Mektubat-ı Rabbani (80. Mektup)
Bu mektûb, mirzâ Fethullah-i Hakîme yazılmışdır. Yetmişüç fırka içinde, kurtulan bir fırkanın, Ehl-i sünnet fırkası olduğunu bildirmekdedir:
Hak teâlâ, Muhammed Mustafânın “alâ sâhibihessalâtü vesselâm” nûrlu caddesinde yürümek nasîb eylesin! Fârisî mısra’ tercemesi:
İş budur. Bundan başkası hiçdir.
Hadîs-i şerîfde, müslimânların yetmişüç fırkaya ayrılacakları bildirildi. Bu yetmişüç fırkadan herbiri, islâmiyyete uyduğunu iddi’â etmekdedir. Cehennemden kurtulacağı bildirilen bir fırkanın kendi fırkası olduğunu söylemekdedir. Mü’minûn sûresi, ellidördüncü [54] ve Rûm sûresi otuzikinci âyetinde meâlen, (Her fırka, doğru yolda olduğunu sanarak, sevinmekdedir) buyuruldu. Hâlbuki, bu çeşidli fırkalar arasında kurtulucu olan birinin alâmetini, işâretini, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” şöyle bildirmekdedir: (Bu fırkada olanlar, benim ve Eshâbımın gitdiği yolda bulunanlardır). İslâmiyyetin sâhibi kendini söyledikden sonra, Eshâb-ı kirâmı da “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, söylemesine lüzûm olmadığı hâlde, bunları da söylemesi, (Benim yolum, Eshâbımın gitdiği yoldur. Kurtuluş yolu, yalnız Eshâbımın gitdiği yoldur) demekdir. Nitekim Nisâ sûresi, yetmişdokuzuncu âyetinde meâlen, (Resûlüme itâ’at eden, elbette Allahü teâlâya itâ’at etmişdir) buyuruldu. Resûle itâ’at, Hak teâlâya itâ’at demekdir. Ona “sallallahü aleyhi ve sellem” uymamak, Allahü teâlâya isyândır. Allahü teâlâya itâ’atin, Resûlüne itâ’atden başka olduğunu sananlar için nâzil olan, Nisâ sûresinin, (Allahü teâlânın yolu ile, Resûlünün yolunu birbirinden ayırmak istiyorlar. Senin söylediklerinin ba’zısına inanırız, ba’zısına inanmayız diyorlar. İkisi arasında ayrı bir yol açmak istiyorlar. Bunlar, elbette kâfirdir) meâlindeki yüzkırkdokuzuncu âyeti, bunların kâfir olduklarını bildiriyor. Eshâb-ı kirâmın “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yolunda gitmeyip de, Peygambere “aleyhissalâtü vesselâm” uyduğunu söyliyen, yanılıyor. Ona “sallallahü aleyhi ve sellem” uymuş değil, isyân etmiş oluyor. Böyle yol tutan, kıyâmetde kurtulamıyacakdır. Mücâdele sûresinin, (Doğru birşey yapdıklarını sanıyorlar. Biliniz ki, onlar yalancıdır, kâfirdir) meâlindeki onsekizinci âyeti bu gibilerin hâlini gösteriyor.
Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” yolunda giden, hiç şübhe yok ki, Ehl-i sünnet vel cemâ’at fırkasıdır. Allahü teâlâ, bu fırkanın yorulmadan, yılmadan çalışan büyüklerine, bol bol mükâfat versin! Cehennemden kurtulan fırka, yalnız bunlardır. Çünki, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbına “aleyhimürrıdvân” dil uzatan, bunlara uymakdan, elbette mahrûmdur.
[Şî’îler, oniki kısmdır. Her kısmı da kollara ayrılmışdır. Ba’zısı abdestsiz, guslsüz gezer. Nemâz kılanları azdır. Hepsinin i’tikâdı, inanışı Ehl-i sünnetden ayrıdır. Alevî değildirler. (Alevî), Ehl-i beyti seven, onların yolunda giden kimse demekdir. İmâm-ı Alîye ve bunun hazret-i Fâtımadan olan çocuklarına (Ehl-i beyt) denir. Ehl-i beyti sevmek şerefini Ehl-i sünnet kazanmış, onları sevmeği, onların yolunda bulunmağı, son nefesde îmân ile gitmenin alâmeti, işâreti demişdir. O hâlde alevî, Ehl-i sünnetdir. Bunun için, alevî olmak isteyen kimsenin, Ehl-i sünnet olması lâzımdır. Bugün, zındıklar ve müslimânlıkla ilgileri olmıyan kimseler, mubârek Alevî ismini Ehl-i sünnetden alıp, kendilerine mal etmek istiyorlar. Bu güzel ismin gölgesi altında, gençleri aldatmağa, Resûlullahın yolundan ayırmağa uğraşıyorlar. Bu konuda, (Eshâb-ı Kirâm) ve (Hak Sözün Vesîkaları) kitâblarımızda geniş bilgi vardır.]
Mu’tezilî fırkası ise, sonradan meydâna çıkmışdır. Bunun kurucusu olan Vâsıl bin Atâ, Hasen-i Basrînin “rahmetullahi aleyh” talebesinden idi. Îmân ile küfr arasında, bir üçüncü kısm bulunduğunu söyliyerek, Hasen-i Basrînin yolundan ayrıldığı için, Hasen-i Basrî, buna (İ’tezele annâ) buyurdu ki, bizden ayrıldı demekdir. Diğer bütün fırkalar da, sonradan meydâna çıkdı.
Eshâb-ı kirâma dil uzatmak, Allahü teâlânın Peygamberine “sallallahü aleyhi ve sellem” dil uzatmak olur. (Eshâb-ı kirâma saygı göstermiyen, Allahü teâlânın Resûlüne îmân etmemişdir) buyuruldu. Çünki, onların kötülenmesi, sâhiblerinin, efendilerinin “sallallahü aleyhi ve sellem” kötülenmesi olur. Böyle yanlış i’tikâda düşmekden, Allahü teâlâya sığınırız! Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden çıkan ahkâmı bizlere getiren, Eshâb-ı kirâmdır. Onlara dil uzatılınca, onların getirdiği şey de, kıymetden düşer. İslâmiyyeti bizlere getiren, Eshâb-ı kirâm arasından belli kimseler değildir. Bunda, herbirinin hizmeti, payı vardır. Hepsi adâletde, doğrulukda, öğretmekde müsâvîdir. Eshâb-ı kirâmdan “aleyhimürrıdvân” herhangi birine dil uzatılınca, dîn-i islâm kötülenmiş, söğülmüş olur. Allahü teâlâ, bu çirkin hâle düşmekden hepimizi korusun!
Eshâb-ı kirâma söğen eğer, (Biz, yine Eshâb-ı kirâma uyuyoruz. Onların hepsine uymak, şart değildir. Hattâ mümkin değildir. Çünki, sözleri birbirine uymıyor. Yolları başka başkadır) derse, bunlara deriz ki: Eshâb-ı kirâmdan ba’zısına uymuş olmak için, hiçbirini inkâr etmemek lâzımdır. Bir kısmını beğenmeyince, başka kısmına uyulmuş olamaz. Çünki, meselâ Emîr [Alî] “radıyallahü anh”, diğer üç halîfeyi büyük biliyor, hurmet ediyor ve uyulmağa lâyık olduklarını biliyordu. Bunlara, seve seve bi’at etmiş, hilâfetlerini kabûl etmişdi. Diğer üç halîfeyi sevmedikçe, Emîre “radıyallahü teâlâ anhüm” uyduğunu söylemek yalan olur, iftirâ olur. Hattâ, Emîri beğenmemek, onun sözlerini, hareketlerini, kabûl etmemek olur. Allahü teâlânın arslanı Alî “radıyallahü anh” için, onları idâre ediyordu, yüzlerine gülüyordu demek, câhilce, ahmakca söz olur. Allahın arslanının, o kadar ilm ve kahramanlığı ile, tâm otuz sene, üç halîfeye karşı düşmanlığını saklayıp, dost göründüğünü ve onlarla yalandan arkadaşlık etdiğini hangi akl kabûl eder? En aşağı bir müslimân bile böyle iki yüzlülük yapamaz. Emîri “radıyallahü anh” bu kadar küçülten, âciz, hîleci ve münâfık yapan böyle sözlerin çirkinliğini anlamak lâzımdır. Allah göstermesin, Emîrin “radıyallahü anh” böyle olduğunu, bir ân kabûl etsek bile, Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” bu üç halîfeyi “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” medh etmesine, büyültmesine, bütün yaşadığı müddetçe, bunlara kıymet vermesine ne diyecekler? Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimize de, iki yüzlü mü diyecekler? Hâşâ! Bu, hiç olamaz. Peygamberin “sallallahü aleyhi ve sellem” doğruyu bildirmesi vâcibdir. İdâre ediyordu diyen zındık olur, dinsiz olur. Mâ’ide sûresi, yetmişinci âyetinde meâlen, (Ey kıymetli Resûlüm! Rabbinden sana indirileni, herkese ulaşdır! Bunları, doğru bildirmezsen, Peygamberlik vazîfeni yapmamış olursun! Allahü teâlâ, seni, düşmanlık etmek istiyenlerden korur) buyuruldu. Kâfirler diyordu ki, Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”, vahy olunan şeylerden, işine gelenleri söylüyor, işine gelmiyenleri söylemiyor. Bunun üzerine, bu âyet-i kerîme gelerek herşeyi doğru söylediği bildirildi. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, âhırete teşrîf edinceye kadar, üç halîfeyi hep över, başkalarından üstün tutardı. Demek ki, bunları övmek, üstün tutmak, hatâ olamaz, yanlış yol olamaz.
Îmân edilecek şeylerde Eshâb-ı kirâmın hepsine uymak lâzımdır. Çünki, i’tikâd edilecek şeylerde, birbirlerinden hiç ayrılıkları yokdur. Fürû’da, ya’nî yapılacak işlerde ayrılma olabilir.
Eshâb-ı kirâmdan “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” birine dil uzatan kimse, hepsini lekelemiş olur. Çünki, hepsinin îmânı, i’tikâdı birdir. Birine dil uzatan, hiçbirine uymamış olur. Birbirlerine uygun olmadıklarını, aralarında birlik bulunmadığını söylemiş olur. Onlardan birini kötülemek, onun söylediklerine inanmamak olur. Tekrâr söyliyelim ki, islâmiyyeti bizlere bildiren, onların hepsidir. Onların herbiri âdildir, doğrudur. Herbirinin islâmiyyetde bildirdiği birşey vardır. Herbiri âyet-i kerîmeleri getirerek, Kur’ân-ı kerîm toplanmışdır. Bir kısmını beğenmiyen, islâmiyyeti bildireni beğenmemiş olur. Görülüyor ki, bu kimse, islâmiyyetin hepsini yapmamış olur. Böyle olan da, Cehennemden kurtulabilir mi? Bekara sûresi, seksenbeşinci âyetinde meâlen, (Kur’ân-ı kerîmin bir kısmına inanıyorsunuz da, bir kısmına inanmıyor musunuz? Böyle yapanların cezâsı, dünyâda, rezîl, rüsvâ olmakdır. Âhıretde de, en şiddetli azâba atılacaklardır) buyuruldu.
Kur’ân-ı kerîmi Osmân “radıyallahü anh” topladı. Hattâ, Ebû Bekr-i Sıddîk ile Ömer-ül Fârûk “radıyallahü anhümâ” topladı. Emîrin “radıyallahü anh” topladığı Kur’ân-ı kerîm, bundan başkadır. Görülüyor ki, bu büyükleri kötülemek, Kur’ân-ı kerîmi kötülemeğe kadar gidiyor. Allahü teâlâ, bütün müslimânları, böyle belâya düşmekden korusun! Şî’î mezhebinin müctehidlerinden birine sordular ki: Kur’ân-ı kerîmi, Osmân “radıyallahü anh” toplamışdır. Onun toplamış olduğu, bu Kur’ân için ne dersiniz? Ona bir kusûr bulmakda, hiç fâide göremem. Çünki, Kur’ân-ı kerîme dil uzatılırsa, din yıkılır dedi.
Aklı olan kimse, Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât etdiği gün, Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ aleyhim ecma’în” hepsinin, yanlış bir kararda birleşeceklerini, elbette söyliyemez. Hâlbuki o gün, Eshâb-ı kirâmdan otuzüçbin adedi, hep birden, istekle ve seve seve Ebû Bekr-i Sıddîkı “radıyallahü anhüm” halîfe yapdı. Otuzüçbin Sahâbînin, yanlış bir işde, söz birliği yapması, olacak şey değildir. Nitekim, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Ümmetim yanlış bir iş üzerinde, söz birliği yapmaz!) buyurmuşdu. Emîrin “radıyallahü anh” önceden, üzülmesi, o konuşmalar için, kendisi çağrılmadığından idi. Kendisi de böyle olduğunu bildirmiş ve (Konuşmağa geç çağrıldığım için üzülmüşdüm. Yoksa, iyi biliyorum ki, Ebû Bekr “radıyallahü anh” hepimizden üstündür) buyurmuşdu. Kendisinin geç çağrılmasının sebebi vardı. Ya’nî, o zemân, Ehl-i Beytin arasında idi. Onları tesellî ediyordu.
Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâb-ı kirâmı “radıyallahü teâlâ aleyhim ecma’în” arasında olan ayrılıklar, nefsin isteklerinden, kötü düşüncelerden değildi. Çünki onların mubârek nefsleri tezkiye bulmuş, tertemiz olmuşdu. Emmârelikden kurtulmuş, itmînâna [doğruyu anlamağa, inanmağa] kavuşmuşdu. Onların bütün istekleri, islâmiyyete uymakdı. Ayrılıkları, ictihâd ayrılığı idi. Doğruyu meydâna çıkarmak içindi. Yanılanlarına da, Allahü teâlâ bir derece sevâb verecekdir. Doğru olanlara, en az iki derece vardır. O büyüklerin hiçbirini, dilimizle incitmemeliyiz. Herbiri için hep iyi söylemeliyiz. Ehl-i sünnetin en büyük âlimlerinden imâm-ı Şâfi’î “rahmetullahi aleyh” buyurdu ki, (Allahü teâlâ, ellerimizi, o kanlara bulaşdırmadı. Biz de dillerimizi bulaşdırmayalım). Yine buyurdu ki, (Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” sonra, Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” çok düşündü. Yer yüzünde Ebû Bekr-i Sıddîkdan dahâ üstün kimseyi bulamayıp, onu halîfe yapdılar. Onun emrine girdiler). İmâm-ı Şâfi’înin bu sözü de, hazret-i Alînin “radıyallahü anh” hiç ikiyüzlü olmadığını ve Ebû Bekr-i Sıddîkı seve seve halîfe yapdığını göstermekdedir.
Meyân şeyh Ebülhayrin oğlu, Meyân Seyyid, büyük zâtların evlâdıdır. Dekken seferinde de hizmetinizde bulunmuşdur. Yardım ve iltifâtınıza kavuşacağı umulur. Mevlânâ Muhammed Ârif de, ilm talebesi olup, büyükler soyundandır. Babası öldü. Hoca idi. Maâşını almak için yanınıza geldi. Kolaylık göstermeniz kereminizden umulur. Vesselâm, vel ikrâm!
[Üç halîfeyi kötüliyenlerin doğru yoldan sapmış olduklarını ve hele bunların, en azgın ve taşkınlarının müslimânlıkdan büsbütün ayrıldıklarını, hattâ islâmiyyeti yıkmak için uğraşmakda olduklarını göstermek için, islâm âlimleri pekçok kitâb yazmışdır. Bunlardan birkaçının ismi ve yazarı aşağıda bildirilmişdir. Alevî olduklarını söyleyen, din kardeşlerimizin, bu kitâbları dikkat ile okuyarak, Ehl-i sünnet ile bunların arasındaki ayrılıkları incelemelerini ve akl, vicdân ve insâf ile, doğru yolu seçmelerini ve bölücü câhillerin yalanlarına, iftirâlarına aldanmamalarını, kurtuluş, selâmet yoluna sarılarak, din ve dünyâ se’âdetine kavuşmalarını, din kardeşliği ve insanlık nâmına, Allahü teâlâdan düâ ederiz.
Cevap: Mektubat-ı Rabbani
İslâm âlimlerinin müslimânlara nasîhat vermek için, yazmış oldukları kitâblardan, elimize geçen birkaçı şunlardır:
1- (İbtâl-ül Menhec-il-bâtıl) kitâbını Fadl bin Ruzbehân yazmışdır. Şî’î fırkasından, İbn-ül-Mutahhirin (Minhâc-ül-kerâme) kitâbını red etmekde, yanlışlarını vesîkalarla çürütmekdedir. Kitâbı 852 [m. 1448] de İsfehanda yazmışdır.
2- (Nüzhet-ül-isnâ aşeriyye) kitâbıdır. Fârisîdir. Mirzâ Ahmed bin Abdürrahîm-i Hindî yazmışdır. Şî’îleri anlatmakdadır. 1255 [m. 1839] de vefât etmişdir.
3- (Nevâkıd) kitâbını, Mirzâ mahdûm yazmışdır. (En-nevâkıd lil-Revâfıd) kitâbını, seyyid Muhammed bin Abdürresûl Berzencî yazmışdır. 1103 [m. 1711] de denizde boğuldu.
4- (Muhtasar-ı Nevâkıd) kitâbı, Nevâkıd kitâbının kısaltılmışıdır. Muhammed bin Abdürresûl-i Berzencî kısaltmışdır.
5- (Seyf-ülbâtir li-rikab-işşî’a-ti verrâfida-til-kevâfir) kitâbını, şeyh Alî bin Ahmed Hîtî [1025] de İstanbulda yazmışdır.
6- (Ecvibe-tül Irâkıyye alel’es-iletil-Îrâniyye) kitâbını Şihâbüddîn seyyid Mahmûd bin Abdüllah Âlûsî yazmışdır. Bağdâdda şâfi’î âlimi idi. 1270 [m. 1854] de vefât etdi.
7- (Ecvibe-tül-Irâkıyye alel’es-iletil-lâhûriyye) kitâbını da Âlûsî yazmışdır. Hayderî de, böyle bir kitâb yazmışdır.
8- (Nefehât-ül-kudsiyye fî mebâhis-il-imâmiyye fî-redd-iş-şî’a) kitâbında da, Âlûsî, şî’îlere cevâb vermekdedir.
9- (Nehc-üs-selâme) kitâbını da Şihâbüddîn Âlûsî yazmışdır.
10- (Sârım-ül-hadîd) kitâbını, Muhammed Emîn bin Alî Bağdâdî yazmışdır. İbni Ebî-hadîdin iftirâlarını cevâblandırmakdadır.
11- (Reddi-alel-imâmiyye) kitâbını, Alî bin Muhammed Süveydî Bağdâdî yazmışdır. Şâfi’î olup, 1237 [m. 1822] de, Şâmda vefât etmişdir.
12- (Hadîka-tüs-serâir) kitâbını, Abdüllah bin Muhammed Bitûşî yazmışdır. Şâfi’î, Bağdâdî olup, 1211 [m. 1797] de Basrada vefât etdi.
13- (Tuhfe-i isnâ aşeriyye fî redd-ir-revâfıd) kitâbını, şâh Abdül’azîz-i Dehlevî, fârisî olarak yazmışdır. 1239 [m. 1824] de vefât etmişdir. Arabîye tercemesi, Şükrî Âlûsî tarafından kısaltılarak, (Muhtasar-ı tuhfe) ismi ile, Bağdâdda ve 1976 da İstanbulda basılmışdır.
14- (Minha-tül-ilâhiyye muhtasar-ı Tuhfe-i isnâ aşeriyye) kitâbını, Mahmûd Şükrî Âlûsî yazmışdır. [1373] de Kâhirede basılmışdır.
15- İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Mektûbât) kitâbında, Eshâb-ı kirâmın üstünlüklerini, çok kuvvetli delîllerle açıklamakdadır.
16- (Hucec-i kat’ıyye) kitâbını, Abdüllah-i Süveydî, arabî olarak yazmışdır. (En-Nâhiye an’ta’n-i Emîril-müminîn Mu’âviye) arabî kitâbı ile birlikde, 1981 de İstanbulda basılmışdır.
17- Şihristânînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Milel ve Nihal) kitâbında ve bunun türkçe, ingilizce, fransızca ve latince tercemelerinde, şî’îlik uzun anlatılmakda ve cevâbları verilmekdedir.
18- Türkçe (Tezkiye-i ehl-i beyt) kitâbı, şî’îlere cevâb vermekdedir. Yenikapı mevlevî-hânesi şeyhi, Osmân efendi tarafından yazılmış, [1295] de İstanbulda basılmışdır. (Hucec-i kat’ıyye) ile birlikde, latin harfleri ile, İstanbulda basılmışdır.
19- İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Redd-i revâfıd) kitâbı fârisî olup, türkçesi İstanbulda basılmışdır.
20- Büyük âlim, İbni Hacer-i Heytemî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Savâ’ık-ul-muhrika) kitâbında, şî’îlerin yanıldıklarını âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler ile isbât etmekdedir.
21- Yine İbni Hacerin (Tathîr-ul-cenân vel-lisân an Mu’âviyetebni Ebî Süfyân) kitâbında, hazret-i Mu’âviyeye “radıyallahü anh” dil uzatılamıyacağını, çok güzel isbât etmekdedir.
22- İbni Teymiyye (Minhâc-üssünne-tinnebeviyye fî nakdı kelâm-ış-şî’a vel-kaderiyye) kitâbında, şî’î âlimlerinden İbnil mutahhirin (Minhâc-ül-kerâme) kitâbını, kuvvetli vesîkalarla çürütmekdedir.
23- Yine İbni Teymiyye, (Fedâil-i Ebî Bekr ve Ömer) kitâbında, Eshâb-ı kirâmın üstünlüklerini, kuvvetli delîllerle açıklamakdadır.
24- (Mevâhib-i ledünniyye) tercemesinde ve türkçe (Mir’ât-i kâinât)da, Eshâb-ı kirâmın şanları bildirilmekdedir.
25- Seyyid Abdülhakîm Efendinin “rahmetullahi teâlâ aleyh” türkçe (Sahâbe-i kirâm) risâlesi İstanbulda basdırılmış olup, çok fâidelidir.
26- (Nûr-ül-Hüdâ) kitâbı, 1005 [m. 1597] yılında Karakaşzâde Ömer bin Muhammed Bursavî Halvetî tarafından yazılmış olup, şî’îlere ve hurûfîlere cevâb vermekdedir. [1286] da İstanbulda basılmışdır. 1047 [m. 1638] de Edirnede vefât etdi.
27- (Menâkıb-i çıhâr yâr-i güzîn) kitâbı, türkçe olup, Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü anhüm ecma’în” üstünlüklerini çok güzel yazmakdadır. Seyyid Eyyûb bin Sıddîk Ürmevî yazmışdır. Muhtelif zemânlarda basılmışdır. [1264] ve 1998 İstanbul baskıları çok güzeldir.
28- İstanbulda çeşidli baskıları yapılmış olan, türkçe, (Hak Sözün Vesîkaları) ve (Eshâb-ı Kirâm) kitâblarında, şî’îlik açıklanmakda, islâm âlimlerinin bunlara verdikleri nasîhatler, uzun uzun anlatılmakdadır.
29- Tenâsüha inananların ve Allah insana hulûl etdi diyenlerin, kâfir oldukları (Berîka) ve (Hadîka) kitâblarında yazılıdır.
30- Yûsüf Nebhânî, (Şevâhid-ül-hak) kitâbının son kısmlarında, şî’îlere vesîkalarla cevâb vermekdedir.
31- Seyyid Ahmed Dahlân “rahmetullahi aleyh” (El-fethul-mübîn) kitâbında, şî’îleri red etmekdedir. Bu kitâbı, Süveydînin (Hucec-i kat’iyye)si sonunda basılmışdır.
32- Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî “rahmetullahi aleyh” (İzâle-tül-hafâ an hilâfetil-hulefâ) kitâbında, şî’îlere kuvvetli vesîkalarla cevâb vermekde, hazret-i Mu’âviyeyi övmekdedir. Bu kitâb fârisî olup, Urdu diline tercemesi ile birlikde, 1392 [m. 1972] de Pâkistânda basılmışdır. İki cilddir].
Mektubat-ı Rabbani (81. Mektup)
Bu mektûb, Lala beğe yazılmışdır. Müslimânlığı yaymak lâzım olduğu bildirilmekdedir:
Allahü teâlâ, bizim ve sizin islâmın şerefini anlamamızı ve onu korumak için çalışmamızı artdırsın! Yüz seneye yakın bir zemândan beri islâmiyyet yardımcısız kaldı. Öyle oldu ki, kâfirler, müslimân memleketlerinde, yalnız dinsizliklerini, kötülüklerini yapmakla kalmıyorlar; müslimânlığı büsbütün yok etmek istiyorlar. Müslimânların ve müslimânlığın izini, adını bile bırakmamak için kıyasıya uğraşıyorlar. İşi oraya kadar götürdüler ki, bir müslimân, islâmiyyetin emrlerinden birini açıkça yapmağa, hattâ söylemeğe kalksa, öldürüyorlar. Meselâ: Kurban bayramında, Hindistânda müslimânlar inek kurban ederler. Kâfirler, müslimânlara (Cizye) vermeğe belki râzı olurlar. Fekat, inek kesilmesine hiç râzı olmazlar. Yeni hükümetin ilk zemânlarında müslimânlık yayılırsa ve müslimânlara kıymet verilirse, sonu iyi olur. Fekat, Allah göstermesin böyle olmazsa, müslimânların işi çok güç olur. (El’gıyâs)! Ya’nî imdâdımıza yetiş yâ Rabbî! Bize yardım et yâ Rabbî! Müslimânlara yardımcı ol yâ Rabbî! Bakalım, hangi mes’ûd, tâli’li kimse, islâmiyyete yardım etmekle şereflenecek? Bu şerefi bakalım hangi kahramân kazanacak. Bu, Allahü teâlânın öyle bir ni’metidir ki, dilediğine ihsân eder. Allahü teâlâ, büyük ihsân sâhibidir. Allahü teâlâ, bizi ve sizi, Peygamberlerin en üstününe uymak şerefinden ayırmasın “aleyhi ve alâ âlihi ve aleyhim minessalevâti efdalühâ ve minetteslîmâti ekmelühâ”! Vesselâm.
Sevdiklerimin ayrılığından rûhum kan ağlıyor.
Onların firâkından, kemiklerimin ilikleri yanıyor.
Mektubat-ı Rabbani (82. Mektup)
Bu mektûb, İskender Hân-ı Lodîye yazılmışdır. Mâ-sivâyı unutmadıkca, kalbin selâmet bulamayacağı bildirilmekdedir:
Hak teâlâ, hep kendisi ile bulundursun. Kendisinden başkası ile olmağa bırakmasın. Mi’râc gecesi, gözü Allahü teâlâdan hiç ayrılmayan, insanların en üstünü hurmetine, bu düâmızı kabûl buyursun “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât”! Bize ve size herşeyden önce lâzım olan şey, kalbi Allahü teâlâdan başka şeylerin hepsinden kurtarmakdır. Kalbin bu selâmete kavuşabilmesi için, Hak teâlâdan başka hiçbir şeyin kalbden geçmemesi lâzımdır. Kalbden hiçbirşeyin geçmemesi için de, mâ-sivâyı ya’nî Allahü teâlâdan başka herşeyi unutmak lâzımdır. Bunları unutmağa (Fenâ) denir. Bu yolun büyükleri buyuruyorlar ki, (Allahü teâlâdan başka herhangi birşeyi kalbden geçirmek için uğraşılsa, hiç geçmemelidir). İş, bu dereceye varmadıkca, kalb selâmet bulamaz. Bugün, bu ni’mete kavuşan kimse, anka kuşu gibidir. Ya’nî yokdur. Hattâ buna inanacak kimse de, kalmamışdır. Arabî beyt tercemesi:
Ni’mete kavuşanlara ni’metler âfiyet olsun.
zevallı fakîr âşık, birkaç damla ile doysun.
Dahâ çok ne yazayım? Önceniz ve sonunuz selâmet olsun!
Mektubat-ı Rabbani (83. Mektup)
Bu mektûb, Behâdır Hâna yazılmışdır. Zâhiri ve bâtını toparlamakla berâber, islâmiyyetin zâhirine ve hakîkatine yapışmağı bildirmekdedir:
Hak teâlâ, dağınık şeylere olan bağlılıklardan kurtarsın. Mukaddes olan, kendisine tâm bağlanmakla şereflendirsin. Bu düâmızı Peygamberlerin efendisi hürmetine kabûl buyursun “aleyhi ve alâ âlihi ve aleyhim minessalevâti efdalühâ ve minetteslîmâti ekmelühâ”! Fârisî beyt tercemesi:
Herne ki güzeldir, Allah sevgisinden başka,
Hepsi câna zehrdir, şeker gibi de olsa!
İnsanın zâhirini, parlak olan islâmiyyetin zâhiri ile süslemesi ve bâtınını da hep Hak teâlâ ile bulundurması, çok güç bir işdir. Acabâ hangi tâli’li bir kimseyi bu iki ni’metle şereflendirirler? Bugün, bu iki ni’mete birlikde kavuşmak, hattâ yalnız islâmiyyetin zâhirine uymak elegeçmez bir hazîne gibi olmuşdur. Kibrît-i ahmerden, [ya’nî demire sürtünce altına çevireceği sanılan maddeden] dahâ kıymetlidir. Hak teâlâ, sonsuz olan merhameti ile, geçmişlerin ve geleceklerin en üstününe uymakla zâhirimizi ve bâtınımızı şereflendirsin “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât”!
Mektubat-ı Rabbani (84. Mektup)
Bu mektûb, seyyid Ahmed-i Kâdirîye yazılmışdır. İslâmiyyetin ve hakîkatin başka başka olmadıklarını ve hakk-ul-yakîne kavuşmanın alâmetlerini bildirmekdedir:
Hak teâlâ, islâmiyyet caddesinde ilerlememizi nasîb eylesin. Bütün gücümüzle Onun mukaddes zâtına çevrilmemizi ve bizi bizden almasını ve Ondan başka herşeyden büsbütün yüz çevirmemizi ihsân eylesin. Mi’râc gecesi, Ondan gözü hiç kaymayan, insanların en üstünü hurmetine, bu düâmızı kabûl buyursun “aleyhi minessalevâti efdalühâ ve minetteslîmâti ekmelühâ ve alâ âlihi ve eshâbihi ecma’în”! Âmîn. Fârisî mısra’ tercemesi:
Ne olursa olsun, dostdan konuşmak dahâ tatlı!
Her ne kadar dostdan söylenilen şeylerin hiçbiri, Onun sözü değilse de, o sözün, herhangi bir bakımdan O mukaddes sevgili ile bir bağlılığı vardır. Bu bağlılığı da ni’met sayarak, bu yolda çabalamak ve birşeyler söylemek tatlı olmakdadır. İslâmiyyet ve hakîkat birbirinden başka değildirler. Ayrılıkları yalnız, birinde bilgilerin topluca ve ötekinde geniş, açık olmalarında ve düşünce yolu, keşf yolu ile hâsıl olmalarında ve görmeden, anlamadan, görerek inanılmalarında ve uğraşarak ibâdet etmek yerine kendiliğinden ibâdete sarılmakdadır. Parlak olan islâmiyyetin bildirdiği bilgiler ve hükmler, hakk-ul-yakîne kavuşdukdan sonra, hiç değişiklik olmadan, keşf yolu ile geniş olarak anlaşılmakdadır. Görmeden inanılan şeyler, hiç değişiklik olmadan kalb gözü ile görülür. Sevâb kazanmak, ibâdet yapmak için uğraşmak, didinmek arzûsu, ortadan kalkar. (Hakk-ul-yakîn) makâmına kavuşmanın alâmeti, o makâmdaki bilgilerin ve ma’rifetlerin, islâmiyyetin bildirdiklerine tâm uygun olmasıdır. Kıl ucu kadar uygunsuzluk bulunursa, hakîkate kavuşulmadığı anlaşılır. Tarîkat büyüklerinden herhangi birinin bilgisinde ve işinde islâmiyyete bir uygunsuzluk bulunması, sekrden, şü’ûrsuzlukdan ileri gelir. Sekr, yolda ilerlerken hâsıl olmakdadır. Tesavvuf yolunun sonuna kavuşanlar, hep sahv, şü’ûr, uyanıklık hâlindedirler. Onlar vakte değil, vakt onlara uymakdadır. Hâl ve makâm, onların yüksek derecelerine uymuşdur. Fârisî beyt tercemesi:
Sôfî denince, ibn-ül vakt anlaşılır.
Fekat sôfî, vakti ve hâli aşmışdır.
Görülüyor ki, islâmiyyete uygunsuzluk hakîkate kavuşulamamış olduğunu gösterir. Tesavvuf büyüklerinden birkaçı, islâmiyyet, hakîkatin kabuğudur, hakîkat, islâmiyyetin özüdür, demişdir. Böyle sözler, her ne kadar, söz sâhibinin doğru yoldan ayrıldığını göstermekde ise de, belki bu sözle, kısa ve toplu olan şey, açık ve geniş olan şeyin kabuğu gibidir ve düşünerek anlamak, kalb gözü ile görmek yanında, özün kabuğu gibidir demek istemişlerdir. Fekat, hâlleri doğru olan büyükler, böyle lâstikli kelimeleri söylemekden kaçınmışlar, kısa ile uzun ve düşünce ile keşf kelimelerinden başka birşey söylememişlerdir. Bir kimse, Hâce Nakşibend “kaddesallahü teâlâ esrârehül akdes” hazretlerinden sordu ki, (Tesavvuf yoluna girmek ve ilerlemek niçindir?). Cevâb olarak buyurdu ki, (Kısa ve toplu olan bilgilerin genişlemesi için ve düşünerek anlaşılan bilgilerin keşf yolu ile bulunması içindir). Allahü teâlâ, bilgilerimizi ve işlerimizi islâmiyyete uygun eylesin “salevâtullahi teâlâ ve selâmühü alâ sâhibihâ”!
Ayrıca başınızı ağrıtalım: Düâcınızın mektûbunu getiren meyân şeyh Mustafâ Şüreyhî, Kâdî Şüreyh “rahmetullahi aleyh” hazretlerinin soyundandır. Dedeleri hep büyük insanlar idi. Geçim için yardımcı olan vazîfeleri ve gelirleri çokdu. Kendisi şimdi geçim sıkıntısındadır. Senedlerini, fermânlarını ya’nî iyi hâl kâğıdlarını yanına alarak asker olmak için gelmişdir. Yakınlık göstermenizi, ihsân ederek, râhata kavuşmasına, sıkıntıdan kurtulmasına sebeb olmanızı dilerim. Başınızı dahâ çok ağrıtmayayım.
___________________
Ne bahtiyâr, ol kişi kim,
okuduğu, Kur’ân ola!
Ezân, ikâmet duyunca,
gönlü dolu, îmân ola!
___________________
Rabbigfir verham ente erhamürrahimîn teveffenî müslimen ve elhıknî bissâlihîn.
Mektubat-ı Rabbani (85. Mektup)
Bu mektûb, mirzâ Fethullah-i Hakîme yazılmışdır. Sâlih işleri yapmak ve nemâzları cemâ’at ile kılmak lâzım olduğu bildirilmekdedir:
Allahü teâlâ, sizi, beğendiği işleri yapmağa kavuşdursun! İnsana önce i’tikâdını, îmânını düzeltmek lâzımdır. Bundan sonra, sâlih, yarar işleri yapmak lâzımdır. İbâdetlerin hepsini kendinde toplayan ve insanı Allahü teâlâya en çok yaklaşdıran yarar şey, nemâzdır. Peygamberimiz “aleyhissalâtü vesselâm”, (Nemâz dînin direğidir. Nemâz kılan kimse, dînini kuvvetlendirir. Nemâz kılmayan, elbette dînini yıkar) buyurdu. Nemâzı doğru dürüst kılmakla şereflenen bir kimse, çirkin kötü şeyler yapmakdan korunmuş olur. Ankebût sûresinin kırkbeşinci âyetinde meâlen, (Doğru kılınan nemâz, insanı fahşâdan ve münkerden herhâlde uzaklaşdırır) buyuruldu. İnsanı kötülüklerden uzaklaşdırmayan bir nemâz, doğru nemâz değildir. Görünüşde nemâzdır. Bununla berâber, doğrusunu yapıncaya kadar, görünüşü yapmayı elden bırakmamalıdır. Büyüklerimiz “rahmetullahi aleyhim ecma’în”, (Bir şeyin hepsi yapılamazsa, hepsini de elden kaçırmamalıdır) buyurdu. Sonsuz ihsân sâhibi olan Rabbimiz, görünüşü hakîkat olarak kabûl edebilir. [Böyle bozuk nemâz kılacağına, hiç kılma dememelidir. Bu sözü din düşmanları çıkarmışdır. Böyle bozuk kılacağına doğru kıl demelidir. Bu inceliği iyi anlamalıdır.]
Nemâzları cemâ’at ile ve huşû’ ve hudû’ ile kılmalıdır. Çünki, insanı dünyâda ve âhıretde felâketlerden, sıkıntılardan kurtaracak ancak nemâzdır. Mü’minûn sûresi başındaki âyet-i kerîmede meâlen, (Mü’minler herhâlde kurtulacakdır. Onlar, nemâzlarını huşû’ ile kılanlardır) buyuruldu. [Köyde, yolda nemâz kılmak için, kıbleyi bulmak lâzımdır. Kıble cihetini öğrenmek için, güneşi gören toprağa bir çubuk dikilir. Yâhud bir ipin ucuna anahtar veyâ taş bağlanıp sarkıtılır. Takvîm yaprağında yazılı (Kıble sâati) vaktinde, çubuğun, ipin gölgeleri kıble istikâmetini gösterir. Gölgenin güneş tarafında olan ucu, kıble ciheti olur.] Tehlüke, korku bulunan yerde yapılan ibâdetin kıymeti kat kat dahâ çok olur. Düşman saldırdığı zemân, askerin ufak bir iş görmesi, pekçok kıymetli olur. Gençlerin ibâdet etmeleri de, bunun için dahâ kıymetlidir. Çünki, nefslerinin kötü isteklerini kırmakda ve ibâdet etmek istememesine karşı gelmekdedirler. Eshâb-ı Kehf, bir hicret yaparak din düşmanları arasından çıkdıkları için şerefli oldular. Peygamberimiz “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vettehıyyât” bir hadîs-i şerîfde, (Fitnenin, fesâdın çoğaldığı zemânda ibâdet etmek, hicret ederek benim yanıma gelmek gibidir) buyurdu. Görülüyor ki, din düşmanlarının güçlük çıkarması, ibâdetlerin şerefini artdırmakda, sevâbı katkat çoğalmakdadır. Zarar yapmak istemeleri, müslimânlar için fâideli olmakdadır. Dahâ ne yazayım? Oğlumuz şeyh Behâeddîn, Allah adamları ile görüşmekden sıkılıyor. Zenginlerle, dünyâya düşkün olanlarla bulunmak istiyor. Onlarla düşüp kalkmanın, insanı felâkete götüreceğini anlıyamıyor. Onların yağlı, tatlı yemeklerinin zehr gibi gönlü öldüreceğini, ahlâkı bozacağını düşünemiyor. Amân, amân kötü arkadaşlardan kaçınız! İnsanın dînine, îmânına saldıran tatlı dilli, güler yüzlü korkunç düşmanlara aldanmamak için, çok uyanık olunuz. Sahîh olan hadîs-i şerîfde “alâ masdari-hessalâtü vesselâm”, (Mal ve mevkı’ sâhiblerine, malı için, makâmı için alçalan kimsenin dîninin üçde ikisi gider) buyuruldu. Mal için, mevkı’ kazanmak için, islâm düşmanlarına eğilenlere, dinlerinden, ibâdetlerinden vaz geçenlere yazıklar olsun! Sonsuz ni’metleri, se’âdetleri, birkaç günlük eğlence için elden kaçırıyorlar.
Mektubat-ı Rabbani (86. Mektup)
Bu mektûb, Perkene şehrindeki hâkimlerden birisine yazılmışdır. Kalbi, Allahü teâlâdan başka şeylerin sevgisinden kurtarmağı bildirmekdedir:
Hak teâlâ, aşırı ve gerici olmakdan kurtarıp orta yolda bulundursun! Bu düâmızı, Peygamberlerin efendisi hurmetine “aleyhi ve alâ âlihi ve aleyhim minessalevâti efdalühâ ve minetteslîmâti ekmelühâ” kabûl buyursun! Bize ve size önce lâzım olan şey, kalbimizi Allahü teâlâdan başka şeylere bağlı olmakdan kurtarmakdır. Kalbin bu selâmete kavuşması için, Allahü teâlâdan başka hiçbirşeyi kalbe getirmemek lâzımdır. Kalb, Allahü teâlâdan başka şeyleri öyle unutmalıdır ki, eğer bir kimse, bin sene yaşamış olsa, kalbine hiçbirşey gelmemelidir. Fârisî mısra’ tercemesi:
İş budur, bundan başkası hiçdir!
Buluşduğumuz zemân, bu fakîri okşıyarak, bir işiniz olursa bize yazınız buyurmuşdunuz. Bunun için, başınızı ağrıtıyorum. Şeyh Abdüllah-i Sofî, iyi insanlardandır. İhtiyâclarını karşılamak için borca girmişdir. Alacaklılarından yakasını kurtarabilmesi için yardımcı olmanızı dilerim. Vesselâm.
Ne ki kılmış Habîbullah, bize teblig-i ahkâmı
Kabûl etdim anı, âmentü billâh ve hükm-illah.
Mektubat-ı Rabbani (87. Mektup)
Bu mektûb, Pehlivân Mahmûda yazılmışdır. Allahü teâlânın sevdikleri tarafından bir kimsenin kabûl olunmasının büyük se’âdet olduğu bildirilmekdedir:
Allahü teâlâ, size selâmet versin ve islâmiyyetin doğru caddesinde bulundursun “alâ sâhibihessalâtü vesselâmü vettehıyye”! Kıymetli arkadaşlarımıza birinci müjdem, meyân şeyh Müzemmilin oraya gelmesini bildirmekdir. Onun sohbetinin kıymetini ve fâidelerini nasıl anlatayım? Allahü teâlânın sevdiklerinin, bir kimseyi kabûl etmesi, ne büyük se’âdetdir. Hele onu severler ve yanlarına çekerlerse, dünyâ ve âhıret se’âdetine kavuşmuş olur. O büyüklerin yanında bulunanlar, kötülüklerden temizlenir. Sözün kısası, onun sohbetini büyük ni’met biliniz. Sohbetin edeblerini titizlikle gözetiniz ki, fâidelenebilesiniz. Dahâ ne yazayım? Evveliniz ve sonunuz selâmet olsun!
Mektubat-ı Rabbani (88. Mektup)
Bu mektûb, yine Pehlivân Mahmûda yazılmışdır. Bir kimsenin, saçını, sakalını îmân ile ve ibâdet ile ağartmasının büyük ni’met olduğu ve gençlikde korku, ihtiyârlıkda merhamete sığınmak lâzım olduğu bildirilmekdedir:
Hak teâlâ, her ân kendisi ile bulundursun. Bir kimsenin saçının, sakalının siyâhlığını, îmân ile ve ibâdetler ile ağartması ne büyük ni’metdir. Resûlullah “aleyhissalâtü vesselâm” hadîs-i şerîfde, (Saçını, sakalını müslimân olarak ağartan afv olunur) buyurdu. Allahü teâlânın sonsuz merhametini düşününüz. Günâhları afv edeceğine güveniniz! Gençlikde, Allahü teâlânın kahrından, azâbından korkmak, titremek lâzımdır. İhtiyârlıkda afvına, merhametine sığınmalıdır. Evveliniz ve sonunuz selâmet olsun!
Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben hâlime.
Titrerim mücrim gibi, bakdıkca istikbâlime!