ünvani Kemâl-i liyakatla Kur'ana verilmis ve daima da veriliyor. Kur'andan sonra sâir enbiyanin kütüb ve suhuflari derecesi gelir. Sâir nihayetsiz Kelimât-i Ilâhiyyenin ise bir kismi dahi has bir itibarla, cüz'î bir ünvan ile, hususî bir tecelli ile, cüz'î bir isim ile ve has bir Rububiyyet ile ve mahsus bir saltanat ile ve hususî bir rahmet ile zâhir olan ilhâmât Sûretinde bir mükâlemedir. Melek ve beser ve hayvanatin ilhamlari, külliyet ve hususiyet îtibariyle çok muhteliftir.
Üçüncü Cüz': Kur'an, asirlari muhtelif bütün enbiyânin kütüblerini ve mesrebleri muhtelif bütün evliyânin risalelerini ve mes-
sh: » (S: 384)
lekleri muhtelif bütün asfiyânin eserlerini icmâlen tâzammun eden ve cihat-i sittesi parlak ve evhâm u sübehâtin zulümatindan Mûsaffâ ve nokta-i istinadi, bilyakîn vahy-i semâvî ve kelâm-i ezelî.. ve hedefi ve gayesi, bilmüsahede saadet-i ebediye.. içi, bilbedâhe hâlis hidâyet.. üstü, bizzarure envâr-i îman.. alti, biilmelyakîn delil ve bürhân.. sagi, bittecrübe teslim-i kalb ve vicdan.. solu, biaynelyakîn teshir-i akil ve iz'an... Meyvesi, bihakkalyakîn Rahmet-i Rahman ve dâr-i cinan... Makami ve revaci, bilhads-is sadik makbul-ü melek ve ins ü can bir Kitab-i Semâvî'dir.
Kur'anin târifine dair üç cüz'ündeki sifatlarin herbiri baska yerlerde kat'î isbat edilmis veya isbat edilecektir. Dâvâmiz mücerred degil, her birisi bürhân-i kat'î ile müberhendir.
BIRINCI SU'LE: Bu su'lenin üç suai var.
BIRINCI SUA: Derece-i i'câzda belâgat-i Kur'aniyedir. O belâgat ise, nazmin cezâletinden ve hüsn-ü metânetinden ve üslûblarinin bedâatinden, garib ve müstahsenliginden ve Beyâninin beraatinden, fâik ve safvetinden ve maânîsinin kuvvet ve hakkâniyyetinden ve lâfzinin fesahâtinden, selâsetinden tevellüd eden bir belâgat-i hârikulâdedir ki, benî-Âdemin en dâhî ediblerini, en hârika hatiblerini, en mütebahhir ülemâsini muârazaya davet edip binüçyüz senedir meydan okuyor, onlarin damarlarina siddetle dokunuyor. Muârazaya davet ettigi halde, kibir ve gururlarindan basini semâvâtâ vuran o dâhîler, Ona muâraza için agiz açamayip Kemâl-i zilletle boyun egdiler. Iste belâgatindaki vech-i i'câzi iki Sûretle isaret ederiz:
Birinci Sûret: I'câzi vardir ve mevcûddur. Çünki Ceziret-ül Arab ahalisi o asirda ekseriyet-i mutlaka îtibariyle ümmî idi. Ümmîlikleri için mefâhirlerini ve vukuat-i tarihiyyelerini ve mehâsin-i ahlâka yardim edecek durub-u emsallerini kitabet yerine siir ve belâgat kaydiyla muhafaza ediyorlardi. Mânidar bir kelâm, siir ve belâgat câzibesiyle eslaftan ahlafa hâfizalarda kalip gidiyordu. Iste su ihtiyac-i fitrî neticesi olarak o kavmin mânevî çarsi-yi ticaretlerinde en ziyade revaç bulan, fesâhât ve belâgat metâi idi. Hattâ bir kabilenin belîg bir edibi, en büyük bir kahramân-i millîsi gibi idi. En ziyâde onunla iftihar ediyorlardi. Iste Islâmiyetten sonra âlemi zekâlariyla idare eden o zeki kavim, su en revaçli ve medâr-i iftiharlari ve ona siddet-i ihtiyaçla muhtaç olan belâgatta akvam-i âlemden en ileride ve en yüksek mertebede idiler. Belâgat, o kadar
sh: » (S: 385)
kiymetdar idi ki, bir edibin bir sözü için iki kavim büyük muharebe ederdi ve bir sözüyle Mûsalaha ediyorlardi. Hattâ onlarin içinde « Muallakat-i Seb'a» namiyla yedi edibin yedi kasidesini altunla Kâ'be'nin duvarina yazmislar, onunla iftihar ediyorlardi. Iste böyle bir zamanda, belâgat en revaçli oldugu bir anda Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyân nüzul etti. Nasilki zaman-i Mûsa Aleyhisselâm'da sihir ve zaman-i Îsâ Aleyhisselâm'da tib revaçta idi. Mu'cizelerinin mühimmi o cinsten geldi. Iste o vakit bülegâ-yi Arabi, en kisa bir Sûresine mukabeleye davet etti: وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ fermaniyla onlara meydan okuyor. Hem der ki: « Îman getirmezseniz mel'unsunuz. Cehennem'e gireceksiniz.» Damarlarina siddetle vuruyor. Gururlarini dehsetli Sûrette kiriyor. O kibirli akillarini istihfaf ediyor. Onlari bidâyeten îdâm-i ebedî ile ve sonra da Cehennem'de îdâm-i ebedî ile beraber dünyevî îdâm ile de mahkûm ediyor. Der: « Ya muâraza ediniz, yahut can ve maliniz helâkettedir.»
Iste eger muâraza mümkün olsaydi acaba hiç mümkün mü idi ki, bir-iki satirla muâraza edip dâvasini ibtal etmek gibi rahat bir çare varken, en tehlikeli, en müskilatli muharebe tarîki ihtiyar edilsin! Evet o zeki kavim, o siyasî millet ki, bir zaman âlemi, siyasetle idare ettigi halde, en kisa ve rahat ve hafif bir yolu terketsin? En tehlikeli ve bütün mal ve canini belaya atacak uzun bir yolu ihtiyar etsin, hiç kabil midir! Çünki bir edibleri, birkaç hurufatla muâraza edebilseydi; Kur'an, dâvasindan vazgeçerdi. Onlar da maddî ve mânevî helâketten kurtulurlardi. Halbuki muharebe gibi dehsetli, uzun bir yolu ihtiyar ettiler. Demek, muâraza-i bilhuruf mümkün degildi, muhaldi. Onun için muharebe-i bis-süyûfa mecbur oldular. Hem Kur'ani tanzir etmek, taklidini yapmak için gâyet siddetli iki sebeb vardi. Birisi; düsmanin hirs-i muârazasi. Digeri; dostlarinin sevk-i taklîdidir ki, su iki sâik-i sedid altinda milyonlar Arabî kitablar yazilmis ki hiçbirisi ona benzemez. Âlim olsun, âmi olsun her kim Ona ve onlara baksa kat'iyen diyecek ki: « Kur'an, bunlara benzemez. Hiçbirisi Onu tanzir edemez.» Su halde, ya Kur'an bütününün altindadir. Bu ise, bütün dost ve düsmanin ittifakiyla battaldir, muhaldir. Veya Kur'an, o yazilan umum kitablarin fevkindedir.
sh: » (S: 386)
Eger desen: Nasil biliyoruz ki, kimse muârazaya tesebbüs etmedi? Kimse kendine güvenemedi mi ki, meydana çiksin? Birbirinin yardimi da mi faide etmedi?
Elcevab: Eger muâraza mümkün olsaydi, alâküllihal kat'î tesebbüs edilecekti. Çünki izzet ve namus mes'elesi, can ve mal tehlikesi vardi. Eger tesebbüs edilseydi, alâküllihal kat'î tarafdar pek çok bulunacakti. Çünki hakka muariz ve muannid daima kesretli idi. Eger tarafdar bulsaydi, alâküllihal istihar bulacakti. Çünki: Küçük bir mücadele, beserin nazar-i istigrabini celbedip destanlarda istihar eder. Söyle acib bir mücadele ve vukuat ise gizli kalamaz. Islâmiyet aleyhinde tâ en çirkin ve en senî' seylere kadar nakledilir, meshur olur. Halbuki: Muârazaya dair Müseylime-i Kezzâb'in bir-iki fikrasindan baska nakledilmemis. O Müseylime'de çendan belâgat varmis. Fakat hadsiz bir hüsn-ü cemâle mâlik olan Beyân-i Kur'ana nisbet edildigi için, onun sözleri hezeyan Sûretinde tarihlere geçmistir. Iste Kur'anin belâgatindaki i’câz, kat'iyen iki kerre iki dört eder gibi mevcûddur ki, is böyle oluyor.
Ikinci Sûret: Belâgatindaki i'câz-i Kur'anînin hikmetini Bes Nokta'da Beyân edecegiz.
Birinci Nokta: Kur'anin nazminda bir cezâlet-i hârika var. O nazimdaki cezâlet ve metâneti, « Isarat-ül I'caz» bastan asagiya kadar bu cezâlet-i nazmiyyeyi Beyân eder. Saatin saniye, dakika, saati sayan ve birbirinin nizâmini tekmil eden ne ise, Kur'an-i Hakîm'in herbir cümledeki, hey'âtindaki nazim ve kelimelerindeki nizâm ve cümlelerin birbirine karsi münasebatindaki intizâmi öyle bir tarzda « Isarât-ül I'cazda âhirine kadar Beyân edilmistir. Kim isterse ona bakabilir ve bu nazimdaki cezâlet-i hârikayi bu Sûrette görebilir. Yalniz bir-iki misâl, bir cümlenin hey'atindaki nazmi göstermek için zikredecegiz.
Meselâ: وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ Bu cümlede, azabi dehsetli göstermek için en azinin siddetle tesirini göstermekle göstermek ister. Demek taklîli ifade edecek cümlenin bütün heyetleri de bu taklile bakip ona kuvvet verecek. Iste لَئِنْ lâfzi, teskiktir. Sek, killete bakar. مَسَّ lâfzi, azicik dokunmak-
sh: » (S: 387)
tir. Yine killeti ifade eder. نَفْحَةٌ lâfzi maddesi, bir kokucuk olup killeti ifade ettigi gibi, sîgasi bire delâlet eder. Masdar-i merre tâbir-i sarfiyyesinde biricik demektir, killeti ifâde eder. نَفْحَةٌ daki tenvin-i tenkirî, taklâli içindir ki, o kadar küçük ki, bilinemiyor demektir. مِنْ lafzi, teb'îz içindir, bir parça demektir. Killeti ifâde eder. عَذَابِ lâfzi; nekâl, ikâba nisbeten hafif bir nevi cezadir ki, killete isâret eder. رَبِّكَ lâfzi; Kahhar, Cebbâr, Müntakim'e bedel yine sefkati ihsas etmekle killeti isaret ediyor. Iste bu kadar killetteki bir parça azab böyle tesirli ise, ikab-i Ilahî ne kadar dehsetli olur kiyas edebilirsiniz diye ifade eder. Iste su cümlede küçük heyetler nasil birbirine bakip yardim eder. Maksâd-i küllîyi, herbiri kendi lisaniyla takviye eder. Su misâl bir derece lafz ve maksada bakar.
Ikinci misâl: وَِممَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ Su cümlenin hey'âti, sadakanin serait-i kabûlünün besine isaret eder.
Birinci Sart: Sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek ki, مِمَّا lâfzindaki مِنْ -i teb'îz ile o sarti ifade eder.Ikinci Sart: Ali'den alip Veli'ye vermek degil, belki kendi malindan vermektir. Su sarti رَزَقْنَاهُمْ lafzi ifade ediyor. "Size rizik olandan veriniz" demektir.
Üçüncü Sart: Minnet etmemektir. Su sarta رَزَقْنَا daki
sh: » (S: 388)
نَا lafzi isaret eder. Yâni "Ben size rizki veriyorum. Benim malimdan benim abdime vermekte minnetiniz yoktur."
Dördüncü Sart: Öyle adama veresin ki, nafakasina sarfetsin. Yoksa sefahete sarfedenlere sadaka makbûl olmaz. Su sarta يُنْفِقُونَ lâfzi isaret ediyor.Besinci Sart: Allah namina vermektir ki, رَزَقْنَاهُمْ ifade ediyor. Yâni "Mal benimdir, benim namimla vermelisiniz." Su sartlarla beraber bir tevsi' de var. Yâni: Sadaka nasil mal ile olur. Ilim ile dâhi olur. Kavl ile, fiil ile, nasihat ile de oluyor. Iste su aksâma مِمَّا lâfzindaki مَا umumiyetiyle isaret ediyor. Hem su cümle de bizzât isaret ediyor. Çünki mutlaktir, umumu ifade eder. Iste sadakayi ifade eden su kisacik cümlede, bes sart ile beraber genis bir dairesini akla ihsan ediyor. Heyetiyle ihsas ediyor. Iste heyette böyle pek çok nazimlar var. Kelimâtin dahi birbirine karsi, aynen genis böyle bir daire-i nazmiyyesi var. Sonra kelâmlarin da, meselâ: قُلْ هُوَ اللَّهُ اَحَدٌ de alti cümle var. Üçü müsbet, üçü menfî. Alti mertebe-i tevhidi isbat etmekle beraber sirkin alti enva'ini reddeder. Herbir cümlesi öteki cümlelere hem delil olur, hem netice olur. Çünki herbir cümlenin iki mânâsi var. Bir mânâ ile netice olur, bir mânâ ile de delil olur. Demek Sûre-i Ihlâs'ta otuz Sûre-i Ihlâs kadar, muntâzam, birbirini isbat eder delillerden mürekkeb Sûreler vardir. Meselâ:
قُلْ هُوَ اللَّهُ ِلاَنَّهُ اَحَدٌ ، ِلاَنَّهُ صَمَدٌ ، ِلاَنَّهُ لَمْ يَلِدْ ، ِلاَنَّهُ لَمْ يُولَدْ ِلاَنَّهُ لَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ
sh: » (S: 389)
Hem:
وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ ، ِلاَنَّهُ لَمْ يُولَدْ ، ِلاَنَّهُ لَم يَلِدْ ، ِلاَنَّهُ صَمَدٌ ، ِلاَنَّهُ اَحَدٌ ، ِلاَنَّهُ هُوَ اللَّهُ
Hem: هُوَ اللَّهُ فَهُوَ اَحَدٌ ، فَهُوَ صَمَدٌ ، فَاِذَا لَمْ يَلِدْ ، فَاِذَا لَمْ يُولَدْ ، فَاِذَا لَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ Daha sen buna göre kiyas et...
Meselâ: آلم ذلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ Su dört cümlenin herbirisinin iki mânâsi var. Bir mânâ ile öteki cümlelere delildir. Diger mânâ ile onlara neticedir. Onalti münasebet hatlarindan bir naks-i nazmî-i i'câzî hasil olur. « Isârât-ül I'câz» da öyle bir tarzda Beyân edilmis ki, bir naks-i nazmî-i i'câzî teskil eder. Onüçüncü Söz'de Beyân edildigi gibi, güya ekser âyât-i Kur'aniyenin herbirisi ekser âyâtin herbirisine bakar bir gözü ve nâzir bir yüzü vardir ki, onlara münasebatin hutût-u mâneviyesini uzatiyor. Birer naks-i i'câzî nescediyor. Iste « Isârât-ül I'câz» bastan asagiya kadar bu cezâlet-i nazmiyeyi serhetmistir.
Ikinci Nokta: Mânâsindaki belâgat-i hârikadir. Onüçüncü Söz'de Beyân olunan su misâle bak: Meselâ: سَبَّحَ لِلَّهِ مَا فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ اْلحَكِيمُ âyetindeki belâgat-i mâneviyeyi zevketmek istersen, kendini Nur-u Kur'andan evvel asr-i câhiliyette, sahra-yi bedeviyette farzet ki, hersey zulmet-i cehil ve gaflet altinda perde-i cümûd-u tabiata sarilmis oldugu bir anda Kur'anin lisan-i semâvîsinden سَبَّحَ لِلَّهِ مَا فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ veyahut تُسَبِّحُ لَهُ السَّموَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ gibi âyetleri isit,
sh: » (S: 390)
bak! Nasilki, o ölmüs veya yatmis olan mevcûdât-i âlem سَبَّحَ... تُسَبِّحُ sadasiyla isitenlerin zihninde nasil diriliyorlar, hüsyâr oluyorlar, kiyam edip zikrediyorlar. Ve o karanlik gökyüzünde birer câmid atespare olan yildizlar ve yerde perisan mahlukat, تُسَبِّحُ sayhasiyla ve nuruyla isitenin nazarinda gökyüzü bir agiz, bütün yildizlar birer kelime-i hikmet-nümâ ve birer nur-u hakikat-edâ ve Küre-i Arz bir bas ve berr ve bahr, birer lisan ve bütün hayvanlar ve nebatlar birer kelime-i tesbih-fesan Sûretinde arz-i dîdar eder. Meselâ: Onbesinci Söz'de isbat edilen su misâle bak:
يَا مَعْشَرَ اْلجِنِّ وَاْلاِنْسِ اِنِ اسْتَطَعْتُمْ اَنْ تَنْفُذُوا مِنْ اَقْطَارِ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ فَانْفُذُوا لاَ تَنْفُذُونَ اِلاَّ بِسُلْطَانٍ فَبِاَىِّ اَلآَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ يُرْسَلُ عَلَيْكُمَا شُوَاظٌ مِنْ نَارٍ وَ نُحَاسٌ فَلاَ تَنْتَصِرَانِ فَبِاَىِّ اَلآَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَآءَ الدُّنْيَا ِبمَصَابِيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ
âyetlerini dinle bak ki, ne diyor? Diyor ki: "Ey acz ve hakareti içinde magrur ve mütemerrid ve za'f ve fakri içinde serkes ve muannid olan ins ve cin! Emirlerime itâat etmezseniz haydi elinizden gelirse hudûd-u mülkümden çikiniz! Nasil cesaret edersiniz ki, öyle bir Sultanin emirlerine karsi gelirsiniz; yildizlar, aylar, günesler, emirber neferleri gibi emirlerine itâat ederler. Hem tugyaninizla öyle bir Hâkim-i Zülcelâl'e karsi mübareze ediyorsunuz ki, öyle âzametli muti' askerleri var. Faraza seytanlariniz dayanabilseler, onlari dag gibi güllelerle recmedebilirler. Hem küfraninizla öyle bir Mâlik-i Zülcelâl'in memleketinde isyan ediyorsunuz ki, cünûdundan öyleleri var, degil sizin gibi küçük âciz mahluklar, belki farz-i muhal olarak dag ve Arz büyüklügünde birer adüvv-ü kâfir olsaydiniz, Arz ve dag büyüklügünde yildizlari, atesli demirleri size atabilirler, sizi dagitirlar. Hem öyle bir kanunu kiriyorsunuz ki, onunla öyleler baglidir, eger lüzum olsa Arzinizi yüzünüze çarpar, gülleler gibi küreler misillü yildizlari üstünüze Allah'in izniyle yagdirabilirler. Daha sâir
sh: » (S: 391)
âyâtin mânâlarindaki kuvvet ve belâgâti ve ulviyyet-i ifadesini bunlara kiyas et.
Üçüncü Nokta: Üslûbundaki bedâat-i hârikadir. Evet Kur'anin üslûblari hem garibdir, hem bedi'dir, hem acibdir, hem mukni'dir. Hiçbir seyi, hiçbir kimseyi, taklid etmemis. Hiç kimse de Onu taklid edemiyor. Nasil gelmis, öyle o üslûblar taravetini, gençligini, garabetini daima muhafaza etmis ve ediyor. Ezcümle, bir kisim Sûrelerin baslarinda sifre-misâl الم الر طه يس حمعسق gibi mukattaat hurufundaki üslûb-u bediîsi, bes-alti lem'a-i i'câzi tâzammun ettigini "Isârât-ül I'câz"da yazmisiz. Ezcümle: Sûrelerin basinda mezkûr olan huruf, hurufatin aksâm-i mâlûmesi olan mechûre, mehmûse, sedîde, rahve, zelâka, kalkale gibi aksâm-i kesîresinden herbir kismindan nisfini almistir. Kabil-i taksim olmayan hafifinden nisf-i ekser, sakilinden nisf-i ekall olarak bütün aksamini tansif etmistir. Su mütedâhil ve birbiri içindeki kisimlari ve ikiyüz ihtimal içinde mütereddid yalniz gizli ve fikren bilinmeyecek birtek yol ile umumu tansif etmek kabil oldugu halde, o yolda, o genis mesâfede sevk-i kelâm etmek, fikr-i beserin isi olamaz. Tesadüf hiç karisamaz. Iste bir sifre-i Ilahiyye olan Sûrelerin baslarindaki huruf, bunun gibi daha bes-alti lem'a-i i’câziyyeyi gösterdikleriyle beraber ilm-i esrar-i huruf ülemâsiyla evliyânin muhakkikleri su mukattaattan çok esrar istihrac etmisler ve öyle hakaik bulmuslar ki, onlarca su mukattaat kendi basiyla gâyet parlak bir mu'cizedir. Onlarin esrarina ehil olmadigimiz, hem umum göz görecek derecede isbat edemedigimiz için o kapiyi açamayiz. Yalniz "Isârât-ül I'câz"da sunlara dair Beyân olunan bes-alti lem'a-i i’câza havale etmekle iktifa ediyoruz.
Simdi, esâlib-i Kur'aniyyeye sûre itibariyle, maksad itibariyle, âyât ve kelâm ve kelime itibariyle birer isaret edecegiz. Meselâ:
Sûre-i عَمَّ ye dikkat edilse öyle bir üslûb-u bedi' ile âhireti, hasri, Cennet vesss Cehennem'in ahvâlini öyle bir tarzda gösteriyor ki, su dünyadaki ef'âl-i Ilahiyyeyi, âsâr-i Rabbaniyyeyi o ahvâl-i uhreviyyeye birer birer bakar isbat eder gibi kalbi ikna' eder. Su sûredeki üslûbun îzahi uzun oldugundan yalniz bir-iki noktasina isaret ederiz. Söyle ki:
sh: » (S: 392)
Su Sûrenin basinda Kiyamet gününü isbât için der: "Size zemini güzel serilmis bir besik; daglari hânenize ve hayatiniza defineli direk, hazineli kazik; sizi birbirini sever, ünsiyyet eder çift; geceyi hâb-i rahatiniza örtü; gündüzü meydân-i maiset; Günes'i isik verici, isindirici bir lâmba; bulutlari âb-i hayat çesmesi gibi ondan suyu akittim. Basit bir sudan bütün erzâkinizi tasiyan bütün çiçekli, meyveli muhtelif esyayi kolay ve az bir zamanda îcad ederiz. Öyle ise, yevm-i fasl olan kiyamet sizi bekliyor. O günü getirmek bize agir gelemez." Iste bundan sonra kiyamette daglarin dagilmasi, semâvâtin parçalanmasi, Cehennem'in hâzirlanmasi ve Cennet ehline bag ve bostan vermesini gizli bir Sûrette isbatlarina isaret eder. Mânen der: "Mâdem gözünüz önünde dag ve zeminde su isleri yapar. Âhirette dahi bunlara benzer isleri yapar." Demek sûrenin basindaki "dag", kiyametteki daglarin haline bakar ve bag ise, âhirde ve âhiretteki hadîkaya ve baga bakar. Iste sâir noktalari buna kiyas et, ne kadar güzel ve âlî bir üslûbu var, gör. Meselâ: قُلِ اللَّهُمَّ مَالِكَ اْلمُلْكِ تُؤْتِى اْلمُلْكَ مَنْ تَشَآءُ وَتَنْزِعُ اْلمُلْكَ ِممَّنْ تَشَآءُ ilâ âhir... Öyle bir üslûb-u âlîde benî-beserdeki Suunat-i Ilahiyyeyi ve gece ve gündüzün deveranindaki tecelliyat-i Ilahiyyeyi ve senenin mevsimlerinde olan Tasarrufat-i Rabbaniyyeyi ve yeryüzünde hayat-memat, hasir ve nesr-i dünyeviyedeki icraat-i Rabbaniyyeyi öyle bir ulvî üslûb ile Beyân eder ki, ehl-i dikkatin akillarini teshir eder. Parlak ve ulvî genis üslûbu, az dikkat ile göründügü için simdilik o hazineyi açmayacagiz.
Meselâ: اِذَا السَّمَآءُ انْشَقَّتْ وَاَذِنَتْ لِرَبِّهَا وَحُقَّتْ وَاِذَا اْلاَرْضُ مُدَّتْ وَاَلْقَتْ مَا فِيهَا وَ تَخَلَّتْ وَاَذِنَتْ لِرَبِّهَا وَحُقَّتْ Gök ve zeminin Cenâb-i Hakk'in emrine karsi derece-i inkiyad ve itaatlerini söyle âlî bir üslûb ile Beyân eder ki: Nasil bir kumandan-i âzam, mücahede ve manevra ve ahz-i asker sûbeleri gibi mücahedeye lâzim isler için iki daireyi teskil edip açmis. O mücahede, o muamele isi bittikten sonra o iki daireyi baska islerde kullanmak ve tebdil ederek istimal etmek için o kumandan-i âzam o iki daireye müteveccih olur. O daireler, herbirisi hademeleri lisaniyla veya nut-
sh: » (S: 393)
ka gelip kendi lisaniyla der ki: "Ey kumandanim bir parça mühlet ver ki, eski islerin ufak tefeklerini,pirti-mirtilarini temizleyip disari atayim, sonra tesrif ediniz. Iste atip senin emrine hâzir duruyoruz. Buyurun ne yaparsaniz yapiniz. Senin emrine münkâdiz. Senin yaptigin isler bütün hak, güzel, maslahattir." Öyle de: Semâvât ve Arz, böyle iki daire-i teklif ve tecrübe ve imtihan için açilmistir. Müddet bittikten sonra Semâvât ve Arz, daire-i teklife ait esyayi emr-i Ilahiyle bertaraf eder. Derler: "Ya Rabbenâ! Buyurun, ne için bizi istihdam edersen et. Hakkimiz sana itaattir. Her yaptigin sey de haktir." Iste, cümlelerindeki üslûbun hasmetine bak, dikkat et.
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 25. Söz
Hem meselâ:
يَآ اَرْضُ ابْلَعِى مَآءَ كِ وَيَا سَمَآءُ اَقْلِعِى وَغِيضَ اْلمَآءُ وَقُضِىَ اْلاَمْرُ وَاسْتَوَتْ عَلَى اْلجُودِىِّ وَقِيلَ بُعْدًا لِلْقَوْمِ الظَّاِلمِينَ
Iste bu âyetin bahr-i belâgatindan bir katreye isaret için bir üslûbunu bir temsil âyinesinde gösterecegiz. Nasil bir harb-i umumîde bir kumandan, zaferden sonra ates eden bir ordusuna "Ates kes!" ve hücum eden diger bir ordusuna "Dur!" der, emreder. O anda ates kesilir, hücum durur. "Is bitti, istilâ ettik. Bayragimiz düsmanin merkezlerinde yüksek kalelerinin basinda dikildi. Esfelüssâfilîne giden o edebsiz zâlimler cezalarini buldular" der.
Aynen öyle de: Padisah-i Bîmisâl, kavm-i Nuh'un mahvi için Semâvât ve Arz'a emir vermis. Vazifelerini yaptiktan sonra ferman ediyor: Ey Arz! Suyunu yut. Ey Semâ! Dur, isin bitti. Su çekildi. Dagin basinda memur-u Ilahînin çadir vazifesini gören gemisi kuruldu. Zalimler cezalarini buldular. Iste su üslûbun ulviyyetine bak. "Zemin ve gök iki muti' asker gibi emir dinler, itaat ederler" diyor. Iste su üslûb isaret eder ki, insanin isyanindan kâinat kiziyor. Semâvât ve Arz hiddete geliyorlar ve su isaretle der ki: "Yer ve gök iki muti' asker gibi emirlerine bakan bir Zâta isyan edilmez, edilmemeli." Dehsetli bir zecri ifade eder. Iste tufan gibi bir hâdise-i umumiyeyi bütün netâiciyle, hakaikiyla birkaç cümlede îcazli, i’câzli, cemâlli, icmâlli bir tarzda Beyân eder. Su denizin sâir katrelerini su katreye kiyas et.
Simdi kelimelerin penceresiyle gösterdigi üslûba bak.
Meselâ: كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِوَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتَّى عَادَdeki
sh: » (S: 394)
كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ kelimesine bak, ne kadar lâtif bir üslûbu gösteriyor.
Söyle ki: Kamer'in bir menzili var ki, Süreyya yildizlarinin dairesidir. Kameri, hilâl vaktinde hurmanin eskimis beyaz bir dalina tesbih eder. Su tesbih ile semânin yesil perdesi arkasinda güya bir agaç bulunuyor ki beyaz, sivri, nurâni bir dali, perdeyi yirtip basini çikarip, Süreyya o dalin bir salkimi gibi ve sâir yildizlar o gizli hilkat agacinin birer münevver meyvesi olarak isitenin hayalî olan gözüne göstermekle; medâr-i maisetlerinin en mühimmi hurma agaci olan sahra-nisinlerin nazarinda ne kadar münasib, güzel, lâtif, ulvî bir üslûb-u ifade oldugunu zevkin varsa anlarsin.
Meselâ: Ondokuzuncu Söz'ün âhirinde isbat edildigi gibi, وَ الشَّمْسُ َتجْرِى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا deki تَجْرِى kelimesi söyle bir üslûb-u âlîye pencere açar. Söyle ki: تَجْرِى lafziyla yâni: "Günes döner" tâbiriyle kis ve yaz, gece ve gündüzün deveranindaki muntâzam tasarrufât-i Kudret-i Ilahiyeyi ihtar ile Sâniin âzametini ifham eder ve o mevsimlerin sahifelerinde kalem-i kudretin yazdigi mektubât-i Samedâniyeye nazari çevirir. Hâlik-i Zülcelâl'in hikmetini i'lâm eder. وَ جَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا Yâni, lâmba tâbiriyle söyle bir üslûba pencere açar ki, su âlem bir saray ve içinde olan esya ise insana ve zîhayata ihzâr edilmis müzeyyenat ve mat'umat ve levazimât oldugunu ve Günes dahi müsahhar bir mumdar oldugunu ihtar ile Sâniin hasmetini ve Hâlikin ihsanini ifham ederek tevhide bir delil gösterir ki, müsriklerin en mühim, en parlak Mâbud zannettikleri Günes, müsahhar bir lâmba, câmid bir mahluktur. Demek سِرَاج tâbirinde Hâlikin âzamet-i Rububiyyetindeki rahmetini ihtar eder. Rahmetin vüs'atindeki ihsanini ifham eder ve o ifhamda saltanatinin hasmetindeki keremini ihsas eder ve bu ihsasta vahdâniyeti i'lam eder
sh: » (S: 395)
ve mânen der: "Câmid bir sirâc-i müsahhar hiçbir cihette ibâdete lâyik olamaz." Hem cereyân-i تَجْرِى tâbirinde gece gündüzün, kis ve yazin dönmelerindeki tasarrufat-i muntâzama-i acibeyi ihtar eder ve o ihtarda, Rububiyyetinde münferid bir Sâniin âzamet-i kudretini ifham eder. Demek Sems ve Kamer noktalarindan beserin zihnini gece ve gündüz, kis ve yaz sahifelerine çevirir ve o sahifelerde yazilan hâdisatin satirlarina nazar-i dikkati celbeder. Evet Kur'an Günes'ten Günes için bahsetmiyor. Belki onu isiklandiran Zât için bahsediyor. Hem Günes'in insana lüzumsuz olan mahiyetinden bahsetmiyor. Belki Günes'in vazifesinden bahsediyor ki, San'at-i Rabbâniyyenin intizâmina bir zenberek ve hilkat-i Rabbâniyyenin nizâmina bir merkez, hem Nakkas-i Ezelî'nin gece gündüz ipleriyle dokudugu esyadaki san'at-i Rabbâniyyenin insicamina bir mekik vazifesini yapiyor. Daha sâir kelimât-i Kur'aniyyeyi bunlara kiyas edebilirsin. Âdeta basit, me'luf birer kelime iken, lâtif mânâlarin definelerine birer anahtar vazifesini görüyor.
Iste ekseriyetle üslûb-u Kur'anin geçen tarzlarda ulvî ve parlak oldugundandir ki, bâzan bir bedevî arab birtek kelâma meftun olur. Müslüman olmadan secdeye giderdi. Bir bedevî فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ kelâmini isittigi anda secdeye gitti. Ona dediler: "Müslüman mi oldun?" "Yok dedi, ben su kelâmin belâgatina secde ediyorum."
Dördüncü Nokta: Lafzindaki fesâhât-i hârikasidir. Evet Kur'an mânen üslûb-u Beyân cihetiyle fevkalâde belîg oldugu gibi, lâfzinda gâyet selis bir fesahati vardir. Fesahatin kat'î vücuduna, usandirmamasi delildir ve fesahatin hikmetine, fenn-i Beyân ve maânînin dâhî ülemâsinin sehadetleri bir bürhân-i bâhirdir. Evet binler defa tekrar edilse usandirmiyor, belki lezzet veriyor. Küçük basit bir çocugun hâfizasina agir gelmiyor, hifzedebilir. En hastalikli, az bir sözden müteezzî olan bir kulaga nâhos gelmiyor, hos geliyor. Sekeratta olanin damagina serbet gibi oluyor. Zemzeme-i Kur'an onun kulaginda ve dimaginda, aynen agzinda ve damaginda mâ-i zemzem gibi leziz geliyor. Usandirmamasinin sirr-i hikmeti sudur ki: Kur'an, kulûbe kut ve gida ve ukûle kuvvet ve ginâdir ve rûha mâ ve ziyâ ve nüfusa devâ ve sifâ oldugundan usandirmaz. Hergün ekmek yeriz, usanmayiz. Fakat en güzel bir meyveyi her gün yesek, usan
sh: » (S: 396)
diracak. Demek Kur'an, hak ve hakikat ve sidk ve hidâyet ve hârika bir fesahat oldugundandir ki, usandirmiyor, daima gençligini muhafaza ettigi gibi tarâvetini, halâvetini de muhafaza ediyor. Hattâ Kureys'in rüesâsindan müdakkik bir belîg, müsrikler tarafindan, Kur'ani dinlemek için gitmis. Dinlemis, dönmüs, demis ki: Su kelâmin öyle bir halâveti ve tarâveti var ki, kelâm-i besere benzemez. Ben sâirleri, kâhinleri biliyorum. Bu onlarin hiç sözlerine benzemez. Olsa olsa etbaimizi kandirmak için sihir demeliyiz." Iste Kur'an-i Hakîm'in en muannid düsmanlari bile fesahatinden hayran oluyorlar.
Kur'an-i Hakîm'in âyetlerinde, kelâmlarinda, cümlelerinde fesâhatin esbabini izah çok uzun gider. Onun için sözü kisa kesip yalniz nümune olarak bir âyetteki hurûf-u hecâiyyenin vaziyetiyle hasil olan bir selaset ve fesahat-i lafziyyeyi ve o vaziyetten parlayan bir lem'a-i i’câzi gösterecegiz. Iste:
ثُمَّ اَنْزَلَ عَلَيْكُمْ مِنْ بَعْدِ الْغَمِّ اَمَنَةً نُعَاسًا يَغْشَى طَآئِفَةً مِنْكُمْ ilâ âhir. Iste su âyette bütün huruf-u heca mevcûddur. Bak ki, sakil, agir bütün aksâm-i hurûf beraber oldugu halde selasetini bozmamis. Belki bir revnâk ve muhtelif tellerden mütenasib, mütesanid bir nagme-i fesâhat katmis. Hem su lem'a-i i’câza dikkat et ki, hurûf-u hecâdan "ya" ile "elif" en hafif ve birbirine kalboldugu için iki kardes gibi her birisi yirmibir kerre tekrari var. "Mim" ile "nun" (Hasiye-1) birbirinin kardesi ve birbirinin yerine geçtigi için her birisi otuzüçer defa zikredilmistir. ص .س. ش mahreççe, sifatça, savtça kardes olduklari için her biri üç defa, ع. غ kardes olduklari halde ع daha hafif alti defa, غ sikleti için yarisi olarak üç defa zikredilmistir.
ط .ظ .ذ. ز
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 25. Söz
(Hasiye-1): Tenvin dahi nundur.
sh: » (S: 397)
mahreçce, sifatça, sesçe kardes olduklari için herbirisi ikiser defa, "lâm" ve "elif" ile beraber ikisi لا Sûretinde ittihad ettikleri ve "elif" لا Sûretinde hissesi "lâm"in yarisidir. Onun için "lâm" kirkiki defa, "elif" onun yarisi olarak yirmibir defa zikredilmistir. "Hemze" "he" ile mahreççe kardes olduklari için hemze (Hasiye-2) onüç, "hâ" bir derece daha hafif oldugu için ondört defa, ق. ف. ك kardes olduklari için ق 'in bir noktasi fazla oldugu için ق on, ف dokuz, ك dokuz, ب dokuz, ت oniki, "ta"nin derecesi üç oldugu için oniki defa zikredilmistir. ر "lâm"in kardesidir. Fakat ebced hesabiyla ر ikiyüz, "lâm" otuzdur. Alti derece yukari çiktigi için alti derece asagi düsmüstür. Hem ر telaffuzca tekerrür ettiginden sakil olup yalniz alti defa zikredilmistir. خ. ح. ث .ض Sikletleri ve Bâzi cihat-i münasebat için birer defa zikredilmistir. "Vav" "hâ"den ve "hemze"den daha hafif ve "yâ"dan ve "elif"den daha sakil oldugu için onyedi defa, sakil hemzeden dört derece yukari, hafif eliften dört derece asagi zikredilmistir.
Iste su hurufun bu zikrinde hârikulâde bu vaziyet-i muntâzama ile ve o münâsebet-i hafiyye ile ve o güzel intizâm ve o dakik ve in
______________________________ ____
(Hasiye): Hemze, melfuz ve gayr-i melfuz yirmibestir ve hemzenin sâkin kardesi elif'ten üç derece yukaridir. Zira hareke üçtür.
sh: » (S: 398)
ce nazm ve insicâm ile iki kerre iki dört eder derecede gösterir ki, beser fikrinin haddi degil ki, sunu yapabilsin. Tesadüf ise muhaldir ki, ona karissin. Iste su vaziyet-i huruftaki intizâm-i acib ve nizâm-i garib, selaset ve fesahat-i lafziyyeye medâr oldugu gibi, daha gizli çok hikmetleri bulunabilir. Mâdem hurûfâtinda böyle intizâm gözetilmis. Elbette kelimelerinde, cümlelerinde, mânâlarinda öyle esrarli bir intizâm, öyle envarli bir insicâm gözetilmis ki, göz görse "Mâsâallah", akil anlasa "Bârekâllah" diyecek.
Besinci Nokta: Beyânindaki beraattir. Yâni, tefevvuk ve metânet ve hasmettir. Nasilki nazminda cezâlet, lafzinda fesahat, mânâsinda belâgat, üslûbunda bedâat var. Beyâninda dahi faik bir beraat vardir. Evet tergib ve terhib, medh ve zemm, isbat ve irsad, ifhâm ve ifhâm gibi bütün aksâm-i kelâmiyyede ve tabakat-i hitabiyyede Beyânât-i Kur'aniyye en yüksek mertebededir.
Meselâ: Makam-i tergib ve tesvikte hadsiz misâllerinden, meselâ Sûre-i هَلْ اَتَى عَلَى اْلاِنْسَانِ de Beyânâti, (Hasiye-1) âb-i kevser gibi hos, selsebil çesmesi gibi selâsetle akar, cennet meyveleri gibi tatli, hûri libasi gibi güzeldir.
Makam-i terhib ve tehdidde pek çok misâllerinden meselâ: هَلْ اَتَيكَ حَدِيثُ الْغَاشِيَةِ Sûresinin basinda beyânât-i Kur'aniyye ehl-i dalâletin simahinda kaynayan rasas gibi, dimaginda yakan ates gibi, damaginda yanan zakkum gibi, yüzünde saldiran cehennem gibi, midesinde aci, dikenli dari' gibi tesir eder. Evet bir zâtin tehdidini gösteren Cehennem gibi bir azab memuru, öfkesinden ve gayzindan parçalanmak vaziyetini almasi ve تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ söylemesi, söyletmesi, o zâtin terhibi ne derece dehsetli oldugunu gösterir.
Makam-i medhin binler misâllerinden, basinda "Elhamdülillah" olan bes Sûrede Beyânât-i Kur'aniyye Günes gibi parlak, (Hasiye-2) yildiz gibi zînetli, semâvât ve zemin gibi hasmetli, melekler gibi sevimli, dünyada yavrulara
______________________________ _
(Hasiye-1): Su üslûb-u Beyân, o sûrenin meâlinin libasini giymis.
(Hasiye-2): Su tâbiratta o sûrelerdeki bahislere isaret var.
sh: » (S: 399)
rahmet gibi sefkatli, âhirette Cennet gibi güzeldir.
Makam-i zemm ve zecirde binler misâllerinden meselâ: اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ َلحْمَ اَخِيهِ مَيْتًا âyetinde zemmi alti derece zemmeder. Giybetten alti derece siddetle zecreder. Söyle ki: Mâlûmdur: Âyetin basindaki hemze, sormak (âyâ) mânâsindadir. O sormak mânâsi, su gibi âyetin bütün kelimelerine girer. Iste birinci hemze ile der: (Âyâ) sual ve cevab mahalli olan akliniz yok mu ki, bu derece çirkin bir seyi anlamiyor? Ikincisi: يُحِبُّ lafzi ile der: Âyâ, sevmek, nefret etmek mahalli olan kalbiniz bozulmus mu ki, en menfur bir isi sever? Üçüncüsü: اَحَدُكُمْ kelimesiyle der: Cemâatten hayatini alan hayat-i içtimaiye ve medeniyetiniz ne olmus ki, böyle hayatinizi zehirleyen bir ameli kabûl eder? Dördüncüsü: اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ kelâmiyla der: Insaniyetiniz ne olmus ki, böyle canavarcasina arkadasini disle parçalamayi yapiyorsunuz? Besincisi: اَخِيهِ kelimesiyle der: Hiç rikkat-i cinsiyeniz, hiç sila-i rahminiz yok mu ki, böyle çok cihetlerle kardesiniz olan bir mazlumun sahs-i mânevîsini insafsizca disliyorsunuz? Hiç akliniz yok mu ki, kendi âzanizi kendi disinizle divâne gibi isiriyorsunuz? Altincisi: مَيْتًا kelâmiyla der: Vicdaniniz nerede... Fitratiniz bozulmus mu ki, en muhterem bir halde bir kardesine karsi, etini yemek gibi en müstekreh bir is yapiliyor? Demek zemm ve giybet, aklen, kalben ve insâniyeten ve vicdânen ve fitraten ve asabiyeten ve milliyeten mezmumdur. Iste bak! Nasilki, su âyet, îcazkârâne alti mertebe zemmi zemmetmekle i’câzkârane alti derece o cürümden zecreder.
Makam-i isbatta binler misâllerinden meselâ:
sh: » (S: 400)
فَانْظُرْ اِلَى اَثَارِ رَحْمَةِ اللَّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَآ اِنَّ ذلِكَ َلمُحْيِى اْلمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ
de hasri isbat ve istib'adi izale için öyle bir tarzda Beyân eder ki, fevkinde isbat olamaz. Söyle ki: Onuncu Söz'ün Dokuzuncu Hakikatinda, Yirmiikinci Söz'ün Altinci Lem'asinda isbat ve izah edildigi gibi; her bahar mevsiminde ihyâ-yi arz keyfiyyetinde üçyüzbin tarzda hasrin nümunelerini nihayet derecede girift, birbirine karistirdigi halde nihayet derecede intizâm ve temyiz ile nazar-i besere gösteriyor ki, bunlari böyle yapan Zâta, Hasir ve Kiyamet agir olamaz, der. Hem zeminin sahifesinde yüzbinler enva'i, beraber birbiri içinde kalem-i kudretiyle hatâsiz, kusursuz yazmak; bir tek Vâhid-i Ehad'in sikkesi oldugundan, su âyetle Günes gibi vahdâniyeti isbat etmekle beraber, Günes'in tulû' ve gurubu gibi kolay ve kat'î, Kiyamet ve Hasri gösterir. Iste كَيْفَ lâfzindaki keyfiyet noktasinda su hakikati gösterdigi gibi, çok Sûrelerde tafsil ile zikreder.
Meselâ: Sûre-i ق وَ الْقُرْاَنِ الْمَجِيدِ de öyle parlak ve güzel ve sirin ve yüksek bir Beyânla hasri isbat eder ki, baharin gelmesi gibi kat'î bir Sûrette kanâat verir. Iste bak: Kâfirlerin, çürümüs kemiklerin dirilmesini inkâr ederek « Bu acibdir, olamaz» demelerin ecevaben اَفَلَمْ يَنْظُرُوآ اِلَى السَّمَآءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَ زَيَّنَّاهَا وَمَا لَهَا مِنْ فُرُوجٍ ilâ âhir-il âyet... كَذلِكَ اْلخُرُوجُ a kadar ferman ediyor. Beyâni su gibi akiyor. Yildizlar gibi parliyor. Kalbe hurma gibi hem lezzet, hem zevk veriyor, hem rizk oluyor. Hem makam-i isbatin en lâtif misâllerinden: يس وَالْقُرْاَنِ اْلحَكِيمِ اِنَّكَ َلمِنَ اْلمُرْسَلِينَ der. Yâni, « Hikmetli Kur'ana kasem ederim. Sen Resûllerdensin.» Su ka
sh: » (S: 401)
sem isaret eder ki, Risâletin hücceti o derece yakînî ve haktir ki, hakkaniyette makam-i tâzim ve hürmete çikmis ki, onunla kasem ediliyor. Iste su isaret ile der: « Sen Resûlsün. Çünki senin elinde Kur'an var. Kur'an ise, haktir ve Hakk'in kelâmidir. Çünki içinde hakikî hikmet, üstünde sikke-i i'câz var.»
Hem makam-i isbatin îcazli ve i'câzli misâllerinden su:
قَالَ مَنْ يُحْيِى اْلعِظَامَ وَهِىَ رَمِيمٌ قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِى اَنْشَاَهَآ اَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ
Yâni; insan der: « Çürümüs kemikleri kim diriltecek?» Sen, de: « Kim onlari bidayeten insa edip hayat vermis ise, o diriltecek.» Onuncu Söz'ün dokuzuncu hakikatinin üçüncü temsilinde tasvir edildigi gibi; bir zât, göz önünde bir günde yeniden büyük bir orduyu teskil ettigi halde, biri dese: « Su zât, efradi istirahat için dagilmis olan bir taburu bir boru ile toplar. Tabur nizâmi altina getirebilir.» Sen ey insan, desen; « Inanmam.» Ne kadar divânece bir inkâr oldugunu bilirsin. Aynen onun gibi hiçten, yeniden ordu-misâl bütün hayvanat ve sâir zîhayatin tabur-misâl cesedlerini kemâl-i intizâmla ve mizan-i hikmetle o bedenlerin zerratini ve letâifini « Emr-i kün feyekûn» ile kaydedip yerlestiren ve her karnda hattâ her baharda rûy-i zeminde yüzbinler ordu-misâl zevilhayat envâ'larini, taifelerini icad eden bir Zât-i Kadîr-i Alîm, tabur-misâl bir cesedin nizâmi altina girmekle birbiriyle tanismis zerrât-i esâsiye ve eczâ-yi asliyeyi bir sayha ile Sûr-u Israfil'in borusu ile nasil toplayabilir? Istib'âd Sûretinde denilir mi? Denilse, eblehçesine bir divâneliktir.
Makam-i irsadda beyânât-i Kur'aniye o derece müessir ve rakiktir ve o derece mûnis ve sefiktir ki, sevk ile ruhu, zevk ile kalbi; akli merakla ve gözü yasla doldurur. Binler misâllerinden yalniz su: ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ فَهِىَ كَاْلحِجَارَةِ اَوْ اَشَدُّ قَسْوَةً ilâ âhir... Yirminci Söz'ün Birinci Makami'nda üçüncü âyet mebhasinde isbat ve izah edildigi gibi Benî-Israil'e der: « Mûsa Aleyhisselâm'in asâsi gibi bir mu'cizesine karsi sert tas, oniki gözünden çesme gibi yas akittigi halde, size ne olmus ki, Mûsa Aleyhisselâm'in bütün mu'cizâtina
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 25. Söz
sh: » (S: 402)
karsi lâkayd kalip; gözünüz kuru, yassiz, kalbiniz kati, atessiz duruyor?» O sözde su mânâ-yi irsadî izah edildigi için oraya havale ederek burada kisa kesiyorum.
Makam-i ifhâm ve ilzamda binler misâllerinden yalniz su iki misâle bak: Birinci misâl:
وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ وَادْعُوا شُهَدَآءَكُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ اِنْ كُنتُمْ صَادِقِينَ
Yâni: « Eger, bir sübheniz varsa, size yardim edecek, sehadet edecek bütün büyüklerinizi ve taraftarlarinizi çagiriniz. Birtek sûresine bir nazîre yapiniz.» « Isârât-ül I'câz» da izah ve isbat edildigi için burada yalniz icmâline isaret ederiz. Söyle ki: Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyân diyor: « Ey ins ve cin! Eger Kur'an, Kelâm-i Ilahî oldugunda sübheniz varsa, bir beser kelâmi oldugunu tevehhüm ediyorsaniz, haydi, iste meydan, geliniz! Siz dahi O'na Muhammed-ül Emin dediginiz zât gibi, okumak yazmak bilmez, kiraat ve kitabet görmemis bir ümmîden bu Kur'an gibi bir kitab getiriniz, yaptiriniz. Bunu yapamazsaniz, haydi ümmî olmasin, en meshur bir edib, bir âlim olsun. Bunu da yapamazsaniz, haydi birtek olmasin, bütün bülegâniz, hutebâniz, belki bütün geçmis belîglerin güzel eserlerini ve bütün gelecek ediblerin yardimlarini ve ilahlarinizin himmetlerini beraber aliniz. Bütün kuvvetinizle çalisiniz, su Kur'ana bir nazîre yapiniz. Bunu da yapamazsaniz, haydi kabil-i taklid olmayan Hakaik-i Kur'aniyeden ve mânevî çok mu'cizâtindan kat-i nazar, yalniz nazmindaki belâgatina nazîre olarak bir eser yapiniz.» فَاْتُوا بِعَشْرِ سُوَرٍ مِثْلِهِ مُفْتَرَيَاتٍ ilzâmiyla der: « Haydi sizden mânânin dogrulugunu istemiyorum. Müftereyat ve yalanlar ve bâtil hikâyeler olsun. Bunu da yapamiyorsunuz. Haydi bütün Kur'an kadar olmasin, yalniz بِعَشْرِ سُوَرٍ on Sûresine nazîre getiriniz. Bunu da yapamiyorsunuz. Haydi, birtek Sûresine nazîre getiriniz. Bu da çoktur. Haydi, kisa bir Sûresine bir nazîre ibraz ediniz. Hattâ, mâdem bunu da yapmazsaniz ve yapamazsiniz. Hem bu kadar muhtaç ol-
sh: » (S: 403)
dugunuz halde; çünki Haysiyet ve namusunuz, izzet ve dininiz, asabiyet ve serefiniz, can ve maliniz, dünya ve âhiretiniz, buna nazîre getirmekle kurtulabilir. Yoksa dünyada haysiyetsiz, namussuz, dinsiz, serefsiz, zillet içinde, can ve maliniz helâkette mahvolup ve âhirette النَّارَ الَّتِى وَقُودُهَا النَّاسُ وَ الْحِجَارَةُفَاتَّقُوا isaretiyle Cehennem'de haps-i ebedî ile mahkûm ve sanemlerinizle beraber atese odunluk edeceksiniz. Hem mâdem sekiz mertebe aczinizi anladiniz. Elbette sekiz defa, Kur'an dahi mu'cize oldugunu bilmekliginiz gerektir.
Ya îmânâ geliniz veyahut susunuz, Cehennem'e gidiniz!» Iste Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyân'in makam-i ifhâmdaki ilzamina bak ve de: لَيْسَ بَعْدَ الْبَيَانِ الْقُرْاَنِ بَيَانٌ Evet Beyân-i Kur'andan sonra Beyân olamaz ve hacet kalmaz.
Ikinci Misâl:
فَذَكِّرْ فَمَآ اَنْتَ بِنِعْمَتِ رَبِّكَ بِكَاهِنٍ وَلاَ مَجْنُونٍ اَمْ يَقُولُونَ شَاعِرٌ نَتَرَبَّصُ بِهِ رَيْبَ اْلمَنُونِ قُلْ تَرَبَّصُوا فَاِنِّى مَعَكُمْ مِنَ الْمُتَرَبِّصِينَ اَمْ تَاْمُرُهُمْ اَحْلاَمُهُمْ بِهذَا اَمْ هُمْ قَوْمٌ طَاغُونَ اَمْ يَقُولُونَ تَقَوَّلَهُ بَلْ لاَ يُؤْمِنُونَ فَلْيَاْتُوا بِحَدِيثٍ مِثْلِهِ اِنْ كَانُوا صَادِقِينَ اَمْ خُلِقُوا مِنْ غَيْرِ شَىْءٍ اَمْ هُمُ اْلخَالِقُونَ اَمْ خَلَقُوا السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ بَلْ لاَ يُوقِنُونَ اَمْ عِنْدَهُمْ خَزَآِنُ رَبِّكَ اَمْ هُمُ اْلمُصَيْطِرُونَ اَمْ لَهُمْ سُلَّمٌ يَسْتَمِعُونَ فِيهِ فَلْيَاْتِ مُسْتَمِعُهُمْ بِسُلْطَانٍ مُبِينٍ اَمْ لَهُ الْبَنَاتُ وَلَكُمُ الْبَنُونَ اَمْ تَسْاَلُهُمْ اَجْرًا فَهُمْ مِنْ مَغْرَمٍ مُثْقَلُونَ اَمْ عِنْدَهُمُ الْغَيْبُ فَهُمْ يَكْتُبُونَ اَمْ يُرِيدُونَ كَيْدًا فَالَّذِينَ كَفَرُوا هُمُ اْلمَكِيدُونَ اَمْ لَهُمْ اِلَهٌ غَيْرُ اللَّهِ سُبْحَانَ اللَّهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ
sh: » (S: 404)
Iste su âyâtin binler hakikatlerinden yalniz Beyân-i ifhamiyeye misâl için bir hakikatini Beyân ederiz. Söyle ki: اَمْ - اَمْ lafziyla onbes tabaka istifham-i inkârî-i taaccübî ile ehl-i dalâletin bütün aksamini susturur ve sübehâtin bütün mense'lerini kapatir. Ehl-i dalâlet için içine girip saklanacak seytanî bir delik birakmiyor, kapatiyor. Altina girip gizlenecek bir perde-i dalâlet birakmiyor, yirtiyor. Yilanlarindan hiçbir yilani birakmiyor, basini eziyor. Herbir fikrada bir taifenin hülâsa-i fikr-i küfrîlerini ya bir kisa tâbir ile ibtal eder. Ya butlani zâhir oldugundan sükûtla butlanini bedâhete havale eder veya baska âyetlerde tafsilen reddedildigi için burada mücmelen isaret eder. Meselâ: Birinci fikra وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنْبَغِى لَهُ âyetine isaret eder. Onbesinci fikra ise لَوْ كَانَ فِيهِمَآ اَلِهَةٌ اِلاَّ اللَّهُ لَفَسَدَتَا âyetine remzeder. Daha sâir fikralari buna kiyas et. Söyle ki: Basta diyor: « Ahkâm-i Iâahiyyeyi teblig et. Sen kâhin degilsin. Zira kâhinin sözleri, karisik ve tahminîdir. Seninki, hak ve yakînîdir. Mecnun olamazsin, düsmanin dahi senin Kemâl-i aklina sehadet eder. اَمْ يَقُولُونَ شَاعِرٌ نَتَرَبَّصُ بِهِ رَيْبَ اْلمَنُونِ Âyâ, acaba muhâkemesiz âmi kâfirler gibi, sana sâir mi diyorlar. Senin helâketini mi bekliyorlar. Sen, de: « Bekleyiniz. Ben de bekliyorum.» Senin parlak büyük hakikatlerin, siirin hayalatindan münezzeh ve tezyinâtindan müstagnidir.
اَمْ تَاْمُرُهُمْ اَحْلاَمُهُمْ بِهذَا Yahut; acaba akillarina güvenen akilsiz feylesoflar gibi, « Aklimiz bize yeter» deyip sana ittibâdan istinkaf mi ederler. Halbuki akil ise, sana ittibai emreder. Çünki: Bütün dedigin makuldür. Fakat akil kendi basiyla ona yetisemez. اَمْ هُمْ قَوْمٌ طَاغُونَ Yahut: Inkârlarina sebeb, tâgî zâlimler gibi,
sh: » (S: 405)
Hakk'a serfüru etmemeleri midir! Halbuki mütecebbir zalimlerin rüesâlari olan Firavunlarin, Nemrudlarin âkibetleri mâlûmdur.
اَمْ يَقُولُونَ تَقَوَّلَهُ بَلْ لاَ يُؤْمِنُونَ Veyahut: Yalanci, vicdansiz münafiklar gibi « Kur'an senin sözlerindir» diye seni ittiham mi ediyorlar! Halbuki, tâ simdiye kadar sana Muhammed-ül Emin diyerek içlerinde seni en dogru sözlü biliyorlardi. Demek onlarin imânâ niyyetleri yoktur. Yoksa Kur'anin âsâr-i beseriye içinde bir nazîrini bulsunlar.
اَمْ خُلِقُوا مِنْ غَيْرِ شَيْءٍ Veyahut: Kâinati abes ve gayesiz îtikad eden felâsife-i abesiyyun gibi kendilerini basibos, hikmetsiz, gayesiz, vazifesiz, Hâliksiz mi zannediyorlar! Acaba gözleri kör olmus, görmüyorlar mi ki, kâinat bastan asagiya kadar hikmetlerle müzeyyen ve gayelerle müsmirdir ve mevcûdât, zerrelerden Güneslere kadar vazifelerle muvazzaftir ve evâmir-i Ilâhiyeye müsahharlardir.
اَمْ هُمُ اْلخَالِقُونَ Veyahut: Firavunlasmis maddiyyun gibi, « Kendi kendine oluyorlar. Kendi kendini besliyorlar. Kendilerine lâzim olan herseyi yaratiyorlar» mi tahayyül ediyorlar ki, îmândan, ubûdiyetten istinkâf ederler. Demek kendilerini birer Hâlik zannederler. Halbuki birtek seyin Hâliki, herbir seyin Hâliki olmak lâzim gelir. Demek kibir ve gururlari onlari nihayet derecede ahmaklastirmis ki, bir sinege, bir mikroba karsi maglûb bir âciz-i mutlaki, bir Kadîr-i Mutlak zannederler. Mâdem bu derece akildan, insâniyetten sukut etmisler. Hayvandan, belki cemadattan daha asagidirlar. Öyle ise, bunlarin inkârlarindan müteessir olma. Bunlari dahi, bir nevi muzir hayvan ve pis maddeler sirasina say. Bakma, ehemmiyet verme.
اَمْ خَلَقُوا السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ بَلْ لاَ يُوقِنُونَ Veyahut: Hâliki inkâr eden fikirsiz, sersem muattila gibi, Allah'i inkâr mi ediyorlar ki, Kur'ani dinlemiyorlar. Öyle ise, semâvat ve arzin vücudlarini inkâr etsinler veyahut « Biz halkettik» desinler. Bütün bütün aklin zivanasindan çikip, divaneligin hezeyanina girsinler. Çünki semâda yildizlari kadar, zeminde çiçekleri kadar berahin-i tevhid görünüyor, okunuyor. Demek yakîne ve hakka niyetleri yoktur. Yok
sh: » (S: 406)
sa « Bir harf kâtibsiz olmaz» bildikleri halde, nasil bir harfinde bir kitab yazilan su kâinat kitabini, kâtibsiz zannediyorlar.
اَمْ عِنْدَهُمْ خَزَآئِنُ رَبِّكَ Veyahut: Cenâb-i Hakk'in ihtiyarini nefyeden bir kisim hükemâ-yi dâlle gibi ve Berahime gibi asl-i Nübüvveti mi inkâr ediyorlar? Sana îmân getirmiyorlar. Öyle ise, bütün mevcûdâtta görünen ve ihtiyar ve iradeyi gösteren bütün âsâr-i hikmeti ve gayâti ve intizâmâti ve semerâti ve âsâr-i rahmet ve inayâti ve bütün enbiyanin bütün mu'cizâtlarini inkâr etsinler veya « Mahlukata verilen ihsanatin hazineleri yanimizda ve elimizdedir» desinler. Kâbil-i hitab olmadiklarini göstersinler. Sen de onlarin inkârindan müteellim olma. Allah'in akilsiz hayvanlari çoktur, de.
اَمْ هُمُ اْلمُصَيْطِرُونَ Veyahut: Akli hâkim yapan mütehakkim Mu'tezile gibi kendilerini Hâlikin islerine rakib ve müfettis tahayyül edip Hâlik-i Zülcelâl'i mes'ul tutmak mi istiyorlar? Sakin fütur getirme. Öyle hodbinlerin inkârlarindan bir sey çikmaz. Sen de aldirma.
اَمْ لَهُمْ سُلَّمٌ يَسْتَمِعُونَ فِيهِ فَلْيَاْتِ مُسْتَمِعُهُمْ بِسُلْطَانٍ مُبِينٍ Veyahut: Cin ve seytana uyup kehanetfüruslar, ispirtizmacilar gibi, âlem-i gayba baska bir yol mu bulunmus zannederler? Öyle ise, seytanlarina kapanan semâvata, onunla çikilacak bir merdivenleri mi var tahayyül ediyorlar ki, senin semâvî haberlerini tekzib ederler. Böyle sarlatanlarin inkârlari, hiç hükmündedir.
اَمْ لَهُ الْبَنَاتُ وَلَكُمُ الْبَنُونَ Veyahut: Ukûl-ü asere ve erbâb-ül- enva namiyla serikleri îtikad eden müsrik felâsife gibi ve yildizlara ve melâikelere bir nevi ulûhiyet isnad eden Sabiiyyun gibi, Cenâb-i Hakk'a veled nisbet eden mülhid ve dâllînler gibi, Zât-i Ehad ve Samed'in vücub-u vücuduna, vahdetine, Samediyetine, istigna-yi mutlakina zid olan veledi nisbet ve melâikenin ubûdiyyetine ve ismetine ve cinsiyetine münafî olan ünûseti isnad mi ederler? Kendilerine sefaatçi mi zannederler ki, sana tâbi olmuyorlar? Insan gibi mümkin, fâni, beka-yi nev'ine muhtaç ve cismanî ve mütecezzi, tekessüre kabil ve âciz, dünyaperest, yardimci bir vârise müstak sh: » (S: 407)
mahluklar için vasita-i tekessür ve teavün ve rabita-i hayat ve beka olan tenasül, elbette ve elbette vücudu vâcib ve dâim, bekasi ezelî ve ebedî, zâti cismâniyetten mücerred ve muallâ ve mahiyeti tecezzî ve tekessürden münezzeh ve müberrâ ve kudreti aczden mukaddes ve bîhemta olan Zât-i Zülcelâl'e evlâd isnad etmek, hem o âciz, mümkin, miskin insanlar dahi begenmedikleri ve izzet-i magrurânesine yakistiramadiklari bir nevi evlâd yâni hadsiz kizlari isnad etmek, öyle bir safsatadir ve öyle bir divânelik hezeyanidir ki, o fikirde olan heriflerin tekzibleri, inkârlari hiçtir. Aldirmamalisin. Herbir sersemin safsatasina, her divânenin hezeyanina kulak verilmez.
اَمْ تَسْاَلُهُمْ اَجْرًا فَهُمْ مِنْ مَغْرَمٍ مُثْقَلُونَ Veyahut: Hirsa, hissete alismis tâgî, bâgî dünyaperestler gibi senin tekalifini agir mi buluyorlar ki, senden kaçiyorlar ve bilmiyorlar mi ki, sen ecrini, ücretini yalniz Allah'tan istiyorsun ve onlara Cenâb-i Hak tarafindan verilen maldan hem bereket, hem fakirlerin hased ve beddualarindan kurtulmak için, ya on'dan veya kirk'tan birisini kendi fakirlerine vermek agir bir sey midir ki, emr-i zekati agir görüp Islâmiyetten çekiniyorlar? Bunlarin tekzibleri ehemmiyetsiz olmakla beraber, haklari tokattir. Cevab vermek degil...
اَمْ عِنْدَهُمُ الْغَيْبُ فَهُمْ يَكْتُبُونَ Veyahut: Gayb-âsinâlik dâvâ eden Budeîler gibi ve umûr-u gaybiyyeye dair tahminlerini yakîn tahayyül eden akilfüruslar gibi, senin gaybî haberlerini begenmiyorlar mi? Gaybî kitablari mi var ki, senin gaybî kitabini kabûl etmiyorlar. Öyle ise, vahye mazhar resûllerden baska kimseye açilmayan ve kendi basiyla ona girmeye kimsenin haddi olmayan âlem-i gayb, kendi yanlarinda hâzir, açik tahayyül edip ondan mâlûmat alarak yaziyorlar hülyasinda bulunuyorlar. Böyle, haddinden hadsiz tecavüz etmis magrur hodfüruslarin tekzibleri, sana fütur vermesin. Zira az bir zamanda senin hakikatlerin onlarin hülyalarini zîr ü zeber edecek.
اَمْ يُرِيدُونَ كَيْدًا فَالَّذِينَ كَفَرُوا هُمُ اْلمَكِيدُونَ Veyahut: Fitratlari bozulmus, vicdanlari çürümüs sarlatan münafiklar, dessas zindiklar gi,
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 25. Söz
sh: » (S: 408)
bi ellerine geçmeyen hidâyetten halklari aldatip çevirmek, hile edip döndürmek mi istiyorlar ki, sana karsi kâh kâhin, kâh mecnun, kâh sâhir deyip, kendileri dahi inanmadiklari halde baskalarini inandirmak mi istiyorlar? Böyle hilebaz sarlatanlari insan sayip desiselerinden, inkârlarindan müteessir olarak fütur getirme. Belki daha ziyade gayret et. Çünki onlar kendi nefislerine hile ederler, kendilerine zarar ederler ve onlarin fenalikta muvaffakiyetleri muvakkattir ve istidracdir, bir mekr-i Ilahîdir.
اَمْ لَهُمْ اِلهٌ غَيْرُ اللَّهِ سُبْحَانَ اللَّهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ Veyahut: Hâlik-i hayr ve hâlik-i ser namiyla ayri ayri iki ilâh tevehhüm eden Mecusîler gibi ve ayri ayri esbaba bir nevi ulûhiyet veren ve onlari kendilerine birer nokta-i istinad tahayyül eden esbabperestler, sanemperestler gibi baska ilâhlara dayanip sana muâraza mi ederler? Senden istigna mi ediyorlar? Demek لَوْ كَانَ فِيهِمَآ اَلِهَةٌ اِلاَّ اللَّهُ لَفَسَدَتَا hükmünce, su bütün kâinatta gündüz gibi görünen bu intizâm-i ekmeli, bu insicam-i ecmeli kör olup görmüyorlar. Halbuki bir köyde iki müdür, bir sehirde iki vali, bir memlekette iki padisah bulunsa, intizâm zîr ü zeber olur ve insicam herc ü merce düser. Halbuki sinek kanadindan tâ semâvat kandillerine kadar o derece ince bir intizâm gözetilmis ki, sinek kanadi kadar sirke yer birakilmamis. Mâdem bunlar bu derece hilaf-i akil ve hikmet ve münafî-i his ve bedâhet hareket ediyorlar. Onlarin tekzibleri seni tezkirden vazgeçirmesin.»
Iste silsile-i hakaik olan su âyâtin yüzer cevherlerinden yalniz ifham ve ilzama dair birtek cevher-i Beyânîsini icmâlen Beyân ettik. Eger iktidarim olsaydi, birkaç cevherlerini daha gösterseydim, « Su âyetler tek basiyla bir mu'cizedir» sen dahi diyecektin.
Amma ifham ve tâlimdeki Beyânât-i Kur'aniye o kadar hârikadir, o derece letafetli ve selasetlidir; en basit bir âmi, en derin bir hakikati onun Beyânindan kolayca tefehhüm eder. Evet, Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyân, çok hakaik-i gamizayi nazar-i umumîyi oksayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avâmi taciz edip yormayacak bir Sûrette basitane ve zâhirane söylüyor, ders veriyor. Nasil bir çocukla konusulsa, çocukça tâbirat istimal edilir. Öyle de: تَنَزُّلاَتٍ اِلَهِيَّةٍ اِلَى عُقُولِ الْبَشَرِ denilen mütekellim üslûbunda mu-
sh: » (S: 409)
hatâbin derecesine sözüyle nüzul edip öyle konusan esalib-i Kur'aniye, en mütebahhir Hükemânin fikirleriyle yetisemedigi hakaik-i gamiza-i Ilâhiye ve esrar-i Rabbâniyeyi mütesabihat Sûretinde bir kisim tesbihat ve temsilât ile en ümmî bir âmiye ifham eder. Meselâ: اَلرَّحْمنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى bir temsil ile rubûbiyet-i Ilâhiyeyi saltanat misâlinde ve âlemin tedbirinde mertebe-i rubûbiyetini, bir Sultanin taht-i saltanatinda durup icra-yi hükûmet ettigi gibi bir misâlde gösteriyor. Evet Kur'an, bu kâinat Hâlik-i Zülcelâlinin kelâmi olarak rubûbiyetinin mertebe-i âzamindan çikarak, umum mertebeler üstüne gelerek, o mertebelere çikanlari irsad ederek, yetmisbin perdelerden geçerek, o perdelere bakip tenvir ederek, fehm ve zekâca muhtelif binler tabaka muhatâblara feyzini dagitip ve nurunu nesrederek kabiliyetçe ayri ayri asirlar, karnlar üzerinde yasamis ve bu kadar mebzuliyetle mânâlarini ortaya saçmis oldugu halde Kemâl-i sebabetinden, gençliginden zerre kadar zayi' etmeyerek gâyet taravette, nihayet letafette kalarak gâyet sühuletli bir tarzda, sehl-i mümteni' bir Sûrette, her âmiye anlayisli ders verdigi gibi; ayni derste, ayni sözlerle fehimleri muhtelif ve dereceleri mütebayin pek çok tabakalara dahi ders verip ikna eden, isba' eden bir kitab-i mu'ciznümânin hangi tarafina dikkat edilse, elbette bir lem'a-i i'câz görülebilir.
Elhasil: Nasil « Elhamdülillâh» gibi bir lafz-i Kur'anî okundugu zaman dagin kulagi olan magarasini doldurdugu gibi; ayni lafz, sinegin küçücük kulakçigina da tamamen yerlesir. Aynen öyle de: Kur'anin mânâlari, dag gibi akillari isba' ettigi gibi, sinek gibi küçücük basit akillari dahi ayni sözlerle tâlim eder, tatmin eder. Zira Kur'an, bütün ins ve cinnin bütün tabakalarini îmânâ davet eder. Hem umumuna îmanin ulûmunu tâlim eder, isbat eder. Öyle ise, avâmin en ümmîsi havassin en ehassina omuz omuza, diz dize verip beraber ders-i Kur'anîyi dinleyip istifade edecekler. Demek Kur'an-i Kerim, öyle bir mâide-i Semâviyedir ki, binler muhtelif tabakada olan efkâr ve ukûl ve kulûb ve ervah, o sofradan gidalarini buluyorlar, müstehiyatini aliyorlar. Arzulari yerine gelir. Hattâ pekçok kapilari kapali kalip, istikbalde geleceklere birakilmistir. Su makama misâl istersen, bütün Kur'an bastan nihayete kadar bu makamin misâlleridir. Evet bütün müçtehidîn ve siddikîn ve Hükemâ-i Islâmiye ve muhakkikîn ve ülemâ-i usûl-ül fikih ve mütekellimîn
sh: » (S: 410)
ve evliyâ-i ârifîn ve aktâb-i âsikîn ve müdakkikîn-i ülemâ ve avâm-i müslimîn gibi Kur'anin tilmizleri ve dersini dinleyenleri, müttefikan diyorlar ki: « Dersimizi güzelce anliyoruz.» Elhasil, sâir makamlar gibi ifham ve tâlim makaminda dahi Kur'anin lemaât-i i'câzi parliyor.
IKINCI SUA: Kur'anin câmiiyet-i hârikulâdesidir. Su suânin, bes lem'asi var.
Birinci Lem'a: Lafzindaki câmiiyettir. Elbette evvelki sözlerde, hem bu sözde zikrolunan âyetlerden su câmiiyet asikâre görünüyor. Evet لِكُلِّ اَيَةٍ ظَهْرًا وَبَطْنًا وَ حَدًّا مَطْلَعًا وَلِكُلٍّ شُجُونٍ وَغُصُونٍ وَ فُنُونٍ olan Hadîsin isaret ettigi gibi; elfâz-i Kur'aniye, öyle bir tarzda vaz'edilmis ki, herbir kelâmin, hattâ herbir kelimenin, hattâ herbir harfin, hattâ bâzan bir sükûnûn çok vücuhu bulunuyor. Herbir muhatâbina ayri ayri bir kapidan hissesini verir.
Meselâ: وَ الْجِبَالَ اَوْتَادًا yâni: « Daglari zemininize kazik ve direk yaptim» bir kelâmdir. Bir âminin su kelâmdan hissesi: Zâhiren yere çakilmis kaziklar gibi görünen daglari görür, onlardaki menafiini ve nimetlerini düsünür, Hâlikina sükreder.
Bir sâirin bu kelâmdan hissesi: Zemin, bir taban; ve kubbe-i semâ, üstünde konulmus yesil ve elektrik lâmbalariyla süslenmis bir muhtesem çadir, ufkî bir daire Sûretinde ve semânin etekleri basinda görünen daglari, o çadirin kaziklari misâlinde tahayyül eder. Sâni'-i Zülcelâline hayretkârane perestis eder.
Hayme-nisin bir edibin bu kelâmdan nasibi: Zeminin yüzünü bir çöl ve sahra; daglarin silsilelerini pek kesretle ve çok muhtelif bedevî çadirlari gibi, güya tabaka-i türâbiye, yüksek direkler üstünde atilmis, o direklerin sivri baslari o perde-i türâbiyeyi yukariya kaldirmis, birbirine bakar pek çok muhtelif mahlukatin meskeni olarak tasavvur eder. O büyük âzametli mahluklari, böyle yeryüzünde çadirlar misillü kolayca kuran ve koyan Fâtir-i Zülcelâline karsi secde-i hayret eder.
Cografyaci bir edibin o kelâmdan kismeti: Küre-i zemin, bahr-i
sh: » (S: 411)
muhit-i havaîde veya esîrîde yüzen bir sefine ve daglari, o sefinenin üstünde tesbit ve müvazene için çakilmis kaziklar ve direkler seklinde tefekkür eder. O koca küre-i zemini, muntâzam bir gemi gibi yapip, bizleri içine koyup, aktar-i âlemde gezdiren Kadîr-i ZülKemâl'e karsi سُبْحَانَكَ مَآ اَعْظَمَ شَانَكَ der.
Medeniyet ve hey'et-i içtimaiyenin mütehassis bir hakîminin bu kelâmdan hissesi: Zemini, bir hâne ve o hâne hayatinin diregi, hayat-i hayvaniye ve hayat-i hayvaniye diregi, serait-i hayat olan su, hava ve topraktir. Su ve hava ve topragin diregi ve kazigi, daglardir. Zira daglar, suyun mahzeni, havanin taragi (gazat-i muzirrayi tersib edip, havayi tasfiye eder) ve topragin hâmisi (batakliktan ve denizin istilâsindan muhafaza eder) ve sâir levazimat-i hayat-i insâniyenin hazinesi olarak fehmeder. Su koca daglari, su Sûretle hâne-i hayatimiz olan zemine direk yapan ve maisetimize hazinedâr tâyin eden Sâni'-i Zülcelâl Vel'ikram'a, Kemâl-i tazim ile hamd ü sena eder.
Hikmet-i tabiiyenin bir feylesofunun su kelâmdan nasibi sudur ki: Küre-i zeminin karninda Bâzi inkilâbat ve imtizacâtin neticesi olarak hasil olan zelzele ve ihtizazati, daglarin zuhuruyla sükûnet buldugu ve medâr ve mihverindeki istikrarina ve zelzelenin irticaciyla medâr-i senevîsinden çikmamasina sebeb, daglarin hurûcu oldugunu ve zeminin hiddeti ve gadabi, daglarin menafiziyle teneffüs etmekle sükûnet ettigini fehmeder, tamamen îmânâ gelir. اَلْحِكْمَةُ لِلَّهِ der.
Meselâ اَنَّ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا daki رَتْقًا kelimesi, tedkikat-i felsefe ile âlûde olmayan bir âlime, o kelime söyle ifhâm eder ki: Semâ berrak, bulutsuz; zemin kuru ve hayatsiz, tevellüde gayr-i kabil bir halde iken.. semâyi yagmurla, zemini hazrevatla fethedip bir nevi izdivac ve telkîh Sûretinde bütün zîhayatlari o sudan halketmek, öyle bir Kadîr-i Zülcelâl'in isidir ki; rûy-i zemin, onun küçük bir bostani ve semânin yüz örtüsü olan bulutlar, onun bostaninda bir süngerdir anlar, âzamet-i kudretine secde eder. Ve muhakkik bir hakîme, o kelime söyle ifhâm eder ki:
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 25. Söz
sh: » (S: 412)
Bidayet-i hilkatte semâ ve arz sekilsiz birer küme ve menfaatsiz birer yas hamur, veledsiz mahlukatsiz toplu birer madde iken; Fâtir-i Hakîm, onlari feth ve bastedip güzel bir sekil, menfaatdar birer Sûret, zînetli ve kesretli mahlukata mense' etmistir anlar. Vüs'at-i hikmetine karsi hayran olur. Yeni zamanin feylesofuna su kelime söyle ifhâm eder ki: Manzume-i Semsiyeyi teskil eden küremiz, sâir seyyareler, bidayette Günes'le mümteziç olarak açilmamis bir hamur seklinde iken; Kadîr-i Kayyum o hamuru açip, o seyyareleri birer birer yerlerine yerlestirerek, Günes'i orada birakip, zeminimizi buraya getirerek, zemine toprak sererek, semâ canibinden yagmur yagdirarak, Günes'ten ziya serptirerek dünyayi senlendirip bizleri içine koymustur anlar, basini tabiat batakligindan çikarir, « Âmentü billâhi-l Vâhid-ül Ehad» der.
Meselâ: وَ الشَّمْسُ َتجْرِى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا daki « Lâm» ; hem kendi mânâsini, hem « fî» mânâsini, hem « ilâ» mânâsini ifade eder. Iste لِمُسْتَقَرٍّ in « Lâmi» , avâm o « Lâmi» « ilâ» mânâsinda görüp fehmeder ki, size nisbeten isik verici, isindirici müteharrik bir lâmba olan Günes, elbette bir gün seyri bitecek, mahall-i kararina yetisecek, size faidesi dokunmayacak bir Sûret alacaktir, anlar. O da, Hâlik-i Zülcelâl'in Günes'e bagladigi büyük nimetleri düsünerek « Sübhânallah, Elhamdülillâh» der. Ve âlime dahi o « Lâmi» « ilâ» mânâsinda gösterir. Fakat günesi yalniz bir lâmba gegil belki bahar ve yaz tezgahinda dokunan mensucat-i Rabbâniyenin bir mekigi, gece gündüz sahifelerinde yazilan mektûbât-i Samedâniyenin mürekkebi, nur bir hokkasi Sûretinde tasavvur ederek Günes'in cereyan-i sûrîsi alâmet oldugu ve isaret ettigi intizâmat-i âlemi düsündürerek Sâni'-i Hakîm'in san'atina « Mâsâallah» ve hikmetine « Bârekâllah» diyerek secdeye kapanir. Ve kozmografyaci bir feylesofa « lâmi» « fî» mânâsinda söyle ifham eder ki: Günes, kendi merkezinde ve mihveri üzerinde zenberekvari bir cereyan ile manzumesini emr-i Ilahî ile tanzim edip tahrik eder. Söyle bir saat-i kübrâyi halkedip tanzim eden Sâni'-i Zülcelâline karsi Kemâl-i hayret ve istihsan ile « El-âzametü lillâh ve-l kudretü lillâh» der felsefeyi atar, hikmet-i Kur'aniyeye girer. Ve dikkatli bir hakîme su « lâmi» , hem illet mânâsinda, hem zarfiyet mânâsinda tutturup söyle ifham eder ki:
sh: » (S: 413)
« Sâni'-i Hakîm, islerine esbab-i zâhiriyeyi perde ettiginden, cazibe-i umumiye naminda bir kanun-u Ilâhîsiyle sapan taslari gibi seyyareleri Günes'le baglamis ve o câzibe ile muhtelif fakat muntâzam hareketle o seyyareleri daire-i hikmetinde döndürüyor ve o câzibeyi tevlid için Günes'in kendi merkezinde hareketini zâhirî bir sebeb etmis. Demek لِمُسْتَقَرٍّ mânâsi: فِى مُسْتَقَرٍّ لَهَا ِلاِسْتِقْرَارِ مَنْظُومَتِهَا yâni, kendi müstekarri içinde manzumesinin istikrari ve nizâmi için hareket ediyor. Çünki hareket harareti, hararet kuvveti, kuvvet cazibeyi zâhiren tevlid eder gibi bir âdet-i Ilahiye, bir kanun-u Rabbanîdir. Iste su hakîm, böyle bir hikmeti, Kur'anin bir harfinden fehmettigi zaman, "Elhamdülillah Kur'andadir hak hikmet, felsefeyi bes paraya saymam" der. Ve sâirane bir fikir ve kalb sahibine su "lâm"dan ve istikrardan söyle bir mânâ fehmine gelir ki: "Günes, nurani bir agaçtir. Seyyareler onun müteharrik meyveleri... Agaçlarin hilafina olarak Günes silkinir, tâ o meyveler düsmesin. Eger silkinmezse, düsüp dagilacaklar." Hem tahayyül edebilir ki: "Sems meczub bir ser-zâkirdir. Halka-i zikrin merkezinde cezbeli bir zikreder ve ettirir." Bir risalede su mânâya dair söyle demistim: "Eve0.t Günes bir meyvedârdir; silkinir tâ düsmesin seyyar olan yemisleri. Eger sükûtuyla sükûnet eylese, cezbe kaçar, aglar fezâda muntâzam meczublari.»
Hem meselâ اُولَئِكَ هُمُ اْلمُفْلِحُونَ da bir sükût var, bir itlak var. Neye zafer bulacaklarini tâyin etmemis. Tâ herkes istedigini içinde bulabilsin. Sözü az söyler, tâ uzun olsun. Çünki bir kisim muhatâbin maksadi atesten kurtulmaktir. Bir kismi yalniz Cennet'i düsünür. Bir kisim, saadet-i ebediyeyi arzu eder. Bir kisim, yalniz riza-yi Ilâhîyi rica eder. Bir kisim, rü'yet-i Ilahiyeyi gaye-i emel bilir ve hakeza.. bunun gibi pek çok yerlerde Kur'an, sözü mutlak birakir, tâ âmm olsun. Hazfeder, tâ çok mânâlari ifade etsin. Kisa keser, tâ herkesin hissesi bulunsun. Iste اَلْمُفْلِحُونَ der. Neye felah bulacaklarini tâyin etmiyor. Güya o sükûtla der: « Ey müslümanlar!.. Müjde size. Ey müttaki!.. Sen Cehennem'den felah bulursun.
sh: » (S: 414)
Ey sâlih!.. Sen Cennet'e felah bulursun. Ey ârif!.. Sen riza-yi Ilahîye nail olursun. Ey âsik!.. Sen rü'yete mazhar olursun.» ve hakeza... Iste Kur'an, câmiiyet-i lafziye cihetiyle kelâmdan, kelimeden, huruftan ve sükûttan her birisinin binler misâllerinden yalniz nümune olarak birer misâl getirdik. Âyeti ve kissati bunlara kiyas edersin.
Meselâ: فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ وَاسْتَغْفِرْ لِذَنْبِكَ âyeti, o kadar vücuhu var ve o derece merâtibi var ki, bütün tabakat-i evliya, bütün sülûklerinde ve mertebelerinde su âyete ihtiyaçlarini görüp ondan kendi mertebesine lâyik bir gida-yi mânevî, bir taze mânâ almislar. Çünki « Allah» bir ism-i câmi' oldugundan esmâ-i hüsnâ adedince tevhidler, içinde bulunur. اَىْ لاَ رَزَّاقَ اِلاَّ هُوَ لاَ خَالِقَ اِلاَّ هُوَ لاَ رَحْمنَ اِلاَّ هُوَ ve hakeza. Hem meselâ: Kasas-i Kur'aniyeden kissa-i Mûsa Aleyhisselâm, âdeta Asâ-yi Mûsa Aleyhisselâm gibi binler faideleri var. O kissada, hem Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'i teskin ve teselli, hem küffari tehdid, hem münafiklari takbih, hem Yahudileri tevbih gibi çok makasidi, pekçok vücuhu vardir. Onun için Sûrelerde tekrar edilmistir. Her yerde bütün maksadlari ifade ile beraber yalniz birisi maksud-u bizzât olur, digerleri ona tabi kalirlar.
Eger desen: « Geçmis misâllerdeki bütün mânâlari nasil bilecegiz ki, Kur'an onlari irade etmis ve isaret ediyor?»
Elcevab: Mâdem Kur'an bir hutbe-i ezeliyedir. Hem muhtelif, tabaka tabaka olarak asirlar üzerinde ve arkasinda oturup dizilmis bütün benî-Âdeme hitab ediyor, ders veriyor. Elbette o muhtelif efhâma göre müteaddid mânâlari dercedip irade edecektir ve iradesine emâreleri vaz'edecektir. Evet « Isârât-ül I'câz» da suradaki mânâlar misillü kelimât-i Kur'aniyenin müteaddid mânâlarini Ilm-i Sarf ve Nahv'in kaideleriyle ve Ilm-i Beyân ve Fenn-i Maânî'nin düsturlariyla, Fenn-i Belâgat'in kanunlariyla isbat edilmistir. Bununla beraber ulûm-u Arabiyece sahih ve usûl-i diniyece hak olmak sartiyla ve Fenn-i Maânîce makbul ve Ilm-i Beyânca münasib ve belâgatça müstahsen olan bütün vücuh ve maânî, ehl-i içtihad ve ehl-i tefsir ve ehl-i usûl-üd din ve ehl-i usûl-ül fikhin icmâiyla ve ihtilaflarinin sehadetiyle Kur'anin mânâlarindandirlar. O ma
sh: » (S: 415)
nalara, derecelerine göre birer emâre vaz'etmistir. Ya lafziyedir, ya mâneviyedir. O mâneviye ise, ya siyak veya sibak-i kelâmdan veya baska âyetten birer emâre o mânâya isaret eder. Bir kismi yirmi ve otuz ve kirk ve altmis, hattâ seksen cild olarak muhakkikler tarafindan yazilan yüzbinler tefsirler, Kur'anin câmiiyet ve hârikiyet-i lafziyesine kat'î bir bürhân-i bâhirdir. Her ne ise... Biz su sözde herbir mânâya delâlet eden emâreyi kanunuyla, kaidesiyle göstersek söz çok uzanir. Onun için kisa kesip kismen « Isârât-ül I'câz» a havale ederiz.
Ikinci Lem'a: Mânâsindaki câmiiyet-i hârikadir. Evet, Kur'an bütün müçtehidlerin me'hazlerini, bütün âriflerin mezâklarini, bütün vâsillarin mesreblerini, bütün kâmillerin mesleklerini, bütün muhakkiklerin mezheblerini; mânâsinin hazinesinden ihsan etmekle beraber, daima onlara rehber ve terakkiyatlarinda her vakit onlara mürsid olup, o tükenmez hazinesinden onlarin yollarina nesr-i envar ettigi bütün onlarca Mûsaddaktir ve müttefek-un aleyhtir.
Üçüncü Lem'a: Ilmindeki câmiiyet-i hârikadir. Evet Kur'an, seriatin müteaddid ve çok ilimlerini, hakikatin mütenevvi ve kesretli ilimlerini, tarîkatin muhtelif ve hadsiz ilimlerini, kendi ilminin denizinden akittigi gibi, daire-i mümkinatin hakikî hikmetini ve daire-i vücubun ulûm-u hakikiyesini ve daire-i âhiretin maarif-i gamizasini, o denizinden muntâzaman ve kesretle akitiyor. Su lem'aya misâl getirilse, bir cild yazmak lâzim gelir. Öyle ise, yalniz nümune olarak su yirmibes aded Sözleri gösteriyoruz. Evet, bütün yirmibes aded Sözler'in dogru hakikatleri, Kur'anin bahr-i ilminden ancak yirmibes katredir. O Sözler'de kusur varsa, benim fehm-i kasirima aittir.
Dördüncü Lem'a: Mebahisindeki câmiiyet-i hârikadir. Evet, insan ve insanin vazifesi, kâinat ve Hâlik-i Kâinat'in, arz ve semâvatin, dünya ve âhiretin, mâzi ve müstakbelin, ezel ve ebedin mebahis-i külliyelerini cem'etmekle beraber nutfeden halketmek, tâ kabre girinceye kadar; yemek, yatmak âdâbindan tut, tâ kaza ve kader mebhaslerine kadar; alti gün hilkat-i âlemden tut tâ
وَاْلمُرْسَلاَتِ ، وَالذَّارِيَاتِ kasemleriyle isaret olunan rüzgârlarin esmesindeki vazifelerine kadar; وَمَا تَشَآؤُنَ اِلآَّ اَنْ يَشَآءَ اللَّهُ
sh: » (S: 416)
يَحُولُ بَيْنَ اْلمَرْءِ وَقَلْبِهِ isaratiyla, insanin kalbine ve iradesine müdahalesinden tut, tâ وَالسَّموَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ yâni, bütün semâvati bir kabzasinda tutmasina kadar; وَجَعَلْنَا فِيهَا جَنَّاتٍ مِنْ نَخِيلٍ وَاَعْنَابٍ zeminin çiçek ve üzüm ve hurmasindan tut, tâ اِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهَا ile ifade ettigi hakikat-i acibeye kadar; ve semânin ثُمَّ اسْتَوَى اِلَى السَّمَاءِ وَهِىَ دُخَانٌ hâletindeki vaziyetinden tut, tâ duhanla insikakina ve yildizlarinin düsüp hadsiz fezâda dagilmasina kadar ve dünyanin imtihan için açilmasindan-, tâ kapanmasina kadar ve âhiretin birinci menzili olan kabirden, sonra berzahtan, hasirden, köprüden tut, tâ Cennet'e, tâ saadet-i ebediyeye kadar; mâzi zamaninin vukuatindan, Hazret-i Âdem'in hilkat-i cesedinden, iki oglunun kavgasindan tâ Tufana, tâ kavm-i Firavunun garkina, tâ ekser enbiyanin mühim hâdisatina kadar ve اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ isaret ettigi hâdise-i ezeliyeden tut, tâ وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ نَاضِرَةٌ اِلَى رَبِّهَا نَاظِرَةٌ ifade ettigi vakia-i ebediyeye kadar bütün mebahis-i esâsiyeyi ve mühimmeyi öyle bir tarzda Beyân eder ki, o Beyân, bütün kâinati bir saray gibi idare eden ve dünyayi ve âhireti iki oda gibi açip kapayan ve zemin bir bahçe ve semâ, misbahlariyla süslendirilmis bir dam gibi tasarruf eden ve mâzi ve müstakbel, bir gece ve gündüz gibi nazarina karsi hâzir iki sahife hükmünde temasa eden ve ezel ve ebed, dün ve bugün gibi silsile-i suunatin iki tarafi birlesmis, ittisal peyda etmis bir Sûrette bir zaman-i hâzir gibi onlara bakan bir Zât-i Zülcelâl'e yakisir bir tarz-i Beyândir. Nasil bir usta, bina ettigi ve idare ettigi iki hâneden bahseder. Programini ve islerinin liste ve fihristesini yapar. Kur'an dahi, su kâinati yapan ve idare eden ve islerinin listesini ve fihristesini -tâbir caiz ise- programini yazan, gösteren bir zâtin Beyânina yakisir bir tarzdadir. Hiçbir cihetle eser-i tasannu'
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 25. Söz
sh: » (S: 417)
ve tekellüf görünmüyor. Hiçbir saibe-i taklid veya baskasinin hesabina ve onun yerinde kendini farzedip konusmus gibi bir hud'anin emâresi olmadigi gibi bütün ciddiyetiyle, bütün safvetiyle, bütün hulusuyla safî, berrak, parlak Beyâni, nasil gündüzün ziyasi « Günes'ten geldim» der. Kur'an dahi, « Ben, Hâlik-i Âlem'in Beyâniyim ve kelâmiyim» der. Evet su dünyayi antika san'atlarla süslendiren ve lezzetli nimetlerle dolduran ve san'atperverane ve nimetperverane su derece san'atinin acibeleriyle, su derece kiymetdar nimetlerini dünyanin yüzüne serpen, sira-vari tanzim eden ve zeminin yüzünde seren, güzelce dizen bir Sâni', bir Mün'imden baska su velvele-i takdir ve istihsanla ve zemzeme-i hamd ü sükranla dünyayi dolduran ve zemini bir zikirhane, bir mescid, bir temasagâh-i san'at-i Ilahiyeye çeviren Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyân kime yakisir ve kimin kelâmi olabilir? Ondan baska kim ona sahib çikabilir? Ondan baska kimin sözü olabilir? Dünyayi isiklandiran ziya, Günes'ten baska hangi seye yakisir? Tilsim-i kâinati kesfedip âlemi isiklandiran Beyân-i Kur'an, Sems-i Ezelî'den baska kimin nuru olabilir? Kimin haddine düsmüs ki, ona nazîre getirsin, onun taklidini yapsin? Evet, bu dünyayi san'atlariyla zînetlendiren bir san'atkârin, san'atini istihsan eden insanla konusmamasi muhaldir. Mâdem ki, yapar ve bilir; elbette konusur. Mâdem konusur, elbette konusmasina yakisan Kur'andir. Bir çiçegin tanziminden lâkayd kalmayan bir Mâlik-ül Mülk, bütün mülkünü velveleye veren bir kelâma karsi nasil lâkayd kalir? Hiç baskasina mal edip hiçe indirir mi?
Besinci Lem'a: Kur'anin üslûb ve îcazindaki câmiiyet-i hârikadir. Bunda « Bes Isik» var.
Birinci Isik: Üslûb-u Kur'anin o kadar acib bir cem'iyeti var ki, birtek Sûre, kâinati içine alan bahr-i muhit-i Kur'anîyi içine alir. Birtek âyet, o Sûrenin hazinesini içine alir. Âyetlerin çogu, herbirisi birer küçük Sûre, Sûrelerin çogu, herbirisi birer küçük Kur'andir. Iste su, i’câzkârane îcazdan büyük bir lütf-u irsaddir ve güzel bir teshildir. Çünki herkes, her vakit Kur'ana muhtaç oldugu halde, ya gabavetinden veya baska esbaba binaen her vakit bütün Kur'ani okumayan veyahut okumaya vakit ve firsat bulamayan adamlar, Kur'andan mahrum kalmamak için, herbir Sûre, birer küçük Kur'an hükmüne, hattâ herbir uzun âyet, birer kisa Sûre makamina geçer. Hattâ Kur'an Fatiha'da, Fatiha dahi Besmele'de münderic oldu
sh: » (S: 418)
guna ehl-i kesif müttefiktirler. Su hakikata bürhân ise, ehl-i tahkikin icmâidir.
Ikinci Isik: Âyât-i Kur'aniye, emir ve nehy, va'd ve vaîd, tergib ve terhib, zecr ve irsad, kisas ve emsal, ahkâm ve maarif-i Ilahiye ve ulûm-u kevniye ve kavanin ve serait-i hayat-i sahsiye ve hayat-i içtimaiye ve hayat-i kalbiye ve hayat-i mâneviye ve hayat-i uhreviye gibi umum tabakat-i kelâmiye ve maarif-i hakikiye ve hâcât-i beseriyeye delalatiyla, isaratiyla câmi' olmakla beraber, خُذْ مَا شِئْتَ لِمَا شِئْتَ yâni, « Istedigin hersey için Kur'andan her ne istersen al» ifade ettigi mânâ, o derece dogruluguyla makbul olmus ki, ehl-i hakikat mabeyninde durub-u emsal sirasina geçmistir. Âyât-i Kur'aniyede öyle bir câmiiyet var ki, her derde deva, her hacete gida olabilir. Evet, öyle olmak lâzim gelir. Çünki daima terakkiyatta kat'-i merâtib eden bütün tabakat-i ehl-i Kemâlin rehber-i mutlaki elbette su hâsiyete mâlik olmasi elzemdir.
Üçüncü Isik: Kur'anin i'câzkârane îcazidir. Kâh olur ki, uzun bir silsilenin iki tarafini öyle bir tarzda zikreder ki, güzelce silsileyi gösterir.
Hem kâh olur ki, bir kelimenin içine sarihan, isareten, remzen, îmâen bir dâvanin çok bürhânlarini derceder. Meselâ: وَمِنْ اَيَاتِهِ خَلْقُ السَّموَآتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ de âyât ve delâil-i vahdâniyet silsilesini teskil eden silsile-i hilkat-i kâinatin mebde' ve mühtehasini zikr ile o ikinci silsileyi gösterir, birinci silsileyi okutturuyor. Evet bir Sâni'-i Hakîm'e sehadet eden sahaif-i âlemin birinci derecesi, semâvat ve arzin asl-i hilkatleridir. Sonra gökleri yildizlarla tezyin ile zeminin zîhayatlarla senlendirilmesi, sonra Günes ve Ay'in teshiriyle mevsimlerin degismesi, sonra gece ve gündüzün ihtilaf ve deverani içindeki silsile-i suunattir. Daha gele gele tâ kesretin en ziyade intisar ettigi mahal olan sîmalarin ve seslerin hususiyetlerine ve imtiyazlarina ve tesahhuslarina kadar... Mâdem ki en ziyade intizâmdan uzak ve tesadüfün karismasina maruz olan ferdlerin sîmalarindaki tesahhusatta hayret verici bir intizâm-i hakîmane bulunsa, üzerinde gâyet san'atkâr bir hakîmin kalemi isledigi gösterilse, elbette intizâmlari zâhir olan sâir sahifeler kendi kendine anlasilir, nakkasini gösterir. Hem mâdem koca semâvat ve arzin asl-i hilkatinde eser-i san'at ve hikmet görünüyor.
sh: » (S: 419)
Elbette kâinat sarayinin binasinda temel tasi olarak gökleri ve zemini hikmetle koyan bir Sâniin sâir eczalarinda eser-i san'ati, naks-i hikmeti pekçok zâhirdir. Iste su âyet, hafîyi izhar, zâhirîyi ihfa ederek gâyet güzel bir îcaz yapmis.
Elhak: فَسُبْحَانَ اللَّهِ حِينَ تُمْسُونَ den tut, tâ وَلَهُ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ e kadar alti defa وَمِنْ آيَاتِهِ وَمِنْ آيَاتِهِ ile baslayan silsile-i berahin, bir silsile-i cevâhirdir, bir silsile-i nurdur, bir silsile-i i'câzdir, bir silsile-i îcaz-i i'câzîdir. Kalb istiyor ki, su definelerde gizli olan elmaslari göstereyim. Fakat ne yapayim makam kaldirmiyor. Baska vakte talik edip, o kapiyi simdi açmiyorum.
Hem meselâ: فَاَرْسِلُونِ يُوسُفُ اَيُّهَا الصِّدِّيقُ فَاَرْسِلُونِ kelâmiyla يُوسُفُ kelimesi ortalarinda sunlar var:
اِلَى يُوسُفَ ِلاَسْتَعْبَرَ مِنْهُ الرُّؤْيَا فَاَرْسَلُوهُ فَذَهَبَ اِلَىالسِّجْنِ وَ قَالَ يُوسُفُ
Demek bes cümleyi bir cümlede icmâl edip îcaz ettigi halde vuzuhu ihlâl etmemis, fehmi iskal etmemis.
Hem meselâ: اَلَّذِى جَعَلَ لَكُمْ مِنَ الشَّجَرِ اْلاَخْضَرِ نَارًا Insan-i âsi, « Çürümüs kemikleri kim diriltecek» diye meydan okur gibi inkârina karsi Kur'an der: « Kim bidayeten yaratmis ise, o diriltecek. O yaratan zât ise, herbir seyi herbir keyfiyette bilir. Hem size yesil agaçtan ates çikaran bir zât, çürümüs kemige hayat verebilir.» Iste su kelâm, diriltmek dâvasina müteaddid cihetlerle bakar, isbat eder. Evvelâ, insana karsi ettigi silsile-i ihsanati su kelâmiyla baslar, tahrik eder, hatira getirir. Baska âyetlerde tafsil ettigi için kisa keser, akla havale eder. Yâni, size agaçtan meyveyi ve atesi ve ottan erzaki ve hububu ve topraktan hububati ve nebâtati verdigi gibi, zemini size
sh: » (S: 420)
hos -herbir erzakiniz içinde konulmus- bir besik ve âlemi, güzel ve bütün levazimatiniz içinde bulunur bir saray yapan bir zâttan kaçip basibos kalip, ademe gidip saklanilmaz. Vazifesiz olup kabre girip uyandirilmamak üzere rahat yatamazsiniz. Sonra o dâvanin bir deliline isaret eder: الشَّجَرِ اْلاَخْضَرِ kelimesiyle remzen der: « Ey hasri inkâr eden adam! Agaçlara bak! Kista ölmüs, kemikler gibi hadsiz agaçlari baharda dirilten, yesillendiren, hattâ herbir agaçta yaprak ve çiçek ve meyve cihetiyle üç hasrin nümunelerini gösteren bir zâta karsi inkâr ile, istib'ad ile kudretine meydan okunmaz.» Sonra bir delile daha isaret eder, der: « Size agaç gibi kesif, sakil, karanlikli bir maddeden ates gibi lâtif, hafif, nurani bir maddeyi çikaran bir zâttan, odun gibi kemiklere ates gibi bir hayat ve nur gibi bir suur vermeyi nasil istib'ad ediyorsunuz?» Sonra bir delile daha tasrih eder der ki: « Bedevîler için kibrit yerine ates çikaran meshur agacin, yesil iken iki dali birbirine sürüldügü vakit atesi yaratan ve rutubetiyle yesil ve hararetiyle kuru gibi iki zid tabiati cem'edip, onu buna mense etmekle herbir sey hattâ anasir-i asliye ve tabayi-i esâsiye, onun emrine bakar, onun kuvvetiyle hareket eder, hiçbirisi basibos olup tabiatiyla hareket etmedigini gösteren bir zâttan, topraktan yapilan ve sonra topraga dönen insani, topraktan yeniden çikarmasi istib'ad edilmez. Isyan ile ona meydan okunmaz. Sonra Hazret-i Mûsa Aleyhisselâm'in secere-i meshuresini hatira getirmekle su dâva-yi Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, Mûsa Aleyhisselâm'in dahi dâvasidir. Enbiyanin ittifakina hafî bir îma edip, su kelimenin îcazina bir letafet daha katar.
Dördüncü Isik: Îcaz-i Kur'anî o derece câmi' ve hâriktir, dikkat edilse görünüyor ki: Bâzan bir denizi bir ibrikta gösteriyor gibi pek genis ve çok uzun ve küllî düsturlari ve umumî kanunlari, basit ve âmi fehimlere merhameten basit bir cüz'üyle, hususî bir hâdise ile gösteriyor. Binler misâllerinden yalniz iki misâline isaret ederiz.
Birinci Misâl: Yirminci Söz'ün Birinci Makaminda tafsilen Beyân olunan üç âyettir ki, sahs-i Âdem'e tâlim-i Esmâ ünvaniyla nev-i benî-Âdeme ilham olunan bütün ulûm ve fünunun tâlimini ifade eder ve Âdem'e, Melâikenin secde etmesi ve seytanin etmemesi hâ-
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 25. Söz
sh: » (S: 421)
disesiyle nev-i insana semekten melege kadar ekser mevcûdât müsahhar oldugu gibi, yilandan seytana kadar muzir mahlukatin dahi ona itaat etmeyip düsmanlik ettigini ifade ediyor. Hem kavm-i Mûsa (A.S.) bir bakarayi, bir inegi kesmekle Misir bakar-perestliginden alinan ve « Icl» hâdisesinde tesirini gösteren bir bakar-perestlik mefkuresinin Mûsa Aleyhisselâm'in biçagiyla kesildigini ifade ediyor. Hem tastan su çikmasi, çay akmasi ve dagilip yuvarlanmasi ünvaniyla tabaka-i türabiye altinda olan tas tabakasi, su damarlarina hazinedârlik ve topraga analik ettigini ifade ediyor.
Ikinci Misâl: Kur'anda çok tekrar edilen kissa-i Mûsa Aleyhisselâm'in cümleleri ve cüz'leridir ki, herbir cümlesi, hattâ herbir cüz'ü, bir düstur-u küllînin ucu olarak gösterilmis ve o düsturu ifade ediyor. Meselâ, يَا هَامَانُ ابْنِ لِى صَرْحًا Firavun, vezirine emreder ki: « Bana yüksek bir kule yap, semâvatin halini rasad edip bakacagim. Semânin gidisatindan acaba Mûsa'nin (A.S.) dâva ettigi gibi semâda tasarruf eden bir Ilah var midir?» Iste صَرْحًا kelimesiyle ve su cüz'î hâdise ile, dagsiz bir çölde oldugundan daglari arzulayan ve Hâliki tanimadigindan tabiat-perest olup rubûbiyet dâva eden ve âsâr-i ceberutlarini göstermekle ibka-yi nam eden, söhret-perest olup dag-misâl meshur ehramlari bina eden ve sihir ve tenasühe kail olup cenazelerini mumya edip dag misillü mezarlarda muhafaza eden Misir firavunlarinin an'anesinde hükümferma bir düstur-u acibi ifade eder. Meselâ: فَالْيَوْمَ نُنَجِّيكَ بِبَدَنِكَ Gark olan Firavuna der: « Bugün senin gark olan cesedine necat verecegim» ünvaniyla umum Firavunlarin tenasüh fikrine binaen cenazelerini mumyalamakla mâziden alip müstakbeldeki ensal-i âtiyenin temasagâhina göndermek olan mevt-âlûd, ibretnümâ bir düstur-u hayatiyelerini ifade etmekle beraber, su asr-i âhirde o gark olan Firavunun ayni cesedi olarak kesfolunan bir beden, o mahall-i gark denizinden sahile atildigi gibi, zamanin denizinden asirlarin mevceleri
sh: » (S: 422)
üstünde su asir sahiline atilacagini, mu'cizane bir isaret-i gaybiyeyi, bir lem'ayi i'câzi ve bu tek kelime bir mu'cize oldugunu ifade eder.
Hem meselâ: يُذَبِّحُونَ اَبْنَاءَ كُمْ وَيَسْتَحْيُونَ نِسَاءَ كُمْ Benî-Israil,in, ogullarinin kesilip, kadin ve kizlarini hayatta birakmak; bir Firavun zamaninda yapilan bir hâdise ünvaniyla, Yahudi milletinin ekser memleketlerde her asirda maruz oldugu müteaddid katliamlari, kadin ve kizlari hayat-i beseriye-i sefihanede oynadiklari rolü ifade eder.
وَلَتَجِدَنَّهُمْ اَحْرَصَ النَّاسِ عَلَى حَيَوةٍ وَتَرَى كَثِيرًا مِنْهُمْ يُسَارِعُونَ فِى اْلاِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَاَكْلِهِمُ السُّحْتَ لَبِئْسَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ وَيَسْعَوْنَ فِى اْلاَرْضِ فَسَادًا وَاللّهُ لاَ يُحِبُّ اْلمُفْسِدِينَ وَقَضَيْنَا اِلَى بَنِى اِسْرَائِيلَ فِى الْكِتَابِ لَتُفْسِدُنَّ فِى اْلاَرْضِ مَرَّتَيْنِ وَلاَ تَعْثَوْا فِى اْلاَرْضِ مُفْسِدِينَ
Yahudilere müteveccih su iki hükm-ü Kur'anî, o milletin hayat-i içtimaiye-i insâniyede dolap hilesiyle çevirdikleri su iki müdhis düstur-u umumîyi tâzammun eder ki, hayat-i içtimaiye-i beseriyeyi sarsan ve sa'y ü ameli, sermaye ile mübareze ettirip fukarayi zenginlerle çarpistiran, muzaaf riba yapip bankalari tesise sebebiyet veren ve hile ve hud'a ile cem'-i mal eden o millet oldugu gibi, mahrum kaldiklari ve daima zulmünü gördükleri hükûmetlerden ve galiblerden intikamlarini almak için her çesit fesad komitelerine karisan ve her nevi ihtilâle parmak karistiran yine o millet oldugunu ifade ediyor. Meselâ: فَتَمَنَّوُا اْلمَوْتَ "Eger dogru iseniz, mevti isteyiniz. Hiç istemeyeceksiniz.» Iste meclis-i Nebevîde küçük bir Cemâatin cüz'î bir hâdise ünvaniyla, milel-i insâniye içinde hirs-i hayat ve havf-i mematla en meshur olan millet-i Yehud'un tâ kiyamete kadar lisan-i halleri, mevti istemeyecegini ve hayat hirsini
birakmayacagini ifade eder. Meselâ:
sh: » (S: 423)
ضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الذِّلَّةُ وَاْلمَسْكَنَةُ Su ünvanla o milletin mukadderat-i istikbaliyesini umumî bir Sûrette ifade eder. Iste su milletin seciyelerinde ve mukadderatinda münderic olan söyle müdhis desatir içindir ki, Kur'an onlara karsi pek siddetli davraniyor. Dehsetli sille-i tedib vuruyor. Iste su misâllerden kissa-i Mûsa Aleyhisselâm ve Benî-Israil'in sâir cüz'lerini ve sâir kissalarini bu kissaya kiyas et. Simdi su Dördüncü Isiktaki i’câzî lem'a-i îcaz gibi Kur'anin basit kelimâtlarinin ve cüz'î mebhaslerinin arkalarinda pekçok lemaât-i i’câziye vardir. Arife isaret yeter.
Besinci Isik: Kur'anin makasid ve mesâil, maânî ve esalib ve letâif ve mehâsin cihetiyle câmiiyet-i hârikasidir. Evet Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyân'in Sûrelerine ve âyetlerine ve hususan Sûrelerin fatihalarina, âyetlerin mebde' ve makta'larina dikkat edilse görünüyor ki: Belâgatlarin bütün enva'ini, fezâil-i kelâmiyenin bütün aksamini, ulvî üslûblarin bütün esnafini, mehâsin-i ahlâkiyenin bütün efradini, ulûm-u kevniyenin bütün fezlekelerini, maarif-i Ilahiyenin bütün fihristelerini, hayat-i sahsiye ve içtimaiye-i beseriyenin bütün nâfi düsturlarini ve hikmet-i âliye-i kâinatin bütün nurani kanunlarini cem'etmekle beraber hiçbir müsevvesiyet eseri görünmüyor. Elhak, o kadar ecnas-i muhtelifeyi bir yerde toplayip bir münakasa, bir karisik çikmamak, kahhar bir nizâm-i i’câzînin isi olabilir. Elhak, bütün bu câmiiyet içinde su intizâm ile beraber geçmis. Yirmidört aded Sözlerde izah ve isbat edildigi gibi; cehl-i mürekkebin mensei olan âdiyat perdelerini keskin Beyânâtiyla yirtmak, âdet perdeleri altinda gizli olan hârikulâdeleri çikarip göstermek ve dalaletin menbai olan tabiat tâgûtunu, bürhânin elmas kilinciyla parçalamak ve gaflet uykusunun kalin tabakalarini ra'd-misâl sayhalariyla dagitmak ve felsefe-i beseriyeyi ve hikmet-i insâniyeyi âciz birakan kâinatin tilsim-i muglakini ve hilkat-i âlemin muamma-yi acibesini feth ve kesfetmek, elbette hakikat-bîn ve gayb-asina ve hidâyet-bahs ve hak-nümâ olan Kur'an gibi bir mu'cizekârin hârikulâde isleridir. Evet, Kur'anin âyetlerine insaf ile dikkat edil
sh: » (S: 424)
se görünüyor ki: Sâir kitablar gibi bir-iki maksadi tâkib eden tedricî bir fikrin silsilesine benzemiyor. Belki, def'î ve ânî bir tavri var ve ilka olunuyor bir gidisati var ve beraber gelen herbir taifesi müstakil olarak uzak bir yerden ve gâyet ciddî ve ehemmiyetli bir muhaberenin tek tek, kisa kisa bir Sûrette geldiginin nisani var. Evet kâinatin Hâlikindan baska kim var ki, bu derece Kâinat ve Hâlik-i Kâinat'la ciddî alâkadar bir muhabereyi yapabilsin? Hadsiz derece haddinden çikip Hâlik-i Zülcelâl'i kendi keyfiyle söylestirsin, kâinati dogru olarak konustursun. Evet, Kur'anda kâinat Sânii'nin pek ciddî ve hakikî ve ulvî ve hak olarak konusmasi ve konusturmasi görünüyor. Taklidi îma edecek hiçbir emâre bulunmuyor. O söyler ve söylettirir. Farz-i muhal olarak Müseylime gibi hadsiz derece haddinden çikip taklidkârane o izzet ve ceberut sahibi olan Hâlik-i Zülcelâlini kendi fikriyle konusturup ve kâinati onunla konustursa, elbette binler taklid emâreleri ve binler sahtekârlik alâmetleri bulunacaktir. Çünki en pest bir halinde en yüksek tavri takinanlarin her hâleti taklidciligini gösterir. Iste su hakikati kasem ile ilân eden وَالنَّجْمِ اِذَا هَوَى مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوَى وَمَايَنْطِقُ عَنِ الْهَوَى اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحَى ya bak, dikkat et...
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 25. Söz
ÜÇÜNCÜ SUA: Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyân'in ihbarat-i gaybiyesi ve her asirda sebabiyetini muhafaza etmesi ve her tabaka insana muvafik gelmesiyle hâsil olan i’câzdir. Su Sua'in « Üç Cilvesi» var.
Birinci Cilve: Ihbârât-i gaybiyesidir. Su cilvenin « Üç Savki» var.
Birinci Savk: Mâziye ait ihbârât-i gaybiyesidir. Evet, Kur'an-i Hakîm bil'ittifak ümmî ve emin bir Zâtin lisaniyla zaman-i
sh: » (S: 425)
Âdem'den tâ Asr-i Saadete kadar, enbiyalarin mühim hâlâtini ve ehemmiyetli vukuatini öyle bir tarzda zikrediyor ki, Tevrat ve Incil gibi kitablarin tasdiki altinda gâyet kuvvet ve ciddiyetle ihbar ediyor. Kütüb-ü Sâlifenin ittifak ettikleri noktalarda muvafakat etmistir. Ihtilaf ettikleri bahislerde, Mûsahhihane hakikat-i vakiayi faslediyor. Demek Kur'anin nazar-i gayb-bînisi, o Kütüb-ü Sâlifenin umumunun fevkinde ahvâl-i mâziyeyi görüyor ki, ittifakî mes'elelerde Mûsaddikane onlari tezkiye ediyor. Ihtilafî mes'elelerde Mûsahhihane onlara faysal oluyor. Halbuki Kur'anin vukuat ve ahvâl-i mâziyeye dair ihbårâti aklî bir is degil ki, akil ile ihbar edilsin. Belki, semâa mütevakkif nakildir. Nakil ise, kiraat ve kitabet ehline mahsustur. Dost ve düsmanin ittifakiyla kiraatsiz, kitabetsiz, emanetle maruf, ümmî lâkabiyla mevsuf bir Zâta nüzul ediyor. Hem o ahvâl-i mâziyeyi öyle bir Sûrette ihbar eder ki, bütün o ahvâli görür gibi bahseder. Çünki uzun bir hâdisenin ukde-i hayatiyesini ve ruhunu alir. Maksadina mukaddeme yapar. Demek Kur'andaki fezlekeler, hülâsalar gösteriyor ki, bu hülâsa ve fezlekeyi gösteren, bütün
mâziyi bütün ahvâli ile görüyor. Zira bir zâtin bir fende veya bir san'atta mütehassis oldugu; hülâsali bir sözle, fezlekeli bir san'atçikla, o sahislarin meharet ve melekelerini gösterdigi gibi, Kur'anda zikrolunan vukuatin hülâsalari ve ruhlari gösteriyor ki, onlari söyleyen, bütün vukuati ihâta etmis, görüyor, (tâbir caiz ise) bir meharet-i fevkalâde ile ihbar ediyor.
Ikinci Savk: Istikbale ait ihbarat-i gaybiyesidir. Su kisim ihbaratin çok enva'i var. Birinci kisim, hususîdir. Bir kisim ehl-i kesif ve velâyete mahsustur. Meselâ: Muhyiddin-i Arabî الم غُلِبَتِ الرُّومُ Sûresi'nde pekçok ihbarat-i gaybiyeyi bulmustur. Imam-i Rabbanî, Sûrelerin basindaki mukattaat-i huruf ile çok muamelât-i gaybiyenin isaretlerini ve ihbaratini görmüstür ve hâkezâ... ülemâ-yi bâtin için Kur'an, bastan basa ihbarat-i gaybiye nev'indendir. Biz ise, umuma ait olacak bir kismina isaret edecegiz. Bunun da pekçok tabakati var. Yalniz bir tabakadan bahsedecegiz.
sh: » (S: 426)
Iste Kur'an-i Hakîm, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a der: (Hasiye)
فَاصْبِرْ اِنَّ وَعْدَ اللَّهِ حَقٌّ لَتَدْخُلُنَّ اْلمَسْجِدَ اْلحَرَامَ اِنْ شَاءَ اللَّهُ آمِنِينَ مُحَلِّقِينَ رُؤُسَكُمْ وَ مُقَصِّرِينَ لاَ تَخَافُونَ هُوَ الَّذِى اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ اْلحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَهُمْ مِنْ بَعْدِ غَلَبِهِمْ سَيَغْلِبُونَ فِى بِضْعِ سِنِينَ لِلَّهِ اْلاَمْرُ فَسَتُبْصِرُ وَيُبْصِرُونَ بِاَيِّكُمُ الْمَفْتُونُ اَمْ يَقُولُونَ شَاعِرٌ نَتَرَبَّصُ بِهِ رَيْبَ اْلمَنُونِ قُلْ تَرَبَّصُوا فَاِنِّى مَعَكُمْ مِنَ الْمُتَرَبِّصِينَ وَاللَّهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَ لَنْ تَفْعَلُوا وَ لَنْ يَتَمَنَّوْنَهُ اَبَدًا
سَنُرِيهِمْ آيَاتِنَا فِى اْلآفَاقِ وَفِى اَنْفُسِهِمْ حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ اَنَّهُ اْلحَقُّ قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَاْلجِنُّ عَلَى اَنْ يَاْتُوا ِبمِثْلِ هذَا اْلقُرْآنِ لاَ يَاْتُونَ ِبمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا يَا اَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ دِينِهِ فَسَوْفَ يَاْتِى اللَّهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ اَذِلَّةٍ عَلَى اْلمُؤْمِنِينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِى سَبِيلِ اللَّهِ وَلاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَلاَئِمٍ وَقُلِ اْلحَمْدُ لِلَّهِ سَيُرِيكُمْ آيَاتِهِ فَتَعْرِفُونَهَا قُلْ هُوَ الرَّحْمنُ آمَنَّا بِهِ وَعَلَيْهِ تَوَكَّلْنَا فَسَتَعْلَمُونَ مَنْ هُوَ فِى ضَلاَلٍ مُبِينٍ وَعَدَ اللَّهُ الّذِينَ آمَنُوا مِنْكُمْ وَعَمِلُوا الصَّاِلحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُمْ فِى اْلاَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ دِينَهُمُ الَّذِى ارْتَضَى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُمْ مِنْ بَعْدِ خَوْفِهِمْ اَمْنًا
gibi çok âyâtin ifade ettigi ihbarat-i gaybiyedir ki, aynen dogru
______________________________
(Hasiye): Bu gaybdan haber veren âyetler, pekçok tefsirlerde izah edilmesinden ve eski harfle tab'etmek niyeti müellifine verdigi acelelik hatâsindan burada izahsiz ve o kiymetdar hazineler kapali kaldilar.
sh: » (S: 427)
olarak çikmistir. Iste pekçok itirazat ve tenkidata maruz ve en küçük bir hatâsindan dolayi dâvasini kaybedecek bir Zâtin lisanindan böyle tereddüdsüz, Kemâl-i ciddiyet ve emniyetle ve kuvvetli bir vüsuku ihsas eden bir tarzda böyle ihbarat-i gaybiye, kat'iyen gösterir ki; o Zât, Üstad-i Ezelî'sinden ders aliyor, sonra söylüyor.
Üçüncü Savk: Hakaik-i Ilahiyeye ve hakaik-i kevniyeye ve umûr-u uhreviyeye dair ihbarat-i gaybiyesidir. Evet Kur'anin hakaik-i Ilahiyeye dair Beyânâti ve tilsim-i kâinati fethedip ve hilkat-i âlemin muammasini açan Beyânât-i kevniyesi, ihbarat-i gaybiyenin en mühimmidir. Çünki o hakaik-i gaybiyeyi hadsiz dalâlet yollari içinde istikametle onlari gidip bulmak, akl-i beserin kâri degildir ve olamaz. Beserin en dâhî hüKemâlari o mesâilin en küçügüne akillariyle yetismedigi mâlûmdur. Hem Kur'an, gösterdigi o hakaik-i Ilahiye ve o hakaik-i kevniyeyi Beyândan sonra ve safa-yi kalb ve tezkiye-i nefisten sonra ve ruhun terakkiyatindan ve aklin tekemmülünden sonra beserin ukûlü « Sadakte» deyip o hakaiki kabûl eder. Kur'ana « Bârekâllah» der. Bu kismin, kismen Onbirinci Söz'de izah ve isbati geçmistir. Tekrara hacet kalmamistir. Amma ahvâl-i uhreviye ve berzahiye ise, çendan akl-i beser kendi basiyla yetisemiyor, göremiyor. Fakat, Kur'anin gösterdigi yollar ile onlari görmek derecesinde isbat ediyor. Onuncu Söz'de, Kur'anin su ihbarat-i gaybiyesi ne derece dogru ve hak oldugu izah ve isbat edilmistir. Ona müracaat et.
Ikinci Cilve: Kur'anin sebâbetidir. Her asirda taze nâzil oluyor gibi tazeligini, gençligini muhafaza ediyor. Evet Kur'an, bir hutbe-i ezeliye olarak umum asirlardaki umum tabakat-i beseriyeye birden hitab ettigi için öyle daimî bir sebabeti bulunmak lâzimdir. Hem de, öyle görülmüs ve görünüyor. Hattâ efkârca muhtelif ve istidadça mütebayin asirlardan her asra göre güya o asra mahsus gibi bakar, baktirir ve ders verir. Beserin âsâr ve kanunlari, beser gibi ihtiyar oluyor, degisiyor, tebdil ediliyor. Fakat Kur'anin hükümleri ve kanunlari, o kadar sâbit ve râsihtir ki, asirlar geçtikçe daha ziyade kuvvetini gösteriyor. Evet, en ziyade kendine güvenen ve Kur'anin sözlerine karsi kulagini kapayan su asr-i hâzir ve su asrin ehl-i kitab insanlari Kur'anin يَا اَهْلَ الْكِتَابِ)( يَا اَهْلَ الْكِتَابِ)( hitab-i mürsidanesine o kadar muhtaçtir ki,
sh: » (S: 428)
güya o hitab dogrudan dogruya su asra müteveccihtir ve يَا اَهْلَ الْكِتَابِْ lafzi يَا اَهْلَ الْمَكْتَبِ mânâsini dahi tâzammun eder. Bütün siddetiyle, bütün tazeligiyle, bütün sebabetiyle يَا اَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْا اِلَى كَلِمَةٍ سَوَاءٍ بَيْنَنَا وَ بَيْنَكُمْ sayhasini âlemin aktarina savuruyor.
Meselâ: Sahislar, Cemâatler, muârazasindan âciz kaldiklari Kur'ana karsi; bütün nev'-i beserin ve belki cinnîlerin de netice-i efkârlari olan medeniyet-i hâzira, Kur'ana karsi muâraza vaziyetini almislar. I'caz-i Kur'ana karsi, sihirleriyle muâraza ediyor. Simdi, su müdhis yeni muârazaciya karsi i’câz-i Kur'ani, قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَاْلجِنُّ âyetinin dâvasini isbat etmek için medeniyetin muâraza Sûretiyle vaz'ettigi esâsâti ve desatirini, esâsât-i Kur'aniye ile karsilastiracagiz.
Birinci derecede: Birinci Söz'den tâ Yirmibesinci Söz'e kadar olan müvazeneler ve mizanlar ve o Sözlerin hakikatleri ve baslari olan âyetler, iki kerre iki dört eder derecesinde medeniyete karsi Kur'anin i’câzini ve galebesini isbat eder.
Ikinci derecede: Onikinci Söz'de isbat edildigi gibi, bir kisim düsturlarini hülâsa etmektir. Iste medeniyet-i hâzira, felsefesiyle hayat-i içtimaiye-i beseriyede nokta-i istinadi « kuvvet» kabûl eder. Hedefi « menfaat» bilir. Düstur-u hayati « cidal» tanir. Cemâatlerin rabitasini « unsuriyet ve menfî milliyet» bilir. Gayesi, hevesât-i nefsaniyeyi tatmin ve hâcât-i beseriyeyi tezyid etmek için Bâzi « lehviyat» tir. Halbuki: Kuvvetin se'ni, tecavüzdür. Menfaatin se'ni, her arzuya kâfi gelmediginen üstünde bogusmaktir. Düstur-u cidalin se'ni, çarpismaktir. Unsuriyetin se'ni, baskasini yutmakla beslenmek oldugundan tecavüzdür. Iste su medeniyetin su düsturlarindandir ki, bütün mehâsiniyle beraber beserin yüzde ancak yirmisine bir nevi sûrî saadet verip seksenini rahatsizliga, sefalete atmistir.
Amma hikmet-i Kur'aniye ise nokta-i istinadi, kuvvet yerine « hakki» kabûl eder. Gayede, menfaat yerine « fazilet ve riza-yi Ilahî» yi kabûl eder. Hayatta, düstur-u cidal yerine « düstur-u tea-
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 25. Söz
sh: » (S: 429)
vünü» esâs tutar. Cemâatlerin rabitalarinda, unsuriyet ve milliyet yerine « rabita-i dinî ve sinifî ve vatanî» kabûl eder. Gayâti, « hevesât-i nefsaniyenin nâmesru tecavüzatina sed çekip ruhu maaliyata tesvik ve hissiyat-i ulviyesini tatmin etmektir ve insani Kemâlât-i insâniyeye sevkedip insan etmektir.» Hakkin se'ni ise, ittifaktir. Faziletin se'ni, tesanüddür. Teavünün se'ni, birbirinin imdadina yetismektir. Dinin se'ni uhuvvettir, incizabdir. Nefs-i emmâreyi gemlemekle baglamak, ruhu Kemâlâta kamçilamakla serbest birakmanin se'ni, saadet-i dâreyndir. Iste medeniyet-i hâzira, edyan-i sâbika-i semâviyeden, bâhusus Kur'anin irsadatindan aldigi mehâsinle beraber, Kur'ana karsi böyle hakikat nazarinda maglub düsmüstür.
Üçüncü derece: Binler mesâilinden yalniz nümune olarak üç-dört mes'eleyi gösterecegiz. Evet Kur'anin düsturlari, kanunlari, ezelden geldiginden ebede gidecektir. Medeniyetin kanunlari gibi ihtiyar olup ölüme mahkûm degildir. Daima gençtir, kuvvetlidir. Meselâ: Medeniyetin bütün cem'iyat-i hayriyeleri ile, bütün cebbarane sedid inzibat ve nizâmatlariyla, bütün ahlâkî terbiyegâhlariyla, Kur'an-i Hakîm'in iki mes'elesine karsi muâraza edemeyip maglub düsmüslerdir. Meselâ: وَاَقِيمُوا الصَّلوَةَ وَآتُوا الزَكَوةَ وَاَحَلَّ اللَّهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبَوا Kur'anin bu galebe-i i’câzkâranesini bir mukaddeme ile Beyân edecegiz. Söyle ki:
« Isârât-ül I'câzda» isbat edildigi gibi bütün ihtilalat-i beseriyenin madeni, bir kelime oldugu gibi bütün ahlâk-i seyyienin menbai da
hi, bir kelimedir.
Birinci kelime: « Ben tok olayim, baskasi açliktan ölse bana ne.»
Ikinci kelime: « Sen çalis, ben yiyeyim.»
Evet hayat-i içtimaiye-i beseriyede havas ve avâm, yâni zenginler ve fakirler, müvazeneleriyle rahatla yasarlar. O müvazenenin esâsi ise: Havas tabakasinda merhamet ve sefkat, asagisinda hürmet ve itaattir. Simdi birinci kelime, havas tabakasini zulme, ahlâksizliga, merhametsizlige sevketmistir. Ikinci kelime, avâmi kine, hasede, mübarezeye sevkedip rahat-i beseriyeyi birkaç asirdir selbettigi gibi; su asirda sa'y, sermaye ile mübareze neticesi herkesçe mâlûm olan Avrupa hâdisat-i azîmesi meydana geldi. Iste medeniyet, bütün
sh: » (S: 430)
cem'iyat-i hayriye ile ve ahlâkî mektebleriyle ve sedid inzibat ve nizâmatiyla, beserin o iki tabakasini Mûsalaha edemedigi gibi, hayat-i beserin iki müdhis yarasini tedâvi edememistir. Kur'an, birinci kelimeyi esâsindan « vücub-u zekat» ile kal'eder, tedâvi eder. Ikinci kelimenin esâsini « hurmet-i riba» ile kal'edip tedâvi eder. Evet, âyet-i Kur'aniye âlem kapisinda durup ribaya yasaktir der. « Kavga kapisini kapamak için banka kapisini kapayiniz» diyerek insanlara ferman eder. Sâkirdlerine « Girmeyiniz» emreder.
Ikinci Esâs: Medeniyet, taaddüd-ü ezvaci kabûl etmiyor. Kur'anin o hükmünü, kendine muhalif-i hikmet ve maslahat-i beseriyeye münafî telakki eder. Evet eger izdivacdaki hikmet, yalniz kaza-yi sehvet olsa, taaddüd bilakis olmali. Halbuki, hattâ bütün hayvanatin sehadetiyle ve izdivac eden nebâtatin tasdikiyle sabittir ki; izdivacin hikmeti ve gayesi, tenasüldür. Kaza-yi sehvet lezzeti ise, o vazifeyi gördürmek için rahmet tarafindan verilen bir ücret-i cüz'iyedir. Mâdem hikmeten, hakikaten, izdivac nesil içindir, nev'in bekasi içindir. Elbette, bir senede yalniz bir defa tevellüde kabil ve ayin yalniz yarisinda kabil-i telakkuh olan ve elli senede ye'se düsen bir kadin, ekseri vakitte tâ yüz seneye kadar kabil-i telkîh bir erkege kâfi gelmediginden, medeniyet pek çok fahisehaneleri kabûl etmeye mecburdur.
Üçüncü Esâs: Muhakemesiz medeniyet, Kur'an kadina sülüs verdigi için âyeti tenkid eder. Halbuki hayat-i içtimaiyede ekser ahkâm, ekseriyet itibariyle oldugundan; ekseriyet itibariyle bir kadin, kendini himaye edecek birisini bulur. Erkek ise, ona yük olacak ve nafakasini ona birakacak birisiyle tesrik-i mesaî etmeye mecbur olur. Iste bu Sûrette bir kadin, pederinden yarisini alsa, kocasi noksaniyetini temin eder. Erkek, pederinden iki parça alsa, bir parçasini tezevvüc ettigi kadinin idaresine verecek; kiz kardesine müsavi gelir. Iste adâlet -i Kur'aniye böyle iktiza eder, böyle hükmetmistir. (Hasiye-1)
_________________________
(Hasiye-1): Mahkemeye karsi ve mahkemeyi susturan lâyiha-i Temyiz'in müdafaatindan bir parçadir. Bu makama hasiye olmus.
Ben de adliyenin mahkemesine derim ki: Bin üçyüz elli senede ve her asirda üç yüz elli milyon insanlarin hayat-i içtimaiyesinde en kudsî ve hakikatli bir düstur-u Ilahîyi, üçyüzelli bin tefsirin tasdiklerine ve ittifaklarina istinaden ve bin üçyüzelli sene zarfinda geçmis ecdadimizin itikadlarina iktidaen tefsir eden bir adami mahkûm eden haksiz bir karari, elbette rûy-i zeminde adâlet varsa, o karari red ve bu hükmü nakzedecektir.»
sh: » (S: 431)
Dördüncü Esâs: Sanem-perestligi siddetle Kur'an men'ettigi gibi, sanem-perestligin bir nevi taklidi olan Sûret-perestligi de men'eder. Medeniyet ise, Sûretleri kendi mehâsininden sayip Kur'ana muâraza etmek istemis. Halbuki gölgeli gölgesiz Sûretler, ya bir zulm-ü mütehaccir veya bir riyâ -yi mütecessid veya bir heves-i mütecessimdir ki, beseri zulme ve riyâ ya ve hevaya, hevesi kamçilayip tesvik eder. Hem Kur'an merhameten, kadinlarin hürmetini muhafaza için, hayâ perdesini takmasini emreder. Tâ hevesât-i rezilenin ayagi altinda o sefkat madenleri zillet çekmesinler. Âlet-i hevesât, ehemmiyetsiz bir metâ' hükmüne geçmesinler.(Hasiye-2) Medeniyet ise, kadinlari yuvalarindan çikarip, perdelerini yirtip, beseri de bastan çikarmistir. Halbuki aile hayati, kadin-erkek mabeyninde mütekabil hürmet ve muhabbetle devam eder. Halbuki açik-saçiklik, samimî hürmet ve muhabbeti izale edip ailevî hayati zehirlemistir. Hususan Sûretperestlik, ahlâki fena halde sarstigi ve sukut-u ruha sebebiyet verdigi sununla anlasilir: Nasilki merhume ve rahmete muhtaç bir güzel kadin cenazesine nazar-i sehvet ve hevesle bakmak, ne kadar ahlâki tahrib eder. Öyle de: Ölmüs kadinlarin Sûretlerine veyahut sag kadinlarin küçük cenazeleri hükmünde olan Sûretlerine hevesperverane bakmak, derinden derine hissiyat-i ulviye-i insâniyeyi sarsar, tahrib eder.
Iste su üç misâl gibi binler mesâil-i Kur'aniyenin herbirisi, saadet-i beseriyeyi dünyada temine hizmet etmekle beraber hayat-i ebediyesine de hizmet eder. Sâir mes'eleleri mezkûr mes'elelere kiyas edebilirsin.
Nasil medeniyet-i hâzira, Kur'anin hayat-i içtimaiye-i besere ait olan düsturlarina karsi maglub olup Kur'anin i’câz-i mânevîsine karsi hakikat noktasinda iflas eder. Öyle de: Medeniyetin ruhu olan felsefe-i Avrupa ve hikmet-i beseriyeyi, hikmet-i Kur'anla yirmibes aded Sözlerde mizanlarla iki hikmetin müvazenesinde, hikmet-i felsefiye âcize ve hikmet-i Kur'aniyenin mu'cize oldugu kat'iyetle isbat edilmistir. Nasilki Onbirinci ve Onikinci Sözlerde, hikmet-i felsefiyenin aczi ve iflasi; ve hikmet-i Kur'aniyenin i’câzi ve ginasi isbat edilmistir, müracaat edebilirsin.
____________________________
(Hasiye-2): Tesettür-ü nisvan hakkinda Otuzbirinci Mektub'un Yirmidördüncü Lem'asi, gâyet kat'î bir Sûrette isbat etmistir ki: Tesettür, kadinlar için fitrîdir. Ref'-i tesettür, fitrata münafîdir.
sh: » (S: 432)
Hem nasil medeniyet-i hâzira, hikmet-i Kur'anin ilmî ve amelî i’câzina karsi maglub oluyor. Öyle de: Medeniyetin edebiyat ve belâgati da, Kur'anin edeb ve belâgatina karsi nisbeti: Öksüz bir yetimin muzlim bir hüzün ile ümidsiz aglayisi, hem süflî bir vaziyette sarhos bir ayyasin velvele-i ginasinin (sarki demektir) nisbeti ile, ulvî bir âsikin muvakkat bir iftiraktan müstakane, ümidkârane bir hüzün ile ginasi (sarkisi); hem zafer veya harbe ve ulvî fedâkârliklara sevketmek için tesvikkârane kasaid-i vataniyeye nisbeti gibidir. Çünki edeb ve belâgat, tesir-i üslûb itibariyle ya hüzün verir, ya nes'e verir. Hüzün ise, iki kisimdir: Ya fakd-ül ahbabdan gelir, yâni ahbabsizliktan, sahibsizlikten gelen karanlikli bir hüzündür ki; dalalet-âlûd, tabiatperest, gafletpîse olan medeniyetin edebiyatinin verdigi hüzündür. Ikinci hüzün, firak-ul ahbabdan gelir, yâni ahbab var, firakinda müstakane bir hüzün verir. Iste su hüzün, hidâyet-edâ, nur-efsan Kur'anin verdigi hüzündür. Amma nes'e ise, o da iki kisimdir: Birisi, nefsi hevesâtina tesvik eder. O da tiyatrocu, sinemaci, romanci medeniyetin edebiyatinin se'nidir. Ikinci nes'e, nefsi susturup, ruhu, kalbi, akli, sirri maaliyata, vatan-i aslîlerine, makarr-i ebedîlerine, ahbab-i uhrevîlerine yetismek için lâtif ve edebli masumane bir tesviktir ki, o da Cennet ve saadet-i ebediyeye ve rü'yet-i cemâlullaha beseri sevkeden ve sevke getiren Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyân'in verdigi nes'edir.
Iste قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَاْلجِنُّ عَلَى اَنْ يَاْتُوا ِبمِثْلِ هذَا اْلقُرْآنِ لاَ يَاْتُونَ ِبمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا ifade ettigi azîm mânâ ve büyük hakikat, kasir-ül fehm olanlarca ve dikkatsizlikle mübalagali bir belâgat için muhal bir Sûret zannediliyor. Hâsâ! Mübalaga degil, muhal bir Sûret degil, ayn-i hakikat bir belâgat ve mümkün ve vâki bir Sûrettedir.
O Sûretin bir vechi sudur ki; yâni, Kur'andan teressuh etmeyen ve Kur'anin mali olmayan ins ve cinnin bütün güzel sözleri toplansa, Kur'ani tanzir edemez, demektir. Hem edememis ki, gösterilmiyor. Ikinci vecih sudur ki: Cin ve insin hattâ seytanlarin netice-i efkârlari ve muhassala-i mesaîleri olan medeniyet ve hikmet-i felsefe ve edebiyat-i ecnebiye, Kur'anin ahkâm ve hikmet ve belâgatina karsi âciz derekesindedirler, demektir. Nasil da nümunesini gösterdik.