-
Cevap: islam tarihi
Dâhi Fransız Blaise Pascal
01 Şubat 2006 Çarşamba
Pascal, Eski Yunan’dan sonra geometride en büyük ilerlemeyi sağlayan ünlü Fransız bilim adamıdır. 1625 senesinde Fransa’da Cermont şehrinde doğdu. Matematik alanındaki pek çok çalışma ve buluşunun yanında, fizik alanında da önemli keşifler yapmıştır. Pascal, ahiret inancı olan bir bilim adamıdır. o, Allah’ın, matematikten elementlerin düzenine kadar her şeyin yaratıcısı olduğunu söylemekten çekinmemiştir.
Descartes’ı bile şaşırtır!
Pascal, 12 yaşında geometri çalışmaya başladı. O zamanlarda üçgenin iç açılarının toplamının, iki dik açının toplamına eşit olduğunu bulur. Sonraları babasıyla beraber “Academie Parsienne”deki derslere katılmaya başlar, 16 yaşına geldiğinde burada aktif olarak rol alır ve Prof. Girard Desargues’in bir numaralı yardımcısı ve öğrencisi olur. Bu esnada dil derslerinden arta kalan zamanlarında babasının verdiği kitapları okuyan Pascal, 16 yaşında konikler üzerine bir eser yazmıştır. Bu eserin mükemmelliği karşısında Descartes, eserin Pascal gibi genç biri tarafından yazılmış olduğuna inanmakta güçlük çekmiştir.
Hesap makinesi yaptı!
Bu bilim adamı, 1639 yılında da “Pascal’ın Esrarengiz Altıgeni”yle geometriye katkıda bulunur.
İlk rakamsal hesap makinesini yapan Pascal, bunu gerçekleştirmek için üç yıl çalışır. 1646-1648 yıllarında atmosfer basıncı üzerinde değişik deneyler yapar ve şu sonuca varır: Atmosfer basıncı yükseklikle doğru orantılı olarak düşer ve atmosferin üzerinde bir boşluk vardır.
“Ben ona inanıyorum...”
1653’ten itibaren matematik ve fizik üzerinde çalışarak “sıvıların kararsızlığı” üzerine bir kitapçık yazar, bu kitapçıkta Pascal’ın basınç kanunu açıklanır.
Pascal 39 yaşında 1662 yılında kansere yenik düşerek hayata gözlerini yumarken, son nefesinde şunları söyler:
“Eğer Allah yoksa insan ona inanmakla hiçbir şey kaybetmeyecek, fakat varsa inanmamakla çok şey kaybedecek. Ben ona inanıyorum...”
-
Cevap: islam tarihi
HZ. HASAN’IN HİLAFETİ - MUAVİYE’YE DEVRİNİN ARKA PLANI
Hz. Hasan’ın Hilafete Getirilişi
Hz. Ali ile Hz. Fatıma’ın ilk çocuğu olan Hz. Hasan, Medine’de 625 tarihinde doğdu. Taberistan’ın ve Kuzey Afrika’nın fethinde bulundu. Hz. Osman’ın asiler tarafından kuşatıldığı dönemde, kardeşi Hüseyin ile beraber, onu korumak amacıyla kapısında nöbet beklemesi dışında, babasının hilafetine kadar hiçbir siyasî hadisede yer almadı. Hz. Ali döneminde ise Hz. Aişe’nin ordusuna karşı savaşmak üzere, asker toplamak amacıyla, Kûfe’ye, ünlü sahabi Ammâr b. Yâsir ile beraber gönderildi.[1] Babasının hilafeti döneminde cereyan eden savaşların tamamına iştirak etti.
Hz. Ali’nin vefatından sonra hilafete getirilen Hz. Hasan’ın seçiliş biçimi ile Hz. Ebubekir’in göreve getirilişi arasında bir benzerlik bulunmaktadır. Bir farkla ki Hz. Ebubekir’in hilafete gelişinde Ensarın, Sa’d b. Ubâde’yi halife seçmek amacıyla, daha önce bir takım hazırlıklar yaptığı anlaşılmaktadır.[2] Bu durum sahabenin tamamen hazırlıksız olmadığını, en azından bir kısmının Hz. Peygamberin hastalığı esnasında, onun vefat edeceği gerçekliğine kendisini hazırladığını ortaya koymaktadır.
Hz. Hasan’a gelince; Kûfelilerin Hz. Ali’den sonra kimin halife olacağı hususunda hiçbir hazırlık yapmadıkları anlaşılmaktadır. Çünkü Hz. Ali’nin şehit edilmesi ani bir gelişmedir. Kûfeliler bu duruma tamamen hazırlıksız yakalanmışlardır. Ancak Hz. Ali’nin yaralaması ile beraber kimin halife olacağının tartışılmaya başlandığını görmekteyiz. Tartışma Hz. Ali’ye kadar getirilmiş, kendisinden sonra halifelik yapacak bir şahsı tayin etmesi istenmiştir.[3] Hz. Hasan dışında, kaynaklarımız tarafından zikredilmemiş olmasına rağmen, başka adaylar da bulunmuş olmalıdır. Babasının vefatından iki gün sonra kendisine biat edilmiş olması bu ihtimali kuvvetlendirmektedir.[4] Ancak Hz. Hasan, bu adaylar arasından sıyrılıp ön plana çıkmıştır. Onun ön plana çıkmasının bir takım nedenleri olmalıdır. Kendisini hilafete taşımada önceki başarılarının rolünün olmadığını biliyoruz. Zira daha önce hilafete gelebilecek kadar büyük bir başarı elde edemediği gibi katıldığı savaşlarda da kayda değer bir varlık gösterememistir. Nitekim hilafeti onun hakki olarak görenler de kendisine böyle bir başarı atfetmemektedirler. Dolayısıyla Hz. Hasan’ı hilafete taşıyan nedenleri başka yerde aramak gerekmektedir.
Şia, Hz. Hasan’ı hilafete taşıyan nedenin ilahî olduğu kanısındadır. Onlara göre Hz. Hasan, babasından sonraki imam olarak Allah tarafından belirlenmiştir. Dolayısıyla Hz. Ali, Allahın bu emrine dayanarak, oğlunu kendisinden sonraki imam olarak açıklamış ve halkın ona biat etmesini emretmiştir. Bu hadiseden sonra da Kûfeliler, Hz. Hasan’a biat etmişlerdir. Şiî müellif Kuleynî, bu olayı anlatırken, şöyle demektedir: “Ali (r.a) hasta olduğu zaman onun yerine namazı oğlu Hasan kıldırdı. İmam Ali kitabını ve sılahını ona vererek onu kendi yerine imam tayin etti ve şöyle dedi: “Yavrum! Allah Resulü benden sonra seni vasi tayin etmem ve kitabım ile sılahımı sana vermemi emretti. Peygamber beni kendisine vasi tayin edip kitabını ve silahını verdiği gibi, benim de seni vasi tayin etmemi ve ömrünün sonlarına doğru bunları kardeşin Hüseyin’e vermeni buyurmamı emretti... ”[5] İsbatu’l-Vasiyye adlı eserde de Hz. Ali’nin on iki oğlunu bir araya toplattığını, kendilerine Hasan ve Hüseyin’i vasi tayin ettiğini söylediğini, bundan sonra da Hz. Hasan’a biat edildiğini aktarmaktadır.[6] İbn A’sem Hz. Ali’nin vefatından sonra Kûfeliler “önce Hasan’ın, arkasından da Hüseyin’in imam olmasını kabul ettiler”[7] demektedir. Ancak Şiî kaynaklar dışından gelen rivayetler Hz. Hasan’ın bu şekilde veliaht olarak atandığına dair yeterli bilgi sunmamaktadır. Aksine tarafsız rivayetlerin büyük bir kısmı Hz. Ali’ye kendisinden sonra kimi halife tayin edeceğinin sorulduğunu, onun da hiçbir beyanda bulunmadığını aktarmaktadır. Örneğin İslam Tarihinin önemli kaynaklarından biri olan Belâzûrî tarafından aktarılan Cündeb b. Abdullah’ın Hz. Ali’ye geldiği ve oğlu Hasan’ı halife seçmek istediklerini, bu konudaki fikrini sorduğunu, Hz. Ali’nın de “size emretmeyeceğim gibi sizi bundan da alıkoymam”[8] rivayeti bunlardan sadece birisidir.
Öyle anlaşılıyor ki Hz. Ali kendisinden sonraki halifeyi belirlemek istememiştir. Nitekim kendisine bu talepte bulunanlara Hz. Peygamberi örnek almak istediğini ifade ederek hiç kimseyi halife olarak zikretmeyeceğini söylemiştir.[9] Bilindiği gibi Hz. Peygamber de kendisinden sonra hiç kimseyi halife tayin etmemiş, ümmeti kendi halifesini tayin hususunda özgür bırakmıştı. Hz. Ebûbekir ve Ömer ise kendilerinden sonraki halifeyi bir şekilde belirlemişlerdi. Hz. Ömer, Hz. Osman’ın halife seçildiği şûrâ’yı belirlerken oğlunu da dahil etmiş, fakat seçilemeyeceğini şart koşmuştu. İste Hz. Ali bu hadiseye de vurgu yaparak Hasan’ı halife olarak belirlemeyeceğini, hilafetine de engel olmayacağını açıklamıştı. Adnan Demircan’ın da belirttiği gibi belki de Hz. Ali, açık bir şekilde dile getirmemiş olsa da, oğlunun halife olmasını istemiştir. En azından oğlunun da diğer insanlar kadar hak sahibi olduğunu düşünmüş olmalıdır.[10] Zaten Abdullah b. Cündeb’in kendisiyle görüşmesinden hemen sonra oğlunu çağırıp nasihatlerde bulunması da halife seçileceğini beklediğini göstermektedir.[11]
>>>
-
Cevap: islam tarihi
Hz. Hasan’ın Hilafete Getirilişi
Hz. Ali ile Hz. Fatıma’ın ilk çocuğu olan Hz. Hasan, Medine’de 625 tarihinde doğdu. Taberistan’ın ve Kuzey Afrika’nın fethinde bulundu. Hz. Osman’ın asiler tarafından kuşatıldığı dönemde, kardeşi Hüseyin ile beraber, onu korumak amacıyla kapısında nöbet beklemesi dışında, babasının hilafetine kadar hiçbir siyasî hadisede yer almadı. Hz. Ali döneminde ise Hz. Aişe’nin ordusuna karşı savaşmak üzere, asker toplamak amacıyla, Kûfe’ye, ünlü sahabi Ammâr b. Yâsir ile beraber gönderildi.[1] Babasının hilafeti döneminde cereyan eden savaşların tamamına iştirak etti.
Hz. Ali’nin vefatından sonra hilafete getirilen Hz. Hasan’ın seçiliş biçimi ile Hz. Ebubekir’in göreve getirilişi arasında bir benzerlik bulunmaktadır. Bir farkla ki Hz. Ebubekir’in hilafete gelişinde Ensarın, Sa’d b. Ubâde’yi halife seçmek amacıyla, daha önce bir takım hazırlıklar yaptığı anlaşılmaktadır.[2] Bu durum sahabenin tamamen hazırlıksız olmadığını, en azından bir kısmının Hz. Peygamberin hastalığı esnasında, onun vefat edeceği gerçekliğine kendisini hazırladığını ortaya koymaktadır.
Hz. Hasan’a gelince; Kûfelilerin Hz. Ali’den sonra kimin halife olacağı hususunda hiçbir hazırlık yapmadıkları anlaşılmaktadır. Çünkü Hz. Ali’nin şehit edilmesi ani bir gelişmedir. Kûfeliler bu duruma tamamen hazırlıksız yakalanmışlardır. Ancak Hz. Ali’nin yaralaması ile beraber kimin halife olacağının tartışılmaya başlandığını görmekteyiz. Tartışma Hz. Ali’ye kadar getirilmiş, kendisinden sonra halifelik yapacak bir şahsı tayin etmesi istenmiştir.[3] Hz. Hasan dışında, kaynaklarımız tarafından zikredilmemiş olmasına rağmen, başka adaylar da bulunmuş olmalıdır. Babasının vefatından iki gün sonra kendisine biat edilmiş olması bu ihtimali kuvvetlendirmektedir.[4] Ancak Hz. Hasan, bu adaylar arasından sıyrılıp ön plana çıkmıştır. Onun ön plana çıkmasının bir takım nedenleri olmalıdır. Kendisini hilafete taşımada önceki başarılarının rolünün olmadığını biliyoruz. Zira daha önce hilafete gelebilecek kadar büyük bir başarı elde edemediği gibi katıldığı savaşlarda da kayda değer bir varlık gösterememistir. Nitekim hilafeti onun hakki olarak görenler de kendisine böyle bir başarı atfetmemektedirler. Dolayısıyla Hz. Hasan’ı hilafete taşıyan nedenleri başka yerde aramak gerekmektedir.
Şia, Hz. Hasan’ı hilafete taşıyan nedenin ilahî olduğu kanısındadır. Onlara göre Hz. Hasan, babasından sonraki imam olarak Allah tarafından belirlenmiştir. Dolayısıyla Hz. Ali, Allahın bu emrine dayanarak, oğlunu kendisinden sonraki imam olarak açıklamış ve halkın ona biat etmesini emretmiştir. Bu hadiseden sonra da Kûfeliler, Hz. Hasan’a biat etmişlerdir. Şiî müellif Kuleynî, bu olayı anlatırken, şöyle demektedir: “Ali (r.a) hasta olduğu zaman onun yerine namazı oğlu Hasan kıldırdı. İmam Ali kitabını ve sılahını ona vererek onu kendi yerine imam tayin etti ve şöyle dedi: “Yavrum! Allah Resulü benden sonra seni vasi tayin etmem ve kitabım ile sılahımı sana vermemi emretti. Peygamber beni kendisine vasi tayin edip kitabını ve silahını verdiği gibi, benim de seni vasi tayin etmemi ve ömrünün sonlarına doğru bunları kardeşin Hüseyin’e vermeni buyurmamı emretti... ”[5] İsbatu’l-Vasiyye adlı eserde de Hz. Ali’nin on iki oğlunu bir araya toplattığını, kendilerine Hasan ve Hüseyin’i vasi tayin ettiğini söylediğini, bundan sonra da Hz. Hasan’a biat edildiğini aktarmaktadır.[6] İbn A’sem Hz. Ali’nin vefatından sonra Kûfeliler “önce Hasan’ın, arkasından da Hüseyin’in imam olmasını kabul ettiler”[7] demektedir. Ancak Şiî kaynaklar dışından gelen rivayetler Hz. Hasan’ın bu şekilde veliaht olarak atandığına dair yeterli bilgi sunmamaktadır. Aksine tarafsız rivayetlerin büyük bir kısmı Hz. Ali’ye kendisinden sonra kimi halife tayin edeceğinin sorulduğunu, onun da hiçbir beyanda bulunmadığını aktarmaktadır. Örneğin İslam Tarihinin önemli kaynaklarından biri olan Belâzûrî tarafından aktarılan Cündeb b. Abdullah’ın Hz. Ali’ye geldiği ve oğlu Hasan’ı halife seçmek istediklerini, bu konudaki fikrini sorduğunu, Hz. Ali’nın de “size emretmeyeceğim gibi sizi bundan da alıkoymam”[8] rivayeti bunlardan sadece birisidir.
Öyle anlaşılıyor ki Hz. Ali kendisinden sonraki halifeyi belirlemek istememiştir. Nitekim kendisine bu talepte bulunanlara Hz. Peygamberi örnek almak istediğini ifade ederek hiç kimseyi halife olarak zikretmeyeceğini söylemiştir.[9] Bilindiği gibi Hz. Peygamber de kendisinden sonra hiç kimseyi halife tayin etmemiş, ümmeti kendi halifesini tayin hususunda özgür bırakmıştı. Hz. Ebûbekir ve Ömer ise kendilerinden sonraki halifeyi bir şekilde belirlemişlerdi. Hz. Ömer, Hz. Osman’ın halife seçildiği şûrâ’yı belirlerken oğlunu da dahil etmiş, fakat seçilemeyeceğini şart koşmuştu. İste Hz. Ali bu hadiseye de vurgu yaparak Hasan’ı halife olarak belirlemeyeceğini, hilafetine de engel olmayacağını açıklamıştı. Adnan Demircan’ın da belirttiği gibi belki de Hz. Ali, açık bir şekilde dile getirmemiş olsa da, oğlunun halife olmasını istemiştir. En azından oğlunun da diğer insanlar kadar hak sahibi olduğunu düşünmüş olmalıdır.[10] Zaten Abdullah b. Cündeb’in kendisiyle görüşmesinden hemen sonra oğlunu çağırıp nasihatlerde bulunması da halife seçileceğini beklediğini göstermektedir.[11]
>>>
-
Cevap: islam tarihi
>>>
Hz. Ali’in vefatından iki gün sonra halk yeni halifeyi seçmek üzere Kûfe Cuma mescidinde toplandı.[12] O ana kadar da halifenin kim olacağı hususunda halk arasında bir ittifak bulunmuyordu. Bunu bilen Kays b. Sa’d b. Ubâde el-Ensârî, mescitte bir konuşma yaparak, babasının faziletlerini ve Hz. Hasan’ın meziyetlerini zikretmiş, ona biat etmeleri hususunda Kûfelilere telkinlerde bulunmuş ve hiç zaman kaybetmeden kendisine biat eden ilk kişi olmuştur. Onun biat etmesiyle Kûfeliler de biat etmeye baslamışlardı.[13] Dönemin ileri gelenlerinden biri olarak kabul edilen Kays b. Sa’d b. Ubâde’yi Hz. Hasan’a biat hususunda bu denli acele ettiren neden ise Kûfe’nin yapısında aranmalıdır. Zira Kûfe çok farklı etnik unsurları barındıran bir kent idi.[14] Hilafet tartışmaları ile, bu etnik unsurların karşı karşıya gelebileceği endişesinin Kays’ı acele ettirmiş olması yüksek bir ihtimaldir. Böylece Kays’ın, gerek Kuzey Arapları gerekse de Güney Arapları tarafından kabul edilebilecek birine biat ederek, Kûfelilerin birbirlerine girmesini, bir iç savaşın patlak vermesini engellediğini söylemek mümkündür.
Şiî temayüllü olan isfehanî, Hz. Hasan’a ilk biat edenin Abdullah b. Abbas olduğunu söylemektedir.[15] Ancak Abdullah b. Abbas, Hz. Ali’nin Basra valisi idi ve o anda Kûfe’de olmayıp görevinin başında bulunuyordu.[16] Zaten isfehanî Hz. Hasan’a ilk biat eden şahsın Abdullah b. Abbas olduğunu söyledikten sonra Muaviye tarafından Hz. Hasan’ın hakimiyetinde bulunan kentlere casusların gönderildiğini, Kûfe’ye gönderilen casusun Hz. Hasan, Basra’ya gönderilen casusun da Basra valisi Abdullah b. Abbas tarafından yakalanarak idam edildiğini belirtmektedir.[17] Böylece isfehanî de daha önce verdiği bilgiyi yanlışlamakta, Abdullah b. Abbas’ın o tarihte Basra’da olduğunu kabullenmektedir. ibn A’sem’in de Abdullah b. Abbas’in Basra’dan Hz. Hasan’a mektup yazıp, Muaviye ile savaşa devam etmesini tavsiye ettiğini söylemesi de[18] Abdullah’ın, Hz. Hasan’a biat ettiği tarihte Kûfe’de olmadığı gerçeğini ortaya koymaktadır.
Burada üzerinde durulması gereken bir başka husus ise Hz. Hasan’a yapılan biatın şekli ile ilgilidir. Kaynaklar bu konuda birbiri ile çelişen iki ayrı rivayet kümesi zikretmektedirler. Birinci rivayet kümesi Kûfelilerin, Hz. Hasan’a, Muaviye ile savaşması şartı ile biat etmek istediğini ve Hz. Hasan’ın Kur’an ve Sünnet yeter diyerek bunu reddettiğini belirtmektedir.[19] Kaynaklarımızda bunların kimlikleri ile ilgili net bilgiler verilmese de savaş hususunda bu kadar istekli olan bu grubun Haricîler olduğu kanaatindeyiz. Eğer Hz. Hasan’a biat etmiş olanların tamamı, “Muaviye ile savaşmak” şartıyla onun hilafetini tanıyacaklarını ileri sürmüş olsalardı, biraz sonra anlatmaya çalışacağımız süreçte, savaş hususunda bu kadar gevşek davranmaz ve savaşmamak için bu kadar mücadele etmezler, aksine Muaviye ile canla başla savaşırlardı. Oysaki hadiseler Kûfelilerin ne kadar isteksiz olduklarını, savaştan ziyade barışı düşündüklerini ortaya koymaktadır.
Taberî, Kays b. Sa’d b. Ubâde’nin de Muaviye ile savaşmak şartı ile biat etmek istediğini, ancak Hz. Hasan’ın bu şartı kabul etmediğini söylemektedir.[20] Fakat hadiseyi Kûfeli tarihçi Avvâne b. el-Hakem’den (ö.148) den aktaran Belâzûrî, Kays’ın şartlı biat ettiğine dair bir bilgi aktarmamaktadır.[21] Zaten Kays’ın şartlı biat etmek istemesi olayın akışı ile uyumlu değildir.
İkinci rivayet kümesi ise Hz. Hasan’ın barışı sağlamak veya kendisine bir takım çıkarlar elde etmek amacıyla hilafete gelmek istediğini, hilafete seçilirken “barış yaptığı ile barış, savaş yaptığı ile savaş yapmak” şartı ile biat aldığını, [22] böylece hilafeti Muaviye’ye devretmek için hazırlık yaptığını söylemektedir. Nitekim bu rivayetler Hz. Hasan’ın Muaviye ile savaşma niyetinde olmadığını, tek amacının kendisine bir takım çıkarlar sagladiktan sonra hilafeti Muaviye’ye teslim etmek oldugunu belirten Zührî kanalıyla gelmektedir.[23] O bu kurgusunu, söz konusu şahıslar arasında hiçbir hadise meydana gelmemişcesine, Hasan’ın Muaviye’ye yazarak ondan bir takım şeyler talep ettiğini, bunların verilmesi durumunda biat edebileceğini söylediği iddiasi ile tamamlamaktadır.[24]
Zühri Emevî yanlısı bir tarihçidir. Nitekim bu hanedan ile yakın ilişkileri bulunmakta idi. Abdulmelik b. Mervan fetva hususunda ona başvururdu.[25] Emevî halifesi Hisam döneminde ise bu hanedanının neredeyse bir parçası haline gelmiş, onlardan hiç ayrılmamıştır. Bu dönemde halifenin çocuklarının da hocalığını yapmıştır.[26] Dolayısıyla Zührî tarafından aktarılan bu rivayetin Hisam dönemindeki imam Zeyd b. Ali hareketiyle de yakın ilişkisinin bulunma olasılığını göz ardı etmemek gerekir. Bilindiği gibi Hisam b. Abdulmelik’e isyan eden Zeyd b. Ali döneminde de bir takım ekonomik nedenler gündeme gelmiş ve Zeyd b. Ali hadisesi bu ekonomik sorunlardan dolayı patlak vermiş idi.[27] Hz. Hasan’ın hilafeti para karşılığında sattığını söyleyen yukarıdaki rivayetler, aynı zamanda Zeyd b. Ali’yi karalamak için kullanılmış olmalıdır. Böylece bu ailenin öteden beri para düşkünü olduğu, ilkelerinin bulunmadığı ima edilerek, Zeyd b. Ali’yi halkın gözünden düşürme amacıyla ileri sürülmüş olması muhtemeldir. Bu rivayetler aynı zamanda Hz. Hasan’ın böyle bir şart ileri sürdüğünde, biat etmekte olan halkın tereddüt geçirdiğini, Muaviye ile anlaşmak niyetinde olduğundan şüphelendiklerini ve bu tutumunu kınadıklarını aktarmaktadır.[28] Fakat biraz sonra aktaracağımız hadiselerden de açık bir şekilde anlaşılacağı gibi Kûfeliler hiç de bu kanaatde değillerdi. Aksine onlar savaşmayı istemiyorlardı.
Kendisine h. 40 yılının Ramazan ayında biat edilen Hz. Hasan’ın halife olarak ilk icraatı babasının katili olan Abdurrahman b. Mülcem’e kısas uygulaması oldu.[29] Rivayetler Hz. Hasan’ın bu ilk sınavını hiç de iyi vermediğini aktarmaktadır. Zira bu rivayetlerin önemli bir kısmı Abdurrahman b. Mülcem’in işkence ile öldürüldüğü hususunda hemen hemen ittifak halindedir. Bunlardan kimisi ise ibn Mülcem’e müsle yapıldığın, yani önce elleri, sonra ayakları, arkasından kulakları ve burnu kesildikten sonra öldürüldüğünü söylemektedir.[30]
-
Cevap: islam tarihi
SELÇUKLU TARİHİ
ANADOLU BEYLİKLERİNİN KURULMASI
Üzerinde yaşadığımız Anadolu, tarih boyunca çeşitli kavimler tarafından işgal edilmiş ve bu yarşmadada birçok devlet kurulmuştur. Ancak bu devletlerin hiç birisi Anadolu'nun tarihi üzerinde Türkler kadar etkili olamamışlardır. Türklerin Anadolu'yu fethederek islâmlaştırmaları ve burayı vatan yapmaları Türk ve dünya tarihinin en önemli olaylarından biridir.
Büyük Selçuklu Devleti kurulmadan önce, Tuğrul ve Çağrı Bey'lerin idaresinde bulunan Türkmenler, Maveraünnehir'de Karahanlı ve Gazneli devletlerinin şiddetli baskıları altında bulunuyorlardı. Bu kardeşler kendilerine daha elverişli topraklar bulmak için bir keşif seferi yapmaya karar verdiler. Bu düşünce ile Çağrı Bey, üçbin kişilik bir süvari kuvvetiyle batıya, Anadolu'ya doğru hareket etti. Çağrı Bey'in 1015 yılında başlattığı bu ilk keşif seferinden sonra Anadolu'ya yönelik Türk akınları artarak devam etti. Selçuklular 1040 yılında yapılan Dandanakan savaşından sonra bağımsız bir devlet haline gelince, Anadolu gazalarına daha çok önem verdiler ve bu yarımadayı sistemli bir şekilde fethe başladılar.
Tuğrul Bey zamanında kalabalık Türkmen grupları Van ve Erzurum'a kadar ilerlediler. Bu sırada bir başka Oğuz grubu da Diyârbekir yönünde ilerleyerek Meyyafarikîn (Silvan), Mardin ve Cizre'ye kadar ulaştı. Selçuklular 1046'da Gence'de ve 1048'de Hasankale'de Bizanslıları ağır yenilgilere uğrattılar. Tuğrul Bey 1054 yılında Erzurum'a kadar ilerleyerek bu bölgeleri itaat altına aldı. Aynı yıl Malazgirt kalesini de muhasara eden Tuğrul Bey, kışın yaklaşması üzerine buradan ayrılmak zorunda kaldı. Daha sonra burasını ele geçirdiler ve imparator Konstantinos Dukas'ın gönderdiği Bizans kuvvetlerini bozguna ugrattılar.
Tuğrul Bey'in ölümünden sonra Selçuklu sultanı olan Alp Arslan, Anadolu'nun fethine daha çok önem verdi. Anı ve Kars'ı fetheden Alp Arslan zamanında Selçuklu emîrlerinden Gümüştegin, Afsin, Ahmetsah ve Salâr-ı Horasan Malatya, Ergani, Ahlat, Siverek, Âmid (Diyârbekir), Meyyafa-rikîn (Silvan), Urfa, Adıyaman, Harran, Nizip ve Antakya taraflarına akınlar yaptılar.
Alp Arslan'ın Bizans imparatoru Romenos Diogenes'in kalabalık ordusuna karşı kazandığı Malazgirt Savaşı (26 Agustos 1071) ise, Anadolu'nun Türkleşmesi ve islâmlaşmasında bir dönüm noktası oldu. Sultan Alp Arslan, islâm aleminde büyük bir sevinç meydana getiren bu sefer ile Anadolu'nun kapılarını Türklere açmış oldu. Nitekim bu tarihten sonra akın akın Anadolu'ya gelen Türk grupları burayı kendilerine ikinci anayurt yaptılar. Alp Arslan Malazgirt zaferinden sonra emîrlerini Anadolu'nun fethi için görevlendirdi. Malazgirt zaferini takiben Anadolu'nun büyük bir bölümü Türklerin eline geçti ve burada irili-ufaklı birçok Türk devleti kurulmaya başladı.
Kaynak: Osmanlı tarihi
-
Cevap: islam tarihi
SALTUKLULAR
1. Saltuklular'ın Kurulusu
Saltuklular, 1071-1202 tarihleri arasında Erzurum, Pasinler, Tercan, ispir, Oltu, Tortum, Micingerd, Bayburt ve civarında hüküm sürmüş bir Türk beyliğidir.
Malazgirt zaferinden sonra Anadolu'da kurulan ilk Türk beyliği olan Saltuklular'ın başkenti Erzurum idi. İslâm kaynaklarında Kalikala ve Erzenu'r-Rûm şeklinde geçen Erzurum, Hz. Osman zamanında 653 yılında fethedilmiştir. Fetihten sonra Erzurum'u bir üs ve karargâh olarak kullanan müslümanlar, buradan kuzey ve doğu istikâmetinde akınlar düzenlediler. Şehir Abbâsîler'in ilk yıllarında Bizans imparatorluğunun eline geçtiyse de daha sonra geri alınmıştır. Bizans orduları XI. yüzyılda Erzurum'u işgal ederek Azerbaycan'a kadar uzandılar. Aynı yıllarda başlayan Selçuklu akınları ve Türkmen muhacereti sebebiyle Türkler'le Bizanslılar arasında uzun yıllar devam edecek olan çatışmalar başladı.
Çağrı Bey'in 1015-1021 yılları arasında Doğu Anadolu'ya düzenlediği keşif seferinden sonra Arslan Yabgu'ya bağlı Oğuzlar, Gazneli kuvvetlerinin takibi sebebiyle Anadolu'ya girmişler ve ağır kayıplar vermelerine rağmen Azerbaycan'a, Bizans topraklarına ve Diyarbekir yöresine kadar yayılmışlardır. 1038 yılında gerçekleştirilen üçüncü bir akınla da Van Gölü havzasına kadar gelmişlerdir. Yeni iltihaklarla sayıları bir hayli artan Türkmenler, 1044 yılında büyük kitleler hâlinde Doğu Anadolu'ya girdiler. Süratle Vaspuragan civarına gelen bu Türmenler'in hedefi Erzurum'u ele geçirmekti. Bu gelişmeler üzerine Bizans'ın güçlü imparatoru II. Basileios Doğu'daki sınırlarını emniyet altına almak için seferber olmuş ve imparatorluğun sınırlarını Azerbaycan ve Kafkasya'ya kadar genişletmiştir.
Daha sonraki yıllarda aynı siyaseti takip eden imparator Konstantinos IX. Monomakhos, Oğuzlar'a karşı harekete geçerek 1045 sonbaharında Gürcü prensi Liparit komutasında gönderdiği orduyla Seddâdîler'in elindeki Duvin şehrini ele geçirmek istemiştir. Bunun üzerine Büyük Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey, Kutalmış komutasındaki bir orduyu Bizans kuvvetlerine karşı gönderdi ve Selçuklular'la Bizanslılar arasında ilk ciddî çatışma vuku buldu. Kutalmış, Musul ve Diyarbekir yöresinde Türkmenler'i de yanına alarak 1045 yılında Gürcü ve Rumlar'dan oluşan müttefik Bizans ordusunu bozguna uğrattı. Öte yandan Tuğrul Bey'in yakın adamlarından Emîr Hasan da yirmibin kişiyle Erzurum ve Pasinler ovalarını ele geçirdi. Fakat Bizanslılar bu Selçuklu beyini tâkip ederek Büyük Zap Suyu yakınlarında pusuya düşürüp Hasan Bey ile çok sayıda arkadaşını şehit ettiler.
Hasan Bey'in ölümü, Tuğrul Bey'i çok üzdü ve intikam almak için ibrahim Yınal'ı Bizans'a karşı Anadolu seferine memur etti. İbrahim Yınal Türkistan'dan Nisapur'a gelen yoğun bir Türkmen kitlesini 1047 tarihinde Anadolu'ya sevketti. Ertesi yıl Türkmen kitleleri, Erzurum ve Pasin ovalarında toplanmaya başladı. İnsan dalgaları bir sel gibi ülkenin her tarafını istila etti. Batıda Gümüşhane ve Trabzon, kuzeyde ispir, güneyde Muş ve Ağrı taraflarına kadar yayıldı. Türkler daha sonra Siirt ile Meyyâfârikîn arasındaki Erzen üzerine yürüdüler. Çok çetin geçen savaşlardan sonra halk Kalikala (Erzurum) şehrine sığındı. Kalikala bu tarihten itibaren yakınındaki Erzen şehrinin adını aldı ve Erzen'den tefrik etmek için Erzenu'r-Rum, daha sonra Arz-ı Rum ve nihayet Erzurum olarak anılmaya başlandı.
İbrahim Yınal, Bizans kuvvetlerini takip ederek 18 Eylül 1048 tarihinde Hasankale'de cereyan eden savaşta onları korkunç bir bozguna uğrattı. Başta Liparit olmak üzere pek çok kişi esir alındı. Tuğrul Bey, daha sonra bizzat Malazgirt ve Erzurum üzerine sefer düzenledi. 1055 yılında Türkistan'dan gelen bir Türkmen kitlesi Erzurum ve Bayburt civarını ele geçirdi. 1059 yılında İbrahim Yınal'ın isyanının bastırılmasından sonra Türkler, tekrar büyük kitleler hâlinde aralarında muhtemelen Emîr Saltuk'un da bulunduğu bir grup komutanın emrinde Anadolu'ya akınlara başladılar. Tuğrul Bey'in ölümünden sonra Selçuklu tahtına geçen Sultan Alparslan zamanında da Anadolu'ya yapılan akınlar devam etti. Durumun giderek aleyhine geliştiğini gören İmparator Romanos Diogenes, 1070-1071 kışında büyük bir orduyla Anadolu seferine çıkmayı planladı. Maksadı Anadolu'yu Türkler'den kurtarmak, İslâm topraklarını işgal ve Selçuklu devletini ortadan kaldırmaktı.
13 Mart 1071 tarihinde Ayasofya'da yapılan büyük bir törenden sonra yola çıkan imparator, Erzurum'a varınca kuvvetlerinin bir bölümünü Gürcistan'a göndererek arkasını emniyet altına almayı düşündü. İmparatorun Erzurum'a vardığını Meyyafarikîn'de haber alan Sultan Alparslan süratle Erzen ve Bitlis yoluyla Ahlat'a hareket etti. Nihayet Bizans ve Selçuklu kuvvetleri arasında 26 Agustos 1071'de Malazgirt'te meydana gelen savaş bilindiği üzere Selçuklular'ın kesin zaferiyle sonuçlanmış ve imparator esir düsmüştür. Fakat Romanos Diogenes'in tahttan uzaklaştırılarak gözlerine mil çekilmesi ve yeni imparator Mihail Dukas'in Selçuklularla yapılan anlaşmayı tanımadığını ilân etmesi üzerine Sultan Alpaslan, Saltuk, Artuk, Mengücük, Çavlı, Danışmend ve Çavuldur gibi emirlerini Anadolu'ya göndererek fetihlerde bulunmalarını istemiş ve fethedecekleri şehir ve kasabaları kendilerine ikta edeceğini bildirmiştir.
-
Cevap: islam tarihi
Ebu'l-Kasım Saltuk:
Malazgirt zaferinin kazanılmasında önemli rol oynayan komutanlardan biri de Emîr Saltuk idi. Zahireddin Nisâburî ile Resîdüddin'in verdiği bilgilerden Saltuklu hânedanının kurucusu olan Ebu'l-Kasım Saltuk'un Anadolu'nun fethinde çok önemli hizmetlerde bulunduğunu ve zaferden sonra Sultan Alparslan'ın Kars'tan Bayburt'a, Bingöller'den Barkal dağlarına kadar uzanan sahada yer alan Kars, Pasinler, Oltu, Erzurum, Tortum, ispir, Bayburt ve yörelerini veraset yoluyla çocuklarına da intikal etmek üzere ona ikta ettiğini anlıyoruz.
Selçuklu topraklarının sınırlarında yer alan Erzurum'un kendisine ikta edilmiş olması, onun diğer beylerden daha önemli mevkide bulunduğunu göstermektedir. Gürcü kaynaklarında da izzeddin Saltuk'un atalarının Oğuzlar'a ve Selçuklu hükümdarlarına mensup olduğu kayıtlıdır. Saltuklu hanedanının 516 (1123) yılından itibaren Saltukoğulları (Beni Saltuk) adıyla tanındığını görüyoruz. Abbasî halifesi Müstersid Billah'ın, Hille Arap emîri Dübeys b. Sadaka'ya karşı yardım istemesi üzerine Zengî b. Aksungur ve Togan Arslan ile beraber Saltukoğulları da Bagdat'a gitmişti.
Ali b. Ebu'l-Kasım:
Ebu'l-Kasım Saltuk'un ölümü üzerine yerine oğlu Ali geçti. ibnü'l-Esîr, 496 (1102-1103) yılı olaylarını anlatırken Ali b. Ebu'l-Kasım Saltuk'un söz konusu tarihte beyliğin başında bulunduğunu ifade eder. Büyük Selçuklu sultanı Berkyaruk ile kardeşi Gence meliki Muhammed Tapar arasında 8 Cemaziyelâhir 496 (19 Subat 1103) tarihinde Hoy kapısında cereyan eden ve Muhammed Tapar'ın mağlubiyetiyle biten savaştan sonra Muhammed Tapar Erciş'e, oradan da Sökmen el-Kutbî'nin hâkimiyetindeki Ahlat'a çekilmişti. Yanında Sökmen el-Kutbî, Muhammed b. Yağışıyan ve Kızıl Arslan gibi emirler vardı. Erzenu'r-Rum hâkimi Ali de bu sırada Ahlat'a gelerek onlara katıldı ve hep birlikte Sultan Alparslan tarafından Menûçehr'e verilen Ani üzerine yürüdüler.
İki kardeş arasında 497 (1104) yılında yapılan anlaşmaya göre Sepidrud (Kızılören) sınır olacak, Azerbaycan, Kafkasya, Diyarbekir, el-Cezîre, Musul ve Suriye ülkeleri Muhammed Tapar'a verilecekti. Bu anlaşmaya göre sınır boylarındaki beyler, bu arada Saltuklu Ali de Sultan Muhammed Tapar'a tâbi olacaktı. Sultan Muhammed Tapar, 1105 Şubat'ında Meyyafarikîn'e giderken Doğu Anadolu'daki şehirlere hâkim olan Erzenu'r-Rum emîri Ali, Diyarbekir beyi İbrahim b. Yinal, Siirt emîri Kızıl Arslan, Artukoğlu Sökmen, Erzen-Bitlis beyi Hüsameddin Togan Arslan ve Harput emîri Sahruh da ona refakat ediyordu.
Büyük Selçuklular, aralarındakı dâhilî çekişmeler ve Haçlı istilâsıyla meşgul iken Gürcü kralı David Türkler'e karşı saldırıya hazırlanıyordu. 1115 tarihinde Rostof'u aldıktan sonra Çoruh nehri vadisinde ileri harekâta geçti. Ertesi yıl Saltuklular'ın hâkimiyetindeki topraklara girip Pasinler'e kadar geldi ve çok sayıda Türk'ü öldürdü. 1118 yılında da Azerbaycan taraflarına hücuma geçti. Bunun üzerine Artukoğlu ilgazi, Gürcüler'le cihada memur edildi ve 1121 yılında Erzen beyi Toğan Arslan ile Erzurum'a geldi.
Saltuklu Emîr Ali de burada onlara katıldı ve birlikte Tiflis'e hareket ettiler. Fakat Gürcüler karşısında mağlup oldular, Kral David de Tiflis'i zaptetti. Bu arada Menûçehr'in oğlu Ebu'l-Esvar, Ani'yi Gürcüler'e karşı müdafaa edemeyeceğini anlayarak altmişbin dinar karşılığında Saltuklular'a sattı. Fakat şehirdeki hırıstiyan ahali daha erken davranıp Kral David'i durumdan haberdar ederek şehri ona teslim ettiler. Ani'deki cami, kiliseye çevrildi ve daha önce Ahlat'tan götürülerek kubbeye konulmuş olan hilâlin yerine haç dikildi. Böylece Sultan Alparslan'ın 1064'de aldığı Ani, altmış yıl sonra hristiyanların eline geçmiş oldu (1123-1124).
Ziyaeddin Gazi:
Ali'nin ölümünden (muhtemelen 1124) sonra Saltuklu tahtına kardeşi Ziyaeddin Gazi geçti. Kitabelerden anlaşıldığına göre Erzurum'daki Kale Camii ve Tepsi Minare (Saat Kulesi)'yi yaptıran Saltuklu emîri Ziyaeddin Gazi'dir. Fakat hakkında fazla bilgi yoktur. 1 Hakkı Konyalı tarafından okunmuş olan Tepsi Minare kitabesinde onun ünvan ve lâkapları şöyle sıralanmaktadır. "Mevlâna Ziyaeddin Kutbu'l-islâm, Nasîruddevle, Zahîru'l-mille, Semsü'l- (Mülûk) ve'l-Ümerâ inanç Beygu (Yabgu) Alp Tuğrul Bey Ebu'l-Muzaffer Gazi b. Ebi'l-Kasım".
Ziyâeddin Gazi, 1126'da Gürcüler'e karşı düzenlenen sefere katıldığı gibi 1131 yılında da ivani'yi büyük bir bozguna uğrattı. Gürcüler onun zamanında ispir ve Pasinler'i geçerek Oltu'ya kadar gelmişlerdi. Artuklu Temürtaş, Ziyâeddin Gazi'nin kızıyla evlendi ve böylece iki hanedan arasında akrabalık kuruldu.
Ziyâeddin Gazi, Azîmî'ye göre 526 (1131-1132) yılında ölmüştür.
-
Cevap: islam tarihi
II. İzzeddin Saltuk:
Gazi'den sonra beyliğin başında yeğeni II. İzzeddin Saltuk'u görüyoruz (1132-1168). Onun devrinde Ahlatşahlar ve Erzen beyleriyle ittifak yapılmış ve evlilik yoluyla kurulan akrabalıklarla bu ittifaklar takviye edilmiştir. İzzeddin Saltuk kızlarından Sahbânû'yu Ahlat şahı II. Sökmen ile, diğer kızını da Erzen beyi Togan Arslan'ın oğlu Kurti veya Yakup Arslan ile evlendirmiştir.
Ani emîri Fahreddin de onun kızlarından birine talip olmuş, fakat reddedilmişti. Buna içerleyen Fahreddin, ondan intikam almaya karar verdi ve Saltuk'a elçi gönderip: "Ben zayıfladım; Gürcüler'e karşı Ani'yi müdafaa edecek gücüm yoktur. Bu şehri sana teslim edip hizmetine girmek istiyorum" dedi.
Aslında kızını vermediği için ondan intikam almak istiyordu. Bu sebeple Kral Dimitri'ye gizlice haber gönderip onu da ülkesine davet etti. Bu komplo sebebiyle Ani'den baskına uğrayan Saltuklular mağlup ve perişan oldular. Başta İzzeddin Saltuk olmak üzere çok sayıda Türk askeri esir düştü. Ahlat şahı Sökmen ile Artuklu hükümdarı Necmeddin Alpi krala elçiyle yüzbin dinar fidye gönderip Saltuk'u kurtardılar. Bu paranın toplanmasında kızı Sahbânû da önemli rol oynadı. Ülkesine dönen İzzeddin Saltuk da diğer Türk esirlerini kurtarmak için büyük meblağlar ödemek zorunda kaldı.
Bu başarıya rağmen Ani'yı işgal edemeyen Gürcüler, 550 (1155) yılında Fahreddin'i yakalayıp şehri kardeşi Fazlûn'a verdiler. Fakat papazlar, 556 (1161) yılında Fazlûn'u bozguna ugrattılar. Gürcü kralı Giorgi, Seddadîler'in topraklarını yağmaladıktan sonra Ani'yi ele geçirdi. Bu şehirde doğup büyümüş olan Kadı Burhaneddin Anevî bu olayı şöyle anlatır:
"Ben 18 yaşında iken birden bire Gürcü askeri gelip Ani'yi kuşattı ve aldı. Birçok müslüman, kadın-erkek, genç-ihtiyar kılıçtan geçirildi. O zaman ben ve ailem Gürcü Yuvan'a (İvanı) esir olduk. Ben onların dilini ve İncil'ini bildiğim için kurtuldum ve hemen o memleketten uzaklaşarak Anadolu'ya (Rûm'a) geldim".
Gürcüler 556 (1161) yılında Ani'yi işgal edince Ahlat şahı II. Sökmen, İzzeddin Saltuk, Erzen ve Bitlis beyi Devletsah, Mardin ve Artuklu emîri Necmeddin Alpi ve diğer bazı Türk emîrleri Temmuz ayında sefere çıkmaya karar verdiler. Müttefik Türk kuvvetleri, Ağustos 1161 tarihinde Ani'yi kuşattılar. Gürcü kralı Giorgi, bunu haber alınca süratle Ani'ye hareket etti. Savaş başlamak üzereyken İzzeddin Saltuk ordugâhtan ayrıldı.
Rivayete göre İzzeddin Saltuk daha önce Gürcüler'e esir düştüğü zaman bir daha Kral Dimitri ve çocuklarına saldırmayacağına yemin ettiği için ordudan ayrılmıştır. Onun diğer beylerle istişare etmeden gizlice ayrılması yüzünden müslümanlar mağlup ve perişan olmuştur. Pek çok müslüman öldürüldüğü gibi dokuz bin kişi esir düşmüş ve Ahlatşah'ı Sökmen de ancak dört yüz askeriyle geri dönebilmişti. Bu sırada henüz Malazgirt'te bulunan Necmeddin Alpi da mağlubiyeti haber alınca Meyyafarikîn'e hareket etmiştir. Daha sonra o devrin meşhur ve nüfuzlu âlimlerinden Ebû Cafer Muhammed Cemaleddin'i Gürcü kralına gönderip Sökmen'in esir düşen komutan ve askerlerini kurtardı. Kimsesiz fakir esirleri kurtarmak için de beş bin dinar fidye ödedi. Kral, Cemaleddin'in hatırı için bazı esirleri fidyesiz serbest bıraktı.
Gürcüler 557 (1162) yılında da Kars'ı alip Duvin'i istilâ ettiler. Çok sayıda müslümanı öldürüp cami ve evleri yaktıktan sonra Tiflis'e döndüler. Bir süre sonra da Gence'yi kuşatarak müslümanları kılıçtan geçirdiler. Duvin (Dovin)'deki hilâli indirip bir mollanın sırtında Tiflis'e gönderdiler. Otuzbin müslümanı esir aldılar. İbnü'l-Esîr bu olayı şöyle anlatıyor:
"Gürcüler bu yıl (557) Şaban ayında (Temmuz-Ağustos 1162) sayıları otuzbini bulan büyük bir ordu toplayarak İslâm ülkelerine girdiler. Azerbaycan'a bağlı Duvin üzerine yürüyerek şehri zapt ve yağma ettiler. Duvin ve köylerinde onbin kişiyi öldürdüler. Kadın-erkek pek çok kişiyi esir aldılar. Kadınları soyup çırılçıplak ve yalın ayak vaziyette götürdüler. Bu arada cami ve mescitleri de yaktılar. Gürcüler kendi ülkelerine varınca Gürcü kadınları bile müslüman kadınlara yapılanları yadırgadılar ve: "Müslümanları, sizin onların kadınlarına yaptığınız şeylerin aynısını bize yapmaya mecbur ettiniz" dediler ve müslüman kadınları giydirdiler".
Bu olay, İslâm dünyasında büyük yankı uyandırdı. Azerbaycan, el-Cibal ve İsfahan'a hâkim olan Atabeğ İldeniz, Ahlat şahı Sökmen, İzzeddin Saltuk (Ibnü'l-Esîr Saltuk'dan bahsetmez), Meraga emîri İbn Aksungur ve Irak Selçuklu sultanı Arslanşah ile diğer Doğu Anadolu beyleri Nahçıvan'dan Gence'ye geldiler. Ellibini aşkın mücahit doğruca Gürcü topraklarına saldırdılar. 558 yılı Safer ayında (Ocak-Şubat 1163) Gürcü ülkesini yağma edip kadın, erkek ve çocukları esir aldılar. Müslümanlarla Gürcüler arasındaki savaş bir aydan fazla sürdü. Sonunda müslümanlar galip geldi ve çok sayıda Gürcü öldürülüp esir alındı. Kralın ordugâhı ve ağırlıkları yağmalandı.
İbnü'l-Esîr'e göre bu olay şöyle gelişmiştir: "Gürcüler'den biri müslüman olmuş ve İldeniz'e: "Bana asker ver, bildiğim bir yolu takip ederek Gürcüler hiç farkında olmadan arkadan üzerlerine saldırayım" demişti. İldeniz teminat aldıktan sonra onunla beraber bir askerî birlik gönderdi. Gürcüler'in yanına varacağı günü de tespit edip sözleştiler. O gün müslümanlar Gürcüler'le savaşa girdiler. Tam savaştıkları sırada, müslüman olan o Gürcü de İldeniz'in askerleriyle varıp tekbir sesleriyle arkadan Gürcüler'e saldırdı. Bunun üzerine Gürcüler mağlup oldular... Gürcüler sayıca fazlalıklarına güvenerek zaferden emindiler. Fakat Allah onların umutlarını boşa çıkardı. Müslümanlar onları takip edip üç gün üç gece boyunca esir almaya ve öldürmeye devam ettiler. Nihayet galip ve muzaffer olarak döndüler".
Türk beylerinin muzaffer bir şekilde döndükleri o günü bizzat yaşayan tarihçi İbnü'l-Ezrak el-Farikî de bu hâdiseyi şöyle tasvir eder: "Ben bu vak'a günü Bitlis'teydim. Zafer müjdesi gelince Ahlat'a varmıştım. Bu büyük günün serefine üçyüz sığır kesilerek fakirlere dağıtıldı ve bir müddet sonra da Sökmen Ahlat'a döndü. Kendisine görülmemiş bir karşılama töreni yapıldı. Şehir donatıldı".
Anadolu Selçuklu sultanı II. Kılıç Arslan da İzzeddin Saltuk'un kızına talip olmuş ve gelin nikâhları kıyıldıktan sonra eşyalarıyla birlikte Erzurum'dan Konya'ya gitmek üzere yola çıkarılmıştı. Selçuklular'ın düşmanı olan Danışmendli beyi Yagıbasan bunu haber alınca, gelin alayına saldırmış, gelini yeğeni ve Kayseri meliki olan Zünnun'a götürmüştü. Gelin, II. Kılıç Arslan'la nikâhlı olduğu için İslâm hukukuna göre başkasıyla evlenmesi caiz değildi. Bundan dolayı İslâmiyetten irtidad ettikten ve yeniden müslüman olduktan sonra Zünnun ile evlendirildi. Bu ağır tecavüz karşısında öfkelenen II. Kılıç Arslan, Yagıbasan üzerine yürüdüyse de mağlup oldu (560/1164-1165). Bu olayın 1160 veya 1162 yıllarında vuku bulduğuna dair muhtelif rivayetler vardır.
İzzeddin Saltuk, Receb 563 (Nisan 1168) tarihinde ölmüştür. İzzeddin, âdil ve merhametli bir hükümdardı. Hristiyanlara da iyi muamele ederdi. Bu sebeple onların da sevgi ve saygısını kazanmıştı. Onun devrinde Erzurum'dan başka Bayburt, Micingerd, Avnik, İspir ve Oltu gibi şehir ve kasabalar Saltuklu hâkimiyeti altına girmişti. Hattâ Kars bile bir müddet Saltuklu hâkimiyetine girmiş ve Vezir Firûz, Kars kalesini tamir ettirmişti, İzzeddin Saltuk'a ait tarihsiz bir sikkeden onun Irak Selçuklu Sultanı Mesud b. Muhammed Tapar'ı metbû tanıdığı anlaşılmaktadır.
-
Cevap: islam tarihi
Nâsireddin Muhammed:
İzzeddin Saltuk'un 563 (1168) yılında ölümünden sonra yerine geçen oğlu Nâsireddin Muhammed hakkında kaynaklarda yeterli bilgi yoktur. 585 (1189) tarihli bir sikkede Atabeğ İldeniz'in oğlu Kızıl Arslan ile Irak Selçuklu sultanı Tuğrul'u metbû tanıdığı görülmektedir.
Nâsireddin Muhammed devrinde de Gürcüler Saltuklu iline saldırmaya devam ettiler. Kraliçe Tamara'nın kocası David; Kars, Sürmeli ve ispir'den sonra Erzurum üzerine yürüdü. Nâsireddin iki oğluyla beraber Gürcüler'le savaşa girdi fakat, mağlup olarak şehre kapanmak zorunda kaldı. Ertesi gün bütün şehir halkı birleşip Erzurum'u canla başla savunmak için seferber oldular. David türk halkının cesaretini ve ülkelerini savunma hususundaki azim ve kararlılğını görünce, çevreyi yağmaladıktan sonra geri çekildi (1183-1184).
Erzurum Ulu Camii'ni yaptırmış olan Nâsireddin Muhammed, muhtemelen 587 (1191) tarihinden bir müddet önce ölmüştür.
Nâsireddin Muhammed'in oğlu Muzaffereddin, rivayete göre Gürcü kraliçesi Tamara'ya âşık olmuş ve onunla evlenebilmek için asker, köle ve hizmetçilerinden meydana gelen önemli bir maiyetiyle mücevherat, değerli kumaşlar ve daha bir çok hediye ile Erzurum'dan Gürcistan'a gitmiş ve orada muhteşem bir törenle karşılanarak sarayda misafir edilmiştir. Sarayda Kraliçe Tamara ile aşk hayatı yaşayan Muzaffereddin bir süre sonra ülkesine uğurlanmıştır. Rivayete göre sık sık koca değiştirmekle meşhur olan Tamara David ile evlendikten sonra bu Saltuklu şehzadesini de kızı veya cariyelerinden biriyle evlendirmişti.
Mama Hatun:
Nâsireddin'den sonra Saltuklu tahtında kızkardeşi Mama Hatun'u görüyoruz. Kaynaklar 587 (1191) tarihinde Erzurum'a Mama Hatun'un hâkim olduğunu ifade ederler. Selahaddin Eyyubî'nin yeğeni Takiyyüddin, Ahlatşah'ı Begtimur'a ait olan Malazgirt kalesini kuşatınca Selçuklu hükümdarları gibi azametli ve ihtişamlı olan Saltuklu melikesi Mama Hatun, Ahlat askeriyle akrabaları olan Saltuklular'ın yardımına gitmişti. Muhasara uzun müddet devam etmiş, fakat Takiyyüddin'in ölümü üzerine Eyyubîler hiçbir netice elde edemeden ayrılmışlardır (587/1191).
Mama Hatun'un 597 (1200-1201) yılına kadar Erzurum'u yönettiği anlaşılmaktadır. Çünkü söz konusu tarihte Eyyubî hükümdarı Melik Adil'e haber gönderip meşhur bir şahısla evlenmek istediğini bildirmişti. Melik Âdil de Nablus valisi Fâriseddin Meymûnü'l-Kasrî'ye haber gönderip Mama Hatun ile evlenmesini tavsiye etti. Fâriseddin Mama Hatun ile evlenmek için hazırlık yaptığı sırada onun Saltuklu tahtından uzaklaştırılıp nezaret altına alındığını öğrendi ve dolayısıyla bu evlilik gerçekleşmedi. Güçlü ve ihtiraslı bir kadın olan Mama Hatun, Tercan'da bir kervansaray ve türbe yaptırmıştır.
-
Cevap: islam tarihi
Nâsireddin Muhammed:
İzzeddin Saltuk'un 563 (1168) yılında ölümünden sonra yerine geçen oğlu Nâsireddin Muhammed hakkında kaynaklarda yeterli bilgi yoktur. 585 (1189) tarihli bir sikkede Atabeğ İldeniz'in oğlu Kızıl Arslan ile Irak Selçuklu sultanı Tuğrul'u metbû tanıdığı görülmektedir.
Nâsireddin Muhammed devrinde de Gürcüler Saltuklu iline saldırmaya devam ettiler. Kraliçe Tamara'nın kocası David; Kars, Sürmeli ve ispir'den sonra Erzurum üzerine yürüdü. Nâsireddin iki oğluyla beraber Gürcüler'le savaşa girdi fakat, mağlup olarak şehre kapanmak zorunda kaldı. Ertesi gün bütün şehir halkı birleşip Erzurum'u canla başla savunmak için seferber oldular. David türk halkının cesaretini ve ülkelerini savunma hususundaki azim ve kararlılğını görünce, çevreyi yağmaladıktan sonra geri çekildi (1183-1184).
Erzurum Ulu Camii'ni yaptırmış olan Nâsireddin Muhammed, muhtemelen 587 (1191) tarihinden bir müddet önce ölmüştür.
Nâsireddin Muhammed'in oğlu Muzaffereddin, rivayete göre Gürcü kraliçesi Tamara'ya âşık olmuş ve onunla evlenebilmek için asker, köle ve hizmetçilerinden meydana gelen önemli bir maiyetiyle mücevherat, değerli kumaşlar ve daha bir çok hediye ile Erzurum'dan Gürcistan'a gitmiş ve orada muhteşem bir törenle karşılanarak sarayda misafir edilmiştir. Sarayda Kraliçe Tamara ile aşk hayatı yaşayan Muzaffereddin bir süre sonra ülkesine uğurlanmıştır. Rivayete göre sık sık koca değiştirmekle meşhur olan Tamara David ile evlendikten sonra bu Saltuklu şehzadesini de kızı veya cariyelerinden biriyle evlendirmişti.
Mama Hatun:
Nâsireddin'den sonra Saltuklu tahtında kızkardeşi Mama Hatun'u görüyoruz. Kaynaklar 587 (1191) tarihinde Erzurum'a Mama Hatun'un hâkim olduğunu ifade ederler. Selahaddin Eyyubî'nin yeğeni Takiyyüddin, Ahlatşah'ı Begtimur'a ait olan Malazgirt kalesini kuşatınca Selçuklu hükümdarları gibi azametli ve ihtişamlı olan Saltuklu melikesi Mama Hatun, Ahlat askeriyle akrabaları olan Saltuklular'ın yardımına gitmişti. Muhasara uzun müddet devam etmiş, fakat Takiyyüddin'in ölümü üzerine Eyyubîler hiçbir netice elde edemeden ayrılmışlardır (587/1191).
Mama Hatun'un 597 (1200-1201) yılına kadar Erzurum'u yönettiği anlaşılmaktadır. Çünkü söz konusu tarihte Eyyubî hükümdarı Melik Adil'e haber gönderip meşhur bir şahısla evlenmek istediğini bildirmişti. Melik Âdil de Nablus valisi Fâriseddin Meymûnü'l-Kasrî'ye haber gönderip Mama Hatun ile evlenmesini tavsiye etti. Fâriseddin Mama Hatun ile evlenmek için hazırlık yaptığı sırada onun Saltuklu tahtından uzaklaştırılıp nezaret altına alındığını öğrendi ve dolayısıyla bu evlilik gerçekleşmedi. Güçlü ve ihtiraslı bir kadın olan Mama Hatun, Tercan'da bir kervansaray ve türbe yaptırmıştır.