Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
Tarihî Vatikan buluşması
Fethullah Gülen, Fener Patriği Bartholomeos’tan sonra, Türkiye’de ve 1997 yazında A.B.D.’de Musevî cemaati dînî liderleri ve ileri gelenleri, Türkiye’ye ziyarette bulunan İsrail Sefared Hahambaşısı Eliyahu Bakshi Doron, Ermeni ve Kadim Süryani cemaatlerinin dînî liderleri, yine 1997 yazında A.B.D.’de Amerika Katolik Üniversitesi Doğu Hıristiyanlığı Araştırmaları Bölümü Başkanı Prof. Dr. Sidney Griffith, New York Roma Katolik Arşidükü ve New York Paşpiskoposu Kardinal O’Connor ve onun yardımcısı Alex ile de görüşmelerde ve fikir alışverişinde bulundu.
Dinler mensupları arasındaki diyalog hareketinde Fethullah Gülen, en önemli buluşmayı Papa 2. John Paul’le gerçekleştirdi. Temelleri, daha çok A.B.D.deki Kardinal O’Connor görüşmesiyle atılan, gerçekleşmesinde Vati*kan’ın Ankara Büyükelçisi Pier Luigi Celata ve İstanbul temsilcisi Georges Marovitch’in önemli katkılarının bulunduğu, Türkiye Cumhuriyeti devlet yetkililerinin bilgileri, hattâ izinleri dahilinde, Türkiye’nin Vatikan Büyükelçisi Altan Güven’in önemli destekleriyle ve bizzat Papa’nın daveti üzere 9 Şubat 1998 günü Vatikan’da gerçekleşen bu buluşmada karşılıklı saygı ve iyi dilek teatilerinden sonra Gülen, Papa’ya şu tekliflerde bulundu:
1. Hıristiyanlığın 3’üncü 1000 yılına girecek olması dolayısıyla, o yıl Efes, Antakya, Tarsus ve Kudüs gibi kutsal yerlere müşterek ziyaretlerde bulunma;
2. Kudüs’ün Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudilerin, hiçbir kısıtlama, hattâ vize dahi olmaksızın serbestçe ziyaret edebile*cekleri uluslararası bir bölge ilan etme;
3. Üç büyük din mensuplarının işbirliğiyle ilki A.B.D.’de olmak üzere, muhtelif başkentlerde konferanslar düzenleme;
4. Harran’da üç büyük dinin ihtiyaçlarını temin edecek bağımsız bir üniversite kurma ve İslâm ve Hıristiyan dünyasıyla öğrenci değişimi sağlama.
Gülen’in bu ziyareti ve teklifleri, yukarıda sözü edilen, aslında birbirine zıt, fakat Gülen’in faaliyetlerine karşı çıkmada müşterek iki grup dışında kalan toplum kesimleri ve medya tarafından heyecanla karşılandı. Akşam Gazetesi’nde (11.02.1998) Ahmet Tezcan, bu tarihî buluşma ve Fethullah Gülen’in teklifleriyle ilgili olarak, “Şayet bu öneriler gerçekleşirse, hem üç büyük din arasındaki diyalog işbirliğiyle pekiştirilecek ve bu sıkı işbirliği içerisinde fanatizm boğulacak, hem de Türkiye bütün dünya dinlerinin odağı haline gelecek. Özellikle Harran’ın üç büyük din açısından bilim üssü haline getirilmesi projesi, dünya barışına olduğu kadar, Güneydoğu’da yaşadığımız sıkıntıların da önüne geçmek ve acıları “uhrevî şefkat” ile dindirmeye yol açacak muhteşem bir tekliftir ve sonuna kadar desteklenmesi gerekir.” değerlendirmesinde bulunurken; Zaman’da Ahmet Turan Alkan, şu önemli yorumu yapıyordu:
Fethullah Hocaefendi ile Papa arasındaki görüşmenin ayrıntılarını okuduğumda birbirinden farklı iki âlem olduğunu zannettiğimiz İslâm ve Hıristiyan dünyasının aslında ne kadar çok müştereki olduğunu bir kere daha hatırladım. Bu iştirak noktaları zannımca Hıristiyan dünyasında pek az bilinen ve tâlim edilen hakikatlardır; Hıristiyanlar vasatî itibarla Hazreti İsa’yı kendi nokta-i nazarlarından son peygamber kabul etmekle (peygamber değil, tanrı kabûl ediyorlar – A.Ü.) biz Müslümanlara karşı nisbeten daha sert bir tarihî bakış açısı geliştirmiş bulunuyorlar… Bu çerçevede ziyaretin evvelâ iki komşu âlem arasında bir anlayış ve sempati alâkası çiçeklendirmesini kuvvetle ümit edebiliriz. Allah’tan başkasına kulluk etmemek, ona gizli ve açık niyetle ortak koşmamak, emanete ehil olmak ve hakkı tutup yükseltmek gibi vasıflarda bu iki dünyanın samimi bir muarefe ve işbirliği içine girdiğini tahayyül ediniz; dünya barışı için bu ne kadar büyük bir adım olurdu ve rıza-yı Bari’yi ne kadar hoşnut ederdi.
Bu görüşmede Hocaefendi tarafından teklif edilen ve üç İbrahimî dinin ihtiyaçlarına cevap veren yeni bir Harran Üniversitesi fikrinden heyecan duymayan bir insaf sahibi tahayyül edilebilir mi? Şimdi gözlerinizi kapatıp böyle bir üniversitenin teşkil edildiğini, lisans seviyesinden başlamak üzere doktora ötesi kurlara kadar her seviyede kaliteli bir müfredatın tatbik edildiğini, koridorlarda, amfilerde, bahçelerde Hıristiyan, Müslüman ve Musevî talebelerin, öğretim üyelerinin merhabalaşıp ayaküstü sıcak sohbetler pişirdiğini, öğrencilerin misafir statüsüyle çaprazlama ders ve seminerlere katıldığını, her yıl ferden veya müştereken ilmî toplantılar tertip edildiğini, bu eğitim kurumunun dünyanın her yanından öğrenci cezbettiğini ve üstelik bu güzelliklerin İbrahimî geleneğe vatan olmuş bir coğrafyanın kalbinde, Harran’da gerçekleştirildiğini düşünün; kuvveden fiile geçmesi bir yana, tasavvuru bile İbrahimî bir nükte değil mi ve bu üniversite günün birinde teşekkül ederse, isminin Hazret-i İbrahim’e izafe edilmesi o büyük ruhu şad etmez mi?
Ümit edelim ki bu mülâkat, kalıcı ve uzun bir anlayış ortamına başlangıç teşkil etsin; netice itibariyle Şeyh Sâdi merhumun dediği gibi, Âdem oğulları birbirinin uzvu gibidir ve günün birinde hepimizin hesaba çekileceği o büyük gün bütün beşeriyeti istiab edecektir. Çoktandır büyük düşünmeyi unutmuştuk; zihnimizi ve ufkumuzu çemberleyen onca alelâdeliğin ortasında bize kürevî heyecan ve perspektifler açanlara şükran borçluyuz. (Ergün, 288–89)
Değerlendirmesine Papa II. Yuhannes Pavlus’u sevmediğini ifade ile başlayan Hadi Uluengin, Fethullah Gülen’in, “İslâmî tehlike fobisinin yaşandığı ve medeniyetler çatışması teorisinin rağbet gördüğü bir dönemde başlattığı hoşgörü ve diyalog arayışını Papa buluşmasıyla en üst seviyeye çıkarttığını” belirtiyor ve Gülen’in hoşgörü ve diyalog faaliyetlerini, çok yerinde bir tesbit olarak dünyaya açılan Türk okullarıyla birlikte ele alıp, bu faaliyetlerin Türkiye’de hem iç kutuplaşmayı yatıştırıcı, hem ülkemizi dışarıya taşıyıcı olduğunu, hem de hoşgörü ve diyalogun dindar kitleler içindeki motorunu oluşturduğunu vurguluyordu. Uluengin, bu faaliyetlere karşı çıkanları ise şöyle takdim ediyordu: “Böylesine bir uzlaşmaya karşı çıkan kutup ise, bir yanda Jakobenleri, bir yanda da fanatik dincileri barındırıyor. Düşman kardeşler burada birleşiyor. Üstelik, alçak saldırılarda tetikçi olarak ajan provokatörlükleri herkes tarafından bilinen ve azılı faşistliği teşhir olmuş Maocu ‘karanlıkçı’ların kullanılması, cemaatin doğru yolda olduğunun ayrı bir kanıtını teşkil ediyor.” (Ergün, 283, 285)
Cengiz Çandar, Gülen’in hoşgörü ve diyalog faaliyetlerine karşı çıkışın yol açacağı olumsuzlukları, sanki daha sonraki süreçte ortaya çıkacak tabloyu görmüşçesine değerlendiriyordu. “Bundan böyle, Fethullah Gülen’in Türkiye içindeki ve dışındaki faaliyetlerine, Türkiye’deki rejimin yöneltebileceği müdahalelerin uluslararası meşruiyet alanı kendiliğinden ortadan kalkmış olacaktır” diyen Çandar, uluslararası güçlere duyduğu güvende, en azından onların 28 Şubat sürecine verdikleri destek oranında yanılırken, hoşgörü ve diyaloga cephe almanın içeride yol açacağı yaralara işaret ederken, hem Gülen’in hoşgörü ve diyalog hareketini, hem de Türkiye’nin sosyal ve siyasî yapısını iyi kavramış ve olayları iyi gözlemlemiş olmanın örneğini veriyordu:
İçerde, kamu vicdanında, bu niyetli müdahalelerin zaten meşruiyet zemini bulunmamaktadır. Bu yola gidilirse, Türkiye, tümüyle izolas*yonist-totaliter bir rejim olma yolunu seçmiş olacaktır ki, bunu yapmaya kalkışanlar, Türkiye’yi destabilize etmeye, yani istikrarsızlaştırmaya karar vererek, toplumumuzu intihara sürüklemeye kalkmış sayılacaklardır.
Bu bakımdan, Fethullah Gülen-Papa görüşmesi, Türkiye’nin demok*ratikleşme süreci açısından çok değerli bir emniyet sübabıdır ve yine dolaylı yoldan Türkiye’nin bir istikrarlı ülke olması doğrultusunda önemli bir katkıyı ifade etmektedir. (Sabah, 14.02.1998)
Fethullah Gülen-Papa buluşmasıyla ilgili en anlamlı yorum ve değer*lendirmelerden biri, Washington Katolik Üniversitesi Doğu Hıristiyanlığı Araştırmaları Bölümü Başkanı Prof. Dr. Sidney Griffith’ten geldi. “Diyalogda maksat, İslâm’ı bilmeyen Hıristiyanların İslâm’ı tanımalarına vesile olmaktır” diyen Griffith, İslâm ve onun dünyada nasıl tanındığı adına çok önemli birkaç noktaya parmak basıyordu:
Biz, Türkiye’yi gözardı ettik. İslâm’ın Arap olduğunu düşünüyorduk. Halbuki Türkiye, gerek tarihinde, gerekse şimdiki zamanda, yaşanan diyalog bakımından mühimdir. Birçok Batılı, tarihteki Haçlı seferlerini bilmez. Bir çok Batılı, Hıristiyan bile sayılmaz. Eğer İslâm dünyasında Batılıları anlamaya daha hazırlıklı bir ülke varsa, ihtimal ki o, Türkiye’dir. Hırısityanlar için de İslâm dünyasına Türkiye bağlantısıyla entegre olmak daha kolay bir yoldur.
Batı üniversitelerinde İslâm, ekseriya üniversitelerin siyasal bilgiler veya uluslararası ilişkiler bölümlerinde ele alındı. İslâm’a siyasal yönden, yani oryantalist nazarıyla bakıldı. İlâhiyat fakültelerinde İslâm din olarak okutulmadı. Bence sorun, buradan başlıyor. (Zaman, 30.01-01.02.1998)
Fethullah Gülen’in Papa ile buluşmasına karşı çıkan çevrelerin bu tavrını, Hüsamettin Cindoruk, Kemal Yavuz’un, “Fethullah Hoca, kimi temsilen Vati*kan’a gitti? Nasıl gidebilir? Büyükelçi onu neden karşıladı?” şeklindeki öfkeli sorusuna, “Papa herhalde, kendisini 28 Şubat kararları ile bağlı hissetmedi.” şeklinde verdiği cevapla iğnelerken (Nazlı Ilıcak, ‘Sisler Bulvarında Bir Yıl’, Akşam, 28.02.1998), Ayhan Katırcıkara ise, Türkiye gazetesinde aynı konuda şu noktalara dikkat çekiyordu:
Fethullah Gülen, Papa II. John Paul ile görüştü ya, fırsat bu fırsat yeni bir saldırıya vesile ediliyor. Türkiye’deki bir Hocaefendi uluslararası bir konuma geliyor, sözü itibarlı oluyor, alâka peyda ediyor. Olur mu hiç?
Artık doktorun oğlu doktor, işçinin kızı işçi, subayın mahdumu subay olamıyor, olmuyor ya, sıkıntı burada. Çalışan ve üreten oluyor. Bu da sinirleri germeye yetiyor da artıyor bile. Mağdur ve mazlum evlâtlar, artık ülke yönetiminde sorumluluk alıyorlar. İşte bu, istenmiyor. Alış*tıkları kolaycı çarklar artık tersine dönüyor. Her şey dünya insanına açık çünkü. Barışa, hoşgörüye, üretime açık.
CHP lideri Deniz Baykal’ın toplantısına gittiği ünlü Amerikan Tarikatı Moon’da değil kola içmek, kan almak yasak, et yemek yok, bayrak ve İstiklal Marşı da muteber değil. Faaliyetleri serbest. Rejim kendinden emin. Bunları göremeyenler, değerlendiremeyenler, dananın altında buzağı aramayı varsın sürdürsünler.
Fethullah Gülen, sadece Türk insanına değil, dünya insanına da nerede olursa olsun hizmet veriyor, barış götürüyor, hoşgörü hediye ediyor. Dünya malı olarak dikili ve tapulu hiçbir şeyi yok. Şimdi lâikçilere düşen, görev imkânlarını eleştirdikleri kuruluşların yerine, alternatif olarak koyabilecek müesseseleri hayata geçirmek. Bu iş de almaktan değil, vermekten ve fedakârlıktan geçer. Haydi buyurun o halde! (Ergün, 288)
Prof. Dr. Suat Yıldırım, bütün bu tartışmaların ardından, uzun bir makaleyle meseleye değişik noktalarda açıklık getiriyor ve denebilir ki, bir nokta koyuyordu. Makalesinde, 20’nci asrı, dünya savaşları, atomun par*çalanması, sanayi çağının bilgi çağına dönüşmüş olması gibi en önde gelen özellikleriyle takdim eden Suat Yıldırım, kitle iletişim araçlarındaki dev gelişmelerin de kaydedildiği bu asırda ve böyle bir dünyada, toplumların ve fertlerin birbirlerine kayıtsız kalmalarının artık mümkün olmadığı, maddî alan gibi, bol ürünlerin verildiği fikrî alanda da güncelleşmeyen, kendini sürekli yenileyerek arz edemeyen değerlerin hemen demode olup, tarihin çöp sepetine aldığı şeklinde, son derece önemli bir tesbitte bulunmaktadır.
Suat Yıldırım, daha sonra üç önemli tesbit daha yapmaktadır:
1. Bugün İslâm dünyası, Batılılar karşısında siyasî, ekonomik ve askerî yönden zayıf durumdadır ve kuvvet kullanmak istese dahi, kullanabilecek durumda değildir.
2. Herhangi bir dinin diğerini yeryüzünden silemeyeceği artık anlaşılmıştır ve huzurlu bir dünya için, dinler mensupları bir arada ve karşılıklı saygı içinde yaşamak durumundadırlar.
3. İslâm, ilk neşet ettiği anda, bilhassa Ehl-i Kitap olarak tavsif ettiği Hıristiyanlara ve Yahudilere ekümenik bir diyalog çağrısında bulunmuş, fakat bu çağrı 13 asırdan daha fazla süre karşılık görmemiş, tam aksine, bu dönemde Batı’da olduğunun tam tersi bir İslâm imajı çizilmiş, Peygamber Efendimiz aleyhinde sayısız iftiralar uydurulmuş, fakat 1960’dan itibaren Katolik Kilisesi, şu veya bu sebeplerle bir diyalog arayışına girmiştir.
Müslümanların, Roma Katolik Kilisesi’nin yaptığı diyalog çağrısına cevap vermede, kendileri açısından haklı sayılabilecek sebeplerle başta çekingen davrandığını belirten Prof. Dr. Suat Yıldırım, daha sonra Türkiye dışında kalan Müslümanlardan cevaplar gelmeye başladığını, fakat diyalogun kendi inisiya*tifinde olmasını isteyen ve bu sebeple gerekli çalışmaları yapmış bulunan Kilise karşısında bu cevapların sadece ikinci dereceden katkı mahiyetinde olduğunu vurgulamakta ve Türkiye’nin, Türk Müslümanların ise bu sürecin tamamen dışında kaldığına dikkat çekmektedir. Oysa, dünya üzerinde yürüyen bir diyalog çalışması vardır; bu çalışma, Kilisenin öncülüğünde yürümekte, Türkiye dışındaki Müslüman gruplar bu çalışmada ikinci, üçüncü derecede rol oyna*maktadır. Dolayısıyla, tarihi, sahip bulunduğu potansiyel ve kendine has özellikleriyle Türkiye’deki Müslümanların buna aktif, güçlü ve inisiyatifte pay sahibi olacak şekilde katılımda bulunması, sayın Yıldırım’a göre hem Türkiye açısından, hem de İslâm açısından bir gerekliliktir.
Prof. Dr. Yıldırım, daha sonra Gülen-Papa görüşmesine Türkiye içinde yöneltilen tenkitleri cevaplamakta ve yazısının sonunda diyalogun mahiyetine temas ederek, şunları söylemektedir:
Diyalog esprisine uymayan ve daha başlangıçta görüşmeleri kesip atacak olan bir tutum da, tarafların birbirlerini kendi inançlarına döndürme istekleridir. Oysa diyalog, taraflardan her birinin kendini muhatabına anlatması ve karşı tarafça anlaşıldığını görmesi, neticede tarafların ortak değerleri bulup, onları geliştirmeye çalışmaları demektir.
Bir başka tutarsızlık da şudur: “Batı tefessüh etti, çürüdü; şimdi bizi de bozmak istiyorlar” diye düşünmek yersizdir. Bir kısım Hıristiyanlar, kendi ülkelerinin bir kısım dertlerini belki de Müslümanlarla görüşme yapmak suretiyle, onlardan alacakları güzel tesirlerle tedavi edecekleri düşüncesini taşımaktadırlar. Olivier Lacomb, Michel Lelong, M. Watt gibi bazıları, iyice maddeye gömülen materyalist ve seküler hale gelmiş Batı’nın, Müslümanlardaki iman ve teslimiyet gücünü görerek, dine yönelecekleri kanaatlerini açıkça yazmaktadırlar. (Ateistken Irak’ta Müslümanlarla tanışan ve daha sonra Hıristiyan olmakla birlikte, Peygamberimizin peygamberliğini, Kur’ân’ın vahiy olduğunu kabul eden Massignon, Özbekistan’a yaptığı ziyarette İslâm medeniyetinden kalma eserleri görünce, bu eserlere sahip bir din, bize anlatıldığı gibi olamaz diyerek, Peygamberimiz’i ve O’nun hakkında Batı’da oluşturulan imajı tarihi ve sebepleriyle araştırmaya girişip, Muhammad: A Biography of the Prophet adlı fevkalâde eseri kaleme alan Karen Armstrong ve benzerleri burada bilhassa hatırlanmalıdır. AÜ)
Kur’ân-ı Kerim, Ehl-i Kitap’la görüşme kapısını açmıştır. Tarihî gelişim içinde daha çok Hıristiyan dünyası, diyaloga kapalı kalmıştı. Son dönemde Papalığın ve Evrensel Kiliseler Ekümenik Konseyi’nin görüşme çağrılarını Müslümanlar cevapsız bırakmamalıdırlar. Herkesin en kıymetli hazine saydığı dinini bozmaksızın, her iki din mensuplarının ve öncülerinin işbirliği yapacakları çok önemli sahalar mevcuttur. Onun için, Fethullah Gülen ile Papa’nın Vatikan buluşması mutlu bir olaydır. (Zaman 11-12.04.1998)
Ne var ki, Türkiye’de Gülen’in başlattığı hoşgörü ve diyalog hareketini baltalayanlar, kendi statükocu, içe kapalı ve Türkiye’yi de sürekli içine kapalı tutan hakimiyetlerini biraz daha sürdürme, hattâ daha da pekiştirme iradesinde şimdilik başarılı olmuş görünüyorlar. Fakat bunun Türkiye’ye neye mal olduğuna, devlet-millet beraberliğinin en büyük ve onulmaz derecede yara aldığı, mutlaka barışması gereken devletle din arasındaki uçurumların büyüdüğü, toplumsal dokunun en feci şekilde yaralandığı, hattâ parçalandığı, korkunç yolsuzluklar sonucu devletin ve ülkenin iflasın eşiğine geldiği, birkaç yıldır içinde bulunduğumuz şu son süreç en önemli bir şahit olarak duruyor. Gülen’in hoşgörü ve diyalog hareketinin pratiğe dökülmesinde bir takım hatalar yapılmış olabilir. Ama niyet ve gaye son derece samimi olduğundan, uygulamada tenkit edilebilecek bazı hatalardan dolayı değil, bu gayeyi görerek onu baltalayanlar ve karşı uçta onlara destek verenler, hattâ bu harekete desteklerini esirgeyenler, sadece Türkiye içinde değil, dünya üzerinde de, yakın bir gelecekte art arda sökün edecek yıkıntıların altında, üzerinde veya karşısında faydasız “keşke”ler ve “eyvah”lar çekeceklerdir.