kartal__13,
Allah CC Sizden de razı olsun
Printable View
kartal__13,
Allah CC Sizden de razı olsun
nazgülüm,
Allah CC Sizden de razı olsun
Kıyamet suresi 7
Göz kamaştığı
"Göz kamaştığı" buyruğundaki: Kamaştı" lafzını Nâfî ve Âsım'clan rivayetle Ebân, "re" harfini üstün olarak okumuşlardır.
İleri derecede İrileşmiş olacağından, insanın gözü kamaşmış olaeak ve o gözün kirpiIdığı görülmeyecektir, demektir. Mücahid ve başkaları, bu durum ölüm halindedir, demişlerdir. el-Hasen ise bu, kıyamet gününde olacaktır, demiştir. Ayrıca o şöyle der: Bu buyrukta insanın hakkında soru sorduğu hususun cevabını ihtiva eden bir mana vardır. "Göz kamaştığı, ay tutulduğu... zaman" işte o gün, kıyamet günüdür, denilmiş gibidir.
Diğerleri, bu Iafzı "re" harfi kesreli olarak okumuşlardır. Şaşkınlığa düşüp, gözünü kırpmadı, demektir. Bu açıklamayı Ebu Amr, ez-Zeccac ve başkaları yapmışlardır. Şair Zu'r-Rimme şöyle demiştir:
"Eğer Lukman-ı Hakîme, onan gözlerine Meyye Yüzünü açmış olarak görünecek olsaydı, gözlerim iri iri açar,
gözünü kırpmazdı."
el-Ferrâ ile el-Halİl "re" harfi kesreli olarak; "korktu, dehşete düştü, hayret etti" demektir, demişlerdir. Araplar da dehşete düşüp, hayret etmiş insan hakkında: derler. Bu durumda olan kimseye de; derler. el-Ferrâ şu beyiti zikreder:
"Sen kendi nefsin için ağıt yak, benim için değil Yaralan tedavi et de hayret ve dehşete düşme!"
Yani; aldığın yaraların fazlalığından dolayı korkma.
(Mazisinin "re" harfi) üstün olarak: Gözlerini açtı ve iriİeştirdi' demektir. Bu açıklamayı Ebu Ubeyde yapmış olup, el-Küİlâbî'nin de şu be-yitini zikretmektedir;
"İbn Umeyr umutla bana geldiği vakit Ben ona kırmızıya çalan beyaz tüylü develer verdim de gözlerini iri iri açtı."
"Re" harfi hem kesreli hem üstünlü söylenişinin anlamdaki iki ayrı söyleyiş olduğu da söylenmiştir.
Kıyamet suresi 8
"Ay tutulduğu"
"Ay tutulduğu" yani ışığı gittiği zaman ... Dünyada ay tutulursa, daha sonra yine ışığına kavuşur, Âhirette ise böyle değildir. Işığı bir daha geri gelmeyecektir. Buyruğun, ay kaybolduğu zaman... anlamına gelme ihtimali de vardır. Nitekim yüce Allah'ın -aynı kökten gelen fiilin kullanıldığı-: Biz onu da, evini de yere geçirdik (yerde kaybettik)" (el-Kasas, 28/81) buyruğunda da bu anlamda kullanılmıştır.
İbn Ebi İshak, İsa ve el-A'rec "hı" harfi ötreli, "sin" harfi de kesreti olarak; diye okumuşlardır. Buna da yüce Allah'ın: "Güneş ve ay bir araya getirildiği zaman" buyruğu delil teşkil etmektedir.
Ebu Hatim Muhammed b. İdris dedi ki: Ay'ın bir kısmı kaybolduğu zaman küs Cif (kısmî ay tutulması), tamamı gittiği zaman husuf (tam ay tutulması) denilir.
Kıyamet suresi 9
"Güneş ve ay biraraya getirildiği zaman"
"Güneş ve ay biraraya getirildiği zaman" ışıklarının söndürülmesi hususunda ikisi de aynı özellikte olduğu zaman, demektir. Ay'ın tutulmasından sonra ışığı kalmadığı gibi, güneşin de ışığı olmayacaktır. Bu açıklamayı el-Ferrâ ve ez-Zeccâc yapmıştır. el-Ferrâ dedi ki: Burada: Biraraya getirildi" denilmeyip (sonuna "te" harfi getirilmemesi) anlamın: İkisini biraraya getirdi" şeklinde oluşundan dolayıdır. Ebu Ubeyde ise: Bu müzekkerin tağlib edilmesi dolayısıyla böyle gelmiştir, demektedir. el-Kisaî ise: Manaya hamledildiği için böyle gelmtşcir. Sanki: "İki ışık (söndürüldü)" buyurmuş gibidir. el-Müberred de: Müenneslîk hakiki değildir (onun için sonuna "te" getirilmemiştir), demiştir.
İbn Abbas ve İbn Mesud dedi ki: İkisi biraraya getirilmiş olacaktır. Her ikisi de batıdan kararmış, ışıkları alınmış, aydınlıkları gitmiş, kesilmeye hazır iki öküz gibi birbirine bağlanmış halde biraraya getirilmiş olacaklardır, demektir. Bu anlamdaki açıklamalar el-En'âm Sûresi'nin sonlarında (6/158. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Abdullah (b. Mesud)'ın kıraatinde Güneş ile ay ikisi biraraya getirildiği zaman" şeklindedir.
Ata b. Yesar dedi ki; Kıyamet gününde ikisi de bir araya getirilecek, sonra da denize atılacaklardır ve her ikisi Allah'ın büyük ateşi olacaklardır.
Ali ve İbn Abbas dedi ki: Her ikisi de perdelerin nuru içerisinde bırakılacaklardır. Cehennem ateşinde de biraraya getirilecekleri ihtimali vardır. Çünkü her ikisine de Allah'ın dışında ibadet edilmiştir. Ateş onlar için azab olmayacaktır. Çünkü her ikisi de cansızdır. Ancak onlara bu şekilde muamele edilmesi kâfirlerin azarlanması ve hasretlerinin daha da ileriye gitmesi için olacaktır. Ebu Uavud et-Tayalisi'nin Müsned'inde, Yezid er-Rukaşi'den, onun Enes b. Malik'ten, Enesin Peygamber (sav)'a dayandırarak (ref ettiği) rivayetine göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki güneş ve ay cehennem ateşinde kesilmek için bir ayaklan kesilmiş, kötürüm iki öküz gibi olacaklardır, "
Bu biraraya gelişin birbirlerinden ayrılmamak üzere biraraya getirilmeleri, insanlara oldukça yakınlaştınlmalan ve aşırı sıcaktan dolayı insanların terlemeleri anlamına geldiği de söylenmiştir. Sanki her ikisinin sıcaklığı da insanların üzerine topianacakmış gibi bir mana vardır. Güneş ve ay biraraya getirilecek ve artık gece ile gündüzün ardı arkasına gelmesi sözkonusu olmayacaktır; diye de açıklanmıştır.
Kıyamet suresi 10
"O günde insan: Kaçış nereye? der."
"O günde insan: Kaçış nereye? der."Ademoğlu böyle söyler, söyelemektir. Ebu Cehil böyle diyecek de denilmiştir. Kaçacak yer neresidir, demektir. Şair şöyle demiştir:
"Koçlar toalaşırken kaçış nereye? Hangi koç oradan başka tarafa kayarsa rezil olur."
el-Maverdi dedi ki: Bunun iki anlama gelme ihtimali vardır. Birincisine göre, Allah'tan haya edileceği için ondan "kaçış nereye?" demektir. İkincisine göre, cehennemden korkulup, sakınıldığı için; ondan "kaçış nereye?" demektir.
Bu sözü söyleyecek olan insan ile ilgili iki ihtimal sözkonusudur. Birinci ihtimale göre, bu söz özel olarak kâfirin kıyamet gününde cehenneme arzedilmesi esnasında söyleyeceği bir sözdür, mü'minin söyleyeceği bir söz değildir. Çünkü mü'min Rabbinin müjdesine güvenmektedir. İkinci görüşe göre, kıyametin kopacağı esnada görecekleri kıyamet dehşetlerinden ötürü hem mü'minlerin, hem de kâfirlerin söyleyeceği bir sözdür.
"Kaçış, kaçmak" anlamındaki iafız genel oiarak "fe" harfi üstün; diye okunmuştur. Ebu Ubeyde ve Ebu Hatim bu okuyuşu tercih etmiştir. Çünkü bu mastardır.
İbn Abbas, Mücahid, el-Hasen ve Katade ise "mim" harfi üstün fakat "fe" harfini kesreli okumuşlardır. el-Kisai dedi ki: Bunlar iki ayrı söyleyiştir ile gibi.
ez-Zühri'den ise "mim" harfini kesreli, "fe" harfini de üstün okuduğu nakledilmiştir.
el-Mehdevî dedi ki: Kaçış" lafzının "mim" harfim ve "fe" harfini üstün okuyanların okuyuşuna göre bu "firar; kaçmak, kaçış" anlamında bir mastardır. "Mim" harfini üstün, "fe" harfini kesreli okuyuş ise, kendisine kaçılacak yer anlamında olur, "mim" harfini kesreli, "fe" harfini üstün okuyuş ise iyice kaçabilen insan demek olur. Buna göre de buyruk şu anlama gelir: Güzel, iyi kaçabilen insan nerede? Bununla birlikte o da asla kurtulamayacaktır.
Derim ki: İmruu'l-Kays'ın şu mısraı da bu anlamdadır:
"(Düşmana) güzel yönelir, güzel kaçar, güzel ileri atılır, güzel geri döner aynı zamanda."
Şair burada atının güzel döndüğünü ve güzel kaçtığını anlatmak İstemektedir.
Kıyamet suresi 11
"Hayır" yani kaçacak yer ve kaçış yoktur.
Buna göre: Hayır" bir reddir ve bu yüce Allah'ın (.söyleyeceği) bir sözüdür. Daha sonra bu reddi açıklayarak şöyle buyurmaktadır; "O gün sığınacak yer yoktur." Ateşten kurtulmak için sığınılacak bir yer yoktur. İbn Mesud: "Bir kale, bir sığınak yoktur" diye açıklardı. el-Hasen de: "Bir dağ yoklur" derdi. îbn Abbas: "Bir sığınak yoktur" diye açıklardı. İbn Cübeyr: Kaçıp kurtulacak ve sığınüacak bir korunak yoktur, diye açıklamıştır. Hepsinin anlamı birdir. Sözlükte; kendisine sığınılan kale, dağ ve benzeri şeylere denilir. Şair de şöyle demiştir:
"Ömrüm hakkı için gencin sığınacak bir yeri yoktur Ölümden (kurtulmak için) ölüm de onu yetişir, yaşlanmak da."
es-Süddi dedi ki: Dünyada iken sığınacak bir yer aradıklarında dağlarla kendilerini korumaya çalışırlardı. Yüce Allah, onlara: Bu günde sizi benden koruyacak bir sığınak yoklur, diye buyurdu. Tarafe de şöyle demiştir:
"Bekr kesinlikle bilir ki bizler Üstün görüş sahibiyiz ve korkmakta (korkan için) bir sığınak vardır."
Bu beyilin son kelimesi diye de rivayet edilmektedir.
Kıyamet suresi 12
"O gün varıp durulacak yer Rabbİnin huzurudur."
Katade; nihai olarak varılacak yer, diye açıklamıştır. Bunun bir benzen de: "Şüphesiz ki son gidişin Allah'a olacağını" (en-Necm, 53/42) buyruğudur. îbn Mesud: Dönülecek ve sonunda varılacak yer, Rabbİnin huzuruna olacaktır, diye açıklamıştır.
Âhirette son olarak karar kılınacak yer, yüce Allah'ın teshil edeceği yerdir. Çünkü onlar arasında hüküm verecek olan O'dur.
"Hayır" sözünün, insanın kendisi için kaçıp kurtulacak yer olmadığını öğrenmesi üzerine kendisine söyleyeceği sözlerden birisi olduğu da söylenmiştir. İşte o vakit insan kendi kendisine: "Hayır, bugün sığınacak yer yoktur. Bugün varıp durulacak yer Rabbİnin huzurudur" diyecektir.
Kıyamet suresi 13
"O günde insana önden yolladığı şeyler ile geriye bıraktığı şeyler haber verilir."
O gün Âdem oğluna iyi ya da günahkâr bir kimse olsun, iyi ya da kötü amel islemiş yahutta kendisinden sonra ona uygun iş yapılan iyi ya da kötü bir sünneti ardında bırakmış olsun... (bütün bunlar kendisine haber verilecektir.) Bu açıklamayı İbn Abbas ve İbn Mesud yapmıştır.
Mansurun rivayetine göre de Mücahid şöyle demiştir: Ona amelinin başı da. sonrası da haber verilir. en-Nehaî de böyle demiştir.
Kıyamet suresi 20
Hayır;siz çarçabuk geçmekte olan (dünya) ı seviyorsunuz.
Burada, ara cümleden sonra önceki konuya kalındığı yerden devam edilmektedir. "Hayır asla değil"in manası şudur. Yani sizin kıyameti inkâr etmenizin asıl sebebi bu kainatın yaratıcısının kıyameti getirmeye ve ölümden sonra sizi diriltmeye muktedir olmadığını zannetmeniz değildir. Asıl sebep yukarıda ayette verildiği gibidir.
Kıyamet suresi 21
Ve ahireti terkedip-bırakıyorsunuz.
Bu, ahireti inkârın ikinci sebebidir. Birincisi 5. ayette beyan edilmişti. O ayette, insanın fiskü-fücur için serbestlik ve ahlâkî kayıtlardan kurtulmak istediği ve eğer ahirete inanırsa bir takım ahlâkî kurallarla kayıtlanacağı, bu yüzden de nefsani şehvetlerinin ona ahireti inkâr etmesi için baskı yaptığı ve daha sonra bir takım aklî deliller ileri sürerek bu inkârın gayet mantıklı olduğunu ona göstermeye çalışmakta olduğu söylenilmekteydi. Şimdi burada da ikinci sebep olarak ahireti inkâr edenlerin dar ve kısır görüşlü oldukları beyan edilmektedir. Onlar için, bu dünyadaki işler ve bu işlerin sonuçları önemlidir.
Ahirette kendilerinin ne sonuçlar elde edecekleri hususuna hiç önem vermiyor, hep bu dünyanın lezzet ve faydaları için çalışmak gerektiğini sanıyorlar. Bunlara göre ne pahasına olursa olsun, bu dünyada başarı kazanmak gerekir. Bunun ahiretteki neticesi ne kadar kötü olursa olsun onlar için önemli değildir. Karşılıkları ahirette ne kadar güzel olsa bile bu dünyadaki kaybetme, meşakkat ve kederden muhakkak kaçmalıdır diyorlar. Peşin alışveriş istiyorlar. Ahiret gibi uzak bir olay için, bugünkü kârlarından vazgeçmek işlerine gelmiyor. Oradaki bir mükafaat için burada bir zarara uğramayı göze alamazlar. Böyle bir düşünme tarzına sahip insan ahiret konusundaki tartışmada aslında aklî deliller ileri sürüyorsa da saf akıl yürütmemektedir. Bunların aklî delillerinin arkasında yukarıda bahsettiğimiz zihniyet yatmaktadır. Bu yüzden her ne kadar onun vicdanı ahiretin meydana gelmesi mümkündür ve de gereklidir diyorsa ve Kur'an'daki mantıkî deliller karşısında onun zihniyeti bir hiç mesabesinde ise de, o yine ahirete inanmayacaktır.
Kıyamet suresi 22
O gün yüzler ışıl ışıl parlar.
Yani, sevinçten yüzleri parlayacaktır. Çünkü onlar ahirete iman etmişlerdi ve şimdi bu inançlarına göre ahirete şahit olmaktalar. Bu, ahirete iman etmekle dünyadaki gayri meşru bir takım faydalardan vazgeçtiler ve Hakk için bir takım zararlara girmek zorunda kaldılar, ama karşılığında ahirette mükafata nail oldular ve gözleriyle o ahiret olayını temaşa ederek dünyadayken bu şekilde bir hayatı ve zihniyeti tercih etmelerinin ne kadar isabetli olduğunu gördüler. Şimdi ise onlar için en güzel mükafatlara layık olma vaktidir.
Kıyamet suresi 23
Rablerine bakıp durur
Müfessirlerden bazıları bunu mecazi anlamda anlamışlardır. Buna göre, bir kimseyi görmek demek o kimseden bir şeyler ummak ve ondan bir karar, bir ihsan beklemek anlamına gelir. Meselâ, kör bir insan bile "Ben ona gözümü diktim" diyebilmektedir. Birçok hadiste ise Allah Rasulü bunun yorumunu, Allah'ın mükerrem kulları ahirette O'nu görebilecektir şeklinde yapmıştır. Buhari'nin rivayet ettiği bir hadiste "'Siz Rabbinizi açıkça göreceksiniz" denilmektedir. Müslim ve Tirmizi'de Hz. Suheyb'in (r.a) bildirdiği bir hadiste ise Allah Rasulü şöyle buyurmuştur: "Cennet ehli cennete girdikleri vakit, bir münadi: Sizin için Allah'ın indinde bir ikram daha vardır, diyecek; onlar da: O bizim yüzümüzü ak etmedi mi, bizi ateşten kurtarmadı mı ve bizi bu cennete sokmadı mı? deyince melekler; Evet ama, diye cevap verecekler ve bunu müteakip perde açılacaktır." O zaman onlar Allah'ı görmekle müşerref olurlar. Rasul-i Ekrem diyor ki "Yemin ederim ki, O, onlara kendisini görmekten daha sevgili birşey vermemiştir."
Aynı mükafat Kur'an-ı Kerim'de "İyilik yapanlara o iyilik vardır. Fazlası da vardır." (Yunus: 26) şeklinde ifade edilmiştir. Buhari ve Müslim'de, Ebu Hüreyre'den rivayet edilir ki: "Allah Rasulü'ne; biz kıyamet günü Rabbimizi görebilecek miyiz?" diye sordular. O da dedi ki: "Güneş ve Ay'ı bulut olmadığı zaman görmekte bir zorluk çekiyor musunuz? Onlar da "Hayır" dediler. Bunun üzerine Rasul-i Ekrem "İşte Allah'ı da böyle göreceksiniz" dedi. Bunun benzeri bir diğer rivayette yine Buhari ve Müslim'de Hz. Cabir bin Abdullah'tan nakledilir. Ayrıca Ahmed, Tirmizi, Darekutni, İbn Cerir, İbn Münzir, Taberani, Beyhaki, İbn Ebi Şeybe ve diğer bazı muhaddisler ufak tefek bazı lafız farklarıyla Abdullah bin Ömer'den Allah Rasulü'nün şöyle dediğini rivayet ederler: "Cennette olanların en düşük seviyede olanları bile kendisine ikram edilen nimetleri iki bin senesine kadar öğrenecekler ve onların Allah için en makbul olanı da sabah ve akşam O'nun yüzünü iki defa görecektir" demiş ve sonra da bu ayeti okumuştur.
"O gün yüzler vardır ki pırıl pırıldır ve Rablerine bakarlar." İbni Mace'de, Cabir bin Abdullah'tan rivayet edilir ki "Allah onlara bakacak, onlar da Allah'a bakacaklar, Allah perdeyi indirmedikçe onlar O'na bakarken öyle mest olacaklar ki cenneti gözleri görmeyecek bile." Bütün bu rivayetler üzerinde Ehl-i Sünnet, bu ayetin anlamının ahirette cennet ehlinin Allah'ı görmek ile müşerref olacağı görüşünde ittifak etmişlerdir. Bunun doğruluğunu Kur'an'ın şu ayeti de teyid etmektedir. "Hayır, onlar (facirler) o gün Rablerini görmek gibi en büyük nimetten büsbütün yoksundurlar." Bu mahrumiyet facirler için olacak, ebrar için değil. Şimdi, peki Allah'ı bir insan nasıl görebilir ki? Görme olayının meydana gelmesi için bir şeyin hususi bir boyutu, bir mekanı, bir şekli ve bir de rengi olması ve ışığın ona çarparak insanın gözüne aksetmesi ve sonunda da beyinde görmenin gerçekleşmesi gerekir. Alemlerin Rabbi olan Allah'ın zatını görebileceğimiz, nasıl düşünülebilir? şeklinde sorular sorulabilir. Ama aslında bu gibi sorular yanlış bir düşünce sonucudur. Burada şu iki şey arasındaki fark görülememektedir. Birincisi, görme olayının gerçeği; ikincisi, bu dünyaya özgü olarak bilinen görme fiili. Görende, görmenin nitelikleri bulunduğu için görmektedir. Yani kör değildir ve görülecek olan şey de gizli değildir. Bu yüzden bizim bu dünyadaki deneyim ve gözlemimiz yalnızca insanın gördüğü o belirli şeklidir. Tabii görenin gözleri ve o gözlerin de görme yeteneği olmalıdır. Ayrıca o cismin belirli bir cisim olması ve renkli bir cisim olması gerekir ki ışık çarparak göze yansısın ve sonra gözden o cismin bir şekli canlansın. Oysa görme olayının hakikatinin ve fiili şeklinin, yalnız bizim bu dünyada vakıf olduğumuz biçimden ibaret olduğunu zannetmek düşünce sığlığını gösterir. Allah Teâlâ'yı kainatta görmenin o kadar çok şekli mümkündür ki biz onu tasavvur bile edemeyiz. Bunu anlamamakta direnen bir kimse ibadet etmekte olduğu ilâhının görür mü, kör mü olduğunu söylesin. Eğer ilâhın görmekte olduğunu söylerse, o zaman bütün kainatı gözetmektedir ve o her şeyi görmektedir. O zaman o hangi gözle görmektedir? Acaba insan ve hayvan gibi gözleri mi vardır? Bizim gördüğümüz gözlerle mi görmektedir? Bunun cevabının hayır olduğu bellidir. Eğer bunun cevabı olumsuz ise o zaman akıllı ve anlayışlı bir insan niye ahirette cennettekilerin, Allah'ı görmelerinin bir hususî şeklinin olacağını anlamakta güçlük çeksin? Orada Allah'ı görmenin bir başka şekli olabilir ki biz bugün, burada bunu kavrayamayız. Aslında ahiretin mahiyetini kavramak demek, tıpkı iki yaşındaki bir çocuğun evlilik ve cinsel hayata bakışına benzer. Halbuki, büyüyünce bu olayla bilfiil kendi kendisi yüzyüze gelecektir.
Kıyamet suresi 24
"Ve o günde asık nice suratlar vardır."
Yani kıyamet gününde, kâfirlerin yüzleri gerilmiş, çekiJmiş ve asılmış olacaktır. es-Sıhah'lz şöyle denilmekledir: dişi devenin isteği olmaksızın erkek deve dişi deve ile ilişki kurdu" denilir, Adam yüzünü ekşitti, astı" demektir. Yüzünü astı, ekşitti" denilir.
es-Süddî: "Asık surat" şekli değişikliğe uğramış surat demektir, diye açıklamıştır. Anlamlar aynıdır.
Kıyamet suresi 25
"Kendilerine, bel kemikleri kıran, çok belâlı işler yapılacağını anlarlar."
Kesinlikle buna inanır ve bunu iyiden iyiye bilirier, demektir.
Büyük iş ve musibet" anlamındadır. Sırtmın omurgasını kırdı" demektir. Bu anlamdaki açıklamayı Mücahid ve başkaları yapmıştır. Katade ise: Şer ve kötülük" demektir, der.
es-Süddi; helak olmak, îbn Abbas ve İbn Zeyd, cehenneme girmek, diye açıklamıştır. Anlamlar birbirine yakındır. Bu kelimenin asıl anlamı devenin burnuna bir demir yahutta ateş ile kemiğe ulaşıncaya kadar işaret yapıp dağlamaktır. Bu açıklamayı el-Esmaî yapmıştır.
O bakımdan devenin burnunu bir demirle delip, sonra da delinen yere deriden yapılmış bir ip geçirip, onun üzerine de bükülmüş bir halat geçirmeyi anlatmak üzere: Devenin burnunu delip, ondan halat geçirdim" denilir.
Arapların: O'na fâkira (musibet, belâ veya az önce deve için sözkonusu edilen uygulamanın benzeri) yapıldı" denilir. en-Nâbiğa da şöyle demiştir:
"Hiçbir kabir beni kabul etmedi; hâlâ önümde duruyor Ve başımın tepesine inecek kırıcı bir balta darbesi."
(Burada bu kelime) "kırıcı" anlamında kullanılmıştır.
Kıyamet suresi 26
Hayır; can köprücük kemiğine gelip dayandığı zaman,
Buradaki "kesinlikle değil" ibaresi bir önceki konuya atıftır. Yani, senin ölümden sonra yok olacağına ve Rabbinin huzurunda hazır bulunmayacağına dair zannın yanlıştır.
Kıyamet suresi 27
"Son müdahaleyi yapacak kim" denir.
Metinde "Râkin" kelimesi geçmektedir. Bu, Rukye kelimesinden türemedir. Üfürükçülük ve muskacılık anlamına gelir. "Râki" demek ise, yukarıya doğru tırmanmaktır. Şimdi eğer biz bunu ilk manada alırsak o zaman anlamı, deva bulamayan hastayı hemen acele okuyacak birisini aramak olur. Eğer ikinci manada alırsak, bu sefer anlamı meleklere; bu ruhu kim alacak, azab melekleri mi yoksa rahmet melekleri mi? diye sormalarıdır.
Diğer bir ifade ile, bir kimse öldüğü zaman ahirette nereye gireceğinin kararı alınmaktadır. Yani eğer salih bir insan ise onu rahmet melekleri götürecek ve eğer kötü bir insan ise o zaman onun yanına kimse yaklaşmayacak ve azab melekleri onun ruhunu alacaktır.
Kıyamet suresi 28
Artık gerçekten, kendisi de bir ayrılık olduğunu kavrayıp anlamıştır.
Can veren kimse, malından, ailesinden, çocuklarından ve bütün dünyadan ayrıldığını idrak ettiği zaman, varılacak yer, Allanın huzurudur.
Kıyamet suresi 29
(Ölüm korkusundan) Ayaklar da birbirine (ayak ayağa) dolaştığında;
Müfessirlerden bazıları "Sâk" kelimesini lügat manasında almışlardır. Onlara göre bundan kastolunan "ölüm zamanı bacakların kuruyarak birbirine yapışmasıdır." Bazıları da bunu bir deyim olarak anlamışlardır. O zaman manası çok zorluk şiddet ve musibet anlamlarına gelir. Yani, birincisi bu dünyadaki herşeyden ayrılma musibeti, ikincisi öte dünyada bir suçlu olarak yakalanma musibetidir. Her kafir fasık, facir ve münafık bununla karşı karşıya kalacaktır.
Kıyamet suresi ayet 30
O gün sevk, yalnızca Rabbinedir.
Âyette geçen, "Bacaklar birbirine dolaştığı zaman" ifadesi müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir.
Abdullah b. Abbas, Müeahid, Katade, Hosan-ı Basri, Dehhak, Atiyye ve İbn-i Zeyd'e göre bu ifadeden maksat, dünyanın dehşetinin, âhiretin dehşetine karışmasıdır. Yani, can veren kişi, dünyada veda ederken bir taraftan onun sıkıntısını çeker diğer tarafta âhirete ilk adımını atarak orada olacak şeylerden dolayı büyük bir sıkıntı hisseder. Böylece dünyada olan bir ayağı ile âhirete attığı diğer ayağı birbirine dolaşmış olur.
Hasan-ı Basri ise, iki bacağın birbirine dolaşmasından maksadın, ölünün, kefenlenirken bacaklarının sarılması olduğunu söylemiştir.
Âmir eş-Şa'bî, Ebu Malik, Hasan-ı Basri ve Katade'den nakledilen diğer bir görüşe göre, Ölenin bacaklarının birbirine dolaşmasından maksat, kişinin, ölümü anında gücünü kaybederek bacaklarının birbirine fiilen dolaşmasıdır.
Ebu Malik ve Süddi'den nakledilen diğer bir görüşe göre bu ifadeden maksat, ölenin bacaklarının ölümü anında kuruması ve sertleşmesidir.
Ebu İsa'ya göre bu ifadeden maksat, ölen kişinin işlerinin birbirine karışmasıdır.
Mücahid'e göre bu ifadeden maksat, ölenin felaketlerinin birbirine karışmasıdır.
Taberi, ölenin, dünyadaki sıkıntıları ile âhiretteki sıkıntılarının birbirine karıştığını söyleyen görüşü tercih etmiştir. Buna delil olarak da: "Evet, işte o gün sevkediliş ancak rabbinin huzurunadır." âyetini göstermiştir.
Kıyamet suresi ayet 31
Fakat o, ne doğrulamış ne de namaz kılmıştı.
"O, tasdik de etmemiş, namaz da kılmamış." Yani Ebu Cehil, tasdik de etmedi, namaz da kılmadı.
Bunun, sûrenin baş taraflarında sözü ediien "insan" (10. âyet) hakkında olduğu da söylenmiştir. Çünkü oradaki "insan" cins isimdir. Birincisi İbn Ab-bas'ın görüşüdür. Yani o risaleti tasdik etmediği gibi "namazdakılmamış" Rabbine dua etmemiş, Rasûlüne de salât ve selâm getirmemiştir.
Kata de dedi ki: Allah'ın Kitabını tasdik etmediği gibi, Allah için namaz da kılmadı. Şöyle de açıklanmıştır: O, Aİlah nezdinde kendisi için biriken bir azık olsun diye malını tasadduk etmediği gibi, Allah'ın kendisine emrettiği namazları da kalmamıştır.
Kalbiyle iman etmemiş, bedeniyle amel etmemiştir, diye de açıklanmıştır.
el~Kisaî dedi ki: ...ma" olumsuzluk edatı; ...madı" anlamındadır. Şu kadar var ki bu (birinci) olumsuzluk edatı, benzeri ile bir defa daha tekrarlanır. Mesela; Araplar: Ne Abdullah çıkıyor, ne de filan" derler. Buna karşılık; denilmez. Ancak ona: de eklenir. (Bu durumda: Ben ihsan edici de olmayan, iyilik de yapmayan bir adama uğradım, demek olur.) Yüce Allah'ın: Fakat o sarp yokuşa saldıramadı" (el-Beled, 90/11) buyruğu ise, bu kabilden değildir. Çünkü bu; tabiri, Niye o sarp yokuşa saldırmadı, o sarp yokuşa saldırmalı değil miydi?" anlamındadır, istifham edatı olan hemze hazfedil mistir.
el-Ahfeş de şöyle demektedir: "O tasdik etmemiş" buyruğu; Tasdik etmedi" demektir. Yüce Allah'ın: O saldırmadı" buyruğunun; anlamında olması gibidir. O bakımdan bunun arkasından başka bir şeye (yani olumsuzluk edatının tekrarlanmasına) gerek yoktur. Nitekim Araplar: Gitmedi" tabirini; anlamında kullanırlar. Burada nefy (olumsuzluk) edatı, muzari fiili nefyettiği gibi, mazi fiili de nefyetmektedir. Züheyr'in şu mısraında da bu kabildendir:
"O, onu ne açıkladı, ne de öne geçti."
Kıyamet suresi ayet 32
Ancak o, yalanlamış ve yüz çevirmişti.
"Fakat yalanlamış ve yüz çevirmişti." Kur'ân-ı Kerîm'i yalanlamış, iman etmekten yüz çevirmişti.
Kıyamet suresi ayet 33
Sonra da çalım satarak yakınlarına gitmişti.
Bunun anlamı, yukarıdaki ayetlerde beyan edilen şeyleri duymasına rağmen, ahirete inanmamış ve inkar ederek kibir içinde evine dönmüştür, demektir. Mücahid, Katade ve İbn Zeyd'e göre şahıs Ebu Cehil idi. Ayetlerden de, bu kişinin Kıyamet Suresi'nin yukarıda zikredilen ayetlerini duyduğunda böyle bir tavır takınan ve bilinen birisi olduğu anlaşılmaktadır.
Bu ayette geçen "tasdik de etmedi, namaz da kılmadı" ibaresi özellikle dikkate değerdir. Buradan, Allah'ın Kitabı'na, ve O'nun Rasulü'ne teslim olan kimsenin vazifesinin namaz kılması olduğu açıkça anlaşılmaktadır. İslâmî hükümlerin diğer emirlerini yerine getirmek daha sonra gelir, ama namaz, iman ikrar ettikten hemen sonra gelir. Böylece, onun, dili ile ikrar ettiği şeyin gerçekten onun kalbinin derinliklerinden mi geldiği yoksa sadece dilde kalan birkaç kelime mi olduğu hemen belli olur.
Kıyamet suresi ayet 34
Sen buna müstahaksın, dahası na da müstahaksın.
"Sana layıktır, evet sana layıktır. Sonra yine sana layıktır. Tekrar tekrar sana layıktır." Tehdit ardına tehdit, arka arkaya tehditlerdir. Yani bu dört şeye karşılık, dört ayrı tehdittir. Nitekim rivayet olunduğuna göre, bu Rab-bi hakkında cahil olan Ebu Cehil hakkında inmiştir. Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: "O tasdik de etmemiş, namaz da kılmamış fakat yalanlamış ve yüz çevirmişti." Yani ne Allah'ın Rasûlünü tasdik etmiş, ne Allah'ın huzurunda durup namaz kılmıştır; fakat Benim Rasûlümü yalanlamış, Benim huzurumda boyun eğmekten yüz çevirmiştir. Buna göre tasdiki terketmek bir özellik, yalanlamak bir özellik, namazı terketmek bir özellik, Allah'ın emrinden yüz çevirmek bir başka özelliktir, Bundan dolayı bu dört özellik terk edilmesi karşılığında ona dön tane tehditte bulunulmuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Yüce Allah'ın: "Sonra da gerine gerine taraftarlarının yanına gitmişti buyruğunda, beşinci bir özellik sözkonusu edilmektedir, denilemez, O zaman biz de şöyle deriz: Bu onun yalanlamadan ve yüz çevirmekten önceki adeti idi. Onun bu halini haber vermektedir. Bu da biraz sonra zikredeceğimiz üzere Katade'nin açıklamasından açıkça anlaşılmaktadır,
Denildiğine göre; Rasûlullah (sav) bir gün mescidden çıkarken Ebu Cehil mescidin kapısında Mahzumoğullan kapısının yanında onunla karşilaşmıştı. Rasûlullah (sav) onun elini tuttu, bir ya da iki defa salladıktan sonra ona: "Sana daha layıktır, sana daha layıktır" demiş, Ebu Cehil ona: Sen beni tehdit mi ediyorsun? Allah'a yemin ederim ki ben bu vadideki insanların en güçlüsü ve en şereflisiyim, diye cevab vermişti. Bunun üzerine Rasûlullah (sav)'a Ebu Cehil'e dediği şekilde buyruk nazil oldu. Evet bu, bir tehdit sözüdür.
Kıyamet suresi ayet 35
Yine buna müstahaksın, dahasına da müstahaksın.
"Daha layıktır sonra daha layıktır hem daha layıktır
Hiç sağıldıktan sonra (süt) memeye geri döner mi?"
Kacade dedi ki: Ebu Cehil b. Hişam, böbürlene böbürlene geldi. Peygamber (sav) elinden tutup: "Sana daha layıktır, evet sana layıktır. Sonra yine sana layıktır, tekrar tekrar sana layıktır." diye buyurdu. Ebu Cehii şöyle dedi: Sen de, Rabbin de bana bir şey yapamazsınız. Çünkü ben buranın iki dağı arasındakilerin en güelüsüyüm. Bedir günü müslümanları görünce bugünden sonra Allah'a ebediyyen bir daha ibadet edilmeyecektir, dedi. Allah onun boynunu vurdurdu ve en kötü bir şekilde onu Öldürdü. Buyruğun: Vay sana! anlamında olduğu da söylenmiştir. el-Hansâ'nın şu beyitlerinde bu anlamdadır:
"Ben içimden bütün düşünceleri geçirdim Nefsime daha layıktır, evet ona daha layıktır, Ben kendimi belli bir hale mecbur edeceğim, Ya onun aleyhine ya da lehine olsun,"
Buradaki: Hal" demek olduğu gibi aynı şekilde ölünün üzerinde taşındığı tahtaya da denilir. Bu yoruma göre; şöyle denilmiştir: Bu lafız kal-bedilmiş lafızlardandır. Sanki; (j/jî) iken daha sonra illetli harf (olan ye) sonraya bırakılmış gibidir. (Böylelikle evlâ olmuştur).
Yani sen, hayatta iken de sana veyl olsun, ölüm halinde de sana veyl olsun, dirileceğin gün de sana veyl olsun, cehenneme gireceğin gün de sana veyl olsun. Bu şekildeki tekrarlama da şairin şu mısraına benzemektedir:
"Veyller olsun sana! Sen beni yayan yürümek zorunda bıraktın."
Yani veyl olsun sana, sonra yine veyl olsun, sonra yine veyl olsun, demektir. Bu.açıklama zayıf kabul edilmiştir.
Şöyle de açıklanmıştır: Buyruk; bunu terkettiğin için yerilmen senin için daha uygundur, demektir. Ancak kelimelerin çokluğundun ütürü diğerleri haz-fedilmiştir. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Bu azab sana daha uygun ve sana daha layıktır.
Ebu'l-Abbas, Ahmed b. Yahya dedi ki: el-Esmaî dedi ki: "Daha layık, daha uygun" lafzının Arap dilindeki anlamı "helak oluşa yakın olmak'ür. Sanki: Sen helak olmanın kertesine geldin, helak olmaya çok yaklaştın" denilmiş gibidir ki; bunun geldiği kok "yakınlık" anlamındaki dir. Yüce Allah da (bu kok kullanılarak) şöyle buyurmaktadır: Ey iman edenler, kâfirlerden size yakın olanlarla savaşın." (et-Tevbe, 9/123) el-Esmai şu mısraı zikretmektedir:
"Ona velânın. verilmesine çok yaklaştı." Yine şu mısraı zikretmektedir:
"O kimin için yükselirse, kedere çok yaklaşmış olur."
Yani böyle bir şeye sahib olan kedere oldukça yaklaşmış demektir. Ebu'l-Abbas, Saleb, el-Esmat'nin açıklamalarını güzel buluyor ve: el-Es-maî'nin açıklaması gibi açıklayan kimse yoktur, diyordu.
en-Nehhas dedi ki: Araplar: derler ki "az kalsın helak oluyordun, sonra kurtuldun" demektir. İfadenin takdiri sanki; Helak olmaya sen çok yaklaştın" gibidir.
d-Mdulevî dedi ki: şeklinde bir ism-i tafdil olması söz-konusu değildir. Bu hazfedilmiş bir mübtedanın haberi olarak gelir. Sanki: Tehdit, başkasına göre kendisine daha bir yakışır" denilmiş gibidir. Çünkü Ebu Zeyd'i tehdit ettikleri vakit Arapların: dediklerini nakletmektedir. Bu lafzın sonuna tenis alameti "(yuvarlak te)"nin gelmesi durumun böyle olmadığının (fiil olmadığının) delilidir.
Sana" lafzı "daha layıktır" anlamındaki lafzın hakkında bir haberdir. Lâyıktır" lafzının munsanf olmayışı, tehdidin alemi (özel ismi) haline gelişinden dolayıdır. Tıpkı bir adama "Ahmed" adının verilmesine benzer.
Buyruktaki tekrarlamanın, sen kötü olan ilk ameline, sonra ikincisine, sonra üçüncüsüne, sonra dördüncüsüne devam et! anlamında olduğu da söylenmiştir. Az önce geçtiği gibi.
emeğine sağlık allah c.c razı olsun.
Kıyamet suresi ayet 36
İnsan, 'kendi başına ve sorumsuz' bırakılacağını mı sanıyor?
Bu sözün sonunda baştan itibaren devam edilmekte olan konuya yani ölümden sonraki hayatın mümkün ve gerekli olduğu mevzusuna yeniden dönülmektedir.
Arap dilinde "İblus-Suddi" ağzına ne gelirse yiyen ve başıboş gezen yularsız deve demektir. Ayetin manası da bununla ilgilidir.
Yani insan tıpkı bir yularsız deve gibi kendini sahipsiz ve başıboş zannetmektedir. Sanki onu yaratan onu yeryüzünde sahipsiz ve başıboş bırakmış. Ona hiçbir mükellefiyet yüklememiş, herşey ona serbest bırakılmış ve bir zaman sonra ondan yaptığının hesabı da sorulmayacak zannediyor. Aynı şeyden Kur'an-ı Kerim'de başka bir yerde şöyle bahsedilmektedir. Allah kıyamet günü kafirlere "... sizi boşuna yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi zannettiniz?" (Müminun 115) diyecektir. Bu iki yerde de, ölümden sonra bir hayatın gerekli olduğu soru şeklinde sorulmaktadır. Yani "Sen gerçekten kendini bir hayvan gibi mi zannediyorsun? Hayvan ile senin aranda açık bir fark olduğunu görmez misin? Onların bir iradesi yokken size irade verilmiştir. Onların amellerinde iyi ve kötü kavramı yoktur. Senin fiillerinde ise iyinin ve kötünün tartılması vardır. Bu yüzden nasıl olur da kendinizi tıpkı hayvanlar gibi sorumluluk yüklenmemiş ve yaptıklarından sorgu suale çekilmeyecek zannedersiniz? Hayvanlar, sadece cibilliyetlerine uygun olarak hayat sürdürdüklerinden onların yeniden diriltilmemeleri akla uygundur. Çünkü bunlar kendi akıllarıyla herhangi bir felsefe oluşturmuş ya da yeni bir din uydurmuş değildirler. Ne kendilerini yaratandan başkasını mabud olarak almışlar ve ne de kendileri mabudluk taslamışlardır. Kendilerinden sonra gelecek nesillere kadar tesirleri uzanacak ve karşılığında da ceza ya da mükafaat görecekleri, bir iyi veya kötü sünnet de başlatmış değiller. O halde bunların öldükten sonra yok olmalarına bir anlam verebilirsin. Çünkü onlar yaptıkları amellerden sorumlu değillerdir ve dolayısıyla tekrar dirilterek onlara hesap sormaya da gerek yoktur. Ama size gelince, ölümden sonraki hayattan nasıl kaçabileceksiniz? Çünkü, ta ölünceye kadar yaptığınız amellerin iyi veya kötü bir sonucu ve bu sonuçların da etkileri ve dolayısıyla da bunların bir cezası ya da mükafaatı olması gerekir. Sizin aklınız da bunu teyid etmez mi? Sözgelimi, suçsuz bir kimseyi öldürmüş bir katil olayın hemen akabinde başka bir kaza sonucu kendisi ölse, bu kişinin hiçbir cezaya çarptırılmayacağını mı sanıyorsunuz? Yaptığı zulümlerin hesabı sorulmamalı mı? Hiç aklınız alıyor ve de kalbiniz tatmin oluyor mu ki, bu dünyadayken fesadın tohumunu ekmiş ve o fesat asırlarca sürerek diğer kuşakların da binlercesinin hayatını mahvetmiş, böyle bir insan sıradan bir böcek gibi ölsün, yok olsun ve hiç kimse ondan yaptıklarının hesabını sormasın? Yine hayatı boyunca doğruluk ve adalet için, iyilik ve barış için çalışmış ve bu yolda çeşitli eziyetler çekmiş ve kendi canını ortaya koymuş bir insan da karınca gibi ölüp yaptığının karşılığında mükafaatlar alamadan yok olup gitsin; bunu aklınız alıyor mu?
Kıyamet suresi ayet 37
"O dökülen meniden bir damla değil miydi?"
Yani o, rahime dökülen bir damla su değil miydi? (Kurbanlıkların) kanlarının akıtılması dolayısıyla "Minâ"ya bu ismin veriliş sebebi de budur.. "Nutfe: Bir damla": Çok az suya denilir. Suyun damlamasını anlatmak üzere: Su damladı" denilir. Buyruk şu demektir: Yani o, erkeğin sulbünde ve kadının göğüs kemiklerinde azıcık bir sudan ibaret değil miydi?
"Dökülen meniden" anlamındaki buyruğu Hafs; şeklinde "ye" İle okumuştur. Aynı zamanda bu İbn Muhaysın, Mücahid, Yakub, Ayyaş yoluyla Ebu Amr'ın da kıraatidir. "Meni" lafzı dolayısıyla Ebu Ubeyd de bu okuyuşu tercih etmiştir. Diğerleri ise "nutfe"den ötürü "te" ile okumuşlardır. Ebu Hatim de bu okuyuşu tercih etmiştir.
Kıyamet suresi ayet 38
Sonra o bir sülük gibi yapışan bir kan pıhtısı olmuş, sonra (Allah onu) yaratmış, düzenlemiştir.
"Sonra o bir sülük gibi" yani nutfeden sonra bir kan demektir. Yüce Allah, değerinin önemsizliğine rağmen bütün bunlarla onu mertebe mertebe var etmiş, yaratmıştır.
üaha sonra yüce Allah: "Sonra yaratmış" yani takdir etmiş; ona ruh vermek suretiyle mükemmel bir şekilde "düzenlemiştir" diye buyurmaktadır.
Kıyamet suresi ayet 39
"Ondan erkek ve dişi iki sınıf yaratmıştır."
O, insandan -bir görüşe göre meniden- erkeği ve kadını yaratmıştır. Hunsâ (erkeklik ve dişilik organı bulunmayan kimse)nin (mirastan) payının düşürüleceği görüşünü benimseyenler bunu delil göstermişlerdir. Fakat bundan önce eş-Şûrâ Sûresi'nde (42/51. âyetin tefsirinde) bu âyetin ve benzerinin çoğunlukla görülen ile ilgili olduğu belirtilmiş bulunmaktadır. en-Nisâ Sûresi'nin baş taraflarında da (4/1. âyet, 1. başlıkta) buna dair açıklamalar geçmiş ve miras âyetinde de hun-sânm hükmünü zikretmiş bulunduğumuzdan, bunu ayrıca tekrarlamanın anlamı yoktur.
Kıyamet suresi ayet 40
Bunları yapanın ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi?
"Bunları yapanın" yani bu canlı varlığı bir damla sudan yaratmaya kadir olanın "ölüleri diriltmeye gücü yetmez mî?" Bu cisimleri çürümelerinden sonra, öldükten sonra, önceki halleriyle tekrar yaratmaya gücü yetmez mi:' Rasûlullah (sav)'dan rivayet edildiğine göre o bu buyruğu okudu mu: Allah'ım, Seni tenzih ederim, elbette kadirsin" dermiş.
İbn Abbas dedi ki: Her kim: "O en yüce Rabbinin ismini teşbih e£"(el-A'lâ. 87/1) buyruğunu okursa, İster imam olsun, isterse de başka bir durumda olsun subhane rabbiyel alâ (en yüce Rabbimi tenzih ederim)" desin. Kim de: "Hayır... kıyamet gününe yemin ederim" buyruğunu sonuna kadar okursa, ister imam olsun, İster başka bir durumda olsun; "seni tenzih ederim, evet (kadirsin)" desin. Bunu es-Sa'lebî, Ebu İshak es-Sebî'înîn Said b. Cübeyr'den. onun İbn Abbas'cian rivayeti olarak zikretmektedir.
Tin suresi ayet 1
İncire ve zeytine andolsun,
Bunun tefsirinde müfessirler arasında ihtilaf vardır. Hasan Basrî, İkrime, Ata b. Ebi Rebah, Cabir b. Zeyd, Mücahid ve İbrahim Nehaî diyorlar ki: "İncir"den kasıt bilinen incirdir. "Zeytin"de, yağ çıkarılan, bilinen zeytindir. İbni Ebi Hatim ve Hakim, Abdullah b. Abbas'tan bunu teyid eden bir kavil nakletmişlerdir. Bu tefsiri kabul eden müfessirler, incir ve zeytinin özelliklerini, faydalarını beyan ederek kendi görüşlerini şöyle açıklamışlardır: "Allah, iyi özellikleri dolayısıyla bu iki meyvanın üzerine yemin etmiştir." Kuşkusuz, Arapçada "tin" ve "zeytun" kelimelerini duyan insan bu iki meyvayı Arapça'da bilinen anlamı üzerine anlar. Ancak bu tefsiri kabul etmeye iki sebep engeldir. Birisi, "Sina Dağı" ve "Mekke Şehri"ne de yemin edilmiş olmasıdır. Az önceki tefsire göre meyva ve iki yere birarada yemin edilmesi uygun düşmemektedir. Kur'an-ı Kerim'de bir şey üzerine yemin edilen yerlerde bu yemin, o yerlerin hizmet veya faydası nedeniyle değildir. Her yemin, kendisinden sonraki konuya delil getirilmek içindir. Bu nedenle, iki meyvaya özellikleri dolayısıyla yemin edilmiş olunamaz.
Diğer bazı müfessirler "tin" ve "zeytun"dan kasıt olarak bazı yerleri kabul etmişlerdir. Ka'b b. Ahbar, Katade ve İbn Zeyd diyor ki, "tin"den kasıt Dımeşk (Şam) 'dır. "Zeytun"dan kasıt da Kudüs'tür. İbn Cerir, İbn Hatim ve İbn Merduye'nin İbn Abbas'tan naklettikleri bir kavle göre "tin"den kasıt, Hz. Nuh'un Cudi Dağı üzerinde inşa ettiği bir mesciddir, "zeytin"den kasıt da Kudüs'tür.
Ama, "tin" ve "zeytun" kelimelerini duyan bir Arabın aklına bu manalar gelmez. O zaman Kur'an'a muhatap olan Araplar nezdinde "tin" ve "zeytun" yer olarak bilinmiyordu. Fakat Araplar arasında bazı bölgeleri, orada yetişen bitkiler ile isimlendirmek adetti. Onun için "tin" ve "zeytun" kelimelerinden kasıt şu olabilir. Bu meyvaların yetiştiği yerler. Bu yerler Şam ve Filistin idi. Çünkü o zamanlar Araplar arasında incir ve zeytin yetiştiren yerler olarak bu bölgeler meşhurdur. İbni Teymiye, İbn Kayyım, Zemahşerî ve Alûsî de aynı görüştedirler. İbn Cerir her ne kadar birinci kavli tercih etmişse de, aynı zamanda "tin" ve "zeytun"dan muradın meyvaların yetiştiği bölgeler olabileceğini de kabul etmiştir. Hafız İbni Kesir de aynı tefsiri kabul etmiştir.
Tin suresi ayet 2
Sina dağına,
"Tur-i Sinîn" buyurulmuştur. Bu, Sina yarımadasının diğer ismidir. Sena veya Sina ya da Sînîn de denir. Kur'an'da bir yerde de "Tur-i Sina" kullanılmıştır. Şimdi orada Tur dağı bulunan bu bölge "Sina" ismi ile meşhurdur. Bu nedenle, tercümemizde aynı meşhur ismi tercih ettik.
Tin suresi ayet 3
Ve şu emin beldeye (güvenilir şehre) .
Tin ve Zeytun yetiştiren yere, yani Şam ve Filistin'e, bir de Tur Dağı ve Emin olan Mekke şehri üzerine yemin edilmiştir.
Tin suresi ayet 4
Doğrusu, biz insanı en güzel bir biçimde yarattık.
İnsanın en güzel şekilde yaratılmasının anlamı şudur: Ona en iyi cisim ve diğer mahluklardan daha iyi özellik verilmiştir. Ayrıca ona düşünce, anlayış, ilim ve akıl gibi yüksek kabiliyetler de bağışlanmıştır. Bunlar diğer mahlukatta bulunmamaktadır. Bunun yanısıra insanların en yüksek ve kemal derecedeki fazilet sahibi olanları peygamberlerdir. Mahlukatın, peygambere bağışlanan bu makamdan daha yüksek dereceye ulaşması mümkün değildir. Onun için, insanın "ahsen-i takvim" olmasına şahit olarak peygamberlere nisbet olunan Şam ve Filistin üzerine yemin edilmiştir. Orada Hz. İbrahim"den Hz. İsa'ya kadar pek çok peygamberler gelmiştir. Tur-i Sina Hz. Musa'ya nübüvvet verilen yerdir. Mekke ise Hz. İbrahim ve İsmail eliyle temeli atılan tevhid dininin merkezidir. Bundan dolayı Arabistan'ın en kutsal ve merkezî şehri olmuştur. Hz. İbrahim bu yer hakkında Allah'a şöyle dua etmiştir: "Rabb'im! Bu şehri güvenli bir şehir yap..." (Bakara 126) . Bütün Arabistan'ın her yerinde anarşi varken, bu duanın bereketiyle yalnızca bu şehir 2500 senedir emin merkezdi. "Ahsen-i tavkim"den kasıt şudur: Biz insanı öyle güzel şekilde yarattık ki, onlardan yüksek rütbeli ve nübüvveti yüklenen insanlar çıkmıştır.
Tin suresi ayet 5
Sonra da aşağıların aşağısına çevirdik.
Burada müfessirler genelde iki anlam beyan etmişlerdir. Birincisi, "onu yaşlı duruma dönüştürdük" şeklindedir. Buna göre, onun çalışmaya, düşünmeye, anlamaya mecali kalmamıştır. İkincisi, "Onu cehennemin en altına sevkettik" şeklindedir. Ancak bu iki mana da surenin bunları ispatlamak için indiğine delil olmaz.
Sözkonusu bu surenin maksadı olan ceza ve mükafaatın hak olduğunun delili olarak ileri sürülmüştür. Yoksa insanların aşırı yaşlanınca zayıf duruma düşeceklerine ve bu nedenle de bir grup insanın cehenneme sevkedileceğine delalet etmez. Birincisi iyi olsun kötü olsun, her insana yaşlılık geleceğinden bu, ceza ve mükafaat için sebep olamaz. Yaşlılık haline ulaştı diye bir kimsenin amellerine ceza verileceği düşünülemez. İkincisi, bu hal ahiret ile ilgilidir. Bu olay kıyamette vuku bulacağına göre, ahiretteki ceza ve mükafaatın varlığını kafirlere kabul ettirmek için bunun delil olarak ileri sürüldüğü söylenemez. Bize göre ayetin doğru açıklanması şudur: Bir insan en güzel şekilde yaratıldıktan sonra cismani ve zihni kuvvetlerini kötülük için kullanıyorsa o zaman Allah (c.c.) da ona ancak kötülük yolunda tevfik eder. Bundan dolayı o insan alçak duruma düşer ve öyle bir noktaya ulaşır ki, hiçbir mahluk ahlak bakımından o kadar aşağıya düşmez. Bu insanlık toplumunda açıkça görülebilecek bir gerçektir. Hırs, tamah, bencillik, şehvet düşkünlüğü, esrarkeşlik, alçaklık, gazab ve benzeri diğer adetler nedeniyle insan ahlaki bakımdan gerçekten en düşük seviyeye düşer. Olaya şu açıdan da bakabiliriz; bir kavim diğer bir kavme düşmanlıkta bazen o kadar ileri gider ki, sözkonusu kavme davranışında vahşi bir hayvandan da ileridir. Vahşi bir hayvan, başka hayvanları kendi yemeği olarak avlar. Diğer hayvanlara katliam uygulamaz. Ama insan kendi cinsinden olanlara katliam uygular. Vahşi hayvan yalnızca pençe ve dişlerini kullanır. Ama en güzel şekilde yaratılmış olan insan, aklını da kullanarak yerleşim bölgelerini bir anda yok etmek için top, tüfek, tank, uçak, atom bombası, hidrojen bombası ve diğer sayısız silahı icat eder. Vahşi hayvan yalnızca yaralar ve yokeder. Ama insan, hayvanların hiç birinin yapmayacağı şekilde, kendi cinsine eziyet ve işkence araçları geliştirir. Ayrıca insan düşmanlarına olan intikam ateşini söndürmek için kadınlarını çıplak yürütecek kadar aşağıya düşer. Bir kadını bir çok erkek kendi hevesine alet eder. Babalarının, bacılarının ve kardeşlerinin gözü önünde kadınların ismini rezil eder. Masum çocukları ana ve babalarının önünde katleder. Kadınları kendi çocuklarının kanını içmeye mecbur eder. İnsanları diri diri gömer veya yakar. Dünyadaki en vahşi hayvanlar dahi bu gibi vahşetleri işlemezler. Aynı hal, başka kötü amellere yöneldiğinde de sözkonusudur. Bu sahada da mahlukatın düşemeyeceği alçak seviyeye düşer. Hatta en mukaddes şeyi olan dinden saptığı zaman o kadar aşağı düşer ki, ağaçlara, hayvanlara, taşlara, erkek ve kadınlara, cinsi organlara tapmaya başlar. Tanrılarını memnun etmek için mabetlerde kadınlar görevlendirir ve sevap alacağı düşüncesiyle onlarla zina yapılır. Mabut edindikleri tanrı ve tanrıçalara ahlaki bakımdan o kadar rezil amellerle yönelir ki, en zelil insan bile ondan utanır.
Tin suresi ayet 6
Ancak iman edip salih amellerde bulunanlar başka; onlar için kesintisi olmayan bir ecir vardır.
"Esfel-i Safilin"den kasıt olarak insanın yeteneklerini kaybettiği yaşlılık halindeki durumlarına göre mükafatlandırılacaklardır. İyilik yapamadıkları yaşlılık günleri nedeniyle mükafatlarında hiçbir eksiklik de olmayacaktır. "Esfel-i Safilin"den teki durumlarına göre mükafaatlandırılacaklardır. İyilik yapamadıkları yaşlılık günleri nedeniyle mükafaatlarında hiçbir eksiklik de olmayacaktır. "Esfel-i Safilin"den cehennemin en kötü yerine sevkedilecekleri sonucunu çıkaran müfessirler de şu anlamı beyan etmişlerdir: İman ederek salih amel işleyenler bundan müstesnadır. Onlar bu dereceye sevkedilmeyecektirler. Ancak her iki manada da, ceza ve mükafaatı isbat etmek için istidlal olma yönünden ayet ile hiçbir ilgisi yoktur. Bize göre ayetin doğru anlamı şudur: Genel bir gözleme göre bir insanlık cemiyetinde bir kimsenin ahlaki bakımdan alçalması ve en düşük seviyeye ulaşması gibi Allah'a, ahirete ve risalete iman ederek hayatı boyunca salih amel işleyenler bu aşağı düşüşten kurtulurlar bu dereceye sevkedilmeyecektirler. Ancak her iki manada da, ceza ve mükafaatı onlar "sonsuz mükafata" layık olacaklardır. Yani öyle bir mükafat ki, onların hakettiklerinden az olmayacak ve sonu gelmeyecektir.
Tin suresi ayet 7
Öyleyse bundan sonra, hangi şey sana dini yalanlatabilir?
Bu ayetin diğer tercümesi şöyle olabilir: Ey insan! bundan sonra ceza ve mükafaatı yalanlamak için hangi şey seni teşvik ediyor? Her iki şekilde maksat aynıdır. Yani insanlık toplumunda açıkça görülmektedir ki, en güzel şekilde yaratılmış olan insanlardan bir güruh ahlaki bakımdan en alçak seviyeye düşer ve diğer bir güruh da iman ve amel-i salih dolayısıyla bu düşüşten kurtulur? Kendisinden beklenen "en güzel yaratılış" üzerinde kaim olur. Bundan sonra ceza ve mükafatı nasıl yalanlayabilirsiniz?
Gerçekten bu iki tip insanın sonunun aynı olacağını aklınız kabul ediyor mu? Esfel-i safiline düşenlere hiçbir ceza verilmemesi, ondan kurtulup salih amel işleyenlere de mükafaat verilmemesi adalete uygun mudur? Aynı nokta Kur'an'ın diğer bir yerinde şöyle buyurulmuştur: "Öyle ise Müslümanları suçlu günahkar olanlar gibi (eşit) kılar mıyız? Size ne oluyor? Nasıl hüküm veriyorsunuz? (Kalem 35, 36) "Yoksa kötülüklere batıp yara alanlar, kendilerini iman edip de salih amellerde bulunanlar gibi kılacağımızı mı sandılar? Hayatları ve ölümleri de bir mi (olacak) ? Ne kötü hüküm veriyorlar." (Casiye 21)
Tin suresi ayet 8
Allah (c.c.) da, hükmedenlerin hakimi değil midir?
Yani sen küçük hükümdarların bile adaletle muamele etmelerini, suçlulara ceza vermelerini, iyi iş yapanlara mükafat vermelerini istiyorken; Allah (c.c.) hakkında nasıl yanlış bir zan besliyorsun? Oysa Allah, o hükümdarlardan daha büyük bir hükümdar değil midir? Eğer Allah'ı en büyük hükümdar kabul ediyorsanız O'nun adalet etmeyeceğini nasıl düşünebilirsiniz? O'ndan iyiye de kötüye de aynı muameleyi yapmasını bekliyorsunuz. Bu dünyada en kötü iş işleyen ile en iyi iş işleyen aynı şekilde toprak olacaklar diye, hiç kimseye kötü amellerinin cezası ya da iyi işlerinin mükafatının verilmeyeceğini mi sanıyorsunuz?
İmam Ahmed, Tirmizî, Ebu Davut, İbn Münzir, Beyhakî, Hakim ve İbn Merduye, Ebu Hureyre'den şöyle nakletmişlerdir: "Rasulullah şöyle buyurdu: "Sizden kim "Tin" suresini okursa "eleysallahu bi ahkâmi'l Hâkimin'e" geldiğinde, "Bela ve ene alâ zalike mineşşahidin" (Evet, ben buna şehadet edenlerdenim) desin." Bazı rivayetlerde Rasulullah bu ayeti okuduktan sonra, "Subhaneke fe belâ" diyordu.
Kıyamet suresi ayet 1
Hayır, kalkış (kıyamet) gününe and ederim.
Bu şekilde sureye başlamakla anlaşılıyor ki, daha önce bir konu vardır ve bu sure, işte o konuya bir reddiye mahiyetinde nazil olmaktadır. Biraz ileride, adı geçen konunun, kıyamet, ahiret ve ahiretteki hayat ile Mekke'lilerin onu inkâr etmeleri ve hatta alaya almaları olduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır. Bu uslûb şu örnekle anlaşılabilir: Eğer maksad Allah Rasulü'nün sadakatini vurgulamak olsaydı, o zaman "Allah'a yemin ederim ki Rasul hak üzeredir" veya onlar, eğer Rasul'ün sadakatini inkâr etmekte olsalardı, o zaman: "Hayır, Allah'a yemin ederim ki Rasul hak üzeredir" şeklinde bir başlangıçla bunlara cevap verilirdi. Yani "Sizin dediğinizin doğru olmadığını ve hakikatin böyle olduğunu ben yemin ederek beyan ediyorum" denirdi.
Kıyamet suresi ayet 2
Ve yine hayır; kendini kınayıp duran nefse de and ederim.
Kur'an'da insan nefsi, üç tip olarak sınıflandırılmaktadır. Birincisi, insanı kötülük yapmaya teşvik eder, bunun ismi nefsi emmare'dir. İkincisi yanlış bir iş ve düşünceye niyet ettiği zaman o kişiyi bu yüzden kınar ve azarlar, buna nefsi levvame denir. Bugün buna biz vicdan adını vermekteyiz. Üçüncüsü de, doğru yol üzerinde sebat ederek sapık yollardan sakınmak suretiyle tatmin olan nefistir, buna da nefsi mutmainne denir.
Allah Teâlâ burada, kıyamet günü ve nefsi levvame üzerine yemin etmektedir. Çükü bir sonraki ayetten de anlaşıldığı gibi, Allah (c.c) , insanı ölümden sonra tekrar diriltecektir ve buna muktedirdir. Bu ikisi arasında ne münasebet var, diye sorulabilir.
Kıyamet günü üzerine yemin edilmiş olması, bu olayın muhakkak gerçekleşmesiyle ilgilidir. Bütün bir kainat sistemi, bu nizamın ezelî ve ebedî olmadığına, ilelebed devam etmeyeceğine şahittir. Yapısı, onun ezelî olmadığını ve ebede kadar devam etmeyeceğini ortaya koymaktadır. İnsanın aklı bunun aksine bir delil getiremez. Çünkü bu alem her saniye değişime uğramaktadır ve böyle bir şeyin bir sonunun olmayacağı söylenemez. İnsanın bu dünya hakkındaki bilgisi arttıkça, kendisi de bu hayatın bir başlangıcı olduğunu, ondan önce birşey olmadığını, bundan sonra imtihan olacağını ve o zaman hiçbir şeyin ortada kalmayacağını yakın olarak hisseder ve öğrenir. Bu yüzden Allah (c.c) kıyametin vukubulacağını vurgulamak için, bizzat kıyamet üzerine yemin etmiştir. Bu, tıpkı, kendi varlığı var mı yok mu olduğu konusunda birşey söyleyemeyen, şüpheli davranan bir kimseye; "canın üzerine yemin ederim ki sen varsın" denilmesine benziyor. Onun vücudu, onun var olduğuna şehadet etmektedir.
Ama kıyamet günü üzerine yemin etmek, birgün bu kainat nizamının alt üst olacağını, sonra her insanın tekrar diriltileceğini, yaptıklarının hesabının sorulacağını ve yaptığı iyilik ya da kötülüğün karşılığını bulacağnı göstermektedir. Bu nedenden ötürü, üzerine yemin edilen ikinci şey, nefsi levvame'dir. Dünyada tamamen bir sağ duyuya, vicdana sahip olmayan kimse yoktur. Her insanın içinde iyiliğin ve kötülüğün de hissi vardır. Bir kişi ne kadar bozulmuş, dejenere olmuş olursa olsun, vidanında muhakkak kötülük yapmamasını ve iyilikte bulunmasını isteyen bir dürtü vardır. Böyle birisinin iyilik ve kötülük kriteri yanlış olabilir. Ama yine sağ duyusu ona yaptıkları hususunda itiraz eder. Bu, insanın salt bir hayvan olmadığını göstermektedir. Onun içinde ahlâki bir duygu vardır. İyilik ve kötülük arasında tefrik yapabilme hissi vardır. Kendini yapmış olduğu iyiliklerden ve kötülüklerden sorumlu sayar. Eğer başkasına bir kötülük yapsa, ancak vicdanını susturarak tatmin olur ve eğer başkası ona bir kötülük yapsa, o zaman kalbinde bunun cezalandırılması gerektiğine dair bir istek oluşur. Şimdi eğer bir insanın yapısında böyle bir nefsi levvame varsa ve varlığı inkar götürmüyorsa, o zaman bu aynı nefsi levvamenin kıyamet günü insanın karşısına bir şahit olarak getirileceği de inkâr edilemez. Çünkü işlemiş olduğu iyi ya da kötü fiiller için muhakkak insanın bir ceza ya da bir mükafaat görmesi fıtrat gereğidir. Bu da ölümden sonra bir hayat olmadan mümkün olamaz. Hiçbir akıl sahibi ölümden sonra yok olacağını iddia edemez. Çünkü eğer böyle olsaydı yaptığı iyiliklerin karşılığını göremeyecek ve yaptığı kötülüklerin cezasını da bulamayacaktır. Bu ise büyük bir haksızlıktır.
Bu sebepten ötürü, akıl sahibi bir insanın, akıl dışı bir kainat sistemi içerisinde yaratılmış olduğunu ya da bazı ahlâki duygulara sahip bir insanın, ahlâksız bir nizam içerisinde doğmuş olduğunu ileri sürmek abestir. Ancak böyle düşünmeyen biri, ölümden sonraki hayatı inkâr edemez. Tenasüh felsefesi de (Ruhun bir cisimden diğerine veya insandan hayvana geçmesi felsefesi, transmigration çev.) fıtratın bu talebine bir cevap vermekten uzaktır. Çünkü buna göre insan ahlâki amellerinin cezalandırılması ya da mükafatlandırılması için aynı dünyaya yeniden gelecek ve yeniden bir ceza ve mükafaat olayı söz konusu olacak. Ve bu böyle kapalı bir devr-i daim şeklinde sonsuza kadar sürüp gidecektir. Halbuki fıtrata göre insan bu dünyaya bir defa gelir, yaşar ve sonra da bütün hayat son bulur. Daha sonra orada insanın bu dünyada yaptıklarının tam karşılığı olarak ceza veya mükafaatın verileceği başka bir hayat başlar.
Kıyamet suresi ayet 3
İnsan, onun kemiklerini bizim kesin olarak bir araya getirmeyeceğimizi mi sanıyor?
Yukarıda yemin edilmek suretiyle beyan edilen iki şey, dünyanın muhakkak son bulacağını (yani kıyametin birinci safhası) ile ölümden sonra ikinci bir hayatın olacağını ispatlamaktadır. Ölümden sonra ikinci bir hayat olacaktır; çünkü hem insanın ahlâki varlığı, mantık ve fıtrat, ikinci bir hayatın vukubulmasıyla, bu dünyada yaptıkları üzerinde vicdanın orada şahitlikte bulunmasını gerekli görmektedir. Bir üçüncü delil de, ölümden sonra başka bir hayatın olabilirliğini ıspatlamak için ileri sürülmektedir. Mekke'de bunu inkâr edenler sürekli olarak; "Binlerce sene önce ölmüş, kimisi yakılmış, kimisi balıklara, arslanlara yem olmuş ve şimdi ise cesetleri toprak olmuş, kemikleri bile yok olup gitmiş insanları, yeniden parçalarını bir araya getirerek diriltmek mümkün mü ki?" diye sorup duruyorlardı. Bunlara karşılık olarak Allah Teâlâ nihai, makul ve özlü cevaplar vermektedir. "Zannediyorlar ki biz bu kemikleri bir araya getiremeyeceğiz. Tabi eğer bu dağılmış kemikler ve cesetler kendileri bir araya gelecekler ve sonra da biz sizi dirilteceğiz demiş olsaydık belki bunu imkânsız görmeniz haklı olabilirdi. Ama bu işin kendiliğinden olmayacağı, bilâkis Allah Teâlâ'nın bunu yapacağı söylenilmektedir. O zaman şimdi siz bu kainatın yaratıcısının, -ki sizde O'nu Halık olarak kabul ediyorsunuz- bunu böyle yapmaktan aciz olduğunu mu zannediyorsunuz? Böyle bir soruya, Allah'ın kainatın yaratıcısı olduğuna inanmış o dönemdeki ve gelecekteki hiç kimse, Allah'ın bir şeyi istediği halde yapamayacağını, bunun mümkün olamayacağını düşünemez. Ancak akılsız biri böyle diyebilir ve o akılsıza da; "Bugün senin bedenini hava, su, toprak ve daha binlerce element ve parçadan bir araya getirerek bu cesedi veren Allah'ın şimdi tekrar bu parçaları biraraya getiremeyeceğini nasıl öne sürebilirsin?" diye sorulabilir.
Kıyamet suresi ayet 4
Evet; onun parmak uçlarını dahi derleyip-(yeniden) düzene koymağa güç yetirenleriz.
Yani, değil bu kemikleri bir araya getirip iskeletinizi ortaya koymak, biz sizin en ufak ve en hassas parçacıklarınızı hatta aynı parmak izlerinizi bile yeniden meydana getirmeye kadiriz.
Kıyamet suresi ayet 5
Ancak insan, önündeki (sonsuz geleceği) ni de fücurla sürdürmek ister.
Bu kısa cümleyle, ahireti inkâr edenlerin gerçek hastalıklarının teşhisi konulmaktadır. Bunlar, aslında kıyameti ve ahireti mümkün görmedikleri için inkâr etmiyorlar. Asıl sebep, ahirete inanmakla doğacak birtakım ahlâki sorumluluklardan hoşlanmamalarıdır.
Bunların isteği, tıpkı ipini koparmış bir dana gibi sorumsuzca yeryüzünde dolaşmak. İşlemekte oldukları zulüm, sömürü, fısku-fucür ve ahlâksızlara son vermek istemiyorlar. Bu yüzden ahiret olgusunu kabule yanaşmıyorlar, öyleyse ahirete inanmalarına engel olan akılları değil nefsanî şehvetleridir.
Kıyamet suresi ayet 6
"Kıyamet günü ne zamanmış" diye sorar.
Bu bir soru olmaktan çok, bir alay ve inkâr konusu olsun diye ortaya sürülmektedir. Yani öğrenmek istedikleri, kıyametin ne zaman geleceği değil, amaçları, "Hani o haber verdiğin gün nerede kaldı? Niye hâlâ gelmiyor?" şeklinde onunla alay etmektir.
Kıyamet suresi ayet 14
İnsan, kendi yaptığına şahittir.
"İnsan, kendi yaptığına şahittir." ifadesi Abdullah b. Abbas tarafından, "Doğrusu insan, ne yaptığını bilmektedir ve yaptıklarına bizzat kendisi şahittir." şeklinde izah edilmiştir.
Ebu Talha'nın, Abdullah b. Abbas'tan naklettiği diğer bir görüşe göre ise bu ifadenin izahı şöyledir: Daha doğrusu insanın aleyhine bizzat kendisi şahitlik edecektir. Yani, insanın, kulak, göz, el-ayak gibi organları onun ne yaptığına dair, aleyhinde şahitlik edeceklerdir.
Katade bu âyeti izah ederken şöyle diyor: Bakarsın ki insan, diğer insanların kusurlarını ve günahlarını görür fakat kendi günahlarından gafildir.
İbn-i Zeyd, bu âyeti "Daha doğrusu insan, bizzat kendi aleyhine kendisi şahittir." şeklinde izah ettikten sonra âyeti okumuştur: "O gün insana "Kitabım oku. Bu gün hesap gönne bakımından sen kendine yetersin." denilir."
Âyet-i kerimede
Kıyamet suresi ayet 15
İnsan özürlerini ortaya koysa da
"İnsan özürlerini ortaya koysa da" ifadesi zikredilmektedir. Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr, Mücahid, İkrime ve İbn-i Zeyd bu âyeti şöyle izah etmişlerdir: Daha doğrusu insan, işlediği günahlara karşı bir kısım Özürler ileri sürerek haksız yere kendisini savunmaya kalkışsa da o, bizzat kendi aleyhine şahitlik yapacaktır." Abdullah b. Abbas bu âyeti bu şekilde izah ettikten sonra şu âyetleri okumuştur: "O gün zalimlere, mazeretleri hiçbir fayda sağlamayacaktır." "...Bu kâfirler (âhirette gerçekleri görünce) boyun eğip "Biz hiçbir günah işlemedik" derler.." (Allaha ortak koşanlar) "Rabbimiz olan Allaha yemin olsun ki biz ona ortak koşanlardan değildik." demekten başka çareleri kalmaz."
Zürare b, Evfa, Abdullah b. Abbas'ın, bu ayet-i kerimeyi şu şekilde izah ettiğini söylemiştir: "Daha doğrusu, insanın aleyhine, bizzat kendi nefsinde şahit vardır. Bu insan kendisini günahsız göstermeye çalışsa bile."
Süddi ise bu âyeti şöyle izah etmiştir: Daha doğrusu insan, kendi yaptıklarına şahittir velev ki yaptıklarının önüne perde çekse, üzerine kapılar kilitlese de..." Hasan-ı Basri diyor ki: "Özürler beyan etse de kabul edilmeyecektir."
Kıyamet suresi ayet 16
Ey Muhammcd, (Cebrail sana Kur'anı okurken) Onu acele almak için Ccbraillc beraber dilini oynatma.
Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr, Şa'bî, İbn-i Zeyd ve Dehhak'a göre, Allah tealanm Resulullaha, Cebrai! Kur'am kendisine okurken acele etmemesini emretmesinin sebebi şudur: Cebrail (a.s.) Resulullah (s.a.v.)e Kur'andan bir şey getirdiğinde, Resulullah, Kur'anı çok sevdiğinden, Cebrail ile birlikte dilini hareket ettirir, Kur'anı acele olarak ezberlemek isterdi. Bunun üzerine bu âyet indi ve Kur'anı alırken acele etmemesi, zira Kur'anı Allahın ona mutlaka ezberleteceği bildirildi.
Abdullah b. Abbas diyor ki:
"Resulullaha vahiy geldiğinde onu ezberlemek maksadıyla dilini hareket ettirirdi. Bunun üzerine Allah teala "Onu, acele alasın diye dilini Cebrail ile birlikte hareket ettirme." âyetini indirdi.
Abdullah b. Abbas
bu âyeti izah ederken diğer bir rivayette de şöyle diyor;
"Cebrail, Resulullaha vahiy indirdiğinde Resulullah, Cebrail'in okuma-sıyla birlikte dilini ve dudaklarını hareket ettirirdi. Bu ona zor gelirdi. Öyle ki, onun bu hareketi, görenler tarafından farkedilirdi. Bunun üzerine Allah teala, kıyamet süresindeki: "Ey Muhammed (Cebrail sana Kur'anı okurken) onu acele almak için Cebrail ile beraber dilini oynatma." "Onu (senin göğsünde) bir araya toplamak ve okutmak şüphesiz bizim işimizdir." "Biz onu okuttuğumuz zaman (indirdiğimiz zaman) sen onun okuyuşunu takibet." "Onu dinle" "Sonra onu açıklamak şüphesiz bizim işimizdir. Yani, Kur'anı senin dilinle açıklamak bizim işimizdir." âyetleri indi ve artık ondan sonra Cebrail Resulullaha geldiğinde başını eğer ve onu dinlerdi. Cebrail gidince de, Allah tealanın, ona vaadettiği gibi vahyedileni okurdu. Taberi bu izah tarzını tercih etmiştir.
Mücahid ve Katade'ye göre Abdullah b. Abbas'tan nakledilen diğer bir görüşe göre, Allah tealanın, Resulullaha, Cebrail Kur'anı okurken onu acele almak için dilini oynatmamasını emretmesinin sebebi şudur: Resulullah, Cebrail kendisine Kur'an okurken onu unuturum korkusuyla Cebrail ile birlikte dilini hareket ettirir ve Kur'anı acele ezberlemek isterdi. Allaha teala, Kur'anı onun kalbinde yerleştireceğini ve unutturmayacağını beyan ederek Resulullahın, acele etmemesini bildirmiştir.
Kıyamet suresi ayet 17
Onu bir araya toplamak ve okutmak şüphesiz bizim işimizdir.
Ey Muhammet!, Kur'am senin zihninde toplamak, onu senin kalbinde yerleştirmek ve ondan sonra onu sana okutmak bizim işimizdir.
Abdullah b. Abbas ve Dehhak bu âyeti bu şekilde izah ederlerken Katade bunu şöyle izah etmiştir: "Ey Muhammed, Kur'anı senin kalbinde toplamak ve onu sana sevdinnek bizim işimizdir."
Kıyamet suresi ayet 18
Biz onu, Cebraile okuttuğumuz zaman, sen onun okuyuşunu takibet.
Bu âyeti kerime, farklı şekillerde izah edilmiştir. Said b. Cübeyr'in Abdullah b. Abas'tan rivayetine göre o, bu âyeti şöyle izah etmiştir: "Biz o Kur'anı sana indirdiğimiz zaman sen onun okunmasını dinle."
Ali b. Ebi Talha'nın, Abdullah b. Abbas'tan naklettiğine ve Katade ile Dehhak'a göre bu âyetin manası şöyledir: "Kur'an sana okunduğunda sen ondaki hükümlere uy. Onunla amel et." Taberi bu görüşü tercih etmiştir.
Kıyamet suresi ayet 19
Sonra onu açıklamak şüphesiz bizim işimizdir.
Katade bu ayeti "Sonra Kur'anın, helalini, haramını, emirlerini ve yasaklarını beyan etmek bize aittir." şeklinde izah etmiş, Abdullah b. Abbas ise "Ey Muhammed, Kur'anı senin lisanınla insanlara açıklamak size aittir." şeklinde izah etmiştir.
tahsin33 (hocam) yaptığınız bu büyük hizmetinizin karşılığını teşekkürle ödemeye çalışmıyoruz; ödemeye gücümüz yetmez, ödeyemeyiz. hz allah c.c ruzi mahşerde emeğinin karşılığını verir inşallah.
ellerin dert görmesin CEZAKALLAHU HAYRAN...
kartal__13,
Değerli kardeşim Allah CC razı olsun
Bu gün Allah için ne yaptın dendiğinde bir cevabımız olsun inş. sizi takip ediyorum Allah CC sizinde emeklerinizin karşılığını en güzel şekilde versin
Vakıa suresi ayet 1
Vakıa (tartışmasız bir gerçek olan kıyamet) vuku bulduğu zaman,
"O vakıa gerçekleştiği" yani kıyamet koptuğu "zaman." Maksat Sûr'a son defa üfürüimesidir. Ona "vakıa" denilmesinin sebebi, yakın bir zamanda ger*çekleşeceğinden dolayıdır. Orada zorlu pekçok olayın gerçekleşeceğinden dolayı bu İsmin verildiği de söylenmiştir.
Buyrukta hazfedilmiş ifadeler vardır. Yani o vakıanın gerçekleşeceği za*manı hatırlayınız. el-Cürcarn dedi ki: "Zaman" sıla (zaid)dir. Vakıa ger*çekleşecektir, demektir. Yüce Allah'ın: "O saat yaklaştı" (el-Kamer, 54/1) buy*ruğu ile; "Allah'ın emri geldi" (en-Nahl, 16/1) buyaıklan gibidir. Yine bu buy*ruk: Oruç geldi yariı zamanı yaklaştı, demeye benzer. Birinci görüşe göre ise "Zaman" vakit bildirmek içindir, cevabi da yüce Allah'ın: "Ashabu'l-meymene ne ashabu'l-meymenedir buyruğudur,
Vakıa suresi ayet 2
Onun vukuuna (gerçekleşmesine artık) yalan diyecek yoktur.
Bu cümleden, kafirlerin kıyamet günüyle ilgili konuşmalarına bir cevap verildiği anlaşılmaktadır. İslâm'ın ilk yıllarında Mekkeliler Hz. Peygamber'in (s.a) davetini işittiklerinde, kıyametin vukuunu, kainatın ve yeryüzünün alt-üst olmasını, yeniden dirilişi, hesap gününü, ceza ve mükafat vs. gibi olayları imkansız olarak görüyorlardı. Onlar, yeryüzünün, denizlerin, dağların, Ayın, Güneşin ve yıldızların yok olup asırlardan sonra bunca insanın yeniden dirileceğini hayretle karşılıyorlardı. Ve sonuçta "Cennet ve Cehennem bir hayal ürünüdür. Bu tür hayallere nasıl inanabiliriz?" diyorlardı. Bu tartışmaların tüm Mekke'yi sardığı bir atmosferde şöyle buyuruldu:
"Olacak vakıa olduğu zaman, onun oluşunu yalanlayacak kimse çıkmaz"
Burada kıyamet için "vaka'at" ifadesi kullanılmıştır. Yani o muhakkak vuku bulacaktır. Daha sonra "el-vakıa" kelimesi kullanılmaktadır ki, bu kelime lügatta aniden vuku bulan olaylara atfen kullanılır. "Leyse li vak'atiha kazibe" ifadesi ise iki anlama da gelebilir:
a) "Muhakkak bu olay gerçekleşecektir ve hiç kimse onun gerçekleşmesini engelleyemez,"
b) "O, vukuu bulduğunda hiç kimse onu yalanlayamayacaktır."
Vakıa suresi ayet 3
O, bir kısım insanları alçaltacak bir kısım insanları da yükseltecektir.
Kıyametin kopması, dünyada üstünlük taslayanlara boyun eğdirip cehennem ateşine sevkedecek ve orada ezilenleri ise yükseltip Allanın rahmetine ve cennetine sevkedecektir.
Bu âyet-i kerimeyi şu şekilde izah edenler de olmuştur: "Kıyametin kopması sesini alçaltacak ve koptuğunu yakında bulunanlara duyuracak, sesini yükseltecek ve koptuğunu uzakta olanlara duyuracaktır. Böylece kıyametin kopmasını duyma bakımından yakında ve uzakta olanlar arasında fark kalmayacaktır
Vakıa suresi ayet 4
Yer, şiddetli bir sarsıntıyla sarsıldığı,
Mücahid ve başkalarından nakledildiğine göre sarsıldığı ve hareket ettirildiği zaman demektir, "Onu sarstı, sarsar" hareket ettirdi, sarsıntıya uğrattı demektir. "Hörgücü büyük dişi deve" demektir.
Hadiste de: "Dalgalandığı vakit deniz yolculuğuna çıkan bir kimsenin himayesi olmaz. " denilmektedir ki, dalgaları hareket halinde olduğu vakit anlamındadır.
el-Kelbî dedi ki: Çünkü yüce Allah yere vahyedeceğinde o da yüce Allah'tan korktuğundan ötürü alabildiğine sarsılacaktır.
Müfessirler de şöyle demişlerdir: Beşikteki çocuk nasıl sallanıyorsa, yer de Öylece sallanacak. Öyle ki, üzerindeki bütün binalar yıkılacak, üzerinde dağ ve daha başka her ne varsa hepsi kırılıp dökülecek.
İbn Abbas'tan gelen rivayete göre: "Sesi duyulacak şekilde şiddetli hareket" demektir.
"Zaman" lafzının îrabtaki mahalli ise "gerçekleştiği zaman" lafzından bedel olarak nasbdır. Bununla birlikte; "o azaltıcıdır, yükselticidir" anlamındaki buyruk ile nasbedilmesi de mümkündür. Yani yeryüzü sarsılacağı vakit, dağlarda parçalanacağında (kıyamet) alçaltır ve yükseltir. Çünkü o zaman yüksek olan şey alçalacak, alçak olan şey de yükselecektir.
Şöyle de açıklanmıştır: Yeryüzü iyice sarsılacağı vakit o vakıa gerçekleşecektir, demektir. Bu açıklamayı da ez-Zeccâc ve el-Cürcânî yapmıştır.
Buyruğun; "Yeryüzü şiddetle sarsılacağı zaman"ı hatırla, anlamında olduğu "Sarsıntı" lafzının ise mastar (mefus-i mutlak) olduğu da söylenmistir. Bu ise bu sarsıntının tekrarlanacağının delilidir.
Vakıa suresi ayet 5
Dağlar parça parça ufalandığı zaman,
İbn Ab bas'tan gelen rivayete göre darmadağın edildiği zaman demektir.
Yani onlar (dağlar) birbirine karışmış olacak ve bir miktar suya karıştırılmış un gibi olacaktır.
Bu da şu demektir: Dağlar toprak olacak ve birbirine karışacaklardır.
el-Hasen: Dağlar kökünden koparılıp yak olup gidecektir demiştir. Bunun benzeri de yüce Allah'ın; "Rabbim onları kökünden koparıp parça parça dağıtacak" (Ta-Ha, 20/105) buyruğudur.
Atiyye:
Kum ve toprak gibi serilmiş olacaklardır, diye açıklamıştır.
"sürmek" anlamında olduğu söylenmiştir. Yani dağlar sürülecektir.
Ebu Zeyd dedi ki:
Bu lafız sürmek anlamındadır. "Develeri önüme katıp sürdüm, sürerim" demektir,
Hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır:
“Medine'den, Yemen'e, Şam'a ve Irak'a bir topluluk çıkıp dağılacaklardır. Fakat eğer onlar bilseler Medine onlar için daha hayırlıdır. "
Bir diğer hadiste de bu anlamda kullanılmıştır: "Yemenliler çoluk çocuklarını önlerine katıp sürenler olarak size geldiler."
Mücahid:
Dağlar bir çeşit akacaktır.
İkrime: Bir çeşit yıkılacaktır.
Muhammed b. Ka'b: Bir çeşit sürüleceklerdir, diye açıklamıştır.
el-Hasen de:
Paramparça edildiklerinde, diye açıklamıştır. Anlamlar birbirlerine yakındır.
Vakıa suresi ayet 6
Dağılmış toz haline geldikleri zaman...
"Dağılmış toz haline gelecekleri zaman" buyruğu hakkında Ali (r.a) şöyle demiştir:
"Dağılmış toz" atların toynaklarından yükselip sonra da kaybolan toz zerrelerine denilir. Yüce Allah amellerini böyle kılmıştır.
Mücahid;
"Küçük pencerede toz zerrecikleri şeklinde görünen ışık'a denilir. Buna yakın bir açıklama İbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir. Yine İbn Abbas'tan nakledildiğine göre o şöyle açıklamıştır: Bu alev aldığı zaman ateşin etrafa saçtığı kıvılcımlardır. Bu kıvılcımlar yere düştü mü yok olup gider. Atiyye de böyle açıklamıştır.
"Dağılmış" anlamı verilen; lafzı genel olarak üç noktalı "se" ile okunmuştur. Darmadağın olmuş demektir. Yüce Allah'jn: "Orada her canlıdan etrafa dağıttı." (Lukman, 31/10) buyruğunda da bu anlamda kullanılmıştır ki; dağıttı ve yaydı, demektir.
Mesrûk, Nehâî ve Ebu Hayve ise iki noktalı "te" ile diye okumuşlardır kî, bu da kesilmiş demek olup, onların (Arapların) "Allah onu koparsın" şeklindeki tabirlerinden alınmıştır: "ki Kestirip atmak, bir şeyi kesinlikle bir şekle bağlamak" mastarı da buradan gelmektedir.
Vakıa suresi ayet 7
Ve sizler üç sınıfa ayrıldığınız zaman.
AlIah teala, bu âyet-i kerimede insanların kıyamette üç sınıfa aynlacakları beyan etmektedir. Gelecek ayetlerde de belirtileceği gibi bunlardan
birincisi,
amel defterleri sağlarından verilenlerdir. Bunlar cennetliklerdir.
İkincisi ise
amel defterleri sollarından verilenlerdir. Bunlar da cehennemliklerdir.
Üçüncü sınıf ise
Allanın en öne geçirdiği bir guruptur. Bunlar, amel defterleri sağlarından verilenlerden daha üstündürler. Bunların içinde peygamberler, siddıyklar ve şehitler bulunacaktır.
Vakıa suresi ayet 8
İşte o "Ashab-ı Meymene" olanlar, ne (kutlu) "Ashab-ı Meymene"dir.
"Ashab'ul-Meymene"; Meymene, lügatte "yemin" (sağ el) veya "yumn" (uğurlu) anlamlarının her ikisin ede gelebilir. Şayet yemin kelimesinden türediğini kabul edersek, Meymene "sağ el" anlamına gelir. Ancak burada lügavî anlamında değil, "yüksek mertebe" anlamında kullanılmış olabileceğini belirtmeliyiz. Çünkü Araplar sağ eli, kuvvet ve şerefin sembolü olarak nitelerlerdi. Nitekim hürmet ettikleri kimseleri, meclislerde sağ köşeye oturturlardı. Ayrıca bir kimse, başka bir şahsın kendi yanında önemli bir yeri olduğunu söylemek istediğinde "Fulanun minnî bil-yemin" (o benim sağ kolumdur) derdi. Urduca'da da önemli bir adamın yardımcısına "Desterast" (sağ kolu) denir. Fakat "Meymene" kelimesinin "yumn" dan türediğini kabul edersek, "ashabu-ul meymene" uğurlu, bahtı iyi olan, saadet sahipleri anlamına gelir.
Vakıa suresi ayet 9
Amel defterleri sollarından verilenler. Ne bedbaht insanlardır amel defterleri sollarından verilenler.
Amel defterleri sol taraflarından verilen bu zümre de sol taraftan cehennem ateşine götürüleceklerdir.
Muaz b. Cebel diyor ki:
"Resulullah bu iki âyeti okudu ve iki avucuna bir şeyler doldurdu ve sağ elini göstererek şöyle buyurdu; "İşte bunlar cennettedir. Artık endişem yoktur." Sonra (sol elini göstererek) işte bunlar da cehennemliktir. Artık endişem yoktur." buyurdu.
Vakıa suresi ayet 10
Dünyada hayır için önde gidenler âhirette de öndedirler.
Ayet-i kerimede zikredilen "Önde gidenler"den maksat, îbn-i Sîrîn'e göre, iki kıbleye karşı (Önce Kudüs'e karşı, kıble değiştirildikten sonra da Mekke'ye karşı) namaz kılanlardır.
Osman b. Ebi Sevda'ya göre ise "Önde gidenler"den maksat, camilere Önce gidenler ve Allah yolunda cihada önce koşanlardır.
Muhammed b. Kâ'b ve Yakub b. Mücahid'e göre ise "Önde gidenler"den maksat, peygamberlerdir. Süddi'ye göre ise "A'la-i İUiyyîn"e yükseltilecek olanlardır.
Abdullah b. Abbas'taıî nakledilen bir görüşe göre ise bunlar, Hz. Musa'ya iman etmeye koşan, Yûşâ b. Nîin, Hz. İsa'ya iman etmeye koşan Âl-i Yâsîn, Hz. Muhammed'e iman etmeye koşan Hz. Ali'dir.
Hasan-ı Basrî ve Katade ise âyette zikredilen "Önüe gidenler" den maksat, her ümmetin hayira önce koşanlarıdır.
Hz. Aişe (r.anh.) diyor ki:
"Resulullah şöyle buyurdu: "Kıyamet gününde Allanın var ettiği gölgeye koşacak olanlar kimlerdir biliyor musunuz?" Sahabiler: "Allah ve Resulü daha iyi bilir." dediler. Bunun üzerine Resulullah şöyle buyurdu: "Onlar, kendilerine hak verildiğinde kabul ederler. Kendileinden hak istendiğinde onu da verirler. İnsanlara kendi haklarında verdikleri karar gibi hüküm verirler.
Vakıa suresi ayet 11
İşte onlar yakınlaştırıltnış olanlardır
"İşte onlar yakınlaştınlmış olanlardır" buyruğu ise onların niteliklerindendir.
Şöyle de denilmiştir: Mukarreb olan es-sâbîkundan bir kişi cennetteki evinden dışarıya çıkacak olursa, ondan daha aşağılarda bulunan kimselerin, kendisini o ışık ile tanıyacakları bir aydınlığı olur.
Vakıa suresi ayet 12
Nimetlerle-donatılmış Cennetler içinde;
Vakıa suresi ayet 13
Birçoğu geçmiş ümmet lerden.
Vakıa suresi ayet 14
Birazı da sonrakilerden.
Müfessirler "evveliyn" ve "ahiriyn" ifadelerinin yorumu hakkında ihtilaf etmişlerdir.
Birinci grup,
Hz. Adem'den Hz. Muhammed'e kadar gelen tüm ümmetleri "evveliyn", Hz. Muhammed'den kıyamete kadar yaşayanları ise "ahiriyn" olarak kabul etmektedir. Bu yorum kabul edildiğinde, Rasulullah'tan binlerce yıl önce yaşayan insanlar arasındaki "sabıkların" sayısı, kendisinden sonra yaşayanlar arasındaki "sabıkların" sayısından daha çok olacak demektir.
İkinci grup;
bu ifadelerin sadece Hz. Muhammed'in (s.a) ümmetini tazammun ettiği görüşündedirler. Yani İslâm'ın ilk dönemlerindeki sabıkların sayısı, daha sonraki sabıklardan daha çok olacaktır.
Üçüncü grup ise
bu ifadelerin, her peygamberin ümmetini ayrı ayrı tazammun ettiği görüşündedirler. Yani, her peygamberin ilk dönemlerindeki sabıkların sayısı, daha sonraki sabıklardan daha fazladır. Bu üç görüş de makuldur ve her üçünün de doğru olması mümkündür.
Bir de dördüncü bir görüş daha vardır ki,
bu görüşün de doğru olması mümkündür. Onlara göre, her devrin ilk dönemlerinde sabıkların sayısı nisbeten fazladır. Sonraki dönemlerde ise bu sayı azalır. Çünkü nüfus artışının hızıyla, sabıkların sayısının artma hızı aynı olmaz. Dolayısı ile toplam rakam oran olarak ilk dönemlerde daha fazladır.
Vakıa suresi ayet 15
Özenle mücevherlerden işlenmiş' tahtlar üzerindedirler;
Vakıa suresi ayet 16
Üstlerinde karşılıklı olarak dayanıp-yaslanmışlardır.
Vakıa suresi ayet 17
Çevrelerinde ölümsüzlüğe ulaşmış gençler dönüp dolaşır;
Bu ifade ile, yaşlarının değişmeyeceği gençler kastolunuyorlar. Hz. Ali ve Hasan Basri'ye göre bu gençler, dünyada ne günahları ne de sevapları olmayan gençlerdir. Sevapları olmadığı için Cenneti, günahları olmadığı için de Cehennemi hak etmemişlerdir. Onların ebeveyni de Cennete girmemiştir. Çünkü Müslümanlara, çocuklarının da kendileriyle birlikte olacağı, Allah'ın bir va'didir.
(Bkz. Tur: 21)
Bu hususu te'yid eden bir hadis, Hz. Enes ve Hz. Semire bin Cündüp'tan nakledilmektedir. "Rasulullah şöyle dedi: Müşriklerin çocukları Cennet ehline hizmet edeceklerdir." (Ebu Davud, Tayâlisi, Tabaranî ve Bezzar.)
Vakıa suresi ayet 18
Kaynağından (doldurulmuş) testiler, ibrikler ve kadehler,
Bu tür kaplar, kulpları da, emzikleri de bulunmayan kaplardır.
İbrikler" ise kulpları ve emzikleri bulunan su kaplan olup, tekili "ibrik" diye gelir. Buna bu adın veriliş sebebi ise berraklığı dolayısı ile renginin parlamasından ötürüdür.
"Maîn" su ya da şarap akan pınar demektir. Şu kadar var ki, burada maksat pınarlardan akan şaraptır. Gözle görülen pınarlar diye de açıklanmıştır. O takdirde "maîn" lafız olarak, "gözle görmek" demek olan "nuıâyene"den İsm-i mef'u! olur. Bunun çokiuk demek olur; "fâîl" veznindeki şekli olduğu da söylenmiştir.
Yüce Allah, bunun sıkmak suretiyle çeşitli zorluklarla ve birtakım işlemlerden geçirildikten sonra elde edilen dünya şarabı gibi olmadığını da açıklamaktadır.
Vakıa suresi ayet 19
Ki bundan ne başlarını bir ağrı tutar, ne de kendilerinden geçip akılları çelinir.
O içkiyi içmelerinden ötürü başlan ağrıma-yacaktır. Yani bu şarap dünyadaki içkiden farklı olarak herhangi bir rahatsızlık vermeyen lezzetli bir şaraptır.
"Ve akılları da giderilmez. ki, sarhoş olmaları sonucunda akıllan başlarından gitmez, demektir,
Mücahid "başları da ağrımaz" anlamındaki buyruğu; şeklinde ve; anlamında okumuştur ki, bu da "dağılmazlar" demek olur. Yüce Allah'ın: "Bölük bölük ayrılacakları gün" (er-Rum, 30/43) buyruğunda olduğu gibi okumuştur.
Kufeliler "akıllarıda giderilmez" anlamındaki buyruğu şeklinde "ze" harfi kesreli olarak okumuşlardır ki, bu da şarapları bitmez, içkilerinin sonu gelmez, demektir.
ed-Dahhak'ın îbn Abbas'tan gelen rivayetine güre şoyîe demiştir: İçkide dört özellik vardır. Sarhoşluk, başağrısı, kusmak ve idrar sökmesi. Şanı yüce Allah da cennetteki şarabı sözkonusu ederken bu özelliklerden münezzeh (uzak) olduğunu belirtmiştir.
Vakıa suresi ayet 20
Arzulayıp seçecekleri meyveler,
Yani çokluğundan ötürü istediklerini seçerler. Bunun seçilen ve beğenilen türden meyve anlamına geldiği de söylenmiştir, "Seçmek" demektir.
Vakıa suresi ayet 21
Canlarının çektiği kuş eti.
"Ve canlarının çekeceklerinden kuş eti" buyruğu ile ilgili olarak Tirmi-zî'nin rivayetine göre Enes b. Malik şöyle demiştir: Rasûlullalı (sav)'a: "el-Kev-ser" nedir? diye sorulmuş, o da; "O yüce Allah'ın bana vermiş olduğu -cennette vermiş olduğu demek istemektedir- bir ırmaktır. Sütten daha beyaz, baldan daha tatlıdır. Orada boyunları deve boyunları gibi kuşlar vardır." Ömer (r.a): Şüphesiz ki bunlar şişman kuşlardır, deyince Rasûlullah (sav): "Onları yemek ondan da güzeldir" diye buyurdu.
(Tirmizi) dedi ki: Hasen bir hadistir
Vakıa suresi ayet 22
Ve iri gözlü huriler,
Vakıa suresi ayet 23
Sanki saklı inciler gibi
"Güzel gözlü huriler" lafzı ref, nasb ve cer ile okunmuştur.
Cer ile okuyanların -ki Hamza, el-Kisâî ve başkalarıdır- kıraati bu durumda "testilerle" anlamındaki lafza atfedilmiş olması mümkündür ki, bu da anlama göre hamledilir. Çünkü buyruk: Onlar testilerle, meyvelerle, etlerle ve hurilerle nimetlenirler, demek olur. Bu açıklamayı ez-Zeccâc yapmıştır.
"Cennetlerinde" anlamındaki lafza atfedilmesi de mümkündür. Bu durumda onlar "Naim cennetlerinde"dirler ve muzafın hazfedilmiş olduğu takdiri ile "Huriler arasındadırlar" demek olur ki huriler ile birliktedirler denilmiş gibidir.
el-Ferrâ dedi ki: Cer ile okuyuş, mana itibariyle farklı olsalar dahi lafzen ona tabi kılmak suretiyle olur. Çünkü hurilerin, etraflarında dolaştırılmaları sözkonusu olmaz.
Bilindiği gibi gözler uzatılmaz, ancak onlara sürme çekilir.
Kutrub dedi ki: Lafız testilere ve ibriklere -manaya hamletmek sözkonu-su olmaksızın- atfedilmiştir. O şöyle demiştir: Bununla birlikte hurilerin etraflarında dolaştırılmaları ve bundan dolayı da lezzet almaları kabul edilmeyecek bir şey değildir.
Nasb ile okuyanlara -ki bunlar el-Eşheb, el-Ukaylî, en-Nehâi, İsa b. Ömer es-Sakafîdir, Ubeyy'in mushafında da böyledir- gelince, bu da bir fiil takdirine göre böyle okunmuştur. "İri gözlü hurilerle eşleştirilirler" denilmiş gibidir. Nasb halinde de manaya hamletmek güzeldir. Çünkü onunla etraflarında dolaştırılır ifadesinin anlamı o onlara verilir demektir.
Cumhurun kıraati olan ref e gelince -ki bu aynı zamanda Ebu Ubeyd ve Ebıı Hâtim'in de tercih ettiği kıraattir-; "Onlann yanlarında güzel gözlü huriler de vardır" anlamındadır. Çünkü onların etrafında huriler dolaştırılacaktır.
el-Kisâî dedi ki: "Güzel gözlü huriler de vardır" buyruğunu ref ile okuyup onların etraflarında dolaştırılmayacağım da hu okuyuşuna gerekçe gösteren kimselerin aynı şeyi meyve ve kuş eti hakkında da söylemeleri gerekir. Çünkü bunlar da etraflarında dolaştmlmayacaktır. Etrafta dolaştırılan sadece şaraptır.
el-Ahfeş dedi ki: Bunun manaya hamledilmiş olması da mümkündür. Çünkü buyruk; Onlar için testiler vardır ve onlar için güzel gözlü huriler de vardır" anlamındadır.
Bunun "Birçoğu" (13. âyet) lafzına atfedilmiş olması da mümkündür. Bu lafız da mübtedâ olup bunun da haberi "işlenmiş tahtlar üzerin-de(dirler.)" (15, âyet) buyruğudur.
Aynı şekilde; "Güzel gözlü huriler de vardır" buyruğu da bu şekilde (haber durumunda)dır. Mübtedanın nekre olarak gelmesi ise, aldığı sıfaı ile özellik kazanması (tahsis edilmesi) dolayısıiledir.
Vakıa suresi ayet 24
Yapmakta olduklarına bir karşılık olmak üzere onlara sunulur
"Yapageldiklerine bir karşılık olarak"
bir mükâfat olarak demektir, "Bîr karşılık olarak" lafzının nasb ile gelmesi mefulün leh olmasından dolayıdır. Bunun mastar (meful-i mutlak) olduğundan dolayı nasb ile gelmiş olması da mümkündür. Çünkü; "Etraflarında ebedi kılınmış evlatlar dolaşır ...bir karşılık olmak üzere onlara verilir' anlamındadır.
el-Huru'1-îne dair açıklamalar daha önce et-Tur Sûresi'nde (52/20. âyetin tefsirinde) ve başka yerlerde (ed-Duhan, 44/54. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Enes dedi ki: Peygamber (sav) buyurdu ki: "Allah hur-u'e îni zaferandan yaratmıştır."
Halici b. el-Velid dedi ki: Peygamber (sav)'ı şöyle buyururken dinledim: "Cennet ehlinden bir kişi cennet elmalarından bir tanesini eline alır. Elinde parçalanır. Ondan bir huri çıkar, eğer güneşe bakacak olursa, güzelliğinden dolayı güneş utanır ve elmadan da bir şey eksilmez." Bir adam ona: Ey Süleyman'ın babası, şüphesiz ki bu hayret edilecek bir şeydir. Üstelik elmadan bir şey eksilmez öyle mi? Halid b. Velid dedi ki: Evet, bu bir başka kandilden yakılan bir kandil ve hatta kandiller yakıldığı halde ondan bir şey eksilmemesine benzer. Allah dilediği herşeye kadirdir
Vakıa suresi ayet 25
Orada ne batıl, ne de günahı gerektiren bir söz işitirler.
İbn Abbas der ki:
Ne batıl, ne yalan bir süz işitirler. Bani (lağv) boş söz demektir. 'Günahı gerektiren" (te'sim) de; "Ona günaha girdin dedim" sözünün mastarıdır.
Muhammed b. Kah dedi ki: "Günahı gerektiren" bir sözün olmaması, birinin diğerini günaha girdiğini söylememesi demektir.
Mücahid dedi ki:
"Onlar orada ne batıl, ne de günahı gerektiren bir söz işitirler." Herhangi bir sövgü ve günahı gerektiren bir söz işittirmezler, demektir.
Vakıa suresi ayet 26
Yalnızca bir söz işitirler: "Selam, selam."
"Selâm, selâm diye bir sözden başka"
buyruğundaki "Diye" lafzı "işitirler" fiili ile nasbedilmiştir, veya munkatı' bir istisnadır. Yani ancak onlar ... diye bir söz söylerler, yahut böyle.bır söz işitirler, demektir.
"Selâm selâm" buyruğu da "diye" anlamındaki fiil ile nasbedilm iştir. Bu da, onlar ancak hayır söz söylerler, demektir. Mastar olarak da nas-bedilmiş olabilir. Bu da; ancak onların birinin diğerine selam demesi müstesnadır, demek olur. Yahutta; "Diye" lafzının sıfatı, ikinci "selam" lafzı da birincisinden bedel olabilir. Anlam da: Boş sözden uzak kalına bilecek ve ondan kurtulmanın mümkün olabileceği bir söz (işitmeleri) müstesnadır, şeklinde olur. Bununla birlikte Selam olsun size" takdiri iLe mer-fu olması da mümkündür.
İbn Abbas: Biri diğerine selam verir, birbirleriyle selamlaşırlar demektir, demiştir.
Onları melekler selâmlar, yahutta aziz ve cetil olari Rabbleri onları selâmlar, diye de açıklanmıştır.
Vakıa suresi ayet 27
"Ashab-ı Yemin", ne (kutludur o) "Ashab-ı Yemin."
Ashâbu'l-yemîn, ne Ashâbu'l-yemmdir" buyruğu ile tekrar -önceden geçtiği üzere- es-Sâbikûn(üeri geçenler)in kendileri olan Ashâbu'l-meymene'nin konumlarını sözkonusu etmektedir. Buradaki ifadenin tekrarlanması, içinde bulunacakları nimetlerin büyüklüğünü anlatmak İçindir.
Vakıa suresi ayet 28
Yüklü dalları bükülmüş kiraz ağaçları,
Yani dikenleri alınmış yahut kesilmiş arabistan kirazı arasında olacaklardır. Bu açıklamayı İbn Abbas ve başkaları yapmıştır.
İbnu'l-Mübarek şu rivayeti zikretmektedir:
Bize Safvan, Süleym b. Âmir'den anlattı, dedi ki: Peygamber (sav)in ashabı şöyle diyorlardı: Şüphesiz ki bedeviler ve soru sormaları bize çok faydalı oluyor. Bir gün bir bedevi Arap gelip; Ey Allah'ın Rasûlü, dedi. Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim"de eziyet verici bir ağaçtan sözetmektedir. Halbuki ben cennette sahibine eziyet verecek bir ağacın olacağı kanaatinde değildim. Rasûiullah (sav):
"Sözünü ettiğin ağaç hangisidir?" diye sordu,
bedevi: Bu arabistan kirazı ağacıdır, onun rahatsız edici dikenleri vardır, dedi. Bunun üzerine Peygamber (sav) şöyle buyurdu:
"Yüce Allah: "Dikensiz arabistan kirazı altında" demiyor mu' Allah onun dikenlerini almış ve herbir diken yerine bir meyve koymuş olacaktır. O ağaç öyle bir mahsul verir ki, bundan biri diğerine hiçbir şekilde benzemeyen yetmişiki çeşit meyve çıkacaktır.”
Vakıa suresi ayet 29
"Meyveleri birbirine girmiş muz ağaçları altında"
"Meyveleri birbirine girmiş muz ağaçları altında" buyruğunda geçen "Muz ağacı" demek olup, tekili dır. Müfessirlerin çoğu Ali, İbn Abbas ve başkaları böyle demişlerdir.
el-Hasen de şöyle demiştir: Burada sözü edilen muz değildir, fakat serin ve nemli bir gölgesi bulunan bir ağaçtır.
ei-Ferra ve Ebu Ubeyde de şöyle demişlerdir: Bunlar dikenleri bulunan büyük ağaçlardır.
ez-Zeccac dedi ki: Cennette bu ağacın dikenlerinin izale edilmiş olması mümkündür. Yine ez-Zeccac şöyle demiştir: Um Gayİan ağacı gibi. Bu ağacın oldukça hoş beyaz bir çiçeği vardır. Onlara böylece hitab edildi ve benzerini sevdikleri şeyler onlara vaadolundu. Şu kadar var ki, bu tür ağaçların dünyadaki benzerlerine üstünlüğü, cennette bulunan diğer nimetlerin dünyadakilere üstünlüğü gibidir.
es-Süddî dedi ki: Cennetteki talh, dünyadakine benzer. Şu kadar var ki onun baldan tatlı bir meyvesi vardır.
Ali b, Ebi Talib (r.a) bu buyruğu "ayn" harfi ile "Meyveleri birbirine girmiş yemişler altında" diye okumuş ve (bu okuyuşunu gerekçelen-dirmek üzere de) şu âyeti zikretmiştir: "Ve meyveleri olgunlaşmış güzel hurma ağaçlan arasında" (eş-Şuara, 26/148) Ancak bu kıraat, mushafın hattına uygun değildir. Bir rivayete göre de onun önünde; "Meyveleri birbirine girmiş muz ağaçları altında" diye okutmuş o da taİhın burada işi ne? demiş, bu şeklindedir. Daha sonra da "Ve tomurcukları üstüste binmiş..." (Kaf, 50/10) buyruğunu okumuştur. Ona: Bunu değiştirmeyelim mi? diye sorulunca, o: Kur'ân'ın bu şekilde değiştirilmesi ve tahvil edilmesi gerekmez demiştir. Böylelikle o, bu kıraati tercih etmiş olmakla birlikte, icma ile kabul edilmiş olan hat şekline muhalefeti dolayısıyla mushafta yazılmasını uygun bulmamıştır.
Bir açıklamayı el-Kuşey-rî yapmıştır.
Ebu Bekir el-Enbarî senedini kaydederek şöyle demiştir: Bana babam anlattı, dedi ki: Bize el-Hasen b. Arafe anlattı. Bize İsa b. Yunus, Mücalid'den anlattı. O el-Hasen b. Sa'd'dan, o Kays b. Ubad'dan dedi ki: Ben Ali'nin yanında; "Meyveleri birbirine girmiş muz ağaçlan altında" diye okudum -Mücalid şüphe ederek: Ya da Ali'nin huzurunda böyle okundu dedi. Bunun üzerine Ali (r.a) şöyle dedi; Burada "talh (muz ağaçlart)"ın ne işi var? Sen hiç diye okumaz mısın? dedikten sonra "Ve tomurcukları üstüste binmiş" (Kaf, 50/10) buyruğunu okudu. Ona dedi ki: Ey müminlerin emi-ri, bunu mushaftan kazıyalım mı? diye sorunca, o: Hayır, artık bugün Kur'ân'da bir değişiklik olmaz. Ebu Bekr dedi ki: Bu ifadenin anlamı şu ki;
o mushafta yazılı olana dönmüş ve doğru olanın o olduğunu kabullenmiş olup, daha önce kullanmış olduğu -belki de kasti olmayan- o yanlış ifadeyi çürütmüş olmaktadır.
"Meyveleri birbirine girmiş" öncekileri de, sonrakileri de üs-tüste yüklenmek suretiyle birbiri üstüne gelmiş demektir. Bundan dolayı da onun açığfi çıkan dallan görülmeyip, aksine sıkı sıkıya dizilmiş olur. "Üstüste iyice istif etmek" demektir. "Üstüste iyice dizilmiş" anlamındadır. en-Nâbiğa da şöyie demiştir:
"Kendisini alıkoyan (bir engel varken) açtı yolunu küçük ırmağın Ve onu evin önündeki iki perdeye doğru gelmesini sağladı, sonra da tepeden tırnağa kadar meyve ve yaprakla dolu {ağaca ulaştırdı.)"
Mesrûk dedi ki: Cennetin ağaçlan kökünden dallarına kadar hepsi üstüs-te yığılmış meyvelerle doludur. (Cennetlik kişi) bir meyve yedi mi onun yerine ondan daha güzeli gelir.
Vakıa suresi ayet 30
"Yayılmış gölgelerde"
"Yayılmış gölgelerde" yani devamlı kalıcı, gitmeyen ve güneşin de ortadan kaldırmadığı gölgede. Yüce Allah'ın: "Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığına bakmaz mısın? Dileseydi onu hareketsiz kılardı." (el-Furkan, 25/4Ş) buyruğuna benzemektedir. Bu ise sabah vaktinde olur ki, sözkonusu bu vakit daha ünce belirtilen âyetin tefsirinde geçtiği üzere, ortanın iyice aydınlanmasından, güneşin doğuşuna kadar olan vakittir. Cennetin her tarafı gölgeliktir, onunla birlikte bir güneş yoktur.
er-Rabî b. Enes dedi ki: Bu gölge ile Arşın gölgesini kastetmektedir. Amr b. Meymun da: Bu gölge yetmişbin yıllık mesafedir, demiştir. Ebu Ubeyde dedi ki: Araplar uzun zamana, uzun ömre ve kesintisi olmayan herbir şeye "memdûd: uzayıp giden (mealde: yayılmış)" derler. Lebid dedi ki:
"Baki kalmayı yenik düşürdü, halbuki ben yenik düşürülen birisi değildim, Uzun, sürekli ve uzayıp giden bir zaman."
Tirmizi'nin, Sahih'inde ve başka eserlerde Ebu Hureyre'nîn Peygamber (sav)'dan rivayet ettiği hadiste şöyle denilmektedir; "Cennette süvarinin gölgesinde yüzyıl boyunca yol aldığı halde gölgesini bitiremeyeceği bir ağaç vardır. Arzu ederseniz "yayılmış gölgelerde" buyruğunu okuyunuz".
Vakıa suresi ayet 31
Durmaksızın akan su;
"Ve sürekli akan" asla kesilmeden akıp duran "su yanında."
("Sürekli akan" anlamındaki kelimenin kökünü teşkil eden): "Dökmek, akmak" demektir. "Onu döktü, dökmek" denilir. "Dökülüş" anlamındadır. Bu bakımdan; "Döktü, döküş" ve "döküldü, dökülüş" denilir.
Gece ve gündüz Ve yatakları olmaksızın sürekli akan, akışı da asla kesintiye uğramayan akıp duran su demektir. Araplar çölde yaşarlar ve sıcak ülkede bulunuyorlardı. Ülkelerinde ırmaklar çok az bulunurdu. Suya ancak kovalarla ve bu kovalan bağladıkları halatlarla ulaşabiliyorlardı. Cennette bundan farklı bir nimet onlara vaadolundu, onlara dünyada bilinen, kırlarda güzelce vakit geçirmenin yollan anlatıldı. Bunlar da ağaçlar, ağaçların gölgeleri, sular, ırmaklar ve bunların kesintisiz akmaları ile gerçekleşecek şeylerdir
Vakıa suresi ayet 32
Ve (daha) birçok meyveler arasında,
Yaz ve kış meyvelerinin kesintiye uğradığı gibi o meyvelerin hiçbir zaman "ardı arkası kesilmez" dünya meyveleri gibi kendilerine yasak konulmayarak "ve asla men olunmaz pekçok meyve" vardır. Yani bu meyveler ülkelerinde gördükleri gibi az, nadir bulunacak şeyler olmayacaktır.
Vakıa suresi ayet 33
"Ve asla men olunmaz"
"Ve asla men olunmaz" ifadesinin o meyveleri almak isteyenler diken, uzaklık yahut bahçe duvarı gibi şeylerle engellenmez. Aksine kulun canı o meyveyi çekti mi onu alıverecek şekilde ona yakkışıverir. Nitekim yüce Allah: "Gölgeleri üzerlerine yakın olup meyveleri ise alabildiğine boyun eğdirilmiş halde olacaktır." (el-İnsan, 76/14) diye buyurmakladır.
Zamanla ardı arkası kesilmeyecek ve değeri şart koşulmak suretiyle alı-konulmayacak, anlamında olduğu da söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Vakıa suresi ayet 34
"Yükseltilmiş döşekler üzer inde olacaklardır"
"Yükseltilmiş döşekler üzer inde olacaklardır" buyruğu ile ilgili olarak Tirmizi, Ebu Said'den, o da Peygamber (sav)'dan yüce Allah'ın: "Yükseltil*miş döşekler üzerinde olacaklardır" buyruğu hakkında şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Bu döşeklerin yüksekliği hiç şüphesiz sema ile yer arası gibi beşyüz yıllık mesafe olacaktır." (Tirmizi) dedi ki: Garib bir hadistir. Biz bunu ancak Rişdin b. Sad yoluyla gelen bir hadis olarak biliyoruz,
Bazı ilim adamları da bu hadisin tefsirinde şöyle demişlerdir:
"Döşekler" dereceler hakkındadır. Dereceler arasındaki mesafe ise yer ile gök arası gibiıdir.
Buradaki "döşekler"den kastın -daha önce kendilerinden sözedîlmediği halde- cennetteki kadınlardan kinaye olduğu da söylenmiştir. Çünkü yüce Allah'ın: "Yükseltilmiş döşekler" buyruğu buna delâlet etmektedir, zira döşekler kadınların bulundukları yeri ifade eder. O halde: Güzellikleri ve mükem*mellikleri itibariyle oldukça yüksek değerli kadınlar da vardır, demektir.
Bu*na delil de yüce Allah'ın: "Şüphesiz Biz onları yeniden yarattık" buyruğu*dur. Biz onları mükemmel bir şekilde ve yeniden harikulade güzellikte yarattık, demektir. Araplar kadına "firaş (döşek)', İibâs (elbise)" ve "izar" adını verirler. Nitekim yüce Allah da: "Onlar (o kadınlar) sizin elbisenizdir (el-Bakara, 2/187) diye buyurmaktadır.
Diğer taraftan: Bu açıklamaya göre bu kadınlardan kasıt el-hum'1-îndir. Biz onları bir anneden doğmaksızın yarattık, demektir. Maksadın Âdemoğlu kadınları oldukları da söylenmiştir. Biz onları yeniden yarattık demektir ki. bu da onların gençlik haline ve mükemmel güzelliğe döndürülmeleri demektir. Yani yaşlı kadını da, genç olanları da aynı şekilde yarattık. Onlardan daha önce sözedilmediği halde zamir ile sözkonusu edilmiş olmaları bu kadınların da Ashabu'l-yemîn arasına girmelerinden dolayıdır. Çünkü -az önce de geçtiği gibi- "döşekler" kadınlardan kinayedir.
Vakıa suresi ayet 35
"Şüphesiz Biz onları yeniden yarattık"
"Şüphesiz Biz onları yeniden yarattık" buyruğudur. Biz onları mükemmel bir şekilde ve yeniden harikulade güzellikte yarattık, demektir. Araplar kadına "firaş (döşek)', İibâs (elbise)" ve "izar" adını verirler. Nitekim yüce Allah da: "Onlar (o kadınlar) sizin elbisenizdir (el-Bakara, 2/187) diye buyurmaktadır.
Diğer taraftan: Bu açıklamaya göre bu kadınlardan kasıt el-hum'1-îndir. Biz onları bir anneden doğmaksızın yarattık, demektir. Maksadın Âdemoğlu kadınları oldukları da söylenmiştir. Biz onları yeniden yarattık demektir ki. bu da onların gençlik haline ve mükemmel güzelliğe döndürülmeleri demektir. Yani yaşlı kadını da, genç olanları da aynı şekilde yarattık. Onlardan daha önce sözedilmediği halde zamir ile sözkonusu edilmiş olmaları bu kadınların da Ashabu'l-yemîn arasına girmelerinden dolayıdır. Çünkü -az ön-:e de geçtiği gibi- "döşekler" kadınlardan kinayedir.
Peygamber (sav)'dan da yüce Allah'ın: "şüphesiz Biz onları yeniden yarattık" buyruğu hakkında: "Dul da, bakire de onlardan olacaktır" diye buyurduğu rivayet edilmiştir.
Um Seleme (r.anha) dedi ki: Peygamber (sav)'a yüce Allah'ın:
"Şüphesiz Biz onları yeniden yarattık da onları
Vakıa suresi ayet 36
Hem bakireler kıldık, hem eşlerine düşkünler ve hep bir yaşta
hem bakireler kıldık, hem eşlerine düşkünler ve hep bir yaşta" buyruğu hakkında soru sordum, şöyle buyurdu: "Ey Um Seleme! Burada sözü edilen kadınlar dünya hayatında oldukta yaşlı, saçları ağarmış, gözleri aydınlıkla iyi seçemeyen, gözleri çapaklı kadınlardır. Allah yaşlı hallerinden sonra onları olgunlukları itibariyle aynı zamanda doğmuş ve birbirine yaşıt kadınlar olarak yaratacaktır." Bu hadisi en-Nehhas, Enes'ten geüen bir rivayet olarak senediyle şöylece kaydetmekledir: Bize Ahmed b. Amr anlattı dedi ki: Bize Amr b. Ali -anlattı, dedi ki: Bize Ebıı Asım, Musa b. Abide'den anlattı, o Yezid er-Rukaşi'den, o Enes b. Malik'ten (diye rivayet etti). Enes hadisi (Peygamber -sav-'a) ref ederek (nisbet ederek): "Şüphesiz Biz onları yeniden yarattık" buyruğu hakkında dedi ki: "Bu kadınla gözlen aydınlıkta secemeyen, gözleri çapaklı, dünyada iken gözleri aydınlıktan kamaşan, gözleri çapaklanmış kocakarı kadınlardır."
el-Müseyyeb b. Şerik dedi ki: Peygamber (sav) yüce Allah'ın: "Şüphesiz Biz onları yeniden yarattık" âyeti hakkında dedi ki: "Bu sözü edilen kadınlar dünya hayatındaki kocakarılardır. Allah onları yeni bir yaratılış ile yeniden var edecektir. Kocaları kendilerine her yaklaştığında onların bakire olduklarını göreceklerdir.1' Âişe (r.anhâ) bu sözleri duyunca: Vay çekilecek acılara, ağrılara! diye söylenmiş, bunun üzerine Peygamber (sav) ona: "Orada ağrı, sızı diye bir şey olmayacaktır" diye buyurmuştur.
Vakıa suresi ayet 37
Eşlerine sevgiyle tutkun( (ve) hep yaşıt,
"Eşlerine düşkünler" lafzı "Eşine düşkün" lafzının çoğuludur. İbn Abbas, Mücahid ve başkaları şöyle demişlerdir: Bu kocalarına aşık olan kadınlar anlamındadır. Yine İbn Abbas'tan gelen rivayete göre bu, sevgisini güzel sözlerle ifade eden çok seven kadın demektir. İkrime de: Nazlı ve naz yapan kadın, diye açıklamıştır. İbn Zeyd de: Bu (anlamı ile) Medi-nelilerin şivesinde böyledir, demiştir. Lebid'in şu beyitinde de bu anlamdadır:
"Çadırda çirkin (sözlü) olmayan nazlı birisi vardır, Kokusu hoştur onun, onun önünde göz kamaşır."
Mekkelilerin şivesinde ise bu anlamda; "Nazlı kadın" denilir. Yine Zeyd b. Eslem'den, sözleri güzel kadın anlamındadır, diye açıkladığı nakledilmiştir.
Yine İkrime'den ve Katade'den: lafzını "eşlerine sevgilerini izhar eden kadınlar" diye açıkladıkları nakledilmiştir. Bunun kökü, açık seçik ifadelerle maksadını açıkladı, anlamındaki 'den gelmektedir. Buna göre: "Kocasına olan sevgisini güzel sözlerle, nazlı edalarla açığa vuran kadın" anlamındadır.
Bunun, kocasının kendisinden daha da zevk ve lezzet alması için, kocasına sevgi ile itaat eden güzel kadın, demek olduğu da söylenmiştir.
Cafer b. Muhammed babasından, o dedesinden şöyle dediğim rivayet etmektedir. Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Eşlerine düşkünler" buyruğu; " "Konuşmaları Arapçadır" demektir.
Hamza.ve Âsım'dan rivayette Ebu Bekr bu kelimeyi "ra" harfi sakin olarak okumuşlar, diğerleri ise ötreli okumuşlardır. Her iki şekil de "feül" vez-nindeki kelimelerin çoğulunda mümkündür.
"Ve hep bîr yaşta." Aynı tarihlerde doğmuş ve aynı yaşta olmak üzere otuzüç yaşında olacaklardır. Yaşıt olan kadınlar hakkında: denilirken, erkekler hakkında da "Akran" denilir.
Araplar kadınlar arasında çocukluk yaşını aşmış ve yaşlılık dönemine henüz girmemiş kadınlara daha çok meyle derlerdi.
Bu lafzın, "birbirine benzer ve birbirine yakın şekillerde" anlamına geldiği de söylenmiştir ki, bu açıklamayı Mücahid yapmıştır.
es-Süddî de şöyle açıklamıştır: Bunlar huyları itibariyle birbirine yakındır. Aralarında kin ve kıskançlık olmayacaktır, demektir.
Vakıa suresi ayet 38
"Ashabu'l yemîn için"
Vakıa suresi ayet 39
Birçoğu öncekilerden
Vakıa suresi ayet 40
Birçoğu sonrakilerden
"Ashabu'l yemîn için" buyruğu hakkında denildi ki: Huru-1-în, es-Sâbi-kûn (ileri geçenler) içindir. "Yaşıtlar ve eşlerine düşkün olanlar" ise Ashâ-bu'1-yemin içindir.
"Öncekilerden de çok vardır, sonrakilerden de çok vardır" buyruğu ile daha önce geçen "Ashabu'l-yemin, ne Ashabu'l-yemİndir" buyruğuna atıfta bulunulmaktadır. Yani onlar arasında "öncekilerden de çok vardır, sonrakilerden de çok vardır" bunun anlamına dair açıklamalar da daha önce geçmiş bulunmaktadır.
Ebu'l-Aliye, Mücahid, Ata b. Ebi Rebah ve ed-Dahhak şöyle demişlerdir: "Öncekilerden de çok vardır" buyruğundan kasıt, bu ümmetin ilkieridir. "Sonrakilerden de çok vardır" buyruğunda da kasıt bu ümmetin sonra gelenleridir. Buna da İbn Abbas'tan: "Öncekilerden de çok vardır, sonrakilerden de çok vardır" âyeti ile ilgili olarak Peygamber (sav)'ın: "Hepsi de benim ümmetimdendir." buyruğu delil teşkil etmektedir.
el-Vahidî dedi ki: Cennetlikler iki eşit kısımdır. Bunların yarısı geçmiş ümmetlerden, diğer yansı da bu ümmetten olacaktır.
Ancak bu görüşü İbn Mace'nin Simere'inde, Tirmizi'nin Cami'indc, Bureyde b. Hasîb (r.a)'dan kaydettikleri şu rivayet reddetmektedir. Bureyde dedi ki.: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Cennetlikler yüzyinni saf olacaktır. Bunların sekseni bu ümmetten, kırkı ise diğer ümmetlerden olacaktır. Ebu İsa dedi ki: Bvı hasen bir hadistir
"Çok vardır" buyruğu ya mübtedâ olanık merfudur, veya sıfat harfinin haberinin hazfedümesi dolayısıyla inerfu gelmiştir, takdiri de şu şekildedir: "Ashabu'l-yeminin iki kalabalık grubu vardır. Bunların birisi bunlardan, diğeri de öbürlerindendir." İkinci görüşe göre öncekiler geçmiş ümmetlerden, sonrakiler de bu ümmetten olacaklardır.
Vakıa suresi ayet 41
Ashâbu'ş-şimal, ne bedbaht Ashabu'ş-şimaldir!,
"Ashabu'ş-şimal, ne bedbaht ashabu'ş-şimaldir!" buyruğu ile yüce Allah cehennemliklerin konaklarını süzkonusu etmektedir Onlara 'Ashabu'ş-şimal" adını vermesinin sebebi, amel defterlerini «)l taraflarından alacak olmalarıdır. Daha sonra yüce Allah onların uğrayacakları bela ve azabın büyüklüğünü süzkonusu ederek; "Ashabu'ş-şimal, ne bedbaht Ashabu'ş-şimaldir.
Vakıa suresi ayet 42
Beyinlerine kadar İşleyen bir sıcaklıkta ve son derece kaynamış suda,
Beyinlerine kadar İşleyen bir sıcaklıktadırlar)'" diye buyurmaktadır. Bu buyruktaki "es-semûm" (mealde: beyinlerine kadar işleyen sıcaklık"); vücudun ve derinin gözeneklerinden içeriye doğru giren sıcak rüzgar demektir. Burada maksat ateşin sıcağı ve onun kavuruculuğudur.
"Ve son derece kaynamış soda." Harareti en ileri dereceye kadar ulaşmış bir suda (Hamim) demektir. Ateş ciğerlerini ve bedenlerini yakacağı vakit, onlar bu kaynamış suya koşacaklardır. Tıpkı ateşten o ateşin sıcağını söndürmek için suya koşup giden gibi. Ancak o suyun son derece sıcak ve kaynamış olduğunu görecektir. Daha ünce el-Kıtal (Muhammed) Sûresi'nde: "Ve bağırsaklarını paramparça eden kaynar sudan içirilen kimseler." (Muhammed, 47/15) buyruğu geçmiş bulunmaktadır.
Vakıa suresi ayet 43
Kapkara bir gölgededirler.
"Kapkara bir gölgededirler." Onlar aşırı sıcaktan bu gölgeye koşup sığınmaya çalışacaklardır. Tıpkı dünyadakilerîn yaptığı gibi yapacaklar, fakat sığındıkları bu gölgenin "Yahmûndan olduğunu göreceklerdir. Bu da cehennem dumanından son derece siyah bir gölgedir. Bu açıklama İbn Abbas, Mücahid ve başkalarından rivayet edilmiştir. Aynı şekilde sözlükte "el-Yahmûm" son derece siyah demektir. O halde bu lafız; den gelen ';yef ûl" vezninde bir kelimedir ki, bu da ateşin yakması ile siyahlaşmış iç yağı demektir.
ed-Dahhak dedi ki:
Cehennem ateşi de siyahtır, oradakiler de siyah olacaklardır. Onun içindeki herşey de siyahtır.
Yine İbn Abbas'tan gelen rivayete göre cehennem ateşi siyahtır. İbn Zeyd dedi ki: "Yahmûm" cehennemde bir dağın adıdır. Cehennemlikler onun gölgesine sığınmaya çalışacaklardır.
Vakıa suresi ayet 44
O serin de değildir, faydası da yoktur.
"o serin de değildir.* Aksine o sıcak olacaktır. Zira bu, cehennem kıyısından gelen bir dumandan olacaktır,
"Faydası da yoktur" ed-Dahhak'tan tatlı (bir gölge) olmayacaktır, diye açıkladığı nakledilmiştir. Said b. el-Müseyyeb: Görünüşü güzel değildir demektir, diye açıklamıştır, Esasen hayır namına bir özelliği bulunmayan her şey, "kerîm değildir."
Bir açıklamaya göre "kapkara bir gölgededirler" yani onlar cehennemden bir gölgededirler ve bununJa azab edileceklerdir. Yüce Allah'ın: "Onların üzerlerinde de ateşten tabakalar ve altlarında da tabakalar vardır." (ez-Zümer, 39/16) buyruğunda olduğu gibi.
Vakıa suresi ayet 45
Çünkü bunlar, daha önce nimetlere gark olmuş, refahtan gözleri dönmüş kimselerdi
"Çünkü bunlar daha önce nimetlere gark olmuş, refahtan gözleri dönmüş kimselerdi." Yani onların bu cezayı hakedişlerinin sebebi, dünyada iken haram ile istifâde eden kimseler olmalarıdır.
Buyruktaki "el-mütref* İbn Abbas ve başkalarından nakledildiği üzere, nimetler İçerisinde bulunan kimse demektir. es-Süddî: "Nimetlere gark olmuş" yani şirk içerisinde bulunan kimselerdi demektir, diye açıklamıştır.
Vakıa suresi ayet 46
. O büyük günah üzerinde de ısrar ederlerdi.
"O büyük günah üzerinde de ısrar ederlerdi." Şirk üzere devam ederlerdi. el-Hasen, ed-Dahhak ve İbn Zeyd'den böyle açıkladıkları nakledilmiştir. Katade ve Mücahid dedi ki: Büyük günah, kendisinden tevbe etmedikleri günahtır.
eş-Şâbî: Bu ğamus yeminidir, demiştir. Bu da büyük günahlardandır, demiştir. Yemininde durmadı" yani yerine getirmeyip geri döndü denilir. Onlar, Öldükten sonra diriliş yoktur, putlar Allah'ın ortaklarıdır, diye yemin ediyorlardı. İşte yeminlerinde durmayışları da budur, Yüce Allah onların bu halini: "Onlar var güçleriyle: Ölecek bir kimseyi Allah diriltmez diye Allah'a yemin ettiler" (en-Nahl, 16/38) diye haber vermektedir. Peygamber (sav) iie ügiii haberde de: "Hira dağında ibadete çekilirdi denilmektedir. Yani Günah dernek olan "hins"i kendisinden kaldıracak işler yapardı, demektir.
Vakıa suresi ayet 47
Ve: "Biz ölüp toprak ve kemik olduktan sonra mı, gerçekten biz mi tekrar diriltileceğiz?" derlerdi.
Ve: Biz ölüp... sonra mı, gerçekten biz mi tekrar diriltileceğiz, derlerdi."
Bu sözleriyle onlar öldükten sonra dirilişin uzak bir ihtimal olduğunu ifade etmiş ve öldükten sonra dirilişi yalanlamış oluyorlardı.
Vakıa suresi ayet 48
"Ya önceki babalarımız da mı diriltilecek?"
"Ya önceki babalarımız da mı diriltilecek?"
Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: Ey Muhammed onlara "de ki: muhakkak" atalarınızda
Vakıa suresi ayet 49
De ki: "Muhakkak Öncekiler de, sonrakiler de,
öncekiler de, sonrakiler de" atalarınızda ve bizzat sizler de
Vakıa suresi ayet 50
"Bilinen bir günün belli bir vaktinde elbette toplanacaklardır.
"bilinen bir günün" kıyamet gününün "belli bir vaktinde elbette toplanacaklardır."
Buyruk yemin anlamını ihtiva etmektedir. Yüce Allah'ın: "Elbette toplanacaklardır" buyruğunun başına 'lam" harfinin gelmiş olması mana itibariyle yemin olduğunun delilidir. Yani gerçekten yemin ile bildiriyorum ki; muhakkak sizler -sizin batıl yemininizin aksine- toplanacaksınızdır.
Vakıa suresi ayet 51
"Sonra gerçekten sizler ey sapıklar, yalanlayıcılar,
"Sonra gerçekten sizler ey" hidayetten uzaklaşıp "sapanlar" ve öldükten sonra dirilişi inkar edenler
Vakıa suresi ayet 52
"Siz elbette zakkum ağacından yiyeceksiniz,
"yalanlayıcılar siz elbette zakkum ağacından yiyeceksiniz."
Zakkum ağacı görünüşü ve tadı çok çirkin bir ağaçtır. Bu ağaç daha önce es-Saffat Sûresi'nde (37/62. âyet ve devamında) sözkonusu edilmiş olan ağaçtır.
Vakıa suresi ayet 53
"Ve o ağaçtan karınlarınızı doyuracaksınız.
"O ağaçtan karınlarınızı dolduracaksınız." Çünkü buyruk: Sizler ağaçlar arasından Zakkum ağacı diye bilinen bir ağaçtan yiyeceksiniz, demektir. Bununla birlikte (bu buyrukta) iik olarak gelen: 'in zâid olması ve me-fulün hazfedilmiş olması da mümkündür. Sanki yüce Allah: "Siz elbette zakkum ağacından" bir yemek "yiyeceksiniz" diye buyurmuş gibidir.
"Zakkumdan" buyruğu "ağaçlın sıfatıdır. Sıfatın başına gelmiş olan cer harfinin zaid olduğu kabul edilecek olursa, o vakit manaya göre bu, nasb ile okunur. Yahutta lafza göre cer ile okunur. Şayet mefulün hazfedilmiş olduğu takdir edilirse, o vakit sıfat, ancak cer mahallinde olur,
"O yediğinizin" yani Zakkumun yahut yemeğin ya da ağacın; - "Üzerine" lafzında zamirin müzekker (eril) olarak gelmesi zamirin merciinin hem müzekker, hem müennes (dişil) olarak kullanılabilmesinden dolayıdır.
Vakıa suresi ayet 54
"O yediğinizin üzerine de kaynamış sudan içeceksiniz.
"Kaynamış sudan İçeceksiniz." Bu da oldukça ileri derecede kaynamış alan su demektir ki, cehennemliklerin vücudundan akan irindir. Yani yiyecekleri Zakkumun harareti aşırı açlıkla birlikte onları oldukça susatacak ve susuzluklarını gidereceğini sandıkları bir sudan içecekler, o suyun da son derece kaynamış ve sıcak su olduğunu göreceklerdir.
Emeklerinize sağlık Allah razı olsun.
nazgülüm,
Allah CC sizden de razı olsun
Vakıa suresi ayet 55
"İçtikçe kanmama hastalığına uğramış develerin içişi gibi içeceksiniz"
"İçtikçe kanmama hastalığına uğramış develerin içişi gibi içeceksiniz" kuyruğundaki: "İçiş" lafzını Nâfs, Âsim-ve Hamza "şın" harfini ötre-a olarak, diğerleri ise üstün okumuşlardır. Her ikisi de güzel iki şivedir. Çünkü Araplar: "içtim" derler (ve bu mastarı dört şekilde kullanırlar).
"Hastalığı sebebiyle içtikçe suya kanmayan susamış develer" demektir. Bu açıklama İbn Abbas, İkrime, es-Süddî ve başkalarından nakledilmiştir. Yine İkrime: Bunlar hasta develer anlamındadır, demiştir.
ed-Dahhak ta şöyle demiştir;
Bu oldukça aşın derecede susuzluk çekmelerine sebeb olan bir hastalığa yakalanmış olan develer demektir. Bunun tekili: şeklinde gelir, bu hastalığa yakalanmış dişi develere: denilir. Bu hastalığın adı da: Kays b. el-Mülevveh şöyle demiştir:
"O suya kanamama hastalığına yakalanmıştır deniyor, Ancak nefsim nerede şifa bulacağını bilmektedir."
Yine: "Susuz kimseler" demektir. "Susadılar, susamak" anlamındadır. Araplar arasından bu durumda olan develer hakkında diyenler vardır, çoğulu da şeklindedir
ed-Dahhak, el-Ahfeş, İbn Uyeyne ve İbn Keysan şöyle demişlerdir-. Bu kumlu, yumuşak arazi demektir. Yine İbn Abbas'tan gelen rivayete güre: Bu develer suya doymayan kumluğun suyu emmesi gibi su içerler.
el-Mehdevî dedi ki:
Suya kanmayan her deveye ve suya doymayan her kuma: ile: denilir.
es-Sıhah'ta da şöyle denilmektedir:
"İleri derecedeki susuzluk" demektir, "Aşktan bir çeşit delilik" anlamına da gelir.
Develerin yakalandığı ve bundan dolayı yerde otlamaksızın gelişigüzel gitmelerine sebeb teşkil eden bir hastalık anlamına da gelir. O bakımdan: Otlakta geiişigüzel dolaşan, otlamayan hasta dişi deve" denilir.Suyu bulunmayan dağ geçidi" demektir. Fethalı olarak: "Yumuşaklığı dolayısıyla birbirini tutmayan, elde durmayan "kum" demektir, çoğulu diye gelir. "Kafa, kafalar" gibi, Kesreli olarak: "Susamış develer" demek olup, tekili diye gelir.Susamış dişi deveT: demekür. Tıpkı: " Susamış erkek, susumış kadın" gibi.
Vakıa suresi ayet 56
"İşte bu kıyamet günü kendilerine çekilecek ilk ziyafetleridir."
Yani gelen misafirlere ikram olmak üzere hazırlanan softa gibi onlara hazırlanacak rızıklan budur.
Bu ifadede bir tehekküm (alay) vardır. Yüce Allah'ın: "Onlara can yakıcı bir azabı müjdele!" (Âi-i tmrıın, 3/21)
Yunus b. Habib ve Ebu Amr'dan Ablîats: “İşte bu ... ilk ziyafetleridir" buyruğunu "ze" harfini sakin olarak okumuştur.
"Dİn (kıyaınet) günü" amellerin karşılığının görüleceği gün demektir. Bu da (bu ikram onlara) cehennemde yapılacaktır demektir.
Vakıa suresi ayet 57
Sizleri biz yarattık, yine de tasdik etmeyecek misiniz?
"Sizi Biz yarattık. O halde tasdik etmeniz gerekmez mi?" Yarii ölümden sonra dirilişi niye tasdik etmiyorsunuz? Çünkü tekrar yaratmak tıpkı ilkin yaratmak gibidir.
Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Rızkınızı yaratan Bizleriz. îman etmeseniz dahi bunun sizin yiyeceğiniz olduğunu doğrulamalı değil misiniz?
Vakıa suresi ayet 58
Kadınların rahimlerine "dökmekte olduğunuz meniden Bana haber verin.
Vakıa suresi ayet 59
Onu sizler mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratıcı biz miyiz?
Onu siz mi yaratıyorsunuz." Ondan insanı şekillendiren, yaratan sizler misiniz? "Yoksa yaratanlar" belirli bir ölçü ve miktar ile takdir edenler ve suret verenler "Bizler miyiz?"
Bu da birinci âyette belirtilenler için onlara karşı bir delil getirme ve bir açıklamadır. Yani sizler onu yaratanların Bizler olduğunu kabul ve itiraf ettiğinize göre, öldükten sonra dirilişi de kabul ve itiraf ediniz.
Ebu's-Semmal, Muhammed b. es-Semeyka' ve Eşheb el-Ukaylî, "dökmekte olduğunuz meni" -anlamındaki buyruğun "te" harfini ötreli değil de-; şeklinde üstün olarak okumuşlardır. Bunlar da iki ayrı söyleyiştir. "Menisini döktü" ile mezisi geldi" denilir. Muzari şekilleri de -sırasıyla-: diye gelir.
el-Maverdi dedi ki; Kanaatimce bu iki kullanım şeklinin anlamı, farkıı olabilir. Bu durumda şekli cima sonucu meni gelmesini ise ihtilam esnasında meninin gelmesini ifade ediyor olabilir.
Meni'ye bu ismin veriliş sebebi ile ilgili iki açıklama yapılmıştır. Birincisine göre akıtılması anlamına gelen "imnâ"sından dolayı, ikincisine göre ise takdir edilmesi dolayısıyla bu isim verilmiştir. Ağırlık ölçüsü olarak kullanılan "el-mena" da buradan gelmektedir. Çünkü o belli ağırlığın miktarını ifade eder. "Meni" de aynı şekilde hilkatin şekillenmesi için doğru ve yeterli bir miktardır.
Vakıa suresi ayet 60
Sizin aranızda ölümü takdir eden biziz ve bizim önümüze geçilmiş değildir;
Aranızda ölümü Biz takdir ettik." Bu da bir delillendirmedir. Yani öldürmeye kadir olan yaratmaya da kadirdir. Yaratmaya kadir olan öldükten sonra diriltmeye de kadirdir.
Mücahid, Humeyd, İbn Muhaysın ve İbn Kesir - "takdir ettik" anlamındaki buyruğu- "dal" harfini şeddesiz olarak diye okumuşlar, diğerleri ise şeddesiz okumuşlardır.
Vakıa suresi ayet 61
(Yerinize) Benzerlerinizi getirip değiştirme ve sizi şimdi bilemeyeceğiniz bir şekilde-inşa etme konusunda.
Ve kimse engel olamaz bize; Yerinize benzerlerinizi getirip değiştirmek... hususunda" Yani Biz sizin benzerlerinizi yerine getirip değiştirmeyi isteyecek olursak, kimse Bizim önümüze geçemez, kimse Bizi yenik düşüremez.
"Kimse engel olamaz Bize" buyruğu kimse Bizi yenik düşüremez, anlamındadır.
ct-Taberi dedi ki:
Yani siz öldükten sonra sizin cinsinizden, sizin benzerlerinizi değiştirmek suretiyle aranızda ölümü takdir edilenler Bizleriz. Ecellerimiz hususunda da kimse Bizim önümüze geçemez. Ölümü sonra takdir edilmiş olan erken, erken takdir edilmiş olan ise sonraya kalmaz, demektir.
"Ve sizi bilmediğiniz bir şekilde yeniden" çeşitli suret ve şekillerde "yaratmak hususunda" da kimse Bize engel olamaz.
el-Hasen dedi ki:
Sizden önceki birtakım kavimlere yaptığımız gibi, sizi maymun ya da domuzlara dönüştürmemizi kimse engelleyemez. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Öldükten sonra dirilteceğimiz vakit sizleri dünyadaki suretlerinizden başka şekilde yaratmamızı engelleyemez. Böylelikle mümin yüz aklığıyia güzelleşecek, kâfir de yüzünün karahğryla çirkinleşe-cektir.
Said b. Cübeyr dedi ki:
Yüce Allah'ın: "Bilemediğiniz bir şekilde" buyruğu şu demektir: Berahut'ta kırlangıçları andıran siyah kuşların kursaklarında olacaklar. Berahût ise Yemen'deki bir vadi adıdır.
Mücahid dedi ki:
"Bilemediğiniz bir şekilde" buyruğu ne şekilde istersek öyle yaratırız demektir. Anlamın Biz bilmediğiniz bir alemde ve bilmediğiniz bir yerde sizi yeniden yaratacağız demek olduğu da söylenmiştir.
Vakıa suresi ayet 62
Andolsun ki, ilk yaratılışı bildiniz. İbretle düşünmeniz gerekmez mi?
"Andolsun ki ilk yaratılışı bildiniz." Yani siz önceleri bir varlık olarak ortada yokken nutfeden, sonra alakaden, sonra bir çiğnemlik etten yaratıldınız. Bu açıklama Mücahid ve başkalarından rivayet edilmiştir. Katade ve ed-Dahhak: Adem (a.s)'ın yaratılışını kastetmektedir, demişlerdir.
"İbretle düşünmeniz gerekmez mi?" Niçin ibretle düşünmüyorsunuz, demektir.
Haberde şöyle denilmiştir: İlk yaratışı kendisi görmekte iken sonraki yaratışı yalanlayan kimseye hayret ki ne hayret!. Sonraki yaratışı tasdik etmekle birlikte, ebedi kahnacak yurt için çalışmayan kimseye; de hayret doğrusu.
"Yaratış" tafzı genel olarak ka.sr ile okunmuştur. Mücahid, el-lla-sen, İbn Kesir ve Ebu Amr ise med ile: diye okumuşlardır.
Vakıa suresi ayet 63
Şimdi ekmekte olduğunuz (tohum) u gördünüz mü?
"Ektiğiniz tohumdan Bana haber veriniz" buyruğu bir diğer delildir. Topraklarınızdan sürdüğünüz ve luhum ektiğiniz yerden Bana haber veriniz.
Vakıa suresi ayet 64
Onu sizler mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren biz miyiz?
Ektiğiniz o tohumu bitirenler ve onu ekin ve mahsul haline getirenler, böylelikle başak ve tane olmasını sağlayanlar sizlermisiniz? Yoksa bunları yapanlar Bizler miyiz? Sizin bütün yaptığınız, yeri yarmak ve tohumu atmaktır. Başağın taneden çıkarılmasını yapanlar sizler olmadığını kabul ettiğinize göre, yerden ölülerin çıkartılıp, unların tekrar hayata döndürül mesini nasıl inkâr edersiniz?
Yüce Allah burada ekin ekmeyi onlara, ekinin bitirilmesini kendisine izafe etmekdir. Çünkü ekin onların fiili ile olup onların tercihleri ile ortaya çıkar. Ekinin bitirilmesi ise yüce Allah'ın fiili iledir. Ekin Onun tercihi ile yetişir, onların tercihi ite değil.
Ebu Huıeyre'nin, Peygamber (sav)'dan yaptığı rivayette böyledir.
Bu rivayete göre Hz, Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Sizden hiçbir kimse ekini bitirdim demesin. Bunun yerine; yeri sürdüm (tohum ektim) desin. Çünkü ekini bitiren yüce Allah'tır."
Ebu Hureyre dedi ki; Siz yüce Allah'ın: "Onu siz mi bitiriyorsunuz? Yoksa bitirenler Bizler miyiz?" buyruğunu duymadınız mı?
Yere tohum saçan herkesin istiâzeden sonra "Ektiğiniz tohumdan Bana haber veriniz" âyetini okuduktan sonra:
Hayır, bitiren, yeşerten, olgunlaştıran Allah'tır. Allah'ım Muhammed'e rahmet buyur, mahsulünü bize rızık olarak ver, zararını bizden uzak tut. Bizi nimetlerine şükredenlerden, lûıuflarını hatırlayanlardan kıl. Ey âlemlerin Rabbi bunu bize bereketli kıl" diye dua eder.
Denildiğine güre bu ifade ve dua o ekinin kurt, çekirge ve buna benzer her türlü afetlere karşı bir emniyettir. Biz bunu güvenilir birisinden duyduğumuz gibi bu husus denenmiş ve böyle olduğu da görülmüştür.
Vakıa suresi ayet 65
Eğer dilemiş olsaydık, gerçekten onu bir ot kırıntısı kılardık; böylelikle şaşar kalırdınız.
"Dileseydik onu gerçekten henüz olgunlaşmadan çörçöp yapardık da..." Yani o ekini Biz paramparça olmuş çörçöp yapardık.
"Çörçöp ne yiyecek, ne de gıda olarak kendisinden faydalanamayan yok olmuş kırıntılar" demektir.
Bununla da yüce Allah iki hususa dikkat çekmekledir: Onlara -kendisine şükretmeleri için- ekinlerini çorçöp kılmayarak onlara nimetini ihsan etmiş olması, ikincisi dilediği zaman ekini çörçöpe dönüştürebileceği gibi, aynı şekilde kendileri hakkında düşünüp ibret ve öğüt alıp, kötülüklerden vazgeçsinler diye dilediğinde onları helak edebileceğini belirtmektedir.
"Siz hayret ederdiniz." Ekininizin yok olup gitmesine hayret eder ve başınıza gelenlere pişman olurdunuz. Bu açıklamayı el-Hasen, Katade ve başkaları yapmıştır.
es-Sıhah'ta. şöyle denilmektedir:
"Hayret etti" demektir. Pişman oldu anlamına geldiği de söylenir. Yüce Allah: "Siz hayret ederdiniz" buyruğu; pişman olurdunuz, diye açıklanmıştır. o şeyle istifade ettim" demektir.
Yemân dedi ki:
Yaptığınız harcamalara pişman olurdun uz, demektir. Bunun delili de yüce Allah'ın: "Bu sebebten onun için harcadıklarına pişmanlık duyarak ellerini oğuşturmaya başladı." (el-Kehf, 18/42) buyruğudur.
İkrime dedi ki:
Cezalandırmanızı gerektirecek ve nihayet bu ceza ekininizde dahi sizi bulacak şekilde, geçmişten Allah'a karşı gelip isyan ettiğinizden ötürü birbirinizi kınar ve pişman olursunuz. İbn Keysân, üzülürsünüz diye açıklamıştır, anlam birbirine; yakındır.
Vakıa suresi ayet 66
Gerçekten bizler borca batırıldık
Gerçekten bizler borca batırıldık." buyruğundaki: "Gerçekten bizler" lafzını Ebu Bekir ve el-Mufaddal soru olarak iki hemze ile: "gerçekten bizlermı" diye okumuşlardır. Ayrıca bunu Âsim, Zir b. Hubeyş'cen de rivayet etmiştir.
Diğerleri ise haber olarak tek bir hemze ile okumuşlardır. Yani onlar "Gerçekten bizler borca batırıldık" derler. Azaba uğratıldık, demek olur.
İbn Abbas ve Katade'den şöyle dedikleri zikredilmiştir: "Borca batırılmak" azab demektir.
Mücahid ve İkrime:
Bize ileri derecede bağlanılmış, diye açıklamışlardır.
"Filan şahıs, filan kadına bağlandı" denilir. "Yakayı bırakmayan kötülük" dermek olan; de buradan gelmektedir.
Yine Mücahid: Muhakkak biz bir kötülükle karşılaştık diye, açıklamıştır. Mukatil b. Hayyan heiâk edildik demektir, diye açıklamıştır.
en-Nehhas da: "Gerçekten bizler borca batırıldık" buyruğundaki fiil helak olmak demek olan: "'den alınmıştır, demiştir.
ed-Dahhak ve İbn Keysan dediler ki:
Bu:"Herhangi bir karşılık olmaksızın malı elinden çıkan" demektir. Biz saçtığımız tohumu dahi kaybettik, demek olur.
Mürre el-Hemdânt: Biz hesaba çekileceğiz demektir, diye açıklamıştır.
Vakıa suresi ayet 67
Doğrusu biz mahrum bırakıldık.
Daha doğrusu biz mahrum bırakıldık." İstediğimiz mahsulü elde etmekten mahrum edildik. "Mahrum" Katade'nin açıklamasına göre;
kendisine rızık verilenin zıt anlamlısıdır ki, bu da rızkını taleb etmekle birlikte kendisine rızık verilmeyen kimse demektir.
Enes'ten rivayete göre Peygamber (sav) ensarın bulunduğu yere uğramış ve şöyle demiş:
"Sizi ekin ekmekten alıkoyan nedir?"
Onlar: Kuraklıktır,
deyince şöyle buyurmuş:
"Hayır böyle yapmayınız. Çünkü yüce Allah: Mahsulü veren benim. Dilersem su ile mahsul veririm, dilersem rüzgar ile mahsul veririm, dilersem tohum ile mahsul veririm diye buyurur."
Sonra da: "Ektiğiniz tohumdan Bana haber veriniz. Onu siz mi bitiriyorsunuz? Yoksa bitirenler bizler mlyiz?" buyruklarını okudu.
Bu haber ve bundan önceki hadis, "ez-Zari' (ekini bitiren)" ismini, yüce Allah'ın isîmleri arasına katanların görüşlerinin sahih olduğunu ortaya koymaktadır. İlim adamlarının cumhuru ise bunu kabul etmemektedirler.
Vakıa suresi ayet 68.
İçtiğiniz sudan Bana haber verin.
Size can gelmesi, susuzluğunuzu da dindirmeniz için "içtiğiniz sudan Bana haber verin!" Çünkü İçecek, genelde yenilen şeyin arkasından gelir. Bundan dolayı âyet-i kerimede de önce yenilecek şeyler zikredilmiştir. Nitekim kişinin misafirine yemek yedirdikten sonra içecek ikram ettiği bilinen bir husustur. ez-Zemahşerî dedi ki:
Araplardan birisine içecek ikram edilmişte o: Ben onu tutacak bir şey üzerine olmadıkça içmem (altında bir şey olmadıkça içmem), demiştir.
Vakıa suresi ayet 69
Onu sizler mi buluttan indiriyorsunuz, yoksa indiren biz miyiz?
Yani, "Sizlerin sadece beslenme ihtiyacınızı karşılamakla kalmadık, ayrıca susuzluğunuzu girdermeniz için de suyu yarattık. Çünkü su, hayatınız için ekmekten daha önemlidir. Suyu siz yaratmadınız, tam aksine onu da sizlerin yararlanmanız için Allah yaratmıştır. Ayrıca denizleri de biz yarattık. Öyleki o denizlerden suyu, güneşin harareti vasıtasıyla buharlaştırarak yağmur yağdırırız. Belli dönemlerde buharlaşması, bulutlara dönüşmesi gibi özellikleri de suya veren biziz. Öyle ki rüzgarlar bu bulutları bizim emrimizle sürüklerler ve belli bölgelerde yine bizim tayin ettiğimiz zamanlarda yağmur yağdırırlar. Biz sizleri tek başınıza bırakmadık. Ayrıca, hayatınızı sürdürebilmeniz ve neslinizi devam ettirebilmeniz için de tüm koşulları düzenledik. Çünkü bu koşullar olmadan, sizlerin yaşaması mümkün olmayacaktır. Benim verdiğim rızıktan yararlanmanıza, yine bağışladığım suyu içmenize rağmen hangi cesaretle kendinizi benden müstağni sanıyor ve başkalarına kulluk edebiliyorsunuz.
Vakıa suresi ayet 70
Eğer dilemiş olsaydık onu tuzlu kılardık; şükretmeniz gerekmez mi?
Bu cümle, Allah'ın hikmet ve kudretine işaret etmektedir. Çünkü suyun hayat verici özelliğinden başka bir özelliği de belli bir derece ısıda buharlaştığında içinde buharlaşan suyun saf olmasıdır. Şayet su bu özelliğe sahip olmasaydı, denizlerden buharlaşan su, muhtevasında tuz da bulunduracak ve sonuçta yağmur yağdığında tüm yeryüzü çorak bir hale gelecekti. Aynı zamanda bu suyu insanlar içemeyecek ve hiç bir bitki yetişemeyeceği için de yeşillik olmayacaktı. Şimdi bir düşünün, sağır ve kör bir kuvvet böylesine hikmet ve kudrete dayalı bir nizam kurabilir mi? Öyle ki denizlerden saf su yükselmekte ve bulutlar halinde yeryüzünün belli bölgelerine belli zamanlarda ve belli noktalara yağmaktadır. Bu sular vasıtasıyla tatlı sular, çeşmeler, dereler, nehirler, kuyular oluşarak hayati ihtiyaçların sağlandığı, hikmete dayalı bir nizam kurulmuştur. Bu nizamda denizlerde yaşayan varlıklar tuzlu suda hayatlarını devam ettirebilirken, karada yaşayan varlıklar ise yağmur vasıtasıyla (tatlı su elde ederek) hayatlarını sürdürebilmektedirler.
Diğer bir ifadeyle, kiminiz nimeti yağmur tanrılarının bir lütfu, kiminiz de bunun sadece bir doğa kanunu olduğunu sanmaktadır. Fakat bu nimetin, Allah'ın rahmetinin bir sonucu olduğunu hiç düşünmüyorsunuz. Gerçekten de Allah'ın bu rahmeti karşısında O'na itaat ve ibadet edilmesi lazım gelmez mi? Ancak onlar, Allah'ın bu kadar büyük nimetlerinden yararlanıyor olmalarına rağmen, hâlâ şirk, küfür ve isyan içindedirler.
Vakıa suresi ayet 71
Şimdi yakmakta olduğunuz ateşi gördünüz mü?
"Şimdi çakmakta olduğunuz ateşten Bana haber verin." Yaş ağaçtan çakmak taşı ile ortaya çıkardığınız ateşten Bana haber verin.
Vakıa suresi ayet 72
Onun ağacını sizler mi inşa edip-yarattınız, yoksa onu inşa edip-yaratanlar mıyız?
"Onun ağacını siz mi yarattınız?" Yani ateş çakmakta kullandığınız iki çubuğun adı olan "merh ve afar"ın meydana geldiği ağacı meydana getiren sizler misiniz? Arapların: "Her ağaçta ateş vardır, fakat merh ve afarda bu daha fazladır" sözleri de buradan gelmektedir. Sanki bu iki tür çubuk yetecek kadar ateşi bünyelerinde taşıyor gibidir.
Bu iki çubuğun çok çabuk, ateş yaktıklarından ötürü böyle denildiği de söylenmiştir.
"Ateş çaktım" demektir. "Çakmaktan ateş çaktı, çakar" denilir. Bir diğer söyleyiş her ikisinde de "re" harfi kesreli olarak şeklindedir.
"Yoksa yaratanlar" yoktan var edenler "Bizler miyiz?" Benim kudretimi böylece görüp bildiğinize göre Bana şükredin ve öldükten sonra dirilişe kadir olduğumu inkâr etmeyin.
Vakıa suresi ayet 73
Biz onu hem bir öğüt ve hatırlatma (konusu) ; hem de ihtiyacı olanlara bir meta kıldık.
Yani, "ateş", insana her zaman, yokluğu halinde insan hayatının hayvanlarınkinden pek farklı olmayacağını hatırlatır. Çünkü insanlar yemek yapmada ateşten yararlanırlar. Yine ateş olmadan sanayi gelişemezdi. Ayrıca icadlar için pek çok alan insana kapalı kalacaktı. Fakat insanoğlu, Allah'ın kendisine bir takım yetenekler bahşederek bu yetenekleri kullanabilmesi için gerekli şartları sağlamış olduğunu unutur. Sadece kendisinden yararlandığımız ateşin bile ne kadar büyük bir nimet olduğunu düşünecek olursak onu da Allah'ın yarattığını görürüz.
"Mukvin" lügatte çölde dinlenen yolcular için kullanılan bir kelimedir. Bazılarına göre bu kelime "aç olan kimse" anlamına gelirken bazılarına göre de yemek pişirmek, ısınmak, aydınlanmak vs. herhangi bir nedenden dolayı yakılan ateşten yararlanan kişi demektir.
Vakıa suresi ayet 74
Şu halde büyük Rabbini ismiyle tesbih et.
Yani Allah'ın mübarek ismini açıkça tesbih edin ve O'nun her tür eksiklik, ayıp ve kusurdan münezzeh olduğunu beyan edin. Çünkü kafirler ahireti ve tevhidi inkar ederlerken, şirki ve küfrü seçerken bunu Allah'a atfetmektedirler.
Vakıa suresi ayet 75
Hayır, yıldızların yer (mevki) lerine yemin ederim.
Yani, "sizlerin sandığı gibi değildir." Burada Kur'an'ın Allah tarafından nazil olduğuna yemin edilirken lam-elif kullanılmış olmasından anlaşıldığına göre, bazı kimseler Kur'an hakkında yanlış iddialar ortaya atmışlardır. İşte burada bu iddialara reddiye olmak üzere yemin edilmektedir.
Vakıa suresi ayet 76
Şüphesiz bu, eğer bilirseniz gerçekten büyük bir yemindir.
"Gerçekten bu büyük bir yemindir" buyruğundaki "bu" zamirinin Kur'ân-ı Kerim'e ait olduğu söylenmiştir. Şüphesiz ki bu Kur'ân büyük bir yemin*dir, demek olur. Bu açıklamayı İbn Abbas ve başkaları yapmıştır.
Bir diğer açıklamaya göre yüce Allah'ın kendisine yemin ettiği herşey pek büyüktür.
"Şüphesiz o oldukça şerefli bir Kur'ân'dır" buyruğunda da kendisine ye*min olunan şey sözkonusu edilmiştir. Yani Ben yıldızların doğup battıkları yerlerine yemin ederek söylüyorum ki, gerçekten bu Kur'ân çok şerefli bir Kur'ân'dır. O bir büyü ve bir kehânet olmadığı gibi, uydurulmuş bir söz de değildir, Aksine o çok şerefli ve çokça öğütmeye değer bir Kur'ân'dır.
Yüce Allah, bunu peygamberine bir mucize kılmıştır. O, müminler için çok şereflidir, çünkü Rabblerinin sözüdür, kalblerinin şifasıdır. Semadakiler İçin de çok değerli ve şereflidir, çünkü o Rabbleri tarafından indirilmiştir ve O'nun vahyidir.
"Oldukça şerefli" buyruğunun mahluk değildir, anlamında olduğu söy*lendiği gibi, muhtevasında üstün ahlaki değerler ve pek önemli hususlar di*le getirildiği için "çok şereflidir diye de açıklanmıştır. Bir diğer açıklama*ya göre:
Çünkü Kur'ân-ı Kerim kendisini hıfz edeni şereflendirir, kendisini okuyanı büyültür.
Vakıa suresi ayet 77
Hiç tartışmasız bu, Kur'an-ı Kerim'dir.
Yıldızların mevkilerine yemin edilmesinin amacı, onların muhtelif mesafelerde bulunmuş olmalarındandır. Kur'an'ın yüce mertebeye haiz bir kitap oluşu dolayısıyla yine muhkem ve merbut olan yıldızlar sistemine yemin ediliyor.
Yani bu nizam, nasıl muhkem ve merbut ise Kur'an da muhkem ve merbut bir sözdür. Dolayısıyla kainattaki bu gezegenler sistemini yaratan Zat ile Kur'an'ı nazil eden Zat aynıdır. Yıldızlar gökte nazıl yayılmışlarsa ve görünüşte hiçbir bağlantıları yokmuş gibi görünüyorlarsa -ki aslında birbirlerine sıkıca bağlı bir sistem içindedirler- Kur'an'ın ayetleri de aynı şekilde birbirlerine bağlı, uyum ve ahenk içindedirler. Bir hayat nizamını tebliğ eden bu kitaptaki sistem, bir inanca dayalı ahlak, ibadet medeniyet, kültür, ekonomi, adalet, barış ve savaş kanunlarını, kısaca hayatın tüm yönlerini kapsamaktadır. Ve bu hayat nizamının el kitabında emredilen tüm talimatlar birbiriyle uyum içinde olmalarına rağmen ayrı mahal ve mevkilerde indirilmiştir. Ayrıca bu gezegenler sistemi nasıl bağımsız ise ve kendisinde hiç bir değişiklik yapılamazsa, Kur'an da aynı şekilde muhkem ve merbut bir yol göstericidir.
Vakıa suresi ayet 78
Saklanmış-korunmuş bir kitaptadır.
Yani, Levh-i Mahfuz'da. Bundan dolayı Kitab-ı Meknun (korunmuş kitap) denilmiştir. Öyle ki, hiç kimse ona yaklaşamaz. Yani Kur'an, Rasulullah'a (s.a) nazil olmadan önce Allah indinde mahfuz idi. Dolayısı ile hiç kimse onu değiştiremez ve ona yaklaşamaz.
Vakıa suresi ayet 79
Ona, temizlenip-arınmış olanlardan başkası dokunmaz.
Bu ayet, kafirlerin, "Kur'an'ı Muhammed'e Allah vahyetmiyor. O'na cinler ve şeytanlar ilka ediyorlar" şeklindeki iddialarına bir reddiyedir. Nitekim bu iddialanın cevabı Kur'an'ın muhtelif yerlerinde verilmiştir. Örneğin, Şuara Suresi'nde (210-212) şöyle buyurulmuştur:
"O Kur'an'ı şeytanlar indirmedi. Bu onlara yaraşmaz ve zaten yapamazlar da, çünkü onlar işitmekten uzaklaştırılmışlardır."
Aynı konu bu ayette de ele alınmıştır. "İlla'l-Mutahharun" (Temiz olanlar hariç) Yani Kur'an'ın vahyolunmasına, nüzulüne, değil şeytanların müdahale etmesi, tahir (temiz) olan meleklerden başkası onun yanına dahi yaklaşamaz. Melekler için "mutahharûn" ifadesinin kullanılmasının nedeni, Allah'ın onları her türlü kötülükten arınmış varlık kılmış olmasıdır.
Bu ayeti, Enes bin Malik, İbn Abbas, Said bin Cübeyr, İkrime, Mücahid, Katade, Ebu-l Aliye, Süddî, Dahhak ve İbn Zeyd yukarıda açıkladığımız şekilde yorumlamışlardır. Nitekim ayetin siyak ve sibakından da aynı anlam çıkmaktadır. Zira bu ayet, kafirlerin Tevhid ve Ahiret akidesi hakkında yanlış düşünceleri beyan edilirken onların bu yanlışlarının vurgulanması sadedinde zikredilmiştir.
Kur'an yüce bir kitap olduğu ve hiç kimsenin ona müdahale edemeyeceği gerçeğinden hareketle yıldızlar üzerine yemin edilmiştir. Çünkü O, Allah indinde mahfuzdur ve ayrıca Hz. Peygamber'e (s.a) nazil olurken pâk ve temiz (Mutahharûn) meleklerden başkası O'na yaklaşamaz. Bazı müfessirler ayette geçen (La) yı nehiy La'sı olarak kabul etmiş, ayeti "temiz olanlardan başkasının Ona dokunmaması gerekir" şeklinde yorumlamıştır. Bazıları ise nehiy "La"sı olarak kabul etmiş ve ayete "temiz olanlardan başkası Ona dokunamaz" şeklinde anlam vermiştir. Bu müfessirler, bu nehyin, Rasulullah'ın (Müslümanlar kardeştir. Biri diğerine zulm etmez." hadisindeki gibi kullanıldığı görüşündedirler. Yani, "Bir Müslüman diğerine zulmetmesin" denilmek istenmiştir. Dolayısı ile ayetin anlamı da "temiz olmayan bir kimse Kur'an'a dokunmasın" şeklinde anlaşılmalıdır.
Ancak bu yorum ayetin siyak ve sibakı ile uygunluk arzetmemektedir. Çünkü ayette kafirlere seslenilmektedir. Yani şöyle buyurulmuştur: "Bu, Allah tarafından nazil edilen bir sözdür ve "Rasulullah'a cinler ve şeytanlar ilka ediyorlar" şeklindeki düşünceniz batıldır. Zira O'na temiz olandan başkası yaklaşamaz bile."
Görüldüğü gibi bu ayetten, "Kur'an'a abdestsiz dokunmak yasaktır" şeklinde fıkhi bir hüküm çıkarmak doğru değildir ve açıkça ayetin nüzul sebebinin de bu olmadığını söyleyebiliriz. Ancak, Allah indinde bu kitaba temiz olanların dışında hiç bir mahluk nasıl yaklaşamaz ise, dünyada da bu kitaba, ilahî bir kitap olarak iman edenlerin, temiz olmadan ona dokunmaktan kaçınmaları gerektiği öne sürülebilir. Bu mesele hakkında muhtelif rivayetleri aşağıda zikretmekte yarar görüyoruz:
1) İmam Malik'in Muvatta adlı eserinde, Abdullah bin Ebubekir, Muhammed bin Ömer bin Hazm'dan naklettiği rivayete göre, Hz. Peygamber'in (s.a.) , Ömer bin Hazm ile Yemen beldesi liderlerine gönderdiği yazılı emirlerden biri "La yemessuhûl-Kur'ane illa tahîrûn" şeklindedir. Aynı konu ile ilgili mürsel bir rivayeti Ebu Davud, İmam Zühri'den nakletmiştir. O, Rasulullah'ın Ebu Bekir Muhammed bin Ömer bin Hazm ile gönderdiği yazılı vesikayı Ömer bin Hazm'ın elinde gördüğünü söylemektedir.
2) Hz. Ali'nin rivayet ettiğine göre, cünüplüğün dışında hiçbir şey Hz. Peygamber'i Kur'an okumaktan alıkoymazdı. (Ebu Davud, Tirmizi, Nesei)
3) İbn Ömer'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber, cenabet ve hayız halinde olanların Kur'an okumamalarını emretmiştir. (Ebu Davud, Tirmizi)
4) Buhari'nin rivayet ettiğine göre, Bizans İmparatoru Herakliyus'a Hz. Peygamber'in (s.a.) gönderdiği mektupta "Ey Ehli Kitap, sizinle bizim aramızdaki ortak bir kelimeye gelin..." ayeti yazılı idi.
Bu mesele hakkında Sahabe ve Tabiun'dan çeşitli görüşler naklediyoruz.
Hz. Selman el-Farisî "Abdestsiz Kur'an okumanın bir sakıncası yoktur ama dokunmak caiz değildir." demiştir. Sa'd bin Ebi Vakkas ve İbn Ömer de aynı görüştedirler. Hasan Basri ve İbrahim Nehaî, "Abdestsiz Kur'an'a dokunmak mekruhtur" demişlerdir. (Ahkamûl-Kur'an, el-Cessas) Ayrıca Ata, Tavus, Şa'bî ve Kasım bin Muhammed'den de aynı görüş nakledilmektedir. (El-Muğni, İbn Kudeme) "Kur'an'ı, dokunmamak kaydıyla görerek ve ezbere okumak, abdestsiz de caizdir" şeklindeki görüşe hepsi katılmaktadır. Hz. Ömer, Hz. Ali, Hasan Basri, İbrahim Nehai ve İmam Zühri'ye göre Cünüp, hayız ve nifas halinde Kur'an okumak mekruhtur. İbn Abbas ise, Kur'an okumayı düzenli bir şekilde devamlı sürdüren kimseler için, "ezberden okuyarak devam etsinler" demiş ve kendisi de bu şekilde davranmıştır. Said bin Müseyyeb ve Said bin Cübeyr kendilerine bu meseleyle ilgili bir soru yöneltildiğinde "Zaten Kur'an hafızalarda saklı değil mi? O halde okunmasında ne zarar var?" diye cevap vermişlerdir. (El-Muğni ve İbn Hazm, El-Muhalla)
Fakihlerin görüşleri:
İmam Kâşânî, "Bedaiüs-Senayî" adlı eserinde Hanefilerin görüşlerini açıklarken şunları söylüyor: "Nasıl abdestsiz namaz kılmak caiz değil ise abdestsiz Kur'an'a dokunmak da caiz değildir. Fakat Kur'an bir kılıf içinde bulunuyorsa dokunulabilir." Bazıları Kur'an'ın cildini kılıf kabul ederler. Ayrıca tefsir kitaplarına veya ayetin yazıyla bulunduğu herhangi bir şeye de abdestsiz dokunulmamalıdır. Fıkıh kitaplarına dokunulabilir ama abdestli dokunmak müstehaptır. Çünkü bu eserlerde de ayet bulunmaktadır. Bazı Hanefî fakihleri, Kur'an ayetlerinin yazılı olduğu şeylere abdestsiz dokunulabileceğini söylemektedirler. Nitekim haşiyelere de dokunulabilir. Fakat haşiyelerin de Kur'an'ın bir parçası sayılması gerektiği bir hakikattir. "Kur'an'a dokunmadan ezbere okumak ise caizdir" Ancak Fetevay-ı Hindiye'ye göre çocuklar bu hükümden istisna kılınmışlardır. Abdestsiz olsalar bile öğrenmeleri için çocukların eline Kur'an verilebilir.
Şafiî mezhebi imamlarından, İmam Nûdi, "el-Minhac" adlı eserinde Şafiilerin görüşlerini şöyle açıklar:
"Namaz ve Tavaf'da olduğu gibi Kur'an'a abdestsiz dokunmak haramdır. Kur'an cilt içinde olursa da bu caiz değildir. Şayet Kur'an valiz içinde, para üzerinde veya tefsirde olursa, bunlara abdestsiz dokunulabilir. Ancak Kur'an bir tahtada yazılı ise veya sandık içinde ise tahtaya veya sandığa abdestsiz dokunmak caiz değildir. Ayrıca çocuklar abdestsiz Kur'an'a dokunabilirler. Abdestsiz Kur'an okuyan bir kimse sopa vb. araçlarla Kur'an'ın sayfalarını çevirebilir."
Malikî Mezhebi, abdestsiz Kur'an'a dokunulmayacağı konusunda Cumhur ile ittifak halindedir. Fakat öğretmen ve öğrenci Kur'an öğrendikleri, öğrettikleri için bu hükümden istisna edilmişlerdir. Hatta Kur'an öğrenmek için hayızlı kadınlar dahi Kur'an'a dokunabilirler. İbn Kudame, el-Muğni adlı eserinde İmam Malik'in görüşünü nakletmiştir. "Cünüp bir halde Kur'an okumak yasaktır. Ama hayız halinde kadının Kur'an okuması caizdir. Çünkü, onu uzun bir süre Kur'an okumaktan nehyederseniz, Kur'an'ı unutur."
İbn Kudame'nin naklettiğine göre "Hanbeli Mezhebinde cünüplük, hayız ve nifas halinde Kur'an veya Kur'an'dan tam bir ayet okumak caiz değildir. Ancak "bismillah", "elhamdülillah", "maşaallah" demek caizdir. Gerçi bunlar da Kur'an ayetlerinden bir cüzdür ama, Kur'an okuma gayesiyle söylenmediğinden, denilmesinde bir mahzur yoktur. Kur'an'a abdestsiz dokunmak ise kesinlikle caiz değildir. Ancak bir ayetin yazılı olduğu fıkıh kitabına veya mektuba dokunulabilir. Ayrıca Kur'an kılıf içinde ise yine abdestsiz ona dokunmak caizdir. Tefsir kitaplarına da dokunulabilir. Şayet Kur'an'a dokunmak acilen gerektiyse, teyemmüm alınır ve öyle dokunulur. "Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı"nda Hanbeli Mezhebi'ne göre "çocukların abdestsiz olarak Kur'an'a dokunmaları doğru değildir. Çünkü onlara abdest aldırmak büyüklerin görevleridir" denilmektedir.
Zahiriye Mezhebine göre, Kur'an'ı okumak veya dokunmak her halükârda (cünüp, hayız, nifas, abdestsiz vs.) caizdir. (İbn Hazm, el-Muhalla, cilt: 1, sh. 77-84) Bu meseleyi ayrıntılı bir şekilde ele alan İbn Hazm, kendi görüşleri hakkında sağlam deliller öne sürmüş ve "Fakihlerin Kur'an'a dokunmak ve okumak hakkında ileri sürdükleri delillerin hiç biri ne Kur'an'da ne de Sünnet'te sabit değildir" demiştir.
Vakıa suresi ayet 80
Alemlerin Rabbinden indirilmedir.
Bu kitap Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın indirmesidir. Bu Kur’an, âlemlerin Rabbi olan Allah’ın indirmesi olarak tenzîlen, peyderpey indirilmiştir.” Allah onu yerine ve zamanına göre, ihtiyaca göre indirmiştir. Bu kitabın indirilişi Allah’tandır. Bu Kur’an Allah’tandır. Bu kitabı indiren Allah’tır. Kitabın indirilişi konusunda peygamberin bile bir yetkisi yoktur. Allah’tan başka hiç kimsenin böyle bir kitabı peygambere indirmeye güç yetirmesi mümkün değildir. Bu kitabı peygamberine indiren, bu kitapla peygamberini, onun şahsında da bizleri şereflendiren, bilgilendiren, bu kitapla kendi bilgisinden bize aktarımda bulunan Allah’tır
Vakıa suresi ayet 81
Şimdi siz bu sözü hor mu görüyorsunuz?
AbduIIah b. Abbas ve Dehhak bu Ayet-i kerimeyi şöyle izah etmişlerdir:
Ey insanlar, şimdi bu Kur'anı sizler yalanlıyor musunuz?"
Mücahid ise şöyle izah etmiştir:
"Şimdi sizler Kur'anı yalanlayanlara karşı yumuşak mı davranıyorsunuz? Onlara yağcılık mı yapıyorsunuz?
Vakıa suresi ayet 82
Kur'anı yalanlamakla rızkınızın şükrünü mü eda ediyorsunuz?
Bu âyet-i kerime, "Yıldızlar sayesinde bize yağmur yağdırıldı." diyen müşriklere cevap vermekte, onlara: "Size yağmur yağdıran Allaha şükretmeniz yerine o yağmurun Allah tarafından yağdırıldığını yalanlamaya mı kalkışıyorsunuz?" diye sormaktır.
Uz. Ali (r.a.) Resulullah (s.a.v.)in bu âyeti okuduktan sonra şöyle buyurduğunu rivayet ediyor
"Sizler şükrünüzün yerine yalanlamada mı bulunuyorsunuz? Şu ve şu gezegen şu ve şu yıldız sayesinde bize yağmur yağdı." diyorsunuz,
Zeyd b. Halidel-Cüheni (r.a.) diyor ki:
"Resulullah, Hudeybiye musalahası sırasında gece yağan bir yağmurdan sonra bize sabah namazı kıldırdı. Namazı bitirince cemaate döndü ve şöyle buyurdu:
"Rabbinizin ne dediğini biliyor musunuz?"
İnsanlar:
"Allah ve Resulü daha iyi bilir." dediler..
Bunun üzerine buyurdu ki: "Rabbiniz şöyle dedi:
"Kullarımdan bazıları bana iman etmiş olarak bazıları da kâfir olarak sabahladılar. "Bize, Allahın lütfü ve rahmetiyle yağmur yağdı." diyenler bana iman etmiş olan ve yağmuru yıldızların yağdırdığını inkar edenlerdir. "Şu ve şu yıldız sebebiyle bize yağmur yağdı." diyenler ise beni inkar eden ve yıldızlara iman edenlerdir.
Ebu Hureyre ve Abdullah b. Abbas da bunlara benzer hadis-i şerifler rivayet etmişlerdir.
Vakıa suresi ayet 83
Hele can boğaza gelip dayandığında,
Hele o bir boğaza gelince" yani hele can yahut ruh boğaza geldiğinde... Candan daha önce sözedilmemiş olmakla birlikte (burada sözkonusu edilmesi) anlarrnn bilinmesinden ötürüdür.
Hadis-i şerifte de söyle buyurulmuş tur:
"Ölüm meleğinin damarları kesen ve ruhu kısım kısım toplayan yardımcıları vardır. Nihayet can boğaza geldiğinde bu sefer ölüm meleği onu alır.
Vakıa suresi ayet 84
Ki o sırada siz (sadece) bakıp durursunuz,
"O vakit siz de" Benim emrim ve egemenliğime "bakar dururken..." Siz
hiçbir şeye güç yetiremeksizin can çekişene bakıp dururken diye, de açıklanmıştır.
İbn Abbas dedi ki:
Bu buyrukla, can çekişen ölünün yakınlarından hazır bulunup canının ne zaman çıkacağını bekleyen kimseleri kastetmektedir. Diğer taraftan: Bu onların kardeşleri hakkında: "Yanımızda olsalardı, ölmezlerdi yahut öldürülrnezlerdi" (Â)-i îmran, 3/156) diyenlerin kanaatlerini reddetmektedir. Yani madem böyle (diyorlar) ne diye onlardan herhangi bir kimsenin canını boğaza gelip dayandığı vakit geri çeviremiyorlar.
Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir:
Can çekişme esnasında herhangi birinizin canı boğazına gelip dayandığında ve siz de onun yanında bulunuyorken niçin onun ruhunu o kimsenin ömrünün uzamasını şiddetle arzulayıp, hayatta kalmasını istemenize rağmen bedenine geri çeviremiyorsunuz?
Bu da onların: "O dünya hayatımızdan başka bir şey değildir Ölürüz, diriliriz ve bizi ancak zaman helak etmektedir " (el-Câsiye, 45/24) şeklindeki sözlerini de reddetmektedir.
Canını alınması halinde olan kimseye hitab olduğu da söylenmiştir. Yani eğer senin başına gelen bu hal, Allah'tan değil ise, ne diye canını koruyamıyor, çıkmasını önleyemiyorsun?
Vakıa suresi ayet 85
Biz ona sizden daha yakınız; ancak siz görmezsiniz.
Evet, o zaman Biz O'na sizden" kudret, ilim ve durumunu görmekle "daha yakınız."
Amir b. Abdi'1-Kays dedi ki; Ben her neye baktımsa mutlaka yüce Allah'ın o şeyden bana daha yakın olduğunu görmüşümdür. Bu buyrukla yüce Allah, onun canını almakla görevli olan Bizim elçilerimiz "sizden daha yakındirlar demek istemiştir. "Ama" onları "göremezsiniz."
Vakıa suresi ayet 86
Eğer siz gerçekten Hesaba çekilmeyecek olsaydınız;
Eğer siz gerçekten hesaba çekilmeyecek olsaydınız..." Siz gerçekten amellerinizin karşılığını görmeyecek ve bundan dolayı hesaba çekilmeyecek olsaydınız,., demektir. Yüce Allah'ın: "Gerçekten biz mi hesaba çekilip cezalandırılacağız?" (es-Saffat, 37/53) buyruğunda da bu anlamda (aynı kökten gelen kelime) kullanılmıştır ki; hesaba çekilip, cezalandırılacağız, amellerimizin karşılığını göreceğiz, demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden (belirtilen âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
(Allah'ın) mülkiyeti ve kahr u galebesi altında bulunmayanlar (olsaydınız).,, diye de açıklanmıştır. el-Ferrâ ve başkaları"Ona sahih ve malik oldum" demektir, demişlerdir. Ayrıca el-Ferrâ, el-Hutay'a'nın şu beyitini de zikretmektedir:
"Sen oğullarının işlerine öyle malik kılındın ki, sonunda Onları undan da daha ince bir hale soktun."
Bununla sen onlara egemen ve hakim kılındın, onların maliki oldun, demek istemiştir. "Onu zelil kıldı, onu köleleştirdi" demektir. "Onu itaatim ve mülküm altına aldım, o da itaat altına girdi" denilir.
Vakıa suresi ayet 87
Eğer doğru sözlüler de iseniz, onu, (çıkmakta olan canı) geri çevirsenize.
Doğru söyleyenler iseniz önu* ruhu bedene "geri çevirebilirdiniz." Yani bunu asla geri çeviremeyeceksiniz. Böylelikle sizin malik ve egemeniniz olmadığım ve hesaba çekilmeyeceğinize dair iddialarınız da çürütülmüş olmaktadır.
Onu geri çevirebilirdiniz buyruğu yüce Allah'ın: "Hele o bit boğaza gelince" buyruğu ile: "Eğer siz gerçekten hesaba çekilmeyecek olsaydınız"
buyruklarının cevabını teşkil etmekte, her ikisine tek bir cevab verilmiş bulunmaktadır.
Bu açıklamayı el-Ferrâ yapmıştır. Arapların kimi zaman aynı anlamdaki iki hususu tekrar ettikleri de olur. Yüce Allah'ın: "Benden size bir hidayet gelir de kim Benim hidayetime uyarsa, onlar için korku yoktur ve onlar asla üzülmezler de" (el-Bakara, 2/38) buyruğu da bu kabildendir. Burada iki şarta tek bir cevab verilmiştir.
Diğerinin kendisine delâlet etmesi dolayısıyla birisinin hazfedildiği de söylenmiştir, İfadede takdim ve tehir olduğu da söylenmiştir ki, ifadenin takdiri şöyledir: Eğer sizler gerçekten hesaba çekilmeyecek kimseler olsaydınız, onu geri çevirebilmeli değil miydiniz? Şu ölenin canını boğazına gelip dayandığı vakit niye, tekrar bedenine geri döndüremiyorsunuz?