-
Cevap: islam tarihi
KUDÜS'ÜN FETHİ
KUDÜS KİMLERE AĞLIYOR
Ahmet Miroğlu
Muaz b. Cebel r.a. rivayet ediyor: Allah Rasulü s.a.v. söyle buyurdu:
“Ey Muaz, Allah benden sonra Aris’ten Fırat’a kadar Sam bölgesini size nasib edecek. Oranın erkekleri, kadınları ve dulları kıyamete kadar sınır bekçisidirler (murabit). Herhangi biriniz Sam sahillerinden birini yahut Beyt-i Makdis’i (Kudüs) seçerse kıyamete dek cihad halindedir.”
EY KILIÇTAN DAHA ZALİM MERHAMET!
Hicretin 14. yılı. Yani miladî 636. Peygamber Efendimiz s.a.v.’in dünyasını değistirmesinin üstünden koskoca dört yıl geçmis. Hz. Ebu Bekir r.a.’ın vefatından sonra ise iki yıl... Hz. Ömer r.a. hilafete geleli de henüz iki yıl olmuş. islâm orduları, Suriye, ırak, Filistin ve Mısır cephesinde Hz. Muaviye’nin abisi Yezid b. Ebu Süfyan, aşere-i mübeşşereden Ebu Ubeyde b. Cerrah ve Allah’ın kılıcı Halid b. Velid r.a. komutasında zaferden zafere koşuyor. Hilafet merkezi nurlu Medine’ye neredeyse her gün yeni bir zafer ve fetih haberi ulaşıyor. Fethedilen topraklarda halk islâm kahramanlarını birer kurtarıcı olarak karşılıyor. Çünkü yıllardır Bizanslı valilerin doymak bilmez iştahlarını doyurmağa çalışmaktan bezmiş, günden güne artan ve her gün bir yenisi yürürlüğe konan vergilerden yılmış, bin türlü yokluk ve yoksulluk içinde uğradığı haksızlıkların, zulümlerin sona ermesini beklemektedir. Ve beklenen ilâhi yardım gelmiştir. Halk, isterse gelenlerin dinine giriyor ve derhal onlarla eşit haklara sahip oluyor. isterse kendi dininde kalıyor. Fatihler, halka insan muamelesi yapıyorlar. Asla zulmetmiyor, ezmiyor, zerre kadar haksızlık yapmıyorlar. Canları, malları, haysiyetleri, şeref ve namusları güvence altına alınıyor. Her şey kurallara bağlı. Hiçbir şey rastgele değil. Yıllar sonra bir hırıstıyan rahip-bilim adamı bu durumu şöyle değerlendirecektir: “Ey kılıçtan daha zalim merhamet!..” Rahip, kendi bakış açısından haklıdır. Gerçekten müslümanların adaleti, şefkat ve merhameti, fethedilen topraklardaki ahalinin islâm’a girmesi gibi bir tabii sonuç vermiştir. Rahip, islâm’ın merhametine hayıflanmasın da ne yapsin?!
KUDÜS YOLUNDA İKİ GARİP YOLCU
İki yolcu... Sadece bir binitleri var. Binite sırayla binmek üzere anlaşmışlar. Bir beriki binecek, bir öteki. Hayvanın hakkını da unutmamışlar. Nöbetleşe bindikten sonra hayvanı bir biniş süresi boş yürütecekler. Çünkü onun da dinlenmeye hakkı var. Allah’ın selamı her birinin üzerine olsun, ibrahim, ismail, ishak, Yakup ve Yusuf... Davud, Süleyman, Musa, Harun, isa ve elbette Muhammed Mustafa... ve kim bilir adını bildiğimiz, bilmediğimiz daha nice peygamberin gelip geçtiği, hatta defnedildiği Filistin topraklarında ilya’ya, yani Kudüs’e doğru ilerliyorlar.
Konuşmalardan anlaşıldığı kadarıyla bu iki yolcudan biri efendi, diğeri köle... Fakat efendinin efendiliği, ona kölenin insanlığını, hayvanın hakkını unutturmuyor. Nihayet şehre hakim yüksek bir tepeye ulaşıyorlar. Efendi binekte, köle yürüyor. Efendi, nöbet sırasının bittiğini belirtmek için tekbir getiriyor. Tepe, hemen o gün, orada el-Cebelü’l-Mükebber (Tekbir Dağı) adını alıyor ve hâlâ bu adla anılmakta. Binme sırası kölede... itiraz ediyor. “Efendim...” diyor, “ne sen in, ne de ben bineyim. Bir şehre girmek üzereyiz. Orada besili, eğerli atlar, altınla süslenmiş arabalar var. Şehre ben binekte, sense benim bindiğim hayvanın yularını tutmuş vaziyette girecek olursak bizi alaya alır, küçümserler. Bu da zaferimize gölge düşürür.” Efendi ısrarlı. “Ama sıra senin...” diyor; “sıra benim olsaydı inmezdim. Sıra seninse senindir. Ben inmeliyim, sen binmelisin.” Köle çaresiz... Hayvana biniyor. Efendisi hayvanın yularından tutuyor. Şehre böyle giriyorlar.
ZULMÜN HAKİMİYETİ BİR ANDIR, ADALETİNKİ KIYAMETE KADAR
Hırıstiyan halk, şehirlerini teslim almaya gelen devlet başkanını karşılamak üzere şam Kapısı’nda toplanmış. Başlarında Patrik Sophronius... Halk, köleyi hayvanın üstünde görünce saygılarını sunmak üzere önünde secdeye kapanıyor. Köle, elindeki asa ile onlara dürtüyor “Yazıklar olsun size...” diye haykırıyor, “kaldırın başınızı. Allah’tan başkasına secde edilmez.” Ve halka haber veriyor ki, kendisi köledir, devlet başkanı yuları tutan kimsedir... Patrik Sophronius bir köşeye çekilip ağlamaya başlıyor. Misafir devlet başkanı üzülüyor. Gönlünü almak, teselli etmek için patriğin yanına gidiyor. “Üzülme. Değmez. Dünya böyledir. Bir güldürür, bir ağlatır.” diyor. Sophronius “Saltanatı kaybettiğim için mi ağladığımı zannediyorsun? Tanrı’ya and olsun ki bunun için ağlamıyorum. Sırf sizin hakimiyetinizin sonsuza dek kesintisiz devam edeceğini anladığım için ağlıyorum. Zira zulmün hakimiyeti bir andır. Adaletin hakimiyeti ise kıyamete kadardır. Ben sizi fethedip geçen, sonra yıllar içinde kaybolup giden bir yönetim zannetmiştim.” diye cevap veriyor. Burada kendisinden efendi olarak söz edilen şahıs, müminlerin emiri, müslümanların ikinci halifesi Hz. Ömer r.a.’dan başkası değildir.
Ebu Ubeyde b. el-Cerrah r.a. komutasındaki islâm orduları Kudüs’ü kuşatmış, şehrin düşeceğini anlayan patrik bir şartla teslim olabileceklerini belirtmişti. islâm ordularının daha önce fethettikleri yerlerdeki halka verdiği eman üzere teslim olacaklardı. Fakat bu işlemi bizzat emirleriyle gerçekleştirmek istiyorlardı. Ebu Ubeyde r.a., “Emir benim. Buyurun şartları görüşelim.” demişti. Sophronius “Hayır ordu komutanına değil, şehri bizzat devlet başkanınıza teslim edebilirim.” diye ısrar etmişti. Bunu haber alan Hz. Ömer r.a., Medine’de yerine Hz. Ali r.a.’i vekil bırakıp yola çıkmıştı. iste şimdi Kudüs’teydi.
Hz. Ömer r.a., patriği teselli ettikten sonra “Ey Ilyalılar, lehimize olan lehinize, aleyhimize olan aleyhinizedir...” diye başlayan bir konuşma yaptı. Sonra Sophronius, Hz. Ömer r.a.’ı Kıyame Kilisesi’ne davet etti. Kiliseyi gezerlerken namaz vakti girdi. Hz. Ömer r.a., patriğe “nerede namaz kılayım?” diye sordu. Rahip, “olduğun yerde.” dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer r.a.: “Ömer, Kıyame Kilisesi’nde namaz kılmaz. Sonra pesimden gelecek müslümanlar, Ömer namaz kıldı diyerek burada mescit inşa ederler.” diye karşı çıktı. Bir taş atımı uzaklaştı ve abasını yere sererek namaz kıldı. Hakikaten daha sonra müslümanlar onun namaz kıldığı yere bir mescid inşa ettiler. Bu mescid o günden beri hâlâ ayaktadır ve Mescid-i Ömer adıyla anılmaktadır.
Hz. Ömer r.a. namazını kıldıktan sonra Patrik Sophronius’tan kendisine Mescid-i Aksa’nın yerini göstermesini istedi. Mescid’in çöplük haline getirildiğini gören Hz. Ömer r.a., abasını yere serip çöpleri doldurmaya ve götürüp uzaklara dökmeye başladı. Bunu gören müslümanlar da onun gibi yaparak mescidin yerini temizleyip üzerine bir mescit inşa ettiler.
Bu olayı tarihçilerimiz (Taberî, Yakubî, Belazurî, ibnü’l-Esir) yaklaşık böyle anlatırlar. Ama biz 1948 Arap-Israil Savaşı komutanlarından, Askeri Komiser Abdullah et-Tell’in Kudüs’te bir Hiristiyan mabedinde bulduğu eski ve önemli bir Yunanca tarihi yazmadan aktarmayı tercih ettik.
-
Cevap: islam tarihi
Bizans ordusunun Müslüman olan komutanı George
Hz. Peygamber s.a.s'in vefatından sonra, islam Devleti'nin idâresini Hz.Ebû Bekir r.a. yüklendi.
Hz. Peygamber s.a.s'in vefatıyla beraber, islam'ın gerçeklerini anlayamamış olan bir takım Müslümanlar, irtidât ettiler; yâni islam esaslarına inanmadıklarını ilân ettiler. islâm'da mürtedin, yâni dinden çıkanın cezası ölüm olduğundan, Halife Hz.Ebû Bekir r.a., bu insanların üzerine ordular göndererek, onlara gereken cezayı verdi.
Bu arada bir takım Müslümanlar da şöyle dediler:
"Biz islam'in dört şartını kabul ediyoruz: Kelime-i şehâde-ti söyleriz, namaz kılarız, oruç tutarız, hacca gideriz; fakat ze-kât vermeyiz".
İslam'ın dört şartını yerine getirip, sadece bir tek şartını ifâ etmeyeceklerini söyleyen bu Müslümanlar üzerine de, Hz.Ebû Bekir r.a. cihâd ilân etti. Bu, son derece mühim bir karardı: Müslümanlara cihâd ilân etmek!
Hz.Ömer r.a.; o sertliğiyle, şiddetiyle ün salmış olan insan, gelmiş Hz.Ebû Bekir r.a.'a yalvarıyor ve ona şöyle diyor:
"Sen, Resûlullah s.a.s'in, "Ben insanlar lâ ilâhe illallah Muhammedun Resûlullah' deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum. Kim bunu derse malı ve canı emniyette olur, hukuku ve hesabı Allah'a kalır" dediğini duyduğun halde, nasıl Müslümanlara, "zekât vermiyorlar" diye savaş açarsın" (1). Hz.Ebû Bekir r.a. söyle cevap verdi:
"Vallahi, namaz'la zekâtın arasını açanlarla savaşacağım; çünkü zekât malın hakkıdır". Daha sonra Hz.Ömer r.a. şöyle demiştir:
"Vallahi, Allah'ın, Ebu Bekir'in göğsünü ferahlattığını gördüm ve anladım ki, o haklıdır" (2)
Hz.Ebû Bekir r.a., bu kararı aldıktan sonra, Halid b. Velid'i, islam'ın beş şartından herhangi birisini terkedenlerle savaşmaya gönderdi (3). Yâni Hz.Ebû Bekir r.a. islamın beş şartından bir tanesini dahi terk edeni Müslüman saymıyor ve onlara cihâd ilân ediyor. "İslam bir bütündür" diyor; bir kısmı terkedilince, o İslam'dan başka bir şey olur diye kabul ediyor ve islâm'i bu şekilde anlayanlara savaş açıyor.
Halid b. Velid, Esed oğulları ve Gatafân'dan bu gibi insanlarla savaşıp büyük bir kısmını öldürdü; geriye kalanlar da, ya esir oldular veya islam'ın beş şartına harfiyyen uyacaklanm söyleyerek Müslüman oldular. Ve anladılar ki, bu işin şakası yok! Halîfe, islam'ın bir tek şartını terkedeni öldürüyor!..
Halid b. Velid, Medine'ye geri döndükten sonra, Halife Hz.Ebû Bekir r.a. onu ordusuyla beraber kuzey cephesinde bulunan Bizans üzerine gönderdi.
Bizans üzerine sefer
Hz.Peygamber s.a.s., islam'm payidar olması ve insanlığın kurtulmasi için, milâdi 7. yüzyılın iki emperyalist süper gücü olan Bizans ve iran imparatorlukların çökmesi gerektiğine işaret etmiş ve daha hayatta iken, buralara savaş açmıştır. Bizans ve iran: Bugünün Rusya ve Amerika'sı, Avrupa'sı ve Çin'i...
Bizans köyleri, kasabaları, şehirleri, teker teker islâm Devleti'nin egemenliğine giriyor: Halid b. Velid'in elinde teslim oluyorlardı... Resulullah s.a.s'in duası gerçekleşmiş, Halid Allah'ın kılıcı (Seyfullah) olmuştu... Koca Bizans kaleleri, âdeta onun kılıcıyla yerle bir oluyordu. Bunlar hikâye de değildi... Nitekim iki süper devletten Bizans, her gün biraz daha küçülüyor, topraklarını, vatandaşlarını islam adaletine, yâni Allah'ın kanunlarına terkediyordu.
Bu şekilde, tek gayeleri Allah'ın kanunlarını her tarafa hakim kılmaya matuf olan (4) islam ordusu, bugünkü Ürdün sınırları içerisinde bulunan ve o zamanlar Bizans'ın elinde bulunan Yermuk'a varmıştı.
İslam ordusunda, 100'ü Bedir savaşına iştirak etmiş olan (Bedrî) bin kadar sahabî vardi (5).
İki ordu karşılaşıyor
İslam ordusuyla kâfir ordusu karşı karşıya gelmişlerdi. Her iki tarafın ordu komutanları, ordularının savaş düzenine sokuyor, son taktiklerini veriyorlardı.
Her iki ordu bu şekilde karşı karşıya gelince, Bizans ordu komutanı George ordusunun saflarından ayrılarak, her iki ordu arasında durdu ve islam ordu komutanı Halid'i istedi. Halid, yerine Ebû Ubeyde Ibnu'l-Cerrâh'ı bırakarak, atını George'ye doğru sürdü. Her iki komutan birbirlerine o kadar yaklaştılar kı, atlarının boyunları birbirine değiyordu (6).
İki davanın, ideolojinin, dünya görüşünün temsilcileri karşı karşıya gelmişlerdi: Bir yanda islam, öbür yanda Şirk ve Küfr!..
Her iki komutan birbirlerine aman verip konuşmaya başladılar. George şöyle dedi:
- Yâ Halid, bana doğruyu söyle ve yalan söyleme! Çünkü hür olan yalan söylemez. Bana oyun oynamaya da kalkma, çünkü asîl olanlar, Allah rızası için konuşmak isteyene oyun yapmazlar.
Allah'ın sizin Peygamber'e gökten bir kılıç indirdiği ve Peygamber'in de onu sana verdiği, ve o kılıcı üzerlerine çekip savaştığın her kavmi mağlub ettiğin dogru mu? Halid:
- Hayır! dedi. George tekrar sordu:
- O halde, niçin Seyfullah (Allah'ın kılıcı) diye adlandırıldın? Halid şu cevabı verdi:
- Allahu teala bize Peygamberini gönderdi. O bizi islam'a davet etti. Biz ise, ondan nefret edip, ondan uzaklaştık. Sonra bir kısmımız ona inanıp, tabi oldu, bir kısmımız da onu yalanlayıp uzaklaştı. Ben, onu yalanlayıp, ondan uzaklaşan ve onunla savaşanlar arasındaydım. Daha sonra Allah kalplerimize hidayet verdi ve ona inandık. O zaman bana, "Sen, Allah'a başka güçleri ortak koşanlar yâni O'na inandıklarını söyledikleri halde O'nun kanunlarına değil, kendi yaptıkları kanunlara tabi olanlar üzerine çekilmiş olan Allah kılıçlarından bir kılıçsın!" dedi ve muvaffak olmam için dua etti. Böylece bana "Seyfullah" dendi. Ve ben, Allah'ın yanında başka güçler tanıyan, onlara tabi olanlara karşı en şiddetli savaşan Müslümanlardan biriyim. George:
- Doğru söylüyorsun, dedi ve devam etti:
- Yâ Halid, beni neye davet ediyorsun? Halid şöyle dedi:
- Allah dısında, itaat edilecek hiç bir ilâh, yani güç, yâni put, yâni makam, yâni kişi tanımadığına; Muhammedin, O'nun hem kulu, hem de Peygamberi olduğuna inanmak ve bunu herkese karşı açıkca ilân edip şehâdet etmek; Peygamber vasıtasıyla Allah'tan gelen kanunları ikrar edip uymak! George şöyle sordu:
- Peki bu dediklerini kabul etmeyenlere ne yaparsınız? Halid şu cevabı verdi:
- Teslim olurlarsa, onlardan cizye alır, inançlarına karışmayız ve islam Devletine tabi olurlar. George devam etti:
- Cizye vermezlerse? Halid şöyle dedi:
- Onlara savaş açacağımızı söyler ve onlarla savaşırız! George tekrar sordu:
- Bugün dininizi kabul edip size katılanların Allah katında mevkisi ne olur? Halid şu cevabı verdi:
- Allah'ın bize farz kıldığı gibi, mevkisi bizimkiyle aynı olur. Güçlü olanımız, zayıf olanımız; önce Müslüman olanımız; sonra Müslüman olanımız, hepimizin mevkisi birdir. George yine sordu:
- Yâ Halid, bugün sizin dininize girenin sevabı ile sizinki aynıdır, demek mi istiyorsun? Halid:
- Evet, hatta bizden de üstündür! George:
- Nasıl sizinle bir olur ki, siz ondan önce Müslüman oldunuz? Halid:
-Biz bu dine girip, Peygamberimiz s.a.s.'e biat ettiğimizde, o aramızda yaşıyordu. Ona Allah'tan haberler geliyor, o da bize tebliğ ediyordu. Bize öyle deliller gösteriyordu ki, bizim gördüklerimizi görenlerin, duyduklanmızı duyanların Müslüman olup, biat etmeleri tabii bir şeydi. Size gelince; siz bizim gördüklerimizi görmediniz, duyduklanmızı duymadınız ve onda müsahe de ettiğimiz harikalara şahit olmadınız. Onun için, aranızdan, kim samimi bir niyet ve ihlâsla dinimize girse, o bizden üstün olur! George şöyle dedi:
- Billâhi bana doğru söyledin, yalan söylemedin ve beni kendi fikrine çekmek için bir şey söylemedin. Halid:
- Billâhi sana doğru söyledim. Benim, ne senden ve ne de sizden olan hiçbir kimseden korkum yok! Sana söylediklerimin doğru olduğuna da Allah kefildir.
Bizans komutanı Müslüman oldu
Bunun üzerine George,, "doğru söyledin" dedikten sonra, kalkanını ters çevirdi ve Halid'e yaklaşarak, "bana islam'i öğret" dedi.
Halid, George'yi karargâhına götürerek, üzerine bir tulum su döküp guslettirdi. Daha sonra da iki rekât namaz kıldı.
George'nin Müslümanlar tarafına geçmesini hücum sanan Bizans askerleri saldırıya geçti ve savaş başladı.
George Müslüman olmuş, Halid'in yanında, biraz önce komutanı olduğu Bizans ordusuna karşı savaşıyordu. Savaş akşama kadar sürdü ve islam ordusunun zaferiyle son buldu (7).
Savaş meydanında binlerce ölü ve şehit... Müslüman şehitleri ve kâfir ölüleri... Bir değillerdi tabii. Şehitler Allah için; ölüler ise Allah düşmanı, yâni islam nizamına düşmanlar için savaşmıştı. Aynı kefeye konamazdı bunlar! Kâfir ölüsüne nasil şehit, Müslümanla savaşan kâfire nasil gazi denir? Müslüman şehitle, kâfir ölü, Müslüman gazi ile, savaştan sağ kurtulan kâfir askeri aynı ise, niçin savaşıyorlar bunlar?.. dertleri ne bunların?
Elbette ki biri Müslüman, diğeri kâfir; Biri şehit, diğeri ölü; biri gazi diğeri kâfir firarisidir; "Müsrikler hoşlanmasalar da".
Allah'ın, birbirinin zıddı olarak gösterdiği şehitle kâfir ölüsünü, hangi insan hangi hakla bir tutabilir?
Farklı bir şehid
Müslüman şehitleri arasında, bir tanesi vardı ki, farklıydı öbürlerinden. Peygamber'i görmemiş, Kur'an-ı duymamıştı o...
Zekât nedir bilmiyor, Hac 'dan habersizdi o... Ayet okumamış, oruç tutmamıştı o...
Bu farkli şehidin adı George idi. Halid'e bakarak kıldıgı iki rekat namazdan başka namaz kılmadı. Adını bile Müslüman adına çevirmeye fırsatı olmadı. Bir tek şey bildi George: Kendini Allah davasına fedâ etmek...
Buram buram şehadet kokuyordu George. Cennet görevlileri onu cennette ağırlamak için yarışıyorlardı âdetâ...
Allah'ın kılıcı Halid, Müslüman oluşu henüz bir günü doldurmamış olan bu şehide gıpta ile bakıyor, Allah'ın hikmet ve kudreti karşısında, sevinç ve şükür gözyaşları döküyordu.
George, "kâlü belâ"dan beri, Allah davası için şehid olmuş, en güzel insanlar arasına giriyordu... Ne mutlu ona ve onun gibi olanlara!..
Dipnotlar:
(1) Suyûti Tarihul-Hulefa, Misir, 1964, s. 74-75
(2) Ay. es. s.75.
(3) Ay. yer.
(4) Bk. Kuran-i Kerim. Bakara sûresi, 193
(5) Taberi Tarihul-Umemi ve'l-Mulûk, Beyrut, 1962, III. 397
(6) Taberi, a.g.e III. 398.
(7) Savasin ayrintilari için bk. Taberi a.g.e III. 398-401
Kaynak: Prof. Ihsan Süreyya Sirma, Tarih suuru, Seha yayinlari
-
Cevap: islam tarihi
Hz. Ömer (r.a.)'ın Askerî Siyaseti
Hz. Ömer (r.a.)’ın devlet başkanlığı ve bu devlet baskanlığı sırasında gerek Müslüman, gerekse gayri müslim olan reayasına uyguladığı adalet, tarihin örnek sahifelerinden birini teşkil etmiştir.
Bütün insanların baş düşmanı olan şeytan, sadece taviz vermeyen Müslümana yaklaşamaz ve ondan çekinir. Şeytanın, bu tavizsiz Müslümanlardan Hz. Ömer'e karşı olan tutumunu, Resulullah (s.a.s.). şöyle anlatıyor:
"Gökte Ömer'e saygı duymayan bir melek ve yerde ondan korkmayan bir şeytan yoktur" (1).
Hz. Ebu Bekir (r.a.), ölmeden önce, onu yerine Halife, yâni Devlet Başkanı olarak seçti.
Hz. Ömer (r.a.), İslâm'ın Devlet Başkanı olunca, devletinin, gerek iç, gerekse dış siyasetinde, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in ve Hz. Ebu Bekir (r.a.)’ın izini takibetti. Askerî cihadı, yani îslâm'in şavasla olan tebliğini de, onların bıraktığı yerden devam ettirdi.
Bilindiği gibi, Hz. Peygamber (s.a.s.), daha islâmî tebliğin Mekke dönemindeyken, Müslümanlara şu hedefi gösteriyordu:
"Lâ ilâhe illallah deyin, iran ve Bizans'ın sarayları sizin olacak!" (2).
Yani, Allah dışındaki güçlere, iktidarlara karşı çıkarak islâm'ı kabul edin, insanlığı sömürmekte olan iran ve Bizans devletleri yıkılacaktır!...
Hz. Peygamber (s.a.s.)., İslâmı tebliğin Medine döneminde, bu iki süper devletten Bizans'ın sınırlarını zorlamış, Tebuk seferiyle (3), islâm Devletinin sınırlarını bugünkü Ürdün topraklarına kadar vardırarak, islâm kanunlarının oralarda da hükümfermâ olmasını sağlamıştır.
Hz. Peygamber (s.a.s.)’ın vefâtından sonra, onun cihâdını Hz. Ebu Bekir (r.a.) sürdürdü ve ırak'ın güneyine kadar olan Bizans topraklarının tamamı fethedildi. Hz. Ebu Bekir (r.a.) vefat ettiğinde, Halid b. Velid komutasındakı orduları, Fihl ve Sam kalelerini zorluyor, insanları islâm'a davet ediyorlardı.
Ordunun sultalaşmaması için Hz. Ömer (r.a.), islâm Devlet Başkanı olur olmaz, bazı mülahazalarla, islâm orduları Başkomutanı olan Halid b. Velid'i değiştirerek, yerine Ebu Ubeyde b. Cerrah'ı tayin etti.
Hz. Ömer'in, Halid b. Velid'i görevden alması, bazı dedikodulara sebep olduysa da, Devlet Başkanı Hz. Ömer, bu kararından vazgeçmedi ve bu kararında gayet haklıydı.
Hz. Ömer (r.a.), Halid b. Velid'in üstüste kazandığı zaferlerden dolayı, esas görevi devlete hizmet olan ordunun, şımararak sultalaşmasını istemiyordu. Zira böyle bir durumda, islâm'm tatbikatı için varolan devletin, ordunun emrine girme ihtimali belirebilirdi ki bu, islâm Devletinin bekası noktai nazarından fevkalade tehlikeli bir husustu. Başka bir deyişle Hz. Ömer (r.a.), islâm kanunlarının harfiyyen ve de tavizsiz uygulanması için mevcut olan devlet otoritesinin kaybolarak, yerine Ordu Başkomutanının, hattâ Devlet Başkanının şahsî despotizminin yeralmasını istemiyordu. Yoksa, onun Halid b. Velid'i görevden alması, şahsî bir meseleden, ya da Halid'in herhangi bir yolsuzluğundan kaynaklanmıyordu. Nitekim, komutanlıktan azlinin sebebini öğrenmek için başkent Medine'ye giden Halid'e, Hz. Ömer (r.a.), "Yâ Halid, sen benim yanımda çok değerlisin ve seni çok severim'‘ dedikten sonra, Devletin bütün valilerine şu tamimi gönderdi:
"Ben, Halid'i bir öfkesinden, ya da ihanetinden dolayı azletmedim. Fakat insanlar onu o kadar büyüttüler ki, Allah'ı bırakıp ona tevekkül edeceklerinden korktum. Ben onlara, bütün bu başarıların Allah'tan geldiğini bilmelerini istediğim için böyle hareket ettim" (4).
Devlet başkanı Hz. Ömer'in bu hassasiyetini gören Halid b. Velid, Medine'de kalabilme imkânının olmasına rağmen, ordusuna dönerek, Ebu Ubeyde b. Cerrah'ın maiyetinde cihada devam etti.
"Dünya seni de helâk etmesin"
Hz. Ömer (r.a.), ordu komutanlarının azlinde gösterdiği titizliği, onların tayininde de gösteriyordu. Nitekim Halid'in yerine tayin ettiği yeni komutan Ebu Ubeyde b. Cerrah'a da söyle yazıyordu:
"Ben sana, tek kalıcı şey olan Allah'ın takvasını tavsiye ediyorum ki, ondan başka hiçbir şeyin değeri yoktur. O Allah ki, bizi dalâletten hidâyete, karanlıklardan aydınlığa çıkardı. Seni Halid b. Velid'in ordusuna komutan tayin ettim. Onların hakkı ne ise, ona göre davran! "Ganimet alacagım" düşüncesiyle, Müslümanlan helâke götürme! Araziyi iyice kesfetmeden onlan oraya sevketme! Muhafızsız birlikler gönderme! Müslümanları felâketlere götürmemen için seni uyarıyorum. Allah seni benimle, beni de seninle imtihan edecek. Gözünü ve kalbini dünyadan çevir, dünyaya dalma! Dikkat et ki bu dünya, senden evvelkileri oldugu gibi, seni de helâk etmesin..." (5).
Hz. Ömer (r.a.)’n, normal vatandaşa olduğu kadar, komutan ve askerlerine karşı da bu kadar hassas olmasının tek sebebi, onların hak hukukları hakkında Allah'a vereceği hesabın kendisine yüklemiş olduğu ağır mesuliyetti. Nitekim o, sürekli olarak kendi kendisini muhasebe etmekle meşguldü. Günümüz sosyolog, psikolog ve felsefecilerinin efkârı umumiyyeye empoze etmeye çalışıp, bir türlü ne kendi nefîslerinde, ne de toplumun hiçbir kesiminde uygulayamadıkları meşhur otokritik müessesesi, Müslümanlar tarafından bu şekilde gerçeklestirilmiştir. Bunun başka yolu da yoktur. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.). şöyle buyuruyor:
"Hikmetin başı, Allah korkusudur" Baska deyisle, insanlığın ölçüsü, Allah'a ve O'nun kanunlarına olan bağlılıktadır.
Hz. Ömer (r.a.), özel olarak görevlendirdiği postacılar vasıtasıyla, günü gününe ordusundan haber alıyor, âdeta onların yanında savaşıyormuş gibi, ordusunu sevk ve idare ediyordu. Nitekim komutanlarına göndermiş olduğu emirlerde, hergün durumlanın bildirir mektuplar yazmalarını, bu mektuplan postayla Medine'ye göndererek, Devlet merkezini olup bitenden haberdar etmelerini istemiştir (6).
"Hz. Peygamber'in dayısı olman seni yanıltmasın!'
İslâm orduları, Suriye fethinde Bizans ordularıyla çarpışmaya devam ederken; Hz. Ömer (r.a.), iran cephesindeki cihadı da hızlandırdı.
Hz. Ömer (r.a.), iran'ın fethi için, islâm uğruna ilk defa kan döken (7) ve Hz. Peygamber (s.a.s.)’n cennetle müjdelediği on kişiden biri olan Sa'd b. Ebi Vakkas’ı görevlendirdi.
cephesi Başkomutanlığına tayin edilen Sa'd b. Ebi Vakkas’a da, Devlet Başkanı Hz. Ömer şöyle tavsiye ediyordu:
‘‘Ey Sa’d, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in dayısı ve onun sahabısı olman seni yanıltıp Allah'tan uzaklaştırmasın! Allah, kötülüğü kötülükle değil, iyilikle yok eder. Allah ve insanlar arasında, O’na itaatte başka hiç kimse yoktur. Allah katında bütün insanlar eşittir. Allah onların Rabbi, onlar da O'nun kullarıdırlar. Onlara verilen hayat için, O'nu zikrederek, O'nun kanunlarına tabi olarak, O'na hamdederler. Resulullah (s.a.s.)’den gördüğün gibi hareket et!.." (8.
Hz. Ömer (r.a.), bu tavsiyesiyle, gayelerinin insanlara kötülük yapıp onları öldürmek olmadığını, bilakis, Allah davasını insanlara tebliğ ederek, onları Allah'ın kanunları altında birleştirmek olduğunu vurgulamak istiyordu.
Hz. Ömer (r.a.)’dan son emirleri aldıktan sonra, Sa'd b. Ebi Vakkas iran üzerine yürüdü.
Sa'd'ın komutasında birleşen islâm orduları, kazandıkları Kadisiyye savaşından sonra iran'ı tamamen fethedecekler ve Hz. Ömer (r.a.) vefât etmeden önce iran Müslüman olacaktır.
Hz. Ömer (r.a.), Kadisiyye öncesi, komutanı Sa'd'a gönderdiği mektupta, sadece ona dinî vaazlarda bulunmuyor, en ince teferruatına kadar askerî talimatlarını bildiriyordu. Mektubunun bir bölümünde söyle diyordu Hz. Ömer:
"Durumunuzu aralıksız olarak ve bütün tafsilatıyla bana yaz. Nasil hareket ettiğinizi; sizin düşmana, düşmanın da size olan nisbet ve harekât tarzını öyle yaz ki, mektuplarından âdeta savaşı izleyeyim..!' (9).
Bu talimatlardan sonra, islâm askerinin parolasını bile veriyordu. Hz. Ömer; "Savaş baslayıp, bitene kadar herkes ‘Lâ ve lâ kuvvete illâ billâh' diyecek!.." Müslüman askerinin kolu kılıç sallayarak, dili de Allah'ı zikrederek Rablerine kulluk edecekler. Başka deyişle, biri diğersiz olmaz.
Kadisiyye savaşı arefesinde, iran ordu komutanıyla görüşen ve her savaş öncesi olduğu gibi düşmanı islâm'a davet eden Müslüman elçi, Müslümanların gayesini iranlılara şöyle anlatıyordu:
"Bizim arzumuz dünya değil. Bizim arzu ve isteğimiz Ahirettir. Allah bize bir Peygamber göndererek ona şöyle dedi: Ben su taifeyi, benim kanunlarımla amel etmiyenlere musallet ettim. Bunlar vasitasiyle, benim kanunlarıma karşı gelenlerden intikam alacağım. Bu tâife (yani Müslümanlar), benim kanunlarıma bağlı oldukları sürece onları galib kılarım. Bu hak dindir. Ondan yüz çeviren hiç kimse yoktur ki zillete, ona bağlanan hiç kimse yoktur ki izzete kavuşmasın."
"Bu dinin esası, Allah'ın birliğine ve Muhammed (s.a.s.)’in Onun Peygamberi olduğuna inanıp şehâdet etmek ve Allah katından gelen her şeyi noksansız ikrar etmektir."
"Dinimizin gayesi, insanları kulluktan kurtarıp, onları Allah'a kul etmektir" (10).
Değerlendirme
1. Hz. Ömer (r.a.)’in da siretiyle göstermiş olduğu gibi, islâm inancına göre esas olan, ne devlettir, ne ordu ve ne de Ordu komutanları; değişmez esas olan, islâm'in tavizsiz ve noksansız tatbikatıdır. Onun için Hz. Ömer, çok sevdiği ve gerçekten hayatını islâm'a adamış olan Halid b. Velid’i, yukarıda belirttiğimiz gibi, islâm yararına görevinden alıyor. Kısacası, Hz. Ömer, kim olursa olsun, insanların putlaşmasını istemiyor.
2. Hz. Ömer, komutanlarını, kendi şahsî kaprisleri değil, islâm'ın emirleri dahilinde hareket etmeleri hususunda uyarıyor. Yani islâm'a göre, "her seyi ben bilirim, herkes benim emrimde olacak, emir komutayı ben veririm, kimse bana karışamaz" gibi keyfî davranışlar yasaktır. İslâm neyi gerektiriyorsa o yapılır.
3. Hz. Ömer (r.a.) en küçük rütbeli askerine kadar her tebaasini düşünüyor, onlara en ufak bir hakaretin, haksızlığın yapılmasına müsaade etmiyor. İslâm’a aykırı davranışlarda bulunan olursa, isterse bu kişi vali, ya da komutan olsun kamçısıyla düzeltir ve de düzeltmiştir.
4. Ganimet almak için cihad yoktur. Cihad, Allah ahkâmını bildirmek içindir. İnsanları, insanlara kul olmaktan kurtarıp, onlan Allah'a kul yapma mücadelesidir cihad!...
5. Kılıcın yanında değil de, Allah'ı devamlı zikrederek kulluğunu ifâ edecek. Yani islâmî kulluk ki, biz buna ibadet diyoruz, bir bütündür. Namazı, oruçtan; cihadı, Hac'dan; Allah'ın hakkını, kul hakkından ayrı düşünmek, kulluğu dinamitlemek demektir.
Dipnotlar:
(1) Suyûtî, Tarihu'l Hulefa, el-Kahira 1964. s. 119.
(2) Bkz. Ihsan Süreyya Sirma Islamî Tebligin Mekke Dönemi ve Iskencesi, 6. Baski, s. 120.
(3) Bkz. A.g.e. s. 211 vd.
(4) Ibnu’l Esîr, el-Kâmilu fi't Târih, Beyrut 1965, S. 535.
(5) Ibn Kesîr, el-Bidaye ve'n Nihaya, Beyrut 1966, S. 19.
(6) Bkz. Taberî, Târihul Umemi ve'l Mutûk, Beyrut, 1962, S. 435.
(7) Bkz. Ibn Hisam, es-Sîretu'n Nebeviyya, el-Kahire, 1955, S. 263.
(8) Vakidî, Fütûhu's Sam, Misir, tarihsiz, I. 68.
(9) Ibn Kesîr, A.g.e. VII. 37.
(10) Ayni eser, VII. 39.
Kaynak: Prof. Ihsan Süreyya Sirma, Tarih suuru, Seha yayinlari, S. 191-196
-
Cevap: islam tarihi
Hz. Ali r.a.'ın hilafet hakkındakı görüşü
Hz.Peygamber (s.a.s.). vefat edince, Müslümanlar kendilerini idâre etmek üzere Hz.Ebû Bekir r.a'ı Devlet Başkanlığına getirdiler.
Bilindiği gibi, Hz.Peygamber (s.a.s.), iki görevi birden üstlenmişti: Birisi, Allah'tan gelen vahyi, yâni ilâhi emirleri insanlara tebliğ etmek; ikincisi, bu vahiy hükümlerine göre, başkanı bulunduğu devleti yönetmekti.
Onun vefatıyla sadece vahiy değil, Peygamberlik de son buldu. Artık Peygamber gelmiyecek, inanan insanlar, son peygamber vasıtasıyla gelen Kur'an'la ve bu son peygamber'in Sünnetiyle kendi yaşamlarına yön verecek, düzenlerini kuracaklardır. Başka deyişle, inanmak isteyen insanlar, yâni Müslümanlar, yaşantılarının her yönünü bu iki kaynağa göre tanzim edecekler, bu iki kaynağa ters düşen hayat kanunlarını tanımayacaklardır.
Bu iki kaynağın özü olan islâm'ı Allahu te'âlâ tek nizam kabul etmiş ve bunun dışında kalan sistemleri tanımayacağını şöyle ferman buyurmuştur:
"Kim islâm'dan başka bir din (top yekün bir hayât nizamı) ararsa ondan asla kabul olunmaz ve o, ahirette de en büyük zarara uğrayanlardandır" (1)
Hz.Peygamber (s.a.s.)ın vefatıyla, kanun değil, kanunun tatbikçisi olan Hz.Muhammed (s.a.s.). Müslümanlar arasından ayrılmıştır. Dolayısıyle, onun ölümünden sonra, Müslümanlar yeni kaynaklara değil; zaten mevcut olan kaynakları tatbik edecek bir insana, bir idâreciye muhtaçtılar. Yâni vakia, kanun boşluğu veya yokluğu değil, lider yokluğuydu; bu lideri bulmak lazımdı ki, bu ihtiyacı da, başlarına "Halife dediğimiz devlet başkanlarını getirerek giderdiler.
Halife seçimi
Hz.Peygamber (s.a.s.). kendi vefatından sonra, Müslümanları yönetmek üzere, sarahaten bir halife seçmek istemediğinden çünkü buna yeteri kadar vakti vardı, halife seçim işi Müslümanların insiyatiflerine bırakılmış; onlar da, Peygamber'lerinin vefatından sonra, kendilerini yönetmek üzere Hz.Ebû Bekir r.a'ı seçip biat' etmişlerdir.
Hz.Ebû Bekir r.a'a biat etmiş olmasına rağmen, daha sonraki senelerde, bazı grublar Hz.Ali r.a'ı ona karşı göstermek istemişler ve maalesef bu şekilde başlatılan ihtilâf asırlarca sürmüş, binlerce Müslümanın ölümüyle neticelenen savaşlara sebebiyet vermiştir. Halbuki bunlar, dava arkadaşı, cihâd ve siper ortaklarıydılar. Bunlar, hayatlarını Allah'a hizmette yarıştırmış olan insanlardı.
İşte, bu konuyu en güzel bir şekilde tahlil ettiğine inandığımız, Hz.Ali r.a'ın bir konusmasıyla açıklamak istiyoruz.
Hz.Osman r.a'ın şehid edilmesiyle başlayan ve islâm tarihinde "el fitnet'ül kübrâ" (en büyük fitne) diye adlandırılan hareketten sonra, halife seçilmiş olup, hilâfetini tanımayanlarla savaşmak üzere Basra'ya gitmiş olan Hz.Ali ra'a, ibnu'l Kevva' ve Kays b. ibâd Basra'ya gidişinin sebebini sorup söyle dediler:
Bu konuda Resulullah'ın bana bir ahdi yoktur
"Müslümanların karşı karşıya gelip birbirlerini öldürecekleri bu gelişin, Resulullah (s.a.s.)'in sana olan bir ahdi veya emriyle midir?" Hz.Ali r.a. şu cevabi verdi:
"Bu konuda Resulullah (s.a.s.)'in bana bir ahdi olup olmadığını soruyorsunuz. Bana verilmiş böyle bir ahid yoktur. Vallahi ona ilk inanan ben olduğum gibi, ona ilk defa yalan isnâd eden ben olmayacağım. Sayet bu konuda Resulullah (s.a.s.)'in bana bir ahdi olsaydı, Ebû Bekir ve Ömer'in onun minberine çıkmalarına müsaade etmezdim, elimle onlarla savaşırdım (Resulullah (s.a.s.)'in emri olduğu için. Fakat Resulullah (s.a.s.). ne öldürüldü, ne de aniden öldü. Hastalığı bir kaç gün ve gece devam etti. Müezzin ona namaz vaktini bildirmek içín geldiginde, O Müslümanlara namaz kıldırtmak için Ebû Bekir'e emrederdi. Kaldı ki, benim orada olduğumu da görüyordu. Hanimlarından birisi (2) Hz. Peygamber (s.a.s.)'e, bu görevi Ebû Bekir'den almasını söyleyince kızdı ve "siz kadinlar Hz. Yusufun başını derde sokanlarsınız, Ebû Bekir'i geçirin Müslümanlara namazı kıldırsın!" dedi. Allah, Peygamberinin ruhunu alınca, işimize baktık ve Resulullah (s.a.s.)'in dinimiz için lâyık gördüğünü dünyamız için seçtik. Namaz, islâm'in aslıdır; o dinin emri, dinin direğidir. Biz (bunun için) Ebû Bekir'e biat ettik ve o bu işin ehliydi. içimizden iki kisi dahi ona muhalefet etmedi. Ebû Bekir'e hakkmi edâ ettim ve ona itaat etmesini bildim. Onunla beraber askerleri için de cihad ettim. Bana verdiğini aldım, savaşa gönderince gittim; onun emriyle had cezalarını kendi kamçımla yerine getirdim. Ölünce, yerine Ömer geldi ve arkadaşının (yâni Ebû Bekir'in) yolunu takib etti, onun gibi hareket etti. Böylece Ömer'e biat ettik ve içimizden iki kişi dahi ona muhalefet etmedi. Hiç birimiz de başkasını ona tercih etmedik.
Ömer'e hakkım edâ ettim ve ona itaat etmesini bildim. Onunla beraber askerleri içinde cihad ettim. Bana verdiğini aldım, savaşa gönderince gittim; onun emriyle had cezalarını kendi kamçımla yerine getirdim. Ölünce Hz. Peygamber (s.a.s.)'e olan akrabalığımı, islâm'da önceliğimi ve selefiyyetimi ve bu işe liyâkatımı düşünerek bu konuda başkasının bana tercih edilmeyecegini sandım. Öldükten sonra, onun yüzünden halifenin bir günah işlememesi ve kendini mesuliyetten kurtarmak için Ömer hilâfeti çocuğuna yasakladı ve yeni halifeyi seçmek üzere altı kişilik bir heyet seçti ki ben onlardan biriyim. O isteseydi oğlunu seçebilirdi; yapmadı. Heyet toplanınca, kimsenin bana tercih edilmeyeceğini sandım. Abdurrahman b. Avf, kimi halife tayin ederse (3) ona kesinlikle itaat edileceğine dair bizden söz aldıktan sonra Osman b. Affan'ın elini tutarak, eline vurdu ve biat etti. Ben de işime baktım. Ona itaatim ise, biatımdan önce oldu. Böylece Osman'a biat ettik. Ona hakkını edâ ettim ve itaat etmesini bildim. Onunla beraber askerleri içinde cihâd ettim. Bana verdiğini aldım, savaşa gönderince gittim; onun emriyle had cezalarını kendi kamçımla yerine getirdim.
Vurulunca, kendi işime baktım. Resulullah (s.a.s.)'in iki halifesi gitmiş, birisi de vurulmuştu. Haremeyn'deki (Mekke ve Medine'deki) ve iki bölgedeki Müslümanlar bana biat ettiler. Bunun üzerine birisi ortaya atıldı ki, dengim değil; ne Resulullah (s.a.s.)'e olan akrabalığı benimki kadar yakın, ne ilmi benim ilmime denk ve ne de islâm'daki önceliği benimki gibi eskiydi. Dolayısıyle ben bu işe ondan (yâni Muaviye'den) daha lâyıktım!" (4)
Değerlendirme
1. Hz. Peygamber (s.a.s.)., hilâfet konusunda kesin bir tavır takınmamış, kimseyi halife seçmemiştir. Nitekim Hz. Ali'nin yukarıda buyurduğu gibi, o bu konuda bir emir vermiş olsaydı, onun emri kanun olduğundan, mutlaka yerine getirilirdi.
2. Namaz islâm'ın aslıdır. Asılsız, yâni temelsiz hiç bir şey düşünülemediği gibi, namazsız bir islâm tasavvur edilemez. Hz.
Ali r.a. bunu delil kabul ederek, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in namaz için seçtiği imâmı, yâni devlet başkanı olarak kabul ediyor.
3. Hz. Ali, kendinden önce biat ettiği halifelere kesin bir itaatla bağlıdır.
4. Hz. Ali, Hz. Muaviye'den de kendisine aynı şekilde itaat istiyor ve hilâfete kendisinin lâyık olduğunu söylüyor.
5. Asırlardır Müslümanlara kabul ettirilmeye çalışıldığı gibi, Hulefayi raşidin birbirine düşman değillerdir. Öyle olsaydı, yâni Hz. Ali, Hz. Ömer'i sevmeseydi ona kızı Ümmü Gülsüm'ü verir miydi? Allah'ın aslanı olan Hz. Ali'nin korkudan "takiyye" yapıp kızını Hz. Ömer verdiğini düşünmek en azından haksızlık olur.
6. O örnek halifelerin bir tek endişesi vardı: islâm'ın gereği gibi tatbiki!
Dipnotlar:
(1) Kur'ani Kerim, Ali imran suresi, 85
(2) Hz. Ebû Bekir'in kızı Hz. Aişe
(3) Abdurrahman b. Avf adaylıktan çekildiği için, ona halifeyi seçme yetkisini sura vermişti
(4) Suyûti, Tarihu'l-Hulefâ, el-Kahire, 1964, s. 177-178
Kaynak: Prof. ihsan Süreyya Sirma, Tarih suuru, Seha yayınları
-
Cevap: islam tarihi
CEMEL VAK'ASI
36/656 tarihinde dördüncü halife emirü'l-Müminin Hz. Ali ile Hz. Âişe taraftarları arasında Basra dolaylarında meydana gelen çatışma.
Üçüncü Raşid halife Hz. Osman (r.a.)'ın şehit edilmesinden sonra üç-beş gün anarşi hüküm sürdü. Hz. Osman'ı şehit eden âsiler ortama hâkimdiler. Bunlar bir an önce, Hz. Osman'ın yerine birini hilâfete getirmek istiyorlardı. Fakat kime müracaat ettilerse hep red cevabı aldılar. Hz. Ali de, kendisine geldikleri zaman onları huzurundan uzaklaştırmıştı. Âsiler hayrete düşmüşler, ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Devlet başkanı tayin olunmadan dönecek olurlarsa ihtilafin çok daha fazla alevleneceğini biliyorlardı. Bunun üzerine Medine ahalisini toplayarak, onlara bir halife seçmelerini, aksi takdirde Hz. Ali, Talha, Zübeyr ve daha başka kimseleri de öldüreceklerini söyleyerek, onlara bir gün mühlet verdiler. Bunun üzerine Medine halkı Hz. Ali'ye müracaat edip, ona bey'at etmek istediklerini bildirdiler. Hz. Ali, Muhâcirler'le Ensâr'ın bu teklifini reddetmek istediyse de devamlı ısrarlar karşısında bunu kabul etmek zorunda kaldı. Neticede Hz. Ali'ye bey'at edildi ve âsiler Hz. Talha ile Hz. Zübeyr'i de getirterek onların da Hz. Ali'ye bey'at etmelerini sağladılar. Bu sûretle, hicretin otuzbeşinci yılı yirmibir Zilhicce Pazartesi günü Hz. Ali'ye bey'at edildi.
Hz. Ali'ye bey'at edildikten sonra yapılacak ilk iş, Hz. Osman'ın katillerini bulmak ve bunların cezalarını vermekti. Bu hususta tahkikata başlanmıştı. Fakat katiller kesin olarak belirlenemediği için, ser'an cürüm sabit olamamıştı. Bu durum karşısında bir sey yapılamazdı. Hz. Talha ile Hz. Zübeyr, Hz. Ali'yi ziyaret ederek ondan katillerin yakalanmasını istemişlerdi. Hz. Ali, onlara durumu izah etmiş, fakat ikisi de ikna olmamışlardı. Ortam son derece karışıktı. Bu arada Numan b. Beşir, Hz. Osman'ın şehadeti esnasında giydiği gömlek ile o sırada zevcesi Nâile'nin doğranan parmaklarını alıp şam'a götürdü. Muaviye, bu kanlı gömleği ve kesik parmakları teşhir ederek, herkesin galeyanını kat kat artırmak maksadıyla mescide astı. Diğer taraftan Hz. Osman'ın katline sebep olanlar hâlâ Medine'de bulunuyorlardı. Bunların bir an evvel oradan uzaklaştırılması gerekiyordu.
Hz. Ali'nin karşı karşıya kaldığı zorluklar gerçekten çok büyüktü. Diğer taraftan Medine'de toplanan âsilerin mühim bir kısmı "Sebeiyye" fırkasına mensuptu. Bu islâm düşmanı grubun reisi olan Abdullah b. Sebe, islâm'ı içinden yıkmayı hedef alan bir Yahudi dönmesi idi. Bunun maksadı, islâmiyet'in saf, berrak, akıl ve kalbi tatmin eden akidelerini ifsat edip müslümanlığı çığırından çıkarmak müslümanları türlü türlü gruplara ayırarak birbirleriyle didişmeye ve boğuşmaya sevketmekti. Hz. Osman (r.a.) devrindeki karışıklık, bu müfsidin ifsatları için uygun bir zemin teskil etmişti. Hz. Ali'nin âsileri dağıtmak istemesi ibn Sebe taraftarlarının hoşuna gitmediği için bunlar Hz. Ali'nin emrine muhalefet etmişler, diğer Araplar da onlara uymuşlardı.
Bu karışık durum karşısında problemleri artıran ve buhranın vehâmetini doruğuna vardıran bir hareket daha başladı. Hz. Âişe, hac farizasını ifâ etmek üzere Medine'den Mekke'ye gitmiş, hac ibadetini ifâ ederek Medine'ye dönerken, Hz. Osman'ın şehit edildiği haberini almıştı. Bunun üzerine Medine'ye gidecegi yerde Mekke'ye geri döndü. Çünkü Medine'de facianin doğurdugu karışıklıklar, bocalamalar devam ediyordu. Mekkeliler, Hz. Âişe'ye durumu sordukları zaman, Hz. Âişe, Hz. Osman'ın mazlum olarak öldürüldüğünü, Medine'de fesat ocağının bütün ufku karartacak şekilde tüttüğünü, mazlum ve şehit Osman'ın kanının heder olmaması gerektiğini, katillerin mutlaka cezaya çarptırılmaları ve şer'i hüküm ve kısas emirlerinin uygulanmasiıın icap ettiğini söylemişti.
Hz. Talha ile Hz. Zübeyr de Mekke'ye gelmişler, Medine'deki durumu Hz. Âişe'ye anlatmışlardı. Bu olaylar Hz. Âişe'nin fikir ve kanaatini kuvvetlendirmiş, o da mazlum ve şehid Hz. Osman'ın intikamını almak için herkesi toplanmaya ve bir araya gelmeye çağırmıştı.
Hz. Ali, muhaliflerinin Mekke'deki hazırlıklarından haberdar olunca, onlardan evvel ırak'a varmak, ırak'a hâkim olmak, Beytû'l-Mal'ın muhalifler eline düşmesini engellemek istedi. Ensâr, Hz. Ali'nin Medine'den ayrılmasını uygun görmüyordu. Hz. Ali, muhâlifler kendisinden önce ırak'a girecek olurlarsa yeni yeni problemlerin ortaya çıkmasından endişe ettiğini, ırak'ın nüfuzca keşif ve beytü'l-mâl'ının zengin olmasından ötürü bir müddet orada bulunmanın daha iyi olacağını söylemişti.
Bundan sonra Hz. Ali yola çıkmış, Zukar mevkiine geldiği zaman, Hz. Talha ile Hz. Zübeyr'in Basra'ya yaklaştıklarını, Benu Saad kabilesi ile hemen hemen bütün Basra'nın onlara iltihak ettigini haber almıştı. Hz. Ali, Zukar'da kalarak oğlu Hasan'ı Ammâr b. Yâsir ile birlikte Kûfe'ye gönderdi. Hz. Hasan, Kûfe'ye varınca, vali Ebû Musa el-Es'arî onu iyi karşıladı. Hz. Hasan, mescidde minbere çıkarak Hz. Ali'nin dâvâsını müdafaa etti ve Talha ile Zübeyr'in ona bey'at ettiklerini söyledi. Bu konuşmasının sonunda kendisinin Basra'dan gideceğini, katılmak isteyenlerin onunla birlikte gelebileceğini ilân etti. Hz. Hasan, kendisine iltihak eden dokuz bin kişilik bir kuvvetle geri döndü. Bu dönüş ve hareket esnasında karşılıklı mücadeleler, şiddetli tartışmalar meydana gelmişti.
Hz. Ali, ordusunu bu şekilde takviye ettikten sonra Zukar mevkiinden Basra'ya doğru hareket etti. Hz. Ali, maiyetinde olan el-Ka'ka' b. Amr'i çağırarak Basra'ya gönderdi. Ona iki taraf arasında mücadele ve çatışmanın meydana gelmesine engel olacak çareyi bulmasını tavsiye etti. el-Ka'ka' b. Amr, Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr ile görüşmüş, onları ümmetin birliğini bozmama konusunda ikna etmisti. Hz. Âise ile Hz. Talha ve Hz. Zübeyr, el-Ka'ka'ın önerilerini kabul ettiler. Hz. Ali de bu fikirdeyse, bu işin barış ile neticelenecegini söylediler. Hz. Ali, el-Ka'ka'in bu başarılarından son derece memnun oldu. Diğer taraftan bu sırada Basralılar Kûfelilerle temas etmiş, iki tarafta da barış ve fitneyi yok etme düşüncesi hakim olmuştu.
Ertesi gün, Hz. Ali hareket ederek Abdülkaysoğulları kabilesine uğradı. Bu kabile de ona ittihak etti. Oradan Zaviye'ye vardı. Zaviye'den de Basra'ya hareket etti. Esasen herkes barışı gayet tabii bir durum olarak görüyordu. Onun için Hz. Ali'nin Basra'ya gelişi, barışın tahakkukuna yönelik bir hareket olarak telakki olunmuş, herkes son derece huzurlu bir sekilde uyumuştu.
ibn Sebe ile yandaşları, herkes uyuduktan sonra Hz. Âişe'nin tarafına hücum etti. iki taraf ta kendilerini karşı hücumuna uğramış gibi görmüşlerdi. Hz. Ali, her tarafa memurlar gönderdi. Ne olduğunu anlamak istiyordu. Diğer taraftan Kâab b. Sûr Hz. Âişe'yi uyandırmış, Hz. Âişe, devesine binerek çarpışmaların başladığı yere gelmişti. Hz. Ali kendi tarafını savaşmaktan alıkoyuyor, Hz. Âişe kendi tarafını teskin etmeye çalışıyordu. Fakat bir kere ok yaydan fırlamış bulunuyordu. Vuruşmanın en hararetli anında Hz. Ali atını sürerek savaş meydanının ortasına geldi. Hz. Zübeyr'i çağırıp, ona Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in: Bir gün Ali ile Zübeyr arasında bir ihtilafin meydana geleceğini ve bu ihtilafta Zübeyr'in haksız olacagını" söylediğini hatırlatmıştı. Bunun üzerine Hz. Zübeyr geri çekildi. Hz. Talha da Zübeyr'in bu davranışı üzerine çatışma meydanından çekilmek istemişti. Onun savaş alanından uzaklaşması üzerine kendisine zehirli bir ok atılmiş ve bu ok Hz. Talha'nın ölümüne neden olmuştu.
Nihayet ortalıkta yalnız Hz. Âişe ile etrafında bulunan bir grup kimse kalmıştı. Çatışmalar şiddetle devam ediyordu. Bütün bu kanların dökülmesine neden olan münafıkların hedefi; bizzat Hz. Âişe idi. Bunlar Hz. Âişe' ye kadar ilerleyerek onu tevkif etmek, ona hakarette bulunmak istiyorlardı. Sebeîlerin bu maksadını anlayan Dâbbeoğulları Hz. Âişe'yi son derece büyük fedakârlıklarla korumuşlardı. Bekr b. Vâil, Ezd ve Dâbbeoğulları kabîleleri Hz. Âişe ile beraberdiler. Bunların onu korumada gösterdikleri cesaret herkesi hayrete düşürmüştü. Hz. Âişe'nin devesini koruyanlardan biri yere düştükçe bir baskası onun yerini alıyor, o da aynı fedakârlık ve aynı kahramanlık ile dövüşüyordu. Hz. Âişe'nin önünde şehit düşenlerin sayısı yetmise varmişti.
Bu çatışmalara bir son vermek için birisi deveye arkasından saldırarak onu yere yıkmış, bu arada da, Hz. Ebu Bekir'in oğlu Muhammed, Hz. Ali tarafından koşarak Hz. Âişe'nin korunmasına hizmet etmişti. Hz. Ali de Hz. Âişe'nin yanına gelerek hatırını sormuş, birkaç günlük istirahatten sonra onu, kardeşi Muhammed b. Ebu Bekir ile birlikte Medine'ye göndermişti. Hz. Âişe ile beraber Basra'nın ileri gelen ailelerine mensup kırk kadar kadın refakat etmişti. Hz. Âişe Basra'dan ayrılırken, kendisi ile Hz. Ali arasındaki mücadelenin yanlış anlaşılmadan ileri geldiğini söyledi. Hz. Ali de Rasûl-i Ekrem'in muhterem haremine her türlü tazim ve hürmeti göstermenin bir görev olduğunu belirtti. Hz. Âişe, hicretin otuzaltıncı yılı Recep ayında Medine'ye doğru. hareket etti.
Nihayet Hz. Ali 4 Aralık 656 tarihinde bu problemi de atlattı. Bu olaydan sonra hilâfet merkezini Kûfe'ye taşıyarak, şehadetine kadar orada kaldı. (Bu konuda geniş bilgi için bk. ibnü'l-Esir, el-Kâmil fi't-Tarih, Beyrut 1965, III, 205-263).
Ahmed AGIRAKÇA
Kaynak: Sâmil Islam ansiklopedisi
-
Cevap: islam tarihi
CEMEL VAK'ASI
36/656 tarihinde dördüncü halife emirü'l-Müminin Hz. Ali ile Hz. Âişe taraftarları arasında Basra dolaylarında meydana gelen çatışma.
Üçüncü Raşid halife Hz. Osman (r.a.)'ın şehit edilmesinden sonra üç-beş gün anarşi hüküm sürdü. Hz. Osman'ı şehit eden âsiler ortama hâkimdiler. Bunlar bir an önce, Hz. Osman'ın yerine birini hilâfete getirmek istiyorlardı. Fakat kime müracaat ettilerse hep red cevabı aldılar. Hz. Ali de, kendisine geldikleri zaman onları huzurundan uzaklaştırmıştı. Âsiler hayrete düşmüşler, ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Devlet başkanı tayin olunmadan dönecek olurlarsa ihtilafin çok daha fazla alevleneceğini biliyorlardı. Bunun üzerine Medine ahalisini toplayarak, onlara bir halife seçmelerini, aksi takdirde Hz. Ali, Talha, Zübeyr ve daha başka kimseleri de öldüreceklerini söyleyerek, onlara bir gün mühlet verdiler. Bunun üzerine Medine halkı Hz. Ali'ye müracaat edip, ona bey'at etmek istediklerini bildirdiler. Hz. Ali, Muhâcirler'le Ensâr'ın bu teklifini reddetmek istediyse de devamlı ısrarlar karşısında bunu kabul etmek zorunda kaldı. Neticede Hz. Ali'ye bey'at edildi ve âsiler Hz. Talha ile Hz. Zübeyr'i de getirterek onların da Hz. Ali'ye bey'at etmelerini sağladılar. Bu sûretle, hicretin otuzbeşinci yılı yirmibir Zilhicce Pazartesi günü Hz. Ali'ye bey'at edildi.
Hz. Ali'ye bey'at edildikten sonra yapılacak ilk iş, Hz. Osman'ın katillerini bulmak ve bunların cezalarını vermekti. Bu hususta tahkikata başlanmıştı. Fakat katiller kesin olarak belirlenemediği için, ser'an cürüm sabit olamamıştı. Bu durum karşısında bir sey yapılamazdı. Hz. Talha ile Hz. Zübeyr, Hz. Ali'yi ziyaret ederek ondan katillerin yakalanmasını istemişlerdi. Hz. Ali, onlara durumu izah etmiş, fakat ikisi de ikna olmamışlardı. Ortam son derece karışıktı. Bu arada Numan b. Beşir, Hz. Osman'ın şehadeti esnasında giydiği gömlek ile o sırada zevcesi Nâile'nin doğranan parmaklarını alıp şam'a götürdü. Muaviye, bu kanlı gömleği ve kesik parmakları teşhir ederek, herkesin galeyanını kat kat artırmak maksadıyla mescide astı. Diğer taraftan Hz. Osman'ın katline sebep olanlar hâlâ Medine'de bulunuyorlardı. Bunların bir an evvel oradan uzaklaştırılması gerekiyordu.
Hz. Ali'nin karşı karşıya kaldığı zorluklar gerçekten çok büyüktü. Diğer taraftan Medine'de toplanan âsilerin mühim bir kısmı "Sebeiyye" fırkasına mensuptu. Bu islâm düşmanı grubun reisi olan Abdullah b. Sebe, islâm'ı içinden yıkmayı hedef alan bir Yahudi dönmesi idi. Bunun maksadı, islâmiyet'in saf, berrak, akıl ve kalbi tatmin eden akidelerini ifsat edip müslümanlığı çığırından çıkarmak müslümanları türlü türlü gruplara ayırarak birbirleriyle didişmeye ve boğuşmaya sevketmekti. Hz. Osman (r.a.) devrindeki karışıklık, bu müfsidin ifsatları için uygun bir zemin teskil etmişti. Hz. Ali'nin âsileri dağıtmak istemesi ibn Sebe taraftarlarının hoşuna gitmediği için bunlar Hz. Ali'nin emrine muhalefet etmişler, diğer Araplar da onlara uymuşlardı.
Bu karışık durum karşısında problemleri artıran ve buhranın vehâmetini doruğuna vardıran bir hareket daha başladı. Hz. Âişe, hac farizasını ifâ etmek üzere Medine'den Mekke'ye gitmiş, hac ibadetini ifâ ederek Medine'ye dönerken, Hz. Osman'ın şehit edildiği haberini almıştı. Bunun üzerine Medine'ye gidecegi yerde Mekke'ye geri döndü. Çünkü Medine'de facianin doğurdugu karışıklıklar, bocalamalar devam ediyordu. Mekkeliler, Hz. Âişe'ye durumu sordukları zaman, Hz. Âişe, Hz. Osman'ın mazlum olarak öldürüldüğünü, Medine'de fesat ocağının bütün ufku karartacak şekilde tüttüğünü, mazlum ve şehit Osman'ın kanının heder olmaması gerektiğini, katillerin mutlaka cezaya çarptırılmaları ve şer'i hüküm ve kısas emirlerinin uygulanmasiıın icap ettiğini söylemişti.
Hz. Talha ile Hz. Zübeyr de Mekke'ye gelmişler, Medine'deki durumu Hz. Âişe'ye anlatmışlardı. Bu olaylar Hz. Âişe'nin fikir ve kanaatini kuvvetlendirmiş, o da mazlum ve şehid Hz. Osman'ın intikamını almak için herkesi toplanmaya ve bir araya gelmeye çağırmıştı.
Hz. Ali, muhaliflerinin Mekke'deki hazırlıklarından haberdar olunca, onlardan evvel ırak'a varmak, ırak'a hâkim olmak, Beytû'l-Mal'ın muhalifler eline düşmesini engellemek istedi. Ensâr, Hz. Ali'nin Medine'den ayrılmasını uygun görmüyordu. Hz. Ali, muhâlifler kendisinden önce ırak'a girecek olurlarsa yeni yeni problemlerin ortaya çıkmasından endişe ettiğini, ırak'ın nüfuzca keşif ve beytü'l-mâl'ının zengin olmasından ötürü bir müddet orada bulunmanın daha iyi olacağını söylemişti.
Bundan sonra Hz. Ali yola çıkmış, Zukar mevkiine geldiği zaman, Hz. Talha ile Hz. Zübeyr'in Basra'ya yaklaştıklarını, Benu Saad kabilesi ile hemen hemen bütün Basra'nın onlara iltihak ettigini haber almıştı. Hz. Ali, Zukar'da kalarak oğlu Hasan'ı Ammâr b. Yâsir ile birlikte Kûfe'ye gönderdi. Hz. Hasan, Kûfe'ye varınca, vali Ebû Musa el-Es'arî onu iyi karşıladı. Hz. Hasan, mescidde minbere çıkarak Hz. Ali'nin dâvâsını müdafaa etti ve Talha ile Zübeyr'in ona bey'at ettiklerini söyledi. Bu konuşmasının sonunda kendisinin Basra'dan gideceğini, katılmak isteyenlerin onunla birlikte gelebileceğini ilân etti. Hz. Hasan, kendisine iltihak eden dokuz bin kişilik bir kuvvetle geri döndü. Bu dönüş ve hareket esnasında karşılıklı mücadeleler, şiddetli tartışmalar meydana gelmişti.
Hz. Ali, ordusunu bu şekilde takviye ettikten sonra Zukar mevkiinden Basra'ya doğru hareket etti. Hz. Ali, maiyetinde olan el-Ka'ka' b. Amr'i çağırarak Basra'ya gönderdi. Ona iki taraf arasında mücadele ve çatışmanın meydana gelmesine engel olacak çareyi bulmasını tavsiye etti. el-Ka'ka' b. Amr, Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr ile görüşmüş, onları ümmetin birliğini bozmama konusunda ikna etmisti. Hz. Âise ile Hz. Talha ve Hz. Zübeyr, el-Ka'ka'ın önerilerini kabul ettiler. Hz. Ali de bu fikirdeyse, bu işin barış ile neticelenecegini söylediler. Hz. Ali, el-Ka'ka'in bu başarılarından son derece memnun oldu. Diğer taraftan bu sırada Basralılar Kûfelilerle temas etmiş, iki tarafta da barış ve fitneyi yok etme düşüncesi hakim olmuştu.
Ertesi gün, Hz. Ali hareket ederek Abdülkaysoğulları kabilesine uğradı. Bu kabile de ona ittihak etti. Oradan Zaviye'ye vardı. Zaviye'den de Basra'ya hareket etti. Esasen herkes barışı gayet tabii bir durum olarak görüyordu. Onun için Hz. Ali'nin Basra'ya gelişi, barışın tahakkukuna yönelik bir hareket olarak telakki olunmuş, herkes son derece huzurlu bir sekilde uyumuştu.
ibn Sebe ile yandaşları, herkes uyuduktan sonra Hz. Âişe'nin tarafına hücum etti. iki taraf ta kendilerini karşı hücumuna uğramış gibi görmüşlerdi. Hz. Ali, her tarafa memurlar gönderdi. Ne olduğunu anlamak istiyordu. Diğer taraftan Kâab b. Sûr Hz. Âişe'yi uyandırmış, Hz. Âişe, devesine binerek çarpışmaların başladığı yere gelmişti. Hz. Ali kendi tarafını savaşmaktan alıkoyuyor, Hz. Âişe kendi tarafını teskin etmeye çalışıyordu. Fakat bir kere ok yaydan fırlamış bulunuyordu. Vuruşmanın en hararetli anında Hz. Ali atını sürerek savaş meydanının ortasına geldi. Hz. Zübeyr'i çağırıp, ona Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in: Bir gün Ali ile Zübeyr arasında bir ihtilafin meydana geleceğini ve bu ihtilafta Zübeyr'in haksız olacagını" söylediğini hatırlatmıştı. Bunun üzerine Hz. Zübeyr geri çekildi. Hz. Talha da Zübeyr'in bu davranışı üzerine çatışma meydanından çekilmek istemişti. Onun savaş alanından uzaklaşması üzerine kendisine zehirli bir ok atılmiş ve bu ok Hz. Talha'nın ölümüne neden olmuştu.
Nihayet ortalıkta yalnız Hz. Âişe ile etrafında bulunan bir grup kimse kalmıştı. Çatışmalar şiddetle devam ediyordu. Bütün bu kanların dökülmesine neden olan münafıkların hedefi; bizzat Hz. Âişe idi. Bunlar Hz. Âişe' ye kadar ilerleyerek onu tevkif etmek, ona hakarette bulunmak istiyorlardı. Sebeîlerin bu maksadını anlayan Dâbbeoğulları Hz. Âişe'yi son derece büyük fedakârlıklarla korumuşlardı. Bekr b. Vâil, Ezd ve Dâbbeoğulları kabîleleri Hz. Âişe ile beraberdiler. Bunların onu korumada gösterdikleri cesaret herkesi hayrete düşürmüştü. Hz. Âişe'nin devesini koruyanlardan biri yere düştükçe bir baskası onun yerini alıyor, o da aynı fedakârlık ve aynı kahramanlık ile dövüşüyordu. Hz. Âişe'nin önünde şehit düşenlerin sayısı yetmise varmişti.
Bu çatışmalara bir son vermek için birisi deveye arkasından saldırarak onu yere yıkmış, bu arada da, Hz. Ebu Bekir'in oğlu Muhammed, Hz. Ali tarafından koşarak Hz. Âişe'nin korunmasına hizmet etmişti. Hz. Ali de Hz. Âişe'nin yanına gelerek hatırını sormuş, birkaç günlük istirahatten sonra onu, kardeşi Muhammed b. Ebu Bekir ile birlikte Medine'ye göndermişti. Hz. Âişe ile beraber Basra'nın ileri gelen ailelerine mensup kırk kadar kadın refakat etmişti. Hz. Âişe Basra'dan ayrılırken, kendisi ile Hz. Ali arasındaki mücadelenin yanlış anlaşılmadan ileri geldiğini söyledi. Hz. Ali de Rasûl-i Ekrem'in muhterem haremine her türlü tazim ve hürmeti göstermenin bir görev olduğunu belirtti. Hz. Âişe, hicretin otuzaltıncı yılı Recep ayında Medine'ye doğru. hareket etti.
Nihayet Hz. Ali 4 Aralık 656 tarihinde bu problemi de atlattı. Bu olaydan sonra hilâfet merkezini Kûfe'ye taşıyarak, şehadetine kadar orada kaldı. (Bu konuda geniş bilgi için bk. ibnü'l-Esir, el-Kâmil fi't-Tarih, Beyrut 1965, III, 205-263).
Ahmed AGIRAKÇA
Kaynak: Sâmil Islam ansiklopedisi
-
Cevap: islam tarihi
SIFFİN SAVAŞI
Dördüncü Raşid Halife Hz. Ali (r.a) ile ona isyan eden Suriye valisi Muaviye b. Ebu Süfyan arasında M. 657 yılında, fırat'ın sağ kıyısına yakın Rakka'nın doğusunda bulunan Sıffin'da yapılan savaş.
Hz. Ali'nin Cemel vak'asında karşı grubu yenmesinden sonra onun hilafetine muhalif olarak, Suriye bölgesini idare etmekte olan Muaviye ve taraftarları kalmıştı.
Hz. Ali'ye isyan edenler, davalarının, Hz. Osman (r.a)'in intikamını almak olduğunu iddia ediyorlardı. Öte taraftan Hz. Ali'yi, Osman (r.a)'i şehit edenleri korumak ve onları cezalandırmamakla suçluyorlardı.
Halbuki Hz. Ali (r.a), fitne ve kaynasmanin yatıştırılmasından sonra suçluları cezalandıracağını vadetmekteydi.
Cemel vak'asından sonra Kufe'ye yönelen Hz. Ali (r.a), Cerir b. Abdullah el-Bâcelî'yi Muaviye'ye göndererek, muhâcirlerin ve ensârın kendisine bey'at ettiklerini, onun da muhacirler ve ensâr gibi bey'at edip itâatini bildirmesini istedi (Ibnul-Esîr, el-Kamilu't-Tarih, Beyrut 1979, III, 276).
Muaviye, kendisine elçi olarak gelen Cerir b. Abdullah'ı oyalayarak Amr b. el-As ile istişarede bulundu. Amr ona, Ali (r.a)'dan, Osman (r.a)'ın kanını istemede ısrar etmesini, katilleri derhal cezalandırmayı reddettiği takdirde, Suriye ordusuyla onun üzerine yürümesini söyledi. Cerir b. Abdullah, Hz. Ali'nin yanına dönerek durumu ona bildirdi.
Öte taraftan, Medine'den şam'a götürülen Hz. Osman'ın kanlı gömleği ve hanımı Nâile'nin kesik parmakları Muaviye tarafından caminin minberine asıldı. Askerler onun önünde toplaşarak ağlıyorlardı.
Orada toplananlar Hz. Osman'ın intikamını alıncaya kadar yataklarında uyumayacaklarına ve yıkanmayacaklarına dair yemin ettiler. Suriye ordusu Muaviye'den bol maaş ve bahşişler almaktaydı.
Muaviye bu şekilde orduyu teşvik ve tahrik ettikten sonra, seksen beş bin kişilik bir orduyla şam'dan yola çıktı. Hz. Ali (r.a) ise doksan bin kişiden oluşan ordusuyla Küfe'den Sıffin'e doğru harekete geçti. Muaviye, Fırat kıyısındaki düzlükte karargâh kurmuştu. Hz. Ali'nin ordusunun karargâh kurdugu yer ile nehir arasinda Muaviye'nin askerleri olduğu için ilk geceyi susuz geçirdiler.
Ancak, yapılan bir saldırı ile şam ordusuna bağlı birlikler nehirden uzaklaştırıldı. Ordusu susuz kalan Muaviye, Ali (r.a)'a adam göndererek nehirden su almalaraına izin vermesini istedi. Hz. Ali (r.a) bunun üzerine onların su almalarına engel olmadı. Hz. Ali, Muaviye'ye elçiler göndererek, onu birliğe ve müslümanların topluluğuna girmeye davet ederek isyandan vazgeçirmeye çalıştı. Ancak olumlu bir cevap alamadı. iki ordu birlikleri arasında bazı ufak çarpışmalardan sonra, H. 37 senesi Muharrem ayının sonuna kadar mütâreke yapıldı ve elçiler gidip gelmeye başladı (Ibnul-Esîr, a.g.e., III, 289 vd.).
Ancak bu elçilerin karşılıklı gidip gelmeleri iki grup arasında barış yapılması yolunda bir gelişme sağlamamıştı. Safer ayının ilk günü savaş tekrar başladı.
>>>
-
Cevap: islam tarihi
>>>
İlk yedi gün iki taraftan birer komutanın mubarezeleri ile geçti. Peşinden Hz. Ali (r.a), orduya toplu saldırı emrini verdi. Savaş bir kaç gün olanca şiddetiyle devam etti. Ammâr b. Yasir' in şehid edilmesine çok üzülen Hz. Ali'nin siddetli bir taarruzu ile şam ordusu dağılma noktasına geldi. Savaş kazanılmak üzereydi ki, Amr b. el-Âs, Suriyeli askerlere
"Her kimin yanında mushaf varsa onu mızrağının ucuna takarak yukari kaldirsin"
dedi. Bu emri yerine getiren askerler karşı tarafa,
"Aramızda Allah'ın kitabı hakem olsun"
diye seslendiler.
Amr b. el-Âs'ın hilesi tutmuş, ıraklı askerler:
"Allah'ın kitabına yapılan çağrıya icabet edelim"
demeye başlamışlardı. Amr.b. el-Âs, bu hile ile, şam ordusunu kesin bir mağlubiyetten kurtardığı gibi, karşı tarafın gücünü de kırmıştı.
Hz. Ali (r.a) bir Halife ve bir ordu komutanı olarak bunun bir savaş hilesi olduğunu askerlerine anlatmaya çalıştıysa da başarılı olamadı. Ali (r.a), onlara şöyle diyordu:
"Bu bir hiledir. Bununla sizin aranıza ayrılık düşürmek ve birliğinizi bozmak istiyorlar".
Ancak, ıraklılar, isteklerinde direttiler ve savaşa devam etmekte olan komutan Ester'e adam gönderip savaşmayı bıraktırmasını istediler.
Hz. Ali Ester'e savaşı bırakması için adam göndermek zorunda kaldı. Ester, gelen adama:
"Şimdi mevziden ayrılacak an değildir. Ben şimdi kesin zafere ulaşacağımı umuyorum, acele etme"
diyerek karşılık verdi. Gönderilen adam Hz. Ali'nin yanına gelmeden, Ester'in savaşan askerleri arasında çalkalanma oldu ve sesler yükseldi. Onlar daha bir şevkle savaşı sürdürüyorlardı.
Bunun üzerine ıraklılar, Ali (r.a)'a:
"Vallahi biz, senin Ester'e bırakması için değil, savaşa devam etmesi için adam gönderdiğini sanıyoruz"
dediler. Hz. Ali'nin gönderdiği ikinci kesin emirle Ester, savaşı bırakmak zorunda kaldı. Hz. Ali (r.a), Es'as b. Kays'ı Muaviye'ye göndererek onun ne düşündüğünü anlamak istedi.
Muaviye ona,
"istedigimiz, aramızda Allah'ın kıtabını hakem kılmaktır. Her iki taraftan birer hakem seçilmesini ve onlardan Allah'ın kitabına uygun bir karar vereceklerine dair ahd alıp tarafların onların vereceği karara uymalarıdır"
dedi. Hz. Ali (r.a)'ın taraftarları bunu memnuniyetle karşıladılar. Şamlılar hakem olarak zeki ve kurnaz bir kimse olan Amr b. el-Âs'ı seçtiler. ıraklılar ise Ebu Musa el-Eşari'yi hakem tayin etmek istediler. Hz. Ali (r.a), Ebu Musa'nın daha önce kendisine muhalefet ettiğini ve halkı kendisinden ayırmağa çalıştığını, dolayısıyla onun hakemligine itimat edilemeyeceğini söylediyse de ıraklılar onun hakem olması konusunda direttiler.
Amr b. el-Âs' ile Ebu Musa el-Eş'ari, 37. yılın Safer ayında Dumetul-Cendel'de bir araya gelerek, karar verirken esas alınacak prensipleri içeren "tahkimnâme"yi kaleme aldılar (Metin için bk. Taberi, Tarih, IV, 2930. Hakemlerin buluşması ve gelişen olaylar için bk. Hakem olayı mad.).
Ömer TELLİOĞLU
-
Cevap: islam tarihi
HAKEM OLAYI
Hz. Ali ve Hz. Muaviye taraftarları arasında meydana gelen Sıffin savaşında daha fazla müslüman kanının akıtılmaması amacıyla düşünülen, Hz. Ali'nin Ebû Musa el-Eş'âriyi Hz. Muaviye'nin ise Amr b. el-Âs hakem olarak tayin ettikleri ve adı geçenlerin H. Ramazan 37/M. Subat 657 tarihinde ortak bir karara varmak amacıyla biraraya gelip bu konuda hüküm vermek üzere anlaştıkları olayın adı.
Hz. Osman'ın şehid edilmesiyle ortaya çıkan karışıklığın, Hz. Ali'nin halife tayin edilmesiyle nisbeten hafiflediği görülmüş ve müslümanlar çoğunlukla Hz. Ali'ye bey'at etmişlerdi. Hz. Aişe, Zübeyr, Tâlha ve şam valisi Muaviye, Hz. Ali'ye bey'at etmeyenlerin başında geliyorlardı. Bunların Hz. Ali'ye bey'at etmemelerinde Osman'ın öldürülmesi olayının Hz. Ali taraftarlarınca gerçeklestirildiği görüşü rol oynuyordu. Ancak Hz. Ali bu olaylarla uzaktan yakından bir ilişkisinin olmadığını, hatta zorla, istemediği halde tehdit sonucu halife seçilmiş olduğunu ileri sürülerek kendisine bey'at etmeyenlerin müslümanlar arasına nifak soktuklarını ifade etti. Hattâ daha sonra meydana gelecek olan Cemel vak'asında dahi savaştan eser yokken, gece vakti nifakçıların Hz. Aişe tarafına saldırmaları neticesi savaş çıkmış,
Hz. Ali bu savaşta şehid olan Hz. Zübeyr'e; "Ey Zübeyr, hatırlamıyor musun bir gün Ganemoğulları mahallesinde beraberken Hz. Peygamber (s.a.s)'le karşılaşmıştık. Bize şöyle demişti; "Ey Zübeyr bir gün Ali b. Ebî Talib'le savaşacaksın ve o savaşta sen ona karşı haksız durumda bulunacaksın". Bunun üzerine Hz. Zübeyr, 'Vallahi hatırladım, seninle savaşmayacağım' diyerek savaştan vaz geçmeyi düşünmüş, ancak oğlu Abdullah Onu zorlamıştı (Ibnül-Esîr, el-Kâmil Fit-Tarih, terc. Ahmed Agrakça, III, 284, 349; Ebu'l-Fidâ, el-Muhtasar fî ahbâri'l-Beser, I, 173). Bundan da Hz. Ali'nin bu olayda haklı olduğu ve kendisine beyat edilmesinin gerektiği sonucu çıkmaktadır. Nitekim Hz. Aişe de bu savaştan sonra gerçeği anlayarak Medine'ye evine dönmüştür.
Cemel Vak'asından sonra Hz. Ali, Cerir b. Abdullah el-Becili'yi, kendisine bey'at etmeyen Muaviye'ye beyat almak amacıyla göndermiş ve müslümanların Cemel vak'asındaki durumundan örnekler vererek kan dökülmemesini istemiştir. Muaviye, Cerir'i bir süre oyalayarak şam halkının görüşlerine başvurdu. Şamlılar Hz. Osman'ın kanını dökenlerle savaşıncaya kadar uyumayacaklarına ve intikam almaya dair yemin etmiş olduklarını söylediler. Diğer taraftan Muaviye Hz. Osman'ın kanlı gömleğini Dimask'ta mescide asarak halka teşhir etti. Muâviye, danışmanı Amr b. el-Ass ve şam ileri gelenleriyle görüşerek Hz. Ali'ye beyat etmeyeceğini söylemiş ve Cerir b. Abdullah'ı geri göndermişti (ibn Kesîr, el-Bidâye, VII, 254).
Cerir, Hz. Ali'ye gelerek olanları anlattı. Muaviye'nin kendisi aleyhine hazırlık yaptığını hatırlatarak Hz. Ali'yi bu konuda uyardı. Bunun üzerine Hz. Ali Medine'deki müslümanları ve onlara tabi olanları toplayarak Muaviye üzerine hareket etti. İki ordu Sıffin ovasında karşılaştılar. Hz. Ali, Besir b. Amr el-Ensârî, Saîd b. Kâys el-Hemdâni ve Sebes b. Rabî' et-Temimi'yi göndererek itaat etmesini bildirmelerini söyledi. Ancak Muaviye, itaate yanaşmayarak diretti. Hicri 36 yılı zilhicce ayına kadar savaş öncü birlikler ve mübarezeler şeklinde devam etti (ibnü'l-Esîr, a.g.e, III, 285; Ebu'l Fida, el-Muhtasar, I,175).
Haftalarca karşılıklı elçi gönderme şeklinde geçen olaylar Hz. Ali'nin Muaviye'nin beyat etmeyeceğine kanaat getirerek muharrem ayından sonra hakka şu ilanı yaptırmasıyla son buldu: "Mü'minlerin emiri der ki: Hakk'a dönmeniz ve ona yönelmeniz için sizi teşvik etmek istedim. Size, Allah'ın kitabıyla delil getirdim ve ona davet ettim. Siz ise taşkınlıktan, azgınlıktan vazgeçmediniz. Hakk'a icabet etmediniz. Ben de size aynı şekilde ahdimi bozdum. Zira Allah hâinleri sevmez" (İbnu'l-Esir, a.g.e, III, 298). Bu ilan sonunda Şam halkı emir ve reislerine sığındılar.
Yüzon gün boyunca devam eden bu bekleyiş, safer ayının dördüncü günü başlayan savaşla son bularak Hz. Ali taraftarlarının saldırısıyla alevlenmişti. Ester en-Nehâî'nin başarısı Hz. Ali taraftarlarının Muaviye'nin karargâhına kadar varmalarını sağlamış ve beyat edenleri üstün bir duruma geçirmişti. Bu sırada Ammâr b. Yâsir Şehid düşmüş, bunu Veysel el-Karanî izlemişti. Bunların şehid olduğunu duyan Muaviye'nin baş komutanı Amr b. el-Ass, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in "Ammâr âsîler tarafından öldürülecek" (Buhârî, Salât 63; Müslim, Fiten 70, 72, 73; Tirmizî, Menâkib 34) hadisini hatırlayarak savaştan vazgeçmeyi düşündü. Ancak Muaviye'nin baskısıyla vazgeçti ve Muaviye ona sonlarının kötüye gittiğini, Hz. Ali'nin kendilerini öldüreceğini söyleyerek derhal bir şeyler yapıp Ali safındaki müslümanları durdurmasını söyledi: "Haydi bakalım maharetini göster ey ibnü'l-Ass, yoksa mahvolduk demektir" diyerek Amr'ı önledi. Bunun üzerine Amr da Muaviye askerlerine "Ey nâs! Kimin yanında Mushaf varsa mızrağının ucuna takarak havaya kaldırsın" diye hitab etti (Hasan ibrahim Hasan, Târih'ul-Islâmü's-Siyâsî, I, 400).
Amr, bu hareketinin Hz. Ali taraftarları üzerinde büyük bir etki göstereceğini biliyordu ve nitekim öyle oldu. Müslümanlar Kur'ân'a karşı gelemezlerdi. Basra kurrâsından Mis'ar b. Fedeki ile el-Esas b. Kays'ın başkanlığında bir grubun baskısıyla Hz. Ali de savaşı bırakmak zorunda kalmıştı. Hatta tehdit edilerek kendisine şöyle denildi: "Allah'ın kitabına çağrıldığında ona uy, yoksa seni kalabalığa bırakırız veya Osman'a yaptığımız gibi yaparız!..."
Bunun üzerine Hz. Ali "Ey Allah'ın kulları: Hakkınızı almaya ve doğru olan işinizi yapmaya devam edin. Zirâ Mu'âviye, Amr bin-Ass, ibni Ebi Muaye, Habib b. Mesleme, ibni Ebi Seher ve Dahak b. Kays dine ve Kur'ân'a sahip ciddi ve samimi insanlar değillerdir. Ben onları sizden daha iyi bilirim..." Fakat bu tür konuşmaları bir fayda vermedi. Askerler: "Biz Kur'ân'a karşı kendimizi ortaya atıp meydan okuyamayız, Hz. Ali'nin sözlerini kabul edemeyiz" diyerek savaşmaktan vazgeçtiler (Ibnu'l-Esîr a.g.e. 321, 322, Doğuştan günümüze büyük islâm tarihi, II, s. 244; irfan Abdulhamit, islâm'da itikâdî mezhepler ve Akaid esasları, tic. M. Saim Yeprem s., 82).
>>>
-
Cevap: islam tarihi
>>>
Böylece sulhun akdedilmesi konusunda, Kurrâ ehlinin büyük tesiri olmuştur. Kurrâ ehli, müslümanların arasındaki sorunun çözümünde Kur'ân'ı hakem olarak kabul ve tavsiye ediyorlar, herkesi de bu görüşe göre yönlendirerek Hz. Ali'nin de bu görüşü benimsemesi için ona baskı yapıyorlardı. Sonunda Hz. Ali, Muâviye'ye elçi olarak gönderdiği komutanı Ester'i geri çağırarak; "yazıklar olsun! Ester'e söyleyin geri gelsin. Zira fitne çıktı. Artık harbi bırakmaktan başka çare yok" diyerek sulhe ister istemez razı oldu... Sonra Muaviye'ye Es'as b. Kays'ı göndererek ne istediğini ögrenmesini söyledi. Hz. Muâviye gelen elçiye; "Siz ve biz Allah'ın kitabında emrettiği şeye döneceğiz. Sizden, razı olduğunuz bir kişiyi gönderiniz, biz de bir kişi göndeririz ve bu kişilerin Allah'ın Kitabında olan hükümle karar vermelerine, Kitaptan şaşmamalarına dair onlardan söz alırız. daha sonra da anlaştıkları seye uyarız (Ibnü'l-Esîr a.g.e; 323), diyerek planını açıkladı. Es'as bu teklifi alarak dışarıya çıktı ve bazen bizzat kendisi okumak suretiyle bazen de halka verip okutmak suretiyle ilân etmeye başladı. Nihayet Temim oğullarından bir gruba götürdü. Aralarında Urve b. Üdeyye'nin de bulunduğu bu grup, sözkonusu mektubu okuyunca Urve b. Üdeyye "Allah'ın emri dururken tutup ta başka şahısları mı hakem tayin ediyorsunuz? Oysa Allah'tan başka hiç kimsenin hüküm verme yetkisi yoktur" (La hükme illa lillah) dedi.
Hakemlerin seçimi konusunda Muâviyenin tayin edeceği kişi belli idi ki bu Amr b. el-Âs'dan başkası olamazdı. Ancak Hz. Ali taraftarlarından Es'as ve ona tabi olanlar da "biz Ebû Musa el-Eşâri'ye razıyız" dediler. Bunun üzerine Hz. Ali "siz daha işin başında bana isyan ettiniz, şu an bana karşı gelmeyiniz" diyerek Ebû Musa hakkindaki endişesini açıkladı ve onlara ihtarda bulundu. Hz. Ali'ye göre Ebû Mûsa el-Eş'ârî insanları Muâviye tarafına yönlendirerek kendi sırlarını onlara anlatıyordu Ancak taraftarları Ebû Musa üzerinde direttiler. Hz. Ali de bunların görüşlerine istemeyerek de olsa uymak zorunda kaldı. Hz. Ali'nin bu kanaati ise Hâricilerin ortaya çıkması neticesinde doğrulanmış oluyordu. Onların da yanlış davranışları hem yeni bir sapık fırkanın doğmasına hem de bir çok kimsenin itikadının bozulmasına yol açtı (Taberî III; Ibnü'l-Esir a.g.e 330-331).
İki taraf, arasında hakem tayini ile ilgili sözleşmeyi yazarak bunun kabul ve tasdikini garanti altına aldılar. Sözleşmenin özeti şöyle idi: "Bismillahirrahmanirrahim". Bu, üzerinde Ali b. Ebi Talib ve Muâviye b. Ebi Süfyan'ın anlaştığı bir metindir, Allah'ın hükmüne ve Kitabına göre hareket edeceğiz. Bizi Allah'ın kitabından başkası birleştiremez. Allah'ın Kitabı baştan sona kadar elimizde olduğundan, onun dirilttiğini bir de diriltir; terkettiğini biz de terkederiz. Her türlü hükmünü kabul ederiz. İki hakem; Ebû Musa Abdullah b. Kays el-Es'ârî ve Amr b. el-Âs el-Kureysî, Allah'ın kitabında ne bulurlarsa onunla amel edeceklerdir. Allah'ın kitabında bulamadıklarını, bir araya getirici âdil sünnette arayacaklardır. Ali ve Muâviye, Allah'a karşı ahid ve misak içindedirler. Her biri derler ki: "Ben bu sahifedeki şeye razıyım." Abdullah b. Kays el-Es'arî ve Amr b. el-Âs, Allah adına yemin etmişlerdir. Karârı Ramazan ayına ertelemişlerdi. Sonra ikisi, bu sayfada olan şey üzerine: bu husuta zulüm ve saptırmak isteyen ve bu sahifede olan şeyi terkeden kimseye karşı şâhitlerin yardımcı olacaklarına dair şehadetlerini yazarlar. Onbes safer, hicrî 37."
İki hakem yetkilerini gösteren sahifeleri alarak Ramazan 37 H. (M. 657)'de bir araya geldiler. Erzuh'ta Dumetü'l-Cendel'de her iki taraftan dörtyüzer kişilik birer grup hakem kararını almak üzere toplantıya katıldı. İki hakem önce niçin toplandıklarını konuşarak karara vardılar. Bunun amacı halkın arasındaki gerginliği azaltmaktı. Önce Amr söz aldi. "Hz. Osman'ın haksız olarak öldürdüğü fikrine katılıyor musun?". Ebû Musa "evet" diyen Amr, el-isrâ suresi 33. âyette haksız yere insan öldürülemeyeceğini gösteren delilini ileri südü. O halde ey Ebû Musa! Seni Hz. Osman'in velisi Muâviye'ye karşı çıkaran nedir? O Kureyştendir deyince Amr da Hz. Ali'nin Peygamber (s.a.s.)'in soyundan olduğunu ve damadı olarak Muâviyeden önce geldiğine işaret etti. Bu tür çekişmeler uzun bir süre daha devam etti. Onlar sulhün böyle devam edemeyeceğini, hem Hz. Ali hem de Muâviye'ye bey'at edilmemesi gerektiğine inanarak fikir birliğine vardılar. O halde yeni halife müslümanlar tarafından seçilmeliydi. Şimdi yapilacak iş bu kararlarını müslümanlara bildirmeye gelmişti. Bu kararı cemaate açıklamak üzere Ebû Musa minbere çıktı ve Allah'a hamd ve senadan sonra "Ey nas! Biz ümmetin durumunu düşünüp bir formül bulmakta epey zorlandık. Hem benim, hem de Amr'ın görüşü şudur: Hz. Ali ve Muâviye'yi hilâfetten uzaklaştırmak ve ümmetin kendisinin istediği birisini halife tayin etmelerini sağlamak gerekir. Bundan dolayı ben, Hz. Ali ve Muâviyeyi hilâfet görevinden alıyorum" dedi. Sıra Amr'a gelince O da minbere çıktı ve şöyle konuştu; "Şüphesiz Ebû Musa'nın söylediklerini duydunuz. O Ali'yi görevden almıştır. Ben de onun yerine Muâviye'yi halife tayin ettim" deyince herkes şaşkınlıktan ne yapacağını, ne diyeceğini bilemedi. Bu karara Ebû Musa derhal itiraz ederek " Sana ne oluyor ki anlaşmaya ihanet ediyorsun, sen facir oldun. Allah seni başarıya ulaştırmasın" diyerek orayı terketti. (Ibnü'l-Esîr a.g.e 340).
Ebû Musa bu olaydan duyduğu utanç ve üzüntü üzerine insanlardan uzaklaşmak amacıyla Mekke'ye giderek orada yalnız başına yaşamayı tercih etti. Bu olay üzerine müslümanlar dağılmış, Muâviye kendisini meşru halife ilan ederek islâm tarihinde çift halife dönemi başlamıştır. Bu durum Hz. Hasan'ın elinden halifeliğin alınmasına kadar devam etmiştir. Ancak Hz. Ali hiç bir zaman Muâviye'yi meşru halife olarak tanımamış, şehîd edilinceye kadar şam hariç bütün müslümanlarca halife olarak kabul edilmiştir.
Naci YENGİN