Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
MENŞEİ İTİBÂRİYLE TASAVVUF
İslâmî ilimler tarihine göre, ilk devirlerde şer’î hükümler yazılmıyordu. Bu hükümlerin, îtikad, ibadet, muâmeleye ait bölümleri çok tekrar edilmesi ve pratikle desteklenmesi sayesinde çokları tarafından ezberleniyor ve hatırlarda kalabiliyordu. Bu açıdan şer’î hükümlerin toparlanıp bir araya getirilmesinde fazla zorluk çekilmedi. Zira, yapılan şey bir ma’nâda hayatımızın veya hafızalarımızda yaşattığımız şeylerin kompoze edilip kâğıtlara dökülmesi gibi birşeydi. Bir diğer zaviyeden de, yukardaki ilim dalları, her Müslümanın mutlaka meşgul olması lazım gelen hayâtî meselelerden olduğu için, ilim adamları ilk önce dînin bu bölümlerini ele alıp, her kısımla alâkalı kitap ve risaleler yazarak, hafıza ve sadırlarındaki gerçekleri tedvin etmekle işe başladılar. Fakîhler, fıkhın kitaplaştırılması, hadisçiler sünnetin hıfz ve tesbiti, kelâmcılar akaid meselelerinin tarsîni, tefsirciler Kur’ân ve Kur’ânî ilimlerin te’lifiyle meşgul olup, her biri kendi sahasında cihanpesendâne gayretler sarfederek yüce İslâm dîninin hakikatlarını, hem de herhangi bir iltibâsa meydan vermeyecek şekilde ortaya koydular. Bu arada, Hakikat-i Ahmediye’nin rûhânî yönüne daha fazla ihtimam gösteren mutasavvıfîn de, yine aynı kaynaklara dayanmak sûretiyle tasavvufla alâkalı gerçekler üzerinde durup, insanın özü, varlığın esası, insan ve kâinâtın iç dinamikleri gibi konulara dikkati çekerek, ısrarla nazarları eşyanın perde arkasına çevirmeye çalıştılar. Çalıştı ve tefsircilerin yorumlarına, hadisçilerin rivâyetlerine, fakîhlerin içtihad ve istinbatlarına; kendi riyâzatlarını, rûhî hayatlarını, kalbi tasfiyelerini, nefsi tezkiyelerini, hâsılı, dîni bir bütün hâlinde duyma, yaşama zevk ve anlayışlarını da ilâve ederek tasavvuf ekolünü geliştirdiler. Bu sayede, zâhidlerin zühdü, âbidlerin ibadeti, erbâbı vera’ın dînî hassasiyeti, muhlislerin incelik ve duyarlılığı, muhiblerin aşk u şevki, fakirlerin acz u fakr mülâhazası gibi ruhun aksiyonuyla alâkalı ve tamamen amelî esaslara dayalı olan İslâm’ın rûhî hayatı, ilmi bir mâhiyet alarak, kendine göre metodu, mesleği, meşrebi, mevzuu, kâideleri ve ıstılahları ile tasavvuf ilmi vücuda gelmiştir ki, bugün değişik şubeleriyle bir kısım farklılıklar arzetse de, temeli itibariyle Hakikat-i Ahmediye’nin özü, üsâresi olduğunda şüphe yoktur.
Ne var ki, bir hakikatin iki ayrı yüzünden ibaret olan ahkâm-ı şeriat-ı garrâ ile murâkabe, riyâzât, mücahede gibi rûh-u şeriat birbirinden ayrı zannedilerek, bunlardan biri zâhirperestlik, diğeri de bâtınîlik vehmiyle birbirine düşman gibi gösterilmişlerdir. Vâkıa bu ayrılık, biraz da, zâhiri şeriatın fakîhler, müftîler tarafından, diğerinin de mutasavvıflarca temsil edilmesiyle destekleniyor gibi görünse de, buna, herkesin daha yatkın olduğu mesleği öne çekip çıkarması şeklinde bakmak da mümkündür.
Fakîhler, muhaddisler, müfessirler mebde’ itibariyle tâ devr-i risâletpenâhiye dayanan bir kısım usûl ve kurallara göre Kur’ân ve sünnete müracaat ederek kendi sahalarında önemli eserler ortaya koydukları gibi, mutasavvıflar da yine Kitap ve sünnete başvurarak, bu ana kaynaklardan riyâzât, mücahede, murâkabe, hâl ve makamla alâkalı içtihad edip çıkardıkları meselelerin yanında, kendi rûhânî hayatlarını, aşklarını, şevklerini, iştiyaklarını, vecdlerini, cezbelerini, incizaplarını da kaydederek zâhirperest buldukları insanları bu yöne kanalize etmeye çalışmışlardır.
Aslında her iki tarafın maksadı da, ilâhî emir ve yasaklara riâyet ederek Allah’a ulaşmaktı ama, yol muvâzenesi şer’î ölçülere göre kurulamadığından, ifratlara, tefritlere girilmiş ve şimdilerde var gibi gördüğümüz ayrılıklara sebebiyet verilmişti. Oysaki, temelde herhangi bir ayrılık sebebi söz konusu olmadığı gibi, dînin böyle ayrı ayrı ünitelerinin müstakillen tedvin ve temsili de ayrılık demek değildi. Fıkıh ilminin ibadet ve muâmelelere ait hükümlerle meşgul olması, yani insanın fikrî ve amelî davranışlarını zabt u rapt altına alıp düzenlemesine mukabil; tasavvufun, ruhu terbiye, kalbi tasfiye, nefsi tezkiye etme çizgisinde, insan hayatını, kalb ve ruh seviyesine yükseltme gayretleri kat’iyen ayrılık değildir. Ayrılık olması bir yana, bunlardan her biri, şeriatın önemli bir cephesini ikame etmeyi üzerine almış bir üniversitenin fakülteleri hükmündedir. Öyle fakülteler ki, üniversite mâhiyetindeki küllün tamam olması biraz da onların tamamiyetine bağlıdır. Zaten bunlardan biri, insanın nasıl ibadet edeceğini, ibadet için nasıl temizleneceğini, namazı nasıl kılacağını, orucu nasıl tutacağını, zekatı nasıl vereceğini, muâmelelerinde hangi esaslara uyacağını anlatıyor; diğeri ise, daha çok, bütün ibadet ü taat ve muâmelâtın, kalb ve ruhla alâkası üzerinde duruyor, şeklî insaniyetten sîret ve ma’nâdaki insaniyete sıçrama yollarını araştırıyor ve insan-ı kâmil olmaya giden yolları salıklıyordu. Bu itibarla da hiçbir cephenin ihmale tahammülü yoktu...
Gerçi, bazı nâkıslar biraz ileri giderek, fıkıh ve sünnetle iştigal edenlere “zâhir erbâbı”, “rüsûm ulemâsı” demişler ise de, kâmil mutasavvıflar her zaman, şeriatın temel prensiplerini esas almış, Kitap ve sünnete göre, geliştirdikleri usûl ve metodlarla, ortaya attıkları her düşünceyi onun atkıları üzerine bir dantela gibi işlemişlerdir. Muhâsibî’nin “Vesâya” ve “Riâye”si, Kelâbâzî’nin “et-Taarruf li Mezhebi Ehli’t-Tasavvuf”u, Tûsî’nin “el-Lüma”ı, Ebû Tâlib Mekkî’nin “Kûtü’l-Kulûb”u, Kuşeyrî’nin “Ri-sâle”si bu sadefin incilerinden sadece birkaçı.. bunlar arasında, nefsi hesaba çekmek ve tezkiye etmek gibi tek mevzu etrafında örgülenen eserler olduğu gibi, müteaddit mevzuları bir araya getirerek hacimli kitaplar te’lif edenler de olmuştur. Nihayet bütün bu devâsâ kametlerden sonra, Huccetü’l-İslâm İmam Gazzâli gelerek “İhyâu Ulûmi’d-Dîn” eseri mübeccelini yazıp, tasavvuf yolunun, bütün âdâp, erkân ve ıstılahlarını bir kere daha gözden geçirerek, umum meşâyihin kabulüne mazhar hususları tesbit ve tenkidi gerekenleri tenkid edip, birbirinden ayrı görünen bu iki mübarek akımı bir defa daha buluşturup kaynaştırmıştır. Öyle ki ondan sonra gelen pek çok mutasavvıf, kendi ilimlerini, şer’î ilimlerin bir levni, bir buudu bularak, her yerde birlik ve beraberlik soluklamaya başlamış.. ve o güne kadar “ulemâ-i rüsûm” deyip hafife aldıkları insanlarla kaynaşıp bütünleşmiş.. ve bilhassa, tasavvuf mesleğinde, daha farklı yorumlanan, hâl ilmi, hatır ilmi, yakîn ilmi, ihlas ilmi, ahlâk ilmi ve daha pek çok vicdânî ve zevkî gerçekleri medreseye taşıyarak, zâhir ulemânın da, erbâb-ı tasavvufun da üzerinde mutâbakata varacakları bir hayli müşterekler bulmuşlardır.
Tasavvuf; bâtın ağırlıklı bir ibadet yolu olması ve şer’î hükümleri de rûhî yanları, kalp üzerindeki tesirleri ve vicdanda tebellür eden derinlikleri itibariyle ele almasından, başka mesleklere göre biraz daha ledünnî, engin ve zor anlaşılır olsa da, çıkış noktası ve hedefi açısından, Kitap ve sünnet kaynaklı İslâmî yolların hiçbirine münâfî değildir. Münâfî olmak şöyle dursun, diğer bütün şer’î ilimler gibi o da Kitap, sünnet ve selef-i sâlihînin sâfiyâne içtihadlarını esas alarak, hep ilim, mârifet, yakîn, ihlas ve ihsan ruhu gibi hakikatler üzerinde durmuştur.
Tasavvufu; bâtın ilmi, esrâr ilmi, ahvâl ve makâmât ilmi, sülûk ilmi, tarikat ilmi gibi bir kısım farklı ünvanlarla ifade etmek, onun şer’î ilimlerden ayrı olduğu ma’nâsına gelmez; bu ad ve ünvanlar, asırlar ve asırlar boyu, şeriatı yaşama zevkinin farklı mîzaç ve meşrepler tarafından değişik şekilde duyulup hissedilmesinden kaynaklanmıştır. Tasavvufçuların nokta-i nazarlarını ve şeriat hâdimlerinin düşünce ve istinbatlarını esasta birbirinden farklı göstermek, işi çarpıtmak sayılır. Vâkıa, her zaman bir kısım mutaassıp tasavvufçular bulunduğu gibi, öteden beri bir kısım zâhirperest fakîhler, muhaddisler, tefsirciler de olagelmiştir. Ne var ki, bu müfrit ve mufarritlere nisbeten sırât-ı müstakîm erbâbı hep ekseriyeti teşkil etmiştir. Buna binâen, bir kısım fakîhlerin sofîler hakkında, bir kısım sofilerin de fakîhler hakkında yakışıksız söz ve düşüncelerine bakarak, bu iki ehl-i hak cephe arasında ciddî bir münâfât varmış gibi bir yaklaşım kat’iyen yanlıştır. Zira, her zaman kavga çıkarıp, kavgaya karışanların sayısı, müsâmaha ve afv u safh yolunda olanlara nisbeten deryada katre kalmıştır. Aslında böyle olması gayet tabiiydi; çünkü her iki tarafın başvurduğu kaynak da aynıydı.. fukahâ, şer’î hükümlerde Kitap ve sünnete müracaat ettikleri gibi, mutasavvifîn de aynı kaynaklara dayanıyordu.
Zaten tasavvufun ısrarla üzerinde durduğu esaslar da, fıkhın ve fukahânın mesleğinden çok farklı değildi. Genelde her iki cephe de, amel-i sâlih ve dürüst muâmele üzerinde duruyordu. Ayrıca sofîler, a’mâl-i hasene, tehzîb-i ahlâk ve tezkiye-i nefis gibi konulardan da bahsediyorlardı. A’mâl-i hasene vasıtasıyla vicdan mârifet-i ilâhiyeye uyanır.. ve insan bu sayede ihlas ve rızâ yoluna yönelir.. dolayısıyla da şer’î her mesele derin bir ibadet neşvesi içinde yerine getirilir; getirilir, zira artık, gönülden içeri ayrı bir gönül, irfandan sonra farklı bir irfan ve lisandan öte ayrı bir lisan hâsıl olmuştur.
Evet, tasavvuf ve güzel ahlâkla daha bir netleşen lâhûtîlik tahakkuk zirvesine ulaşır.. mücahede-i nefis, halvet, zikir ve murâkabe yoluyla hicaplar münkeşif olur ve varlığın perde arkasına ıttılâ ile, icmâlî îmân bir kere de zevk ve keşifle pekiştirilerek âdetâ şuhûdî bir yakîn hâlini alır.
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
SOFÎ
Sofî, tasavvuf ehli olanlar için kullanılan bir tabirdir. Bu kelimeyi “sûfî” şeklinde kullananlar da vardır. Zannediyorum bu farklı kullanım, biraz da kelimenin menşeinden kaynaklanmakta. Onun “sof”tan, “sofus”tan, “safâ”dan, “safvet”ten geldiğine kail olanlar, veya dindarlıktan kinâye olduğunu düşünenler “sofî”; “sûfân” “sûfâne” veya “suffe”den geldiğini iddia eden, ayrıca “softa” ma’nâsına gelen “sofu”dan ayırmak isteyenler de “sûfî” şeklinde kullanmışlardır.
Erbâbının sofîyi tarif sadedinde şu ifadelerine rastlarız:
Sofî; kalbi Allah için safvet bulmuş ve iç âlemi itibariyle berraklığa ermiş “Hakk yolcusu” demektir.
Sofî; Cenâb-ı Hakk’ın kendisi için seçip intihap buyurduğu, intihap buyurup nefsinin tesirinden kurtararak duruluğa erdirdiği iddiasız “Hakk eri” demektir.
Sofî; mahviyet ve tevâzuuna nişâne, iç huzuru ve gönül rahatlığıyla “sûf” (yün) giyip sevgiyi seven ve ona, onun sahibine cefâ tattırmayan, dünyanın, dünyaya ve hevesâtımıza bakan yanlarıyla ona aldırış etmeyen Hakikat-ı Ahmediye yolunun yolcusudur. Evet, sûfîlerin sûf giymeleri, giyinişlerine izâfe edilen bir isimle anılarak kendilerine “mutasavvıf” denmesi onların hallerini, özlerini ve tavırlarını nazara vermek içindir. Çünkü sûf giymek, öteden beri peygamberlerin, onlara uyanların ve her zaman kendilerini ibadete verenlerin şiârı olmuştur. Eğer, gerçekten peygamberler ve onların havârilerinin giydikleri yün ise, “sûfî” kelimesinin, “sûf”a nisbetinin doğru olduğunu söyleyebiliriz.
Sofî; nefsânî bulanıklıklardan sıyrılıp özüne eren ve beşerî bütün küdûrâttan arınarak lâhûtîleşen gerçek insanlığa yükselme yolunun şehsuvârı demektir.
Sofî; ehl-i suffeye benzeme gayretinden ötürü bu nâm-ı celîli alan ve ömrünü o ismi istihkaka hasreden gönül erinin ideal adıdır.
Sofî kelimesinin “sâf”tan müştak olduğunu da söyleyenler olmuştur; iştikak hatası mahfuz, sürekli Hakk karşısında kemerbeste-i ubûdiyet içinde bulunmaları açısından, sakat bir asıldan düşündürücü bir fasıl gibi görünür.. gerçi himmetlerinin yüksekliği ve kalplerinin sürekli Allah’a müteveccih olması, onların bu mevkiin erleri olduğunu gösterir ama, “sâf”tan sûfînin iştikakı yanlıştır. Sofînin; Rumca “hikmet” ma’nâsına gelen “sofîya” kelimesinden veya Yunanca “sofus”tan geldiğini iddia edenler de olmuştur. Bunun da yabancıların yakıştırması olabileceği kanaatindeyim; o kanaatteyim sofîlerin her ne kadar pek çoğu hikmet erbâbı olsa bile..
İslâm tarihinde ilk sofî lakabını alan büyük zâhid Ebû Hâşim el-Kûfî’dir. Bu zat, Hicrî 150 senesinde vefat ettiğine göre, sofî tabirinin Hicrî ikinci asırda ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bu demektir ki, sofî kelimesinin böyle hususi bir ma’nâda kullanılması ashâb ve tâbiîn-i kirâm efendilerimizden sonra olmuştur.
Bir sistem olarak, zâhid Ebû Hâşim’le tanıdığımız sofîlik, ilk zuhuru itibariyle, Peygamberimiz ve arkadaşlarının yaşayışlarındaki sadelik çizgisinde, dünya cihetiyle dünyaya karşı ciddî bir tavır içinde, sürekli rekâik ve ölüm ötesi hadiselerle irtibatlı, kalb ve ruh insanlarının mesleğiydi. Bu itibarla da o, hep rûhânî hayatın emrinde oldu. Sofîlik, çıkış gayesi açısından kalbi Hakk’a bağlamak ve sîneyi aşk u muhabbetle dağlamaktan ibaretti.. ve sofîlik, tarih boyu “hüsn-ü huluk” ve “edep” dedi, peygamberler yolunu solukladı. Her meslek gibi onda da bir kısım inhirafların ve çarpıklıkların yaşandığı devirler olabilir. Sadece inhiraflara ve çarpıklıklara bakarak bu saf gönüller mesleğini karalamak insafsızlık olsa gerek.
İmam Kuşeyrî, kendini rûhânî hayata salan sofîlerden bahsederken özetle şöyle der: Müslümanlıkta büyüklüğün ünvanı olarak, Allah Rasûlü’ne arkadaşlık ünvanından daha büyük pâye yoktur. Bu mazhariyet başka dönem insanlarıyla paylaşılmayacak kadar büyük bir mazhariyettir. Bundan sonra en büyük nam ve pâye ise, Allah Rasûlü’nün ashâbını görüp tanıma bahtiyarlığına ermişlerin ünvanı olan “tâbiîn” ünvan-ı celîlidir. Bu kadri yücelerden sonra da tâbiînle buluşup görüşme mutluluğuna ermişlerin nâm-ı celîlü’l-kadri olan “tebe-i tâbiîn” gelir.. bu üç aydınlık zümrenin gurûbuna ve bu arada bir kısım fitnelerin zuhuruna muhâzî olarak da fıkıh cephesinde fakîhler, hadis cephesinde muhaddisler, akaid cephesinde muhakkikîn-i mütekellimîn çok önemli misyonlar edâ ettikleri gibi İslâm’ın rûhî cephesinde de en önemli tecdidleri sofîler gerçekleştirmişlerdir.
Sofîler, hayat tarzları itibariyle fevkalâde dürüst, olabildiğince sade, her türlü karışıklıktan âzâde, bedenî mutluluk ve cismânî tutkulardan uzak, zâhidlik, fakirlik ve nâsikliğin yükseltici ikliminde ömür sürdürmeye kilitli, Peygamber Efendimiz ve güzîde İslâm büyüklerine benzemeye kararlı öyle dengeli insanlardır ki, onları bu evsâf-ı âliyeleriyle ne eski hekim ve filozofların devamı kabul etmek, ne Hristiyan mistiklerle irtibatlandırmak, ne Hint fakirizminin bir kolu saymak ne de günümüzdeki bir kısım mehâbet ve mehâfet bilmez lâubâlîlerle aynı görmek mümkün değildir. Bir kere tasavvuf, ilk zuhuru ve temsilcileri itibariyle, kalbin iç yüzü, eşyanın perde arkası ve varlığın sînesindeki gizli esrârın ilmi kabul ediliyordu; sofî de bu ilmin talebesi ve bu yolun nihayetine ulaşmaya kararlı süvarisi. Bu süvari bütün bir ömür boyu her insan için ideal bir ufuk sayılan “insan-ı kâmil” olma zirvesine koşacaktı. Evet, Nâmütenâhî’ye ulaşma cehdiyle bitmeyen bir yolculuk.. tükenmeyen bir azim ve herhangi bir beklentiye girmeden tevakkufsuz sürdürülen bir maraton.. işte tasavvuf bu, sofî de bu muhtevânın mübarek temsilcisi büyük kahramanı! Meseleye böyle yaklaşılınca, sofînin filozoflarla, mistiklerle, yogilerle hiçbir münasebeti olmadığı gibi, tasavvufun da mistisizmle, yogizmle, felsefeyle uzaktan-yakından alâkası olmadığı kendi kendine ortaya çıkar.
Vâkıa, İslâm’ın zuhurundan evvel, Yunan ve Hint filozofları da tasfiye yolunda yürümüş ve sofîlerin yaptıklarına benzer mücahedede bulunmuşlardı ama, bu iki yol öz ve esas açısından birbirinden çok farklı şeylerdi. Bir kere sofîye, tasfiyesini, zikir, ibadet ü taat, nefis muhâsebesi, tevâzu ve mahviyet esaslarına bağlı olarak gerçekleştiriyor, sonra da âhir ömrüne kadar bu çizgisini korumaya çalışıyordu. Eğer filozofların tasfiyesine de tasfiye denecekse, o “keyfemâyeşâ” bir tasfiye idi.. bu tasfiyenin içinde ibadet ü taat, nefis murâkabesi, tevâzu ve mahviyet bulunmadığı gibi, hemen her zaman gaflet ve benliğin küstahlaştırılması ön plânda idi.
Sofîye, başlıca iki gruba ayrılır:
1- İlim yörüngeli hareket edip, mârifet kanatlarıyla vuslat arayanlar.
2- Mücerred zevk, vecd ve keşif yolunda gidenler.
Evvelkiler, ilim ve mârifet kanatlarıyla “seyr ilallah”, “seyr fillâh” ve “seyr anillâh” ufuklarında bitmeyen bir yolculuk yaşar ve ömürlerini “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh”ın üveykleri olarak sürdürürler.. varlığın içinde müşâhede ettikleri her tebeddül, her tağayyür, her tekevvün onlara Hz. Kudret ve İrade’den yüzlerce mesaj sunar, her hâdise onlara ayrı ayrı dillerle çok farklı nağmeler fısıldar.
İkincilere gelince, bunlar da, seyr-i sülûk ve zühdlerinde ciddî olmakla beraber, keşif, kerâmet, zevk, vecd, tevâcüd peşinde olduklarından zaman zaman hedeften zuhûl ile “kurb” ikliminde “bu’d” yaşayabilirler. Birinci yol, Kur’ân’ın rehberliği altında yürüyen velâyet-i kübrâ temsilcilerinin yolu; ikinci yol ise, temelde Kur’ân ve sünnet yörüngeli olsa da, yer yer arzular, hisler, beklentiler öne çıktığından önceki yol kadar selâmetli değildir.
Ayrıca sofîler, kendi aralarında insanları üçe ayırırlar:
Birinci sınıfa “kâmil ve vâsıl” insanlar derler ki, bunlar da kendi içlerinde iki kısma ayrılır: Biri umum enbiyâ-i izâm ve rusul-i kirâm hazerâtı, diğeri de onlara mutâbaat ve inkıyadla Hakk’a vâsıl olmuş kümmelîndir. İşte gerçek kâmil insanlar bunlardır. Bunlardan bazıları kendi nefsinde kâmil ve vâsıl olmakla beraber mürşid olmayabilir. Hatta, bazı vâsıllar, vuslatı tamamladıktan sonra, bir daha da cem ve hayret bahrinin dalgalarından kurtulamaz; kurtulamaz ve ilelebed duyguları ve düşünceleriyle orada müstehlik kalırlar. Dolayısıyla da bunların nâsut âlemiyle münâsebetleri bütün bütün kesilir ve irşâda da muktedir olamazlar.
İkinci sınıfa “sâlik” derler; bunlar da yine iki kısma ayrılır, birinci kısım sadece Allah tâlipleri olup hem dünyayı hem de âhireti düşünmeyenlerdir. İkinci kısım ise, âhiret ve cennetin tâlibi olmakla beraber meşrû dairede dünyayı da isterler ki, bunlar da zâhidler, âbidler, âcizler ve fakirlerdir.
Üçüncü sınıfa gelince, bunlar, bütün bütün dünyaya hasr-ı himmet ettiklerinden, sofîye onlara “mukîmîn” der. Bunlar, eşrâr ve ashâb-ı şimâlden bir kısım bahtsızlardır ki, görmez, işitmez ve anlamazlar.
Ayrıca bu üç sınıftan ilklere “mukarrabîn”, ikincilere “ashâb-ı yemîn”, üçüncülere “ashâb-ı şimâl” diyenler de olmuştur.
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
TEVBE, İNABE ve EVBE
Hataları itiraf edip pişmanlıkla kıvranmak, fevtedilen şeyleri yerine getirerek, yeniden toparlanıp Cenâb-ı Hakk’a yönelmek şeklinde ilk küçük yorumları ile tanıyacağımız tevbe; hakikat ehlince, duyguda, düşüncede, tasavvur ve davranışlarda Zât-ı Ulûhiyet’e karşı içine düşülen muhâlefetten kurtulup, O’nun emirleri, yasakları ışığı altında muvâfakat ve mutâbakata ulaşma gayretidir. Tevbe, sırf bir şeyin vicdanda kerih görülmesinden dolayı, o şeye karşı tiksinti duyulması, terk edilmesi değildir. O, Allah’ın sevmediği, istemediği şeylerden, aklın zâhirî nazarında güzel görünse, yararlı olsalar bile, uzaklaşıp Hakk’a rücû etmektir.
Bir de “tevbe” sözcüğüne “nasûh” kelimesi ilave edilerek “tevbe-i nasûh” şeklinde kullanılır ki, o da, bir tevcihe göre, en hâlis, en sâfi, en içten anlamına, diğer bir tevcihe göre de, yırtığı, söküğü dikip kapayan, bozulanı ıslah eden ve hiçbir gedik bırakmayacak şekilde onaran tevbe ma’nâsına gelir. Yukarıdaki hususların bütününü birden nazara alınca “tevbe-i nasûh” hüsn-ü niyet, hulûs-ü kalb ve hayır mülâhazasıyla, ferdin kendi adına ve seviyesine göre, hâlis, ciddî, yürekten tevbede bulunması, dolayısıyla da başkalarına, tıpkı nasihat ediyor gibi hüsn-ü misâl teşkil etmesi ma’nâlarına gelir ki, Kur’ân-ı Kerim’de, gerçek tevbeden söz edildiği bir yerde:“ -Ey iman edenler, Allah’a tevbe-i nasûhla teveccüh edin” (Tahrim, 65/8) buyrularak bu tevbeye işâret edilmektedir.
Tevbe, tevbe edenlerin durumu itibâriyle üç bölümde mütalâa edilmiştir:
a- Hakikatlara kapalı avam halkın tevbesi ki, Hakk’a muhalefetin kalbde burkuntular hâlinde hissedilmesi ve ferdin günahını idrak şuuruyla gönlünde buğulaşan bu duyguyu, bütün benliği ile Hakk kapısına yönelerek, tevbe ve istiğfar ile alâkalı sözlerle ifâde etmesidir.
b- Perde arkası hakikatlara yeni yeni uyanmaya başlamış havâssın rücûu ki, huzur ve maiyyet âdâbına aykırı her davranış ve her düşünceden sonra, kalbde yoğunlaşıp basiret ufkunu saran büyük-küçük her gaflet karşısında himmet kanatlarını açıp Hakk’ın rahmet ve inâyetine sığınma cehd ü gayretidir ki, bu performansı gösteren ruh: “ -Resulullah: “Günahdan tam dönen o günahı hiç işlememiş gibidir; Allah bir kulu sevdiği zaman artık ona günahı zarar vermez” dedi ve şu mealdeki âyeti okudu: “Şüphesiz Allah, çokça tevbe edenleri ve tevbe edip tertemiz olanları sever” tevbenin alâmeti nedir diye sorulunca da: “Gönülden pişmanlıktır” buyurdular- hakikatının mazharı ruhdur.
c- Yaşayışlarını“benim gözlerim uyur ama kalbim uyumaz” ufkunda sürdüren has üstü hasların teveccühüdür ki, kalblerine, sırlarına, ahfâlarına perde olan mâsiva (Hakk’dan gayri herşey) ile alâkalı her ne varsa, bütününü benliklerinin derinliklerinden söküp hiçliğin gayyalarına atarak, yeniden “nuru’l-enver” (bütün ışıkların hakiki menbaı) le münasebetlerinin şuuruna ulaşmaları demektir ki, “o ne güzel kuldu! Zira, sürekli (Allah'a) rucûdaydı” (Sâd, 38/44) gerçeğini gösterir ve “evb” yörüngesinde hareket ederler.
Ferdin, bir kısım iç deformasyonlardan sonra yeniden safvet-i asliyesine dönmesi özüyle bütünleşmesi veya sık sık kendini yenilemesi ma’nâsında tevbe, hemen her mertebesiyle:
1- Gönülden nedâmet etmek,
2- Eski hataları ürperti ile hatırlamak,
3- Haksızlıkları gidermek, hakkı tutup kaldırmak,
4- Sorumlulukları yeniden gözden geçirip fevt edilen mükellefiyetleri yerine getirmek,
5- Hata ve inhiraflarla ruhda meydana gelen boşlukları ibadet ü taat ve gecelerdeki yakarışlarla doldurmak,
6- Ve haslar, haslar üstü haslar itibâriyle, zikr u fikr u şükrün dışında geçen hayat için âh u enin edip ağlamak.. duygu ve düşüncelere kasdi olarak mâsiva bulaşmış olabileceği endişesiyle sarsılıp inlemek.. gibi hususları ihtiva eder.
Hatanın seviyesi ne olursa olsun, tevbe ederken, yeni günah tasavvurlarına karşı pişmanlık ve tiksinti ile inlemeyen, herşeye rağmen bir kere daha istikâmet çizgisinin altına düşebileceği endişesiyle ürpermeyen, Hakk'dan uzak kalmanın sonucu olarak, içine düştüğü yanlışlık ve inhiraflardan kurtulmak için Hakk’a kulluğa, kullukta samimiyete sığınmayan tevbe adına yalan söylemiş sayılır...
Mevlâna bir yerde gerçek tevbenin sembolü nasûhu şöyle konuşturur:
-Cenab-ı Hüdâ’ya bir hakiki tevbe ettim ki, can tenden ayrılıncaya kadar onu bozmayacağım. Aslında o mihnetten sonra, merkebden başka kim ayağını helâk ve hatar tarafına atar ki..?”
Tevbe bir fazilet yemini, onda sebat ise bir yiğitlik ve irâde işidir. Usûlünce tevbe edip sebat edenin şehitler mertebesinde olduğunu Hz. Seyyidü'l-Evvâbîn söylüyor. Tabiî sürekli tevbe ettiği halde, bir türlü günah ve inhiraflardan kurtulamayanın tevbe ve istiğfârının, tevvâbların, evvâbların yöneldikleri kapıyla alay olduğunu da...
Evet, “Cehennemden korkarım” deyip günahlardan kaçınmayan, “Cennete müştâkım” deyip amel-i sâlih işlemeyen, “Peygamberi severim” deyip sünnetlere karşı alâkasız kalan biri, iddialarında ciddi olamayacağı gibi, ömrünü kat’i günah ve sûrî tevbeler arasında sürdüren, dolayısıyla da, Hakk’a dönüşlerini isyanlar arası molalara benzeteceğimiz böyle vefânâşinasların samimiyet ve hulûslarını kabul etmek de oldukça zordur.
Sâlikin ilk menzili, tâlibin ilk makamı tevbe, ikinci makamı ise inâbedir. Halk arasında, herhangi bir mürşide intisâb etme merâsiminde temsil edilen usûl, âdâb ve töreye de “inâbe” denildiğini hatırlatıp geçelim... Tevbede, duygu, düşünce ve davranışların, muhâlefetten muvâfakata, muarazadan mutabakata yönlendirilmesine karşılık, inâbede mevcut mutâbakat ve muvafakatının sorgulanması bahis mevzûudur. Tevbe, “seyr ilallah” ufkunda bir seyahat ise, inâbe “seyr fillah”, evbe de “seyr minallah” kuşağında bir miraçtır. Bu üç teveccühü şöyle de anlatabiliriz: Ukûbet endişesiyle Hakk’a sığınma bir tevbe; makam ve derecâtı muhafaza arzusuyla onda fâni olma bir inâbe; ondan başka herşeye kapanma da bir evbedir. Birincisi bütün mü’minlerin halidir ve ezanları da: “ -Ey iman edenler, hepiniz inhiraflardan vazgeçip Allah’a sığının!” (Nûr, 24/31) dır. İkincisi evliya ve mukarrabînin vasfıdır; kâmetleri de, mebde itibâriyle “ -Rabbinize inâbe ediniz”(Zümer, 39/54), müntehâ itibâriyle de: -Cenâb-ı Hakk’a saygı dolu bir kalble geldi”(Kaf, 50/33) dir. Üçüncüsü enbiya ve mürselînin hususiyetleridir.Şiarları da -O ne güzel kuldur. Çünkü her zaman (Allah’a) rucûdaydı” (Sâd, 38/44) şeklindeki ilâhî takdir ve iltifattır.
Her nerede olursa olsun, maiyyet-i ilâhiyede bulunduğu şuurunu bir nebze bile kaybetmeyenler için tevbe yoktur. Onlardan sâdır olan tevbe ma’nâsındaki sözler ya inâbe veya evbe ma’nâlarını ifâde etmektedir. Hz. Rûh-u Seyyidü’l-Enâm’ın, “günde yetmiş veya yüz defa istiğfar ederim” sözlerini başka türlü anlamak da mümkün değildir. Ayrıca tevbe, “kurb” ve “maiyyet”i bilmeyenler içindir. Hayatlarını kurb ufuklarında geçirenler, her tasarruflarına hâkim, her işlerine nigehbân ve onlara herşeyden daha yakın olan Cenâb-ı Hakk’a herhalde, avâmî ma’nâda rücûu gaflet sayarlar. Bu mertebe ehl-i vahdet-i vücûdun değil, ehl-i vahdet-i şuhûdun, onlardan daha çok da Mişkât-ı Muhammed ve Sünnet-i Hazret-i Ahmed Aleyhi Ekmelü’t-Tehâya Hazretleri’nin zıllinde seyr u sülûk yapanların mertebesidir. Seviyesi bu mertebeye ulaşmayan ve makam-ı tabiatta vücudla uğraşanlar için evb ve inâbeden ve hele bu makamların müntehâsından söz etmek takliddir ve bâlâ pervâzâne sayılır.
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
MUHÂSEBE
Hesap görme, hesaplaşma, kendi kendini sorgulama diyebileceğimiz muhâsebe; mü’minin, hergün, her saat, iyi-kötü, yanlış-doğru, günah-sevab yaptığı şeyleri gözden geçirip hayırları, güzellikleri şükürle karşılaması; inhirafları, günahları istiğfarla gidermeye çalışması; yanlışlıkları, kötülükleri de tevbe ve nedâmetle düzeltmeye gayret göstermesi adına çok önemli bir cehd ve insanın kendini isbat etmesi mevzûunda da ciddî bir teşebbüs sayılır.
“Fütûhât-ı Mekkiyye” sahibinin de belirttiği gibi, selef-i sâlihîn hergünkü iş ve davranışlarını ya kaydeder veya hâfızalarına alır; sonra da bunlar arasında, kalbî endişe ve vicdânî ızdırâba sebebiyet verecek bir kısım nâhoş hususları, ileride ruhlarında meydana gelmesi muhtemel gurur fırtınalarına ve ucub girdaplarına karşı dikkatlice kullanır ve aynı zamanda günah saydıkları şeylerde istiğfâra sığınır, hata ve inhiraf virüslerine karşı tevbe karantinasına dehâlet eder, nihayet temsil ettiği güzelliklerden dolayı da yüz yere kor ve şükranla iki büklüm olurlardı.
İnsanın, kendi kendini ledünnî yanlarıyla, iç derinlikleriyle, ma’nâ ve rûh enginlikleriyle keşfedip tanıması, tanıyıp yorumlaması diye de ifade edebileceğimiz muhâsebe, gerçek insânî değerlerin ortaya çıkarılması, bu değerlere esas teşkil eden duyguların geliştirilmesi ve korunması yolunda bir ruh cehdi ve düşünce sancısıdır. Ancak böyle bir cehd ve düşünce sayesindedir ki insan, dünü, bugünü ve yarınıyla alâkalı hayrı-şerri, güzeli-çirkini, yararlıyı-zararlıyı birbirinden tefrik edip gönül istikametini koruyabilir.
Evet, onun, hâl’i değerlendirip geleceğe hazırlanabilmesi; geçmişte işlediği yanlışları telâfî edip Allah nezdinde aklanabilmesi; dünü, bugünü ve yarını itibariyle kendi kendini sorgulayıp gerçek değerini bulabilmesi; daha önemlisi de Allah’la münâsebetleri açısından iç dünyasında sürekli yenilenebilmesi ancak ve ancak sıkı bir nefis muhâsebesiyle mümkün görülmektedir. Zîrâ insanın hem zaman üstü muhtevâsı, hem de zamanla mukayyed duyguları, onun kalbî ve rûhî hayatıyla ve ledünniyâtının şuûrunda bulunmasıyla çok irtibatlıdır.
Müslüman ne kalbî ve rûhî hayatı, ne de umumî davranışları itibariyle kat’iyen muhâsebeden müstağni kalamaz. O, bir yandan dün ihmal ettiği, hattâ yıkılmasına göz yumduğu geçmişini, ötelerden gelip vicdanının derinliklerinde yankılanan: “ -Tevbe edip Allah’a dönün!..” (Nûr, 24/31)†ve “-Rabbinize inâbede bulunun!..” (Zümer, 39/54) ümit edalı, rahmet şîveli ilâhî nefahâtla onarıp ihyâ etmeye çalışırken; diğer yandan da : “ -Ey iman edenler, Allah’tan korkun, O’na karşı saygılı olun! Ve herkes yarın için ne hazırlamış ona bir baksın!..” (Haşr, 59/18) Yıldırımlar gibi ürpertici, rahmet gibi inşirah verici uyarılarla teyakkuza geçer; kendine çekidüzen verir, elinden geldiğince bütün fenalıklara karşı kapanır.. içinde bulunduğu ânı tıpkı bir döllenme mevsimi, bir bahar mevsimi gibi değerlendirir ve imanın verdiği şuurla, basîretle o ânın her lâhzasına ayrı bir derinlik kazandırır.. zaman zaman cismâniyete toslayıp sarsılsa da: “ -Sineleri her zaman Allah’a karşı saygıyla çarpan müttakiler, şeytandan bir tayf, bir vesvese dokunduğu zaman hemen Allah’ı anarlar ve derken gözleri açılıverir” (A’râf, 7/201) ilâhî beyânına göre her zaman tetiktedir.
Muhâsebe, mü’minin iç dünyasında bir kandil, vicdanında da bir hayırhah ve nasîhatçı gibidir. Her ferd onunla hayrı-şerri, güzeli-çirkini, Allah’ın sevdiğini-sevmediğini birbirinden tefrik eder ve hayır soluklu o nasihatçının rehberliğinde en aşılmaz gibi görünen engelleri aşar ve hiçbir şeye takılmadan gidip hedefine ulaşır.
Muhâsebe; iman, kulluk, tevfik, kurbiyet ve ebedî saadete mazhariyet gibi mevzûlarda, tamamen, İlâhî inayet, İlâhî rahmet yörüngelidir.. ve ye’s gibi mutlak emniyetin de en amansız hasmıdır. Evet o, her zaman huzûr ve itmi’nana açık olmasının yanında, korku, endişe ve ürperti eksenlidir. Muhâsebeye açık gönüllerin buğulu yamaçlarında her zaman: “ -Bildiğimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız” iniltileri yankılanır.. ve onun, huzûr ve mehâbetin iç içe yaşandığı ikliminde, mes’uliyet ve sorumlulukla iki büklüm olmuş en yüce kametlerin: “ -Keşke kesilip biçilen bir ağaç olsaydım” inkisârları uğuldar. Uğuldar da onlar: “ -Yer bütün genişliğine rağmen onlar için daraldı ha daraldı.. ve vicdanları da bu daralma altında kaldı” (Tevbe, 9/118) tesbitinin her an kendileri için vâki ve vârid olduğunu hissederler. Onların beyinlerinin her guddesinde:“ -Siz içinizi dökseniz de gizleseniz de, Allah onunla sizi hesaba çekecektir” (Bakara, 2/284) tınlamakta.. ve dillerinde: “ -Âh keşke, anam beni doğurmasaydı” çığlıkları nümâyândır.
Bu ölçüde kendi kendini sorgulamanın zor olduğu söylenebilir; ama bu seviyede nefsini muhâsebeye tâbi tutmayanın da zamanı değerlendirmesi; bugünü dünden, yarını da bugünden farklı yaşaması mümkün değildir. Böylesi zamanzedelerin uhrevîlik performansı göstermeleri ise bütün bütün imkân hâricidir.
Sürekli nefsin sorgulanması ve ona itab imanın kemâlindendir. Hayatını “insan-ı kâmil” ufkuna göre plânlamış her rûh yaşadığı hayatın şuûrundadır ve ömrünün her dakikasını nefsiyle mücâdelede geçirir. Kalbine uğrayan her hâtıraya, kafasından geçen her düşünceye parola sorar ve vize tatbik eder. Şeytana, âsâba, hassâsiyete açık her işinde nefsânîliğini yakın takibe alır; çok defa onun en güzel, en mâkul davranışlarından dolayı bile kendi kendini sorgular.. akşam-sabah elindeki tığını, nefsini levm atkıları arasında dolaştırır ve bu rûh hâleti içinde hayat dantelâsını örmeye çalışır.. her akşam eksik ve yanlışlarını bir kere daha kontrol eder, her sabah bütün günahlara kapalı ve yepyeni bir azimle hayata açılır.
O, böyle bir sadâkat ve vefâ, böyle bir tevâzû ve mahviyetle iki büklüm olup başıyla ayaklarını aynı noktada birleştirdiği sürece, gök kapıları ardına kadar açılır ve kendisine: “Gel ey sâdık ki, mahremsin, bura mahrem makamıdır; seni ehl-i vefâ gördük...” denir ve her gün ayrı bir semâvî seyâhatle şereflendirilir. Zaten, Cenâb-ı Hakk da: “ -Hayır hayır, kasem ederim sürekli kendini kınayan o nefse!” (Kıyamet, 75/2) diyerek bu saflardan saf rûh adına kasem etmiyor mu..?
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
TEFEKKÜR
Herhangi bir mevzûda, geniş, derin ve sistemli düşünme ma’nâlarına gelen tefekkür; erbabınca, kalbin çırası, rûhun gıdası, bilginin rûhu ve İslâmî hayatın da kanı, canı ve ziyâsıdır. Tefekkür olmayınca kalb karanlıklaşır, ruh hafakanlara girer ve İslâmî hayat da kadavralaşır.
Tefekkür, kalbde öyle bir nûrdur ki, hayır ile şer, zarar ile fâide, güzel ile çirkin onunla görülür ve sezilir.. kâinat onun sayesinde okunan bir kitap hâline gelir ve Kur’ân’ın âyetleri onunla ayrı bir derinliğe ulaşır.
Tefekkür, hâdiselerden ibret alma ve çeşit çeşit netice çıkarmanın çırağı, tecrübelerin altın anahtarı, hakikat ağaçlarının fideliği, kalb nûrunun da gözbebeğidir. Onun içindir ki, her güzel şeyde olduğu gibi tefekkürde de zirveleri tutan Ufuk İnsan: “Tefekküre denk ibâdet yoktur; öyle ise gelin Cenâb-ı Hakk’ın ni’met ve kudret eserlerini tefekkür edin! Ama zinhar Zât-ı Bâri’yi tefekküre kalkışmayın; zira O, insan düşüncesini aşan bir mevzûdur” meâlindeki sözüyle, düşünebileceğimiz sahanın sınırlarını belirler ve bize, güç, imkân ve iktidarlarımızı ihtâr eder.
Bu hususu hatırlatma sadedinde Minhâc sahibi ne hoş söyler:
“-Ni’metleri tefekkür etmek bu yolun şartıdır. Ne var ki, Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ında tefekkür apaçık bir günahtır. Evet, Allah hakkında düşünmek bir bâtıldır; O’nu hem bir muhâl hem de hâsılı tahsil bil..!”
Zâten Kur’ân-ı Kerîm de: “-Onlar göklerin ve yerin yaratılış ve şekillendiriliş keyfiyetinde tefekkür ederler” (Âl-i İmrân, 3/191) meâlindeki âyetleriyle, kâinat kitabını, bu kitabın yazılış keyfiyetini, harf ve kelimelerinin husûsiyetlerini, cümleleri arasındaki nizâm ve âhengi, hey’et-i umûmiyesindeki rasânet ve sağlamlığı nazara vererek bize en yararlı düşünme yolunu salıklamıyor mu?
Evet, her düşünce, her tasavvur ve her davranışta Hakk’ın Kitab’ına yönelmek, O’nu anlamaya çalışmak, hayatı O’ndan anladığımız şeylere göre tanzim etmek ve yaşamak; kâinat kitabındaki İlâhî sırları keşfedip ortaya koymak ve insana her an ayrı bir îmânî derinlik ve renkliliği duyurup tattıran bu yeni keşif ve tesbitlerle, îmândan ma’rifete, ma’rifetten muhabbete, muhabbetten, rûhânî hazlara uzayan bir ışıktan yolda bütün hayatı zevk haline getirmek, sonra da âhiret ve rıdvân-ı ilâhîye yürümek; işte insan-ı kâmil olmanın nûrlu yolu..!
Tefekkür, araştırma sahası itibâriyle bütün ilimlere açıktır, ama, aklî ilimler, pozitif tesbitler, bu büyük netice için sadece bir mukaddime, bir vâsıta ve bir yoldur.. ve bunların hepsi de gerçek muhtevâ ve yüzleriyle ilm-i vâhid-i ilâhiye müteveccihtirler. Tabiî insan dimağı yanlış muâlecelerle inhirâfa uğratılmamışsa...
Evet, varlığı bir kitap gibi mütâlaa ve tefekkür ancak, bütün eşya ve eşyaya ait husûsiyetlerin Allah tarafından yaratılmış olduğunu kabul etmekle beklenen semereyi verir ve bereketli bir vâridat kaynağı hâline gelir ki, bu da her şeyin her hâliyle Allahu Teâlâ’ya istinâdını yakînen idrâk eden ma’rifetullah, muhabbetullah ve zikrullah ile itminâna ulaşmış kalbî ve rûhî hayat kahramanlarının şiârıdır.
Mebde’de her şeyi Cenâb-ı Hakk’a istinad ettirme esasına göre sistemleştirilmeyen bir tefekkür, neden sonra Allah’a yönelip ve neticede O’nda mütenâhî olmasına mukabil; tâ baştan halk ve emir, her şeyi O’na bağlama esasına göre planlanmış bir tefekkür ise, sonsuza kadar hep yeni yeni buudlarıyla sürer gider ve kat’iyen inkıtaa uğramaz. Yani böyle bir tefekkür “Evvel” ve “Zâhir” isimleriyle Allah’tan başlayıp sonra yine “Âhir” ve “Bâtın” isimleriyle Allah’a müteveccih olacağından mütenâhî değil, lâtenâhîdir. İşte böyle, tâ işin başlangıcında hedefi belirlenmiş bir tefekküre teşvik aynı zamanda varlığın şekil ve tecellî yollarını tesbite çalışan tabiî ilimlerin usûl ve sistemlerini öğrenip kullanmaya da bir teşviktir.
Evet, gökler ve yer bütün eczâ ve mürekkebâtıyla, Allah’ın mülkü olduğundan varlık kitabında mütalâa edilen her hâdise, her şe’n ve her nizâm Yüce Yaratıcı’nın şeriât-ı fıtrîyedeki ahkâm ve tasarruf keyfiyetlerini de okumak demektir. Bu kitabı hakkıyla okuyabilen ve okuduğu şeylere göre hayatını düzenleyen birinin yolu herhalde hidâyet ve takvâ yolu, varacağı yer Cennet, içtiği de kevser olacaktır. Evet, dünyada çeşit çeşit nimet ve rengârenk güzelliklerin gerçek sahibi olan Allah’tan gaflet ve hep iblisin rehberliğiyle nankörlük vâdilerinde dolaşan felâket ve hüsran ashâbına karşılık, o, herşeyin gerçek sahibi Mün’im-i Hakîki’yi tanıyıp, O’na îmân ve îmândaki şuur ile inkiyad ederek, melâike, enbiyâ ve sıddîkînin öncülüğünde, hep şükür-nimet, nimet-şükür daireleri içinde dolaşır ve dökülen dökülene yığınların mahvoldukları, aynı vâdilerde Yüce Yaratıcı’nın lütuflarına mazhariyetin hakkını verir ve ömrünü bir tefekkür üveyki gibi geçirir. Şayet bir tümseğe ayağı takılsa, fikir dünyasını zikirle buudlaştırır; tedbirden teslime, temkinden tefvîze geçer, âlemin mesâfelere esir düştüğü yerlerde o, göklerde tayerân ederek hedefine ulaşır...
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
FİRAR VE İ’TİSÂM
Herhangi bir şeyden kaçma ve uzaklaşma ma’nâlarına gelen firar; erbabınca, halktan Hakk’a seyerân etmenin, gölgeden asla ilticâda bulunmanın, damlayı bırakıp deryaya yönelmenin, zerreden vazgeçip güneşe teveccühün ve benlikten sıyrılıp vücudu Hakk şuâları içinde eritmenin ünvanı olmuştur ki; insanın “seyr-i kalbî” ve “seyr-i ruhânî” sine işaret eden: “-Kaçıp Allah’a sığınınız” (Zâriyât, 51/50) meâlindeki âyetle irtibatlandırmak mümkündür.
İnsan, îmanı hesabına, beden ve cismâniyetin öldürücü atmosferinden uzaklaştığı ölçüde Allah’a yaklaşmış ve kendine karşı da saygılı ve anlayışlı davranmış sayılır. Böyle bir firârî ve Hakk mültecîsinin nasıl payelendirildiğini, o kapının sadık bir bendesi olan Hz. Mûsa (Alâ Nebiyyinâ ve aleyhi’s-Salâtü ve’s-Selâm) Efendimiz’den dinleyelim: “ -Sizinle beraber bulunmaktan korkup kaçtığım için, Rabb’im bana hâkimiyyet lutfetti ve beni mürselinden kıldı” (Şuarâ, 26/21) diyen Hakk nebîsi, zevk ve vuslata, hilafet ve kurbete varan yolun firardan geçtiğine dikkati çekiyor ve peygamberâne irâdelere öncülük yapıyor.
Avamın firarı, varlığın dağdağasından, ma’siyetin çirkinliğinden Allah’ın üns ve gufrânına sığınma şeklinde olur. Bunlar gözlerini her açıp kapayışlarında: “ -Yarlığa Rabb’im ve merhamet buyur, buyur ki, Sen merhameti en hayırlı olansın” (Mü’minûn, 23/118) âyetini okur. Ve oturur-kalkar: “ -Rabb’im işleye geldiğim şeylerin şerrinden sana sığınırım” der inlerler.
Havassın firarı; sıfatlardan sıfatlara, sırdan şuhûda, rüsûmdan usûle ve nefsânî duygulardan ruhânî ihsaslaradır ki: “ Allah’ım Senin gazabından rızana ukûbetinden afvına sığınırım” sözleri onların her zamanki vird-i zebânlarıdır.
Haslar üstü hasların firarı ise, sıfattan zâta ve Hakk’-tan yine Hakk’adır ki, her zaman: “ -Sen’den yine Sana sığınırım” der heybet ve mehabet soluklarlar.
Bu firarların hemen hepsi de gidip bir ilticâ, bir himaye ve bir i’tisâmla noktalanır. Firar, firar edenin ruh derinliği ile mebsûten mütenâsib olduğu gibi, netice itibariyle varılan nokta da farklı farklıdır.
Birinciler, otağlarını ma’rifet yamaçlarına kurar, zerreden güneşlere kadar herşeyle O’nu hatırlar, O’nu anarlar.. ölçüleri aşan isteklere girer ve olmayacak şeyler düşlemeye başlarlar.. ve derken, vicdanlarında: “ -Seni hakkıyla bilemedik” gerçeğini duyar ve dillerinde:†
“ -Varlık senin ma’rifetinin peşinde, erbâb-ı lisân seni vasfetmekten âcizdir. Gel tevbemizi kabul buyur, buyur ki, biz birer beşeriz, seni hakkıyla bilemedik” sözleriyle kendilerinden geçerler.
İkinciler, her an ayrı bir ma’rifet deryasına yelken açarlar ve hep ayrı ayrı vâridâtın televvünâtıyla ömür sürdürürler. Sürdürürler ama, bir türlü berzahlardan kurtularak hayret ufkuna ulaşamazlar. Gözleri sürekli suûd merdivenlerinde, arşiyeden arşiyeye uçar ve nüzûl tasavvurundan tir tir titrerler.
Üçüncüler hâlin gel-gitlerinden kurtulmuş, başları her an hayretin ayrı bir derinliğinde ve gözleri “Şerâb-ı aynemâ” ile mahmur öyle mestlerdir ki, içinde bulundukları durumdan, -ihtimal- İsrâfil’in sûruyla bile kendilerine gelemezler. Duygu, düşünce ve tahayyüllerinin derinliğini, ancak yine kendileri gibi mest olan biri ifade edebilir:
“ -Evliyâullâha tuzak olan o hayaller ise, Hüdâ bahçesinin ay yüzlülerinin cemâllerinin yansımasından ibarettir.” ò»” «Ê†Œœ«å dan maksat, mertebe-i vâhidiyyet, òÂÁ†—ËÍ«Êå dan murad da, Allah’ın esmâ ve sıfatıdır ki, ehadiyyet mertebesinde temâyüz ederler. Bu itibarla, mes’eleyi şöyle anlamak da mümkündür: Evliyâullâh’ın ayaklarına tuzak olan başka değil, esmâ ve sıfat-ı İlâhiyye’nin tecelliyâtıdır. Ve o tecelliyât, hakikate karşı kapalı olan gözsüzler nazarında hayaletten ibarettir. Sarı Abdullah Efendi’nin ifadesiyle: “Enbiyâ ve evliyânın merâyâyı kalpleri, mezâhir-i esmâ ve sıfat-ı külliye-i İlâhiyye olmakla, Sıfat-ı Rabbâniyye onların ay yüzlerinin bostanı olup onlara her an ayrı bir sihir sunmaktadır.”
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
HALVET ve UZLET
Yalnızlık ve tek başına yaşama ma’nâlarına gelen halvet ve uzlet, bir anlamda, herhangi bir rehber ve mürşidin nezâretinde inzivâya çekilip vaktini ibâdetle geçirmekten ibâret sayılmış; diğer bir tefsire göre de o, kalbi bâtıl itikadlardan, karanlık duygulardan, çirkin tasavvurlardan ve Hakk’tan uzaklaştıran tahayyüllerden arındırarak, bütün mâsivâya (Hakk’tan gayrı herşey) karşı kapanıp letâifin dili ile Hakk’la sohbetin ünvânıdır. Uzlet halvetin bir buudu, riyâzât da diğer buududur. Halvetin ilk basamağı kırk günlük bir fasılla tamamlandığı için buna “Erbaîn çıkarma” da denmiştir. Mürşid ve rehber, mürîd ve namzedi halvete sokacakları zaman onu alır, odasına kadar götürür; orada duâ eder ve ayrılırlar. Mürid, yapayalnız kaldığı o hücrede âdeta bir îtikâf hayatı yaşar! Ölçülü yer, ölçülü içer.. ve gücü yettiğince, Allah’a kurbet kapısı sayılan bu halvethânede bedenî ihtiyaçlarını en aza indirir; hattâ cismânî arzularını büyük ölçüde unutmaya çalışır.. ve gece-gündüz durup dinlenmeden zikr u fikirle meşgul olur...
Halvet; halktan uzlet ve riyâzat buuduyla menşei çok eskilere dayanır ve hemen hemen tasavvuf yollarının hepsinde de mevcuttur. Hattâ daha da ileriye götürüp enbiyâ-i îzâm ile irtibatlandırmak da mümkündür.
Evet; başta insanlığın İftihâr Tablosu olmak üzere birçok nebî ve velînin uzlet ve halvetlerinden söz edilebilir. Ne var ki, sistem aynıyla alınmadığı, alınamadığı gibi, alındığı kadarıyla da orijini tam korunamamış; değişik kalıplara ifrağ edilerek, az dahi olsa başkalaştırılmıştır. Hz. İbrahim’in uzleti, Hz. Musâ’nın erbainleri, Hz. Mesih’in riyâzâtı, Sultan-ı Enbiyâ’nın halvetleri ve daha niceleri.. değişik şartlarda, değişik ortamlarda ve değişik karakterler üzerinde farklı tatbikatlarla inkisâra uğradığından mâhiyetleri kısmen değişmiş ve başkalaşmışdır. Başka türlü olamazdı; zirâ halvet, şahısların ruh yapıları, mizaçları, mezakları, karakterleri ve ruhanîliğe istidatlarıyla çok alâkalıdır. Bu itibarla, kime nasıl ve ne kadar halvet teklif edileceğini kâmil mürşidler bilir.
İlk dönemlerinde Hz. Mevlânâ bir hayli “Erbaîn” çıkarır. Mürşidini bulunca, halveti terk ve celveti ihtiyar eder ki; ondan evvel ve ondan sonra da pek çok kimse aynı yolu tâkip etmişlerdir.
Halvetin riyâzat buudu nefsi, bedenî arzulara karşı gemlemek ve meâliye müştâk olan rûhu kemalât-ı insâniye semâlarına doğru şahlandırmaktır. Evet, ancak, riyâzat ile nefse gem vurulabilir; riyâzat ile o, kötü duygu ve tutkulardan vazgeçirilebilir; riyâzat ile teslimiyet ve inkıyâda zorlanabilir ve riyâzat ile mahviyet ve tevâzua alıştırılarak ayaklar altındaki topraklar haline getirilebilir ki; güllere saksılık yapmanın yolu ve erkânı da budur:
“Toprak ol toprak ki; gül bitsin; zirâ topraktan başkası güle mazhar olamaz.”
Riyâzat yoluyla, hemen herkes belli lütuflara mazhar olabilir; kimileri ilim ile ahlâkı, ihlâs ile ameli tehzib ederek hem Hakk’la hem de halkla muamelelerinde edep şuuruna ulaşırlar.. kimileri, sürekli kendilerini Rabbileriyle olan muamelelerinin gel-gitlerinde bulur ve bir lâhza ara vermeden O’na daha da yakınlaşma yollarını araştırırlar.. kimileri de, sert kabuğundan sıyrılan yusufçuk gibi hayatlarını, yeni ulaştıkları semâvî âlemlerin kelebekleri sayılan ruhânîler arasında sürdürürler.
Halvette asıl olan, gönül gözünün ağyâra kaymaması ve gece-gündüz demeden Cenâb-ı Hakk’ın teveccühüne hazır olup beklemesidir. Bu bekleyiş aynı zamanda pasif bir bekleyiş de değildir. Bu bekleyiş kalbe akacak vâridâtı kaçırmama heyecânı içinde, gönül gözleri açık ve Hakk’la halvet adâbıyla geçirilen temkinli bir bekleyiştir. Bu ma’nâyı soluklayan Lâ mekânî Hüseyin Efendi’nin şu sözleri ne hoştur:
Pâk eyle gönül çeşmesini tâ durulunca
Dek tut gözünü gönlüne gönlün göz olunca
İnkârı ko, dil destisini ol çeşmeye tuttur
Ol âb-ı safâbahş ile bu desti dolunca
Sen çık aradan hânesini sâhibine ver
Bî şek gelir Allah evine sen savulunca
Evvel koma ki, sonra çıkarmak güç olur güç
Şeytan çerisi hâne-i kalbe koyulunca.!
Vâkıa Allah zamandan, mekândan münezzehtir ama, O’nun insanlarla alış-verişi de yine hep kalp yamaçlarında cereyan eder. Bu itibarla da kalbin zümrüt tepeleri, O’ndan gelecek tecellî dalgalarına her zaman açık ve hazır olmalıdır ki; Hazret-i Hakkı’nın ifâdesiyle:“Kasrına nüzûl eyleye Sultan gecelerde...”
Cenâb-ı Hakk bir yerde Hazret-i Dâvud (as)’a şöyle buyurur: “O evi benim için boşalt ki, ben orada olayım.” Bâzıları boşaltmayı, kalbin ağyâr düşüncesinden, yabancı mülâhazalardan, O’nu nazara almadan, âlemle gereksiz münâsebetlerden arındırma ve uzaklaştırma şeklinde anlamışlardır. Hazret-i Mevlânâ’nın bir hoş sözü de burada düşünce ufkumuza ziyâ olur:
-Akıllı olan kuyu dibini seçmiştir; zirâ halvette gönül safâsı vardır. Kuyu dibinin zifiri karanlığı halkın zulmetinden iyidir. Halkın ayağını tutan kimse baş alıp getirememiştir; yâni nihâyete erip sırra muttalî olamamıştır. Halvet ağyâra karşı lâzımdır, yâr’a karşı değil; kürk kış için gereklidir bahar için değil...”
Halvetten murâd, kalp hânesini ağyârdan temizleyip yâr ile hemdem bulunmak olduğuna göre, halk içinde Hakk’la berâber bulunan ruhlar ve kesretin en uç noktalarında dahi sürekli tevhîdi kollayan gönüller hep halvette sayılırlar. Buna mukâbil, bütün ömrünü halvette geçirdiği halde, kalbini ağyârdan temizleyememiş ve içinden mâsivâyı söküp atamamış kimsenin halveti de bir aldanmışlıktır ve beyhûdedir.
Aslında mâverâî halvette halktan tecerrüd ve uzlet yoktur. Böyle bir halvette insan, Mevlânâ’nın ifâdesiyle, bir pergel gibi, ayağının biri lâhut ufkunda, diğeri de nâsut kutbunda, her an ayrı bir nüzûl ve urûcu bir arada yaşar ki, enbiyâ ve asfiyâ kuşağında bilinen halvet de işte bu halvettir. Cenâb-ı Hakk, Dâvud (as)’a: “Yâ Dâvûd nen var, böyle halktan ayrılıp yalnızlığı ihtiyâr ediyorsun?” buyurur. Hazret-i Dâvud: “Yâ Rabbi halkı Senin için terk ediyorum” der. Cenâb-ı Hakk O’na: “Ey Dâvud, her zaman uyanık ol ve ihvânından ayrılmamaya bak ama, dostlukları sana yaraşmayan insanlardan uzak kalmayı da ihmâl etme!” ferman eder. Yâni, mâdem ki hedefin biziz ve mâdem ki, azmin köyümüzedir, gönlünü bizden gayrısına açma.!
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
HÂL, MAKAM
Hâl; insanın kendi derinliklerinde ötelerden gelen esintilerle yaşaması ve kalp ufkunda cereyân eden gece-gündüz, sabah-akşam farklılığının duyulup hissedilmesidir. Onu insanın cehd ve gayreti olmadan, insan kalbini saran sevinç-hüzün, kabz-bast şeklinde anlayanlar, bu oluş ve sezişin devam ve istikrârına “makam”, onun zevâl bulup gitmesine de “nefsânîlik” demişler...
Bu ittibarla, “hâl”e, bir İlâhî mevhibe ve gönül yamaçlarının “üns” esintileri, “makam”a da insan irâde ve azminin bu nefehâtı soluklayıp benliğine mal ederek ikinci bir fıtrata ulaşması diyebiliriz.
Hâl; yaratılış, hayata mazhariyet, nur ve rahmet gibi, perdesiz herşeyin gerçek kaynağını gösterir ve hâlis tevhîdi ihtar eder. Makam ise, sa’y u gayretin sisli-dumanlı prizması içinde dediğini der ve hakîkati o kadar net aksettiremez. Onun içindir ki, kalbe gelen vâridâtın duyulup-sezilmesi ve her lâhza, kalplerde “kenzen” bilinene doğru ayrı bir yol vurulması; içinde biraz da kendimizi anlatmanın bulunduğu o vâridâtın kendi rengimize göre ifâde edilmesinden daha kadirşinâsca bir davranış sayılmıştır.
Bundan dolayıdır ki, Hazret-i Sâdık u Masdûk, bir makam münasebetiyle: “Allah sizin cisim ve sûretlerinize değil, kalplerinize nazar eder..” diyerek Hakk cânibince önemsenen noktayı hatırlatıp, halkça yönelinecek mihrâbı iş’ar ile âyineyi, tecellîye tevcîh buyurmak istemiştir. Derecesi daha düşük bir rivayette, kalplerin yanında ameller de zikredilerek: “Allah sizin kalplerinize ve amellerinize bakar...” beyânı ise, hâlin devamıyla ulaşılan “makam”a hâl hatırına bir iltifâttır.
Hâl; mutlak irâdenin muradına uygun vakitlerde, ara ara gelen tecelliler.. bu tecellilerin yayılma sahası kalp ufku.. avlayıp bir kalıba ifrağ eden de his ve şuurdur. Bu itibarla makama, dalgaları dinmiş, istikrara ulaşmış bir pâye nazarıyla bakılmasına karşılık; hâl, yüksek takdîrlere bağlı gel-gitlerin ağında, her zuhur bir evvelkisinden ayrı ve farklı kareler içinde, sürekli belirip-kaybolan ve tıpkı güneşden gelen değişik boy ve renklerdeki dalga paketlerine benzetilebilir.
Hassas ruh ve marifete uyanmış şuurlar, suyun üzerindeki kabarcıklarda, güneşin akislerini gördükleri gibi, gönül yamaçlarında da, hâl dalgalanmalarını öyle görür, hisseder ve ayrı ayrı idrâkla mukâbelede bulunurlar. Kalp balansını iyi ayarlayamamış, dolayısıyla da irtibatsız kalmış kopuk ruhlar, bunları birer vehim ve hayâl sanabilirler; varlığa Hakk’ın nûruyla bakanlar için bunlar ayânlardan ayân gerçeklerdir.
En büyük Hâl Eri, bir önceki mazhariyetlerini, bir sonraki durumu îtibâriyle dûn gördüğünden -o dûn hâlin nuruyla Allah gönüllerimizi donatsın!- “Ben günde yetmiş defa istiğfar ediyorum...” buyururlardı.
Zaten, Nâmütenâhî’ye dönük bir ebedî yolculukta, ebedî ışık ve ebedî buraka ihtiyâcını hisseden dupduru bir gönlün, başka türlü düşünmesi de mümkün değildi...
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
KALB-1
Dil beyt-i Hudâdır ânı pâk eyle sivâdan
Kasrına nüzûl eyleye Rahmân gecelerde.
İ. Hakkı
Gönül ve yürek olarak da tanıdığımız kalb başlıca iki ma’nâda kullanılır: Birisi, göğsün sol tarafında, sol memenin altında ve daha çok da çam kozalağına benzeyen, aynı zamanda yapısı ve dokusu itibariyle de bedendeki her uzuvdan farklı bulunan; ihtiva ettiği harika karıncık ve kulakçıkları, bütün his ve duygulara merkeziyeti, bütün damarlara ve damarcıklara merciiyeti ve insan uzuvları arasında bizatihî müteharrik olma gibi imtiyazı; hem bir motor gibi çalışması hem de bir emme-basma pompası gibi faaliyet göstermesi itibariyle çok hayatî bir organdır ki bu organa biz yürek de deriz.
İkincisi ise, öncekinin dublesi, alternatifi, melekûtî buudu ve aynı zamanda, şuur, idrak, ihtisas, akıl ve irade gücünün de merkezi, rûhânî bir lâtîfedir ki, tasavvufçular ona “hakikat-ı insaniye” filozoflar da “nefs-i nâtıka” demişlerdir. İnsanın asıl hakikatı da işte bu kalbdir. İnsana bu mânevî buudu itibariyle “âlim”, “ârif”, “müdrik” denir. Ruh bu lâtifenin esası ve bâtını, biyolojik ruh da bineğidir. Allah’a muhatab olan, sorumluluklar yüklenen, ceza gören, mükâfat alan, hidâyetle kanatlanan, dalâletle yuvarlanan, aziz kabul edilen, hor görülen ve İlâhî marifetin “mir’ât-ı mücellâ” sı olan hep bu lâtifedir.
Kalb, hem idrak eden hem de idrak edilen husûsiyette bir yapıya sahiptir. İnsan; rûhuna, cismine, aklına onunla girer. Kalb rûhun gözü gibidir. Basiret kendi dünyasına göre onun nazarı, akıl, ruhu, irade de iç dinamizmidir.
Umumiyet itibariyle biz “gönül” derken de bu ikinci kalbi kastederiz. Gönül ve kalb farklılığı, bunların mecazen birbirinin yerinde kullanılması bir yana, bu rûhânî lâtife cismânî kalble sımsıkı alâkalıdır. Bu alâkanın keyfiyeti, dünden bugüne filozofları ve İslâm hükemasını bir hayli meşgul etmiştir. Ancak, bu münasebet ister evvelen ve bizzat olsun, ister vasıtalı olsun, ister kalbin faaliyeti, ister onun kabiliyetiyle irtibatlı olsun sinelerimizde taşıdığımız “sanevberiyyu’ş-şekl” et parçası zâhirî kalble, insanın insanlığının remzi ve bütün duygularının hayat kaynağı olan “Lâtife-i Rabbâniye” bir hakikatın iki yüzü denebilecek şekilde birbiriyle iç içe olduğunda şüphe yoktur. Ne var ki, bu alâka ve irtibatın keyfiyeti de, kalb, rûh, akıl ve idrâkin keyfiyeti gibi biraz buğuludur.
Kur’ân’da, dînî ilimlerde, ahlâkta, edebiyatta, tasavvufta kalb dendiği zaman, daha ziyade bu ikinci ma’nâdaki kalb kastedilir. Aynı zamanda iman, marifetullah, muhabbetullah ve zevk-i rûhânîde bu ma’nâdaki kalbin “ille-i gâiyesi” ve varlığının hakikî hedefleridir.
Kalb, iki yönü olan öyle nûrânî bir cevherdir ki, bir yönüyle devamlı ruhlar âlemine, diğer yönüyle de cisimler âlemine bakar. Cisim, şer’î ölçülerin birleştiriciliğinde rûhun emrine girmişse, kalb, ruhlar âlemi yoluyla aldığı feyizleri bedene ve cisme taşır; orada da huzur ve itmi’nân esintileri meydana getirir.
Kalb, eskilerin ifadesiyle “nazargâh-ı ilâhîdir.” Allah, insana insanın kalbiyle bakar. fehvâsınca da, insanla muâmelesi kalbe göre cereyan eder. Zira kalb; akıl, marifet, ilim, niyet, iman, hikmet ve kurbet gibi insan için çok hayâtî hususların kalesi mesâbesindedir. Kalb ayakta ise bu duygular da hayatta sayılır; o yıkılmış veya gediklerle sarsıksa, bu lâtifelerin hayatiyetinden, devam ve temâdisinden bahsetmek de oldukça zordur. Hazreti Sâdık u Masdûk: -Bakın, cesette bir çiğnem et vardır ki, o sıhhatli olunca bütün ceset de sağlam olur; o fesada yüz tutunca da bütün ceset bozulur gider. Dikkat! İşte o kalbdir” buyurarak kalbin insan bedenindeki yer ve önemine dikkati çekmektedir.
Kalbin bundan da ehemmiyetli yanı mahiyetindeki istinad ve istimdat noktaları itibariyle her zaman Cenâb-ı Hakk’ı göstermesi, varlık kitabıyla tafsilen anlatılanları, ihtiyaç ve ihtiyaçların karşılanması diliyle insan gönlüne sürekli ihtar etmesidir ki, hadis diye rivayet edilen bir mübarek sözde onun bu lâhûtî buudu nazara verilmektedir. İbrahim Hakkı, o sözü nazmen şöyle anlatır:
Sığmam dedi Hakk arz u semaya.
Kenzen bilindi dil madeninden.
Böyle, marifet-i ilâhînin pürüzsüz, mücellâ ve yalan söylemeyen sadık bir lisanı olması itibariyledir ki, insânî mülkün melekûtu sayılan kalb, Kâbe’den daha eşref görülmüş ve Zât-ı Hakk adına bütün kâinatların ifade edebileceği yüce gerçeği beyanda biricik hatip kabul edilmiştir.
Kalb, düşünce sıhhati, tasavvur sıhhati ve ruh sıhhati, hatta beden sıhhati için âdeta bir kale gibidir. İnsanın maddî, mânevî duyguları bu kaleye sığınır ve korunmuş olurlar. Bu açıdan insan için bu kadar önemli olan kalbin de karantinaya ve gözetilmeye ihtiyacı vardır. Zira o, yaralanınca tedavisi çok güç ve ölünce de hayata döndürülmesi çok zor bir lâtifedir. Kur’ân bize: -Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalblerimizi kaydırma...” (Âl-i İmrân, 3/8) duâsını öğütlemede, Efendimiz de sabah-akşam el açıp hem de defaatle: -Ey kalbleri evirip çeviren Allah’ım! Kalbimi dininle sabitleyip perçinle!” tazarruunda bulunmakla bu çok önemli korunma ve karantinayı hatırlatmaktadır.
Evet, kalb, bütün hayırların, bereketlerin insana ulaşmasında önemli bir köprü vazifesi gördüğü gibi, aynı zamanda şeytânî ve nefsânî bütün dürtülere ve bütün hâtıralara vize verebilme mevzûunda da tehlikeli işlere âlet olabilir. O, Hakk’a tevcih edilebildiği sürece, bedenin en karanlık noktalarına kadar her yanına ışıklar yağdıran bir projektör olur; yüzü cismaniyete dönük kaldığı zamanlar da şeytanın zehirli oklarının hedefi haline gelir.
Kalb, iman, ibadet ve ihsan rûhunun vatan-ı aslîsi ve her zamanki otağı ve Allah-kâinat-insan arasında ince ince akıp duran duyguların yüksek debili bir ırmağı olmasına rağmen, bu cihanbaha lâtifeyi yerinden etmek ve bu ırmağa mecra değiştirtmek için, onun sayılmayacak kadar da düşmanları vardır. Kasvetten küfre, ucbdan kibre, tûl-i emelden hırsa, şehvetten gaflete, menfaatten makam düşkünlüğüne kadar yığın yığın düşman, taarruz vaziyetinde onun zaaf ve boşluklarını kollamaktadır.