Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
KASET HÂDİSESİ VE İFK HADİSESİ
– Geçen yılki, kaset hadisesiyle, İfk hadisesi arasında bir münasebet görüyor musunuz?
Böyle değerlendirmeler, benim çok üstümde; ben, o büyüklerin kıtmiri olmaktan öte bir şey görmedim kendimi. Ama, sorduğunuz için, cevap olarak şöyle bir teşbihte bulunabiliriz: “Hani büyük bir insan vardır; arkasında da, boynuna tasma takıp, yederek götürdüğü bir köpeği. İnsanlar gelir, sopalarla o zata hücum ederler; 5-10 sopa ona vururlarsa, 1 sopa da köpeğine indirirler. İşte, benim halimi ve maruz kaldığım musibetleri böyle değerlendirebilirsiniz.
HZ. ÂDEM’İN İKAZ EDİLDİĞİ ŞEKAVET VE
KUR’AN’I TEBLİĞDE KARŞILAŞILAN ŞEKAVET
– Tâ-Hâ Sûresi’nin sonunda Hz. Âdem (a.s.)’a, kendisi ve Hz. Havva validemiz için yasaklanan ağaca yaklaşmaması için ikazda bulunulurken, “Aksi halde, şekavete düşersin” deniyor. Buradaki şekavetle, sûrenin hemen başında, “Sana Kur’an’ı, şekavete düşesin diye indirmiyoruz” buyuruluyor. Bu iki şekâvet arasında bir münasebet olabilir mi?
Hz. Âdem’e bir nehiyde bulunulmuştu. Böyle bir nehyi işlemenin akabinde gelecek şekavet, daha çok manevî bir sürçme ve düşme olabilir. Gerçi o ikazın devamında, “bu ağaçtan tatmadığın sürece, açlık çekmeyecek, çıplak olmayacak, susamayacak ve güneşe maruz kalmayacaksın” deniyor. Hz. Âdem (a.s.), ağaca yaklaşmakla acıkacağı, susayacağı, yorulacağı, pek çok zorluklara maruz kalacağı bir hayata mahkûm oldu. İşte, onunla alâkalı olarak sözü edilen şekavet, bir nehyi işlemek neticesinde husule gelen bir şekavetti. Efendimiz’inki ise, “Bu söze inanmıyorlar diye, nerdeyse kendini onların peşinde helâk edeceksin” âyetinde ifade olunan, kendi kendini mahvetme, yorma, üzüntü ve ızdıraptan perişan olma manâsına bir lâzım-ı şekavetti.
CENNET’TE İMTİHANA TÂBÎ TUTULAN
HZ. ÂDEM’İN MAHİYETİ
– Cennet’te imtihana tâbî tutulan, şahs-ı Âdem miydi, yoksa insanlığın manevî şahsiyetini temsil eden Âdem miydi?
Bu hususta kesin söz söylemekten hep kaçındım. Çünkü bu, bizim âlemimizi alâkadar eden bir hâdise değildir. Bir defa, Hz. Âdem’in konduğu cennet neredeydi? Gerçi Ehl-i Sünnet, el’an Cennet’in varlığında müttefiktir. Fakat bu Cennet, mü’minlerin Âhiret’te gideceği Cennet’in her bakımdan kendisi midir? Mü’minlerin Âhiret’te gideceği Cennet, tam manâsıyla inşâ edilmiş midir? Önce şu hususu arz edeyim ki, o, Allah’ın İlminde, İlm-i Ezelîsinde son haliyle de, sâbit bir ayn olarak vardır. Fakat, Âhiret’te alacağı şekil, daha çok mü’minlerin amellerine göre inşâ olunmaktadır.
Mü’minlerin buradaki salih âmelleri, tesbihleri, hamdleri, tekbirleri, dîn-i mübîn-i İslâm yolundaki hizmetleri, o Cennet’in yapı malzemesini teşkil edecektir. Üstad’ın namazın çekirdeği olarak tavsif buyurduğu, Sübhanellah, el-hamdü li’llâh, Allahü ekber, söylenmesinde çok büyük sevap olan ve hadiste mizanı dolduracağı ifade buyurulan, bilhassa sübhanellahi ve-bihamdihî sübhanellahi’l-azîm, mü’minlerin cennetini inşâ için Allah’ın kullandığı malzemelerdir. Üstad, “burada bir el-hamdü li’llâh dersiniz, orada bir meyve-i Cennet yersiniz” buyuruyor. Demek ki, burada bir el-hamdü li’llâh demek, Cennet’te bir elma ağacının dikilmesine vesile olmaktadır. Fakat, bir âyet-i kerimede ifade buyurulduğu gibi, bu tür kelimât-ı tayyibeyi yükselten amel-i salihtir. Amel-i salih olmazsa onlar yükselmez; ağızdan çıkan birer söz olarak kalır.
Demek ki, Cennet çekirdek olarak varsa da, onun açılması, genişlemesi mü’minlerin dünyadaki salih amelleriyle olmaktadır. O bakımdan, Hz. Âdem’in başından geçen o hadise, berzahî bir hadise miydi; imtihana tâbî tutulan, Âdem’in berzahî vücudu ve mahiyeti miydi; bu konuda kesin bir söz söylemek zor...
“Kalû belâ” vak’ası
– Bu açıklamanız, “Rabbin, Âdem oğullarının sırtından zürriyetlerini aldı ve kendilerini kendilerine şahit tutarak, ‘Ben Sizin Rabbiniz değil miyim?’ dedi, ‘Evet’ dediler âyetine de tam açıklık getiriyor.
O hadise de, berzahî bir hadise olmak ihtimali büyüktür. Bazı, ruhları çok gelişmiş, maneviyata ve başka âlemlere tam manâsıyla açılmış olan insanlar, o hâdiseyi ve Allah’ın Rubûbiyetini tasdiklerini hatırlayabilirler.
– Mahiyeti her ne olursa olsun, Cennet’te henüz acıkma, yorulma, yanma nedir bilmeyen bir insanın bu türden şeylerle ikaz buyurulmasını nasıl anlamak lâzım?
Hz. Âdem’e isimlerin öğretilmiş olması, buna açıklık getirebilir. İsimlerden kasıt herhalde onların müsemmalarıydı; eğer isimlerin ona öğretilmiş olması, onun, kendisine meleklerin üzerinde bir rüçhaniyet kazandıran mucizesi ise, bu takdirde onun, bizim gibi, hayat şartlarını öğrenmesi için doğduktan sonra üzerinden pek çok seneler geçmesi gerekmez. Biz, Üstad’ın da işaret buyurduğu hayat şartlarını doğumdan itibaren 10-15 yılda ancak öğreniriz. Ama Hz. Âdem, bir mucize olarak bunu hemen almıştır. Bir isim olarak açlığı, yorgunluğu, susuzluğu öğrenince, onların müsemmalarını, yani açlık nedir, yorgunluk nedir, susuzluk nedir, üşüme yanma nedir, bunları da öğrenmiştir.
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
İLK “CENNET” HAYATI MI,
YERYÜZÜ HAYATI MI DAHA FAZİLETLİ?
– Bu durumda, insanın yeryüzü hayatını, o ilk berzahî veya cennet hayatından daha önemli, daha faziletli görebilir miyiz?
Öyledir; çünkü insan, bu dünyada Allah’ın pek çok ismine mazhar bulunmaktadır. Hz. Âdem yeryüzüne inmemiş olsaydı, Cennet’te Âdem olarak kalacaktı; fakat yeryüzüne inmekle, sulbünden, başta İnsanlığın İftihar Tablosu (s.a.s.) olmak üzere, yüzbini aşkın peygamber, milyonlarca evliya, asfiya gelmiştir. Cenab-ı Allah’ın esmâsının tecelli sahası olarak yeryüzü, insanla gerçek kemalini bulmuş ve cisminin küçüklüğüne rağmen, değerde göklere denk tutulmuştur. İnsan; iman, marifetullah, muhabbetullah ve zevk-i ruhanî gibi paha biçilmez değerlere daha çok burada ulaşmıştır. Yine burada işlenen amellerledir ki, belki bir çekirdek halinde bulunan, belki de sadece berzahî vücuda sahip olan Cennet, Âhiret’te ulaşacağı o çok muhteşem şekli buradaki davranışlara göre alacaktır. Cismaniyetin değeri de bir bakıma burada ortaya çıkmaktadır. İnsanlık ruhu, manâsı ve mahiyeti burada cisimle kemale erer ve Cennet’e ehil hale gelir. Bu sebepledir ki insan, Rabbisini tanımada, nimetlerini tatma ve tartmada kullandığı cismiyle Cennet’e girecektir. Evet o, ancak cisimle Cenab-ı Hakk’ı tam tanıyabilir ve O’nun isimlerini, sıfatlarını bilebilir. O halde, onun yeryüzüne indirilmesi ve burada yaşamaya mahkûm edilmesi onun hakkında hayırdır ve ona düşen de, bu hayrı değerlendirmek, şerre çevirmemektir.
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
9. GÜN
Hocaefendi, sık sık hastalandığı ve günlerin de kısalığı sebebiyle fazla sohbet imkânı olmadığı için, bu arada not tutamadım. Fakat, arada bir olan güzel sohbetleri, yine de kaydetmeye devam ediyorum.
Bugün bir ara kaldığım odayı teşrif buyurdular. Söz, bir münasebetle Kur’an-ı Kerim, onu anlamak ve ona manâ vermekten açıldı; şöyle dediler:
KUR’AN-I KERİM’İ ANLAMA
VE O’NA MANÂ VERME
Kur’an-ı Kerim’i anlamada ve ona manâ vermede, meal yazmada, lâfzın önemi inkâr edilemez. Ancak ondan daha önemli olan bir şey varsa o da, meal ve izahları, Kur’an-ı Kerim’in tamamını bilmeye bağlamaktır. Bir âyeti anlamaya ve ona manâ vermeye çalışırken, icabında Kur’an’ın tamamını göz önünde bulundurmak gerekir. Yoksa, her zaman için yanlışlık yapmak mümkündür. İkinci olarak, her âyeti, hem siyak ve sibakıyla, hem de kendi bütünlüğü içinde kavrayabilmek de çok önemlidir. Bunlardan daha önemlisi ise, vicdanın o âyeti, onun manâsını duyması ve onunla bütünleşmesidir. İşte tefsir ve meallerde eksik, fakat başarılması da zor olan budur. Bu da, rûhen, vicdanen, kalben Kur’an’la bütünleşme ve onu kendi derinlikleriyle duymakla aşılabilir. Buna muvaffak olunabildiği takdirde, lâfza motamot bağlı kalmak gerekmez. Âyetin bütünündeki manâyı, muhtevayı vermek daha güzel olur. Bu manâ ve muhteva kavrandığı zaman, onu, kendi dilimizde en güzel şekilde nasıl ve hangi kelimelerle ifade etmek mümkünse, o kelimeler, o ifadeler kullanılmalıdır.
– Malûmunuz, kelimelerin, hattâ bazen harflerin, kelimelerin sıralanışının âyete kattığı çok fazla anlam katmanları ve nükteler oluyor. Bu durumda, onları nasıl ifade edeceğiz?
Tefsir olmadıktan sonra, zaten bir mealde bu manâ katmanlarının ve nüktelerin hepsini vermek mümkün değildir. Âyetin bütün ruhunu, manâ ve muhtevasını, siyak ve sibakına, içinde bulunduğu metne ve Kur’an’ın bütünlüğüne uygunluk içinde verdiğimizde, en azından, bu tabakalardan ve nüktelerden birisini vermiş oluruz; verdiğimiz bu şey, hem herkesin istifade edebileceği, hem de herkes için gerekli olan manâ tabakası olur. Diğer nükteler, belki herkesi aynı derecede ilgilendirmediği için, mealden ziyade tefsire havale edilir.
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
10. GÜN
Hocaefendi, özellikle ağır seyreden şeker rahatsızlığı sebebiyle oruç tutmada oldukça zorlanıyor. Bilhassa öğleden itibaren, ağız kuruması ile birlikte halsizliği ve bitkinliği had safhaya varıyor. Tabiî, bunu kelimelerle ifade etmek zor; tecrübenin keyfiyetini ancak aynı tecrübeyi, aynı ölçüde yaşayanlar kavrayabilir.
Burada, saat 4.15’te sahur için çıkıyor ve sahurda genellikle kahvaltı yapıyoruz. Çoğunlukla 4.50 civarında son hazırlıklar için yemeği bırakıyoruz. 5.30 civarında sabah namazı kılınıyor ve binada artık öğleye, yani öğle namazına kadar sessizlik hakim oluyor. Bazı günler, öğle namazından sonra Hocaefendi, bitkin halde de olsa, bazen burada bulunan bir-iki insanın kaldığı odalara uğrayıp az oturabiliyor. Kısa da sürse soru-cevaplı sohbetler, iftardan sonra oluyor.
Oruç, 16.40’da açılıyor ve arkasından akşam namazı kılınıp, yemek yeniyor. Yemekten sonra biraz oturup, genellikle 18.20 civarında yatsı ve teravih namazı için kalkılıyor. Hocaefendi, yatsı namazını kıldırıyor; teravihi kıldırmayı ise başkasına bırakıyorlar.
Bugün iftardan sonra sohbette iki soruya verdikleri cevapları kaydetme imkânı oldu:
***
HİCRET Mİ, KALIP DİNE HİZMET Mİ?
– Herhangi bir yerde kalıp, Allah rızası için hizmet görme ile, o yerde ibadetleri yapamamayı nasıl te’lif edebiliriz? Malûmunuz, “Göreydin, melekler kendi kendilerinin zalimi olarak canlarını alırken, ‘ne işle meşguldünüz de, ibadetlerinizi yerine getirmediniz?’ diye sorarlar. Onlar da, ‘biz ezildik, zayıf bırakıldık’ der. Melekler, ‘Allah’ın arzı geniş değil miydi, hicret edeydiniz?!’ diye karşılık verirler” âyeti, imanın gereklerinin yerine getirilememesi durumunda hicreti emrediyor.
Herhangi bir yerde dîn-i mübîn uğrunda hizmet vermek mümkünse, oradan ayrılmamak lâzım. Eğer orası terk edilirse, o yer, bütünüyle ilhada ve helâke bırakılmış demektir. Arzın tamamı Allah’ındır ve dolayısıyla her yerde Allah’a ibadet edilmelidir. Bunun için çalışmak, Müslüman’ın vazifesidir. Fakat, Mekke’de Efendimiz’e yapıldığı gibi, artık o yerde kalıp, hizmet vermek mümkün olmazsa, böyle durumlarda, oradan ayrılma olabilir; fakat bu ayrılma, ebediyen orayı terk etmek demek değildir; geçici ve maksatlı bir ayrılmadır. Bazıları da vardır ki, o yerde bir şey yapması mümkün değildir. Bu mümkün olmadığı gibi, bırakın inancını yaşamayı, iman etmesi bile güçleştirilmektedir. Bu durumda, bu insanların, imanlarını korumaları ve ibadetlerini serbestçe yapabilmeleri için, bir başka yere hicret etmeleri üzerlerine borç olur. Habeşistan hicreti, buna bir misaldir. Herhalde mesele bu ölçüler çerçevesinde ele alınırsa, problem kalmaz.
“VİCDANIM RAHAT” DENEBİLİR Mİ?
– Bir insan, herhangi bir konuda “vicdanım rahat” diyebilir mi?
Hangi hususta olursa olsun, “Vicdanım rahat” demek kolay değildir ve çok büyük bir iddiadır. Bir defa, “vicdanım rahat” diyebilmek için, yaptığınız her işte ihlâsınızın, o işte Allah rızasından başka bir gaye gütmediğinizin kesin olması ve bundan emin bulunmanız lâzımdır. Bu ise, peygamberlerin dışında kimse için mümkün değildir. Kimse, “Ben, bu işte Allah rızasından başka hiçbir gaye gütmedim” diyemez, böyle bir iddiada bulunamaz. Çünkü ihlâs, sürekli kazanılan, kazanılması için ömür boyu mücadele verilmesi gereken bir hâldir. Ancak peygamberlerdir ki, onlar ‘muhlis’, yani ihlâslı, ihlâsı kazanmış değil de, ‘muhlas’dırlar; âdeta bizatihî ihlâs üzere yaratılmışlardır. O bakımdan, onlardan başka kimse tam ve kusursuz ihlâs iddiasında bulunamaz. Öyle ise, herhangi bir işte “vicdanım rahat” demek, çok büyük bir iddia, hattâ bağışlayın, küstahlık olur. İmam-ı Rabbânî hz. “Ben, 20 yıldır sağ yanımdaki meleğin bir şey yazdığına sanki hiç şahid olmadım” diyor. İmam-ı Rabbanî gibi bir zat böyle diyorsa, bizim nasıl düşünmemiz gerektiği mevzuunda herhalde fazla söz söylememiz abes olur.
İkinci olarak, “vicdanım rahat” diyebilmek için, yaptığımız her şeyi doğru yaptığımızdan emin olmamız lâzım. Bu da, yine peygamberler dışında kimse için mümkün değildir. Yine, sürekli Allah’ın korumasında ve o muallâ makamlarının birazcık altında bir performans gösterdiklerinde hemen ikaz edilen o insanlardır ki, vazifelerini tam doğru ve bihakkın yapmışlardır. Biz ise, doğruyu ve mükemmeli yakalamaya çalışan insanlarız. Kaldı ki, pek çok meselede doğrunun ne olduğunu kestiremiyor, “herhalde böyle yapmak daha iyi” diyor ve öyle yapıyoruz. Şahsen, hayatımda yaptığım hiçbir işin, mutlaka yapılması gereken en doğru iş olduğuna tam kanaat etmedim. Meselâ, bazen arkadaşlar bazı yerlere, bazı toplantılara sürüklediler; onların vicdanî kararlarına saygı gösterdim ve o toplantılara katıldım. Fakat, hiç birinde yapılması gerekeni yaptığım hususunda vicdanen rahat değilim. Belki hata ettim, belki hepimiz hata ettik. Yani, burada maksadım kimseyi, hele bir camiayı sorgulamak değildir. Fakat, her zaman hepimiz, yaptığımız her işten dolayı kendimizi sürekli sorguya çekmeliyiz. En doğru, en halisane yaptığımızı zannettiğimiz işlerde bile, acaba bunda da bir bit yeniği, nefsin bir oyunu, sağdan gelmesi var mıdır? Acaba, böyle değil de, şöyle yapsa idim, daha iyi olmaz mıydı? Acaba, yapmadan önce bir defa daha düşünse veya daha başkalarıyla bir defa daha istişare etse idim, daha iyi bir netice alınamaz mıydı… şeklinde, mutlaka kendisini sorgulamalıdır. Bu bakımdan, herhangi bir hususta “vicdanım rahat” demek, ancak nefsin ve bencilliğin mırıltısı olabilir.
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
11. GÜN
Hocaefendi, 2 konuda alabildiğine hassas; bu 2 konuda çevresinde gördüğü eksiklik ve yanlışları hemen tashih ettiği gibi, herhangi bir güzelliği de şu veya bu şekilde ödüllendirmekten geri kalmaz. Hataları gidermede takip ettiği yöntem, genellikle, eğer hatayı yapan şahıs, kendisine doğrudan söylendiğinde onu hiç mesele yapmayacak ve alınmayacak ölçüde enaniyetten sıyrılmış ve Hocaefendi’ye belli bir yakınlık kesbetmişse, doğrudan söylemek; yok, o şahıs doğrudan yüzüne söylendiğinde alınganlık gösterecek ve meseleyi nefis meselesi yapacak yapıda ise, bu takdirde ortaya konuşur. Bir veya birkaç kişide, ya da çevresinde herkeste gördüğü hata ve kusurları düzeltme adına ortaya konuşurken, eğer mesele özellikle nefsin herkeste bulunabilecek kusurları hakkında ise, herkesin sanki o hatayı yapan kendisi imiş gibi, konuşulanları üzerine almasını en önemli faziletlerden biri telâkki eder. Eğer ikazı kimse, bilhassa kusur kendisinde olanlar üzerine almaz ise, bu takdirde ciddî rahatsız olur.
Hataları tashihte, hemen yakın çevresinde yukarıda sözü edilen iki tür insandan birinci türe giren, yani ne söylerse söylesin alınmayacak, hattâ onu iltifattan öte iltifat sayacak birisi varsa, başkalarının hatalarını gidermede, sanki hatayı yapan o kişiymiş gibi, onu hedef ve muhatap alır; kendi ifadesiyle “kara tahtası” olarak kullanır. “Ona yazar ki, başkaları okusun.” Bu husus çok defa anlaşılamadığı için, bazen o kişi hakkında su-i zanda bulunulduğu olabilir. Hocaefendi’nin ortaya konuştuğu durumlarda, orada bulunan herkesten beklenen, hitabın ve ikazın doğrudan kendisine olabileceğinin dikkat, temkin ve teennisi içinde olmaktır.
Hocaefendi’nin en çok rahatsız olduğu iki husustan biri, insanların bir takım muvaffakiyetlerini kendilerine mal etmeleridir. Hocaefendi bu konuda o kadar hassastır ki, birinin zihnine bu istikamette bir düşünce gelip geçse dahi ciddi rahatsızlık duyar. Bütün müsbet başarıları, iman ve tevhidin gereği olarak Cenab-ı Allah’a verme ve insanların onları kendilerine mal etme gibi sinsi bir şirkten kurtulmaları adına, tabir yerinde ise, son derece kıskançtır. “Eğer bir insanın eliyle Cenab-ı Allah (c.c.) bir milyon insana hidayet nasip etse ve sonra bir insan nefsine bundan pay çıkarırsa, bu, onun Cehennem’e gitmesi için yetebilir” ikazı Hocaefendi’ye aittir. Bugün, mescid olarak da kullanılan salonda otururken, bu konuda kendisine tevcih edilen bir soruya da şöyle cevap verdiler:
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
BAŞARILARI VE NETİCELERİ ALLAH’A VERME
– Başarıları ve müsbet neticeleri Allah’a vermede son derece hassassınız.
Neden hassas olmayayım ki, her türlü muvaffakiyet ve müsbet netice Allah’a aittir. Hiçbir kul, gücü, bilgisi ve imkânları ne ölçüde olursa olsun, Allah muvaffakiyet vermezse, müsbet hiçbir şey yapamaz. İnsanın yapısı hayra değil, günaha ve tahribe yöneliktir. Müsbet netice ve muvaffakiyetlere gelince, bir defa, bunların tahsili için gerekli mekanizmayı kuran Allah’tır. İnsanın yaptığı, bu mekanizmada bir düğmeye dokunmaktan daha fazla değildir. Ona o imkân ve gücü bahşeden, dokunmasına müsaade eden, o dokunmaya sevk eden de Allah’tır. Eğer Allah izin vermemiş, onu öyle bir donanımla dünyaya getirmemiş, o işi yapmaya sevk etmemiş olsa idi, bir düğmeye dokunmak bile olsa, insanın elinden ne gelirdi? Üstad demiyor mu, insanın ekl ve şürb (yeme-içme) gibi en basit ve iradesine taallûk eden işlerde bile rolü binde bir bile değildir? O halde, hele, sanki Firavunca ve Nemrutça “ben yarattım” dercesine, “ben yaptım, ben başardım; bu, bendeki güç ve ilimden dolayı böyle oldu; falan yerde konuştum, işte şu kadar insan müteessir oldu; şöyle yazdım, şu kadar insana tesir ettim” şeklinde hezeyanlar sarf etmek, hattâ bunları düşünmek, akıldan geçirmek, küstahlıktan başka ne manâya gelir? Hiçbir peygamber, “ben yaptım, ben başardım, ben hidayet ettim” dememiştir. “Ben,” firavunların ağzından çıkan sözdür. Şirkin en hafifi “nahnü”, yani “biz”dir; cemaat, millet, kavim, kabile enaniyetidir. Üstad, bu meseleleri, anlamaktan bile aciz olduğumuz Ene ve Zerre Risalesi’nde ne güzel ifade eder! O’nun dediği gibi, “ene”yi, hattâ “nahnü”yü de yırtıp, altındaki “Hüve”yi ortaya çıkarmak, “Hüve”yi göstermek gerekir.
Sonra, ağlayarak, sözlerini şöyle bağladılar:
– Kanatlarını açtığı zaman bütün semayı kaplayan Hz. Cebrail (a.s.) bile asla “ben” demez ve her şeyi Cenab-ı Allah’a verirken, bize ne oluyor da, “ben” deme küstahlığında bulunuyoruz!?
Hocaefendi’nin, aynı hususta daha önce yaptığı bir sohbette söylediklerini burada kaydetmekte fayda var:
– Bir kulluk deryasına yelken açtık ki, dalgalar amansız çıktı karşımıza, kenara varmaya koymuyor bizi. İstihdam eden Allah’a binlerce hamd ve senâ olsun; olsun da, nâil kılındığımız lütufların zerresini kendimizden bilmeyelim; bilmeyelim ki, O, lütuflarını sonuna kadar devam ettirsin. Bu lütufların bir tanesini, hattâ bir zerresini bile kendimizden bilsek, bilgimize, tedbirimize versek, O, vâridât-ı Sübhaniyesini keser ve “haydi yürüyün bakalım, yürüyebilirseniz,” der. Allah korusun, âhir ömrümüzde kendi kendimize bırakıldığımız için hizlana uğrarız. O’ndan diler ve dileniriz, bizi göz açıp kapayacak kadar bile olsa, Allah Rasûlü’nün o mübarek dualarından ayırmasın: “Ya Hayyu Ya Kayyûm, bi-rahmetike estağîs; eslah lî şe’nî küllehü, ve lâtekilnî ilâ nefsî tarfete ayn: … Göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa, bizi nefsimizle baş başa bırakma” Her şey O’ndan; ne veriyorsa, aczimize, fakrımıza, za’fımıza merhameten veriyor. Akıldan geçer, “en güzel talebeleri yetiştirdim, tedbirimle hiç birinin kılına dokundurmadım.. onları öyle bir sevk ve idare ettim ki..” mülâhazalarına dalar gider. Neden sonra, o hasta kalbine gelir de, mırıldanır, “Vakıa, bunları Allah yaptırdı ya!” Bir gün sana, “hay, Allah hayrını versin! O kadar becerikli idin, başarılı idin.. Allah dediğin O Zâtı şimdiye kadar bulman gerekmez miydi; hâlâ bir yabancı gibi, başı açık, yalın ayak hayallerinle şaşkınlık çöllerinde dolaşıp duruyorsun” demezler mi?.
Bu türden, eskiden de olsa söylenmiş sözleri hatırlayınca, bende depresyon yapıyor. “Bu zenginlik, bana ilmimden dolayı verildi” diyor, kim?: Karun. Böyle konuşanlar, böyle düşünenler, Karun’dur, Firavun’dur. Kendini yenememiş, benliğinin altında kalmış insanların sözlerine, davranışlarına biraz dikkatle nazar etseniz, hepsinde “ben” davulunun öttüğünü, “kendi kabiliyetim ve istidadımla, irademle, bilgimle, marifetimle.. tesiri nâkâbil olanlara tesir ediyorum, sözümü dinlettiriyorum” sözlerinin çınladığını görür veya duyarsınız. Çok dikkatli de konuşsalar, mutlaka bir yerlerinden sızar o mülâhaza...
Vasiyetim olsun, elinizden geldiğince çevrenizi kendi benliğinden, egosundan uzaklaştırmaya çalışın. Eğer bir gün, o ideal nesil, ütopyalarda resmedilen nesil isbat-ı vucud edecekse, o, bencilliği olmayan, “ben” davasından geçmiş, “ene”yi bırakıp, hattâ şirkin en hafifi olan “nahnu”yu da aşarak, “Hüve”de tevhidi yakalamış, “ene”yi yırtıp, “Hüve”yi göstermiş nesil olacaktır.
İnsan, bir başkasıyla rekabete girebilir, fakat Allah’a karşı rekabet hissi düpedüz saygısızlıktır. O bakımdan, her muvaffakiyet, her güzel iş, Allah’a verilmeli ve, “bunu O yaptı” denmelidir. Yememize, içmemize, hemcinsimize duyduğumuz alâkaya bakınca, hayvandan farklı bir yanımızın olduğunu görüyor muyuz? Hattâ, haram-helâl demeden, açlığımıza-tokluğumuza bakmadan, başkalarının haklarını da üzerimize geçirerek, öyle yiyip içiyor ve hayvanlar, hemcinslerine karşı üreme adına senede bir alâka duyarken, biz, tamamen nefsânî arzuların pençesinde doymak bilmez bir hırsla yaşıyoruz. Bu hâlimizle, hayvanların mertebesinde olduğumuz bile söylenebilir mi bilemiyorum. İki Nobel ödülü sahibi Alexis Carrel’in başında bulunduğu bir heyet, 20. Asır gençliğini bütün duygu, tavır ve davranışlarıyla inceleyip formüle ettiklerinde, karşılarına “serseri köpek” resmi çıkmıştı.. saldırgan, başıboş, istediği gibi yer, sonra yan gelip kulağı üzerine yatar.. işte böyle bir tip. Evet, çirkin bunlar ve böyle tasvirler bize yakışmaz ama, gel gör ki, nefis çok daha çirkin.. Estağfirullah, sümme estağfirullah.
***
Allah karşısında insanın kendisini zelil, hakir, hor görmesi lâzım. Evliyaullahtan bazıları var ki, münacatlarında şöyle derler: “Şu hâlimle, kalbimin şu durumu itibarıyla, iman, İslâm gibi hususiyetler müstesna, kâfirler benden çok iyidir; falan hayvan, filan hayvan benden iyidir.” Evet, insan bir yandan budur; diğer yandan da Allah’ın insanlığımıza terettüp eden bir kısım lûtufları, ihsanları var. Öyle ise, kimse, bu lûtuf ve ihsanlara sahip çıkmamalı. Mü’min, her halinde mütevazi olmalı, mahviyet ve hacalet içinde bulunmalı. Onun için, Kur’an-ı Kerim’de, “Ezilletin alâ’l-mü’minîn (Mü’minlere karşı tevazu kanatları ve yüzleri yerlerde)”, “eızzetin alâ’l-kâfirîn (kâfirlere karşı ise izzetli ve çetin” buyurulur. Hiç kimse, kendisini müzekkâ bilmemeli; böyle bilmek şöyle dursun, hadisteki ifadesiyle, kendini “racül-ü fâcir” bilmeli. Kimse, “ben müfsidim” demez; demez ama, bilmeyerek ifsad etmediği ne malûm? Acaba, vicdanında kendini ikna edecek şekilde, “hakikaten ben bir müfsid miyim?” diye bir mülâhazası bulunmalı değil mi?
Kendisine zerre kadar bile itimat eden insan, İlâhî teveccühleri kaybetmiş demektir. Kimse, nefsine güvenmemeli, âkıbet ve âhireti hususunda emniyette olduğunu sanmamalıdır. Bu manâda mutlak emniyet küfürse, onun en küçüğü de küfre yakınlıktır. Yani, nasıl yeis küfürse, bir insanın âkıbeti ve Âhireti hususunda ameline güvenmesi, Cennet’e gireceğinden emin olması da küfürdür. Böyle bir emniyetin en küçüğünün bulunması da, küfür istikametinde bir adım demektir.
Rabbi’ğfir ve’rham ve ente hayru’r-rahimîn.
***
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
İNSANLARIN BİRBİRLERİNİ KABULLENMELERİ;
KARDEŞLERİNİN BAŞARILARINI
KENDİ BAŞARILARI GİBİ GÖRMELERİ
Hocaefendi’nin çok hassas oldukları ikinci nokta, insanların birbirlerini kabullenmeleri, kimsenin birbirini kıskanmaması, aksine kardeşlerinin başarılarını kendi başarısıymış gibi görüp, sevinmesi; bir yerde yapılacak bir konuşma veya bir iş varsa ve bir insan, eğer kendisi bu işi yaptığında veya konuştuğunda rahatsızlık meydana getirecekse, bunu başkasına yaptırmaktan mutluluk duymasıdır. Hocaefendi, bu konuda da alabildiğine hassastır. Sohbetlerinde en fazla üzerinde durduğu iki husustan birisi budur. Gün geçmez ki, bu iki husus konusunda ikazda bulunmamış olsun. Bilhassa bu ikinci konuda gördüğü, sezdiği, müşahede ettiği hata ve kusurları zaman zaman acı acı dile getirmekten kendini alamaz.
Daha önceki, bilhassa birinci hususu ilgilendiren, fakat bu ikinci hususla da alâkası bulunan sohbetlerinden birinde şunları söylemişlerdi:
NEFSE PRİM VERMEME, ONUN BOYNUNU KIRMA
Hataya düşmemek, nefse prim vermemek, Şeytan’ın sağdan gelmesi karşısında mağlûp olmamak için İslâmî kıstasları bilmek çok önemlidir. Bunlar, herkese göre değişen meseleler değildir; Kur’an ve Sünnet’in hükümleridir. Bunlar dışında kalan hususlarda, nefse prim vermeme, onun boynunu kırma adına ne gerekiyorsa yapılabilir. Meselâ, nafile ibadette bulunma; evvâbin kılma, teheccüd kılma, Pazartesi ve Perşembe günleri oruç tutma.. nefse zor gele gele bunlar eda edilmelidir. Yine meselâ, bir yerde dînî, millî bir mesele anlatılacak. İçinizden “ben anlatayım” duygusu geçiyorsa, hemen bırakıp başkasına anlattırma.. orada bu meseleyi daha iyi anlatıp, ruhlara daha iyi girecek biri varsa, yine onu tercih etme.. aynı şekilde, konuşurken, nefsin “ne güzel konuşuyorsun!” diye fısıldadığı anda, hemen bir kenara çekilme; çok güzel bir mektup, beliğ bir yazı veya şiir yazdınız, içinizden beğenme geldi, hemen onu yırtıp atma; başkalarının hidayetine vesile olan bir hizmet veriyor, konuşmalar yapıyorsunuz, ama içinize “ucub” geldi, baktınız, çalımlarınıza takılıp gidiyorsunuz, muvakkaten de olsa o hizmete ara verme... İşte, Kur’an ve Sünnet’in, ruhsat sınıfına da girse, bir hükmüne kimsenin müdahale hakkı olmamasına mukabil, nefsi terbiye adına bunlar yapılabilir ve yapılmalıdır.
SÜREKLİ MURAKABE VE MUHASEBE
İnsan, yaptıklarını sürekli düşünerek, murakabe ve muhasebede bulunarak yapmaz, terk ettiklerini, aynı şekilde düşünerek terk etmezse, her zaman için yanılabilir. O bakımdan, en iyi, belki en kabule şayan gördüğümüz amellerimizde dahi bir bit yeniği olabileceğini nazara almalıyız. Kimsenin olmadığı, sizi de görmediği bir yerde tek başınıza yaşıyor, her gece kalkıp 100 rekat namaz kılıyor, başınız secdede, Rabbin huzurunda gözyaşı döküyorsunuz; evet bunda bile bir bit yeniği olabilir. Belki de, içinizde, “bu yaptığım, geç de olsa bir gün duyulur” mülâhazası; şimdi ben yapayım da, bir gün bundan haberdar olup, bahsedenler çıkar düşüncesi olabilir. Eğer bu derece bir murakabe yoksa, insan her zaman için yanılabilir. Evet, en yanılmayacağınızı zannettiğiniz yerde bile yanılabilirsiniz. Kulluk, bir manâda sürekli iç münakaşa, insanın kendisiyle, nefsiyle olan kavgasıyla gerçek derinliğini bulur. Ubûdiyet, ubûdet, üzerinden sürekli geçilen işlek bir yolu ağır paletlerle bastırma ve düzeltme, sonra gelip yeniden bastırma ve düzeltme, sonra yeniden, sonra yeniden.. hiç durmamacasına bastırma ve düzeltme demektir. Ama herkes bunu kendi nefsi adına yapmalıdır; başkaları hakkında aynı şekilde düşünülür, onların ibadetlerinde nefsin payı olabileceği gibi bir sû-i zanna gidilirse, Allah korusun, bu da öldürücü bir zehir ve korkunç bir yanılma demektir. İhtimal başkaları, sizin yakalamaya, avlamaya çalıştığınızı çoktan yakalayıp, avlamışlardır da, sizin haberiniz yoktur.
***
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
RİYA, RİYAYI TANIMA VE ONDAN KURTULMA
Başlangıçta herkesin riyaya düşebileceği, kulluk kapısından riya ile girileceği söylenir. Fakat kulluk, riya ile devam etmez; kul, ihlas yolunda mesafe kat’ ettikçe riyayı bırakır ve tam ihlâsa erdiğinde, artık onda riyanın eseri kalmaz.
Bir diğer zâviyeden, riyayı tanımadan, riyanın ne demek olduğunu anlamadan insanın içine ihlâsı elde etme cehdi doğmaz. Riya yapıyor da hiç farkında değilse, o zaman ihlâsa hiç ulaşamaz. Halbuki, riya ile ilgili yazılan ve söylenenlere baktığımızda, çoğu davranışlarımıza riyanın nasıl da sindiğini, ama biz farkına varamadığımızı anlarız. İnsan, ihlâsa ulaşmak için uğraşırken riyayı tanır. Nasıl nefsin bilinmesi Allah marifetine ve Allah’ı tanımaya açılan bir kapıdır; Sokrates’in “kendini tanı” tenbihi, ehl-i tasavvufun, “Men arefe nefsehu fe-kad arafe Rabbehû (Nefsini bilen, Rabbini bilir)” şeklinde hadis diye rivayet ettikleri söz bu gerçeği ifade etmektedir; bunun gibi, insan da, ihlâsı yakalamaya çalışırken riyayı tanır, o kapıdan girer ve adım adım, kademe kademe ihlâsa ulaşır. İnsan, yaptığı şeyleri belki de başta sun’i olarak yapar; manâsını, muhtevasını ve derinliğini kavramadan, sırf emrin gereği olduğu için yapar. Hattâ bu hususta emr-i Nebevî bile vardır. Meselâ, Efendimiz (s.a.s.), “Kur’an okurken ağlayın; ağlayamazsanız, kendinizi ağlamaya zorlayın.” buyurmaktadır. Çünkü bu ağlama, zamanla tabiat haline gelir ve artık o kimse, duyulup duygulanılması gerekli hususlar karşısında artık hissiz, duygusuz, alâkasız kalamaz. Demek oluyor ki, başlangıçta riya diye yorumlayabileceğimiz bazı tavırlar tabiî görülebilir, görülmelidir de. Fakat insan, bilâhare, ister Cenab-ı Hakk’ın (c.c.) Zât, sıfât ve esmâsı adına belli bir ma’rifet ufkuna ulaştığından olsun, isterse başka sebep ve mülâhazalarla olsun, artık kendini kontrol altına alır ve kapıda vize ibrazında bulunma sayılabilecek davranışları bütün bütün bırakır ve halisane tavırlara girer; girer ve artık o, bir ihlâs yolcusudur; hep arar, bulduğunu az görür yine arar; daha daha arar.. bu şekilde hayatının sonuna kadar belki 50 ihlâs mertebesinden geçer ama, yine de “ihlâs” der, kıvranır. Zaman olur, o hale gelir ki, artık onun bütün duası ihlâstır; “Allah’ım, ne olur ihlâs” der; “ihlâs” der yatar, “ihlâs” der kalkar.. öyle ki, daha başka çok önemli şeyler ister; ama arada yine ihlâs demezse, döner, yine “ihlâs” der. Nasıl gökkuşağının altından geçeyim diye yürüdükçe, koştukça o sizden uzaklaşır, aynen onun gibi, ihlâslı kulluk da işte böyle vaslına erilmez bir sevdadır, insanı arkasından koşturur durur. Allah, bizi bu koşudan geri bırakmasın.
…
Riyanın pek çok çeşidi olduğu gibi, riyaya sebep olan faktörler de çoktur: gurur gibi, kendini beğenme gibi, kibir gibi hususlar bunlardandır. İnsan vardır, kibirinden dolayı müraîdir; insan vardır, kendini iç beğenmeye kaptırmış, kendi düşüncelerinin, kendi büyüklük psikozlarının altında ezilmiştir; bu sebeple de riyaya düşmüştür. Bazısı kalemiyle, bazısı düşüncesiyle, bazısı çok kitap karıştırmasıyla, bazısı bibliyografyadan haberdar olmasıyla, bazısı çok kişi tanımakla.. herkes, bir sebeple riyaya girebilir. Tehlikenin büyüklüğü ise, şahıstan şahısa değişir. Bir insanda çok ciddî mal hırsı, kazanma hırsı vardır; onunla ve sebep olduğu riyakârlıkla tehlikeye düşer. Bazılarında ise, böyle bir hırs yoktur; bunlar, “dünya nedir ki!” derler; ancak bakarsınız böylelerinde karşı cinse karşı bir za’f vardır. Kimisi korkaktır; o da korktuğunu göstermemek için riya yapar.. ve karanlıkta türkü söyler.
Riyayı fark etmede bazı emarelerden söz edilebilir. Meselâ, bir insan vardır: diliyle, irfanıyla, konuşmasıyla, tavrıyla mütevazi görünür, fakat kendinden dûn olan kimselerin yanında, bir de bakarsınız, hemen çalıma geçer. Demek ki o, gerçekten mütevazi değildir; kendinden yüksek birinin yanında yerlere kadar eğilmektedir. İşte bu da, ayrı bir firavunluktur. İhlâsın emaresi ise, mütegallibenin, zorbanın karşısında izzetli olmak, tabiri caizse, mağrur olmak; müminlere karşı da yüzü yerde bulunmak ve tevazu kanatlarını yerlere kadar indirmektir. İhlâs, süklüm-püklüm durmak demek değildir; ihlâs, kalbin Allah ile irtibatıdır; bu da, kendini ancak gayb hali ile şehadet hali arasındaki muvafakatla gösterir. Gece, hattâ yatakta bile ne ölçüde Allah ile birlikte iseniz; yatakta iken bile aklınıza geldiğinde ayaklarınızı toplayabiliyorsanız; yani gündüzünüz ve geceniz aynı ise, ihlâslı sayılabilirsiniz.
Evet, insan, kendi içinde sürekli bir mücadele yaşamalıdır ki, canlı kalabilsin. Bu mücadele bittiği anda insan da bitmiştir. Şayet içinizde, nefsinizle şu veya bu şekilde olan mücadeleniz devam ediyorsa, bu, bir hayat emaresidir. Evet, tıpkı vücudun, hastalık yapan bakteri veya virüslere karşı hararetinin yükselmesi gibi bir şeydir bu. Hararet varsa, vücudda hareket ve dolayısıyla hayat var demektir.
Günümüzde riya çok yaygın ve zannediyorum, dünya yaratıldığı günden bu yana, çağımızda görüldüğü ölçüde müraîlik olmamıştır. Çünkü, günümüzde riyaya sevk eden faktörler pek çok: ödüller, plaketler, alkışlar, övgüler, yarışlar, maratonlar.. millî gururlar, şahsî gururlar, cemaat gururları... O kadar ki, Allah’ı hiç hesaba katan yok gibi; her muvaffakiyet insana veriliyor ve insan, kendine ait olmayan bir sürü “mağsup (gasbedilmiş)” zaferle gurur duyuyor. İyi yazma, iyi konuşma, iyi söyleme, iyi anlatma... Aslında, her riyakâr fiil, her riyakâr söz bir yalandır. Hele bazı meslekler, bazı kesimler var ki, bunların her biri mücessem birer riya, mücessem birer yalan sayılabilir. İlâhî ihsanlar bile şahsî kabiliyetlerin bir buudu, bir uzantısı, bir lâzımı gibi takdim ediliyor. Allah, ihsan yağdırıyor; onlar ise, Allah’ın ihsanlarını Allah’a ulaşma adına kullanacaklarına, onları Allah ile aralarında perde yapıyorlar. Bir başka sahada, ikramlar, kerametler, keşifler, intak-ı bilhaklar, hiss-i kablel-vukular.. daha neler neler.. bunların hepsi Allah’tan. Fakat gel gör ki, nankör ve bencil insan, bütün bunları Allah’ı unutmaya vesile yapıyor. Oysa insan, en küçük bir nimette bile, başı dönmüş Mevlevî gibi cezbeye kapılıp dönmeli, “Allah’ım Sen’den, Allah’ım Sen’den” demelidir.
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
12. GÜN
Ramazan ayı geçip gidiyor. Hocaefendi, daha kuşluk olmadan açlık krizine girip, dayanılmaz derecede halsizleşiyor. Bu halde, akşama kadar orucunu tamamlamaya çalışıyor. Arada bir öğle namazından sonra, herhangi bir odada kısa bir süre de olsa oturuyorlar. Bilhassa sağ kolunda omuzundan parmaklarına kadar inen ve “nöropati” teşhisi konulup, şimdiye kadar çaresi bulunamayan dayanılmaz ağrılar, belli ki kendisine çok acı veriyor. Her ağrıyı her insanın aynı derecede hissetmeyeceğini, yıllar önce bir sohbette şöyle izah etmişlerdi:
HER İNSAN İÇİN AĞRI EŞİĞİ VE DUYARLILIK SEVİYESİ
Bazı insanlar vardır ki, sinir sistemleri çok fazla gelişmiştir; onlar, olabildiğince duyarlıdırlar. Aynı baş ağrısının birinde yaptığı tesiri, böyleleri, derecelerine göre onun 10 katı, 15 katı duyarlar. Meselâ Efendimiz (s.a.s.), çok şiddetli hissederlerdi. Başının ağrıdığı çok olurdu. Bu durumda mübarek başlarını çok defa sararlardı. O’nun vefat hastalığı da çok ağır olmuş, bir başkasının belki hafif hissedeceği o hastalığı, çok şiddetli hissetmiştir. Bu, fazla duyarlı olmaktan kaynaklanmaktadır. Kim ne kadar duyarlı ise, onun acıyı, ağrıyı, sevinci hissetmesi de o ölçüde olur. İnsanların Cennet’ten istifadeleri de, duyarlılıklarıyla paralel olacaktır. Bu dünyada da, meselâ çok güzel bir san’at eseri karşısında herkes farklı derinlikte bir şeyler hisseder. Bunun gibi, Cennet’te de aynı şeyler söz konusudur. Diyelim ki Efendimiz’le (s.a.s.) aynı sofrada oturuyorsunuz; işte böyle bir beraberlik, Cennet’ten aynı derecede istifade edeceğiniz manâsına gelmez. Herkesin istifadesi, hislerinin inceliği, gelişmişliği, duygularının keskinliği nisbetindedir.
***
İşte, Hocaefendi’nin rahatsızlıklarını değerlendirirken, bu husus da göz önüne alınmalıdır. Cinnet derecesindeki duyarlılığı, onun için bir yandan adeta telsiz-telefon santralı fonksiyonu görürken, bir yandan da hastalık, ağrı, acı ve sızılarının da son derece şiddetli hissedilmesine sebep olmaktadır. Birkaç yıldır çektiği ve bilhassa son aylarda iyice şiddetlenen kol ağrıları, sağ elini kullanmasına da mani olmakta, yapması gereken pek çok telif, tashih işlerinin kendisini müferrah edecek ölçüde olmasını engellemekte, bu da, kendisi için ayrı bir ızdırap vesilesi olmaktadır.
Bugün, iftarda yemekten sonra yarım saat kadar kaldılar ve şu soruya cevap verdiler:
GÖKSÜN DARALMASI VE
HAMD, TESBİH VE SECDE EDENLERDEN OLMA
– Malûmunuz, Kur’an-ı Kerim’de Efendimiz’e hitaben, “Onların söylediklerinden dolayı göksünün daraldığını biliyoruz. Sen, Rabbini hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol” buyurulmaktadır. Göksünün daralması ile, hamd ile tesbih ve secde edenlerden olma arasında nasıl bir münasebet vardır?
Meselenin bir vazife buudu var. Yani, hepimize düşen Allah’ı tesbih, hamd ve O’na secde etmektir. Bu, herkes gibi, Efendimiz için de bir borçtur. Hamd, tesbih ve secde, ibadetin ve bilhassa en büyük ibadet olan namazın özüdür. Bu emirde kıyamı da, rükûyu da, secdeyi de görürsünüz. Yani, bu emir bir bakıma “Sabır ve namazla yardım iste” demek gibidir.
İkinci olarak, tesbih, Allah’ı her türlü noksanlıktan, eksiklikten, İzzet, Azamet ve Kibriyası’nda, Ulûhiyet ve Rubûbiyeti’ne uygun düşmeyen sıfatlardan tenzih etmek demektir. Şirk karşısında mü’mine düşen de budur ki biz, namazın rükû ve secdelerinde bu tesbihi yaparız. Yani bu emirde, aynı zamanda tevhide davet, onda ısrar da vardır. Hamd ise, Cenab-ı Allah’ın kemaline ve şükür buuduyla nimetlerine bakar. Gerçi biz de, “Sübhanellahi ve-bihamdihi” deriz; ama bu, belki de en büyük bir makam meselesidir. Ancak makam-ı cem’in sahibi olan Efendimiz gibi büyükler, peygamberler, asfiya ve mücedditler, asıl manâ ve muhtevasıyla “sübhanellahi ve-bihamdihi” demeye muvaffak olurlar. Bunda Celâl ve Cemal tecellilerine aynı anda ma’kes olma, âlem-i mülk ve melekûtu aynı anda müşahede edip, aynı anda ikisinde de yolculuk yapabilme, ikisini de aynı anda temsil edebilme, “mülteka’l-bahreyn”de bulunma manâsı vardır ve arz ettiğim gibi bu hâl, cem’ makamına dair bir hâldir.
Secde ise, insanın Allah’a en yakın olduğu vaziyettir. O bakımdan Efendimiz (s.a.s.), secdede kesretle dua edilmesini tavsiye buyururlar. Kişi, başı ile ayağını aynı noktada birleştirip de, Allah önünde secdeye kapandığı, kendi acz u fakrını, noksan ve ihtiyacını duyduğu, mahviyet, tevazu ve hacalet tavrına büründüğü bu noktada, Allah’ın sonsuz büyüklüğünü de idrak eder ve kulluğun zirvesine ulaşır.
İşte mü’min, İslâm’ı anlatıp, onu kitlelere tebliğ ederken, onun alay, iftira, karalama gibi en âdî reaksiyon ve işkencelerle karşılaştığı zaman sığınıp, yardım dileneceği hâl; tesbih, hamd ve secde hâlidir.. ve âyet, bize bunu talim etmektedir.
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
13. GÜN
ALLAH’TAN GEREKTİĞİ GİBİ KORKMA,
İSTİDAT ÖLÇÜSÜNDE KORKMA
– “Allah’tan, O’ndan nasıl korkmak gerekiyorsa öyle korkun” âyetiyle, “İstidadınız ölçüsünde Allah’tan korkun” âyeti arasında nasıl bir münasebet vardır?
Makam ve derece münasebeti var. Yani, bazılarına, “Allah’tan, O’ndan nasıl korkmak gerekiyorsa öyle korkun” denilir. O’nun makamı, derecesi, böyle bir emre muhatap olmasını gerektirir. Fakat, bu emrin ifasının sınırı yoktur. Nasıl, Allah’a ne kadar ibadet edersek edelim, en sonunda söyleyeceğimiz, O’na gerektiği gibi ibadet edemediğimizin ve esasen bundan aciz bulunduğumuzun itirafı, yani “Sübhaneke mâ abednâke hakka ıbâdetike ya Ma’bud (Sübhansın Sen, Sana ibadetin hakkını veremedik, ibadet etmemiz gerektiği gibi ibadet edemedik)” ise, O’ndan nasıl korkmak gerekiyorsa öyle korkmanın ulaşabildiğimiz en üst noktasında da söyleyeceğimiz, “Sen’den, korkmamız gerektiği ölçüde korkamadık; takva sahibi olmamız gerektiği ölçüde müttakî olamadık”tır. Çünkü bunun müşahhas bir sınırı yoktur ve olamaz da. Bununla birlikte, böyle bir emri kaldıracak ve onun şuurunda olanlara, “Allah karşısında, nasıl takvalı olunması gerekiyorsa, öyle takvalı olun” denir.
Sahâbe-i Kiram, bu emri alınca, bu onlara öyle ağır geldi ki, sararıp soldular. Çok kıyamdan ayakları şişti; çok secdeden elleri, alınları, dizleri nasır bağladı. Doyuncaya kadar yemek yiyemez, eşlerinin yanına yaklaşamaz oldular. Bu, bir imtihandı ve onları çıkmaları gereken mertebeye, dereceye çıkarma yolunda, geçmeleri gereken bir yol, bir basamaktı. Bu imtihanda muvaffak oldular ve bu defa Cenab-ı Allah, yükü biraz hafifletti ve meseleyi istitaate havale etti. Zaten, arz etmeğe çalıştığım gibi, O’nun karşısında nasıl titremek, nasıl takvalı olmak gerekiyorsa, öyle takvalı olmaya çalışmanın bir sonu olmadığı için, bu mevzuda varılacak nokta da yine istitaate vâbestedir. Yani herkese düşen, kapasitesi ölçüsünde takvalı olmaya çalışmaktır. İslâm, bir bakıma hanifiye-i semha, yani kolaylık dini olarak, tekliflerini güce ve kapasiteye göre yapar. “Teklif-i ma lâ yütak”, yani takat getirilemeyecek sorumluluk yükleme İslâm’da yoktur. İşte, “gücünüz ölçüsünde Allah’tan korkun, kapasiteniz ölçüsünde takvalı olun” demek, takvayı, “teklif-i mâ yütak” olarak emretmemek demektir.