Cevap: çekirdekten çınara
3. İyi Bir Çevre Hazırlama
Şimdi de çocuğa, iyi bir çevre hazırlama konusu üzerinde durmayı düşünüyoruz. Modern dünyada çocuklar için, mekteplerin yakınında veya başka müsait yerlerde çocuk bahçeleri, kreşler vb. sosyal tesislere çok önem verilir. Onun maddi hayatı ve fiziki dünyasının sıhhatli, sağlam, huzur içinde bir ortamda geçmesi; aileyi meşgul etmemesi donanımlı ve açık yetişmesi için çok önemlidir. Bunlar düşünülüp taşınılmış ve er türlü faydası ve zararı önceden hesap edilerek yapılmıştır. Ne var ki, çocuğun böyle maddi bir ortam gibi, manevi hayatını yaşayabileceği, geliştirebileceği, insanlığını duyabileceği; hatta Rabbisiyle gönül münasebetleri kurabileceği bir manevi ortama da ihtiyaç vardır. “Çocuk çevresi” derken bu husus da düşünülmelidir. Şimdi burada işte bu hususlarda alakalı yapılması gerekenleri, arz etmeye çalışacağız.
a. Arkadaş Seçme
Çocuğa, emsali arasında din ve diyanete saygılı arkadaşlar edinmesini sağlama da çok önemlidir. Sağlamakla kalmamalı, ebeveyn bu işin takipçisi olmalıdır. Onun, vatanına, milletine, dînî, millî değerlerine saygılı yetişmesi için, baskıcı bir mülahaza ile değil, yönlendirici bir tavırla çocuk hep “gözlemlenme”li ve o en kıymetli varlığımız olarak kimseye emanet edilmemelidir. Kaldı ki insan tanımadığı kimseye çorabını bile emanet etmez. Düşünün ki, tanımadığı kimseye çorabını bile emanet etmez. Düşünün ki, tanımadığınız biri gelip size diyor ki, “Arkadaş cüzdanını çaldırabilirsin, memleketimizde çok şâkî var; ver o cüzdanını veya ceketini muhafaza edeyim!...” İtimat eder misiniz? Hayır!. Tanımadığınız bir adama ne cüzdanınızı ne de ceketinizi emanet edersiniz. Öyleyse nasıl oluyor da, çarşıda, pazarda tanımadığınız, bilmediğiniz kimselere çocuğunuzu emanet ediyor veya takipçiliğini onlara bırakıyorsunuz?. Bence böyle bir “çelişki”ye düşünülmelidir.
Evet iyi bir arkadaş seçme meselesi de yine anne ve babaya düşmektedir. Sa’dî’nin Gülistan’da dediği gibi, kötü arkadaş kara yılandan, kobradan daha kötüdür.. evet ona yakayı kaptırdığınız da, ya zehirler ya da olumsuz şeylerle meşgul eder. İyi arkadaş melekten daha iyidir. Onunla olduğunuz zaman hep melek ufuklarında dolaşırsınız.
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” [72] (Buhari, Edeb 96; Müslim, Birr 165; Ebu Davud, Edeb 122; Tirmizi, Zühd 50) peygamber sözü. Öyleyse anne-baba için çocuklarına arkadaş bulmak çok mühimdir. Çocuğun, duygu ve düşüncesinin şekillenmesinde arkadaş çevresi katiyen ihmal edilmemelidir. Eğer çocuk, bozuk bir muhit edinmişse, onu bir an evvel oradan koparmalı ve itimat ettiğiniz başka bir yere göndermelisiniz. Hatta içinde doğup geliştiği mahallede etrafını kötü arkadaşlar sarmışsa; belli yollarla mutlaka onu, o arkadaşlara karşı izole etmeli, başa çıkamıyorsanız okuldan alıp başka bir beldeye göndermelisiniz. Ancak orada da ilk tanışacağı arkadaşlarının dindar, iffetli, namuslu olmalarını sağlamalısınız.
Nerede olursa olsun çocuk, içine girdiği muhitte hemen dînî havayı görmeli, başkalarıyla daha çok yüksek düşünceler etrafında kaynaşmalı ve hemdem olmalıdır. Belki anne sinesine taş basacak, baba da kesesinin, cüzdanının ağzını açma mecburiyetinde kalacak ama, Allah’ın hem kendisine, hem de evladına azap edeceği günlerin endişesiyle oturup kalkacak, bugünü ve yarını adına, yılan-çıyan ebeveyni olmamaya çalışacaktır. Bazen çocuk, ders çalışmak ya da ödev yapmak için birinin evine gidecektir; bu durumda da yine gözünüz hep onun arkasında olacaktır.
Evet çocuk arkadaşlarının evine gitmeli; ama o evlerin taşı, toprağı duvarı Allah demeli, millet demeli; vakit gelince ev halkı namaz kılmalı; ezan-ı Muhammedî okunduğunda seccadeler serilmeli ve aile reisi imam olup öne geçmeli, diğer aile efradı da onun arkasında saf bağlamalıdır. Evet işte böyle evlerdeki gençlerle arkadaşlık kurulması ve çocuğunuzun böyle bir eve gidip gelip ders çalışması engellenmemeli, hatta teşvik edilmelidir. Aksine onun gidip-geldiği ev, nefsânîliğin şahlandırıldığı günahlara açık yamaçlar gibi ise siz çocuğunuzu kaybetmiş sayılırsınız.
Cevap: çekirdekten çınara
b. Samimi Dînî Havayı teneffüs Ettirme ve Riyadan Uzak Tutma
Çocuklarınızı dinî merasimlere, camiye, cemaate götürmenin yanı başında, güzel ilahîlerin okuduğu, Mevlid-i Nebevî’nin tilavet edildiği yerlere de götürmelisiniz. Böylece onu, dînî hayata ait usulünden füruuna kadar hemen her konuya açmış olursunuz. O, biraz da fıtratın gereği olarak bu türlü şeylerle meşbû bulunmalı, tatmin olmalı ki, başka arayışlara girmesin. Evet onun dinleyeceği musiki dahi ona, dinini mukaddeslerini telkin etmeli, onun ulvî hislerini inbisat ettirmeli ve onda Allah (cc) duygusunun gelişmesine ortam hazırlamalıdır.
Ancak şunu da ifade etmeliyim ki, bu tür merasimlerde mevlithan ve kârîlerin, okudukları şeyler gırtlaklarından aşağıya inmiyorsa, samimiyetsizlik çocuktaki dînî duygu ciddiyetini sarsıyorsa, kanaatimizce cami ciddiyetinin dışında, bu türlü mürâîlerin meclislerinden de çocuğun uzak tutulmasında yarar var. İlahi ve Mevlid, gönlün yıkanması, arınması, vicdanın dupduru hale gelmesi için arındıran bir kuradır. Ama gözünden bir damla yaş gelmeyen birinin: “Seni andıkça gözyaşlarım ceyhûn olur” demesi, Allah'a (cc) karşı söylenen bir yalandır. Böyle bir yalanı o çocuğun duyması onun duygularına karşı işlenmiş ciddi bir saygısızlıktır.
Çocukluğumda, “Allahım, seni andıkça ürperiyorum” manasında Arapça bir cümle yazarken işte o zaman ürperdim ve kalemi elimden bıraktım. Hatıra olarak hâlâ onu defterimde saklarım. Ürpermediğim halde ben nasıl “Allahım ürperdim” derim, diye hicap ettim, utandım. Evet söylediği sözler, gırtlağından aşağıya inmeyen ve gözünden yaş gelmeyen; ama ellerini açıp “gözyaşlarımızla huzuruna geldik” diyen bir mürâînin o çocuk tarafından görülmesi dahi, çocukta değişik istifhamlara yol açabilir.
Dikkat edersiniz, mevlid ve ilahiyi bir taraftan dînî merasim olarak ele alıp, çocuğu, rûhî hayatıyla neşv ü nemâ bulması hususunda mühim bir unsur kabul ederken, diğer taraftan da onu yalana, riyâya, gösterişe alıştırabilecek münasebetsizliklerden uzak tutulmasını da aklın, mantığın, firâset-i dîniyenin muktezası sayıyoruz. Zira çocuk, küfürden uzak tutulduğu kadar riyâya karşı da antipati duymalı, dini samimiyette aramalı ve ona inanmadığı halde bağırıp çağıranı değil de, gönlünün heyecanlarını terennüm edeni, gönlünün nağmelerini besteleyip size sunan insanları dinletmelisiniz.
Bu bizim dînî anlayışımızın gereğidir ki, sahabinin hayatında da aynı hususları görürüz. Zaten bu tavır, Rasulü Ekrem'in (sav) tarz-ı telakkisidir; sahabinin de başka türlü olması düşünülemez. Bu prensibi kabul ettiğimiz zaman dinin de esas kabul ettiği bir hususu kabul etmiş olur; aksine, kendi yanlış anlayışımız içinde kaldığımız zaman da evlat ve ahfadımızın dalaletine zemin hazırlamış sayılarız. Hatta bu mevzuda –aşırı bulmayınız- çocuklarınızı riyâkarların meclislerine götürmekten ve mürâî bir ilahiciyi dinletmektense, dinin ciddi bir iş olduğunu, azamet ve vakarının bulunduğunu anlatabilme açısından, bu ciddi ve vakûr dini havayı ifade edebilen herhangi bir düşünürle tanıştırılmasını tavsiye ederim. Dikkat edilirse, meseleyi keyfiyet bozukluğu içinde ele alanların tenkidi yapılmaktadır; ilahi dinleyip dinlememe değil.. evet neslimizi korumayı düşünüyorsak, mürâîlerin meclislerinden de uzak tutmak mecburiyetindeyiz.
Cevap: çekirdekten çınara
c. Münasebet Kuracağı Kişi ve Yerleri Seçme
Eskilerin ifadesiyle insan, medeniyyün bi’t-tab’dır. Yani fıtratı itibariyle medenîdir. O, hayatını, ailesi ve yakın-uzak muhitine bağlılık içinde götürür. Ailenin sıhhatli olmasıyla alakalı gereken şeyler üzerinde daha önceki bölümlerde durmuştuk. Aslında, anne-baba tarafından iyi görülüp gözetilen ve iyi beslenen bir çocuk dış çevrenin olumsuz tesirlerinden büyük ölçüde korunmuş olur. Ancak, yine de yakın takip çok önemlidir. Hatta çocuk, defter-kalem almak için öyle yerlere yönlendirilmelidir ki orada da Allah’tan (cc) bahsediliyor olmalıdır. Öyle ki içeriye girdiği an raflar, vitrinler muhtevasıyla ona ilk mesajı vermelidir. Evet o, sakıncalı kitapların teşhir edilip satıldığı yerlere girmemelidir. Bu kadarcık olsun, bakışı, his dünyası, görüşü bulunmamalı ve o, uğradığı her yerde Allah'a (cc) ait dine ait, ülküsüne ait dupduru işaret ve işaretçilerle karşılaşmalıdır. Tekrar hatırlatmalıyım ki onun defter, kalem, kitap alacağı yerler dahi pederi, velisi tarafından seçilmeli ve o kadarcık olsun yanıltılabilmesine fırsat verilmemelidir.
Çocuk, bir elbise diktirecekse, gittiği terzide, kendi dünyasını görmeli ve kendi dünyasından sesler duymalıdır. Hatta orada oturduğu süre zarfında, dinden diyanetten, vatanın teali ve terakkisinden bahsedilmelidir ve terzinin dahi elinde kumaş ve iğnesi işini görürken, bir taraftan da yanına gelenlerin ruhlarında kendi düşünce atlasımızın boyasını çalmalıdır. Duyguları, dili hakikati ifade etmeli, hissiyatı hakikatin tercümanı olmalı, elindeki elbiseyi evirip çevirirken, düşünce dünyamızı da defaatla hallaç etmelidir. Bunlar, yakın takibi müşahhaslaştıran örneklerdir; yapılacak şeylerse bunlardan daha ötededir.
Bu ölçüdeki hassasiyet onu insanlardan koparma şeklinde anlaşılmamalıdır. Aksine, çocuğumuzun müspet manada gelişmesi adına hassasiyet olarak telakki edilmelidir. Konuyu biraz daha teferruatlandırılabiliriz; çocuğu tıraş için öyle bir berber intihap edilmelidir ki, elindeki makinanın kolunu hareket ettirirken, “Allah’ın adına” manasına, “bismillah” demeli, çeşmeyi açarken, suyu dökerken ve oturup kalkarken herşeyi “bismillah”la bağlamalıdır. Böyle bir berberiniz yoksa, hayat adına tamam sayılmadığınız için zamanla bu eksiklik, çocukta farklı şekilde kendini hissettirecektir.
Bu münasebetle ehemmiyetli bir noktaya dikkatinizi istirham edeceğim. Bir velîmeye gitmek dini bir vazife ve bir sorumluluktur. Kâinatın efendisi (sav) buyururlar ki: “Sizi bir düğüne, bir nişan merasimine davet ettikleri zaman icabet ediniz.” [73] (73. Müslim, Nikah, 98,101; İbni Mace, Nikah, 25; Müsned, 2/22). Aleyhi’s-Salâtu ve’s-Selâm’ın bu emrine muhalefet edilemeyeceği açıktır. Böyle bir emir karşısında her mümin; “boynum kıldan incedir” der ve inkıyad eder. Amma dinin bir diğer prensibi olarak, içinde lehviyat, ma’siyyat, mâlâyâni şeylerin, hatta cürmün ve günahların irtikâp edildiği bir düğüne gitmeme de dînî bir tavırdır. Çocuğun gördüğü şeylerle bozulacağı, kafasına girip düşüncelerini bulandıracağı durumlar söz konusu ise, elbetteki onun böyle bir düğüne gitmesine kimse cevaz veremez.
Cevap: çekirdekten çınara
d. Çocuğun İzleyeceği Televizyon Programları da Seçilmelidir
Evinde televizyon bulunduran mümin, çocuklarına seyrettireceği programları hassasiyetle intihap etmelidir. Televizyonun cürmü ve günahı olduğunu söylemiyoruz. Bu sözlerimiz televizyon aleyhtarlığı şeklinde de “algılanma” malıdır. Ne var ki, televizyon kanalları ve programları arasında seçim yapmak da terbiye açısından bir zarurettir. Kaldı ki günümüzde Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri de konuya bu şekilde yaklaşmış ve bilhassa çocuklarla alakalı değişik önlemler almışlardır. Evet onlar da bir kısım programlarının, hatta yayıp politikalarının ve bazı filmlerin gençlerin ahlâkını ifsat ediyor diye müeyyideler getirmişlerdir. Gerçekten de bazı yayınlar, gençliğin ahlâkî ve itikâdî düşüncesini sarsmakta ve onların ruh dünyasını karartmakta, fıks ü fücûru da terviç etmektedir. Binaenaleyh, bir televizyon, ahlâkınıza karşı savaş ilan ettiği halde evinize girmiş ve odanızın baş köşesine oturmuşsa başta çocuklar olmak üzere o hânedekilerin ahlâklarının tefessüh etmesi, içten içe çürümesi kaçınılmaz olmuş demektir.
Bu sözlerimiz, katiyen ilmin, gelişmişliğin, tekniğin, fennin karşısında olduğumuz manasına hamledilmemelidir. Biz, tekniğin, insanlığın saadetine ve huzuruna matuf kullanılması ve geliştirilmesinden yanayız. Allah'ın (cc) bu nimetlerinden fikir, kültür, sanayi, sıhhat, tıp.. gibi hususlar adına mutlaka istifade etmeliyiz. Böyle bir yaklaşım gericilik değildir; gericilik, bazı televizyonların onca şenâet, denâet, ve gayr-i ahlâkiliğine karşı herşeyi sineye çekip nesillerin tefesüh etmesine sesiz kalmaktayız.
Cevap: çekirdekten çınara
e. Kur’ânî terbiye İle Yetiştirme
Hemen her ortama çarçabuk intibak eden çocuğun kalbi, kafası, kulağı, gözü ve sair duygularının günaha alışmasına meydan vermeme ve onun tertemiz bir muhitte neş’et edip gelişmesini sağlama yuvada görüp duyduğu; duyup doyduğu, dolduğu dinî atmosferi dışta da verebilme ve dış çevrenin aile muhitine mutabık olmasını temin etme de yine ebeveynin, muallimin, mürebbinin vazifesidir.
Neslimiz ya yanlış felsefi fikirlerle, bozuk ve aşarı (extreme) akımların, felsefelerin prensipleriyle ruhsuz, gaddar ve zalim; ya da Kur’ân âli prensipleri ve ilâhî düsturlarıyla aziz, ufuklu ve merhametli olma durumundadır.
Doğrusu, insanlar ne zaman Kur’ân’dan uzak ve kendi tabiatlarıyla başbaşa kalmışlarsa, zayıflarsa, zayıflara, acizlere, güçsüzlere karşı hep gaddar, zalim, merhametsiz davranmış ve onların sırtından geçinmiş, onları sömürmüş, onları hor görmüş, hakir görmüş ve horlamış; güçsüz ve zayıf düştüğü zaman da zillet göstermiş, el-etek öpmüş ve en küçük bir çıkar için iki büklüm olmuş, yerlere kapanmıştır. Bediüzzaman’ın da buyurduğu gibi, dünyevîlik felsefesine bağlı biri, “aslında bir firavundur; fakat menfaatı için en önemsiz şeylere ibadet eden zelil bir firavundur... hasis bir çıkar için şeytan gibi şahısların ayağını öpen denî bir muannittir...” Kur’ân terbiyesiyle yetişmiş bir ruha gelince o, “Bir kuldur, ama mahlukatın en büyüğüne karşı dahi ibadete tenezzül etmeyen aziz bir kuldur...” [74] (74. Bediüzzaman, Risale-i Nur Külliyatı, 1/50).
Aslında bütün güç ve kuvvetin baskı unsuru olarak kullanıldığı, Hakk’ın ayaklar altında çiğnendiği bir devirde, duygu ve düşünce istikametinin ve insan olma onurunun muhafaza edilmesi çok önemlidir. Binaenaleyh neslin terbiye-i Kur’âniye ile terbiye edilmesi ve ahlâk-ı Kur’âniye ile ahlâklandırılması; ahlâklandırılıp daima Hakk’a taraftar hale getirilmesi, en aşılmaz güçler, kuvvetler karşısında dahi sarsılmayacak bir kıvama ulaştırılması milletçe varlık ve bekamızın en önemli esasları olduğu kanaatindeyim. Zira, hem duygu ve vicdan aleminde hem de realiteler dünyasında ideal toplum örneği sadece Kur’ân sayesinde gerçekleşmiştir. Denebilir ki, bin seneyi aşkın bir zaman dilimini ışıklandıran ve emin ellerle temsil edildiği sürece hep göz kamaştıran o mükemmel İslâm toplumu Kur’ân’ın aydınlık ikliminde neşet etti. Bu toplumun ortaya çıkışı, tarihin akışını değiştirişi insanlık alemlerinin en hayretengiz hadisesi olmuştur. Bu mükemmel toplum ve onu meydana getiren fertler, hiçbir düşünce, hiçbir felsefî cereyanla zihinlerini bulandırmamış, Kur’ân’ın dupduru kaynağından beslene beslene böyle bir kıvama gelmişlerdi. Peygamber Efendiniz'in (sav) ahlakı, huyu Kur’ân’dı; ona iktida edenler de Kur’ân’ı duyuyor onu yaşıyor ve onunla yeşeriyorlardı. Kur’ân’la irtibatlı göründükleri halde böyle bir mükemmeliyet sergileyemeyenler, onun ruhuna nüfuz edememiş sathi ruhlar ve sathi düşüncelerdir.
Kur’ân’ı anlamak ve onunla dirilmek onun özünde derinleşmeye bağlıdır. Sadece onun ibare ve lafızlarıyla oyalananlar –Allah bilir- sevap kazansalar da sevaba açık bir cemaat haline gelemezler. Kur’ân’la münasebetimiz açısından asıl mesele, kalb, şuur, irade, idrak ve hislerimizle ona yönelerek benliğimizin bütün buutlarıyla onu duymaktır. İşte böyle bir yöneliş ve duyuş sayesinde Allah’ın bize seslendiğini hisseder, suya ve ziyaya ulaşmış rüşeymler gibi birden bire yeşeririz. Ayetlerin her kelimesinde, her cümlesinde farklı derinliklere erer, ruhumuzun atlasını temaşa ettiğimiz aynı anda göklerin haritasını müşahede etme ufkuna ulaşırız.
Bana göre yeni bir nesil, ancak buna denk bir atmosferde oluşturabilir.. ve derken bir “salih daire” süreci başlar; Kur’ân bütün esrarını sinelerimize boşaltır.. ve böyle bir zenginlikle ilimden imana, imandan marifete yükseldikçe, ona muhatap olma seviyemizin farklılaşmasıyla daha bir iç derinliğe ulaşırız; ulaşır ve Allah Teala’nın sözlerindeki enginliği daha bir farklı kavrarız. Evet, aksiyon öncelikli ve pratik eksenli Kurân talebeliği, onun bize açılması için biricik yoldur. Aksine, Kur’ân’a karşı irtibat ve saygımız şekilde kalıp öze inemediği sürece de ona yakınlık içinde uzaklıklar yaşarız. İnsanlar, Kur’ân’ın ruhundan, onu hayata hayat kılma zenginliğinden mahrum kaldıkları sürece, gerçekten mahrum ve talihsiz sayılırlar. Kur’ân’la münasebette işin esası, bilginin ötesinde bütün insânî sistematiğin harekete geçirilmesidir. Elde edilen bilgilerin birer muharrik güç haline getirilerek, Kur’ân’dan anlaşılan şeylerin şartlar, durum ve atmosfere göre realize edilmesi bir esastır. Bu yapıldığı taktirde, insan yaratılış gayesi çizgisinde yerini alacak ve zebil olup gitmekten kurtulacaktır.
Cevap: çekirdekten çınara
4. Terbiyeyi Her Yaşta Devam Ettirme
Bir hakikati, bir düşünceyi ikame etmek, yerleştirmek başkadır, devam ettirmek daha başkadır. Binbir ihtimamla teessüs ettirilmiş nice mefkûre ve ona bağlı müessese vardır ki, kuruluş ve işleyiş şartları itibariyle herhangi bir kusur söz konusu olmasa da, devam adına gerekli olan hassasiyet gösterilemediğinden iki adım ileriye gidilememiş; hatta bir kısım “şerrü’l-halef”ler yüzünden teessüsüyle yıkılış sürecinin başlaması bir olmuştur.
Evet bir şeyi inşa etme çok önemlidir. Ne var ki, inşa edilen her ne ise onun idamesi ve geliştirilmesi ondan daha önemlidir. İlk Müslümanlar, daha sonra da bizim milletimiz, bir topulum ayakta tutabilecek dinamiklerin cemiyete mal olması, sonra da korunup kollanması mevzuunda fevkalade titiz davranmış aklî, mantıkî, hissî hiçbir boşluğa meydan vermedikleri gibi, bilip inandıklarını hayata geçirme konusunda da asla kusur etmemişlerdi. Elbetteki bununla ferdî kusurları kastetmiyorum. Maksadım sıhhatli toplum ve onun istikbal vadetmesi için gerekli olan esaslardır Daha sonraları ise, bizim gibi bazı mirasyediler, ya da meselenin ruhunu bilmeyenler ve İslâmî konuları sadece bir yönüyle ele alanlar, işi temelinden bozduk ve bize emanet edilen tarihi mirası geliştiremedik; hatta bir manada kuruttuk.
a. Şerrü’l-Halef Olmama
Kur’ân-ı Kerîm’de, “kulumuz İdris’i, İbrahim’i hatırla”, “Kitap’ta İbrahim’i, Musa’yı, Meryem’i vb. an” şeklinde, çeşitli nebilerin durumlarını bize peşi peşine sıralayan ayet-i kerimeler bulunmaktadır. (75) (Bkz: Meryem, 19/16,41,51,54,56) Kur’ân-ı Kerim, Meryem süresinde bu seçkin insanların hususiyetleriyle beraber açtıkları çığırları da anlattıktan sonra şöyle buyurur:
“Nihayet onların peşinde öyle bir nesil geldi ki, bunlar namazı zayi ettiler; nefislerinin arzularına uydular. İşte bu yüzden de ileride sapıklıklarının cezasını çekecekler.” (Meryem, 19/59)
İşin mebdeinde Hz. Nuh, Hz. Adem, Hz. Musa, Hz. Mesih, hatta Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm Muhammed Mustafa (sav) olabilir. Şayet onlardan sonra gelenler şerrü’l-halef, yani onlara ters dönmüş, dolayısıyla da namazı zayi eden –dikkat edilirse, namazı terk eden demiyor- kılarken kılmıyor sayılan, Allah’a yakınlık vesilelerini uzaklık unsurları gibi kullanan, huzurda gaybûbet yaşayan; bu yetmiyormuş gibi kalkıp şehavâta yani cismânî arzularına uyan, dini kendi hevâsına göre yaşayan kimseler ise, yolun başlangıcındaki büyük insanların büyüklüklerinden yararlanmaları mümkün değildir.
Bizden evvelkilerin kaybettiği aynı noktada biz de kaybetme durumuyla yüzyüzeyiz. Namaz kılmak ağır geldiği için namazsız bir Müslümanlık, oruç zor olduğu için oruçsuz İslâmiyet ve cismânî arzulara uymada hudut tanımayan bir din anlayışı. İşte dünü de bugünü de kirleten mülevves düşünce!
Oysa ki mümin, her haliyle hem imanın, hem emniyetin hem de Hakk’a teslimiyetin temsilcisi demektir. Evet o, Allah’a inandığı gibi, O’nun huzurunda iki büklüm ve yasakları karşısında da tir tir titreyen insan demektir.
Cevap: çekirdekten çınara
b. Namaz Kılmanın Önemi
Rasulü Ekrem (sav) kutsî bir beyanında: “Namazımızı kılan, kıblemize yönelen ve bizim kestiğimizi yiyen bizdendir.” [76] (Nesei, İman 9; Buhari, Salât 28). Şimdi lütfen siz de buyurun bunun mefhum-u muhalifini düşünün.!
Başı secdesiz, vicdanı paslı, insanlara karşı saygısız, anarşi çıkaran, nizam düşmanlığı yapan, devlet otoritesine karşı savaşan ve ülkede anarşiyi ikâme etmeye çalışan bu hevâ ve hevesin çocuklarını siz kimden sayacaksınız!? Siz kimden sayarsanız sayın, böyle insanların Hz. Muhammed'in (sav) daire-i kudsiyesi içinde yerleri yoktur.
Evet namaz çok önemlidir; biz de o konuda müteyakkız olmalıyız. Namaz kılmayanı Rasulü Ekrem (sav) ortada bir insan olarak göstermişti. Hele konu iman ise o daha değişiktir. Bu durum bu hadiste şöyle anlatılır: “Sen inanıyor musun?” der. O da inanmadığını söyleyince, “senin yardımın bana lazım değil” buyurur. [77] (Müslim, Cihad, 150, Tirmizi, Siyer 10; Ebu Davud, Cihad 153).
Evet, iman müminleri sahil-i selamete götüren bir gemi, namaz da onun en hayâtî unsurudur. M. Lutfi Efendi’nin dediği gibi “Namaz dinin direğidir, nurudur, sefine-i dini namaz yürütür, cümle ibadetin piridir namaz...”
Allah Rasulü (sav) bir başka hadis-i şeriflerinde ise şöyle buyururlar: “Münafıklara en ağır gelen namaz sabah ve yatsı namazlarıdır.” [78] (Buhari, Mevâkî t, 20; Müslim, Mesâcid, 252; İbni Mace, Mesâcid, 18) Şimdi biz, acaba bu namazları aşk u şevk ile kılabiliyor muyuz? Bana kalırsa, nifak duygusuna karşı gerçek tavrın adı namazda aşk u şevktir.
Cevap: çekirdekten çınara
7. BÖLÜM
Kur'ânî ve Kur'an Dışı Terbiyenin Mukayesesi
Bu bölümde terbiye konusunu temel itibariyle “Kur’ân dışı terbiye, Kur’ân dışı ahlak, Kur’ân dışı yol ve yöntem”, bir de “Kur’ân dışı ahlak, Kur’ân dışı yol ve yöntem”, bir de “Kur’ânî yol ve yöntem” olarak ikiye ayırıyoruz.
Kur’ân, insanı nasıl ele alır? Ferdi nasıl tanır ve tanıtır?. Ve onun nasıl olmasını ister? Bu hususları işlerken Kur’ân’ın, “Müslüman” dediği kimsenin portresini çizmeye çalışacak ve konu ile alakalı bazı prensipleri sıralayacağız ki, bu Müslümanların teşkil ettiği topluma da ideal toplum diyeceğiz.
a) Fert olarak,
b) Cemaatin bir rüknü olarak,
İki tür konumu söz konusudur. Her şeyden evvel cemiyetin salâhının, ferdin salâhına bağlı olduğu açıktır. Öncelikle fert maddeten ve mânen sağlıklı olmalıdır ki toplum da sıhhatli olabilsin. Ferdin sıhhati, onun akîdesinin sağlamlığı, amel-i sâlihaya bağlılığı ve muâmelâtının şer’-i şerîfe uygunluğu ile ölçülür. [79] (Bkz: Bediüzzaman, Sözler, 12. Söz).
1. Kur’ân Dışı Terbiye
a. İnsanları Firavunlaştırır
Kur’ân dışı terbiye, bugüne kadar görüldüğü şekliyle fertleri zilletleri içinde potansiyel bir firavun yapmıştır. Evet, firavunluğun iki yönü vardır. Bir yönü itibariyle güçlü, kuvvetli olma durumu ki işte bu durumda o “saldırgan, cebbar, zalim, hodfuruş ve bencildir.” Diğer yönü itibariyle zayıf ve iktidarsız olma halidir ki, bu zaviyeden de o, başkalarının ayağını öpecek kadar zelil, zavallı ve sefildir. Bu durum, sadece Hz. Musa’nın karşısındaki firavun için değil, tarihteki bütün firavun meşreplerin ortak vasfıdır. Bu kabil firavunların en mebzul olduğu çağ da bu çağ olsa gerek. İşleri düştüğü zaman veya çıkarları söz konusu olduğunda karşınızda iki büklüm olur, zilletle kıvranır ve ayağınıza kapanırlar; ayaklarını sağlam bir yere bastıkları ve kendilerini güçlü hissettikleri zaman da saldırgan vahşi, hodbin ve hodfuruş kesilirler. Bu, “iki yönlüğün” ifadesi olarak bunlar firavun ve nemrudlukla anılırlar.
Firavunlaşan insanların bu çarpık psikolojisini, Kurân şöyle resmedir: “Derhal (adamlarını) topladı ve (onlara) bağırdı: Ben, sizin en yüce Rabbinizim! Dedi.” (Nâziât/23-24)
Bu, onun tefer’un ettiği, ordusu ve etrafıyla kendisini büyük gördüğü andır.
Onun bir de alçaldığı, zillete düştüğü hali vardır. Bu haliyle o zelillerden daha zelil ve sefillerden daha sefildirki, onun o esnadaki ruh halini de Kurân şöyle tasvir eder:
“Biz, İsrailoğullarını denizden geçirdik. Ama Firavun ve askerleri zulmetmek ve saldırmak üzere onları takip etti. Nihayet (denizde) boğulma haline gelince, (Firavun:)“Gerçekten, İsrailoğullarının inandığı Tanrı’dan başka tanrı olmadığına ben de iman ettim. Ben de Müslümanlardanım!” dedi” (Yunus/90)
Gönülden söylemediği, söyledikleri onun riyâkârca çığlıkları olduğu, duygu, düşünce ve ifadelerinde samimi olmadığı dikkatle bakılınca hemen anlaşılır. İhtimal eğer o anda olsun doğru söyleyip istikamet içinde hissiyatını ifade etseydi, Allah (cc) onun imanını kabul edebilirdi. Samimi olmadığı ve sıkıştığından ötürü dua ve yöneliş adına Allah (cc) bu canhiraş çığlıkları kabul buyurmamıştı. İşte bu, tipik bir firavunluktur. Günümüzde yüzlercesiyle karşılaşırsanız bunların. Makam ve mansıpları adına kapınıza kadar gelir el-etek öperler; işleri bitince de çeker giderler.. gider de sizi “nesyen mensiyya” (80) (Manası, “Unutulup gitmiş” demek olup bu şekliyle Kur’ân’da da geçmektedir. (Meryem, 19/23)). vefasızlığına mahkum ederler. Doğrusu siz her zaman bu tür insanların, sizin milli problemleriniz, dininiz, imanınız, diyanetiniz ve neslinizin terbiyesi gibi.. konularda hiç mi hiçbir çabada bulunmadıklarını ve sadece göz boyama nevinden sizi aldatmaya çalıştıklarını acı acı müşahede eder ve bunlardan tiksinirsiniz.
Kur’ân dışı terbiyenin terbiyezedeleri, belki bütün hususiyetleriyle firavun değillerdir. Biz de işin bu yanını nazara alarak hassas ve titiz davranıp bu tür hareketlere “firavun ahlâkı” demekle iktifâ ediyoruz. Bazen bir müminde firavun ahlâkı, bir kafirde de Musa ahlâkı bulunabilir. Müminde firavun ahlâkı temâdî edip giderse; o mümin –Allah (cc) muhafaza buyursun- neticede firavunlaşabilir. Ahlak-ı hamîdeden Musa ahlâkına sahip bir insan da neticede, belki bir gün Hz. Musa yörüngesinde seyahat edecek duruma gelebilir. Evet Allah (cc) insanların boyuna-posuna, endâmına, ırkına, sınıfına değil; kalbine, kalbî hayatına, takvasına, zühdüne; tek kelimeyle keyfiyet ya da evsâfına bakmaktadır.
Bu konuda Hz. Peygamber (sav) şöyle buyururlar: “Allah (cc) sizlerin ne cisimlerinize ne de suretlerinize bakar. O, sizin kalblerinize nazar eder.” [81] (Müslim, Birr, 33; İbni Mâce, Zühd, 9).
Cevap: çekirdekten çınara
b. İnsanlar Muannid ve Mütemerrid Yapar
Kur’an dışı bir terbiye ile yetişmiş insan, mağrur muannittir. “İzzet-i nefsim, onurum, gururum” der ve bu uğurda nice hakkı ve nice değeri tereddüt etmeden ayağının altına alır. Halbuki insana “inat hissi” hakta sebat ve inandığı davadan dönmemek için verilmiştir. Evet her türlü mal, mansıp, câh ve her türlü nimetten mahrum edilseniz dahi bildiğiniz ve inandığınız davadan dönmemek için Allah, inat duygusuna esas teşkil eden bir hissi sizi güçlendirmiştir. Ne var ki siz, sû-i istimal ederek bu hissi, yanlış hususlarda hem de ısrarla kullanırsanız, yararlı olan o duygu zararlı bir hale inkılab eder. Böyle bir ahlâk içinde temâdi ise –Allah (cc) muhaza buyursun- bir sukut başlangıcıdır. Neticede böyle bir huy insanı firavunluğa sürükler. Öyle ki artık bu ahlakta olan bir insan, karşısında “hakk”ı görse bile kabul etmez ve en küçük bir menfaat karşısında iki büklüm olmadan da geri kalmaz. Geçmişte de günümüzde de durum aynıdır ve değişmemiştir.. evet Kur’ân dışı, Kitabullah dışı terbiyenin ruhlarda hasıl ettiği şey dün ne ise bu gün de odur. Biz aydınlar diye söze başlayan, herkese tepeden bakan, kendi gibi düşünmeyenleri insanaltı varlıklar gören, güçsüz ve zayıf olduğu zaman sünepeleşen, imkan ve iktidara ulaştığı zaman kendi gibi düşünmeyenlere hakk-ı hayat tanımayan bir sürü firavun var günümüzde... Bazı şartlar ve hususi durumlar istisna edilecek olursa karakter bakımından bunlarla eskilerin bir birinden farkı yoktur. Kur’ân dışı terbiyede sadece karnın doyurulması, nefsin hevesatının tatmin edilmesi söz konusudur. Onlar insanlığın saadeti derken, sadece nefislerinin ve hevesatlarının tatminini düşünürler. Amerika, Almanya, İngiltere, Fransa, İsveç, Norveç, Hollanda gibi bir kısım memleketler iktisâdî durumlarını düzeltmiş ve kendi cemiyetlerini huzura, saadete kavuşturmuş olduklarını düşünebilirler. Onlara göre, ütopya yazarlarının tasvir ettikleri ideal dünya gerçekleşmiş demektir. Biz gerçek huzur ve saadeti, imanda ve İslâm’da görüyoruz. Onlar ise huzur ve saadetin, ekonomik durumun mükemmeliyeti ve iktisâdî bütün problemlerin giderilmesine bağladıklarından mutluluğu maddi refah neticesi olarak görmektedir. Yani cüzdan dolaysa, devletleri de güçlüyse toplum huzurlu demektir.
Ancak yığın yığın intiharların ve yeni yeni felsefî sistemlerin ortaya çıkması, her gün ayrı bir kılık ve kıyafetteki huruç hareketleri, değişik düşüncelerle kendilerini tatmin etmeye çalışmaları gösteriyor ki, bu toplumlarda çok ciddi bir tatminsizlik ve huzursuzluk bulunmakta ve mutlak saadet için madde refah yetmemektedir. Buna “avuntu felsefesi” de diyebiliriz ki, iyi yer, iyi giyerse o mesuttur, bahtiyardır. Zaten bu felsefi karnını doyurmaya, hevesat-ı nefsaniyeyi tatmin etmeyi, ferdin gayesi olarak görmektedir.
Cevap: çekirdekten çınara
c. Hedefi Menfaattır
Kur’ân dışı terbiyenin hedefi menfaattir. Bütün mücadelerin esası başka değil menfaattir. Bir iş yaptığınızda, “bu işin sonucunda maddi olarak ne elde edeceksiniz?” sorusu hep bu gibi kimselerden gelir. Yine bunlar, her şeye maddiyatçı bir gözle baktıklarından, “şimdiye kadar namaz kıldınız da devlet mi yükseldi; oruç tuttunuz da millet refaha mı kavuştu?” derler. İşte bu mantalitedeki kimseler hiçbir zaman hak ve hakikat adına konuşan, imanın, Kur’ân’ın müdafaasını yapan birini hazmedemezler veya anlayamazlar. Buna da isterseniz “Kur’ân’ın müdafaasını yapan birini hazmedemezler veya anlayamazlar. Buna da isterseniz “Kur’ân dışı olmanın kabalığı” diyebilirsiniz.
d. Hayatları Mücadele, Diyalektik ve Demagojiye Dayalıdır
Menfaatin en önemli özelliği, her arzuya kâfî gelmediğinden o uğurda boğuşmasıdır. Hedefi menfaat olan her toplum, mevcut menfaatler bütün arzuları kâfi gelmedi için ardı arkası gelmeyen, müteselsil boğuşmalara, vuruşmalara sebebiyet verir. Kapitalizmden komünizme, sosyalizmden faşizme kadar sonunda “izm” bulunan bütün sistemlerin içinde bulundukları durum, işte bu çerçevedeki menfaat mücadelesidir. Hatta bu mantığa göre gerekiyorsa başkasının mâmelekine el koyma, bir yolunu bulup onun her şeyini almak da caizdir. Evet menfaat üzerine müesses veya menfaatin hedef alındığı kur’ân dışı sistemlerde yaşamak için en mühim bir düstur çarpışmaktadır.. güçsüzün elenip gitmesidir ve yaşamanın muktedirlere has bir imtiyaz olmasıdır.
Bunu biyolojiye tatbik ettiğiniz zaman, karşınıza Lamark veya Darwin’in teorileri çıkar. Tekamül nazariyesinde “istifa-i tabîi” ya da “dehrin hadiseleri karşısında mukavemet edenler yaşama hakkına sahiptirler” gibi çarpık esaslara dayandırılan bu sistemler gerçek insânî değerleri yerle bir etmişlerdir. Bu prensibe inananlara göre, devletler ve toplumlararası konularda da muhite müsait olan, hadiselere karşı koyabilen hayat mücadelesinde üstte kalanlar yaşama hakkına sahiptirler. Her şeyi “hayat bir cidalden ibarettir” esasına göre hayvanat aleminden nebatat alemine kadar bütün varlıkların birbiriyle münasebetlerini vuruşmaya, kavgaya bağlayan bu anlayış, insanların hal-i hazırdaki hallerini de cidalin bir neticesi olarak görmekte ve birbirini yemeyi meşrû saymaktadır.