Cevap: Müslümanlığı seçenler
6 SALÂHADDÎN BOART
(Amerikalı)
1338 [m. 1920] senesinde, bir doktoru ziyâret için mu'âyenehânesine gittiğim zaman, bekleme odasında, Londrada çıkan (Orient Review) ve (African Times) mecmû'alarını görmüştüm. Bu mecmû'ayı karıştırırken okuduğum: (Ancak bir tek Allah vardır) cümlesi, benim üzerimde çok derin bir te'sîr yaptı. Çünkü hıristiyanlık dîninde, tâm üç dâne ALLAH vardı ve aklımız kabûl etmediği hâlde, buna inanmak zorundaydık. Bu (Ancak bir tek Allah vardır)ibâresi, bu tarihten îtibaren aklımdan çıkmaz oldu. Bu kudsî ve ulvî îtikat, müslümanların kalblerinde taşıdıkları, behâ biçilmez bir hazînedir.
Artık islâmiyete alâkam arttı. Bir müddet sonra müslüman olmaya karar vermiştim. Müslüman olduktan sonra, Salâhaddîn ismini aldım. Müslümanlığın en doğru din olduğuna inanıyordum. Zîrâ müslümanlık, Allahü teâlânın hiç bir şerîki olmadığını ve bir günahın ancak Allah tarafından affedilebileceğini esas olarak kabûl etmektedir. Bu îman, tabî'at kanûnlarına ne kadar uygundur! Tarlada, çiftlikte, köyde, şehirde, okulda, hükûmette, devlette, kısaca her yerde, bir tek baş vardır. İkilik dâimâ ayrılığa sebep olmuştur.
İslâm dîninin en doğru din olduğunu bana gösteren ikinci delîl, islâmiyetten evvel, tamamen vahşî bir tarzda yaşayan arabların, islâm dîni sâyesinde, çok kısa bir zaman içerisinde, dünyanın en medenî, en kudretli bir devleti hâline gelmeleri ve insan sevgisini Arab çöllerinden, tâ İspanyaya kadar götürebilmeleridir. Müslüman Arablar, İspanyayı bir çöl hâlinde buldular. Onu, kısa zamanda, bir gül bahçesi hâline getirdiler. John W. Draper gibi dürüst bir tarihçi, (1226 [m. 1811]-1299 [m. 1882]) (The Intellectual Development of Europe=Avrupanın mânevi tekâmülü) adındaki eserinde, islâmın asrî medeniyetin teessüsünde oynadığı son derece büyük ve mühim te'sîri anlatmakta, (Hıristiyan tarihçiler islâmiyete olan kinlerinden dolayı, bu hakîkati gizlemeye çalışmakta, Avrupanın müslümanlara ne kadar borçlu olduğunu, bir türlü itiraf edememektedirler) demektedir.
Aşağıda, müslümanların İspanyayı nasıl buldukları hakkında Draperin yazılarını aynen naklediyorum:
(O zamanki Avrupalılar tamamîle barbardı. Hıristiyanlık, onları barbarlıktan kurtaramamıştı. Onlara hâlâ vahşî nazariyle bakmak gerekirdi. Pislik içinde yaşarlardı. Kafaları, hurâfelerle doluydu. Doğru dürüst düşünmek hâssasına bile mâlik değildiler. Âdî kulübelerde yaşarlardı. Eğer kulübenin zemîninde veya duvarlarında bir hasır örtüsü varsa, bu büyük bir zenginlik işareti sayılırdı. Yidikleri, yabânî fasülye, havuç gibi sebzeler, bazı otlar, hattâ bâzan ağaç kabuklarıydı. Elbise olarak, uzun müddet dayandığı için dabağlanmamış hayvan postları kullanıyorlar ve bunun için çok pis kokuyorlardı.
Müslümanlar, onlara her şeyden önce temizliği öğrettiler. Müslümanlar, günde beş defa yıkanıyorlardı. Onların da günde hiç olmazsa bir kere yıkanmasını sağladılar. Sonra, onların üzerinden pis kokulu, parça parça olmuş, bitlerle dolmuş olan hayvan derilerini çıkarıp atarak, onlara güzel kumaşlardan, renkli ipliklerden örülerek yapılmış olan kendi elbiselerinden verdiler. Onlara yemek pişirmesini, yemek yimesini öğrettiler. İspanyada evler, konaklar, saraylar inşâ ettiler. Mektepler, hastahâneler kurdular. Üniversiteler te'sîs ettiler. Bu üniversiteler, bütün dünyaya bir nûr kaynağı oldu. Her tarafta bahçeler yetiştirdiler. Memleket, güllük gülistanlık oldu. Vahşî Avrupalılar, bütün bunları ağzı açık, şaşkınlık ve takdîrle gördüler ve yavaş yavaş medenî olmaya başladılar. )
Böyle vahşî insanları terbiyeye muvaffak olan, onlara medeniyet ruhunu aşılayan, onları karanlıktan, cehâletten, hurâfelerden kurtaran müslüman arablar, bu akla sığmaz muazzam işi ancak islâm dîni sâyesinde yapabildiler. Çünkü islâm dîni, en doğru dindir. Allahü teâlâ muvaffak olmaları için, onlara yardım ediyordu.
Allahü teâlânın emri ile Muhammed aleyhisselâmın teblîg ve neşreylediği islâm dîni ve Allahü teâlânın kelâmı olan Kur'an-ı kerim, dünya tarihini değiştirmiş ve onu karanlıktan kurtarmıştır. Eğer islâm dîni olmasaydı, insanlık bugünkü medeniyet derecesine, ilim ve fende bugünkü seviyesine erişemezdi. Müslümanların gözünde ilmin çok yüksek bir yeri vardır. Muhammed aleyhisselâm, (İlm Çinde de olsa, onu alınız) buyurmaktadır. İşte seve seve kabûl ettiğim islâm dîni böyle bir dindir.
7 THOMAS MUHAMMED CLAYTON
(Amerikalı)
Tam öğle olmak üzereydi. Sıcaktan bunalmış, tozlu yoldan geçerken, bir aralık kulağımıza kendine mahsûs bir güzelliği olan, bir ses gelmeye başladı. Bu ses, etrâfımızdaki bütün boşluğu sanki dolduruyordu. Bir ağaç topluluğunu geçince, önümüze insana hayret verici bir manzara çıktı. Âdetâ gözlerimize inanamıyorduk. Tahtadan yapılmış ufak bir kule üzerine çıkmış, tertemiz cübbeli ve beyaz sarıklı yaşlı bir Arab ezan okuyordu. Ezanı okurken kendinden geçmiş, sanki dünyadan tamamen ayrılarak, hâlıkının, sahibinin huzuruna çıkmıştı. Bu yüce manzara karşısında, biz de sanki hipnotize olmuş gibi durakladık ve yavaş yavaş yere oturduk. Kulağımıza gelen seslerin ve sözlerin mânasını anlamıyor, fakat onun te'sîri altında kalıyor ve ruhumuzda bir başkalık, bir ferahlık his ediyorduk. Sonradan öğrendik ki, Arabın söylediği tatlı sözlerin mânası şu idi: (Allahü teâlâ en büyüktür. Allahü teâlâdan başka ilâh, mâbut yoktur). Birdenbire, etrâfımızda birçok insanlar belirdi. Hâlbuki, biz o zamana kadar etrâfımızda kimseyi görmemiştik. Nereden çıktıklarını, nereden geldiklerini bilmediğimiz bu insanların yüzünde büyük bir hürmet ve muhabbet ifâdesi vardı. İçlerinde her yaştan, her sınıftan insan bulunuyordu. Elbiseleri başka, yürüyüşleri başka, görünüşleri başka idi. Fakat, hepsinin yüzünde aynı ciddî ifâde, büyük vekar ve aynı melâhat [sevimlilik] vardı. Gelenlerin miktârı artıyor ve biz, gâlibâ bunların arkası bir türlü kesilmeyecek diye düşünüyorduk. Nihâyet gelenler toplandı. Hepsi ayakkabılarını ve takunyalarını çıkararak saf saf dizildiler. Saflar kurulurken safa girenler arasında hiç bir fark gözetilmediğini büyük bir hayret ile görüyorduk. Beyaz insanlar, sarı insanlar, siyah insanlar, zengin insanlar, fakir insanlar, tüccarlar, memurlar, işçiler, hiç bir ırk veya rütbe farkı gözetilmeksizin yanyana geliyor ve birlikte ibâdet ediyorlardı.
Ben, birbirinden bu kadar farklı insanın, kardeşçe yanyana gelmelerine, hayrân olmuştum. Bu, ilk gördüğüm ulvî manzara üzerinden, şimdi üç sene geçti. Bu arada ben de, insanları bu kadar birbirine yaklaştıran bu ulvî din hakkında, bilgi toplamaya başlamıştım. Müslümanlık hakkında edindiğim bilgiler, beni bu dîne büsbütün yaklaştırdı. Müslümanlar, bir tek Allaha inanıyor, hıristiyanların telkîn ettikleri gibi, insanların günah içinde doğmadığını söylüyorlardı. Onları, yalnız Allahü teâlânın kulu olarak kabûl ediyor, onlara karşı büyük bir şefkat gösteriyor, doğru yolda oldukları müddetçe, onların rahat, huzur ve saadet içinde yaşamalarını arzuluyordu. Hıristiyanlıkta, akıldan geçen fena bir düşünce bile günah sayıldığı hâlde, müslümanlar ancak Allahü teâlâya isyânı ve kullara karşı yapılan bir kötülüğü günah sayıyor, insanı düşüncesinde tamamiyle serbest bırakıyordu. İslâm dîni, (İnsan, ancak yaptığı işten mes'ûldür) diyordu.
İşte, yukarıda sıraladığım bu sebeplerden dolayı, seve seve müslümanlığı kabûl ettim. Aradan üç sene geçtiği hâlde, bazı geceler rü'yamda o Arab müezzinin hazîn ve te'sîrli sesini duyar ve her taraftan koşup gelen türlü türlü insanların saf saf dizildiğini görürüm. Allahü teâlâya ibâdet etmek için, aralarında hiç bir fark gözetmeksizin birlikte secdeye kapanan bu insanlar, muhakkak ki, samîmî olarak Allahü teâlâya ibâdet etmektedirler.
Hak teâlâ, intikâmını yine kul ile alır.
bilmiyen (ilm-i ledünnî) anı kul yaptı sanır.
Cümle eşya Hâlıkındır, kul elîle işlenir.
emr-i Bârî olmayınca, sanma bir çöp deprenir!
Cevap: Müslümanlığı seçenler
8 DEVIS WARRINGTON
(Avusturyalı)
Korkunç bir kıştan sonra, ilkbehârın tatlı ve ılık eli, soğuk toprak tabakasına nasıl te'sîr ederse, islâmiyet de bana öyle te'sîr etti. Kalbimi ısıttı ve bana yeni ve güzel bir ilim elbisesi giydirdi. İslâmiyetin öğrettiği şeyler, ne kadar güzel, ne kadar doğru ve mantıkîdir! (Allahü teâlâ birdir ve Muhammed aleyhisselâm Onun resûlüdür) sözü ne kadar açık, ne kadar doğru ve güzeldir! Hıristiyanların inanılması mümkün olmayan, anlaşılmaz (Baba, Oğul ve Ruh-ul-kuds) inancına benzer mi?Hıristiyanların insanı ürküten, onu korkutan, fakat hiçbir zaman onu tatmîn etmeyen akîdeleri yanında, bu sâde ve mantıkî îman, insanı kendisine cezb ediyor. İslâmiyet, hiç değişmemiş ilâhî bir dindir. Aradan asırlar geçmesine rağmen, bugün için de, yarın için de, insanın maddî ve mânevi bütün ihtiyaçlarını karşılar. Meselâ, insanların eşit olduğunu, Allahü teâlâ indinde aralarında bir rütbe veya mevki' farkı bulunmadığını, islâmiyet gayet açık bir tarzda beyan eder ve bunları dünya hayatında da tatbîk eder. Aynı husûsları iddiâ eden hıristiyan kilisesinde, birbirinden rütbece farklı papalar, arşevekler, evekler, piskoposlar ve daha bir sürü din adamları vardır. Bunlar, Allahü teâlâ ile kul arasına girerler ve kendi şahsî çıkarları için, Allahü teâlânın ismini kullanırlar. Hâlbuki, islâmiyette, Allahü teâlâ ile kul arasına kimse giremez. Allahü teâlâ, emirlerini, Kur'an-ı kerim vâsıtası ile kullarına teblîg eder. Size, aşağıda, Allahü teâlânın bir emrinden bahs edeceğim. Bu bir misâldir. Bu misâl, emirlerin ne kadar sâde ve açık ve ne kadar güzel olduğunu gösterir:
Bekara sûresinin ikiyüzaltmış yedinci âyetinde meâlen, (Ey îman edenler! Doğru, helâl yoldan kazandıklarınızın temizlerinden ve sizin için yerden yetiştirdiğimiz mahsûllerden ve meyvelerden infâk edin [verin!]. İğrenerek, alamıyacağınız pis şeylerden infâk etmeyin. Biliniz ki, Allahü teâlânın hiç bir şeye ihtiyacı yoktur ve tâm hamde lâyık olan Odur) buyurulmuştur. Kur'an-ı kerimin bu derin ve güzel emirlerini okuyup öğrendikçe, ruhum ferah buldu ve seve seve müslüman oldum.
9 Bayan CECILLA CANNOLY [REŞÎDE]
(Avusturyalı)
Niçin müslüman oldum?
Size çok samîmî olarak söyleyebilirim ki, ben farkına varmadan müslüman olmuştum. Çünkü, daha genç yaşta iken bağlı olduğum hıristiyan dînine karşı, zerre kadar itimadım kalmamış, hıristiyanlıktan soğumaya başlamıştım. Ben, dinde birçok şeyleri bilmek ve anlamak istiyordum. Bana öğretilmeye çalışılan îtikatları, körü körüne kabûl etmek taraftârı değildim. Neden üç ALLAHmız vardı?Neden dünyaya hepimiz günahkâr olarak gelmiştik ve kefaret vermeye mecbûrduk?Neden ancak râhib vâsıtası ile Allahü teâlâya yalvarıyorduk?Sonra bize gösterilen türlü türlü işaretlerin, anlatılan türlü türlü mucizelerin ne mânası vardı?Ben bunları ders veren râhiblere sorduğum zaman, onlar kızıyor, (Kilisenin sana öğrettiği şeylerin aslını sen soramazsın. Bunlar gizlidir. Sen yalnız inanmakla mükellefsin) diyorlardı, ama buna da benim aklım ermiyordu. İnsan, anlamadığı, aslını bilmediği bir şeye nasıl inanır?Fakat, o zamanlar ben düşüncelerimi açıktan açığa söylemeye cesaret edemiyordum. Ben emînim ki, kendilerini hıristiyan sayan pek çok insan, tıpkı bizim gibi düşünmekte ve kendilerine verilen dînî bilgilerin çoğuna inanmamakta, fakat bunu açıklamaktan da korkmaktadırlar.
Nihâyet daha yaşlanınca, bana üç ALLAHya tapmağı emreden hıristiyan kilisesinden uzaklaşarak, (Tek bir Allaha ibâdet etmeyi öğreten başka bir din var mıdır?)diye aramaya başladım. Çünkü bütün vicdânım, Mâneviyatım, ancak bir tek Allahın mevcut olabileceğini bildiriyordu. Sonra etrâfıma bakınca, papazların bize öğretmeye kalktıkları o anlaşılmaz mucizelerin, kerâmetlerin, o azîzlerin başlarından geçtiğini söyledikleri garîb hikâyelerin, ne kadar mânasız olduğunu hâdiseler bana gösteriyordu. Dünyadaki her şey, insanlar, hayvanlar, ormanlar, dağlar, denizler, ağaçlar, çiçekler, bunları bir büyük hâlıkın [yaratıcının] yarattığını göstermiyor muydu?Yeni doğan bir bebek, bir mucize değil miydi?Hâlbuki kilise, her yeni doğanın, günahla örtülü bir zevallı olduğunu telkîne çalışıyordu. Hayır, bu olamazdı. Bu yalandı. Her doğan çocuk, Allahü teâlânın günahsız bir kulu, bir mahlûku idi. Bir mucize idi ve ben ancak tek Allaha, Onun yarattığı mucizelere inanıyordum.
Dünyada hiç bir şey günahla dolu, kirli ve çirkin değildi. Ben böyle düşünürken, birgün kızım islâmiyet hakkında yazılmış bir Kitapla eve geldi. Ana kız oturup, bu kitabı büyük bir dikkat ile okuduk. Aman Allahım, bu kitap tâm bizim düşündüklerimiz gibi söylüyordu. İslâmiyet, ancak bir tek Allahın bulunduğunu bildiriyor, insanların mâsum varlıklar olarak dünyaya geldiğini haber veriyordu. Ben o zamana kadar islâmiyet hakkında hiç bir şey bilmiyordum. Mektepte, islâmiyet bir alay mevzû'u idi. Bize, bu dînin yapma, saçma ve uyuşturucu olduğu, müslümanların Cehenneme gidecekleri öğretilirdi. Bu kitabı okuduktan sonra, beni bir düşünce aldı. İslâmiyet hakkında, biraz daha bilgi sahibi olmak için, bulunduğum şehirde müslümanları aradım. Bulduğum müslümanlar, benim gözümü açtılar. Sorduğum suâllere o kadar mantıkî cevaplar verdiler ki, artık bu dînin bizim papazların dediği gibi uydurma bir din değil, Allahü teâlânın hakîkî dîni olduğuna inanmaya başladım. Kızımla berâber İslâmiyet hakkında yazılı daha birçok eserleri de okuduktan sonra, onun ulviyyetine ve doğruluğuna tamamîle inanarak, ikimiz birlikte müslüman olduk. Ben (Reşîde), kızım da (Mahmûde) ismlerini aldık.
Bana sorduğunuz ikinci suâle, yâni (İslâmiyette en çok beğendiğiniz nedir?)suâline gelince, buna şu cevabı vereceğim:
İslâmiyette en çok beğendiğim şey, duâlardır. Çünkü, hıristiyanlarda duâlar, Allahü teâlâdan Hz. Îsâ vâsıtasıyle, servet, mevkı', îtibar vesâir dünya varlıklarını istemek için yapılır. Hâlbuki, müslümanlar duâ ederken, Allahü teâlâya şükrânlarını arz ederler ve bilirler ki, onlar dinlerine ve Allahü teâlânın emirlerine riâyet ettikleri müddetçe, Allahü teâlâ, onlara muhtaç oldukları her şeyi, onlar istemeden, verecektir.
10 MUHAMMED ESAD LEOPOLD WEİSS
(Avusturyalı)
(Avusturyada Lwow [şimdi Polonyada] şehrinde 1318 [m. 1900] de doğmuş olan Weiss, 22 yaşında iken, bir gazete muhâbiri olarak Arab memleketlerini ziyâret etmiş, İslâm dînine hayrân olarak, onu kabûl ettiğini söylemiş ve sonra, bütün islâm devletlerini, bu arada Hindistânı ve Afganistânı da ziyâret ederek, intibâlarını dünyanın en büyük gazetelerinden biri olan (Frankfurter Zeitung)da neşretmiştir. Bir müddet Frankfurter Zeitung'un neşriyat müdîrliğini yapan Weiss, Pâkistânın istiklâle kavuşmasından sonra, bu hükûmet tarafından dînî tedrîsâtın kurulmasında yardımcı olarak, Pâkistâna gitmiş ve ondan sonra Pâkistânı temsîl için Birleşmiş Milletler merkezine gönderilmiştir. Kendisinin (İslâm yol kavşağında), (Mekkeye giden yol) adlı iki eseri vardır. Son zamanlarda Kur'an-ı kerimin İngilizce yeni bir tercümesini yapmıştır. İslâm ilimlerinden haberi olmıyan bu kimsenin tefsîr yapmaya kalkışmasından, Ehl-i sünnet mezhebinde olmadığı anlaşılmakta, tefsîrinin ve diğer yazılarının zararlı olacaklarını göstermektedir. Vehhâbîler ve diğer mezhepsizler, bu câhil, sapık adamı medh etmekte, islâm âlimi olarak tanıtmaktadırlar. )
Muhâbir ve muharrir olarak çalışmakta olduğum gazeteler, beni 1922 senesinde “husûsî muhâbir” ünvânı ile Asya ve Afrikaya yolladı. Başlangıçta müslümanlar ile temâsım, her hangi bir yabancının başka bir yabancı ile temâsından ibâretti. Fakat islâm memleketlerinde uzun zaman kalınca ve müslümanlar ile daha fazla tanışınca, onların dünyaya ve dünyada zuhûr eden hâdiselere Avrupalılardan büsbütün başka bir tarzda baktıklarını görmeye başladım. Onların olaylara çok ağırbaşlı ve soğuk kanlı olarak bakmaları, itiraf edeyim, bizden çok daha insânî bir tarzda düşünmeleri, bende bir alâka uyandırmaya başlamıştı. Ben koyu bir katolik âileden gelmiştim. Bütün çocukluğum esnâsında bana müslümanların dinsiz olduğu, şeytana taptığı telkîn olunmuştu. Müslümanlarla temâs edince, bana söylenen bu sözlerin doğru olmadığını görerek, islâm dînini incelemeye karar verdim. Bu husûsta birçok kitaplar te'mîn ettim. Bunları dikkat ile incelemeye başlayınca, bu dînin ne kadar temiz, ne kadar kıymetli bir din olduğunu hayret ile gördüm. Fakat, kendileri ile temâs ettiğim bazı müslümanların hareket tarzı, benim okuduğum müslümanlık esaslarına uymuyordu. Müslümanlık, her şeyden evvel temizlik, açık kalblilik, kardeşlik, merhamet, sadâkat, sulh ve selâmet telkîn ediyor ve biz hıristiyanların inandığı (insanların dâimâ günahkâr olduğu) akîdesini red ediyor, bunun aksine, (Hayattan, kimseye zarar vermemek ve günah işlememek şartıyle zevk alınız) diyordu. Hâlbuki, ben bu kâidelere uymayan pis ve yalancı müslümanlara da rastladım. Bu işi daha ziyâde anlamak için, tecrîbe maksadıyle kendimi bir müslüman yerine koydum ve kitaplarda okuduğum esaslara uyarak, islâm âlemini incelemeye başladım. Şunun farkına vardım ki, islâm âleminin gittikçe bozulması, zayıflaması, âdetâ inhitâta (çökmeye) uğramasının en büyük sebebi, müslümanların dinlerine, gittikçe kaydsız kalmalarıdır. Müslümanlar, tâm müslüman oldukları müddetçe, dâimâ yükselmişler, müslümanlığı bırakmaya başlayınca, aşağılara düşmüşlerdir. Hâlbuki, bir memleketin, bir milletin, bir cemiyetin yükselmesi ve terakkîsi için ne lâzımsa, müslümanlıkta mevcuttur. Bütün medeniyet esasları onda vardır. İslâm dîni, hem çok ilmî, hem de çok amelî [pratik]dir. Koyduğu esaslar, tâm mantıkî ve herkes tarafından anlaşılabilen, içinde; ilme, fenne, insan tabî'atine uymıyan tek bir unsur bile bulunmıyan kâidelerdir. Onda lüzûmsuz hiç bir şey yoktur. Diğer din kitaplarında bulunan, garîb [anlaşılmaz] yerler, mugâlatalar [yanıltmacalar], mantıka sığmıyan hurâfe [mistik] husûslar, islâm dîninde yoktur. Bu husûsları ben bütün müslümanlarla konuştum ve onları (Niçin bu güzel dîninize daha fazla bağlanmıyorsunuz, niçin ona iki elle sarılmıyorsunuz?) diye azarladım. Nihâyet 1344 [m. 1926] senesinde Afganistânda bir vâlî ile bu husûslar üzerinde görüşürken, o bana, (Siz müslüman olmuşsunuz da haberiniz yok. Zîrâ, ancak hakîkî bir müslüman islâmiyeti sizin gibi müdâfe'a eder) dedi. Vâlînin bu sözü üzerine beynimde bir şimşek çaktı. Eve döndüğüm zaman, derin derin düşünceye daldım ve kendi kendime, (Evet, ben artık müslüman oldum) dedim. Derhâl (Kelime-i Şehâdet) getirdim. O tarihten beri müslümanım.
Bana, (Müslümanlıkta sizi en çok ne cezbetti?)diye soruyorsunuz. Buna cevap veremem. Zîrâ bütün müslümanlık benim kalbimi istilâ etmiş, kaplamıştır. Bunun içinde bana ayrıca te'sîr eden hiç bir husûs yoktur. Ben, müslümanlıkta, hıristiyanlıkta bulamadığım her şeyi buldum. Müslümanlığın hangi kâidesinin, hangi esasının bana daha yakın geldiğini söyliyemem. Zîrâ onun her kâidesine, her esasına hayrânım. Müslümanlık, muazzam bir âbidedir. Onun tek parçasını bile ondan ayırmak kâbil değildir. Bütün parçalar birbiri ile bir nizâm içinde kenetlenmiş ve perçinleşmiştir. Parçaların arasında muazzam bir âhenk vardır. Hiç bir eksiği yoktur. Herşeyi yerli yerindedir. Belki, bu son derece takdîre lâyık intizâm, beni islâm dînine bağlıyan bir âmildir. Hayır, beni islâm dînine bağlıyan, ona karşı duyduğum aşktır. Bilirsiniz ki, aşk birçok şeylerden teşekkül eder:Arzu, yalnızlık, ihtiras, te'âlî, yükselmek ve ilerlemek hevesi, kuvvet ve kudretimizle karışık zaaflarımız, mu'âvenet ve muhâfaza edici bir yardımcıya olan ihtiyaç ve benzerleri. İşte ben, bütün kalbimle ve aşkımla islâm dînine sarıldım ve o da, bir daha çıkmamak üzere kalbime yerleşti.
Cevap: Müslümanlığı seçenler
11 Dr. ÖMER ROLF FREİHERR VON EHRENFELS
(Avusturyalı)
(Rolf Freiherr (baron) von Ehrenfels, bütün dünyada (Gestalt = kuruluş) fizyolojisi ilminin kurucusu olarak kabûl edilen Prof. Dr. Baron Christian Ehrenfelsin tek oğludur. Meşhûr bir âileye mensûbdur. Daha küçük çocukken şarka karşı büyük merak duymaya ve islâm dînini tedkîk etmeye başlamıştır. Kız kardeşi İmma von Bodmesrhof, Lahorda 1953 de neşrolunan bir eserinde kardeşinin bu hevesini uzun uzadıya anlatmaktadır. Rolf, genç yaşında Türkiye, Arnavutluk, Yunanistan ve Yugoslavyayı dolaşmış ve müslümanlarla temâs etmiş, hıristiyan olmasına rağmen, câmilerde ibâdete katılmıştır. Nihâyet islâm dînine karşı olan bu yakınlığı, onun 1927 senesinde müslümanlığı kabûl etmesine sebep olmuş ve kendisine Ömer ismini seçmiştir. 1932 senesinde Hindistânı da ziyâret etmiş ve (İslâmda kadının yeri) ismli bir kitap neşretmiştir. Almanlar İkinci Cihan Harbi esnâsında Avusturyayı işgâl edince, Rolf, Hindistâna kaçmıştır. Kendisini kabûl eden Ekber Haydarın yardımı ile, Assamda antropolojik araştırmalar yapmış ve 1949 da Madras Üniversitesi antropoloji profesörlüğüne tâyîn edilmiş ve Bengalde bulunan (Royal Aslotic Society) tarafından altın madalya ile mükâfâtlandırılmıştır. Kitapları urdu diline de tercüme edilerek basılmıştır. )
Niçin müslüman olduğumu soruyorsunuz. Beni müslüman yapan ve onun hak din olduğunu bana bildiren husûsları aşağıda sıralıyorum:
1) İslâmiyet, dünyada tanıdığımız bütün dinlerin iyi kısmlarını ihtivâ eder. Bütün dinler insanların sulh ve sükûn içinde yaşamasını isterler. Fakat, hiçbir din bunu, islâm dîninde olduğu gibi insanlara açıklıyamamıştır. Başka hiç bir din, islâm dîni kadar hâlıkımıza ve din kardeşlerine karşı, bu derece sevgi aşılıyamamıştır.
2)İslâmiyet, sulh ve sükûn içinde Allahü teâlâya tam bir teslimiyyet emreder.
3)Tarih tedkîk edilirse, hakîkaten islâm dîninin en son ilâhî hak din olduğu ve artık başka bir din zuhûr etmiyeceği kendiliğinden meydana çıkar.
4)Muhammed aleyhisselâm, islâmı teblîg etmiş olup, Peygamberlerin sonuncusudur.
5)İslâm dînine giren bir kimse, şüphesiz eski dîninden ayrılmış olacaktır. Fakat, bu ayrılık zan olunduğu kadar büyük değildir. Bütün ilâhî dinlerde îman esasları birdir. Kur'an-ı kerim, eski ilâhî dinleri kabûl eder. Ancak, bu dinlere sonradan karıştırılan yanlış akîdeleri düzeltmekte, Îsâ aleyhisselâmın hakîkî dînini izhâr etmekte, Muhammed aleyhisselâmın son Peygamber olduğunu ve Ondan sonra başka bir Peygamber gelmiyeceğini ilân etmektedir. Yâni islâmiyet, diğer dinlerin hakîkî ve kâmil şeklidir. İnsanlar türlü menfaatler ve ihtiraslar yüzünden, birbirlerine düşman olmuşlardır. Bundan menfaat umanlar olmuş, dinleri birbirine karşı düşman yapmaya çalışmış, aslı Allahü teâlâyı tanımak olan dinleri, dünya işlerinde bir vâsıta olarak kullanmaya başlamışlardır. Hâlbuki, dikkat edilecek olursa, islâm dîninin, diğer ilâhî dinleri kabûl ettiği, fakat onlarda zamanla ve insan eliyle yapılan hatâları tashîh ettiği görülür. İslâmiyeti kabûl etmek, erkek ve kadın bütün insanların muhtaç oldukları, mânevi ve maddî yardımı yapmak demektir.
6)İnsanlar arasında kardeşlik fikri, hiç bir dinde, islâm dîninde olduğu şekilde bildirilmemiştir. Müslüman olan herkes, hangı ırktan, hangi milletten, hangi renkten ve hangi dilden olursa olsun, birbirlerinin din kardeşleridir. Siyâsî düşünceleri ne olursa olsun, birbiri ile kardeştirler. Bu büyüklük hiç bir dinde yoktur.
7)İslâm dîni, dünyada kadınlara da büyük haklar veren bir dindir. İslâm dîni, kadına en büyük yeri vermiştir. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm, (Cennet anaların ayağı altındadır) buyurmuştur.
İslâm dîni, diğer dinlere mensûb olanların yaptıkları eserlere hurmet etmiş, bunları barbarlar gibi yıkmamıştır. İstanbulda Fatih ve Sultan Ahmed câmileri yapılırken, Ayasofyanın bazı kısmlarını model almaktan çekinmemişlerdir. Müslümanlar bütün tarih boyunca, diğer din mensûblarına en büyük adaleti ve merhameti göstermişlerdir.
İşte bütün bunlar için, ben müslümanlığı kendime din olarak seçtim.
12 Dr. BENOİST [ALİ SELMÂN]
(Fransız)
Ben bir doktorum ve koyu katolik bir âileye mensûbum. Fakat doktorluğu meslek olarak seçmem ve pozitif, tecribî, tabî'î ilimlerle meşgûl olmam, bende hıristiyanlığa karşı büyük bir nefret uyandırmıştı. Din husûsunda âile fertlerim ile aynı fikirde değildim. Evet, büyük bir Hâlık [yaratıcı] vardı ve ben de Ona, yâni Allahü teâlâya inanıyordum. Fakat hıristiyanlığın, bilhâssa katoliklerin bu büyük yaratıcı etrâfında meydana getirdikleri türlü türlü garîb ilahlar, oğullar, Ruh-ul-kudsler, Îsâ aleyhisselâmın Allahın oğlu olduğunu isbât için akıl almaz uydurmalar ve daha bir takım hurâfeler, âyinler, türlü türlü merâsimler, beni Allahü teâlâya yaklaştırmıyor, aksine Ondan uzaklaştırıyordu.
Ben, bir tek Allahın varlığına inandığımdan, hiç bir zaman teslîsi (üç ALLAHyı) kabûl etmedim ve Îsâ aleyhisselâmı hiç bir zaman Allahın oğlu olarak tanımadım. Demek oluyor ki, ben daha islâmiyeti tanımadan evvel, Kelime-i şehâdetin yarısı olan (Lâ ilahe illallah) kısmını çoktan kabûl etmiştim. İslâm dîni ile meşgûl olmaya başladığım ve Kur'an-ı kerimde rastgeldiğim meâl-i şerifi, (Söyle ki, Allahü teâlâ birdir, doğmamıştır ve doğurmaz ve Ona benzer hiç bir varlık yoktur) olan İhlâs sûresini okuduğum zaman, (Aman Allahım, işte ben tam buna inanıyorum) dedim ve içimde büyük bir ferahlık duydum. İslâmiyeti daha derinden tedkîk etmenin çok lüzûmlu olduğunu gördüm. İslâmiyeti inceledikce, bu dînin benim düşüncelerime tamamen uygun olduğunu hayret ile görüyordum. İslâmiyet, din adamlarını, hattâ Peygamberleri bizim gibi insanlar olarak kabûl ediyor, onlara ilahlık vasfı vermiyordu. Hele, bir papazın günahları affedebileceğini, aslâ kabûl etmiyordu. İslâm dîninde, hiç bir hurâfe, akla uymıyan bir hükm, anlaşılmıyan bir bahs yoktu. İslâm dîni, tâm benim istediğim gibi, mantıkî bir dindi. Katolikler gibi insanların günahkâr olarak dünyaya geldiklerini kabûl etmiyordu. İnsanlara ruh ve beden temizliği emrediyordu. Tıbbın esas kâidesi olan temizlik, islâm dîninde, Allahü teâlânın bir emriydi. İbâdete temiz olarak gelmeyi emrediyordu ki, başka hiç bir dinde buna rastlamamıştım.
Hıristiyanlıkta, hıristiyan dînine girerken ve âyinlerde Îsâ aleyhisselâm ile, hâşâ ALLAH ile birleşebilmek için papazın Îsânın eti diye verdiği ekmeği yimek ve kanı diye verdiği şarapı içmek gibi âyinlerin, puta tapan en ibtidâî kavmlerin bir âdeti olduğunu görüyor ve bunlardan nefret ediyordum. Benim pozitif ilimlerle inkişâf eden aklım, böyle çocukça ve hakîkî bir dîne yakışmıyan saçma merâsimleri, şiddet ile red ediyordu. Diğer taraftan, islâmiyette bunların hiç biri yoktu. İslâmiyette yalnız hakîkat, sevgi ve temizlik vardı.
Artık kararımı vermiştim. Müslüman dostlarıma gittim ve müslüman olmak için ne yapmak lâzım geldiğini sordum. Bana (Kelime-i şehâdet) söylemesini ve mânasını öğrettiler. Ben yukarda da söylediğim gibi, bunun yarısını, yâni (Bir tek Allah vardır) kısmını müslüman olmadan evvel kabûl etmiştim. Geri kalan (Muhammed aleyhisselâm Onun resûlüdür) kısmını da kabûl etmek hiç güç olmadı. Artık İslâm dîni hakkında neşrolunmuş ciddî eserleri incelemeye başladım. Bunların arasında Melek Bennâbînin çok güzel bir eseri olan (Le Phéne Coranique)i okuduğum zaman, Kur'an-ı kerimin ne muazzam bir eser olduğunu hayret ve takdîr ile gördüm. Bundan ondört asır önce indirilmiş bu Allah kitabında yazılı olanlar, bugünki ilmî ve fennî araştırmaların netîcelerine tamamiyle uymaktadır. Hem ilim ve fen ve hem de ictimâ'î faaliyetler bakımından, Kur'an-ı kerim, yalnız bugünün değil, aynı zamanda yarının da kitabıdır.
1953 senesi 20 Şubat günü Paris câmiine giderek orada müftî efendinin ve şâhitlerin huzurunda İslâm dînini resmen kabûl ettim ve Ali Selmân ismini aldım.
Bu yeni dînimi, çok seviyorum. Çok bahtiyârım ve sık sık kelime-i şehâdet getirerek ve mânasını düşünerek, islâm dînine olan îmanımın kuvvetini açıklıyorum.
Cevap: Müslümanlığı seçenler
13 Dr. R. L. MELLEMA
(Hollandalı)
(Dr. Mellema, Amsterdamda Tropical müzesinin, İslâm eserleri kısmının müdîridir. (Wayang bebekleri), (Pâkistân hakkında bilgiler), (İslâmiyeti tanıttırma) eserleri ile meşhûrdur. )
1919 senesinde, Leiden Üniversitesinde şark dillerini incelemeye başladım. Hocam bütün dünyanın çok iyi tanıdığı Arab lisanına vâkıf, Prof. Hurgronje idi. Bana arabî okumağı, yazmağı ve tercüme etmeyi öğretirken, ders kitabı olarak Kur'an-ı kerim ile Gazâlînin eserlerini vermişti. Esas çalışma mevzû'u, (İslâmiyette Hukuk) idi. Ben, islâmiyet, islâm tarihi ve islâmiyet ile alâkalı ilimler hakkında, o zamana kadar Avrupa dillerinde neşredilmiş birçok kitap okudum. 1921 yılında Mısra giderek, El-ezher medresesini ziyâret ettim. Bir ay kadar orada kaldım. Bundan sonra, Arabîden başka Sanskrit ve Malayi dillerini de öğrendim. 1927 senesinde, o zamanlar Hollanda sömürgesi olan Endonezyaya gittim. Cakartada yüksek okulda Cava dilini öğrenmeye başladım. 15 sene müddet ile kendimi yalnız Cava dilinde değil, aynı zamanda eski ve yeni Cava medeniyet tarihinde de yetiştirdim. Bütün bu müddet zarfında, hem müslümanlarla temâs ediyor, hem de elime geçen Arabî kitapları okuyordum. İkinci CihanHarbinde, Japonlar Endonezya adalarını işgâl ettiler. Beni esîr aldılar. Harp bitinceye kadar süren çok zahmetli bir esaret hayatından sonra, tekrar Hollandaya döndüm ve Amsterdamda Tropical müzesinde kendime bir iş buldum. Burada tekrar islâmiyet üzerine çalışmaya başladım. Benden, Cavadaki müslümanları anlatan küçük bir kitap yazmamı istemişlerdi. Bu işi de ele alarak tamamladım. 1954-1955 seneleri arasında, Pâkistândaki müslümanlar hakkında etüd yapmak üzere, beni oraya gönderdiler. O zamana kadar yukarıda da söylediğim gibi, yalnız Avrupa dillerinde islâmiyet hakkında çıkan eserleri okumuştum. Pâkistâna varıp, Pâkistânlı müslümanlarla temâs edince, İslâmiyeti büsbütün başka bir şekilde görmeye başladım. Lahorda müslüman dostlarımdan beni câmilerine götürmelerini ricâ ettim. Bunu memnûniyyet ile karşıladılar ve beni bir Cuma namazına götürdüler. İbâdeti büyük bir dikkat ile seyr ettim ve dinledim. Üzerimde o kadar büyük bir te'sîr yaptı ki, âdetâ kendimden geçtim. Artık kendimi müslüman olmuş kabûl ediyor, müslümanların ellerini bir kardeş olarak sıkıyordum. Câmideki hissiyâtımı, 1955 yılında (Pâkistan Quarterly) mecmû'asının 4. sayısında şöyle naklediyordum:
(Bu sefer, daha küçük bir câmiye gittik. Bu câmide çok iyi ingilizce bilen ve Pençab Üniversitesinde profesörlük yapan bir âlim vaaz verecekti. Kendisi vaaz verirken onu dinleyenlere: (Bugün aramızda uzak bir yerden, Hollandadan gelmiş bir müslüman kardeşimiz var. Onun da iyi anlaması için urdu diline daha fazla İngilizce kelimeler karıştıracağım) dedi ve çok güzel bir vaaz verdi. Ben dikkat ile dinledim. Vaaz bittikten sonra, câmiden ayrılmak isterken, beni oraya getiren Allâme Sahip, beni dikkat ile seyr eden müslüman kardeşlerin, benim de bir şeyler söylememi arzu ettiklerini, kendisinin benim söyleyeceklerimi Urdu diline tercüme edeceğini bana bildirdi. Bunun üzerine ben de onlara şunları söyledim. Ben tâ uzaktan, Hollanda ismli memleketten geliyorum. Orada bulunduğum yerde çok az müslüman vardır. Bu adedi az olan müslümanlar size selâmlarını bildirmeye beni memur ettiler. Sizin istiklâlinizi kazanmış olmanıza ve böylece dünyada yeni bir müslüman devleti daha kurulmuş bulunmasına çok seviniyorum. Yedi sene evvel kurulmuş olan Pâkistân, vaziyetini tamamiyle sağlamlaştırmaya muvaffak olmuştur. Başlangıçta çektiğiniz birçok müşkîlâttan sonra, artık memleketiniz feraha kavuşmuştur ve sür'at ile terakkî etmektedir. Pâkistânın âtîsi, geleceği çok parlaktır. Ben memleketime döndüğüm zaman, vatandaşlarıma sizlerin ne kadar nâzik, kibâr, cömerd ve misâfirperver olduğunuzu uzun uzadıya anlatacağım. Bana karşı gösterdiğiniz büyük muhabbeti hiç bir zaman unutmıyacağım). Bu sözlerimi Allâme Sâhib, urdu diline tercüme edince, câmideki bütün müslümanların yanıma koşarak, ellerimi sıkmaya ve beni tebrîk etmeye başladıklarını büyük bir zevk ile gördüm. Kalblerinden gelen bu candan kardeşlik tezâhürü, beni son derece mesrûr etti. Ben artık tamamiyle müslüman kardeşler câmiasına girdiğimi görüyor ve kendimi çok bahtiyar his ediyordum. )
Pâkistânlı müslüman kardeşler, bana islâmiyetin yalnız nazariyyelerden ibâret olmadığını gösterdiler ve isbât ettiler ki, islâmiyet her şeyden önce ahlâk güzelliğidir ve bir insanın iyi bir müslüman olması için, çok temiz ahlâklı olması lâzımdır.
Şimdi ikinci suâle, yâni (sizi islâmiyete en çok ne çekti?) suâlinize cevap vereyim:
Beni müslüman olmaya sevk eden ve bütün kalbimle İslâm dînine bağlıyan husûslar şunlardır:
1)Tek Allahın varlığı. İslâmiyet, bir tek büyük hâlık tanır. Bu büyük yaratıcı ne doğmuştur, ne doğurur. Bir tek yaratıcıya inanmak kadar mantıkî ve mâkul ne vardır?En basît düşünceli bir insan bile, bunu doğru bulur ve buna îman eder. İsmi Allah olan bu tek büyük yaratıcı, en büyük ilmin, en büyük hikmetin, en büyük kudretin ve en büyük güzelliğin sahibidir. Merhamet ve şefkati de sonsuzdur.
2)Allahü teâlâ ile kul arasında kimsenin bulunmayışı, İslâmiyette kul, rabbi ile karşı karşıya gelir ve doğrudan doğruya Ona ibâdet eder. Allahü teâlâ ile kul arasına, kimsenin girmesine lüzûm yoktur. İnsanlar, gerek dünyada, gerek âhirette yapılması gereken husûsları, Allahü teâlânın kitabı olan Kur'an-ı kerimden, hadis-i şeriflerden ve islâm âlimlerinin kitaplarından öğrenirler. Yaptıkları işlerin Hesabını yalnız Allahü teâlâya verirler. Bir insanı ancak Allahü teâlâ mükâfâtlandırır veya cezâlandırır. Allahü teâlâ, hiçbir kulunu, yapmadığı bir işten mes'ûl tutmaz ve hiçbir kuluna yapamıyacağı bir işi emretmez.
3)İslâmiyetteki büyük merhamet. Bunun en açık ifâdesi, Kur'an-ı kerimdeki (Zor ile müslüman yapmak yoktur) meâlindeki âyettir. Peygamberimiz Muhammed, bir müslümanın ilim öğrenmek için, Îcap ederse, en uzak yabancı memleketlere gitmesini emretmektedir. Müslümanlara, müslümanlıktan evvel gelen hak dinlerin bozulmıyan kısmlarına hurmet etmeleri de emrolunmaktadır.
4) Hangi ırktan, hangi milletten ve renkten olursa olsun, bütün müslümanların kardeş sayılması. Dünyada, yalnız müslümanlık bu büyük gayeye vâsıl olmuştur. Hac zamanında, dünyanın her tarafından gelen yüzbinlerce müslümanın aynı ihrâm örtüsüne sarılarak secdeye kapanması, bütün müslümanların kardeş olduklarını bildiren muazzam bir ifâdedir.
5) İslâmiyette maddiyat ile Mâneviyata aynı kıymetin verilmesi. Diğer dinlerde, yalnız ruhdan, Mâneviyattan ve anlaşılmaz bazı garîb husûslardan bahs olunur. Hâlbuki, İslâm dîninde hem beden, hem de ruh aynı derecede dikkat nazarına alınmış, insanlara yalnız ruh temizliği değil, beden temizliği için de lüzûmlu bütün husûslar emrolunmuştur. İnsanın ruhî inkişâfı, bedenî ihtiyacı ile birleştirmiş ve onun maddiyatına hâkim olarak, nasıl yaşaması Îcap ettiği, gayet açık bir sûrette beyan edilmiştir.
6) İslâmın, alkolü ve uyuşturucu maddeleri ve domuz etini haram etmesi [yasaklaması]. Kanaatıma göre beşeriyyetin başına en büyük felaketleri getiren, alkol ve uyuşturucu maddelerdir. Bunları men etmesi, İslâmiyetin ne kadar muazzam bir din olduğunu ve zamanından ne kadar ilerde bulunduğunu göstermeye kâfîdir.
14 FAZLEDDÎN AHMED OVERİNG
(Hollanda)
Şark medeniyeti ile ilk münâsebetimin ne zaman başladığını, kat'î olarak tâyîn edemiyorum. Bu irtibât, evvelâ lisan sebebi ile meydana geldi. Çünkü ben şarklıların dillerini öğrenmek istiyordum ve bundan tahmînen 30 sene önce yâni daha 12, 13 yaşlarında iken, Arabî öğrenmeye başladım. Fakat bana yardım edecek kimse bulamadığımdan, bu iş çok ağır gidiyordu. Arabî öğrenirken Arablar ve İslâmiyet hakkında Avrupalılar tarafından yazılmış bazı kitaplar almıştım. Bunların çoğunda İslâmiyet hakkında tâm ve tarafsız bilgi verildiğini sanmıyorum. Buna rağmen Muhammed aleyhisselâm hakkında yazılan yazılar, bende Onun şahsiyyetine karşı büyük bir saygı doğmasına kâfî gelmişti. Fakat İslâmiyet hakkında öğrendiğim bilgiler, yanlış ve noksandı. Bana rehberlik edecek kimse de yoktu.
Nihâyet elime T. G. Browne tarafından yazılan (History of Persian Literature in Modern Times = Îrân yeni zaman edebiyat tarihi)isminde mükemmel bir eser geçti. Bu kitapta iki nefîs şiir buldum. Bunlardan biri Hâtıf İsfehânînin tercî'i bendi, diğeri Mohtaşim Kâshânînin heftbendi idi.
Hâtıfın şiirini okurken, ne büyük bir heyecan duyduğumu size tasvîr edemem. Bu şiir, kararsızlık ve ızdırâb içinde çırpınan ve kendisine selâmet yolunu gösterecek mürşid arıyan bir ruhu ne güzel tasvîr ediyordu! Bunu okurken bu büyük şairin sanki benden bahs ettiğini, benim hakîkati bulmak için yaptığım mücâdeleleri ifâde ettiğini sanıyordum. Şiirin her beytinde beyan edilen fikirleri tabî'î aynen kabûl edemiyordum. Fakat aşağıdaki beyt tamamiyle benim düşüncelerime cevap veriyordu:
Yalnız bir O vardır ve Ondan başka kimse yoktur,
Ondan başka ibâdete lâyık hiç bir ilah yoktur.
Ben, annemin arzusuna ve kendi merâkıma da uyarak, din tedrîsâtı yapan bir yüksek okula kayd olmuştum. Bu mektep, din dersleri vermekle berâber, müte'assıb değildi. Talebelerin fikirlerini serbestçe söylemelerine müsâ'ade ediliyor ve onların fikirlerine karşı büyük bir önem veriliyordu. Verilen din dersleri, ancak bir insanın bilmesi gereken ana bilgilerden ibâretti. Bütün bunlara rağmen, okulun son imtihanında bana sorulan (Dinler hakkındaki düşünceniz nedir?) suâline karşı benim (İslâm dînine karşı büyük bir hurmet duyuyorum) diye cevap vermekliğim, her hâlde mektep müdîrini hayrete düşürmüştü. O tarihlerde, ben islâmiyete karşı büyük bir sevgi duymakla berâber, îmanım tâm teşekkül etmemişti. Daha bir şeye karar veremiyordum. O zamana kadar bana kilisenin telkîn ettiği İslâm düşmanlığından tamamiyle kurtulamamıştım.
Bu sefer çok ciddî olarak ve Avrupalı yazarların kitaplarının te'sîri altında kalmıyarak, sırf kendi mantık ve düşüncem ile, İslâm dînini incelemeye başladım. O zaman, ne güzel hakîkatlerle karşılaştım! Birçok insanların, çocukken kendilerine telkîn edilen dinden uzaklaşarak, müslümanlığı niçin kabûl ettiklerini anlamaya başladım. Çünkü islâmın birinci mânası, insanın kendisi ve dünyası, Allahü teâlâya hâlis bir îman ve selâmet içinde olması, ikinci mânası ise, kendisini Allahına tamamiyle teslim etmesi ve Onun emirlerine itaat etmesi demekti. Kur'an-ı kerimde bu husûsta yazılı olan şeyleri aşağıda nakletmeye çalışacağım. Esas Arabîsinin o muhteşem âhenginden mahrum kalsa bile, gene bu sözler insanı çok cezb etmektedir.
Fecr sûresinin yirmiyedinci âyeti ve devamında meâlen, (Ey huzur içinde olan ruh! Sen Ondan, O da senden râzı olarak Allahına dön! Benim [sâlih] kullarımın arasına katıl, benim Cennetime gir!) buyurulmuştur.
İşte yalnız şu ifâde bile, İslâm dîninin, hıristiyanlık ve diğer dinler gibi birtakım hurâfelere bağlı olmayan tertemiz, dürüst ve hakîkî Allah dîni olduğunu göstermeye kâfîdir.
Hıristiyanların, insanların günahkâr olarak doğduğu ve yeni doğan bir çocuğun bile kendisinden evvel gelenlerin günahlarını taşıdığı hakkındaki akîdesine karşı Kur'an-ı kerimde En'âm sûresinin yüzaltmışdördüncü âyetinde meâlen, (Herkesin kazandığı kendisinedir, kimse başkasının yükünü [günahını] taşımaz) buyurulmuştur. A'râf sûresinin kırkikinci âyetinde ise meâlen, (Biz insana ancak gücü yettiği kadar yükleriz) buyurulmuştur. İnsan bunları okurken, bunların, Allah kelâmı olduğunu kalbinde duymakta ve müslümanlığa seve seve îman etmektedir. İşte ben böyle yaptım ve Allahü teâlânın en doğru dîni olan islâmiyeti seçtim ve seve seve müslüman oldum.
15 Hacı LORD EL-FÂRÛK HEADLEY
(İngiliz)
(Bir Lord olan Headley Asâletmeab ünvânına sahiptir. Sir George Allanson, 1855 tarihinde doğmuş olup, İngilterenin en eski bir âilesinden gelmiştir. İngilterede birçok mühim siyâsî vazîfelerde bulunmuş, aynı zamanda muharrir olarak da şöhret yapmıştır. Cambridge Üniversitesinden mezundur. 1877 senesinde lord pâyesini kazanmıştır. İngiliz ordusunda yarbay olarak vazîfe yapmıştır. Asl mesleği mühendislik olmasına rağmen, kuvvetli bir kaleme sahiptir. (Bir Avrupalının gözü açılıp müslüman oluyor) eseri, neşrettiği kitaplar arasında en meşhûrudur. Lord Headley, 1913 senesinde müslüman olmuş, Hacca gitmiş, Şeyh Rahmetullah-ı Fârûk adını almıştır. 1928 senesinde Hindistânı da ziyâret etmiştir. )
Niçin müslüman oldum?Belki bazı dostlarım ve arkadaşlarım, benim müslüman dostlarımın etkisi altında kalarak, müslüman olduğumu zannederler. Hâlbuki mes'ele hiç de böyle değildir. Müslümanlığı kabûl etmekliğim, uzun seneler süren tedkîk ve tefekkür netîcesidir. Ben, İslâm dînini, ancak çok iyi inceledikten ve onun hakkında tâm bir kanaat sahibi olduktan sonra, müslümanlarla temâs ettim ve onların da kendi dinleri hakkında tıpkı benim gibi îman ettiklerini görerek, iyi bir dîne girdiğimi anladım ve çok sevindim.
Kur'an-ı kerim, bir insanın bütün kalbi ile îman ederek, islâmiyeti kabûl etmesini emreder ve istemiyerek zorla dîne girmeyi red eder. Îsâ aleyhisselâm da, kendi havârîlerine, (Her hangi bir yere gittiğiniz zaman oradakiler sizi kabûl etmez ve dinlemezlerse, siz hemen oradan ayrılın, onları zorlamayın) demiştir. (St. Mark, 6-11)
Ben hayatta birçok muteassıb protestanlar gördüm ki, katolik talebe yurdlarına giderek, katolik talebeleri zorla protestan yapmaya çalışıyorlardı. Bu lüzûmsuz gayretler ve zorlamalar, birçok kavgalara, dargınlıklara, anlaşmazlıklara sebep oluyor, insanları birbirine düşman yapıyordu. Aynı mânasız işleri, hıristiyan misyonerler, müslümanlara karşı tatbîk ettiler. Müslümanları hıristiyan yapmak için, her şeyi göze aldılar. Onları türlü türlü vâsıtalarla aldatmaya çalıştılar.
Para, iş, mevkı' vaat ettiler. Hâlbuki, bu zevallı gâfiller bilmiyorlardı ki, Îsâ aleyhisselâmın hakîkî emirlerini en iyi tatbîk ve tasdik eden din, islâmiyettir. Hıristiyanlık o kadar bozulmuştur ki, Îsâ aleyhisselâmın telkîn ettiği hakîkî nasrâniyyet ortadan gayb olmuş, onun telkîn ettiği bütün insânî husûslar unutulmuştur. Bunlar, bugün ancak islâmiyette vardır. O hâlde, ben müslüman olmakla hakîkî, temiz nasrâniyyete de kavuştum. Çünkü Îsâ aleyhisselâmın emrettiği kardeşlik, birbirine bağlılık, merhamet, hüsn-i zan, eli açıklık, bugünkü hıristiyanlarda değil, ancak müslümanlarda vardır. Size ufak bir misâl vereyim:Hıristiyan Atnasyan (athnasian) fırkası, hıristiyanlığın esasının üç ALLAHya (teslîse) inanmak olduğunu ve her hangi bir kimse aklından buna karşı ufacık bir şüphe bile geçirse, derhâl mahv olacağını ve eğer bir kimse dünya ve âhirette selâmete kavuşmak isterse, muhakkak (ALLAH, ALLAHnın oğlu ve Ruh-ul-kuds) gibi üç ilaha inanmak mecbûriyetinde bulunduğunu tekrarlayıp durmaktadır.
Başka bir misâl daha: Müslüman olduğum zaman, bana birisi bir mektûb yazdı. Bu mektûbda, (Siz, müslüman olmakla mahv oldunuz artık. Sizi kimse kurtaramaz. Çünkü, Allahın ilahlığına inanmıyorsunuz) diyordu. Bu zevallı adam, benim artık Allahü teâlâya inanmadığımı sanıyordu. Çünkü, onun kanaatine göre, Allahü teâlânın ilah olabilmesi için, muhakkak üçlü olması lâzım idi. Hâlbuki bu ahmak bilmiyordu ki, Îsâ aleyhisselâm da, temiz nasrâniyyeti teblîge başladığı zaman, Allahü teâlânın bir olduğundan bahs etmiş, hiç bir zaman, Onun oğlu olduğunu iddiâ etmemişti. İslâmiyet, (Ancak bir tek Allah vardır) demekle saf nasraniyyetin esas kâidesini ortaya koymuştu. Bugün, aklı başında olan bir insanın, bir tek Allahın varlığına inanması kadar mantıkî bir şey yoktur. Ben, müslüman olmakla hakîkî tek Allaha inanıyorum ve Îsâ aleyhisselâmdan sonra, onun temiz dînine eklenen birçok yalanları red ediyorum. Bu mektûbu yazan ve onun gibi düşünen insanlara, ancak acımak lâzımdır. Bugün hıristiyanlar, günden güne dinlerini terk ederek ateist (dinsiz) olmaktadırlar. Zîrâ bugünkü hıristiyanlık, normal, kültürlü bir insanı artık tatmîn edememektedir. İnsanlar, körü körüne efsânelere inanmamakta, hıristiyanlık akîdelerini şüphe ile karşılamaktadır. Buna karşılık, ben bütün hayatım müddetince, hakîkî bir müslümanın, dîninden şüphe ettiğini duymadım. Zîrâ İslâm dîni, insanların bütün ruhî ve bedenî ihtiyaçlarını, en mükemmel ve mantıkî tarzda tatmîn etmektedir.
Şuna emînim ki, binlerce hıristiyan erkek ve kadın, İslâm dînini incelemiş ve onu tamamiyle benimsemiştir. Fakat, resmen müslüman olunca, işlerini, memuriyyetlerini gayb edecekleri ve ahbâbları tarafından alaya alınacaklar korkusuyla bir türlü müslüman olmaya cesaret edememektedirler. Bizim mekteplerimizde, hâlâ islâmiyet, Allahü teâlâya inanmıyanların dîni olarak öğretilmektedir. Ben bütün arkadaşlarımın, ahbâblarımın beni (Ruhu mahv olmuş bir insan) olarak lânet edeceklerini göze alarak müslüman oldum ve yirmi senedir İslâmiyete iki elle sarılmış bulunmaktayım.
Müslümanlığı neden kabûl ettiğimi böylece kısaca anlattıktan sonra, tekrar edeyim ki, ben müslüman olmakla, aynı zamanda, çok daha doğru ve temiz bir Îsevî olmayı da başardım. Diğer hıristiyanlara da bir misâl olmak isterim. Müslüman olmak, onları hıristiyanlığa düşman yapmaz, aksine onlara hakîkî Îsevîliğin ne olduğunu öğretir ve onları yükseltir.
Cevap: Müslümanlığı seçenler
16 ABDULLAH ARCHİBALD HAMİLTON
(İngiliz)
(Sir Archibald Hamilton, İngilterenin tanınmış bir diplomatı olup, Birinci Cihan Harbinde deniz subayı olarak da vazîfe yapmıştır. Meşhûr bir âileden gelmekte olup, baronet (Baron adayı demektir) ünvânını taşımaktadır. 1923 senesinde İslâm dînini kabûl etmekle şereflenmiştir).
Büluğa vâsıl olduktan beri, İslâm dîninin sâdeliği ve billûr gibi berraklığı, beni dâimâ kendisine cezb etmişti. Bir hıristiyan olarak doğduğum ve bir hıristiyan terbiyesi aldığım hâlde, bâtıl akîdelere bir türlü inanmamış, dâimâ hakkı, hakîkati ve mantığı, körü körüne inanışlara tercîh etmiştim. Ben, bir tek Allaha, huzur ve ihlâs ile ibâdet etmek istiyordum. Hâlbuki ne Roma kilisesi (katoliklik), ne de İngiliz kilisesi (protestanlık), bunu bana sağlıyamıyordu. İşte bu sebep ile beni tâm tatmîn eden müslümanlığı, vicdânımın telkînine uyarak kabûl ettim ve ancak ondan sonra, kendimi Allahü teâlânın hakîkî kulu ve daha iyi bir insân olarak his etmeye başladım.
Ne yazık ki islâmiyet, birçok hıristiyanlar, câhiller tarafından, yanlış, uyuşturucu ve yalan, uydurma bir din olarak anlatılmıştır. Hâlbuki, Allahü teâlâ indinde hak din islâmiyettir. İslâmiyet, kuvvetlinin zayıflarla, zenginlerin fakirlerle birleşmesini sağlıyan mükemmel bir dindir. İnsanlar iktisâdî bakımdan esas olarak üç sınıfa ayrılırlar. Bu sınıflardan birincisi, Allahü teâlânın birçok nîmetlerle zengin ettiği kimselerdir. İkinci sınıf, hayatını kazanmak için çalışmak zorunda olanlardır. Bir de üçüncü sınıf vardır. Bu sınıfta bulunanlar, kendi kusurları olmadığı hâlde, kâfî derecede kazanamıyanlar, işsiz kalanlar, iş yapamaz hâle gelenlerdir ki, fakirlik ve zarûret içindedir. İşte İslâm, bu üç sınıfın da birbiriyle kaynaşmasını sağlar. Zengin olanın fakire yardım etmesini emreder. Zilletin, ızdırabın ortadan kaldırılması sebeplerini ihsân eder.
İslâm dîni aynı zamanda insanların çalışma kudretine, şahsî gayretine ve iş görmek kabiliyyetlerine de önem verir. İslâm kanûnuna göre sahipsiz bir erâzîyi fakir bir çiftçi, belirli bir zaman kendi gayreti ile işlerse, erâzî onun olur. İslâm dîni, yıkıcı değil, yapıcıdır.
İslâm dîni, kumarı ve ona benziyen bütün kötü, zararlı oyunları men eder. İslâm dîni, insanı sarhoş eden bütün içkileri de men eder. Hakîkaten dünyada insanların başına gelen felaketlerin çoğunun sebebi, kumarla içkidir.
Biz müslümanlar, herşeyin kader elinde esîr olduğuna inanan kimseler değiliz. İslâmda bahs konusu olan (kader), hiç bir şey yapmadan, ağzını havaya açarak her şeyi Allahü teâlâdan beklemek demek değildir. Tâm bunun aksine, Kur'an-ı kerimde Allahü teâlâ dâimâ çalışmağı emretmektedir. İnsan bütün gayreti ile çalışacak, bütün zâhirî sebeplere yapışacak, ancak ondan sonra Allahü teâlâya tevekkül edecektir. Çalışmadan önce değil, çalışırken, başarabilmek, kazanmak için, Rabbine yalvararak, Ondan yardım bekliyecektir. İslâmın (Hayr ve Şer [iyilik ve fenalık] Allahü teâlâdan gelir)akîdesi, herşeyi Allahü teâlâ yaratır demektir. İslâmiyette (Hiç bir şey yapmadan boş durmak) diye bir şey yoktur. Kader, olacak herşeyi, Allahü teâlânın ezelde bilmesi ve bildiklerini, zamanları gelince, yaratması demektir.
İslâmiyet, insanların günahkâr olduğu, günah ile doğduğu ve bütün hayatı müddetince kefaret vermeye mecbûr olduğunu, aslâ kabûl etmez. İslâmiyet, insanların, erkek ve kadın olarak, Allahü teâlânın kulları olduğunu, kadın erkek arasında zekâ, akıl, düşünce ve ahlâk bakımından mühim fark bulunmadığını beyan eder. Ancak, erkekler daha güçlü, kuvvetli yaratıldıkları için ağır, yorucu işler ve nafaka temîni bunlara verilmiş, kadınlar, daha rahat, daha neşeli bırakılmak sûreti ile mes'ûd kılınmıştır.
İslâmın bütün müslümanları birbiri ile nasıl kardeş yaptığı hakkında fazla bir şey söylemek istemiyorum. Zîrâ bütün dünya müslümanların nasıl birbirini sevdiklerini, birbirlerine mu'âvenet, yardım ettiklerini bilir. Müslümanlıkta, zengin, fakir, soylu, köylü, memur, işçi, tüccâr, herkes Allahü teâlânın huzurunda birdir ve birbirinin kardeşleridir. Ben, hangi müslüman memleketine gitti isem, kendimi kendi evimde ve kardeşlerimin yanında his ettim.
Son olarak şunu söyliyeceğim:İslâmiyet, insanları bütün gün boyunca hem dürüst çalışmaya ve hem de Allahü teâlâya karşı kulluk, ibâdet vazîfesini yapmaya dâvet eder. Bugünkü hıristiyanlık ise, insanları yalnız Pazar günü, güyâ duâ etmeye, diğer günlerde ise, Allahü teâlâyı tamamen unutarak, dünya işlerine, günahlara sevk eder.
İşte, bütün bunlar için müslüman oldum ve müslüman olduğum için iftihâr ediyorum.
17 CELÂLEDDÎN LAUDER BRUNTON
(İngiliz)
(Meşhûr bir âileden gelen ve baronet ünvanını taşıyan Sir Brunton, Oxford Üniversitesinden mezun olup, neşriyatı ile şöhret yapmıştır. )
Bana niçin müslüman olduğumu bildirmek fırsatını verdiğiniz için, size minnet borçluyum. Ben, hıristiyan bir anne ve babanın te'sîri altında büyüdüm. Genç yaşımda, ilâhiyyat ile de meşgûl oldum. Misyonerlerle tanıştım ve onların yabancı memleketlerdeki faaliyetleri ile yakından alâkadâr oldum. Kalbimden onlara yardım arzusu gelmişti. Resmen bir vazîfe almadan, onlarla birlikte seyâhate çıktım. Doğrusunu söylemek gerekirse, din dersleri aldığım hâlde, hıristiyanlığın (insanların günahkâr olarak dünyaya geldiği ve dünyada muhakkak çile çekmesi Îcap ettiği) nazariyyesi, bana garîb geliyordu. Bu nazariyyeye isyân ediyordum. Bu sebep ile yavaş yavaş hıristiyanlıktan nefret etmeye başlamıştım. Zîrâ ben, kendisinde her şeyi yaratabilmek kudreti bulunan Allahü teâlânın yalnız günahkâr mahlûklar yaratmasını, Onun kudret ve merhametine yakıştıramıyor, bunun için, Allahü teâlâyı böyle tavsîf eden bir dînin hakîkî olamıyacağını düşünüyordum. Acaba başka dinler bu husûsta ne telkîn ediyor diye, diğer dinleri de tedkîk etmeye karar verdim. Kalbimde, âdil, merhametli, müşfik bir ilâha büyük bir ihtiyaç duyuyor, böyle bir Allahı arıyordum. Acaba, Îsâ aleyhisselâmın getirdiği hakîkî nasrânî dîni bu muydu?Yoksa Onun telkîn ettiği temiz din, zamanla bozulmuş muydu?Bunları düşündükçe, kalbimdeki şüpheler çoğalıyor, o zaman, bugün mer'î olan Kitap-ı mukaddesi tekrar elime alıyor, karıştırmaya başlıyor ve her defasında içinde birçok eksikler ve anlaşılmaz husûslar bulunduğunu görüyordum. Sonunda, bende şu kanaat hâsıl oldu ki, bu kitap Îsâ aleyhisselâmın yaydığı hakîkî dînin kitabı değildir. İnsanlar, İncîle birçok yanlış kâideler koymuşlar ve Allahü teâlânın doğru kitabını bozmuşlardır.
Ben bu kanaate vardıktan sonra, artık misyonerle berâber gittiğimiz memleketlerde rastladığımız insanlara, elimizdeki İncîli okuyacak yerde, başka telkînlerde bulunuyordum. Onlara ALLAH, ALLAHnın oğlu ve Ruh-ul-kuds gibi üçlü ALLAHdan bahs etmek yerine, insanlarda, beden öldüğü zaman ölmez bir ruh bulunduğundan, insanları bir büyük hâlıkın yarattığından, bu büyük hâlıkın insanları günahları sebebi ile hem bu dünyada hem de âhirette cezâlandıracağından, ancak çok merhametli olan bu büyük hâlıkın, eğer insanlar yaptıklarına pişman olursa, onların günahlarını affedeceğinden bahs ediyordum.
Gün geçtikçe, artık tamamen tek Allaha inanmaya başlamıştım. Hakîkate tâm varmak için, daha derinlere inmek istiyordum. İşte bu zaman, islâm dînini tedkîk etmeye başladım. Bu din, beni o kadar cezb etti ki, bütün günümü ona vakf ettim. Bulunduğum mahal, Hindistânda şehirlerden uzak, kimsenin ismini bile duymadığı Ichra adında bir köydü. Bu köyde yaşayanlar, pek fakir, pek sefîl tabakadan insanlardı. Onlara, sırf Allahü teâlânın rızası için tek ve merhametli bir hâlıkın var olduğunu anlatmaya, dünyada tâkîb etmeleri gereken doğru yolu öğretmeye çalışıyordum. Onların birbiri ile kardeş olduklarını, temizliğe çok önem vermek lâzım olduğunu da öğretmeye uğraşıyordum. Ne garîb ki, bütün bu öğretmeye çalıştığım husûslar, hıristiyanlıkta değil, ancak müslümanlıkta vardı ve ben bir hıristiyan misyoner gibi değil, tâm bir müslüman din adamı gibi telkînlerde bulunuyordum.
Bu ıssız, tenhâ yerde ve bu câhil halk arasında nasıl uğraştığımı, ne kadar fedakârlık yaptığımı, ne gibi müşkilât ile karşılaştığımı size uzun uzadıya ifâde edecek değilim. Bütün düşüncem, bu zevallı insanları ruhen ve bedenen temizliğe kavuşturmak, onlara büyük bir hâlıkın varlığını öğretmekten ibâretti.
Yalnız kaldığım zaman, Muhammed aleyhisselâmın hayatını inceliyordum. Onun hakîkî hayatı hakkında İngilizce pek az kitap yazılmış ve Onu tenkid etmek, lekelemek ve bu büyük Peygamberi yalancılıkla ithâm etmek için, hıristiyanlar tarafından ne yapılmak lâzımsa yapılmıştı. Fakat, ben şimdi bu düşmanca yazılı kitapların te'sîrleri altında kalmadan, islâmiyeti tâm bir insâf ile inceliyordum. Bu tedkîklerim sürdükce, islâmiyetin, tek Allahı ve hakîkati en doğru olarak ortaya çıkaran hak din olduğunu kabûl etmek lâzım geldiğini iyice anladım.
Muhammed gibi bir büyük Peygamberin, insanlığa yaptığı hizmetleri öğrendikce, Onun peygamberliğini inkâr etmenin imkânı yoktu. O muhakkak Allahü teâlânın Resûlü idi. O ancak; Allahü teâlânın lutfü ile, vahşet ve cehâlet içinde yaşayan, birçok putlara tapan, hurâfelere inanan, yarı çıplak bir hâlde, birçok kadınlarla hayvanca bir hayat süren Arabları, kısa bir zaman içinde, Allahü teâlâya îman eden, medenî, temiz, dürüst, kadına hak tanıyan, iyi ve yumuşak huylu insanlar hâline getirdi. Bir insan, Allahü teâlânın lutfü, yardımı olmadan böyle birşeyi hiç bir zaman başaramaz. İçinde birkaç yüz kişi bulunan bu köyde, benim ne kadar zahmet çekerek uğraştığımı ve hâlâ bu zevallı insanları doğru yola sokamadığımı düşündükçe, Muhammedin eseri, gözümde gittikce daha büyüyordu. Hayır, ancak Allahü teâlânın Resûlü böyle bir işi başarabilirdi. Onun Peygamberliğine cân ve gönülden inanmak lâzımdı.
İslâm dîninde bulunan, daha pek çok güzel husûslardan ayrıca bahs etmeye lüzûm görmüyorum. Çünkü, Allahü teâlâyı ve Muhammed aleyhisselâmın peygamberliğini kabûl ettikten sonra, artık bir insan müslüman olmuş demektir. O günlerde, müslüman bir Hindli beni ziyârete gelmişti. Mian Amiruddîn ismindeki bu kibar zat ile İslâm dîni üzerinde uzun uzadıya mubâheseler yaptık. Bu konuşmalar bana son cesareti verdi ve müslüman olmayı kabûl ettim.
Ben, müslümanlığın hakîkî Allah dîni olduğuna, sâdeliğine, af ve şefkatine, samîmiyyetine, müslümanları birbirine kardeş saydığına ve birgün bütün dünyayı birbirine bağlıyacağına inanıyorum.
Artık hayatımın sonuna vâsıl oldum. Bundan sonra, ölünceye kadar kendimi islâmiyete hizmet etmeye adadım.
Cevap: Müslümanlığı seçenler
18 Prof. Baron HÂRÛN MUSTAFÂ LEON
(İngiliz)
(Prof. Baron Leon, İngilterenin tanınmış meşhûr bir âilesinden olup, baron pâyesini hâizdir. Felsefe doktoru ve başka ilmî ünvanlar sahibi olan Prof. Leon, 1882 senesinde müslüman olmuştur. Kendisi Avrupada ve Amerikada birçok ilim cemiyetlerinin azası bulunmaktaydı. Bilhâssa lisan ve edebiyat sâhasında büyük ihtisas sahibi olan Prof. Leon, (Isle) mecmû'asında (İnsan lügat etimolojisi) isminde neşriyatı ile bütün dünyanın dikkatini üzerine celb etmişti. Amerikadaki Potomac Üniversitesi bu neşriyat üzerine kendisine (İlmler Masteri = Master of Sciences) ünvânını verdi. Prof. Leon, aynı zamanda bir geoloji mütehassısıdır. Birçok tanınmış müesseselerin dâvetlisi olarak, bu sâhalarda da kıymetli konferanslar vermişti. 1875 de kurulmuş olan (Milletler Arası Lügat, İlm ve Güzel Sanatlar = Société İnternationale de Philologie, Science et Beaux-Arts) Cem'ıyyetinin umûmî kâtibliğine seçildi. (The Philomeths) isminde mecmû'a çıkarmaya başladı. Prof. Leona, Sultan İkinci Abdülhamîd, Îran Şâhı ve Avusturya İmparatoru tarafından birçok nişanlar verilmiştir. )
İslâm dîninin en mükemmel esaslarından biri, bu dînin müslümanlardan hiç bir zaman aklın ermediği bir şeyi taleb etmemesidir. İslâmiyet tamamen akla ve mantığa uygun olarak teblîg edilmiş bir dindir. Diğer dinler ise, insanlardan bir türlü anlıyamadıkları, akıllarına sığmayan, inanamadıkları îtikatları zorla kabûl etmelerini istemektedir. Hıristiyanlıkta bu husûsta ancak kilisenin otoritesi, hâkimiyyeti müessir olmaktadır. Hâlbuki müslümanlara, her şeyi akıl ile araştırması ve ancak ondan sonra îman etmesi emrolunmaktadır. Muhammed aleyhisselâm, şöyle buyurmaktadır: (Allahü teâlâ, akla ve mantığa muvâfık olmayan hiç bir şey yaratmamıştır). Diğer bir hadis-i şerifte ise şöyle buyurmaktadır: (Ben size kat'î olarak söylüyorum ki, herhangi bir insan namaz kılsa, oruç tutsa, zekât verse, hacca gitse de ve dînin îcâbı bütün husûsları yapsa bile, ancak Allahü teâlânın ona ihsân ettiği akıl ve mantığı kullanma derecesine göre mükâfâtlandırılır. )
Îsâ aleyhisselâmın neşrettiği temiz dinde de, buna benzer kâideler vardı. Meselâ, (Her şeyi önce tecrübe et! Ancak iyi olanı kabûl et) gibi. Fakat zamanla bunlar unutuldu. Kur'an-ı kerimde “Cuma” sûresinin beşinci âyetinde meâlen, (Kendileri Tevrâtı öğrenmek ve mûcibi ile amel etmeye memur oldukları hâlde, onun ile amel etmiyen kimselerin hâli, sırtına kitap yüklenmiş merkebin hâli gibidir) buyurulmaktadır.
Ali şöyle buyuruyor, (Dünya karanlıktır. İlm nûrdur! Fakat, doğru olmıyan bilgi ancak gölgedir. )
Müslümanlar, (İslâmiyet, hakîkatin tâ kendisidir) diye îman etmekte, İslâmın nûrunun ancak ilim ve mantık sâyesinde parladığını, bu bilginin ancak hakîkat ile meydana geldiğini, bu hakîkati ise, insanların ancak Allahü teâlânın vergisi olan akl-ı selîm ile meydana çıkardıklarını söylemektedirler.
Allahü teâlânın insanlara büyük bir lutf olarak gönderdiği son peygamberi Muhammed aleyhisselâm, vefâtına kadar, onlara tutacakları doğru yolu göstermişti. Son günlerinde şöyle bir hâdise cereyân etti:
Muhammed aleyhisselâm vefâtından birkaç gün evvel, başını sevgili zevcesi Âişenin dizlerine dayamış, dalgın bir hâlde istirâhat ediyordu. Medînede bütün halk Resûlullahın hastalığına üzülmüş ve onun gün geçtikce kuvvetten düştüğünü görünce, büyük bir Ümitsizliğe kapılmıştı. Erkekler, kadınlar, çocuklar, hüngür hüngür ağlıyorlardı. Ağlayanlar arasında beyaz saçlı, solgun benizli, yaşlı muhâribler de vardı. Peygamberimiz Muhammed Mustafâ el-emîn, onların kumandanı, rehberi, lideri, dostu, çobanı, sırdaşı, fakat her şeyden evvel, teblîg ettiği islâmiyet sâyesinde onları karanlıktan hakîkat nûruna kavuşturan büyük Peygamberi idi. İslâmiyet ile birlikte onlara huzur ve emniyyet getiren bu mübârek Peygamber artık onlara vedâ' etmekte idi. “Peygamberimiz ölüyor” diye düşündükçe kalbleri bir demir kıskaçla sıkılıyor, gözlerinden yaşlar dökülüyor, büyük bir Ümitsizliğe kapılıyorlardı.
Nihâyet her şeyi göze alarak, bu Ümitsizlik içinde Onun huzuruna çıktılar. Gözlerinden yaşlar akıtarak: (Yâ Resûlallah ! Sen çok hastasın. Olabilir ki, Allahü teâlâ seni huzuruna çağıracaktır ve bizden ayrılacaksın. O zaman, biz sensiz ne yaparız?) diye sordular.
Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm, (Elinizde mürâceat için Kur'an-ı kerim vardır) buyurdu. (Yâ Resûlallah, Kur'an-ı kerimin birçok işlerde bize rehber olacağı muhakkaktır. Fakat eğer aradığımızı orada bulamazsak ve sen de bizden ayrılmış isen, kim bizim rehberimiz olacak?) dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz onlara, (Size söylediklerim gibi hareket ediniz!) buyurdu. (Yâ Resûlallah ! Sen bizden ayrıldıktan sonra, büsbütün yeni bazı mes'eleler meydana çıkar ve senin hadislerin içinde bunlar hakkında bir şey bulamazsak ne yaparız?) diye sordular.
Peygamberimiz, mübârek başını yavaş yavaş yastıktan kaldırdı ve onlara şu sözleri söyledi: (Allahü teâlâ, her kuluna şahsî bir rehber vermiştir. Bu rehber, akl-ı selîmi ve vicdânın bulunduğu kalbidir. Eğer bu rehberi iyi ve doğru olarak kullanırsanız, hiç bir zaman doğru yoldan ayrılmazsınız ve Allahü teâlânın rahmetine kavuşursunuz!). (İstefti kalbek, Fe-innehâ teskünü bil-helâl). İşte, seçmiş olmakla iftihâr ettiğim, islâm dini. Bu din, tâm akıl ve mantık üzerine kurulmuş hakîkî Allah dînidir.
Mâlu mülke olma magrûr, deme var mı ben gibi!
bir muhâlif yel eser, savurur harman gibi.
19 WILLIAM PICKHARD
(İngiliz)
Bir hadis-i şerifte, (Her çocuk müslümanlığa uygun ve elverişli olarak doğar. Bunları sonradan anaları, babaları yahudi, hıristiyân veya mecûsî yapar) buyurulmaktadır. Ben de, o hâlde, müslüman olarak doğmuştum. Ancak, bunun böyle olduğunu anlamaklığım için, aradan birçok seneler geçti. Ben daha çocukken, geçmiş zamanla çok ilgilenirdim. Üniversiteyi bitirdikten sonra, muharrirliğe başladım. O zamanlar tanınmış bir yazar değildim. Ne olacağım da belli değildi. Bana hıristiyân olarak, Allah ve Allaha ibâdet etmek hakkında bazı şeyler öğretmişlerdi. Ben, yalnız onların öğrettiklerine değil, tarihte okuduğum, kibarlık ve cesaret nümûnesi olan her şahsiyyete karşı, âdetâ ibâdete benzer bir râbıta duyuyordum. Nihâyet bana, o zamanlar İngilterenin bir müstemlekesi olan Ugandada bir memuriyyet verildi. Afrikaya gidince, burada hayatın büsbütün başka olduğunu gördüm. Buradaki insanların yaşama tarzı, dünyada zuhûr eden hâdiselere karşı teessürleri, birbirlerine karşı olan muameleleri, İngilterede düşündüğüme ve tahmîn ettiğime hiç uymuyordu. Buradaki insanlar, çok ibtidâî ve güç olan hayat tarzlarını ve karşılarına çıkan türlü türlü müşkilâtı büyük bir tevekkül ile karşılıyorlar, en Ümitsiz zamanlarda bile, neşelerini gayb etmiyorlar, kendileri ne kadar fakir olursa olsun, birbirlerine yardım etmekten çekinmiyorlardı. Onlar birbirlerine, bizim gibi insanların anlıyamıyacağı bir sevgi ve şefkat ile bağlanmışlardı. Şark, esasen beni okulda çok ilgilendirmişti. Cambridge'de (Bin bir Gece) masallarını zevkle okumuştum. Şimdi Afrikada hakîkî şarklı yanında, bu kitabı tekrar elime aldım. Ugandada geçirdiğim bu güç ve zor hayat, beni şarklılara yavaş yavaş yaklaştırdı. Şimdi binbir gece masallarını okurken, onları Ugandalılar ile mukâyese ediyor ve âdetâ onlarla birlikte yaşıyordum.
Ben artık buradaki hayata alışmışken, Birinci Cihân Harbi patlak verdi. Asker olmak için alâkalı makama mürâca'at ettiğim zaman, sıhhatimin bozukluğundan dolayı beni askere almadılar. Sıhhatim biraz düzelince, tekrar başvurdum. Bu sefer beni kabûl ettiler ve Fransaya, Alman cebhesine yolladılar. 1917 deki korkunç Somme muhârebelerine katıldım. Bu muhârebelerde yaralandım ve Almanlara esîr düştüm. Almanlar beni Almanyaya götürüp orada hastahâneye yatırdılar. Bu hastahânede çok korkunç şeyler gördüm. İnsanlar bu harbler yüzünden ne kadar perîşân oluyorlardı. Hastahâneye birçok rus esîrleri getirmişlerdi. Bunlar dizanteriden bitkin bir hâle düşmüşlerdi. Almanyada yiyecek vaziyeti çok kötü idi. Esîrlere, hastalara kâfî yiyecek veremiyorlardı. Ben açlıktan kıvranıyordum. Sağ kolumdaki ve sağ bacağımdaki yara bir türlü iyileşmiyordu. Çolak ve kötürüm olmuştum. Almanlara başvurarak, bu hâlimle artık hiçbir zaman muhârib olarak bir işe yaramıyacağımdan, İsviçredeki esîr mübâdele komisyonu vâsıtası ile beni memleketime göndermelerini ricâ ettim. Almanlar muvâfakat ettiler. Beni İsviçreye yolladılar. İsviçrede beni tekrar hastahâneye yatırdılar. Kolum, bacağım işe yaramaz hâle gelmişti. Şimdi ben ne olacaktım?Hayatımı nasıl kazanacaktım?Bunları düşündükce, sonsuz bir Ümitsizliğe kapılıyordum. İşte, tâm bu ruh hâleti içinde iken, aklıma Ugandada satın aldığım bir kitapta okuduğum, Kur'an-ı kerimden alınmış bazı tesellî edici âyetler geldi. O zaman ben bunları büyük bir alâka ve çok muhabbet ile okumuş, tekrar okumuş ve hemen hemen ezberlemiştim. Bunları kalbimden geçirmeye ve her gün birçok defalar tekrar etmeye başladım. O zaman, kalbime bir ferahlık çöküyor, Ümit kapıları açılmaya başlıyordu. Hakîkaten de öyle oldu. İsviçreli doktorlar, beni bir kere daha ameliyyât ettiler. Bacağım düzelmeye başladı. Ben bunu Kur'an-ı kerime borçluydum. Yürümeye başlar başlamaz, ilk işim hemen bir kitap evine giderek, Savarynin bir Kur'an-ı kerim tercümesini satın almak oldu. [Bu kitap, hâlâ benim en kıymetli bir arkadaşımdır. ] Bu sefer Kur'an-ı kerim tercümesini baştan aşağı okumaya başladım. Okudukca kalbim ferahlıyor, ruhum yükseliyor, sanki muazzam bir nûr kitlesi derûnuma nüfûz ediyordu. Ayağım tamamiyle düzelmişti. Fakat sağ kolum hareketsiz kalmıştı. Bunun üzerine Kur'an-ı kerimin emrettiği gibi, Allahü teâlâya tevekkül ederek, sol elimle yazmağı öğrendim. Bu tevekkül sâyesinde, bu iş çok kolay oldu. Sol elimi kullanmağı öğrenince, ilk yaptığım iş, sol elimle Kur'an-ı kerimin âyetlerini yazmaya başlamak oldu. Vaktiyle bir islâm kitabını okurken, oradaki bir hikâye üzerimde büyük bir te'sîr yapmıştı. Bu hikâyede, bir mezarlıkta, kabirlerin yanında kalmış bir gencin, etrâfındakilerin hiç farkına varmadan ve nerede olduğunu da düşünmeden Kur'an-ı kerim okuduğundan bahs olunuyordu. İşte ben de, kendimi onun yerine koyuyor, kendimi Allahü teâlânın lutfuna teslim ediyor ve Kur'an-ı kerim okuyordum. Yâni artık ben müslüman olmuştum.
1918 senesinde Londraya döndüm. 1921 senesinde Londra Üniversitesinde Arabî dersleri almaya başladım. Birgün bana Arabî öğretmenim Iraklı Bay Belşah, Kur'an-ı kerimden bahs etti. (İnanıp inanmamakta serbestsiniz. Fakat onun çok enteresan ve tedkîk etmeye lâyık bir kitap olduğunu göreceksiniz) dedi. Ben ona, (Kur'an-ı kerimi biliyorum, onu okudum ve hem de çok okudum ve ona inanıyorum) deyince, hayretler içinde kaldı. Birkaç gün sonra beni Notting Hill Gatede bulunan Londra câmiine götürdü. Bir sene kadar oradaki ibâdetlere iştirâk ettim. 1922 senesinde resmen müslüman oldum.
Şimdi 1950 senesindeyiz. Bugüne kadar islâmiyetin emrettiği her husûsa iki elle sarıldım ve bundan büyük bir lezzet duydum. Allahü teâlânın kudretinin, rahmetinin ve inayetinin hudûdu yoktur. Hayat yolunda bizim taşıyabileceğimiz ve öteki dünyaya da götürebileceğimiz biricik servet, Allahü teâlâya hamd ve senâ etmek, [Ona minnet bildirmek] ve O yüce kudret sahibine sevgi ile bağlanmak, Ona ibâdet etmektir.
20 Bayan MES'ÛDE STEINMANN
(İngiliz)
Müslümanlık kadar kolayca anlaşılabilen ve insâna cesaret veren başka bir din yoktur. Hayatta, insan ruhunu rahat ve huzura kavuşturan, insana, hâlinden memnûn olarak yaşamağı ihsân eden ve onu öldükten sonra ebedî saadete ve selâmete ulaştıran biricik din, islâmiyettir.
İnsan, Allahü teâlânın yarattığı muhtelif mahlûklardan biridir. Muhakkak, diğer mahlûklarla arasında bir bağ vardır. İnsan, Allahü teâlânın yarattığı en mükemmel bir mahlûktur. Ona böyle fazîlet veren, onda bir ruh olmasıdır. İnsanın ruhu, onu dâimâ daha yükseklere götürmeye gayret eder. Ruhu temizliyen ve besliyen ise ancak dindir.
Acaba insan ile onu yaratan büyük kudret sahibi arasında ne gibi bir râbıta vardır?Bunu şüphesiz din bildirmektedir. Ben din hakkında muhtelif âlimlerin neler söylediklerini tedkîk ettim. Aşağıda birkaç misâl veriyorum:
Carlyle'in (Kahramanlar ve Kahramanlara Tapınanlar) eserinden:
(Bir insanın dîni, onun kalbinin îman ettiği bir husûs, onun en bâriz bir sıfatıdır. Din öyle bir şeydir ki, insanın doğrudan doğruya kalbine gider. Onun dünyadaki faaliyetlerini ayarlar. Ona vazîfelerini bildirir. Gideceği yolu gösterir ve onun âkıbetini (sonunu) tâyîn eder).
Chesterton'un, (Düşünülecek Olursa) kitabından:
(Din, bir insanın, kendinin veya başkalarının varlığında neler bulunduğu hakkında elde ettiği en yüce gerçeği ifâde eder).
Ambroce Bierce'nin (Şeytanın Sözlüğü) eserinden:
(Din, insanlara, bilmedikleri birçok şeyleri öğreten, onlara hem korku, hem Ümit aşılayan bir kaynaktır).
Edmude Burke'un, (Fransa İhtilâli) ismindeki kitabından:
(Bütün hakîkî dinlerin emrettiği husûs, Allahü teâlânın emirlerine itaat, Onun şeriatine hurmet ve îtibar ve böylece mümkün olduğu kadar Onun rızasına yaklaşmaktır).
Swedenborg'un (Hayat Doktrini) eserinden:
(Din demek, iyilik yapmak demektir. Dînin varlığı iyiliktir. )
James Harrigton'un (Okyanus) kitabından:
(İster ondan korksun, isterse ondan tesellî bulsun, dünyada herkesin az veya çok, dinle irtibâtı vardır. )
Dünyada herkes birçok defalar bilmediği, anlıyamadığı, îzâh edemediği husûslarla karşılaşır. İşte bunları ona îzâh eden, ona tâm bir îman, itimat bahş eden, ancak dindir.
Ben niçin islâm dîninin dünyadaki dinlerin en mükemmeli ve hak din olduğuna inanıyorum?Bunu şöyle îzâh edeyim:
Her şeyden önce, islâm dîni yüce, bir tek Allahdan başka ALLAH olmadığını, Onun doğmadığını ve doğurmadığını ve Ona benzer başka hiç bir hâlık bulunmadığını bildirir. Allahü teâlânın varlığını, birliğini, azametini ancak Allahü teâlâya yakışır bir azamet ile bildiren başka hiç bir din yoktur. Kur'an-ı kerimde Hûd sûresinin dördüncü âyetinde meâlen, ([Ey kullarım], dönüşünüz ancak banadır. Allah her şeye kâdirdir) buyurmakta, İsrâ sûresinin elli beşinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, göklerde ve yerde olan mahlûkatın hâllerini en iyi bilendir) buyurmakta ve Kur'an-ı kerimin diğer bütün sûrelerinde dâimâ Onun (tek hâlık olduğundan), (dâimî olduğundan), (sonsuz olduğundan), (her şeyin Ona mâlûm olduğundan), (en doğru hükmü veren hâkim olduğundan), (en büyük yardımcı olduğundan), (en merhametli bir hâlık olduğundan), (en büyük affedici olduğundan) bahs edilmektedir. Bunları okudukça, insanın Allahü teâlâya nasıl çekildiğini, Onun karşısında nasıl eridiğini ve Onun lutfüna nasıl sığındığını size tarif edemem. Kur'an-ı kerimde, Allahü teâlâ Hadid sûresinin onyedinci âyetinde meâlen, (Biliniz ki, Allahü teâlâ yer yüzünü [kuraklıkla] öldürdükten sonra [yağmurla] diriltir. [Ölü kalbleri de zikir ve tilâvetle diriltir. ] Akıl edersiniz diye bunları açık deliller ile size beyan ettik) buyurmuştur. Nâs sûresinde de, meâlen, ([Ey Muhammed !] Söyle ki, ben insanlardan ve cinden, insanın gönlüne vesvese veren şeytanın şerrinden, insanlara muhtaç oldukları şeyleri gönderen ve onları korkulu şeylerden koruyan ve ibâdet olunmaya hakkı olan mâlikime sığınırım) buyurmuştur.
Bu yüce sözleri okuyunca, insan nasıl olur da, bu büyük hâlıka inanmaz ve Ona sığınmaz?Bütün bunlar, insanın hayatta kaldığı müddetce, üzerinde onu koruyan çok merhametli bir hâlıkın bulunduğunu his ederek, rahata kavuşması ve doğru yolu tutması için kâfî gelmez mi?
İslâm, en doğru bir din olduğunu ve kendisinden evvel gelen dinlerin bütün doğru kısmlarını kendisinde topladığını açıkça bildirir. İslâmiyetin en büyük kitabı olan Kur'an-ı kerimde yazılı bütün husûsların, sâde, açık ve herkes tarafından anlaşılır mantıkî esaslar olduğunu söyler. Bunlar çok doğrudur. Hakîkaten, eğer Allahü teâlâ ile kul arasında âhenkli bir münâsebet te'sîs etmek, cismânî [bedenle ilgili] ve ruhanî husûsları âhenkli tarzda birbiri ile birleştirmek, dünyada ve âhirette huzur içinde kalmak istiyorsak, muhakkak islâm dînini kabûl etmemiz lâzımdır. Ancak İslâmiyet sâyesinde ruhen ve bedenen tekâmül ederiz.
Hıristiyanlık ancak ruhiyyat, vicdan ile meşgûl olur ve her bir hıristiyanın üzerine onun taşıyamıyacağı kadar ağır mânevi, vicdânî yükler koyar. Hıristiyanlık, insanı bir günahkâr olarak kabûl eder ve ondan, onun anlıyamıyacağı ve hiç bir mantığa sığmıyan kefaretler ister. Hâlbuki islâm dîni, yalnız sevgi üzerine kurulmuştur. Hıristiyanlıkta çok derin ilim adamları, insanların değişik ruh hâletlerini inceleyerek, onların üzerine yüklenmiş olan bu ağır yükler arasında belki bir parçacık Allah sevgisi bulabilir. Fakat bunlar da, bugünkü hıristiyanlıkta bu sevgi parçacığının bile birçok hurâfeler altında nasıl büsbütün gayb olduğunu görerek üzülürler. Coleridge bir kitabında, (Hıristiyanlığı fazla seven bir kimsenin, yavaş yavaş hıristiyanlıktan uzaklaşarak, kiliseyi daha fazla sevmesi ve sonunda kendini en fazla sevmesi bir hakîkattir) demektedir. Hâlbuki İslâmiyet bize, Allahü teâlâyı saymamızı, sevmemizi, yalnız Onun emirlerine uymamızı, bir yandan da, kendi aklımızı ve mantığımızı kullanmamızı emretmektedir. Hıristiyanlıkta bir miktâr hakîkat kalmıştır. İslâmiyette ise, herşey hakîkat üzerine kurulmuştur. Kur'an-ı kerimde, Allahü teâlâ, hangi ırktan, hangi renkten olursa olsun, bütün kullarına Yûnus sûresi yüzsekizinci âyetinde meâlen şunu beyan buyurmuşlardır: (de ki, Ey insanlar! Rabbinizden size hakîkat gelmiştir. Doğru yola giren ancak kendi kazancı için girmiş ve sapıtan da kendi zararına olarak sapıtmıştır. Ben sizin bekçiniz değilim). Ben bütün bunları okuduktan ve Kur'an-ı kerimin mânasını iyice kavradıktan sonra, islâmiyetin her türlü düşüncelerime en doğru cevabı verdiğini gördüm, seve seve müslüman oldum. İslâmiyet bana hakîkî yolu gösterdi ve cesaret verdi. Dünyada huzur ve rahata kavuşmak ve âhirette selâmete erişmek için, müslüman olmaktan başka bir tarîk [yol] yoktur.
Cevap: Müslümanlığı seçenler
21 Bayan MAVİŞ B. JOLLY
(İngiliz)
Ben İngilterede hıristiyan olarak doğdum. Vaftiz edildim ve bugün elimizde bulunan İncîlde yazılı olanları öğrenerek büyüdüm. Çocukken kiliseye gittiğim zaman, muhtelif ışıklar, minberde yanan mumlar, müzik, günnük kokuları ve muhteşem elbiseler giymiş râhibler, üzerimde büyük bir te'sîr yapıyordu. Mânasını hiç anlıyamadığım duâlar okunurken, bunların âhengi beni ürpertiyordu. Sanırım ki, bu çocukluk zamanımda, ben koyu bir hıristiyandım. Fakat, zaman geçtikce ve benim tahsîl derecem yükseldikce, kafamda bazı sü'aller hâsıl olmaya başladı. O zamana kadar tam inandığım hıristiyanlık dîninde, bazı noksanlar bulmaya başladım. Gün geçtikce içimdeki şüphelerin arttığını görüyordum. Yavaş yavaş hıristiyanlıktan uzaklaşmaya başladım. Artık, hiç bir dîne inanmıyordum. Kilisenin çocukken beni kendisine hayrân eden o muhteşem manzarası, bir hayâl gibi gözümün önünden uçup gitmişti. Mektepten me'zun olduğumuz zaman, tâm mânası ile bir dinsiz (ateist) olmuştum. Fakat, bir müddet sonra, farkına vardım ki, hiç bir şeye inanmamak, insânın ruhunda derin bir ye's, zafiyet, boşluk bırakmaktadır. İnsanın muhakkak bir melce'e, bir dayanağa ihtiyacı vardır. Bunun için başka dinleri tedkîk etmeye başladım.
Evvelâ budistliği ele aldım. Onların (Sekiz Yol) adını verdikleri esasları iyice tedkîk ettim. Bu (Sekiz Yol)da çok derin felsefe ve çok güzel nasihatler vardı. Ama, insâna ne doğru bir yol gösteriyor, ne de doğru yolu seçebilmek için lüzûmlu bilgileri veriyordu.
Bu sefer Mecûsîliği tedkîke başladım. Ben üç ALLAHdan kaçarken, bu dinde de karşıma birçok ALLAH çıktığını gördüm. Sonra bu din, o kadar inanılmaz efsâneler, hurâfelerle doldurulmuştu ki, böyle bir dîni kabûl etmeye imkân yoktu.
Bundan sonra yahudiliği incelemeye başladım. Yahudilik benim için yeni bir din sayılmazdı. Çünkü, Kitap-ı mukaddesin (Ahd-i Atîk) denilen eski kısmı tamamen yahudilerin Tevrâtından alınmıştı. Fakat yahudilik de beni tatmîn edemedi. Evet, yahudiler tek Allaha inanıyorlardı ve ben bunu çok doğru buluyordum. Fakat ondan sonra her şeyi inkâr ediyorlar ve yahudi dîni, bir rehber olacak yerde, türlü karışık ibâdet şeklleri ve merâsimlerle dolu bir hâl alıyordu.
Dostlarımdan biri bana ispiritizme ile meşgûl olmamı tavsiye etti. (Ruhlarla konuşmak, din yerine geçer!) diyordu. Bu beni hiç tatmîn etmedi. Çünkü, ispiritizmenin insanın kendi kendini hipnotize etmesinden ibâret olduğunu, insan ruhunu hiç bir zaman besleyemiyeceğini pek çabuk anlamıştım.
İkinci Cihân Harbi sona ermişti. Ben bir ofiste çalışmaya başladım. Fakat, hâlâ ruhum bir din arıyordu. Birgün gazetede bir ilân gördüm. (Îsâ aleyhisselâmın ulûhiyyeti hakkında bir konferans verileceği ve bu konferansa her dinden adamların iştirâk edebileceği yazılıydı. Bu konferansı çok merak ettim. Çünkü, orada Îsâ aleyhisselâmın Allahın oğlu olup olmadığı münâkaşa edilecekti. Konferansa katıldım ve orada bir müslümanla tanıştım. Bu müslüman, kendisine sorduğum suâllere o kadar güzel, o kadar mantıkî cevaplar verdi ki, o zamana kadar, hiç aklıma gelmediği hâlde, islâmiyet ile meşgûl olmaya karar verdim. Müslümanların kudsî kitabı olan Kur'an-ı kerimi okumaya başladım. Bu kitapta beyan edilen hükmlerin, 20. asırda ki birçok tanınmış devlet adamlarının beyanlarından çok daha yüksek olduğunu, büyük bir hayret ve takdîr ile görüyordum. Bu sözleri hiç bir insan söyliyemezdi. Onun için, vaktîle bize öğrettikleri gibi (İslâm dîni yalandır. Kur'an uydurma bir kitaptır)sözüne artık inanmıyordum. Kur'an-ı kerim uydurma bir kitap olamazdı. Bu kadar mükemmel sözleri, ancak insan üstü bir varlık söyliyebilirdi.
Ben, hâlâ tereddüd ediyordum. İslâmiyeti kabûl etmiş İngiliz kadınları ile görüştüm. Onlardan yardım istedim. Bana kitaplar tavsiye ettiler. Bu kitaplar arasında Muhammed ile Îsâ aleyhisselâmı mukâyese eden (Mohammed and Christ) adlı Kitapla, islâm dînini îzâh eden (The Religion of İslâm) adlı eserler vardı. (Hıristiyanlığın Kaynakları = The Sources of Christianity) isminde diğer bir kitapta ise, hıristiyanlıkta bulunan birçok ibâdetlerin ibtidâî insanların ibâdet usûllerinden alındığı ve hakîkatte şimdiki hıristiyanlığın bir (puta tapmak) dîni olduğu çok açık bir tarzda anlatılıyordu.
Kur'an-ı kerimi ilk okuduğum zaman sıkıldığımı itiraf ederim. Çünkü, içinde pek çok tekrarlar vardı. Şunu bilmelidir ki, Kur'an-ı kerim insana yavaş yavaş te'sîr ve nüfûz eden bir kitaptır. Kur'an-ı kerimi iyi anlamak ve ona bağlanmak için, onu birçok defalar okumak lâzımdır. Ben de, okudukça bu mukaddes kitaba bağlandım. O kadar ki, her gece, onu okumadan uyuyamıyordum. Benim üzerimde en büyük te'sîr yapan husûs, Kur'an-ı kerimin insanlara mükemmel bir rehber oluşuydu. Kur'an-ı kerimde bir insanın anlıyamıyacağı tek şey yoktu. Müslümanlar Peygamberlerini kendileri gibi bir insan olarak kabûl ediyorlardı. Müslümanlarca, Peygamberlerin diğer insanlardan farkı, bunların çok yüksek akıl ve ahlâk sahibi, günahsız ve kusursuz olmaları idi. Yoksa, onların ulûhiyyet ile bir râbıtaları yoktu. İslâm dîni, Muhammed aleyhisselâmdan sonra artık hiçbir Peygamber gelmiyeceğini bildiriyordu. Ben buna itiraz ettim. (Niçin başka bir Peygamber gelmiyecek?) diye sordum. O zaman, müslüman refîkim [arkadaşım] bana bu husûsu şöyle îzâh etti, (Müslümanların kudsî kitabı olan Kur'an-ı kerim, bir insana lâzım olan bütün iyi ahlâkı, dînî esasları, Allahü teâlânın rızasına kavuşturan yolu, dünyada ve âhirette huzur ve selâmete vâsıl olmak için lâzım olan husûsları insanlara öğretmektedir. Artık insanların başka bir rehbere, başka birPeygambere ihtiyaçları kalmamıştır. )
Bu sözlerin çok doğru olduğu şundan bellidir ki, aradan on dört asır geçtiği hâlde, Kur'an-ı kerimin esasları hiç değişmeden bugünkü hayat tarzına ve bugünkü ilim seviyesine tamamen uymaktadır. Fakat, ben hâlâ tereddüd ediyordum. Çünkü, aradan 14 asır geçmişti. Biz şimdi 1954 senesinde bulunuyorduk. Acaba 571 senesinde doğmuş olan Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği islâmiyetin içinde bugünkü şartlara uymıyan tek bir nokta yok muydu? Büyük bir titizlikle, islâmiyette kusurlar aramaya başladım. Benim ruhum islâmiyete tamamen inandığı, bu dînin hak din olduğu gözümün önünde canlandığı hâlde, onda hâlâ kusur arayışım, muhakkak çocukken bize papazlar tarafından islâmiyetin çok kusurlu, âdî, bâtıl bir din olduğu hakkında yapılan telkînlerden ileri geliyordu.
Evvelâ poligami (Birkaç kadınla evlenme) bahsini buldum. İşte mühim bir kusuru yakalamıştım. Nasıl olur da, bir erkek dört kadın ile evlenebilirdi?Yukarıda kendisinden bahs ettiğim müslüman arkadaşım, bunu kendisine sorunca, bana îzâh etti ki, islâmiyet ilk intişâr ettiği zaman, Arabistânda her erkek istediği kadar kadınla birlikte yaşıyor ve onlara karşı hiç bir mes'ûliyeti bulunmuyordu. İslâm dîni, kadının ictimâ'î mevkı'ini islâh etmek için, bir erkeğin alabileceği kadın miktârını çok azaltmış ve ona bu kadınlara bakmağı, aralarında adaleti temîn etmeği, onlardan ayrılırsa, kendilerine tazmînat vermeyi emretmişti. Sonra, kimsesiz kalan kadınlar, bu sâyede bir âileye, o âilenin bir ferdi gibi katılabiliyor, bir esîr muamelesi görmüyorlardı. Ayrıca, bir erkek için dört kadın almak bir emir değildi. Şartlarını yerine getirebilecekler için bir izindi. Bu şartları yapamıyacaklar için, birden fazla evlenmek haramdı. Bunun içindir ki, birçok erkeğin ancak bir zevcesi vardı. Dörde kadar kadın almaya ancak müsâmaha ediliyor, yâni izin veriliyordu. Hâlbuki, Amerikadaki Mormonlar, her erkeği birkaç kadın almak için zorluyorlardı. Müslüman arkadaşım, (Acaba İngilterede İngiliz erkekleri tek kadınla mı yaşar?) diye sordu. Yüzüm kızararak itiraf ettim ki, bugün garblı erkekler, evlenmeden evvel, hattâ evlendikten sonra, birçok kadınlarla düşüp kalkmaktadırlar. Sonra, müslüman arkadaşımın söylediği sözler, kocasını iş kazalarında, harbde gayb etmiş ve kimsesiz kalmış zevallı bir genç kadının bir erkeğin himâyesine girme ihtiyacını hâtırlattı. İkinci Cihân Harbi bittiği zaman, İngiliz radyosunda (Dear Sir) adlı programda, bir zevallı İngiliz kadının şöyle feryâd ettiği aklıma geldi. Bu zevallı genç kadın şöyle yalvarıyordu: (Genç bir kadınım. Kocamı harbde gayb ettim. Şimdi kimsesiz kaldım. Korunmaya ihtiyacım var. İyi huylu bir adamın ikinci karısı olmaya ve birinci karısını başımda taşımaya râzıyım. Yeter ki, bu yalnızlıktan kurtulayım).
Bu da gösteriyor ki, İslâmda teaddüd-i zevcât [poligami] bir ihtiyacı karşılamak içindir. Bu bir emir değil, ancak bir izindir. Bu gün, esasen işsizlikten, fakirlikten, çok yerde kalmamış gibidir. O hâlde, bunu islâmın bir kusuru olarak kabûl etmeme imkân kalmamıştı.
Sonra başka bir kusur daha bulduğumu zannettim. Müslüman arkadaşıma, (Günde beş defa ibâdet etmek, bugünkü hayat tarzımıza nasıl uyar?Bu kadar ibâdet, fazla gelmez mi?)diye sordum. O gülümsiyerek, bana şu suâli sordu, (Sizin piyano çaldığınızı duyuyorum. Mûsikîye merâklı mısınız?) (Hem de çok) diye cevap verdim. (Pek âlâ, her gün ekzersiz yapar mısınız?) (Tabî'î, işten eve gelir gelmez hergün hiç olmazsa iki saat piyano çalarım) diye cevap verdim. Bunun üzerine, müslüman arkadaşım, (Beşi bir arada, nihâyet yarım saat veya 45 dakika sürecek olan bir ibâdet, size niçin çok geliyor?Siz nasıl piyano ekzersizlerini yapmazsanız, piyano çalmak kudretiniz azalırsa, Allahü teâlâyı düşünmek, Ona secde ederek lutflarına Şükretmek azaldıkça, Ona giden yol uzaklaşır. Hâlbuki, her gün yapılan ibâdet, Allahü teâlânın doğru yolunda adım adım ilerlemek demektir) diye cevap verdi. Ne kadar haklıydı!
Artık müslümanlığı kabûl etmeme bir mani kalmamıştı. Ben islâm dînini bütün ruhum, bütün Mâneviyatım ile kabûl ettim. Gördüğünüz gibi, onu öyle ilk bakışta ve hiç düşünmeksizin seçmemiş, aksine, onu ancak iyice tedkîkten, hattâ içinde kusurları arayıp bunların cevabını bulduktan ve bu dînin her bakımdan tam ve mükemmel olduğunu anladıktan sonra müslüman olmuştum. Şimdi müslüman olmakla iftihâr ediyorum.
22 LADY ZEYNEB EVELYN COMBOLD
(İngiliz)
Benim niçin müslüman olduğum benden mütemâdiyyen sorulur. Ben meşhûr bir âilenin kızıyım ve zevcim de meşhûr ve mühim bir kimsedir. Niçin müslüman olduğumu suâl edenlere, müslümanlık nûrunun ne zaman ruhuma doğduğunu kat'î olarak bilmediğimi söylerim. Bana, sanki her zaman müslümanmışım gibi geliyor. Bu da, hiç acâib bir şey değildir. Zîrâ müslümanlık, tabî'î ve hak bir dindir. Her çocuk, müslüman olarak doğar. Kendi başına terk edilirse, müslümanlıktan başka bir din seçmez. Avrupalı bir muharririn dediği gibi, (Müslümanlık, akl-ı selîm sahiplerinin dînidir).
Bütün dinleri birbiri ile mukayese edecek olursanız, bunların en mükemmeli, en tabî'î, en mantıkî olanının, islâmiyet olduğunu derhâl görürsünüz. Müslümanlık sâyesinde, dünyanın birçok müşkil mes'eleleri kolayca hâl olur ve insan sulh ve sükûnete kavuşur. Müslümanlık, insanların günahkâr olarak doğduğunu ve dünyada kefaret vermeleri Îcap ettiğini hiç bir zaman kabûl etmez. Müslümanlar, bir olan Allahü teâlâya inanırlar. Onların nazarında Mûsâ, Îsâ ve Muhammed Mustafâ, bizim gibi insanlardır. Allahü teâlâ, onları, insanlara doğru yolu göstermek için, Peygamber olarak seçmiştir. Tevbe etmek, af dilemek, duâ etmek için, Allahü teâlâ ile kul arasında hiç kimse yoktur. Biz her zaman kendiliğimizden Allahü teâlâya yaklaşabiliriz ve ancak kendi yaptığımız işlerden dolayı mes'ûlüz.
(İslâm) kelimesi, hem Allahü teâlâya teslim olmak, hem de Muhammed aleyhisselâma îman etmek mânasına gelir. Müslüman, bu dünyayı halk eden Allahü teâlânın emirlerine uyan, bütün varlıklarla sulh ve selâmet içinde yaşayan kimse demektir. İslâmiyet iki esas hakîkat üzerine kurulmuştur:
1)Allahü teâlânın birliği ve Muhammed aleyhisselâmın Onun gönderdiği son Peygamberi olduğu.
2)İnsanların bütün hurâfelerden, aslsız dogmalardan, tamamen halâs olması. İslâmiyetin esas şartlarından biri olan Haccın insanlar üzerindeki te'sîri çok büyüktür. Dünyanın dört köşesinden gelen yüzbinlerce müslümanın, hiç bir sınıf, ırk, memleket, renk ve rütbe farkı olmadan, yalnız bir ihrâm ile örtünerek, Allahü teâlânın huzurunda birlikte secdeye kapanması kadar ulvî bir ibâdet tarzı, hangi dinde vardır?Büyük Peygamberin, islâmı neşrettiği, İslâm düşmanları ile mücâdele ettiği, kudretli bir azm ve sebât ile uğraştığı bu mübârek yerlerde, birlikte ibâdet eden müslümanların birbirlerine daha fazla bağlanacakları, birbirlerinin derdlerine çâre bulmaya çalışacakları, Allahü teâlânın gösterdiği yolda el birliği ile yürümeye bir kere daha and edecekleri muhakkaktır. Hac, aynı zamanda dünyadaki bütün müslümanları birbiri ile tanıştırmaya, birbirlerinin derdlerini öğrenmeye, birbirlerine kazandıkları tecrîbeleri öğretmeye yaramaktadır. Kendi memleketlerinde ibâdet ederken yüzlerini çevirdikleri yerde, şimdi bütün müslümanlar ictimâ' etmekte, Allahü teâlânın huzurunda tek bir kitle, tek bir vücûd olarak kendilerini Ona teslim etmektedirler.
Haccı bir kere görmek, müslümanlığın büyüklüğünü isbât etmek için kâfîdir. İşte müslümanlık budur ve ben de bu büyük dîne katılmış olmanın neşe ve sürûru içindeyim.
23 MUHAMMED JOHN WEBSTER
(İngiliz)
Ben Londrada, tam bir protestan terbiyesi alarak yetiştim. 1930 senesinde, daha genç bir talebe iken, her genç gibi bazı hâdiselerle karşılaşıyor, bunları anlamaya çalışıyordum. Bunlardan birisi, din ile dünya arasında bir münâsebet aramak, yâni rahat ve huzur içinde yaşamak için, dinden nasıl faydalanabileceğimi düşünmek oldu. O zaman, ilk defa olarak, farkına vardım ki, mensûb olduğum hıristiyan dîni, bu husûsta çok zayıf ve çok âciz. Zîrâ hıristiyanlık, dünyayı yalnız fenalıklarla dolu bir işkence yeri, insanları günahkâr doğan mahlûklar olarak kabûl ediyor. Onlara hayatta rahat bir yol göstermek şöyle dursun, her yaptıkları işin günah olduğunu, bu günahtan kurtulmak için, hiç bir çâre bulunmadığını, insanlar için ancak râhiblerin Allahü teâlâya duâ edebileceğini söylüyordu. Hıristiyanlık, insanları tamamen başı boş bırakmış ve yalnız pazar günleri, insanı hiç bir sûrette tatmîn etmiyen bir (kilise havası) içinde ibâdete teşvîk etmiştir. O senelerde, İngilterede büyük bir ekonomik buhran ve fakirlik vardı. İnsanlar hayatlarından ve hükûmetten hiç memnûn değildi. Hıristiyanlık, onlara bu ızdırâb dolu günlerde hiç yardım etmiyor, insanlar ondan bir tehammül kudreti bulamıyorlardı. Bu keyfiyyet, benim üzerimde çok fena bir te'sîr yapmıştı. Aklımdan çok, hislerime kapılarak, dînin mânasız bir şey olduğuna karar verdim. Hıristiyanlığı red ederek, kendimi, birçok gençler gibi, dinsizliğe ve komünizme verdim.
Komünistlik, uzaktan işitilince gençlere bir haz veriyordu. Çünkü, ekonomik sıkıntılar içinde bunalan ve yaşama kudreti bulamayan genç nesl, servet ve rütbe farkını ortadan kaldırdığını iddiâ eden komünizmi bir kurtarıcı olarak görüyordu. Fakat, kısa bir zaman sonra, farkına vardım ki, komünizmin iddiâları, yalnız bir propagandadan ve boş laftan ibârettir. Onlarda da, hem rütbe, hem servet farkı aynen vardı. Her şey, her memlekette aynı idi. Bunun üzerine komünistlikten vazgeçerek, kendimi felsefeye verdim. Böylece kendimi, bir (panteist) olarak, (Vahdet-i vücûd) îtikatında olarak, yetiştirmeye başladım.
Garp memleketlerinde, islâmiyet ile temâs etmek çok müşkildir. Çünkü, orada islâmiyete karşı, tâ Haçlı seferlerinden kalma bir düşmanlık vardır. Avrupalılar hiç tanımadıkları islâmiyeti, nefret ile red ederler. Çocuklarını müslüman düşmanı olarak yetiştirirler. Müslümanlıktan bahs etmek çok ayıp sayılır. Birisi bu bahsi açtı mı, herkesin suratı asılır ve herkes susar. Bu aralarda, beni bir vazîfe ile Avustralyaya göndermişlerdi. Bana verilen, (müslümanlıktan nefret) terbiyesine rağmen, birgün, nasılsa merak ederek, bir Kur'an tercümesini elime aldım. Fakat, daha kitabı tercüme edenin önsözünü okuyunca, kitabı hemen kapattım. Çünkü, kitabı tercüme eden, daha önsözde Kur'an-ı kerim aleyhinde o kadar ağır laflar söylüyor, Kur'an-ı kerimi o kadar tahkîr ediyordu ki, böyle bir kitabı okumak mânasız olurdu. Sonra düşündüm. Mademki, hıristiyanlar müslümanlardan nefret ediyorlardı. O hâlde, tercümeyi yapan hıristiyanın, bu te'sîr altında kalarak, bozuk bir tercüme yapması, bazı yerleri yanlış anlaması imkânı vardı. Bir kere meraklanmıştım. Artık işi ciddiyyet ile ele aldım ve birkaç hafta sonra, Avustralyanın garp tarafında Perth şehrine gittiğim zaman, bu şehrin büyük kütübhânesine uğrayarak müslümanlar tarafından tefsîr edilmiş bir Kur'an-ı kerim bulunup bulunmadığını araştırdım. Bana böyle bir tercüme bulup verdiler. Bunu açıp, içindeki ilk sûreyi, (Fâtiha-i şerife)yi okuyunca, ne kadar mütehassis olduğumu size anlatamam. Fâtiha, (Âlemlerin rabbine hamd) ile başlıyordu. (Bize doğru yolu göster) diye yalvarıyordu. Ne güzeldi! Fâtiha-i şerifi birçok defalar okudum. Burada zikredilen büyük hâlık, (Rahmân ve Rahîm) yâni çok merhametli idi. Hıristiyanların dediği gibi, insanları günahkâr olarak yaratmamıştı. Kur'an-ı kerimi okumaya başladım ve okudukça kendimden geçtim. Bütün arzularımın, tasavvurlarımın aynını bu kudsî kitapta buluyordum. Saatler geçmiş ve ben nerede olduğumu, zamanı, her şeyi unutmuştum. Bana Kur'an-ı kerimle berâber, Muhammed sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemin hayatına dâir bazı kitaplar da bulup getirmişlerdi. Kendimden geçerek bunları okuyordum. Nihâyet kütübhâne memuru yanıma gelerek, (Vakit geldi, artık kütübhâneyi kapatıyoruz)deyince kendime geldim. Kütübhâneden evime dönerken, (İşte şimdi maksadıma kavuştum. Ben artık müslüman oldum)diye tekrar edip duruyordum. Artık, Allahü teâlânın inayeti ile, hidâyete kavuştum.
Eve dönerken sıcak bir kahve içmek için münâsib bir yer aradım. Caddeden aşağı doğru inerken aklımda yalnız Kur'an-ı kerim, müslümanlık ve Allahü teâlâ vardı. Nereye gittiğimin farkında değildim. Birdenbire ayaklarım kendiliğinden durdu. Başımı kaldırınca, kızmızı tuğladan yapılmış bir binânın önünde olduğumu gördüm. Bacaklarım kendiliğinden beni buraya kadar getirmişti. Binânın üzerindeki levhaya baktım. Burası Avustralyadaki bir câmi idi.
Kendi kendime, (Allahü teâlâ sana doğru yolu ihsân etti ve sana ne yapman Îcap ettiğini bildirdi. Sen müslümanlığı tanıdın. Allahü teâlâ seni câmiin kapısı önüne kadar getirdi. Hemen içeri gir ve bu dîni kabûl et) dedim. İçeri girdim ve müslüman oldum.
O zamana kadar bir tek müslüman tanımamıştım. İslâmiyeti kendi kendime buldum ve kabûl ettim. Kimse bana bu husûsta rehberlik etmedi. Benim rehberim yalnız akl-ı selîmim oldu.
Cevap: Müslümanlığı seçenler
24 ABDULLAH BATTERSBY
(İngiliz)
Bundan tahmînen 25 sene evvel, Burmada bulunurken, ferahlanmak için her gün nehrde bir Çinli kayığı ile dolaşırdım. Benim kayığımın kürekçisi Doğu Pâkistânlı Şeyh Ali isminde bir müslümandı. Müslümanlığın emrettiği bütün dînî vecîbeleri, büyük bir gayret ile yerine getirirdi. Onun, hiç bir vaktini geçirmeden büyük bir dikkat ile ibâdet etmesini hem takdîr ile karşılar ve beğenir, hem de müslümanlığın ne olduğunu merak ederdim. Böyle basît bir insanı, bu kadar büyük îman ve itaat altında tutabilen müslümanlığın hakîkatini anlamaya karar verdim. Etrâfımızda bulunan insanların çoğu, Burma budistleri idi. Onlar da, dinlerine son derecede bağlıydılar. Zannediyorum ki, Burmanın bütün insanları dünyada en dindâr kimselerdir. Fakat budistlerin ibâdet tarzında göze çarpan birçok noksanlar vardı. Budistler, Pagoda adını alan mâbetlerinde toplanıyor ve aşağıdaki sözleri durmadan tekrarlıyorlardı:
(Buda-karana-Gaçkami-Dama-karana-Gaçkami-sanga-karana-Gaçkami)
Bunun mânası, bana anlattıklarına göre, (Buda, sen bize rehber ol! Sen bize kânûn ol! Sen bizim ruhumuzu yücelt) imiş. Bu duâ çok sâde, fakat insânı tatmîn etmeyen, onun ruhuna hiçbir te'sîr yapmayan birkaç sözden ibâret idi. Büyük bir hâlıktan hiç bahs olunmuyordu.
Hâlbuki, benim müslüman kayıkçımın ibâdeti, ne kadar güzeldi! Ben, bu sefer kayıkçım ile islâmiyet üzerinde konuşmaya başladım. Onunla berâber bulunduğum saatlerde, kendisine müslümanlık hakkında pek çok suâller sordum. Bu sâde adam, bana müslümanlık hakkında o kadar güzel, o kadar mantıkî cevaplar verdi ki, islâm dîni hakkında yazılmış kitapları okumaya başladım. Bu kitapları okuyunca, Muhammed sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemin Arabistânda, kısa zamanda neler yapmaya muvaffak olduğunu, hayret ve takdîr ile öğrendim. Kendime müslüman arkadaşlar buldum. Onlarla islâm dîni üzerinde mubâhaseler, sohbetler yapmaya başladım. O sırada Birinci Cihân Harbi patlak vermişti. Bana derhal Arabistânda cebheye katılma emri verildi ve gittim. Burada artık budistler yoktu. Etrâfımı müslümanlar çevirmişti. Arablar, ilk müslümanlardı. Allahü teâlânın kitabı olan Kur'an-ı kerim, Arabî olarak nâzil olmuştu. Arablarla olan temâsım, İslâmiyete olan merâkımı daha ziyâde artırdı. Harp bitince, Arabî öğrenmeye başladım. Bir taraftan da, islâmiyet hakkındaki eserleri okumaya devam ediyordum. İslâmiyette beni kendisine cezb eden en büyük husûs, müslümanların bir tek Allaha inanışları oldu. Hâlbuki ben, hıristiyan olarak, tam üç dâne ALLAHya inanmak zorundaydım. Bu, bana hiç mantıkî gelmiyordu. Bunu düşündükçe, yavaş yavaş islâmiyetin çok daha doğru bir din olduğunu anladım. Bir tek hâlıka inanan dînin hak din olabileceğini kabûl etmeye başladım. Nihâyet 1932 ile 1942 arasında, Filistinde, 10 sene vazîfe gördükten sonra, müslüman olmaya karar verdim. 1942 senesinde resmen müslüman oldum. O zamandan beri, herşeyimle müslümanım.
Arabların (Mukaddes şehir) adını verdikleri Kudüste, müslümanlığımı resmen ilân etmiştim. O zaman, İngiliz ordusunda kurmay binbaşı idim. Müslüman olduğumu ilân edince, başıma bir takım nâ-hoş işler geldi. Hükûmetim müslüman olmaklığımı hoş görmemişti. Ordudan ayrılmak zorunda kaldım. Bunun üzerine, evvelâ Mısra, sonra Pâkistâna giderek müslüman kardeşlerimle birlikte yaşamaya başladım. İslâmiyet hakkında yazılar yazdım. Bugün dünyada 500 milyondan fazla müslüman vardır ve bunlar birbirinin kardeşidir. Müslüman olmak demek, hakîkî mâbut olan Allahü teâlâya îman etmek ve Ona bağlanmak demektir. Ona bağlanmak için de, Onun büyük Peygamberi Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği şekilde olmak lâzımdır. Şimdi, bana islâmın nûrlu yolunu, hâlis ibâdeti gösteren ve beni Allahıma kavuşturan o basît zannettiğim, mütevâzi' kayıkcının hâtırasını hurmet ile yâd ediyorum. Hayatımda onun gibi, hâlis bir müslüman olmaya çalışıyorum. Böyle yaptıkça, insanın zararlı şeylerden kendini kurtardığını görüyorum.
Müslümanlar arasında şimdi ben de, Elhamdülillâh, bir müslümanım. Her ibâdet edişimde, belki de, Allahü teâlânın rahmetine kavuşmuş olan, mürşidim, eski kayıkcım Şeyh Ali efendiye duâ etmeği, onun mübârek ruhu için fâtiha okumağı da hiç unutmuyorum.
25 HÜSEYİN ROFE
(İngiliz)
Bir insan, çocukluğunda kendisine telkîn edilen bir dinden ayrılıp başka bir din seçecek olursa, bunun yâ hissî, yâ felsefî veya ictimâ'î bir sebebi vardır. Benim içimdeki coşkun arzu, yukarıdaki sebeplerden hiç olmazsa ikisini karşılayacak bir dîne îman etmek için beni zorluyordu. Onun için, tahsîl devremi ikmâl ettikten sonra, dünyada bulunan dinlerden hangisine îman etmek gerektiğini tâyîn etmek maksadıyle, bunları birer birer tedkîk etmeye başladım.
Annem ve babam koyu bir katolik ile bir yahudi idiler. Fakat her ikisi de katoliklik ve yahudilikten vazgeçerek, protestan olmuşlar ve İngiliz kilisesine devam ediyorlardı. Ben mektepte iken, muntazaman İngiliz kilisesinin âyinlerine devam etmiş, râhiblerin verdiği dersleri dinlemiştim. Fakat, onların bana öğretmeye uğraştıkları hıristiyanlık akîdeleri içinde anlamadığım, bana ters gelen birçok husûslar vardı. Her şeyden evvel, üç birlikten, yâni baba, oğul ve Ruhulkudsten ibâret bir ALLAH manzûmesi, bana o kadar mantıksız geliyordu ki, buna inanmak mümkün değildi. Benliğim bunu şiddet ile red ediyordu. Sonra, Allaha kavuşmak için kefaret verilmesi Îcap ettiği hakkındaki kilise akîdesini de, tamamen mânasız buluyordum. Benim düşündüğüm, büyük mâbut, kullarından mecbûrî kefaret istemezdi.
Bunun üzerine, yahudi dînini incelemeye başladım. Yahudilerin, Allahü teâlânın birliğini ve azametini çok daha mantıkî bir tarzda kabûl ettiklerini ve Ona şerîk koşmadıklarını gördüm. Belki yahudi dîni, bugünkü hıristiyan dîni kadar bozulmamıştı. Fakat, bu dinde de anlamadığım ve kabûl edemediğim garîb kısmlar vardı. Yahudi dîni o kadar merâsim, duâ, mecbûrî yapılması gereken ibâdetler ile doluydu ki, eğer dînine bağlı bir yahudi bütün bunları yaparsa, dünya işlerine hiç vakit ayıramıyacaktı. Bu merâsimlerden çoğunun, insanlar tarafından sonradan dîne ilâve edilen, lüzûmsuz ve mantıksız husûslar olduğunu anladım. Böylece yahudilik, ictimâ'î [sosyal] hayattan tamamen ayrılarak, bir ekalliyyet, azınlık dîni hâline geliyordu. Dünyaya bir fayda sağlıyamıyacağını anladığım yahudi dînini, bir tarafa bırakarak, diğer dinleri tedkîk etmeye başladım. Hem kiliseye, hem de havraya devam ediyordum. Fakat bu ziyâretlerim, sırf dinsiz kalmamak içindi. Yoksa, ben ne hıristiyan, ne de yahudi idim. İngiliz kilisesi yanında Roma kilisesini, yâni katolikliği de biraz tedkîk ettim. Gördüm ki, katoliklerin îtikatları, İngiliz kilisesine bağlı protestanların îtikatlarından daha fazla hurâfelerle doludur. Hele, katoliklerin Papaya bağlı olmaları ve onu günahsız kabûl ederek ona âdetâ yarı ilahlık vermeleri, onlardan daha fazla nefret etmeme sebep oldu.
Şimdi yüzümü şarka çevirerek, şark dinlerini incelemeye başladım. Mecûsîlerin dînini hiç beğenmedim. Çünkü bunlar, râhib sınıfına pek çok imtiyazlar veriyorlardı. Paryalara ise, âdetâ hayvan muamelesi yapıyorlardı. Fakire şefkat elini uzatmak akıllarına gelmiyordu. Onların fikrince, bir insan fakirse, bu onun kendi kabahatiydi. Eğer, hiç ses çıkarmadan, şikâyet etmeden çile doldurursa, belki râhiblerin duâsı sâyesinde hâli daha iyi olabilirdi. Bu fikri, râhibler ehâlinin kendilerinden korkması ve onlara sıkı sıkı bağlanması için yayıyorlardı. Onun için, mecûsîliği nefret ile karşıladım. Hele mecûsîlerin, hayvanlara da tapması, nefretimi arttırdı. Böyle bir din, hak din olamazdı.
Budistliğe gelince, budistler felsefî düşünce ve inançlara bağlıydılar. Onlar bana, eğer gayret edecek olursam, çok uğraşırsam, gereken fedakârlıkları yaparsam, büyük kudretlere varacağımı ve dünya ile âdetâ kimyâ tecrübeleri yapar gibi, oynayabileceğimi söylediler. Fakat budistlikte, ben hiçbir ahlâk kâidesi bulamadım. Burada da râhibler, diğer insanlardan farklıydılar ve onlardan çok daha yüksek bir mevkı'de bulunuyorlardı. Bana, hakîkaten insanı hayretlere düşüren birçok marifetler öğrettiler. Fakat bunların din ve Allah ile hiçbir ilgisi yoktu.
Bu marifetler, spor veya hokkabazlık yapar gibi vakit geçirmeye, bunları bilmiyenleri hayrete düşürmeye yarıyordu. İnsanın ruhunu temizlemekten ve onu Allahü teâlânın rızasına, muhabbetine yaklaştırmaktan çok uzaktı. Allahü teâlâ ile ve Onun yarattığı varlıklarla hiç bir ilgisi yoktu. Biricik faydaları, insanı tâm disiplin sahibi yapmasıydı.
Buda, muhakkak ki çok okumuş, zekî bir insandı. O, insanlardan her şey için fedakârlık istiyordu. (Bir fenalığa karşı koyma!), (Bütün arzu ve ihtirasları terk et!), (Yarını düşünme!) gibi emirler veriyordu. Îsâ aleyhisselâm da, aynı şeyleri söylemiyor muydu?Fakat insanlar, bu gibi emirleri, ancak hıristiyanlığın başında, daha îsevîlik tertemiz iken tâkîb etmişler, sonra bırakmışlardı. Budistlerde de, aynı hâli gördüm. Eğer insanlar, Îsâ aleyhisselâm veya Buda kadar temiz olabilseler, belki onların gösterdiği yollardan giderek Allahü teâlânın rızasına kavuşabilirlerdi. Ama bugün dünyada bu kadar temiz ruhlu, yüksek ahlâklı, her fena şeyden seve seve elini eteğini çekebilen, fedakâr kaç kişi vardı?Demek oluyor ki, Budanın koyduğu ahlâk esasları, bugünün insanının düşüncelerine uymuyordu.
İslâm dünyası içinde bulunduğum hâlde, diğer dinleri araştırırken, İslâmiyeti düşünmeyişim ne garîbdi! Müslümanlık bir türlü aklıma gelmemişti. Bunun sebebi ise âşikârdı:Müslümanlık hakkında bize verilen mâlûmat, onun hakkında Avrupada yazılan eserler, dâimâ bu dînin çok yanlış, uydurma, mânasız, uyuşturucu, sahte bir din olduğunu iddiâ ediyordu. Hele Rodwellin tercüme ettiği Kur'an-ı kerim tercümelerini okuyunca, bende bu fikir hâsıl oldu. Rodwell, Kur'an-ı kerimin birçok kısmlarını anlaşılmaz bir tarzda tercüme ederek, bir büyük kısmını da, bile bile tahrîf ederek, onu büsbütün başka bir şekle çevirmişti. Hakîkati ancak Londrada (İslâm Cemiyeti)ile temâs edince ve doğru bir Kur'an-ı kerim tercümesi okuyunca anlıyabildim. Burada, şunu teessüf ile söyliyeyim ki, müslümanlar bu güzel dinlerini dünyaya tanıtmak için pek az gayret sarf etmektedirler. Eğer hakîkî islâmiyeti, dikkatle ve bilerek bütün dünyaya yaymak için çalışırlarsa, emînim ki, çok iyi netîceler alacaklardır. Yakın şarkta, ecnebîlere karşı hâlâ çekingenlik gösterilmektedir. Onlarla temâs ederek, onları aydınlatmak yerine, onlardan kâbil olduğu kadar uzak durmak tercîh edilmektedir. Bu çok hatâlı bir harekettir. En büyük misâl, benim. Çünkü, bir türlü İslâm dîni ile ilgilenemiyordum. Bereket versin ki, bir gün çok muhterem ve kültürlü bir müslümanla tanıştım. Benimle ahbâb oldu. Beni dikkat ile dinledi. Bana bir müslüman tarafından İngilizceye çevrilmiş bir Kur'an-ı kerim tercümesi hediye etti. Sorduğum bütün suâllere çok güzel ve mantıkî cevaplar verdi. 1945 senesinde beni alıp bir câmiye götürdü. Hayatımda ilk defa orada ibâdet eden müslümanları büyük bir dikkat ve hurmet ile seyrettim. Allahım, bu ne muhteşem ve ulvî bir manzara idi! Her ırktan, her milletten, her sınıftan insanlar ibâdet ediyorlardı. Fakat hepsi Allahü teâlânın huzurunda hiçbir fark gözetmeksizin yanyana gelmiş, kendilerini tamamen Allahü teâlâya adamışlardı. Zengin bir Türkün yanında çok fakir, âdetâ, bir dilenci kıyâfetinde bir Hindli bulunuyordu. Onun yanında da, bir tüccâr olduğunu zannettiğim bir Arab vardı. Onun yanında da, bir zenci yer almıştı. Bunların hepsi, büyük bir huşû' ile ibâdet ediyorlardı. Aralarında hiçbir fark yoktu. Onlar Türklüklerini, Hindliliklerini, Arablıklarını, zenginliklerini, fakirliklerini, mevki'lerini, rütbelerini tamamen unutmuş, kendilerini Allahü teâlâya tevcîh etmişlerdi. Kimse, kendisini kimseden üstün görmüyordu. Zengin fakiri küçük görmüyor, yüksek rütbeliler de diğerlerine tekebbür etmiyordu.
Ben, bütün bunları gördükten sonra, aradığım hak dînin islâm dîni olduğunu anladım. Şimdiye kadar diğer bütün dinleri incelediğim hâlde, hiç birisi, benim üzerimde böyle te'sîrli olmamıştı. Fakat, müslümanlığı böyle yakından görünce ve müslümanlığın esasını öğrenince, bu hak dîni tereddüdsüz kabûl ettim.
Şimdi müslüman olduğum için iftihâr ediyorum. İngilterede üniversitede (İslâm Kültürü) derslerini tâkîb ettim ve gördüm ki, Kurûn-u vüstâ [Orta çağ]da Avrupa müdhiş bir karanlık içinde iken, ancak islâm nûru, bu zulmeti aydınlatmaya muvaffak olmuştur. Birçok büyük keşfler, müslümanlar tarafından yapılmış, birçok ilim ve fen ve tıb bilgileri Avrupalılara, islâm Dâr-ül-fünûnlarında [Üniversitelerinde] öğretilmiş, birçok cihangirler islâm dînini kabûl ederek büyük devletler kurmuşlardır. Müslümanlar yalnız büyük bir medeniyet kurmakla kalmamış, hıristiyanlar tarafından tahrîb edilen eski medeniyetleri de, yeniden meydana çıkarmışlardır. Benim müslüman olduğumu öğrenen arkadaşlarım, bana, (Sen şimdi gerici oldun) dedikleri zaman, ben gülümsiyerek, (Tamamen aksine, Müslümanlık gericilik değil, ileri medeniyet demektir) diyor ve onlara hakîkî müslümanlığı anlatıyordum. Ne yazık ki, bugün müslümanlar çok geri kalmıştır. Çünkü müslümanlar, kendi dinlerinin ne kadar yüksek bir din olduğunu gittikçe unutmakta ve onun emirlerini yerine getirmeyi ihmâl etmektedirler. Bunda kabahatin bir kısmı da, hakîkî din ve fen âlimi, dünyayı da iyi bilen müslüman din adamlarının çok az mevcut oluşudur.
İslâm memleketlerinde hâlâ, büyük bir misafirperverlik bulunur. Bir müslümanın evine gidince, o sizi tanısın veya tanımasın, kapılarını açar ve hemen imdâdınıza koşar. Çünkü, islâm dîni, başkalarına yardım etmeyi emreder. Zenginin fakire yardım etmesi, servetinin bir kısmını yoksullara vermesi, islâm dîninin beş büyük esasından biridir. Bu, başka hiçbir dinde yoktur. Demek oluyor ki, islâm dîni bu asrın ictimâ'î [sosyal] hayatına en uygun olan dindir. Onun içindir ki, islâm memleketlerinde komünizme yer yoktur. Çünkü islâm dîni, bu mes'eleyi çok daha evvelden ve çok daha esaslı olarak hâl etmiştir.
Cevap: Müslümanlığı seçenler
26 H. F. FELLOW
(İngiliz)
Ben hayatımın büyük bir kısmını denizlerde geçiren ve 1914 de Birinci Cihân Harbine ve 1939 da İkinci Cihân Harbine, İngiliz deniz subayı olarak katılmış bir bahriyeliyim.
Yirminci asrın en mükemmel âlet ve makinaları bile, tabî'atın korkunç kuvvetlerine karşı koyacak evsâfta değildir. En basît bir misâl vereyim. Sis ve fırtınaya mukavemet için elimizde hiçbir imkân yoktur. Bir harp zamanında ise, bu tehlikelere daha birçok tehlikeler ilâve olur. Bir bahriyelinin, dâimâ dikkatli olması lâzımdır. İngiliz Bahriyyesinde, Kraliçenin Talimatı ve Amirallik Dâiresinin koyduğu talimatı ihtivâ eden bir kitap mevcuttur. Bu kitapta, her deniz subayına düşen vazîfeler, tehlike ânında yapılacak işler kayd edilmiş olduğu gibi, vazîfesini iyi yapanlara verilecek mükâfâtlar, iyi hareket edenlere verilecek takdîrnâmeler, para mükâfâtları, maaş ve ücretler, bir subayın ne zaman emekli olacağı yazılıdır. Aynı zamanda, kabahatli olanlara verilecek cezâlar, emirlere karşı gelenlere yapılacak hareket tarzı v. s. de birer birer kayd edilmiştir. Eğer bu kitaba dikkat ile riâyet olunacak olursa, denizde hayat gayet rahat ve muntazam geçer, tehlike çok azalır ve deniz subayları sâkin ve bahtiyâr yaşarlar.
Allahü teâlâ, kusurumu ve günahımı affetsin! Aradaki büyük farkı hiç bir zaman unutmıyarak ve hurmette kusur etmiyerek, ben Kur'an-ı kerimi, işte bu kitaba benzetiyorum. Kur'an-ı kerimde, bu esasları koyan Allahü teâlâdır. O, dünya üzerinde bulunan bütün erkek, kadın ve çocuklara nasıl hareket etmeleri Îcap ettiğini, tehlikenin nereden geleceğini ve ona karşı ne yapmak lâzım olduğunu, iyi hareket edenlerin nasıl mükâfâtlandırılacağını ve fena hareket edenlerin nasıl cezâlandırılacağını, son derecede açık ve güzel bir şekilde ve herkesin anlıyacağı bir tarzda öğretmektedir. Son 11 senedir, emekliye ayrıldıktan sonra, bahçemde çiçek yetiştiriyorum. İşte asl bu zaman, Allahü teâlânın büyüklüğünü, bir kere daha yakından gördüm. Nebâtlar ve çiçekler, ancak Allahü teâlânın emri ile yetişmekte ve büyümektedir. Onun emri olmadan diktiğiniz hiçbir şey yetişmez. Ne kadar uğraşırsanız uğraşınız, ne yaparsanız yapınız, sizin uğraşmalarınız, ancak Onun yardımı ile bir netîce verir. Bu yardım yoksa, gayretlerimiz boşa gider. Nebâtların neşvü nümâsı [yâni yetişmesi] için lâzım olan hava şartlarını evvelden tâyîn etmek kimsenin elinde değildir. Allahü teâlânın bir emri ile hava bozulur ve ektiğiniz herşey mahv olur. İnsanlar hava şartlarını evvelden tahmîn edebilmek için, birçok şey yaptılar. Bugün güyâ havanın nasıl olacağı evvelden haber veriliyor. Ben, buna ancak gülüyorum. Zîrâ, bu hava tahmînlerinden ancak yüzde biri doğru çıkmaktadır. Bu işte ancak Allahü teâlânın takdîri hâsıl olur. Allahü teâlânın emrine uymıyanların bahçelerinde güzel çiçekler yetişmiyor. Bu, Allahü teâlânın onlara verdiği cezâdır.
Ben, Kur'an-ı kerimin Allah kelâmı olduğuna ve Allahü teâlânın bu mukaddes kitabı dünyaya yaymak için, Muhammed sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemi seçtiğine, bütün kalbimle îman ediyorum. Kur'an-ı kerim, dünyadaki insan hayatı ile tam bir tevâfuk hâlindedir ve içinde hiçbir mübâlağa ve hurâfe olmayan, tamamen mantıkî, aklı başında olanların, tamamen sahih, doğru olduğuna inanacağı kâideler vardır. Kur'an-ı kerimde, ibâdet korkuya değil, muhabbete ve hurmete bağlanmıştır.
Bir hıristiyan, hıristiyanlık muhîti ve te'sîri altında uzun seneler kalınca, dîninden vazgeçip müslüman olmak için, evvelâ iknâ' olunmak ister. Fakat ben, islâmiyeti tedkîk ettikten sonra, başkası tarafından iknâ' edilmek lüzûmunu his etmedim. Çünkü, kendiliğimden bu dînin hak bir din olduğuna inanmıştım. Kimse beni müslüman yapmaya zorlamadı. Kimsenin te'sîri altında kalmadım. Müslümanlık, benim hıristiyanlıkta cevabını bulamadığım birçok şüpheleri hemen cevaplandırmış, beni her husûsta tatmîn etmişti. İşte bunun için, kendi kendime ve seve seve müslüman oldum.
Ben, farkına vardım ki, Îsâ aleyhisselâmın getirdiği temiz din ile İslâmiyet, aslında birbirinin aynıdır. Fakat temiz nasrânî dîni, birçok hurâfelerle, puta tapanlardan alınmış yanlış âyin ve îtikatlarla karışarak, tamamen bozulmuş ve hıristiyanlık hâline gelmiştir. O kadar ki, Martin Luther bu hurâfelerin çoğunu temizliyerek, dinde reform yapmak ve protestanlığı kurmak zorunda kalmış, fakat, islâh edeyim derken, büsbütün ifsâd etmiştir. İngiliz kraliçesi birinci Elizabeth, memleketini tehdîd eden katolik İspanyollar ile mücâdele ederken, Osmanlı Türkleri de Avrupada katoliklerle cihâd ediyordu. Bu iki devlet de, protestan ve müslüman olarak, puta tapan katoliklerle mücâdele ediyorlardı. Yalnız Martin Luther, farkına varmamıştı ki, Muhammed kendisinden tam 900 sene evvel bozulmuş hıristiyan dîni ile diğer bütün dinleri tamamiyle temizlemiş, tasfiye etmişti.
Bugün, hıristiyanlık putlar ve hurâfelerle doludur. Hıristiyanlık, uzun zamanlar haksızlığın, zulmün, vahşetin, âdetâ mubâh görüldüğü bir din olarak kalmış ve bugün bu korkunç hüviyyetini tamamen muhâfaza etmektedir. İspanyada hıristiyanların, Engizisyon mahkemelerinde ne kadar haksız kararlar verdiklerini, ne gibi vahşetler yaptıklarını hâtırlamanızı isterim. Onların bu vahşetinden kaçan yahudileri, ancak müslüman Türkler kabûl ettiler ve onlara insan muamelesi yaptılar.
Îsâ aleyhisselâm, ümmetinden, Allahü teâlânın Tûr-i Sînâda [Sînâ tepesinde] Mûsâ aleyhisselâma teblîg ettiği Evâmir-i Aşereye [On emre] itaat etmeyi istemişti. Bu emirlerden birincisi şudur: Ben senin Allahınım. Benden başka hiç bir ilaha tapmayacaksın!) Hâlbuki hıristiyanlar, Allahü teâlâyı üçe çıkarmışlar, yâni Allahü teâlânın verdiği ilk emre muhâlefet etmişlerdir. Ben, müslüman olmadan evvel bile, üç ALLAHya inanmadım. Allahü teâlâyı dâimâ tek, merhametli, affedici, hidâyet yolunu gösterici, bir büyük varlık olarak kabûl ediyordum. İşte beni müslümanlığa götüren en büyük sebep, bu oldu. Çünkü müslümanlar, Allahü teâlâya tam benim düşündüğüm gibi îman ediyorlardı.
Hayattaki yaşama tarzınız tamamen sizin elinizdedir. Eğer siz, bir muhâsebeci iseniz ve mal sahibinin kasasından para aşırırsanız, sizi yakalar ve habse sokarlar. Kaygan bir yoldan giderken dikkat etmezseniz, yuvarlanır ve bir tarafınızı kırarsınız. Otomobilinizi çok sür'at ile sevk eder ve bu sebep ile bir kaza yaparsanız, bundan yine siz mes'ûl olursunuz. Bütün bu kabahatleri, başkasının üstüne yüklemeye kalkmak, büyük bir ahlâksızlıktır. İnsanların fena huylu olarak doğduklarına inanmıyorum. İnsanlar, muhakkak iyi huylu olarak doğmuştur. İnsanların bazılarının, fena ruhlu olarak dünyaya geldiğini iddiâ edenler var ise de, bunlara inanmıyorum. Bence, insanı fena ruhlu yapan, önce, anası babası, sonra muhîti [çevresi], zararlı neşriyat ve sonra fena arkadaşlarıdır. Buna bir de zararlı muallimleri eklemek gerekir. Çocuklar, baba ve analarının ve mektepteki muallimlerinin ve yazarların hareket ve fikirlerine çok kıymet verirler ve onlara benzemeye çalışırlar. Bâzan çocukların, bilinmeyen sebeplerden ötürü isyân ettikleri veya lüzûmsuz yere ortalığa zarar verdiği görülür. O zaman, onlara nasihat vermek, onları tatlılıkla, fakat ciddiyetle yola getirmek lâzımdır. Fakat, biz çocuklarımıza fena örnek olursak, kendimiz fena hareketler yaparsak, onları yaptıkları hareketin doğru olmadığı husûsunda iknâ edemeyiz. Biz her türlü kabahati işlersek, bunların kötü şeyler olduğunu çocuklarımıza nasıl anlatabiliriz?Demek oluyor ki, her şeyden evvel çocuklarımıza mükemmel bir nümûne olmalıyız. Îcâbında onları cezâlandırabilmeliyiz. İngilizlerin sporcu olduğunu bilirsiniz. Spor bizde âdetâ kutsaldır. Spor yaparken, yanlış hareket eden, hele hîle yapan, hemen cezâlandırılır ve şerefinden çok şey gayb eder. İslâm dîni, insanlar için tıpkı bizim spor kâideleri gibi çok güzel ve mantıkî hareket tarzı ve doğru yaşama kâideleri koymuştur. İşte ben de, İslâm dînini tedkîk ederken, konulan bu kâidelere hayrân oldum. Bu mantık ve intizâm da beni hak olan islâm dînine kavuşturdu.
On emrin ikincisi şudur: Sen, tapınmak için, hiçbir put veya resim veya işaret yapmıyacaksın. )Hâlbuki, bugün hıristiyan kiliseleri resimlerle, heykellerle doludur ve hıristiyanlar bunların önünde yerlere kadar eğilirler!
Ben, Îsâ aleyhisselâmın mucizeleri, [hıristiyanların îtikatınca] haç üzerinde öldürülmesi, kabre konulduktan sonra tekrar dirilip göğe çıkması gibi muazzam hâdiselerin, o zaman Filistinde bulunan yahudiler, Romalılar ve diğer insanlar üzerinde çok az bir etki yaptığına ve oradaki hayat tarzını hiç değiştirmediğine dâimâ hayret etmiştim. Yahudiler Îsâ aleyhisselâma çok kaydsız kalmış ve hıristiyanlık ancak yüzyıllar sonra yayılmaya başlamıştır. Hâlbuki, Muhammed sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemin teblîg ve neşrettiği İslâm dîni, çok kısa zamanda her tarafa yayılmış, oralardaki hayat tarzını hemen değiştirmiş, yarı vahşî insanları kısa zamanda, medenîleştirmiştir. Zannediyorum ki, bunun sebebi, îsevî dîninin kısa zamanda bozularak, anlaşılması güç, yarı putperest yeni bir hıristiyan dîni hâlini alması, islâm dîninin ise, herkes tarafından anlaşılabilen mantıkî bir din olmasıdır. 1919 ile 1923 arasında, bana Türk sularında vazîfe verildi. Müslümanlarla görüştüm. Her gün minârelerden duyduğum (Ancak bir Allahü teâlâ vardır. Muhammed Onun resûlüdür) sesi kulağıma ne hoş geliyordu! İslâmiyet hakkında okuduğum İngilizce kitaplardan çoğu, İslâmiyeti tahkîr ediyordu. Hele son üçyüz sene içinde, aynı zamanda halîfe olan Türk sultânlarının yaptıkları iddiâ edilen birçok fena hareketleri, haksızlıkları, Türklerin yalancılığı, düzenbazlığı, rüşvete düşkün olmaları, azınlıklara fena muamele etmeleri gibi iftirâlar, hep onların aldığı islâm terbiyesine isnâd ediyor, bir müslümanın hiç bir zaman bir hıristiyan gibi dürüst olmıyacağını ileri sürüyordu. Acaba kabahat hakîkaten İslâm dîninde miydi?Ben buna inanmıyordum. Nihâyet bu husûsta bilgi edinmek için, bir müslüman din adamına mürâce'at etmeye karar verdim. Bir taraftan da İslâmiyet hakkında müslümanlar tarafından yazılmış eserleri aradım. İngilterede bulunan müslüman din adamları, bana böyle eserler bulup yolladılar. Bu kitapları okuduğum zaman, islâmiyetin ne kadar temiz olduğunu, Ortaçağda nasıl parladığını, karanlık hıristiyan âlemini nasıl aydınlattığını, fakat zamanla dîne ri'âyetsizlik yüzünden, islâm âleminin nasıl zayıfladığını, şimdi onu yine eski hakîkî hâline getirmek için uğraşıldığını öğrendim. Bugünkü ilmî terakkîler hıristiyan dîninde yer bulamaz. Hâlbuki, islâmiyet ile tam bir ittifak hâlindedir. Demek oluyor ki, islâm âleminin gerilemesinde kabahat, islâm dîninde değil, bu güzel dîni lâyıkı ile tatbîk edemeyen bugünkü müslümanlardadır. Artık islâm dîninin meziyyeti hakkında hiçbir şüphem kalmamıştı. Seve seve, îman ederek müslüman oldum.
Bugün Avrupada bazı filozoflar, muharrirler, dinlerin lüzûmsuz olduğunu ileri sürerler. Emîn olunuz ki, böyle bir fikrin hâsıl olmasına sebep, hıristiyan dîninin akla uymaz kâideleri ve 20. asırda kabûl olunamıyacak hurâfeleridir [yâni bâtıl akîdeleridir]. Hâlbuki islâm dîninde bunların hiçbiri yoktur.
Hıristiyanlar, İslâmiyetin kabûlünün sebebini bir türlü anlıyamamakta ve müslüman olanlara (eksantrik = Kimseye uymıyan bir yol tutanlar) demektedirler. Bu tamamiyle yanlış bir düşüncedir.
En son olarak şunu söyliyeceğim:Ben islâmiyeti hem teorik, hem pratik, anlaşılması kolay ve mantıkî ve her bakımdan mükemmel bir din olduğu ve insanlara iyi bir rehber olduğu için seçtim. İslâm dîni, insanı Allahü teâlânın rızasına, dünya ve âhiret saadetine götüren en doğru yoldur ve sonsuza kadar böyle kalacaktır.