Cevap: çekirdekten çınara
2. “Okumanın Mânâsı”
Çocuğa vereceğimiz hususların en önemlilerinden biri de “kıraat ve kitabet” meselesidir. Çocuk mutlaka belli bir hedefe ve gayeye bağlı okumayı-yazmayı öğrenmeli ve yedilmeden sıyrılarak rehberliğe yükselmelidir. Ne var ki, okuyup yazmak kadar, niçin okuyup yazdığını bilmek de önemlidir.
İlim ilim bilmektir
İlim kendini bilmektir
Sen kendini bilmezsen
Ya nice okumaktır, der yunus.
Bu konuya girerken isterseniz hep beraber şu sorulara bir cevap bulmaya çalışalım: İlim nedir? İlmin hedefi nedir? Niçin kitap okunur? Bütün okuyup anlamaların ötesinde ulaşılmak istenen şey nedir? Bu sorulara cevaptan evvel şu hususu hatırlatmakta yarar var.
Bir insan, hayatı boyunca matematiğin o dolambaçlı, karmaşık usûllerini, kaidelerini öğrense de, ilmî, ticarî, sinâî vs. hayatında öğrenmiş olduğu bu kuralları hiç kullanma imkanı bulamasa, bu mücerred bilgiye ilim denemeyeceği gibi onun insan için bir yararı olmadığı da açıktır. Keza tıbbın bütün temel esaslarını öğrense; ama klinik olarak hiçbir şey yapmasa, bir tek hastanın nabzını tutmasa veya kalbini dinleyemese, ciğerlerine kulak vermese tababetinin ya da tahsil ettiği tıp ilminin bir şeye yaramadığı bir yana, okuduğu bilgilerin kafasında kalması da şüphelidir. Kaldı ki ilimlerin hedefinde asıl olarak Yunus’un ifadesiyle insanın kendini bilmesi söz konusudur. Binaenaleyh, içinde kendimizi bulamadığımız bir ilmin ne bize, ne de başkasına faydası olmayacağı açıktır.
Cevap: çekirdekten çınara
a. Okuma-Yazma
Kitabet ve kıraat konusunda, Kur’ân’ın birinci sırayı tuttuğu müsellem bir gerçektir. Ancak, ilâhî maksatları öğrenmeye kapalı hafıza hammallığını tasvip etmediğimizi de burada vurgulamalıyız. Çocuğun elinden tutulup Kur’ân onun ruhuna içirilmeli ve onda bir Kur’ân merakı uyarılmalıdır ki, o da ileride, Allah’ın istediklerini anlamaya yönelsin. Maalesef değişik ilcaatla günümüzde çocuğa sadece bir “bismillah” dedirttiğimiz zaman her meselenin hallolduğu vehmine kapılmaktayız. Vakıa, “bismillah” çok önemlidir ve çok meseleyi halledebilir. Ne var ki onun ötesinde icmâlî manada da olsa makâsıd-ı ilahiyenin öğrenilmesi gibi bir husus vardır ki, kanaat-ı acizanemce, asıl öğrenilip öğretilmesi gereken de işte odur.
Tarihimizde şanlı ve parlak dönemlerimiz çoktur. Ama bir dönem vardır ki, bu dönemde bütün İslâm alemindeki devletlerin, ilmî, idarî ve adlî makamlarında kur’ân hafızı idareciler, hakimler ve kadılar olmuştur. Ama, daha önce de işaret ettiğimiz gibi, bu kimseler okudukları ilimlerin özünü kavrayamadıklarında dolayı hem tekvînî emirlerde hem de teşrîi konularda mukallit durumunda idiler; istinbat ve ihtira güçleri yoktu. Yarım-yamalak bildiklerinde bağnaz bu insanlar, gün geldi –maalesef- dinin tecviz etmediği usul ve esaslar karşısında sesiz kalarak günahlarını devam ettirdiler.. ve tabii İslâm’ın kendilerine yüklemiş olduğu şeref ve haysiyeti de koruyamadılar. Vicdanlarımızda belki ürperti hasıl edecek ama, üzülerek ifade etmeliyim ki, bunlar önceleri de sonraları da milletin haysiyetiyle, şerefiyle, diniyle oynadılar. Bunların edindikleri ilim, vicdanlarına yerleşmiş ve gönüllerinde iz’an haline gelmemişti. A’raf Sûresi’nin 178. ayetindeki “kimleri de saptırırsa, işte asıl hüsrana uğrayanlar onlardır” ayetiyle alakalı Hafız Ebu Ya’lâ’nın Huzeyfe b. El-Yemân’dan (ra) rivayet etmiş olduğu bir hadis-i şerifte Allah Rasulü (sav) şöyle buyurur:
“Sizin için korktuğum şeylerden biri de şudur ki; bir kişi Kur’ân-ı Kerim’i o kadar okur ki, artık Kur’ân’ın o göz kamaştırıcılığını onun bütün tavırlarına yansır. İslâm, onun için bir elbise olur. Allah'ın (cc) dilediği süreye kadar o elbiseye bürünür, sonra birden bire o elbiseden –hafizanallah- sıyrılır ve onu elinin tersiyle adeta bir kenara iter. Kardeşinin üzerine elinde kılıçla yürür ve onu şirk ile itham eder.”
Hz. Huzeyfe: - Ey Allah’ın Rasulü, şirk ile itham edilen mi, yoksa itham eden mi şirke daha yakındır? diye sorduğunda Allah Rasulü (sav):
- Hayır, itham eden, buyurdu.” [59] (İbni Kesir, Tefsiru’l Kurân, 3, 509. Hadisin isnadı ceyyittir).
Bugün de Allah'ı (cc) bilmeyen, Rasulü’nü (sav) tanımayan nice ünvanlı kimseler vardır ki, katmerli cehalet içindedirler. Kâinattaki binlerce ayet ve delil karşısında, düşünmeyen terkib gücünü kullanamayan, varlık ve hadiselere karşı kör ve sağır yaşayanlar, ad ve ünvanları ne olursa olsun katmerli cehalet içindedirler. Zira biz, sadece insanın his, akıl, fikir dünyasını aydınlatan bilgiye ilim diyoruz; diğerine de hafıza hammallığı.
Kur’ân-ı Kerîm’in ilk mesajı, “Oku, Rabbinin adıyla...” (Alak/1) şeklinde tecelli etmiştir. Evet, Allah'ın (cc) Rasulü Ekrem (sav)’e ilk hitabı “oku” olmuştur. Allah (cc) “Kur’ân’ı oku” deniyor; hatta “size verilen kitabı okuyun” da demiyor. Bu “oku” emrinin manasını Kur’ân yine kendisi tefsir ediyor ve:
“Sen O Rabbin adıyla oku ki, yarattı” (Alak/1) buyurarak yaratma gibi bir hadiseyi nazara veriyor. Burada Kur’ân-ı Kerim’i okumanın yanında âyât-ı tekvîniyenin simasındaki yazıların okunmasının hatırlatılması da söz konusudur.
“Oku, O Ekrem olan Rabinin adıyla oku ki kalemle yazmayı öğretti.” (Alak/3-4) buyurur.
Görüldüğü gibi burada “okuma” ve “yazma” unsurları arka arkaya zikredilmektedir. Evet insan okuyup-yazacaktır; ama hem âyât-ı tekviniyeyi, hem kendi bâtınî yapısını, hem de Kur’ân’ın özünü anlamaya yönelik olarak okuyacaktır okuyacağı herşeyi. Yer yer kendi fizyolojisine, kendi anatomisine zaman zaman da kâinatın simasına bakacak ve aldığı dersi, ilde ettiği marifeti, duyduğu ölçüde aile çevresinden başlayarak başkalarına da duyduğu ölçüde aile çevresinden başlayarak başkalarına da duyuracaktır. Evet burada “oku” emrinin sadece Kur’ân’ın elfazını okumak olmadığı siyaktan da anlaşılıyor. Kur’ân, “oku” emriyle, hem ilahi emirleri hem de âyât-ı tekviniyeyi, kâinattaki kanunları okumayı salıklıyor. Dolayısıyla okurken hem yaratılışımızı, hem kâinatı, hem de Allah’ın kelamını O’nun adıyla okuyacağız. Burada Kur’ân, önce yaratılışımıza dikkatleri çekerek, adeta bizi “nasıl yaratıldınız” sorusuna bağlıyor. Hemen arkasından da, bu yaratılışın bir “alak”tan, bir başka yerde de “bir adamla su”dan olduğunu belirterek düşüncelerimizi yaratılıştaki esrara bağlıdır.
Bu, “kainat kitabını Kur’ân’la beraber oku” diyen Allah'ın (cc) insana verdiği öyle bir derstir ki, en mübtedi bir talebi bu dersten istifade edeceği gibi, en mühtehî bir düşünür de böyle bir dersten nasibini alacaktır. Evet Rasulü Ekrem'in (sav) rahle-i tedrisinde, ümmî bir insanla müdakkik bir alim, onca seviye farklarına rağmen idrak ufuklarına göre mutlaka her ikisi de hisseyab ve hissedar olacaklardır.
Kur’ân- Kerim’in yazma adına kaleme de göndermeleri vardır. Kalem süresinde: “Nuh... Andolsun kaleme ve yazdıklarına” (Kalem, 68/1) buyurarak kalemin önemini vurgular. Buradaki “nûn” harfinin manası açık değildir. Ancak mühim tefsirlerde bu harfin “balık” manasına yorumlanmasının yanında, hokka anlamına geldiğini söyleyenler de vardır. O büyük müfessirleri tefsirleriyle başbaşa bırakalım; burada Allah (cc) “nûn”la başlayıp, “kalem”e yemin ederek meseleyi anlatıyor ki, bu da Allah (cc) nazarında kalemin ne kadar büyük olduğunu göstermeye yeter. Bu kalem ister sahâif-i a’mâlimizi ve sergüzeşt-i hayatımızı yazan Kirâmen Kâtibîn’in; ister kaderleri yazıp tespit eden Mele-i A’la’nın sakinlerinin; ister Allah'ın (cc) ilk kitabetiyle alakalı kalem; isterse sizin mektepte veya başka bir alanda kullandığınız kalem olsun farketmez. Fark onu kullanan zat itibariyledir ve alaküllihal Allah'ın (cc) kaleme kasemi, bunların hepsini içine almaktadır.
Cevap: çekirdekten çınara
b. İlim, Allah Korkusuna Götürür
Kur’ân’ın başka bir ayetinde: “Allah’tan, ancak alim kulları korkar” (Fâtır/28) buyurulmaktadır. Evet Allah'a (cc) karşı ancak alimler saygılı olur; çünkü uluhiyet dairesine karşı hürmet hissi, bilip tanımaya bağlıdır. Allah'ı (cc) bilmeyenlerin ve dairei uluhiyetin esrarına vakıf olmayanların saygı ve haşyetten nasipsiz oldukları açıktır.
Bu noktadan hareketle, çocuklarımızın iç ve dış yapıları itibariyle mamur yetişmelerini sağlama yolunda atacağımız adımlardan bir diğeri de, hiç şüphesiz onların sağlam bir akîdeye sahip olmalarıdır. Vacibü’l-vücûdun vücûb-u vücuduna dair okuduğunuz, mütalaa ettiğiniz, gördüğünüz deliller, seviye ve kültür farklılığı ölüsünde onlar için de söz konusudur. Bazen bu deliller, size ait tereddütleri izale edebilecek seviyede olabilir; ama çocuklarınızın bulunduğu yaş ve kültür durumları itibariyle yetersiz olabilir; o zaman daha uzmanca rehabilitelere baş vurmak icabeder.
Diğer bir husus, Rasulü Ekrem'in (sav) mübarek hayatlarının gönüllere girmesi, sevilmesi ve hakim olmasıdır ki, bu konu ile ilgili “Sonsuz Nur” adlı çalışmada üzerinde durulan hususlar türünden konuların hatırlatılmasına ihtiyaç vardır.
Cevap: çekirdekten çınara
c. Tereddütlerin İzalesi
Bugün, “kainatı Allah (cc) yarattı; Allah'ı (cc) (haşa) kim yarattı?” gibi bir hayli soruya muhatap olmaktayız. Bu tür soruların çokluğu, çocuklara Allah (cc) hakkında sağlam bir fikir verilmemiş olduğunu göstermektedir. “Rasulü Ekrem (sav) –haşa- niçin çok kadınla evlendi?” sorusunun arkasında temel sâik yine, o çocuğun rasulü Ekrem (sav) hakkında sağlam fikre sahip olmamasından kaynaklanmaktadır. Keza, “Rasulü Ekrem (sav) oldukça zeki birisiydi. Meydana getirdiği inkılaplar da onun zekasının eseriydi” türünden değerlendirmeler yapan birinin de, dini eğitim açısından boşluğu açıktır ki, bu kimse “nübüvvet”in manasının ne olduğunu katiyyen anlamamıştır.
Bir de bu tür yaraların büyüklüğüne rağmen yanlış müdahale söz konusu ise durum iyice karmaşıklaşacaktır. Öyleyse evvela çocuğun fikrî ve rûhî yapısını, “Allah (cc)” hakkındaki akîdesini sağlama bağlama mecburiyetinde olduğumuzu çok iyi bilmeliyiz. Belli bir yaş seviyesine göre söyleyeceğiniz şeyler çocuğu ikna edebilir. Mesela; “bir iğne ustasız olmaz, kendi kendine bir iğnenin yapıldığını düşünmek imkansızdır; öyleyse mevcudatı var eden birisi vardır ki, o da Allah’tır (cc).” mantıkî önermesi çocuğun o yaşa ait tereddütlerine cevap verici mahiyette olabilir. Siz böyle bir reçete ile, o mütereddin vaktinde imdadına koşarsanız, o tereddüdü henüz gelişme imkanı bulmadan yok etmiş olursunuz.
Dini kaynakların bize ulaştırdığına göre Mecusiler, İmam-ı A’zam Ebû Hanîfe Hazretleri’ne bazı sorular tevcih etmişler ve ondan muknî cevaplar istemişlerdi. İlim, fen ve teknik sahasında fikrin gelişmeler yaşadığı, hukuk, fıkıh ve içtimaiyatta önemli gelişmeler söz konusu olduğu o dönemde, Mecusiler Ebû Hanîfe Hazretleri’ne “biz Allah’a inanmıyoruz” dediler. O gün bulunduğu çevre itibariyle etrafta çok Mecusi vardı. Çünkü Kûfe toprakları eskiden Mecusilerin fazlaca bulunduğu bir yerdi.
Ebu Hanife Hazretleri onlara herşeyi çok basit üslupla anlattı: “Deniz içindeki bir vapurun, yüzlerce dalga arasında rahatlıkla bir sahile doğru gittiğini, bu dalgaların onun istikametini değiştirmediğini görseniz, bu ustaca yüzdürülen vapuru, bu deryada yüzdüren ve fevkalade bir meharetle onu idare eden bir zatın var olduğunda tereddüt eder misiniz?” deyince onlar hepsi birden “hayır” derler. Hz. İmam bunun üzerine: “Öyle ise; şu yıldızlar, şu koca kâinat, şu küre-i arz adeta bir denizin içinde, hem de ahengi bozulmadan yüzüyor; bunun kendi kendine olmasına nasıl ihtimal verebiliyorsunuz? diye sorar. Bunun üzerine Mecusiler, “Lâ ilahe illallah, Muhammedün Rasulüllah” derler. Bu, seviyeye göre bir hitaptır; kimilerine göre basit görülebilir; kimilerine göre de yeterlidir. Bu üslubun mantıkiliği ne ölçüde olursa olsun belli bir seviyedeki kimseler için yeterli olabilir. Daha ileri yaşlarda, daha derin düşünce buudlu konular üzerinde durularak aynı esasların sağlamlığı vurgulanabilir. Evet, insanın beyni, gözü, iç mekanizması, hücresi, hücre sistemi, anatomisi, fizyolojisi başımızı döndürecek harikuladelikte yaratılmıştır. Değişik yaş-baş ve seviyeye göre teker teker bu konulardan herbirerleri ilmî esaslar çerçevesinde anlatılırsa yeter zannediyorum.
Bunun gibi, bir başka muhatap için mesela hava, su, ziya, değişik vitaminler, proteinler, karbonhidratlar ya da mikroskobik canlıların mahiyeti birer konu olarak ele alınabilir. Bütün bunlarda belki sadece dersi takdim şekli değişecektir. Ama temel yapısı itibariyle ders ve program devam edecektir.
Üstad’ın Allah'ı (cc) anlatırken; “Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olamaz. Bir harf kâtibsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntazam şu memleket hâkimsiz olur?” [60] (Bediüzzaman, Risale-i Nur Külliyatı, 1:20). Bu kadar büyük ve muazzam kâinatın idaresi başı boş olur; nasıl karışmadan kendi kendine yürüyebilir, şeklindeki üslubu bu konuda iyi bir örnektir. Bu mevzuda irad edilen bütün deliller tahattur edilip, yazılmış bütün eserler hayalden geçirildiğinde önemli bir materyele sahip olduğumuz görülecektir. Zannediyorum bize sadece mevcut bu malzemeyi yerinde değerlendirmek ve muhataplara göre değişik mevzuların hanginin öne alınması, hangisinin geriye bırakılması gibi çok küçük konular kalıyor.
Cevap: çekirdekten çınara
3. Asr-ı Saâdet ve Resûl-i Ekrem'i (sav) Anlatma
Rasulü Ekrem'in (sav) de aynı şekilde dikkatlice anlatılması gerekir. Ben şahsen Rasulü Ekrem'in (sav), bu gün bazı kimselerce sevilemeyişini, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun onlara çocukluk dönemlerinde tanıttırılmamasına bağlıyorum. O’nun yakından gören, tanıyan kimseler O’nun sevmiş, O’na aşık olmuş ve O’na gönül vermişlerdir. Asırlar ve asırlar boyu o kadar çok kimse Rasulü Ekrem'in (sav) cazibesine kapılıp arkasından akıp gitmiştir ki, cihan tarihinde başka bir beşerin bu denli hürmet gördüğünü göstermek mümkün değildir. Ne var ki, rasulü Ekrem'i (sav) tanıyıp anlatmadan çocuğunuzun O’nu sevmesini beklemeniz doğru değildir. Bir dönemde talihli bir zümre onu gözleriyle gördü. Bir zümre de görenleri görmekle şereflendi ve onların gözleriyle onu görmeye çalıştı. Bu yaklaşım, rasulü Ekrem’in (sav); “en hayırlı asır, benim asrım; ondan sonra da onların ardından gelen asırdır” [61] (Müslim, Fedailü’s-sahabe, 210,211,212,214,215; Ebu Davud, Sünne) sözlerine bağlanabilir.
Beşerin bedevîlik devrinde, insanların ciddi bir kalb kasveti içinde çocuklarını diri diri toprağa gömdükleri.. hemen herkesin içki içtiği.. hatta belli ölçüde şuyûiyye fikrinin (komünizm ahlâkı) yaşandığı karanlık devirlerde bir hamlede hayat-ı içtimaiyeyi ıslah eden O zat’ın (sav) da, icraatinin de, cemaatinin de eşi menendi yoktur ve olamaz da. Evet O zat (sav), kendi çağındaki insanların adeta beyin hücrelerine girip, kalblerine taht kurup, onların maddi-manevi hastalıklarını bir anda tedavi ederek, örnek insanlar haline getirip evc-i kemâle çıkarması öyle harikulade bir inkılabtır ki, cihan tarihinde eşini emsalini göstermek mümkün değildir. [62] (Bkz: Bediüzzaman, Sözler, 19. Söz).
Zamanında Roma’da, Yunanistan’da ve daha değişik ülkelerde de inkılablar olmuştur. Ne var ki, bunlar, insânî değerleri açısından çok fazla bir şey vadetmemiştir. Hatta bu toplumlarda inkılaplar, yeni bunalımlar getirmiş ve bazı yerlerde yeniden eskiye dönülmüştür. Hatta bazı dönemler itibariyle bu inkılaplar insanlığa hemen hemen kan ve gözyaşından başka bir şey bırakmamıştır.
İnkılap ona denir ki o, insanların kafalarında, kalblerinde, ruhlarında, maddi-manevi hayatlarında, duygu ve düşüncelerinde müspet değişimler meydana getirir ve onların nefsânî liğin çukurlarından a’lâ-yı illiyyî n-i insaniyete çıkarır; sonra da temâdi ederek bir salih daireler sürecine dönüşür. İşte nübüvvet çerçevesinde en büyük bir içtimaiyatçı olan Rasulü Ekrem (sav), o engin, içtimâî anlayışla bunu da yapmıştır. Bilmem ki bunların ne kadarını biliyor ve ne kadarını çocuklarımıza anlatıyoruz!. Oysa ki O, her hususta bizin için en kusursuz örnektir.
Asrımızın fikir mimarının da dediği gibi; yüzer feylosof alıp Ceziretü’l-Arab’a gitsek, günümüzün onca imkanlarına rağmen, o zatın, o zamana nispeten bir senede yaptığı şeyi; yüz sene çalışsak yine yapamayız. O da basiti ele alarak şöyle der: “Sigara gibi küçük bir adeti, küçük bir kavimden, büyük bir hakim, büyük bir himmetle, ancak daimi kaldırabilir.” [63] (Bediüzzaman, Sözler, 19. Söz, Sekizinci Reşha). İsterseniz daha küçülterek şöyle de söyleyebiliriz: Sigara içen bir adamın başına on insan toplansa, onun kanser yaptığını en muknî ifadelerle anlatsalar, ona sigarayı ter ettiremeyeceklerdir. Halbuki, o Zat, çevresinde bulunan insanların dem ve damarlarına işlemiş nice fena huyları bir hamlede, bir nefhada söküp atıyor ve onların yerlerine en sağlam insânî değerleri ikâme ediyor.
Fena huyların bir hamlede yok edilmesiyle alakalı, içki yasağına karşı gösterilen duyarlılık önemli bir örnek teşkil eder: Düşünün ki alkolik olmuş ve içki içmediği zaman başı dönen bir topluluk “içki yasaktır” dendiği an, o esnada dudağına dayadığı kadehi artık ağzına götürmüyor ve yere çalıyor. Bilmem ki, terbiyecilerimiz bu şekilde etkili bir terbiyedeki müessiriyeti neye bağlayacaklar. Şimdi bize düşen şey; Rasulü Ekrem’in o muazzamlardan muazzam inkılaplarını anlayıp anlatmak ve vicdanları o Zat’a karşı uyarmak olmalıdır. Bunu başarabildiğimiz takdirde çocuklarımız Hz. Muhammet (sav) konuşacak, Hz. Muhammed (sav) düşünecek ve Hz. Muhammed’i (sav) duyacaklardır. Biz bu ameliyeye, özel mânâsıyla “telkin” ya da “maddi-manevi hayatımızın kayyimi olan Hz. Muhammed'in (sav), varlığımıza doğrudan doğruya omuz vermesi, bize arka çıkması” diyoruz. Cenab-ı Hak, bizi daima bu Zat’la (sav) teyit buyursun!
Cevap: çekirdekten çınara
a. Peygamberimiz (sav)’in Mucizelerini Anlatma
Çocuklarımıza Rasulü Ekrem'in (sav), kıymete kadar olmuş olacak bütün hadiseleri adeta bir televizyon ekranından seyredip de naklediyor gibi anlayıp anlatmamızda O’na (sav) güven yenileme gibi bir mana ifade edecektir. Bu konuda onun öyle sıhhatli sarih ve te’vil götürmez verdiği haberler vardır ki, adeta O (sav), bu hadis-i şeriflerinde, kendi neş’et buyurduğu saadet asrından ta asrımıza ve kıyamete kadar en önemli hadiseleri, onların sebeplerini neticeleriyle beraber bir bir sıralar ve bizi uyarır. O (sav), Moğol istilasından, Suriye’nin işgal edileceğine, [64] ( Buhari, Cihad, 95,96; Ebu Davud, Melahim, 10; İbni Mace, Fiten, 36; Müsned, 5/40,45). Fırat nehrinin kıyametler üstü kıyamette yükselmesinden [65] (Buhari, Fiten, 24; Müslim, Fiten, 30; Ebu Davud, Melahim, 12,13). Talikan petrollerine, [66] (Ali el-Müttaki, Kenzü’l-Ummal, 14/591) bir kısım ahır zaman fitnelerinden lâahlâkîliğin yaygınlaşmasına [67] (Tirmizi, Fiten, 39 ) dek o kadar şeyden bahseder ki, bunları görüp de ona inanmamak mümkün değildir.
Evet bütün bunları sırasıyla çocuğa nakledebilirsek, çocuk O’nun büyüklüğü karşısında hürmet duyacak ve başkaları da onun zihninden ve dimağından Rasulü Ekrem'i (sav) söküp atamayacaklardır. İlim, fen ve teknik adına kimsenin rahle-i tedrisi önüne oturmamış, ömründe iki satır yazı yazmamış, Allah (cc)’tan başka kimseden bir şey öğrenmemiş Hz. Muhammed’in (sav) ulûm-u evvelî n ve âhirîni (geçmiş ve geleceğin ilimleri) bildiğini [68] (Bkz: Kâdı Iyâz, Şıfâ, 1/354) bilmemiz, başkalarına da bildirmemiz bizim için bir vefa borcudur.
Onun tıbba dair söylediği öyle şeyler vardır ki o devrin ilmî seviyesiyle bunları bilmek mümkün değildir. Demek ki Allah (cc) ona herşeyi talim ediyordu, O da kendisine talim edilenleri söylüyordu. Evet O, Allah'ın (cc) Rasulüydü.
Rasulü Ekrem'in (sav) insanın şahsî ve içtimâî hayatı adına gerçekleştirdiği inkılaplar adına ciddi bir şey yazılmaya kalkılsa, mücelletlere sığmaz. Biz bu konuda acele bir fikir verebilmek amacıyla bazı hususlara dokunup geçtik. Bu itibarla tıbb-ı nebevî, Hz. Peygamber’in (sav) gaybî ihbarları ve onun daha başka büyüklükleri gibi hususları, bu mevzuda yazılan binlerce esere havale edip diğer bir konuya geçmek istiyorum.
Cevap: çekirdekten çınara
4. Kur’ân-ı Kerim’in Anlatılıp Tanıtılması
Kur’ân-ı Kerim’in her yönüyle genç nesillere sevdirilip benimsetilmesi, onlarda islâmî şuurun uyarılması, canlı tutulması açısından çok önemlidir. Sırf “Kur’ân-ı kerim mukaddes bir kitaptır” demek hem Kur’ân adına hem de çocuk adına yetersizdir. Böyle bir yaklaşım, baskıyla belli bir yaşta, bir seviyedekiler için kâfi görünse de ilerisi için katiyen yetersizdir; hatta daha sonraki olumlu telkinler için bir ön yargıya sebebiyet vermesi açısından zararlıdır. Bu itibarla o, nâzil olduğu günden bu yana hiçkimsenin muaraza edemediği ve günümüzde ilim ve teknolojinin varabileceği son hudutlara dair muhkem kaziyeleriyle Allah’ın son mesajı olduğu anlatılmalı ve inandırılmalıdır.
Aslında Kur’ân-ı Kerim, yaratılış, varlık, genişliğiyle bütün kâinatlar hakkında en yeni ilmî “veriler”e muvafık, onlarla “çelişme”yen; hatta küllî kaideler halinde onlara dair icmâlî bilgiler veren öyle harika bir kitaptır ki, ona mikro-alemden makro-aleme kadar herşeyi kulluk hedefli şerh ve izah ediyor dense sezadır. “Bilinmeyen nice hazineler ve görünmeyen gayb aleminin anahtarları onun nezdindedir. Onları O’ndan başkası da bilemez. Karada ve denizde ne varsa hepsini o bilir.. O’nun haberi olmadan bir yaprak bile düşmez.. yerin derinliklerine doğru karanlıklar içindeki her hangi bir daneyi de. Hasılı yaş-kuru hiçbirşey yoktur ki, apaçık kitab-ı mübinde bulunmasın.” (En’âm/59) ayeti de bu gerçeğin semâvî şahididir.
Cevap: çekirdekten çınara
5. Haşri Anlatma
Daha ileriki bir adım olarak da haşrin anlatılması gelir. Çocuk gönülden inanmalıdır ki, dünyadan sonra bir ukba, ûlâdan sonra bir uhrâ ve bu âlemden sonra da bir ahiret vardır. İlim, hikmet ve maslahat gösteriyor ki, bu kâinatı Allah kurmuş ve Allah sevk u idare etmektedir. Zamanı gösteren ve tespit eden de yine O’dur. Kur’ân-ı Kerim bu noktayı nazara vererek: “Yeryüzünde dolaşın da, Allah'ın (cc) yaratmaya nasıl başlamış olduğunu görün” (Ankebût/20/ buyurur.
Bunun anlamı; bizim yeryüzünde dolaşıp bütün âyât-ı tekviniyeyi tetkik etmemiz, sayfa sayfa, safha safha herşeyi gözden geçirmemiz, yaratılışın yeryüzünde nasıl başladığını, bu kâinatların yok iken nasıl var olduğunu, insanoğlunun nasıl zuhur ettiğini, canlıların tür tür nasıl yaratıldığını insanla mükemmeliyetin nasıl noktalandığını! [69] (Varsın varlığı izah etmek için Lamarkizm, Darwinizm, Neo-Darwinizm çıkarsınlar... Bütün bu felsefi cereyanlar “varlık” meselesini izahta sathi ve acizdirler. İlim zaten bu eski felsefelerin iflas ettiğini ispat etmektedir) görüp temaşa etsinler.
Âlemi yokken var eden Allah (cc) sonra da neş’et-i uhrâyı öyle inşa edecektir. Bu düzeni kuran, hiç öbür alemi kuramaz mı? Küre-i arzı bu ihtişamıyla yaratan bir başka küreyi yaratamaz mı? Buraya dünya, oraya da ukbâ diyemez mi? Sizi başka bir âlemden getirip, burada ikamet ettiren, öbür âlemde sizi iskan edemez mi? Çocukların basit dimağları için derin felsefî izahlara girilmese bile bu kadarı yeter gibi geliyor bana. Kaldı ki gökler ve yerler gözümüzün önünde, onların da muhteşem bir yaratılışı var. Denizde balığın yüzdüğü, havada kuşun uçup gittiği gibi, bu nizam-ı âlem içinde o koca koca sistemlerin, nebülozların, öyle bir yüzüşü ve o kadar başdöndürücü bir ahengi var ki, nazar-ı ibretle bakanlar için hiçbir şey gayesiz-nizamsız ve başıboş görülmüyor. Üstelik bu âhenk, en basit dimağlar tarafından dahi anlaşılacak kadar açıktır. İşte, en basit dimağlar tarafından dahi anlaşılacak kadar açıktır. İşte kur’ân bütün bunları nazara veriyor ve sonar göklerin ve yerin yaratılması karşısında ayrı bir önem arzeden insanın yaratılışına dikkati çekiyor.
“Gökleri, yeri ve bunların arasındakileri altı günde (devirde) yaratan, sonra Arş’a istivâ eden Allah’tır. O’ndan başka ne bir dost ne de bir şefaatçiniz vardır. Artık düşünüp öğüt almaz mısınız?...” (Secde/4 vd.) “Allah (cc), o zattır ki, yarattığı her şeyi güzel ve sağlam yarattı, sonra da insanı bir balçıktan halketti.” (Secde/7)
Kur’ân, bize “şu muhteşem sistemleri Allah (cc) yaratıp tanzim etmiştir. Bunları bozduktan sonra O daha başka bir alem yaratacaktır.” derken siz buna “hayır” deseniz mantıksız bir iddiada bulunmuş olursunuz. Zannediyorum bu konu, çocuğa da büyüğe de nakledilse, medar-ı itiraz bir nokta bulunamayacaktır. Kur’ân’ın bu kabil “sehl-i mümteni” pek çok beyanı vardır.
Kur’ân-ı Kerim bir başka yerde haşr ü neşre karşı çakanlara: “De ki: Onları ilk defa yaratılmış olan diriltecektir. Çünkü O, her yaratığı gayet iyi bilir.” (Yâsîn/79) buyurur. Diğer bir ayette de: “Allah’ın rahmetinin eserlerine bir bak ki, arzı, ölümünün ardından nasıl diriltiyor! Şüphesiz O, ölüleri de mutlaka diriltecektir. O, her şeye kadirdir.” Rûm/50) ferman eder.
Kur’ân-ı Kerim’in hiç tekellüfe ve tasannua meydan vermeden bu tarzdaki üslubu çocuğa da, orta yaşlıya da, daha başkalarına da anlatılması gereken her şeyi anlatacaktır.
Melâike-i kirâm ve kader konuları da hassasiyetle üzerinde durulması gereken mevzulardandır. Her şeyin bir programı, bir projesi, bir plânı olduğunu, kâinatın ve insanın yapılışının da bir projesinin, bir plânının bulunması lazım geldiğini –ki bu ilmî proğram henüz kudret ve irade taalluk dairesi dışında bulunan ve “kader” olarak isimlendirilen konudur- mutlaka değişik usul ve metodlarla gençlere anlatılmalıdır.
Netice olarak, ancak bütün bu bilgileri verdiğiniz zaman, çocuğa “sırat-ı müstakim”i göstermiş ve kavlen, fiilen “Allahım, bizi doğru yola hidayet buyur” (Fâtiha/5) demiş olacağız. Böyle kavlî ve fiilî bir duadan dolayı Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle terbiye gayretlerimiz de –inşallah- boşa gitmeyecektir. Diğer taraftan ibadet ü taatı, sülehânın âsârı içinde sâlihâtı (güzel işleri), namazı, orucu, haccı, zekatı anlatmalı ve çocuklarımızın gönüllerini, itikâdî konulardan amelî meselelere kadar her hususta Cenab-ı Hakk’a yönlendirmeli ve onların zihnen, fikren, ruhen ölmelerine, hatta kirlenmelerine meydan vermemeliyiz.
Meselâ, şirkin çok çirkin olduğunu öyle anlatmalıyız ki, çocuk, müşrik olmaktansa, cehennemlere girmeyi daha ehven bulmalıdır. Zinanın kötülüğü anlatılınca bu kirli işe girmektense gülerek ölüme gitmesini bilmelidir. Öyle ki eli, dili ve gözüyle dahi bu işe yakın şeyleri yaptığı zaman vicdan azabıyla tir tir titremeli ve ömür boyu ağlamasını bilmelidir. Katlin, hırsızlık yapmanın, yalan söylemenin çirkinliği telkin edile bütün bu münkerata karşı onun tabiatında tiksinti hasıl edilmelidir.
Ayrıca ahlâksızlık sayılabilen hususlarda da, kavlî ve fiilî telkinatta bulunarak, onun ahlaksızlık çirkefi içine düşmesine meydan verilmemelidir. O, daha baştan ahlâken temiz bir hava içinde neş’et ederse –inşaallahu teâlâ- daha sonraları esen muhalif rüzgarlar onun duygularını söndüremez ve onun iç yapısını, iç âlemini, his âlemini soldurmaz; o her zaman canlı ve daima aşk u şevk içinde Allah’a (cc) kul olmaya bağlılığını ve İslâm’a saygısını devam ettirebilir.
Cevap: çekirdekten çınara
6. BÖLÜM
Terbiyenin Buudları
Terbiyenin Buudları:
1. Salih Amel, Salih Kimseler İle Tanıtılmalıdır
Salih ameli, sulehâ (salih insanlar) ile tanıtma, ebeveynden ziyade muallimi ve mürebbiyi ilgilendiren bir husustur. “Salih ameli salihler ile tanıtma konusunda nasıl hareket etmemiz gerekir?” konusu ile ilgili duygu ve düşüncelerimizi şöyle açıklayabiliriz:
Evet, çocuklar, gençler salih ameli tanımalıdırlar; ancak böyle bir tanıma nazarî bilgiden imaret kalacağı için, bu nazarî bilgilerin sülehâ ile tanıtılması ve güzel işlerin, onların kahramanlarıyla hatırlatılması çok önemlidir. Daha küçük yaşta iken, o çocukların zihinlerine, namazıyla-niyazıyla büyük bildiğimiz insanlar girmelidir ki, çocuk, yürüdüğü yolun, daha önce de bazı mühim zatların yürümüş olduğu bir şehrahmış mülahazasıyla, yolda olmanın bütün ezvakını duyabilsin. Belli bir yaşa, geldiği zaman, günde şu kadar namaz kılan ya da senenin pek çok günlerinde soğuk-sıcak demeden oruç tutan bir insanın zâhirine bakarak karar verecek olursak Allah indinde efdal bir insan olduğuna inanacak ve onun gibi olmaya imrenecektir. Netice itibariyle din ve diyaneti adına yaptığı her şeyi, onun ruh ve manasına bağlayarak yapacak ve muhalif rüzgarlar karşısında sarsılmayacaktır.
Allah Rasulü (sav), “şu devirde münafıklar yaptıkları şeyleri sizden gizlemek için nasıl utanıyor, hicap ediyor, durumlarını sizden gizliyorlarsa; bir gün gelecek müminler de (inançlarını ve amellerini) saklayacaklardır” [70] (Ali el-Müttaki, Kenzu’l-Ummal, 11/176) buyurur.
İşte bazı dönemlere mahsus bu hastalığı, genç nesillere daha çocukluk döneminde aşma yolları gösterileli ve sonraki günlerde teklemelerine meydan verilmelidir. Dahası onlara dinin bir izzet vesilesi olduğu telkin edilmeli ve Allah’ın emirlerine cân-ı gönülden sarılma ruh haletiyle yetiştirilmeleri sağlanmalıdır.
Burada, yaşanmış bir örnek arz etmek istiyorum. Çocuğunun eğitimini sağlam bir şekilde plânlayıp onu hep yakın takibe alan bir ailenin kız çocuğu bir gün geliyor, bu küçük mürşide kendi muallimesine tesir ediyor. Gerçi sevdiği muallimesi insanlığa ait bütün nezaketiyle beraber, dinsizlik her gün biraz daha onu yıpratmakta ve manen tüketmektedir. Çocuk, ruhunda derinleştirdiği din hakikatinin tesiriyle bir gün arka sıralardan birinde birden bire hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Derken o şefkatli muallime yanına gelir ve ona, “yavrum niçin ağlıyorsun?” der. O da “Hocam sana ağlıyorum” şeklinde cevap verir ve devam eder: “İnanmadığın için Allah'ın (cc) seni cezalandıracağına üzülüyorum” diye mırıldanır. Nutku tutulan kadın, hiçbir şey söylemeden geriye çekilir ve birkaç gün sonra da, çehresinde inanmış olmanın bütün güzellikleri –talebe- mürşidesinin yanına gelir ve sevinçlerini paylaşırlar.
Bu çocuğa, imanla beraber izzet de telkin edilmiştir. Mamafih, izzet Allah’a ait bir hususiyettir. [71] (Nisa, 4/139; Yunus, 10/65; Fâtır, 35/10; Münâfıkûn, 63/8). Ama Allah’ın (cc) dînî prensipleri yaşayanları aziz, onları terk edenleri de zelil kılacağı yine bir dînî gerçektir. Evet çocuk, duygusundan, düşüncesinden ve yürüdüğü yoldan emin olmalıdır ki, daha sonraları aşağılık duygusuna kapılmasın ve inkar cereyanları karşısında ezilmesin. Dahası o, namaz kılmayı, oruç tutmayı bir büyüklük olarak algılamalı ve namaz kılması icap ettiği yerde tereddüt etmeden tekbir alarak, sadece o yüce Allah'a (cc) karşı eğildiğini ortaya koymalıdır.
Kur’ân-ı Kerim, yapacağımız ve yapmayacağımız konularla alakalı bir taraftan günde en az kırk defa: “Rabbimiz!) Ancak Sana kulluk eder ve yalnız Senden medet ve yardım umarız. Bize doğru yolu göster.” (Fâtiha/5-6) gibi ayet-i kerimeleriyle bizi, şühedâ, sıddîkîn ve ebrârın yoluna hidayet etmesi arzusunu, dua ve dileğini ortaya koyarken, diğer taraftan da “Kendilerini lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu; gazabına uğramışların ve sapmışların semtini değil!” Âmin. (Fâtiha/7) beyanlarıyla, tafsile girmeden ve bâtılı tasvir etmeden olumsuzluklara dikkat çeker ve rıza yolu, cennet yolu istikametinde arzularımızı şahlandırırken, küfür, küfran ve dalâlet yollarına karşı da tavrımızın olması gerektiğini ortaya koyar.
Bu üslup, terbiyelerini derpiş ettiğimiz kimselere karşı da bir örnek teşkil eder. Sürekli Allah’ın hoşuna gidecek yol ve yöntem nazarına verilmeli ve onların ruhunda Allah'ın (cc) hoşlanmadığı şeylere karşı bir tepki hasıl edilmelidir. Aslında böyle davranmak bizim için bir vazifedir. Allah'ı (cc) tanımayan, O’nu tevhid-i ulûhiyet ve tevhid-i rububiyetle hayatının tek hakimi kabul etmeyen mesul olur. Zira vazife-i fıtratını bilmeyen, yaratılış hikmetine akıl erdiremeyen, dünyaya niçin geldiğini kavrayamayan; hatta kâinatta esbab ve müsebbebât arasındaki münasebeti sezemeyen, dahası bütün bu esrar perdelerinin arkasında kendini bize hissettiren Allahu Azimuşşân hakkında iman ve izâna sahip olamayanın dünya ve ukbâda felaha ermesi söz konusu değildir. Allah (cc) böylelerini de, böyleleriyle haşr u neşr olanları da iflah etmez. O, “Onlara küçük bir temayülle dahi olsa eğitil gösterirseniz ateş size dokunur” (Hûd/113) buyuruyor.
Cevap: çekirdekten çınara
2. Dînî Eğitimde Müspet İlimlerden Yararlanma
Çocuklar fizik, kimya, astronomi, atom fiziği ve benzeri pozitif bilimleri tahsil ederken onların bu seviyedeki kültürlerine paralel olacak şekilde “akâid-i hâkka-i İslâmiye”nin anlatılmasında zaruret vardır. Maddecinin maddeyi esas alıp herşeyi ona bağlamasına mukabil, mümin de maddeyi, Allahu Teala’ya, ahirete, Kur’ân ve iman mevzuunda yerinde değerlendirmelidir. Evet, bütün tarihî maddecilerin boğulduğu madde bataklığında, müminler gül bitirmesini bilmeli ve bütün eşya ve hadiseleri Allah’ın varlığının şahidleri olarak görüp değerlendirmelidirler.
Çocuk her gün fünûn-ı müsbete adına, ilk öğretimden liseye, ondan üniversiteye aldığı öğrenime mukabil; evde ve aile muhitinde o ölçüde dînî eğitim almıyorsa onun kayması, inhiraf etmesi muhakkak ve mukadderdir. Onun okul ve çevresinde edindiği bilim/kültür seviyesi yakın takibe alınıp da muhtemel çarpık düşüncelere vaktinde müdahale edilmezse okuyup öğrendiği şeyler küfre vasıta haline getirilebilir. Oysa ki ilimler, Allah’ın (cc) varlığının ve birliğinin en açık delilleridirler.
Evet çocuk, felsefe tahsil etmesine ve muhtemel bir kısım şüphe ve tereddütlere sürüklenmesine mukabil, akıl, mantık ve ilimlerin olumlu değerlendirilmeleriyle desteklenmezse, daha sonraları ciddi bunalımlara girebilir. Binaenaleyh, onun akliyata dair bilgiler ölçüsünde, yine aklî, mantıkî ve bedihî delillerle takviye edilmesi zaruridir. Maddecilerin varlıktaki nizamı tabiata vermelerine ve bu mevzuda bir kısım felsefî nazariyelerle demagoji yapmalarına mukabil biz de, yaratılışındaki bedahet ve kâinattaki nizamın dili ile herşeyde müşahede edilen kanunların hükümfermâ olması gibi hususları anlatarak, bunların hepsinin Allah'ın (cc) iradesinde olduğu gerçeğini onun zihnine nakşetmeliyiz. Ancak bu sayede değişik nazariyelerin onda hasıl edebileceği şüphe ve tereddütleri önleyebiliriz.
Evet akla, hayale gelmedik tahrif ve çarpıtmalarla onun kafasına yüklenen sakîm malumata mukabil onun kafasını sahih malumatla donatmalıyız ki o, herhangi bir şaşkınlık yaşamasın. Mahiyet itibariyle her şey ilme bağlıdır. Cehalet, dinin de dindarın da en büyük düşmanıdır. Öyle ise, cahillerin akla hayale gelmedik hilelerle nesli ifsat etmelerine karşılık, müminler de vatanına, milletine, köküne bağlı kimseler ve dinine, diyanetine, ilimlere, fenlere açık ve kendi tarih ve coğrafyasına sahip çıkan nesiller yetiştirmek mecburiyetindedirler.