ALLAH (c.c) Razı olsun. emeğine sağlık, ellerin dert görmesin.
Emeğinin karşılığını HZ ALLAH (c.c) versin İNŞALLAH.
Printable View
ALLAH (c.c) Razı olsun. emeğine sağlık, ellerin dert görmesin.
Emeğinin karşılığını HZ ALLAH (c.c) versin İNŞALLAH.
İnşikak suresi ayet 17
Geceye ve onun kaplayıp topladığı şeylere,
"Geceye ve onun kaplayıp, topladığı şeylere!" Topladığı, içinde barındırıp, sardığı şeylere demektir. Asıl anlamı sultanın gazab etmesi, kızıp köpürmesi ile alakalıdır. Eğer yüce Allah rahmet ve lütfü ile kullarına bunu ihsan etmeseydi, kullar geceyi getiremezlerdi. Fakat o kullarına rahmeti ile tecelli ederek, o rahmeti ile onlara yumuşaklıkla davrandı, yaratıklar da bundan dolayı sükunet buldular, sonra da etrafa kaçışıp dağıldılar, sarılıp sarmalandılar ve içeri doğru çekildiler. Herkes kendi barınağına geri dönüp yalnızlık hissi ile onun dehşetinden sükunete erişti. İşte yüce Allah'ın şu buyruğu -önceden de geçtiği üzere- bunu anlatmaktadır: "Geceyi ve gündüzü sizin için kendisinde" yani geceleyin "sükun bulasınız ve" gündüzün de "lütfundan arayasınız diye yaratmış olması onun rahmetindendir." (el-Kasas, 28/73) O halde gece, gündüzün işleri dolayısıyla etrafa yayılmış olanları bir araya getirir ve birbirine katar, barındırır. İşte İbn Abbas, Mücahid, Mukatil ve başkalarının açıklamalarının ifade ettiği anlam budur.
Dabi b. el-Haris el-Burcumi de şöyle demiştir:
"Ben ve sizler ve size duyulan özlem
Parmak uçlarının yakalayamadığı bir suyu avuçlayıp, elini kapatan kimseye benzeriz."
Şair şunu söylemek istiyor: Nasıl ki eline su alıp, avucunu kapatan kimsenin elinde su diye bir şey kalmıyorsa, bu hususta da benim elime bir şey geçmiyor.
Gece; dağları, ağaçları, denizleri ve yeri örtüp bürüdüğü zaman, bütün bunlar onun için toplanıp bir araya gelmiş olacağından, onları kaplayıp, toplamış olur.
"El-vesak" "Kaplayıp, toplamak bir şeyi bir şeye katmak" anlamındadır. "Vesaktuhu, usikuhu, veskan" "Onu topladım, toplarım" denilir. Bir araya getirilmiş çok miktardaki buğdaya "vesk" denilmesi de buradan gelmektedir ki; altmış sa'dır. "Taamu musekun" "Bir araya getirilmiş, toplanmış yiyecek (buğday)" demektir. "İbilu mustevsikatun: Bir araya gelip, toplanmış develer" anlamındadır. Recez vezninde şair şöyle demiştir:
"Bizim; genç, güzel görünümlü, beş ve dört yaşında develerimiz vardır.
Ve bunlar bir aradadırlar. Keşke onları güdecek birisi bulunsa!"
İkrime dedi ki: "Onun kaplayıp, topladığı şeyler" barınacağı yere doğru önüne katıp, götürdüğü herbir şey demektir. O halde "vesk" önüne katıp, kovalamak demektir. O bakımdan kovulup, uzaklaştırılmış deve. koyun ve merkeblere "vesika" denilmesi buradan gelmektedir. Şair şöyle demiştir:
"İz sürücünün davarların izlerini sürmesi gibi."
İbn Abbas'tan rivayete göre; "kaplayıp, topladığı şeyler" örtüp, kapattığı şeyler; ondan gelen başka bir rivayete göre; taşıdığı şeyler dernektir. Taşınan herbir şey hakkında; "Vesaktuhu" "Onu taşıdım" denilir.
Araplar: "Lâef’aluhu mâvesekat ıni’l-mâe” Gözüm su taşıdığı (gördüğü) sürece bu işi yapmam" derler. “Vesekati’n-nâkatu tusika veskan" "Dişi deve gebe kaldı ve rahmini suya karşı kapattı" denilir. Bu durumda olan deveye; "Nâkatun vâsikun" denilir. Çoğulu "Nuku visâk" diye gelir. "Nâim" "Uyuyan" lafzının çoğulunun; "Niyâm" şeklinde; "Sâhib" "Arkadaş" lafzının çoğulunun; "Sihâb" diye gelmesi gibi. Bişr b. Ebi Hazım dedi ki:
"Onlara türkü çağırıp ayrılmadı yanlarından
Gebe develer gebe olmayanlardan ayırdedilinceye kadar."
Çoğulu aynı şekilde “Mevâsik” diye de gelir.
"Evsaktu’l-baira" "Deveye yükünü yükledim" demektir. "Evsaktu’n-Nahle" "Hurma ağacının taşıdığı meyve yükü çok oldu" demektir.
Yeman, ed-Dahhak ve Mukatil b. Süleyman: Taşıdığı karanlık, diye açıklamışlardır, Mukatil dedi ki: Ya da taşıdığı yıldızlar, anlamındadır.
ei-Kuşeyri dedi ki: "Taşımak"ın anlamı toplayıp, bir araya getirdiği şeyler demektir. Gece, karanlığı ile her şeyi örter. Bunları örtmesi halinde onları "vesk" etmiş olur. Böylece bu buyruk, gece hepsini ihtiva etmiş olduğundan ötürü, bütün yaratılmışlara bir yemin olur. Yüce Allah'ın: "Hayır! Yemin ederim ki gördüğünüz şeylere, görmediğiniz şeylere de." (el-Hakka, 69/38-39) buyruğu gibidir.
îbn Cübeyr dedi ki: "Kaplayıp, topladığı şeyler," onda işlenen ameller demektir. Yani (mü’minlerin) teheccüd ve seher vakitlerinde mağfiret dilemelerdir. Şair dedi ki:
"Bir gün bizi salih kimseler görürsün, kimi zaman da
Sen bizi oldukça kararlı, amel eden bir kimse gibi de görürsün."
İnşikak suresi ayet 18
Nuru tamamlandığı zaman aya ki
Yani nuru kemale erip, en mükemmel hale geldiği zaman aya. el-Hasen dedi ki: Tam durgunlaşıp, nuru bir araya geldiği zaman demektir.
İbn Abbas:
Tam kemale erdiği vakit,
Katade:
Tam yuvarlak olduğu vakit, diye açıklamışlardır.
el-Ferra dedi ki:
Ayın nurunun tamamlanması, dolunay olduğu gecelerdeki doluluğu ve mükemmelliği demektir. (Ayet-i kerimedeki lafzıyla) bir araya gelip, toplanmak demek olan: “El-Vesk”den "iftial" veznindedir. "Vesektuhu fetteseka" "Ben onu toplayıp, bir araya getirdim, o da toplandı" denilir. Tıpkı:
"Veseltuhu fe’t-tesele" "Ben onu bitiştirdim, ekledim, o da bitişti, eklendi" demek gibi. "Emera fulânun muttesikun" "Filanın işleri doğruluk ve iyilik üzere toplanmış ve böylece düzene girmiştir" demektir. Bir şey ardı arkasına geldiği takdirde; "İtteseka’ş-şey’u" denilir.
İnşikak suresi ayet19
Mutlaka sizler, biri diğerine mutabık halden hale geçeceksiniz.
Ebu Amr, İbn Mesud, İbn Abbas, Ebu'l-Âliye, Mesrûk, Ebû Vâil, Mücahid, en-Nehaî, eş-Şa'bi, İbn Kesir ve Hamza el-Kisai "mutlaka sizler... geçeceksiniz" anlamındaki buyruğu Peygamber (sav)'a hitab olmak üzere; "Leterkebenne" "Mutlaka sen ... geçeceksin" diye okumuşlardır ki; mutlaka ey Muhammed sen, bir halden sonra bir diğer hale geçeceksin, demektir. Bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır.
eş-Şa'bî dedi kî: Ey Muharnmed, sen mutlaka bir semadan sonra bir diğer semaya, bir dereceden sonra bir diğerine yüce Allah'a yakınlık bakımından bir mertebeden diğerine mutlaka geçeceksin.
İbn Mesud dedi ki:
Şüphesiz ki sema bir halden sonra bir diğer hale geçecektir. Bununla yüce Allah'ın semaları nitelendirdiği, yarılıp çatlamak, katlayıp dürmek, kimi zaman erimiş bakır gibi, kimi zaman kırmızı bir sahtiyan gibi oluşu, şeklindeki hallerin birinden diğerine geçeceği kast edilmektedir.
İbrahim'den onun da Abdu'l-Ala'dan rivayetine göre; "halden hale" buyruğu hakkında şöyle demiştir: Sema bir halden sonra bir diğer hale değiştirilir. Abdu'l-Ala dedi ki: Kırmızı sahtiyanı andıran bir gül gibi ve erimiş bir bakır gibi olur. Bir diğer açıklamaya göre; ey insan şüphesiz ki sen bir halden bir diğer hale geçeceksin. Nutfeden sonra alakaya, sonra bir çiğnem ete, sonra canlı bir varlık, sonra ölü zengin ve fakir olacaksın. O halde hitab; "Ey insan, gerçekten sen Rabbine doğru durmadan çalışıp çabalayacaksın" buyruğunda sözü edilen insanadır. Bu da bir cins isimdir, manası insanların tümüdür.
Diğerleri ise bütün insanlara hitab olmak üzere "be" harfini ötreli olarak: "Leterkebunne" "Mutlaka sizler ... geçeceksiniz" diye okumuşlardır. Ebu Ubeyd ve Ebu Hatim bu kıraati tercih etmişlerdir. Ebu Hatim dedi ki: Çünkü buradaki anlamın insanlar ile ilgili olması Peygamber (sav) ile ilgili olmasından daha uygundur. Zira bu âyet-i kerimeden önce kitabı sağ elinden verilecekler ile kitabı sol tarafından verilecek kimseler sözkonusu edilmiştir. Yani sizler kıyametin şiddetli hallerinden sonra bir başka hale mutlaka geçeceksiniz. Yahutta sizler peygamberlere muhalefet etmek ve onları yalanlamak hususunda, sizden öncekilerin izledikleri yoldan aynen geçeceksiniz, o yolu izleyeceksiniz, demektir.
Derim ki: Bunların hepsi de kastedilmiştir. Bu hususta bir takım hadisler de gelmiş bulunmaktadır, (Bk, Kaf, 50/21. âyetin tefsiri) Hafız Ebu Nuaym, Cafer b. Muhammed b. Ali'den, o Cabir (r.a)'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav)'ı şöyle buyururken dinledim:
"Şüphesiz ki Adem oğlu yüce Allah'ın kendisini nasıl yarattığından yana gaflet içerisindedir. Kendisinden başka hiçbir ilah olmayan Allah onu yaratmak istediği vakit meleğe: Onun rızkını, eserini (ayak izlerini) ve ecelini yaz. Mutlu mu yoksa bedbaht mı olacağını yaz. Sonra bu melek yukarı çıkar, Allah bir başka melek gönderir. Olgunlaşıncaya kadar bu melek onu muhafaza eder. Sonra yüce Allah, onun iyilik ve kötülüklerini yazacak iki melek gönderir. Ölüm vakti geldi mi bu iki melek yükselirler. Sonra ona ölüm meleği (selam ona) gelir, ruhunu alır. Kabrine yerleştirildiği vakit tekrar ruh bedenine geri verilir. Sonra ölüm meleği yükselir. Ona kabir melekleri gelir, onu imtihan ederler. Sonra onlar da çıkarlar. Kıyamet koptuğu vakit iyilik meleği ile kötülük meleği onun üzerine iner. Boynunda bağlı bulunan bir kitabı çözerler. Sonra da onunla birlikte gelirler, Birisi önden sürücü, diğeri ise şehittir." Sonra yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: "Andolsun sen bundan gaflet içinde idin. Şimdi senden perdeni kaldırdık, bugün gözün pek keskindir." (Kaf, 50/22) Rasûlullah (sav): "Mutlaka sizler biri diğerine mutabık, halden hale geçeceksiniz." buyruğunu okudu. (Peygamber) buyurdu ki: 'Bir halden sonra bir diğer hale (geçeceksiniz.)" Sonra Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki sizin önünüzde çok büyük bir iş vardır. O büyük olan Allah'tan yardım dileyiniz"
Bu hadis yaratıldığı günden, ölümden sonra diriltileceği zamana kadar insanın karşı karşıya kalacağı bütün halleri kapsamaktadır. Bu hallerin hepsi de zorluktan sonra bir diğer zorluktur. Önce hayat, sonra ölüm, sonra ölümden sonra diriliş, sonra da amellerin karşılıklarının verilmesi. Bu hallerin her birisinde bir takım zorluklar vardır.
Peygamber (sav) da şöyle buyurmuştur:
"Sizden öncekilerin izinden karış be karış, kulaç be kulak gideceksiniz. Hatta onlar bir keler deliğine girecek olsalar bile siz de şüphesiz ona gireceksiniz."
"Ey Allah'ın Rasûlü, bunlar yahudilerle, hristiyanlar mıdır?" diye sordular. Peygamber:
"Başka kim olabilir ki?" diye buyurdu.
Bu hadisi Buhari rivayet etmiştir.
Müfessirlerin görüşlerine gelince; îkrime: Bir halden sonra bir diğer hale geçeceksiniz. Önceleri süt emerken sütten kesilecek, önceleri gençken yaşlı olacaksınız. Şair şöyle demiştir:
"İşte insan böyledir, eceli belli vakte kadar geciktirilecek olursa;
O bir hale geçer, ondan sonra da bir başka hal gelir."
Mekhul'den şöyle dediği nakledilmiştir: Her yirmi senede bir daha önce olmadığınız bir hal ile karşılaşırsınız. el-Hasen dedi ki; Bir durumdan sonra bir başka durum ile karşı karşıya kalırsınız. Sıkıntıdan sonra bolluk, bolluktan sonra sıkıntı, fakirlikten sonra zenginlik, zenginlikten sonra fakirlik, hastalıktan sonra sağlık, sağlıktan sonra hastalık.,,
Said b. Cübeyr dedi ki: Bir mevkiden sonra bir diğer mevkiye geçeceksiniz. Bir takını insanlar dünyada iken aşağı mertebelerde idiler, âhirette yükseleceklerdir. Birtakım kimseler dünyada yüksek mertebede idiler, âhirette alçalacaklardır.
Bir diğer açıklamaya göre, bir mevkiden bir diğer mevkiye, bir halden bir diğer hale geçeceksiniz. Şöyle ki, doğru yol üzere salih olan bir kimsenin bu hali kendisini daha ileri derecede salih olmaya iter. Bozuk yolda olan bir kimsenin bu hali de onu daha ileri derecede fesada götürür. Çünkü herşey kendi şekli üzere cereyan eder, gider.
İbn Zeyd dedi kî: Sizler dünya halinden, âhiret haline geçeceksiniz
İbn Abbas dedi ki: Zorlu ve dehşetli haller kastedilmiştir. Ölüm, sonra diriliş, sonra amellerin sunulması (arz.) Araplar oldukça zorlu ve sıkıntılı bir duruma düşen kimse hakkında: "Vekaa’ fi benâti tabaka, veihdâ benâti tabaka." derler. Pek büyük ve zorlu musibet ve sıkıntıya; "Em tabak, veihdâ benâti tabaka." denilir. Bunun aslı ise bir tür yılandır. Çünkü yılana yuvarlanması dolayısıyla; "Em tabak" Tabak gibi" denilir. Sözlükte "tabak" açıkladığımız gibi hal demektir. el-Akra b. Habis et-Temimi dedi ki:
"Ben zamanın iyi kötü her türlü halini denemiş bir kimseyim.
Onun bir hali beni bir başkasına sürüklemiştir."
Bu durum alemin, hadis (sonradan yaratılmış) olduğuna ve yaratıcının varlığının isbatına dair en açık bir delildir. Hükema şöyle demiştir: Bugün bir halde, yarın bir başka halde olan bir varlığın tedbiri (işlerinin çekilip çevrilmesi)nin başkasına ait olduğu, bilinmelidir.
Ebu Bekr el-Verrak'a şöyle soruldu: Bu alemin bir yaratıcısının olduğunun delili nedir? O: Hallerin birinden diğerine geçirilmesidir. Kuvvetin azlığı, bünyenin zayıflığı, niyetin gerçekleştirilememesi, kararlılığın ortadan kaldırılmasıdır, diye cevap verdi.
"Etenâ tabak mine’n-nâsi ve tabak mine’l-cerâdi" "Bize insanlardan bir topluluk ve çekirgelerden bir topluluk geldi" denilir. el-Abbas'ın, Peygamber (sav)'ı överken söylediği:
"Sen sulbden rahime intikal edersin
Bir alem geçip gitti mi bir tabak (topluluk) ortaya çıkar."
Beyitinde insanlardan bir nesli kastetmektedir.
Buna göre yeryüzünün "tıbâk"ı onun dolu olması demek olur. "Tabak" aynı zamanda iki omuru birbirinden ayıran ince bir kemiktir. "Medâ tabak mine’lleyli, vetabaka mine’n-nehâri" "Gecenin büyük bir bölümü ve gündüzün büyük bir bölümü geçti" denilir. "Tabak" lafzı "atbak"ın çoğuludur. O halde bu lafız müşterektir.
"Mutlaka sizler... geçeceksiniz" anlamındaki lafız, nefse hitab olmak üzere, "be" harfi kesreli olarak: "Leterkebinne" " (Ey nefs) mutlaka sen... geçeceksin" diye okunduğu gibi, diye "ye': harfi ile de okunmuştur. “Leyerkebine” "Mutlaka insan… geçecektir" demek olur.
"An tabakin" Bir halden" lafzı: "Tabakan" "Bir hale" lafzının sıfatı olarak, nasb mahallindedir. Bu da: "Tabakan mucavezen litabak" Bir hali aşıp, bir diğer hale (geçeceksiniz) demektir. Yahutta: "Leterkebunne" "Mutlaka sizler... geçeceksiniz" lafzındaki zamirinden hal (olarak nasbedilmiştir.) Yani onlar bir hali aşarak, bir diğer hale geçeceklerdir. Ya da insan yahut nefis -kıraatlere göre- bir hali geçip, bir diğer hale geçecektir, demek olur.
İnşikak suresi ayet 20
O halde, onlara ne oluyor; neden İman etmezler;
"O halde onlara ne oluyor, neden iman etmezler." Belgeler onlar için tam anlamıyla açıklık kazanmışken, deliller ortaya konulmuşken, onları iman etmekten alıkoyan şey nedir?
Bu, inkârı bir istifhamdır, taaccub ifade ettiği de söylenmiştir. Yani bunca âyet ve belgelere rağmen imanı terketmeleri dolayısıyla onların bu haline hayret ediniz.
İnşikak suresi ayet 21
Onlara karşı Kur'ân okunduğunda secde etmezler? DİKKAT SECDE AYETİDİR
"Onlara karşı Kur'ân okunduğunda secde etmezler?" Namaz kılmazlar, demektir. Sahih-i Müslim'de şöyle buyurulmaktadır: Ebu Hureyre: "Gök yarılıp çatladığı zaman" (sûresin)i okudu ve onda secde yaptı. Bitirdikten sonra Rasûlullah (sav)’ın burada secde etliğini onlara bildirdi.
Malik dedi ki: Bu mutlaka gerekli secdelerden değildir. Çünkü buyruk; onlar amellerini gereği gibi yerine getirmeye kulak asmazlar ve itaat etmezler, demektir.
Îbnu'l-Arabî dedi ki: Sahih olan ise, bunun yapılması gerekli secdelerden olduğudur. Medineli Maliki alimlerin İmam Malik'ten yaptığı rivayet de bu şekildedir. Dolayısıyla Kur'ân ve sünnet bu hususta birbirini desteklemektedir. Îbnu'l-Arabî dedi ki: Ben insanlara imamlık yapmaya başlayınca onu okumayı terkettim. Çünkü secde yapacak olursam buna tepki gösterirlerdi, secde etmeyecek olursam bu da benim kusurlu bir davranışım olurdu. Bundan dolayı yalnız başıma namaz kıldığım vakitler müstesna (namazda) onu okumaktan uzak durdum. O doğru sözlünün dediği gibi "marufun münker, münkerin maruf görüleceği bir zaman.,." şeklindeki sözünün tahakkukudur bu. Çünkü Peygamber (sav), Aişe (r.anha)'ya şöyle demişti: "Eğer senin kavminin küfrü bırakması üzerinden az bir zaman geçmemiş olsaydı, beyti yıkar ve onu İbrahim'in temelleri üzerine yeniden bina ederdim"
İbnu'l-Arabi devamla dedi ki: Hocamız Ebu Bekr el-Fihri, rükua giderken ve rükûdan kalkarken ellerini kaldırırdı. Malik'in ve Şafii'nin görüşü bu olduğu gihi, şia da böyle yapar. Bir gün ders verdiğim yer olan Suğur'deki İbn eş-Şevva karargahında öğ!e namazında yanıma geldi. Adı anılan karargahtan mescide girdi. Saffın ön taraflarına geçti, ben ise arka taraflarda denize bakan pencerelerde oturuyordum, aşırı sıcaktan dolayı esen rüzgarı teneffüs etmeye çalışıyordum. Benimle birlikte aynı safta bahriye kumandanı Ebu Simne arkadaşlarından bir grub ile birlikte oturmuş namaz vaktini bekliyorlardı. Limanda gidip gelen gemilere bakıyordu. Hocamız rukûa giderken ve rukûdan başını kaldırırken ellerini kaldırınca Ebu Simne ve arkadaşları:
"Şu meşrıkli kimseyi görmüyor musunuz? Bakın mescide nasıl girmiş? Haydi kalkın onu öldürün ve denize atın, kimse sizi görmüyor." Aklım başımdan gitti ve;
"Subhanallah! Bu zamanın fakihi et-Turtuşi'dir." dedim. Bana:
"Peki niye ellerini kaldırıyor", diye sordular. Ben:
"Peygamber (sav) da böyle yapıyordu. Medinelilerin ondan yaptığı rivayete göre Malik'in görüşü de budur." dedim. Onlan teskin etmeye ve susturmaya koyuldum. Nihayet namazını bitirdi. Karargahtan onunla birlikte kalkıp, eve gittim. Benim yüzümün değiştiğini görünce tepki gösterdi ve sebebini sordu. Ben de ona durumu bildirdim. Gülerek:
"Ben nerede, bir sünneti uyguladığım için öldürülmek nerede?" dedi. Ben ona:
"Fakat böyle bir iş yapmak senin için helal değildir. Çünkü sen öyle bir topluluk arasında bulunuyorsun ki, büyle bir sünneti yerine getirecek olursan, senin başına üşüşürler ve belki de kanın boşu boşuna dökülür gider", dedim. Bana:
"Sen bu sözleri bırak da başka bir konuya geç", dedi.
İnşikak suresi ayet 22
Aksine o inkâr edenler yalanlarlar.
"Aksine o inkâr edenler" Muhammed (sav)'ı ve onun getirdiklerini "yalanlarlar."
Mukatil dedi ki: Ayet Amr b. Umeyroğulları hakkında inmiştir. Bunlar dört kişi idi. Onların ikisi müslüman oldu.
Bütün kâfirler hakkında olduğu da söylenmiştir.
İnşikak suresi ayet 23
Halbuki Allah, içlerinde neyi gizlemekte olduklarını en iyi bilendir.
"Halbuki Allah, içlerinde neyi gizlemekte olduklarım en iyi bilendir."
İçlerinde gizledikleri yalanlamayı en iyi bilendir. ed-Dahhak da İbn Abbas'tan böylece rivayet etmiştir.
Mücahid dedi ki: Gizledikleri davranışlarını (en iyi bilendir). İbn Zeyd: Hem salih, hem de kötü amelleri bir arada işlediklerini (en iyi bilendir).
(Buradaki "gizlemekte oldukları" anlamı verilen fiil) içinde bir şeylerin toplandığı kab demek olan; “El-viâu”den alınmıştır. Azığı ve eşyayı bir kaba koyduğumuz zaman: “Ev’aytu’z-zâde ve’l-menâi” deriz. Şair de şöyle demiştir:
"Aradan uzun zaman geçse dahi, hayır daha bir kalıcıdır
Kötülük ise senin kaba doldurduğun en kötü azıktır."
"Veâe" "Onu belledi" demektir. "Veaytu’l-hadise eıhi va’yen" "Sözü belledim, bellerim" denilir. "Uzunu vâiyetun" "İyice belleyen, kulak" demektir Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Hakka, 69/12. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
İnşikak suresi ayet 24
Artık sen, onlara çok acıklı bir azabı müjdele!
"Artık sen onlara" yalanlamalarına karşılık cehennemde "çok acıklı" can yakıcı, acılıcı "bir azabı müjdele!" Yani bunu onlara müjde yerine bildir.
İnşikak suresi ayet 25
Ancak iman edip, salih ameller İşleyenler müstesnadır. Onlar için eksilmez ve kesilmez bir mükâfat vardır.
"Ancak iman edip, salih ameller işleyenler müstesnadır." Bu istisna munkatı' bir istisnadır. Şöyle buyurmuş gibidir: Ama Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğuna dair şehadeti doğru kabul edip, tasdik edenler ve salih amel işleyenler, yani onlara farz olan emirleri eksiksiz yerine getirenler, "onlar için eksilmez ve kesilmez bir mükâfat," bir sevab "vardır."
"Menentu’l-hable" "Halatı kestim" denilir. Daha önceden (Fussilet. 41/8. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Nâfi' b. el-Ezrak, İbn Abbas'a yüce Allah'ın: "Onlar için eksilmez ve kesilmez bir mükâfat vardır" buyruğu hakkında sormuş, o da: Kesintisiz demektir, diye açıklamıştır. Peki Araplar bu anlamı biliyorlar mı, diye sormuş,
İbn Abbas, şöyle demiş: Evet, Yeşkurlulardan olan şair şu beyiti ile bu anlamda olduğunu bilmiş ve zikretmiş bulunmaktadır:
"Sen arkalarında süratle yürüyüşünden ötürü
Adeta etrafa yayılmış ince bir toz gibi görürsün."
el-Müberred dedi ki: "El-menin" "Toz" demektir. Çünkü (atlar) o tozu arkalarından kesmektedir (arkalarında bırakmaktadır). Zayıf olan herbir şeye de: "Menin" ile "Memnun" denilir.
"Ğayru memnun" "Kesilmez ve eksilmez"in, kendisi sebebiyle onlara minnet olunmaz, anlamına geldiği de söylenmiştir.
İlim ehlinden birtakım kimselerin zikrettiklerine göre, yüce Allah'ın: "Ancak iman edip, salih ameller işleyenler müstesnadır" buyruğu bir istisna değildir. Burada (istisna) "vav: ve" anlamındadır. Sanki; îman edip ... gelince" diye buyurmuş gibidir. el-Bakara Sûresi'nde (2/150. âyetin tefsirinde) bu hususta açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun.
Abese suresi ayet 1
"Yüzünü ekşitip, çevirdi"
"Yüzünü ekşitip, çevirdi" buyruğundaki: Yüzünü ekşitti' demektir. Nitekim; Yüzünü ekşitti, kaşlarını çattı" denilir. Daha önce (el-Müddessir, 74/22. âyet açıklanırken) geçmiş bulunmaktadır.
"Çevirdi" yüzünü çevirdi, demektir.
Abese suresi ayet 2
Kendisine o ama geldi diye
Kendisine o ama geldi diye" buyruğundaki Diye" lafzı mefulün leh olduğundan ötürü nasb mahallindedir. Kendisine âmâ geldiği için demektir. Âmâ da gözleriyle görmeyen kimseye denilir.
Bütün tefsir bilginlerinin rivayet ettiklerine göre, Kureyş'in eşrafından bir topluluk, Peygamber (sav)'ın yanında bulunuyordu. Peygamber onların müslüman olacaklarını ümit etmişti. Bu sırada Abdullah b. Um Mektûın geldi. Rasûlullah (sav), Abdullah'ın sözünü keseceğinden çekindiği için, ondan yüz çevirdi. İşte bu âyet-i kerime onun hakkında inmiştir.
Abese suresi ayet 3
Ne bilirsin belki o, temizlenecekti."
"Ne bilirsin belki o" İbn Um Mektûm "temizlenecekti." Senden kendisine öğretmeni istediği Kur'ân ve dinbilgisi ile dininde temizliği daha da artıp, üzerindeki bilgisizlik karanlığının gitmesi ile arınacaktı.
"Belki o" buyruğundaki zamirin kâfire ait olduğu da söylenmiştir. Sen o kimsenin müsliiman olması ile temizlenmesi, yahutla öğüt almasını ümit etmiş, bundan dolayı öğüt alması sonucunda hakkı kabul edeceğine ümit bağlamıştın ama, senin bu ümidinin gerçekleşeceğini nereden bilirsin demektir.
Abese suresi ayet 4
Yahut öğüt alacaktı da bu öğüt ona fayda verecekti?
Sen ne bileceksin belki de kentlisine yüzünü ekşittiğin bu âmâ, günahlarından temizlenecekti. Veya öğüt alacaktı ve alacağı bu öğüt ona fayda verecekti.
Abese suresi ayet 7
"Halbuki onun temizlenmemesinden sana vebal yok."
Bu kâfir, hidayet bulmayacak, iman etmeyecektir, Sen ancak bir Rasûlsün ve senin görevin tebliğden ibarettir.
Abese suresi ayet 8
"Ama yanına süratle gelip"
Allah için bilgi sahibi olmak isteyen
Abese suresi ayet 9
"kendisi de Allah'tan "korkan kimseye gelince, sen onu bırakıp oyalanırsın."
Yüzünü ondan başka tarafa çeviriyorsun, başkasıyla uğraşıyorsun.
Abese suresi ayet 10
"Sen onu bırakıp oyalanırsın"
"Sen onu bırakıp oyalanırsın" anlamındaki; 'inaslı dir. "Ben o şeyden (başkasıyla uğraşarak) oyalanıyorum" denir. Oyalanmak, dikkat etmemek, gafil kalmak" demektir. ile aynı anlamdadır.
Abese suresi ayet 11
"Hayır! Çünkü o, bir Öğüttür"
"Hayır! Çünkü o, bir Öğüttür" buyruğundaki: Hayır" bir vazgeçme emri ve bir azardır. Yani durum her iki kesime karşı davrandığın şekilde olmamalıdır. Bu da; bundan sonra zengine yönelmek, fakir mü'minden yüz çevirmek gibi bir davranışı bir daha tekrarlama! demektir.
Peygamber (sav)'in yaptığı, önceden de geçtiği gibi evlâ (öncelikli) olanı terketmekten ibaretti. Bu davranışının küçük bir günah olarak yorumlanması da uzak bir ihtimal değildir. Bu açıklamayı el-Kuşeyrî yapmıştır. Buna göre de: Hayır" üzerinde durmak caizdir. Bununla birlikte; Oyalanırsın" (10. âyet) üzerinde vakıf yapıp, sonra da "gerçek şu ki" anlamı ile; ile okumaya başlanır.
"Çünkü o" yani bu sûre yahut Kur'ân'ın âyetleri "bir öğüttür." Bir hatırlatma ve insanların basiretlerini bir aydınlatmadır.
Abese suresi ayet 12
"Artık dileyen onunla öğüt alsın."
"Artık dileyen onunla öğüt alsın."Kur'ân-ı Kerim'ın öğütlerini tutsun.
el-Cürcânî dedi ki: Çünkü o" müennes zamiri, Kur'ân'a aittir. Kur'ân-ı Kerim (lafız olarak) müzekker olmakla birlikte, Kur'ân'ın kendisi Bîr öğüt" (ki bu lafız müennestir) kabul edildiğinden burada da zamir bu lafza uygun olarak kullanılmış olmaktadır. Bu zamir müzekker olarak gelseydi yine caiz olurdu. Nitekim şanı yüce Allah bir başka yerde: Hayır gerçekten o bir öğüttür." (el-Müddessîr, 74/54) diye buyurmuştur. Yüce Allah'ın bununla Kur'ân-ı Kerinı'i kastettiğine ayrıca; Artık dileyen onunla öğüt alsın." Yani onu bellesin ve unutmasın, buyruğudur. Burada zamirin müzekker gelmesi: Öğüt" lafzının zikir (hatırlatma) ve vaaz (öğüı) anlamında oluşundan dolayıdır.
ed-Dahhak, İbn Abbastan yüce Allah'ın: "Artık dileyen onunla öğüt alsın" buyruğu hakkında şöyle dediğini rivayet etmektedir:
Abese suresi ayet 13
"Çok şerefli... sahifelerdedir."
Allah dilediği kimseye onu itham eder. Daha sonra yüce Allah, bu kitabın yüceliğinden, büyüklüğünden haber vererek şöyle buyurmaktadır: "Çok şerefli... sahifelerdedir." Yani Allah nezdinde. çok şerefli sahifelerdedir. Bu açıklamayı es-Süd-dî yapmıştır.
Sahifeler"; sahifenin çoğuludur.
Abese suresi ayet 14
Yüceltilmiş, mutahhar kılınmış (sayfalardadır).
et-Taber. ki: "Çok şerefli," ihtiva ettiği ilim ve hikmetler dolayısıyla dinde çok şerefli, demektir. Bir diğer açıklamaya göre; "çok şerefli" olmaları en şerefli hafaza meleklerinin onları indirmiş olmasındandır. Çünkü bu sahıfeîer Levh-i Mahfuzdan inmiştir.
Bir diğer açıklamaya göre; "çok şerefli" olmaları, Kerim olan bir zattan indirilmiş olmalarıdır. Çünkü bir kitabın kerim oluşu onun sahibinin kerim oluşundan kaynaklanır.
Bununla kastedilenin bütün peygamberlere verilen kitablar olduğu da söylenmiştir. Buna delil de yüce Allah'ın: "Şüphe yok ki bunlar Önceki sahifelerdedir. İbrahim ile Musa'nın sahifelerindedir." (el-Ala, 87/18-19) buyruğudur.
"Son derece yüksek," Allah nezdinde, değeri çok yüksek demektir. Şanı yüce Allah nezdinde çok yükseklerde diye, de açıklanmıştır. Yedinci semada yükseğe çıkartılmış diye de açıklanmıştır ki, bu açıklamayı Yahya b. Sellâm yapmıştır, et-Taberî: Şanı ve değeri çok yüksek, diye açıklamıştır, Şüphe ve çelişkilerden yükseklerde, diye de açıklanmıştır.
"Ve tertemiz" el-Hasen dedi ki: Her türlü kir ve pislikten arındırılmış, kâfirlerin onlara el uzatmalarına karşı korunmuş, diye de açıklanmıştır. Bu da es-Süddî'nin açıklamasının ifade ettiği manadır. Yine el-Hasen'den: Müşriklere indirilmekten yana tertemiz diye açıkladığı rivayet edilmiştir. Bir başka açıklamaya göre; yani Kur'ân-ı Kerim meleklerin okudukları sahifelerde de tesbit edilmiştir. Bu sahifeler çok şerefli, son derece yüksek ve tertemizdir,
Abese suresi ayet 15
"...Kâtiblerin elleri ile"
Yani, yüce Allah'ın kendisi ile rasûlleri arasında elçi kıldığı melekler iyi ve itaatkâr kimselerdir. Herhangi bir günah işleyerek kirlenmiş değillerdir. Ebu Salih, İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bu sahifeler tertemizdir, onları taşıyanlara (ezberleyip, hıfzedenlere) temizlik sağlar. "Kâtiblerin elleri île" buyruğu da "yazıcılar" demektir, diye açıklamıştır. Mücahid de böyle açıklamıştır.
Bunlar, kulların amellerini sahifelere yazan Kirâmen Kâtibin melekleridir. Kitaplar' demek olup, tekili 'dir. Nitekim Kâtib ve kâtibler" demek de böyledir. Yazdım" anlamındadır. Kitaba da ;ısifr" denilir, çoğulu da "esfâr" diye gelir.
ez-Zecxac dedi kî: Kitaba -"sin" harfi kesreli olarak- "sifr", katibe de "safir" denilmesinin sebebi, bunun bir şeyi açıklayıp, vuzuha kavuşturması anlamını taşıdığından dolayıdır. Sabah etrafı aydınlattığı vakit: Sabah oldu" denilir. Kadın yüzünden peçeyi açtı" demektir, (ez-Zeccac devamla) dedi ki: O kimselerin arasını düzelttim, düzeltiyorum, düzeltmek (sefirlik)" de buradan gelmektedir. el-Fer-râ da böyle demiş ve şu beyiti zikretmiştir:
"Ben, kavmim arasını düzeltmeyi (sefirlik yapmayı) terketmeyeceğim Ve eğer gidip gelirsem, hiçbir zaman aldatmak için gidip gelmeyeceğim."
Sefirde kavmin arasını düzelten ve elçilik yapan kimse demektir. Çoğulu "süferâ" diye gelir. "Fakih"in çoğulunun "fukahâ" diye gelmesi gibi. tbra-nicede sahaflara "süfera" adı verilir.
Katade dedi ki: Burada geçen: Kâtibler" burada kurra (Kur'an okuyanlar) demektir. Çünkü onlar sifirleri okurlar. Yine ondan İbn Abbas'ın açıkladığı gibi bir açıklama da rivayet edilmiştir.
Abese suresi ayet 16
"Emrine itaatkar, oldukça değerli kâtiblerin elleri ile"
Vehb b. Münebbih dedi ki: "Emrine itaatkar, oldukça değerli kâtiblerin elleri ile" buyruğunda kastedilenler, Peygamber (sav)'ın ashabıdır.
İbnu'l-Arabî dedi ki: Rasûlullah (sav)'in ashabı gerçekten itaatkâr, oldukça değerli okuyucular idiier, Fakat bu âyet-i kerimede kastedilenler, onlar değildir, onlar kastedilenlere yakın kimseler de değildir. Aksine bu mutlak olarak anıldığı takdirde meleklere has bir lafızdır. Onların dışında bu ismi taşımakta kimse onlarla ortak değildir, onun kapsamına onlardan başkası girmez.
Sakih'du Aişe (r.anha)'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Kur'ân'ı ezberlemiş olduğu halde, Kur'ân okuyanın misali emrine itaatkâr, oldukça değerli kâtibier ile birlikte olmaktır. Kur'ân'ı okumayı öğrenip onu ara sıra okuyan ve bu okuyuşu kendisine ağır gelen için de iki ecir vardir. Hadis muttefekun aleyh (Buhari ve Müslim tarafından rivayet ediimiş) olup, lafız Buharİ'ye aittir,
"Oldukça değerli", Rabbleri nezdinde, oldukça değerli demektir. Bu açıklamayı el-Kefbî yapmıştır. el-Hasen: Masiyet işlemek tenezzülünde bulunmayan demektir. Onlar, kendiierini bu halden üstün tutarlar. ed-Dahhak'ın, İbn Abbas'tan rivayetine göre; "oldukça değerli" buyruğu hakkında şöyie demiştir: Onlar, Adem oğlu hanımı ile başbaşa kaklığı vakit yahut ihtiyacını görmek için çekildiğinde, onunla birlikte bulunmaktan uzak kalırlar.
Başkalarının menfaatlerini kendi menfaatlerine tercih ederler, diye de açıklanmıştır.
"Emrine İtaatkâr" (anlamı verilen): lafzı in çoğuludur. "Kâ-fir"in çoğulunun "kefere" şeklinde "sâhir (sihirbazım çoğulunun "sehara" şeklinde "fâcir"in çoğulunun "fecere" şeklinde gelmesi gibi. Bir kimse doğruluğa ve sıdka ehil olduğu takdirde; ile diye anılır. Filan kişi yemininde sadık oidu (yeminini yerine getirdi, ona bağlı kaldı)" ifadesi buradan geldiği gibi: Filan kişi yaratıcısına itaatkardır, O'na itaat eder" demektir. Buna göre "emrine itaatkar" buyruğu, Allah'a itaat eden, amellerinde Allah'a sadakat gösteren (ihlaslı amel eden) kimseler demektir. el-Vakıa Süresi'nde yüce Allah'ın: "Şüphesiz o oldukça şerefli bir Kur'ândır. Korunan bir kitaptadır. Ona ancak tam anlamı ile temizlenmiş kimseler el sürebilir" (d-Vakıa, 56/77-79) buyruğu açıklanırken, orada sözü dilenlerin bu sûrede sözü edilen "emrine itaatkar, oldukça değerli katibler" olduklarını açıklamış bulunuyoruz.
Abese suresi ayet 17
"Kahrolası o İnsan! Ne kadar da nankördür o!"
"Kahrolası o İnsan! Ne kadar da nankördür o!" buyruğundaki: Kahrolası"; ona lanet edildi, anlamındadır. Azab olundu, diye de açıklanmıştır, însan'dan kasıt kâfirdir, el-A'meş, Mücahid'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Kur'ân-ı Kerim'de: "Kahrolası o insan" buyruğun geçtiği her yerde kastedilen kâfirdir.
ed-Dahhak, İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ayet Ebu Leheb'İn oğlu Utbe hakkında inmiştir. Önce iman etmişti, fakat "Andolsun yıldıza..."(en-Necm, 53/1) buyruğu nazil olunca, irtidad etti ve: "en-Necm" dışında Kur'ân'ın tümüne iman ettim, dedi. Şanı yüce Allah da onun hakkında: "Kahrolası o insan" buyruğunu indirdi. Yani Utbe, Kur'ân'ı inkâr ettiğinden dolayı Utbe'ye lanet edildi. Rasûlullah (sav) da unu beddua ederek: "Allah'ım, sen ona d-Ğadıra arslanını ınusallat et" dedi. Hemen Şam'a doğru bir ticaret maksadı ile çıkıp gitti. d-Ğadıra denilen yere varınca, Peygamber (sav)'ın bedduasını hatırladı. Beraberindekilere eğer canlı olarak sabahı ederse bin dinar vermeyi vaadetti. Bunun üzerine onu arkadaşların ortasına aldılar, eşyalarını etrafında dizdiler. Onlar bu halde iken arslan geldi. Eşyalara yaklaşınca atıldı ve hemen Utbe'nin üzerine çıktı, onu paramparça etti. Babası ise onun için ağlamış, ağıt yakmış ve şöyle demişti: Muhamnıed, her ne dediyse mutlaka oluyor.
Ebu Salih, İbn Abbas'lan: "Ne kadar da nankördür o!" buyruğunu: Onu nankörlüğe iten ne oldu, diye açıkladığını rivayet etmiştir.
Buradaki: Ne kadar da" lafzının teaccüb (hayret ve şaşkınlık) için olduğu da söylenmiştir (mealde olduğu gibi). Araplar, bir şeye hayret edecek olurlarsa: Allah kahretsin onu, ne kadar da güzeldir, Allah rezil etsin onu ne kadar da zalimdir! demek adetleridir. Buyruğun anlamı şudur: Bundan sonra sözünü edeceğimiz bütün bu hususlara rağmen insanın kâfir (ve nankör) oİmasına hayret ediniz.
Şöyle de açıklanmıştır: Yüce Allah'ın kendisine iyiliklerinin çokluğunu bilmesine rağmen Allah'ı inkar etmeye, nimetlerine karşı nankörlük etmeye ne itti onu? Bu da teaccüb anlamını ifade eder.
İbn Cüreyc dedi ki: Onun küfrü (ve nankörlüğü) ne kadar da ileridir, demektir.
Buradaki; Ne" lafzının soru edatı olduğu da söylenmiştir. Yani, onu küfre (ve nankörlüğe) iten nedir? Buna göre bu, azar anlamını ihtiva eden bir sorudur. Bu edatın hem teaccüb anlamını ifade etme, hem de Ne" •anlamını ifade etme İhtimali vardır. O takdirde de soru edatı olur.
Abese suresi ayet 18
"Kendisini hangi şeyden yarattı?"
Allah, bu kâfiri neden yarattı ki o da büyüklük taslamaktadır? Yani onun yaratılışından dolayı siz de hayret ediniz.
Abese suresi ayet 19
Bir nutfeden; yarattı da onu takdir etti.
"Bir nutfeden" yani hakir, değersiz, cansız, basit bir sudan "yarattı." O ilalde niçin kendisi hakkında yanlış kanaate kapılmaktadır? el-Hasen dedi ki: İki defa küçük abdestin bozulduğu yoldan çıkan bir kimse nasıl olur da büyüklenir!
"...da onu" annesinin karnında "takdir etti."
ed-Dahhak da İbn Abbas'tan böylece rivayet etmiştir: Yani onun ellerini, ayaklarını, gözlerini ve diğer organlarını, güzellik ve çirkinliğini, uzunluk ve kısalığını, bahtiyarlık ve bedbahtlığını takdir buyurdu.
"Onu takdir etti" buyruğunun onu bütün azalarını yerli yerince, mükemmel bir şekilde yarattı, anlamında olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Seni önce topraktan, sonra da bir damla sudan yaratan, sonra da seni tam bir adam yapan (Allah)'a kâfir mi oldun?" (el-Kehf, 18/37)
Yine yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: "O ki seni yarattı, herbir şeyini yerli yerince koydu." (el-İnfitar, 82/7)
"Onu takdir etti" buyruğunun bir halden bir hale, Önce nutfeden sonra alakaya daha sonra hilkati tamamlanıncaya kadar merhale merhale onu var etti, diye de açıklanmıştır,
Abese suresi ayet 20
"Sonra yolu kolaylaştırdı"
"Sonra yolu kolaylaştırdı" buyruğu hakkında İbn Abbas, Ata, Katade, es-Süddi ve Mukatil'in yaptıkları rivayete göre, şöyle demiştir: Annesinin karnından çıkmasını kolaylaştırdı.
Mücahid dedi ki: Hayır ve şer yollarını izlemeyi kolaylaştırdı, yani ona bu husufları açıkladı. Bunun delili de yüce Allah'ın şu buyruklarıdır; "Gerçek ten Biz, ona yolu gösterdik." (el-İnsan, 76/3); "Ve Biz, ona iki de yol gösterdik. "iel-Bded, 90/10) el-Hasen, Ata ve Ebu Salih'in kendusinden yaptığı bir rivayete göre, yine İbn Abbas da böyle demişlerdir.
Yine Mucahid'den de şöyle dediği nakledilmiştir; Mutluluk ve bedbahtlık yolunu (kolaylaştırdı.) İbn Zeyd îslâmm yolunu... diye açıklamıştır. Ebu Bekr b. Tahir dedi ki: Herkese ne için yaratılmışsa onu kolaylaştırdı ve onun hakkında onu takdir buyurdu. Delili de Peygamber (sav)'in: "Siz amel ediniz. Herkes ne için yaratılmışa onun için kendisine kolaylık verilir" buyruğudur,
Abese suresi ayet 21
"Sonra onu öldürüp, kabre koydu."
"Sonra onu öldürüp, kabre koydu." Ona ikram olsun diye içinde gömüleceği bîr kabir var etti. Onu kuşların ve diğer yırtıcı hayvanların yemesine imkan verecek şekilde yerin üzerinde atılıp, terkedilen bir varlık noktasına düşürmedi. .Bu açıklamayı el-Ferra yapmıştır.
Ebu Ubeyde dedi ki: "Onu kabre koydu" ona bir kabir takdir etli ve kabre gömülmesini emretti, demektir. Ebu Ubeyde dedi ki: Ömer b. Hubcyre, Salih b. Abdıırrahman'ı öldürünce Temimuğullan onun huzuruna girerek: Salih'i bir kabre gömelim diye bize ver" dediler. O da: Onu size bırakıyorum, dedi.
Yüce Allah; Onu kabre koy(dur)du" diye buyurmakla birlikte; diye buyurmadı. Çünkü (Bu ikinci şeklin ism-i faili olan); Bizzat kendi eliyle defneden şahıs" demektir. el-A'şâ da şöyle demiştir:
"Eğer bir ölüyü bağrına basacak olursa;
O yaşar ve kabre defnedecek kimseye götürülmez."
Ölüyü defnetmek halinde; Ölüyü kabirde defnettim" denilir. Allah onu kabre gömülecek bir duruma getirdi ve ona bir kabir takdir etti" demektir. Araplar: Devenin kuyruğunu kestim" ve: Allah onun soyunu kesti"; Öküzün boynunu kısalttım" ile Allah onu kessin"; Filanı kovdum" ile Allah onu uzak kılsın, uzaklaşürsın" yani unu kovulup uzaklaştırılan bir kişi haline getirsin, derler,
Abese suresi ayet 22
"Sonra da ne zaman dilerse onu tekrar diriltecek."
Sonra ona hayat verecek. Onu tekrar diriltecek" buyruğu, genel olarak ~dif" ile okunmuştur. Ebu Hayve, Nafi'den ve Şuayb b. Ebi Hamza'dan "elif siz olarak: diye okuduğunu rivayet etmektedir. Bunların ikisi de aynı anlamda ve fasih iki söyleyiştir. Allah ölüyü diriltti" dendiği gibi; "( Onu diriltti" de denilir. el-A'şâ da şöyle demiştir:
"Ta ki insanlar gördüklerinden ötürü Şu diril(til)en ölüye hayret doğrusu! desinler."
http://img119.imageshack.us/img119/2141/zipitcs5.gif
Ellerin dert görmesin, emeğine sağlık.
kartal__13,
Çok teşekkür ederim Allah CC razı olsun
Abese suresi ayet 23
"Hayır! O kendisine emrettiğini yerine getirmemiştir."
buyruğu hakkında Mücahid ve Katade: "Yerine getirmemiştir" hiçbir kimse emrolunduğu-nu yerine getiremez, diye açıklamışlardır. İbn Abbas da şöyle dermiş: "O kendisine emrettiğini yerine getirmemiştir." Adem'in sulbünde iken kendisinden alınan ahdi ve rnLsakın gereğini yerine getirmemiştir.
Buradaki; Hayir"ın bir azar ve bir vazgeçme emri olduğu söylenmiştir. Yani durum kâfirin dediği gibi değildir. Çünkü kâfire ölümden sonra diriltileceği haberi verildiği takdirde o şöyle der: "Eğer Rabbime döndü-rülürsem de şüphesiz benim için onun yanında iyilik vardır." (Fussilel, 41/50) Belki de ben emrolunduğumu eksiksiz yerine getirdim, diyecek. Bunun üzerine; Hayır, o hiçbir şeyi yerine getirmemiştir. Aksine o, Beni ve Ra-sûlümü inkâr eden bir kâfirdir, diye buyurmaktadır.
el-Hasen dedi ki: Yani gerçekten o yerine getirmemiştir; yani emrolundu-ğu şeylerin gereğini yapmamıştır.
...me" lafzındaki ifade için bir imad (telaffuza dayanak teşkil eden zâid bir lafız)dsr. Yüce Allah'ın: Allah'tan bir rahmet sayesinde" (ÂH İmran, 3/159) buyruğu ile; zaman sonra elbette pişman olacaklardır." (el-Mu'minun, 23/40) buyruklarında olduğu gibi.
İmam İbn Fûrek dedi ki: Yani hayır, Allah bu kâfirin İehine, ona emretmiş olduğu imanı hükmetmiş (takdir etmiş) değildir. Aksine onun lehine hükmetmediği (takdir buyurmadığı) şeyleri ona emretmiştir.
İbnul-Enbârî dedi ki: (Burada): Hayır" üzerinde vakıf (duruş) güzel değildir (kabihtir). Buna karşılık; Kendisine emrettiği" ile; Onu tekrar diriltecek" üzerinde vakıf güzel ceyyid dır. Buna göre; burada "gerçek şu ki" anlamındadır.
Abese suresi ayet 24
"Öyleyse insan yediğine bir baksın"
"Öyleyse insan yediğine bir baksın" buyruğu ile kendisine kolaylaş-tırılan rızkını sözkonusu etmektedir. Yani Allah'ın, yediği şeyleri nasıl yarattığına bir baksın. Buradaki "bakmak" düşünmek suretiyle kalbin bakmasıdır. Yani insan, hayatının esasını teşkil eden yiyeceklerini Allah'ın nasıl yarattığı üzerindena hayatta kalmanın sebebierini nasıl hazırladığı üzerinde -bu yolla ölümden sonra dirilişe hazırlanmak için- iyiden iyiye düşünsün.
el-Hasen ve Mücahid'den şöyle dedikleri rivayet edilmiştir: "Öyleyse insan yediğine bir baksın!" Yani yediğinin vücuduna nasıl girip nasıl çıktığına bir baksın. İbn Ebi Hayseme, ed-Dahhak b. Süfyan el-Kiiâbi'den şöyie dediğini rivayet etmektedir: Peygamber (sav) bana şöyle dedi: "Ey Dah-hak! Sen neler yersin?" Ben: Ey Allah'ın Rasulü! Et ve süt dedim. Peygamber: "Sonra ne oluyor?" diye sordu. Ben bildiğin şeye dönüşüyor, dedim. Şöyle dedi: "Şüphesiz Allah Ademoğlundan çıkan şeyi dünyaya misal olarak göstermiştir.
Ubey b. Ka'b dedi ki: Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Ademoğlunun yedikleri dünyaya misal verilmiştir. O her ne kadar yemeğine baharatlar koyup güzellegtirse ve tuzlasa dahi, sen sonunda onun neye ulaştığına bir bak!
Ebu'l-Velid dedi ki: Ben İbn Ömer'e helaya girip, kendisinden çıkan şeylere bakan kişi hakkında soru sordum da şöyle dedi: Melek ona gelerek: Şu cimrilik edip vermekten çekindiğin şeylerin sonunda ne olduğuna bir bak,
Abese suresi ayet 25
"Şüphesiz ki Biz, suyu bol bol dökeriz"
"Şüphesiz ki Biz, suyu bol bol dökeriz"buyruğundaki Şüphesiz
ki Biz" lafzı genel olarak başlangıç (istinaf) cümlesi olmak üzere kesreli olarak dîye okunmuştur.
Kûfeliler ve Yakub'dan rivayetle Ruveys ist' hemzeyi üstün olarak okumuşlardır. Bu okuyuş, 'yeinek"in mahiyetini açıklamak sadedinde olduğu için ter konumundadır, çünkü onun bedelidir.
Şöyle buyurmuş gibidir: Öyleyse insan yediğine bir baksın. Şüphesiz ki Bizdin... bol bol dökmemize..." Bu kıraate göre: Yediğine" lafzı üzerinde vakıf güzel değildir. Aynı şekilde (bu okuyuşa göre); "Şüphesiz ki Biz" anlamındaki lafzı: O" (bizim suyu bol bol dökmemizdir anlamında ı Lakdiri ile merfu kabul etmemiz halinde de durum böyledir. Çünkü ref halinde de "yediği" şeylerin mahiyetini açıklamaktadır.
Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Çünkü muhakkak ki Biz , mjvu bol bol dokenz ve onunla yiyecek şeyleri çıkartırız." Yani bu. bu ekde olup gidiyordu.
el-Huseyn b. Ali imaith olarak diye ve "nasıl" anlamında okumuştur. Bu okuvuşu kabui etlenier de oyie derler: Bu durumda "yediğine" anlamındaki Safız üzerinde vakıf, um bir vakıftır. Bunun "nerede" anlamında olduğu da söylenir. Şu kadar var ki bu "şekiller, sûretler"e ait bir de kinaye ihtiva eder ki. bu: Bizim suyu hangi yolla, hangi cihetten döktüğümüze (baksın, demek olur. Şair el-Kumeyd de şöyle demiştir:
"Ne zaman ve nereden sevinç ve neşe geldi sana?
Eğlence eğiliminin de, musibetlerin de olmadığı bir yerden."
"Şüphesiz ki Biz, suyu bol bol dökeriz" buyruğu ile yağmurları kastetmektedir.
Abese suresi ayet 26
"Sonra da yeri gereği gibi" bitkilerle "yararız.
Abese suresi ayet 27
Böylece orada taneler bitiririz..
Buğday, arpa, çavdar ve biçilip de saklanan diğer taneler (tahıllar).
Abese suresi ayet 28
"Üzümler, sebzeler"
"Üzümler, sebzeler" ile kastedilen yonca ve alaftir. el-Hasen'den rivayete göre bunlara bu ismin veriliş sebebi, bitip görünmeye başladıktan sonra ardı arkasına biçilmelerinden dolayıdır. el-Kııtebî ve Sa'Ieb dedi ki: Mekkeliler'e, adını verirler.
İbn Abbas dedi ki: Bu taze hurmadır. Çünkü bu hurma, hurma ağaçlarından kesilir. Ayrıca ondan önce de üzüm sözkonusu edilmiştir.
Yine ondan nakledildiğine göre, bundan maksat, taze yoncadır el-Halil dedi ki: Taze yonca" demektir. Bunun (yani taze yunca demek olan "el-fısfısa'nın sad yerine) "sin" ile olduğu da söylenmiştir. İşte bu taze yonca korundu mu ona denilir, (el-Halil) eledi ki: Ok ya da yay edinmek üzere ağacın kesilen dallarının adıdır. Bunun kesilen her şeyin adı olduğu da söylenmiştir. Yonca, pırasa ve kesildikçe kökünden biten sair sebzeler de böyledir, es-Sıhahta şöyle denilmektedir: ile Yonca" demektir. Farsçada buna "isfisl." elerler. Bunun cokça bittiği yere ele: denilir.
Abese suresi ayet 29
"Zeytinlikler, hurmalıklar,
Abese suresi ayet 30
Sık ve bol ağaçlı bahçeler"
Sık ve bol ağaçlı bahçeler" Bahçeler" in tekili: 'dir el-Kelbî dedi ki: Etrafı çevrilmiş hurma ya da başka ağaç türünden herbir şeye; "hadika-, bahçe" denilir. Etrafı çevrilmemiş olana ise bu isim verilmez.
"Sık ve bol" yani ağaçlan büyük "bahçeler" demektir.
Büyük ağaç" demektir. Arslana; denilir. Çünkü onun boynunu çevirme kabiliyeti yoktur, ancak bülün bedeni ile döner. Şair el-Accâc şöyle demiştir:
"Ayrılık gününde sırtımı başımla beraber döndürüp durdum Öyle ki bu halimle arslanı andırdım."
Boynu oldukça kalın adam" demektir. Aslında bu lafzın vasıf olarak kullanılması, boyunlar hakkındadır, sonradan başka hususlar hakkında ela istiare yoluyla kullanılır olmuştur. Amr b. Madî kerih dedi ki:
"Oralarda enseleri kalın kimseler yürür, sanki onlar;
Katrandan eğer ve semer giydirilmiş sekiz yaşındaki deve gibidirler."
Ağaçlan sarmaş dolaş bahçe" demektir. Çoğulu: diye gelir. Ot gelişti ve birbirine sarılıp, karıştı" demektir.
İbn Abbas dedi ki: ile 'ın çoğulu olup "kalın olanlar" demektir. Yine ondan "uzun boylular" anlamına geldiğini söylediği de nakledilmiştir.
Katade ve İbn Zeyd: Oldukça değerli hurma ağaçlan' demektir diye açıklamışlardır. Yine İbn Zeyd ve İkrime'nin ise: Kökleri ve gövdeleri çok büyük ağaçlar, diye açıkladıkları nakledilmiştir. Mücahid de sarmaş, dolaş olmuş ağaçlar, diye açıklamıştır.
Abese suresi ayet 31
"Meyveler" "Ve otlaklar"
"Meyveler" "Ve otlaklar" insanların incir, şeftali ve buna benzer ağaçların mahsûllerinden yedikleri şeylerdir.
"Ve otlaklar" bunlar da davarların yedikleri otlardır.
İbn Abbas ve el-Hasen dedi ki: Ot" yerin bitirdiği fakat insanların yemediği herşeye verilen isimdir. İnsanların yediklerine: Biçilen şeyler" adı verilir. Peygamber (sav)'ı övmek sadedinde şairin şu beyitinde de bu anlamdadır:
"Onun çok bereketli bir duası vardır ki, onun rüzgarı sabadır Onunla yüce Allah ekinleri ve otlan bitirir."
Bu otlara bu ismin veriliş sebebinin, onların (toplanmalarının) maksat olarak gözetilmeleri ve ot olarak toplanmalarıdır. Esasen; ile mana itibariyle aynı şeydir. Şair de şöyle demiştir:
"Bizim aslımız Kays'dır, yurdumuz ise Necd'dir. Orada ottan faydalanmak da, içilebilir su da bizimdir."
ed-Dahhak dedi ki: Yeryüzünde biten herbir şey"dir. E bu Rezîn de böyle demiştir: O bitkidir. Buna İbn Abbas'ın şu sözü delil teşkil etmektedir. İnsanların ve davarların yedikleri şeylerden olup, yeryüzünde biten her şey"dir.
Yine İbn Abbas'tan ve İbn Ebi Talha'dan şöyle dedikleri nakledilmiştir: Bu, yaş mahsûllere verilen bir isimdir.
ed-Dahhak dedi ki: Bu, özel olarak samandır. Bu, İbn Abbas'tan da nakledilmiştir. Şair şöyle demiştir:
"Onların davarlarının otlayacak yerleri yoktur. Saman, ise onlarda çok az bulunur."
ei-Kelbi dedi ki: Meyvenin dışındaki her türlü bitkiye denilir.
Bir açıklamaya göre "meyve" yaş mahsûller, "eh (mealde otlak)" ise kurularına denilir.
İbrahim et-Teymi dedi ki; Ebu Bekr es-Sıddik (r.a)'a "meyve ve otlak"in
tefsin hakkında soru soruldu da o şöyle dedi: Eğer Allah'ın Kitabı hakkında bilmediğim bir şey söyleyecek olursam, hangi sema beni altında barındırır ve hangi yer beni üstünde taşır?
Enes dedi ki: Ömer b, el-Hattab (r.a)'ı bu âyet-i kerimeyi okuduktan sonra şöyle derken dinledim; Büıün bunların ne olduğunu biliyoruz. Peki "el-ebb" (mealde: otlak) ne demektir? Sonra elindeki bir asayı kaldırıp şöyle dedi: Allah'a yemin ederim ki, kişinin kendisini olmadık zorluklara koşması budur. Ömer'in anasının oğlu! Ebb'în ne olduğunu bilmesen sana ne zararı olur? Sonra şunları dedi: Bu kitapta size açıkça anlatılanlara uyunuz, böyle olmayanları da bırakınız.
Peygamber (sav)'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Sizler yedi şeyden yaratıldınız, yedi şeyden size rızık verilir. O hakle yüce Allah'a da yedi şey üzerinde secde ediniz,"
Peygamber efendimiz "yedi şeyden yaratıldınız" buyruğu ile: "... bir nut-fe kıldık, sonra o nutfeyi alaka kıldık, sonra o alakayı bir parça et... yaptık" (el-Mu'minun, 23/13-14) âyetlerini kastetmektedir. Yedi şeyden rızıklanmakla da yüce Allah'ın: "Böylece Biz, orada taneler bitiririz. Üzümler... meyveler" buyruğuna kadar sayılanları kastetmektedir. Daha sonra da "otlaklar" diye buyurmaktadır ki; bu da Adem oğluna ait bir nzık olmadığını, bunun sırf davarlara has olduğunu göstermektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Abese suresi ayet 32
"Sizin için... birer fayda olmak üzere"
"Sizin için... birer fayda olmak üzere" buyruğundaki: Fayda olmak üzere" buyruğu tekid edici mastar olarak nasbedilmiştir. Çünkü bütün bu hususları bitirmek, bütün canlıları fayda Ilındırmaktır. Bu, yüce Allah'ın ölüleri kabirlerinden diriltmesine -daha önce birkaç yerde açıklandığı üzere, yok oluşundan sonra ekinin bitip yeşerdiği gibi- kabirlerinden dirilıilme-lerine dair verdiği bir misaldir. Ayrıca onlara ihsan etmiş olduğu nimetleri ha-tırlaiarak onlara lütuflarını dile getirmesi manası da vardır. Yine bu da daha ünce birkaç yerde geçmiş bulunmakladır.
Abese suresi ayet 33
O Sâhha geldiği zaman
"o Sâhha geldiği zaman" buyruğu ile öldükten sonra diriliş hususunu sözkonusu etmektedir, ki salih amellerle ve kendilerine lütfedip, ihsan ettiği şeylerden infak etmekle o güne hazır olsunlar.
"es-Sâhha" kendisi sebebiyle kıyametin kopacağı çığlıktır. Bu da ikinci üfü-rüştür. Kulakları sağır edecektir. O bakımdan kulaklar ancak hayat bulmak için yapılacak çağrıyı işitecektir Bazı müfessirler şöyle demiştir: Kulaklar onu dikkatle işitmeye çalışacaklardır. Bu da: Şuna kulak verdi" birinden gelmektedir. Hadisle de bu anlamda kullanılmıştır: "Cinler ve insanlar müstesna, Cuma gününde kıyametten korktuğu için kulak kabartmayan hiçbir canlı yoktur."
Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Böyle bir açıklama bizden öncekilere teslim olmak ciheti ile alınan, kabul edilen bir bilgidir. Ancak dil açısından kabul edilmesi gereken, birinci görüştür. el-Halil dedi ki: "Sâhha" oldukça şiddetli etkisi dolayısıyla kulakları sağır eden çığlık demektir. Dilde bu kelimenin asıl anlamı, şiddetli ve ağır darbe demektir, Bunun: Ona taşla bir darbe indirdi" tabirinden alındığı da söylenmiştir,
Arapların:
Sâhha onları vurdu, musibet onları buldu" tabirleri de bu kabildendir.
Taberî dedi ki:
Zannederim bu, bir kimse diğerinin üzerine hızlıca atıldığı zaman kullanılan; Filan kişi filanın üzerine hızlıca atıldı" tabirinden gelmiştir,
İbnu'l-Arabî dedi ki:
"es-Sâhha" işillirici olmakla birlikte sağırlık yapan, sağırlığa sebeb olan sestir. Bu da harikulade bir fesahattir.
Allah'a yemin ederim ki, kıyamet çığlığı dünyaya karşı sağır eden fakat âhiret işlerini işittiricidir.
Abese suresi ayet 34-35
Kişinin kaçacağı gün kardeşinden. Annesinden ve babasından,
"Kişinin kaçacağı gün kardeşinden." Yani o, Sâhha kişinin kardeşinden kaçacağı bu günde gerçekleşecektir. Kardeşiyle yakın ilişkisi ve konuşması olmayacaktır. Bizzat kendisiyle meşgul olacağından dolayı buna vakti olmayacaktır çünkü. Nitekim bundan sonra şöyle buyurmaktadır: "O günde bunlardan herbir kişinin kendine yeter" başkasıyla uğraşmasına fırsat vermeyecek "bir işi vardır."
Bir görüşe göre; aralarındaki haklardan ömrü onların kendisinden bir şeyler isteyeceğinden korkacağı için kaçacaktır İçinde bulunduğu zoriuğu ve sıkıntıyı görmesinler diye kaçacaktır, şeklinde de açıklanmıştır. Bir başka açıklamaya göre, bunun sebebi, onların kendisine bir fayda verememeleri ya da üzerindeki herhangi bir sıkıntıyı giderememeleri olacaktır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O günde hiçbir mevlâ (dost, akraba)nın mevlâ-sına bir faydası olmaz."
Abdullah b. Tahir eî-Ebheri dedi ki: Kişi onların acizliklerini, çarelerinin azlığını açıkça göreceği vakit, onları bırakıp bütün bu sıkıntılarını açıp, kederlerini giderecek kimseye doğru kaçacaktır. Eğer dünyada iken bu gerçeği açıkça görmüş olsaydı, hiçbir zaman yüce Rabbimden başka kimseye asla itimad etmezdim
Abese suresi ayet 36
Eşinden ve çocuklarından
Eşinden ve çocuklarından dahi kaçacaktır.
ed-Dahak. İbn Abbas'ian çöyie dediğini zikretmiştir: Kabil kardeşi Ha-bılden. Peygamber ».sav > annesinden, İbrahim (sav) babasından, Nuh (a.s) oğlundan. Lût (a.s! hanımından. Adem de kötü çocuklarından kaçacaktır.
el-Hasen dedi ki: Kıyamet gününde babasından kaçacak ilk kişi İbrahim'dir. Oğlundan kaçacak ilk kişi Nuh'tur. Hanımından kaçacak ilk kişi de Lût'tur. (el-Hasen) dedi ki: Bu âyetin kendileri hakkında indiğini göreceklerdir. Bu kaçış, onlardan uzak olmak, teberri etmek kaçışı olacaktır.
Abese suresi ayet 37
O günde bunlardan herbir kişinin kendine yeter bir İşi vardır
"O günde bunlardan herbir kişinin kendine yeter bir İşi vardır" buyruğu ile ilgili olarak Müslim'in Sahih'inde Âişe (R.anhâ)'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (sav)'ı şöyle buyururken dinledim:
"Kıyamet gününde insanlar çıplak ayaklı, elbisesiz ve sünnetsiz olarak haşredileceklerdir.
"Ey Allah'ın Rasûlü, dedim, erkekler, kadınlar hep bir arada, biribirlerine bakarak mı?
Şöyle buyurdu: "Ey Âişe! Durum birilerinin diğerine bakmalarına fırsat vermeyecek kadar ağır olacaktır."
Bu hadisi Tirmizi de, İbn Abbas yoluyla rivayet etmiştir. Buna göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
"İnsanlar çıplak ayaklı, elbisesiz ve sünnetsiz olarak haşredileceklerdir."
Bir kadın: Birimiz, diğerimizin avretine bakarak mı? Ya da: görecek mi? deyince,
Peygamber şöyle buyurdu;
"Ey filan kadın! "O günde bunlardan herbir kişinin kendine yeter bir işi vardır."
(Tirmizi) dedi ki: Hasen, sahih bir hadistir.
Kendine yeter" anlamındaki lafız genel olarak "ğayn" ile okunmuştur. Bu da kişiyi akrabalarıyla uğraşmaktan alıkoyacak bir hal demektir.
İbn Muhaysın ve Humeyd ise; Kişinin kendisini ilgilendiren" diye "ye" üstün ve "ayn" harfi ile okumuşlardır.
el-Kutebî dedi ki: Kişiyi akrabalarından alıkoyacak, başka tarafa çevirecek (iş)" demektir. Aynı kökten olmak üzere: Yüzünü benden başka tarafa çevir" ve: Beyinsizden yüz çevir" denilir
Abese suresi ayet 38
O günde apaydınlık yüzler vardır.
Parlak ve ışık sağıcıdır. Kendileri için hazırlanmış kurtuluş ve nimetleri bilmiştir. Bu yüzler müminlerin yüzleridir.
Abese suresi ayet 39
Gülmektedir." Sevinmektedir.
"Gülmektedir." Sevinç ve neşe içindedir. "Sevinmektedir." Yüce Allah'ın verdiği lücuflar dolayısı ile sevinçlidir. Ata el-Horasani dedi ki: "Apaydınlık" olmalarının sebebi sam, vaktiyle yüce Allah'ın yolunda tozlanmış olmasıdır. Bunu Ebu Naim (Nuaym?) zikretmiştir.
ed-Dahhak dedi ki: Bu abdestin bıraktığı izden dolayı olacaktır. İbn Abbas; Gece namazından dolayıdır, diye açıklamıştır. Çünkü hadis-i şerifte şöyle denilmiştir: "Kimin gece namazı çok olursa, gündüzün yüzü güzel olur.
Sabah etrafı aydınlattığı vakil: denilir. Ki "apaydınlık" ile aynı köktendir.
Abese suresi ayet 40
Yine o günde üzerlerini toz, toprak kaplamış yüzler de vardır.
üzerinde toz duman bulunan "yüzler de vardır. Bunları da karanlık" tan dolayı görünememek
Abese suresi ayet 41
Bunları da karanlık ve siyahlık kaplayacaktır.
Bunları da karanlık ve siyahlık kaplayacaktır
"ve siyahlık kaplayacaktır." İbn Abbas da böyle açıklamıştır. Yine ondan "zillet ve zorluk" diye açıkladığı rivayet edilmiştir. Arapçada Toz" dernek olup çoğulu da 'dır. Bu açıklama Ebu Ubeyd'den nakledilmiştir
Haberde belirtildiğine göre, hayvanlar kıyamet gününde toprak olacakları vakit, o toprak kâfirlerin yüzlerine bulanacaktır.
Zeyd b. Eşlem dedi ki; Semaya doğru yükselen (siyah duman)"; Yere doğru alçalan (toz)" demektir. ile aynı şeylerdir (toz).
Abese suresi ayet 42
İşte bunlar, kâfirlerin ve facirlerin ta kendileridir.
İşte bunlar kâfirlerin" ("kefere" lafzı) "kâfirin çoğuludur
"ve fâcirlerin" ("fecere" lafzı) "facir"İn çoğuludur; "ta kendileridir."
Fâcir, Allah'a karşı iftira edip, yalan söyleyen kimse demektir. Fasıktır diye de açıklanmıştır. Fasıklık etti" denilir, Yalan söyledi" anlamındadır. Asıl anlamı ise meyletmek demektir. Buna göre "fâcir" meyleden demektir.
TEKVİR SURESİhttp://www.diyanetvakfi.org.tr/meal/...0images/ok.gif Mekke’de inmiştir, 29 âyettir. Sûrenin başında güneşin dürülmesinden söz edilmiş ve adını da buradan almıştır. Sûrenin söz dizisinde, ihtiva ettiği konuya ilişkin anlamları yankılandıran ve güçlendiren mükemmel bir musikî, taklit edilemez bir âhenk vardır.
Bismillâhirrahmânirrahîm
1. Güneş katlanıp dürüldüğünde,
2. Yıldızlar (kararıp) döküldüğünde,
3. Dağlar (sallanıp) yürütüldüğünde,
4. Gebe develer salıverildiğinde,
5. Vahşî hayvanlar toplanıp bir araya getirildiğinde,
6. Denizler kaynatıldığında,
7. Ruhlar (bedenlerle) birleştirildiğinde,
8, 9. Diri diri toprağa gömülen kıza, hangi günah sebebiyle öldürüldüğü sorulduğunda,
10. (Amellerin yazılı olduğu) defterler açıldığında,
11. Gökyüzü sıyrılıp alındığında,
12, 13. Cehennem tutuşturulduğunda ve cennet yaklaştırıldığında,
14. Kişi neler getirdiğini öğrenmiş olacaktır.
15, 16. Hayır! Akıp giden, bir kaybolup bir etrafı aydınlatan yıldızlara andolsun,
17. Kararmaya yüz tuttuğunda geceye andolsun,
18. Ağarmaya başladığında sabaha andolsun ki,
19, 20. O (Kur'an), şüphesiz değerli, güçlü ve Arş'ın sahibi (Allah'ın) katında itibarlı bir elçinin (Cebrail'in) getirdiği sözdür.
21. O orada sayılan, güvenilen (bir elçi) dir.
22. Arkadaşınız (Muhammed) de mecnun değildir.
23. Andolsun ki, onu (Cebrail'i) apaçık ufukta görmüştür.
24. O, gaybın bilgilerini (sizden) esirgemez.
http://www.diyanetvakfi.org.tr/meal/...0images/ok.gif Âyetteki «gayb» kavramı, duyu organlarıyla idrak edilemeyen ve fakat inanılması gereken iman esaslarını içine almaktadır. Allah Resûlünün onlar hakkında cimri davranmadığı, yani herhangi bir şeyi gizlemediği açıklanmıştır.
25. O lânetlenmiş şeytanın sözü de değildir.
26. Hal böyle iken nereye gidiyorsunuz?
27, 28. O, herkes için, sizden doğru yolda gitmek isteyenler için bir öğüttür.
29. Âlemlerin Rabbi Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.
Hümeze suresi ayet 1
İnsanları arkadan çekiştiren, yüzlerine karşı onlarla alay eden her kişinin vay haline ki!
"Veyl; Vay haline!" lafzının anlamı horluk, azab ve helak olmak anlamındadır. Cehennemdeki bir vadi olduğu da söylenmiştir.
"İnsanları arkadan çekiştiren, yüzlerine karşı onlarla alay eden her kişinin vay haline ki;"
İbn Abbas dedi ki:
Bunlar başkalarının sözlerini alıp taşıyanlar, birbirlerini sevenlerin arasını bozanlar, suçsuz, günahsız kimselerin kusurlarını araştıranlardır, buna göre buradaki her iki tabir fhumeze ve lumeze) aynı anlama gelmektedir.
Peygamber (sav) buyurdu ki:
"Yüce Allah'ın kullarının en kötüleri başkalarının laflarını taşıyanlar, birbirlerini sevenlerin arasını bozanlar, sutsuz, günahsız kimselerin kusurlarını ortaya koymaya çalışanlardır."
İbrı Abbas'tan nakledildiğine göre "humeze" arkadan çekiştiren, "hımeze" ise insanları çokça ayıplayan kimse demektir.
Ebıı'l-Aliye, el-Hasen, Mücahid ve Ata b. Ebi Rebah: Humeze insanların gıybetini yapan ve yüzlerine karşı onları ten ki d eden, lumeze ise hazır olmadıkları vakit arkalarından gıybetlerini yapan kimsedir, demişlerdir.
en-Nehhas, bu görüşü tercih etmiş olup şöyle demiştir: Yüce Allah'ın: "Bazıları da sadakalar hususunda sana dil uzatırlar, ("Lumeze" ile aynı kökten gelen "yelmizuke" fiili kullanılmıştır.)" (et-Tevbe, 9/58) buyruğu da bu kabildendir.
Mukatil bu açıklamanın aksini yaparak şöyle demiştir: Humeze; gıybet yaparak insanları arkalarından çekiştiren, lumeze ise yüzüne karşı insanın gıybetini yapan kimse demektir. Katade ve Mücahid şöyle demişlerdir: Humeze insanları çokça tenkid edip dil uzatan, lumeze ise onların neseblerine çokça di! uzatan kimsedir.
İbn Zeyd dedi ki:
Humeze'ci insanları eliyle dürtüp vuran kimse demektir. Lumeze ise diliyle onların kusurlarını söyleyen ve ayıplayan demektir.
Süfyan es-Sevri dedi ki:
Humezelik dil ile lumezetik ise göz ile yapılır.
İbn Keysan dedi ki:
Humeze oturup kalktığı kimselere kötü sözleriyle eziyet veren, kımeze ise oturup kalktığı kimseye göz kırparak gözüyle, başıyla, kaşıyla işaretler yapan kimsedir. Burada her ikisi de aynı şeydir. Bu da kişinin gıyabında onu tenkid eden, onun gıybetini yapan kimsedir.
" Uzak olmak, uzaklık" demektir. Humeze ise bu anlamı mübalağalı bir şekilde ifade etmek için kullanılan bir isimdir. Nitekim insanlarla çokça alay eden ve onların hallerine çokça gülen kimseye: denilir.
Ebu Cafer Muhammed b. Ali ve el-A'rec "mim" harflerini sakin olarak; diye okumuşlardır. Eğer onların böyle okudukları, onlardan sahih olarak nakledilmiş ise, o takdirde bu lafızlar (ism-i) meful manasınadır. Bu da insanlar kendisi hakkında kaş göz işaretleri yaparak onun hallerine gülsünler ve kendisinin gıybetini yapmak zorunda bırakacak şekilde insanlara karşı davranışlar sergileyen kimse demek olur.
Abdullah b. Mesud, Ebu Vâil, en-Nehaîve el-A'meş ise ("her" anlamındaki İi külli" lafzını zikretmeyerek): Humeze ve lumezenin (yani insanları arkadan çekiştirip, yüzlerine karşı onlarla alay eden kimselerin) vay haline" diye okumuşlardır.
(Humeze'nin kökünü teşkil eden): in asıl anlamı, "kırmak ve bir şeyi şiddetle ısırmak" demektir. "Harfi hemzeli okumak" tabiri de buradan gelmektedir. " Onun başını kırdım" denilir.
Cevizi elimle kırdım" demektir.
Bedevi bir araba "Siz fare kelimesini (fa're şeklinde) hemzeli mi söylersiniz?" diye sorulmuş da o da: "Fareyi ısırıp yakalayan ancak kedidir" diye cevab vermiştir.
es-Sıhah'taki ifade ise şöyledir: Bedevi bir araba: "Fare kelimesi (fa're şeklinde) hemzeli mi söylenir?" diye sorulmuş. O da: " Ha*yır onu ısırıp yakalayan kedidir" diye cevab vermiştir.
Birincisini nakleden es-Sa'lebî'dir. Bu ifade(kr) kediye "humeze" isminin verileceğine delildir.
el-Accâc şöyîe demiştir:
"Biz kimin başını hemzeder (kırar) isek, onun başı elbette yarılır, kırılır."
Hemz ve lemz'in asıl anlamının itmek ve vurmak okluğu da söylenmiştir. " Onu vurup İtti, vurup iter, vurup ilmek" denilir. Ayns şekilde: "Onu illi, onu vurdu" demektir. Reeez vezninde şair söyle demiştir:
"Biz her kimin şanına (kuvvetine) henız edecek olursak
o hemen kıçüstü yıkılır, Şiddetli bir şekilde; yahut o şiddetlice yıkılır."
Bu açıklamayı es-SıftoA'da (el-Cevherî) yapmıştır.
Âyet, cd-Dahhâk'ın, İbn Abbas'tan rivaytrline göre elMınes b. Şerik hakkında inmiştir. Bu kişi ister karşılarında bulundukları vakit, isler yanından geçtiklerinde insanları kaş göz işaretleri yaparak ayıplar, onları çekişürirdi.
İbn Cüreyc dedi ki:
(sûre) el-Velid b, el-Muğire hakkında inmiştir. O Peygamber (sav)'ın gıyabında gıybetini yapar, yüzüne karşı da onu tenkid ederdi. Ubeyy b. Halef hakkında indiği söylendiği gibi Cemil b. Âmir es-Sakafî hakkında indiği de söylenmiştir.
Âyetin, tahsis sözkonusu olmaksızın genel olarak bu tür davranış sergileyenlerin hepsi hakkında umumi olduğu da söylenmiştir. Çoğunluğun görüşü de budur.
Mücahid dedi ki:
Bu buyruklar kimse hakkında özel değildir. Aksine bu nitelikte olan herkes hakkındadır.
el-Ferrâ dedi ki:
Umumi bir buyruğun zikredilip, özel kimselerin onunla kastedilmesi mümkün olabilir. Nitekim bir kimse birisine: Ben suni ebediyyen ziyaret etmeyeceğim deyip diğeri ona: Kim beni ziyaret etmezse ben de o kimseleri ziyaret etmem, diyerek tek bir kimseyi kastetmesine benzer ki, bu sözüyle kendisine böyle diyen kimseyi ziyaret etmeyeceğini kastetmiş olur.
Hümeze suresi ayet 2
O malı toplayıp, onu tekrar tekrar sayandır.
Yani; "(Onu -kendi iddiasına göre- zamanın musibetlerine karşı ha*zırlayandır." (Bu manasıyla): " Kerem sahibi oldu ve ikram etti" fiiline (vezin dolayısıyla fiilin anlam değişikliğine uğramasına) benzer. Bunun, sayıp döktü, saydı durdu, anlamına geldiği de söylenmiştir ki, bu açıklamayı da es-Süddi yapmıştır. ed-Dahhâk dedi ki: Malını çocukları arasından kendisine mirasçı olacak kimselere hazırladı, demektir. Malının sayısı ve çokluğu ile başkalarına karşı öğündü, demektir diye de açıklanmıştır.
Maksai ise, malı Allah'a itaat yolunda harcamayıp, elde tutmanın yerilme-sidir. Yüce Allah'ın: "O, hayrı alabildiğine engelleyen" (Raf, 50/25); (Nun, 68/12) buyruğu ile: "Mal toplayıp kaba dolduran" (el-Mearic, 70/18) buyruklarında olduğu gibi.
"Toplayıp" anlamındaki; lafzının "mim" harfi genel olarak şeddesiz okunmuştur. Ancak İbn Amir, Hamza ve el-Kisai çokluk anlamı ifade etmek üzere şeddeli okumuşlardır. Ebu Ubeyd de daha sonraki: "Onu tekrar tekrar sayandır" buyruğu dolayısıyla bu okuyuşu tercih etmiştir.
el-Hasen, Nasr b. Asım ve Ebu'l-Aliye ise "toplayıp" anlamındaki fiili şeddesiz okumuşlardır. Aynı şekilde; "onu tekrar tekrar sayandır" anlamındaki fiili de; (.jJij ) şeklinde şeddesiz okumuşlar ve böylelikle şeddeli olan harfin muzaaf (aynı harften iki harfin şeddeli okunması) olduğunu göstermişlerdir. Çünkü bunun asit ( .Ü)'dir. Ancak böyle bir okuyuşun (açıklanabil*mesi) uzak bir ihtimaldir. Çünkü mushafta bu, iki dal ile yazılmıştır.
el-Mehdevi dedi ki:
Her kim "onu tekrar tekrar sayan" lafzını şeddesiz okuyacak olursa, o vakit bu mala atfedilmiş olur. Yani bu kimse malı topladı ve'onu sayıp durdu, demek olur. O halde bu muzaafiığı açığa çıkartılmış bir fiil olmaz.
Hümeze suresi ayet 3.
“Gerçekten o, malının kendisini ebedî kılacağını sanmaktadır.”
Adam malının kendisini ebedîleştireceğine, ebedîyen kendisini yaşatacağına inanmaktadır. Bu malın ve mülkün sahibi olarak ebedîyen yaşayacağını ve hiç ölmeyeceğini zanneder. Malıyla bu dünyada ölümsüzlüğü garantilediğini zanneder. Allah’ın kendisine bolca servet verdiği ve kendisine verilen bu servetin kendisini şımarıklaştırdığı, elindeki nimetlerin ebedî olduğunu, hiç bitmeyeceğini zanneden ve hayatını bu düşünceye bina eden bir adam. Sahip olduğu malını, mülkü-nü, servetini, samanını, makamını, mevkiini, gücünü, kuvvetini, gençliğini, zindeliğini hiç yitirmeyeceğine inanan bir adam. İzzet ve şerefi bunlarda gören, bunlarda arayan bir adam.
“Ben gerçek güç ve kuvvet sahibiyim! Bütün bunların sahibi benim! Bu malımın, bu mülkümün, bu gücümün, bu saltanatımın, bu çevremin, bu kredimin, bu hayatımın sahibi benim ve artık ben bu mülkün batacağına da inanmıyorum! Yok olmaz mallar! Tükenmez bu servet! Bu iş yerlerim, bu fabrikalarım kesinlikle yıkılmaz! Yok olmaz bu fabrikalar! Bitmez bu saltanat! Son bulmaz bu hayat! Gelmez ölüm bana! Ben ebedîyen yaşarım bu saltanatımın içinde! Bütün bunlara sahipken artık ben öleceğime de kıyâmetin kopacağına da ihtimal vermiyorum! Bu saltanatın, bu gücün ve bu imkânın sahibi olan birinin üzerine kesinlikle kıyâmet kopmaz! Benim üzerime kıyâmet kopmaz! Kimse benim önüme geçemez! Kimse benimle başedemez! Allah’ın da beni öldüreceğini sanmıyorum!”
Gerçi eğer bu zavallı fakirlerin, şu ayak takımının dedikleri doğru da kıyâmet kopacaksa bile ne önemi var? Eğer bunların dedikleri gibi ölecek ve yeniden dirileceksek elbette yine bize orada ayrıcalık tanınacak ve ayrı muamele yapılacaktır. Zat-ı âlileri orada da korunacaktır elbette. Çünkü dünyada bu kadar servetin, bu kadar saltanatın sahibi değil miydik bizler? Öyleyse sayın cenapları elbette âhi-rette de düşünülecek, elbette orada da protokol bozulmayacak, orada da saygınlığını koruyacaktı. Böyle düşünüyor adam. Böyle hesap ediyor, böyle bekliyor. Malıyla, mülküyle kendisini ebedîleştirmeye çalışıyor. Hayat programını hiç ölmeme inancına bina etmeye çalışıyor.
Ahledeh, huld, hulûd; ilelebet devam etmek, kalmak, uzun süre kalmak. Bir isim olarak huld; bilezik, küpe, ebedîlik ve cennet gibi anlamlara gelir. Bu yüzden "dâru'l-huld" veya "dâru'l-hulûd"; cennet yurdu demektir. Huld kelimesi, Kur'ân-ı Kerîm'in çeşitli âyetlerinde da-ha çok "ebedîlik" anlamında kullanılmıştır:
“Haksızlık edenlere de: “Sonsuz azabı tadın, ancak yaptığınıza karşılık ceza çekiyorsunuz” denir.”(Yunus 52)
"Sonunda Şeytan onu fitneye düşürerek, söyle dedi: Ey Ãdem, seni ebedilik ağacına, son bulmayacak olan devlete götüreyim mi?" (Tâhâ,120).
Halbuki evrende hiçbir varlığa sonsuza dek yaşama yeteneği verilmemiştir:
“Ey Muhammed! Senden önce de hiçbir insanı ölümsüz kılmadık, sen ölürsün de onlar bâkî kalır mı?” (Enbiyâ,34).
Ebedîlik, âhiret hayatı ile ilgili bir kavramdır. Cennet ve cehen-nemin sonsuzluğu bunu gösterir. Cennetin ebedî oluşu şöyle bildirilir:
"De ki; bu mu hayırlı, yoksa takvâ sahiplerine va'd olunan ebedilik (huld) cenneti mi?" (Furkân,15).
Görüldüğü gibi bu âyetlerde geçen "huld" kelimesi hep son-suzluk anlamını ifade etmektedir. Cennetin bir vasfı da "cennetü'l-huld" dur. Yani bozulmadan ve sonu gelmeden devam eden cennet demektir. Bazen işte burada olduğu gibi "dâru'l huld" cehennem anla-mında kullanılır: "İşte O, Allah düşmanlarının cezası, ancak ateştir. Onlar için orada sonsuza kalma yeri (dâru'l-huld) vardır. Bu, âyetle-rimizi inkâr etmelerinin bir cezasıdır."
Kur'ân-ı Kerîm'in açıkça bildirdiğine göre, dünya hayatında sonsuzluk söz konusu değildir (Enbiyâ,34). İnsan hayatı, âhiretle bütünleşince sonsuzluğa doğru uzanmış olur. Çünkü yüce Allah önce, doğacak tüm insanların ruhlarını yaratmış, zamanı geldikçe, dünyada bedenle ruh bütünleşmiştir. Ölümle, ruh bedenden ayrılır ve kabir ha-yatı başlar. Kıyamet koptuktan sonra, âhiret âleminde, sonsuzluğa uzanan, cennet veya cehennem hayatı başlar. Böylece, insanoğlu sonsuzluğa elverişli bir varlık olduğunu, yaşayışında göstermiş bulunur.
Evet, diyor ki adam ben ölmeyeceğim. Zenginler ölmez! Paralılar ölmez! Makam sahipleri, saltanat sahipleri ölmez! Karun bir gün karşısına geçip sevinçten mest olup ayakkabıya döndüğü paracıklarını sayarken, hizmetçisi de uzaktan gülerek onu seyrediyormuş. Hizmetçisini böyle garip bir tavır içinde gören Karun onun paracıklarına göz koyduğunu ve onları çalmayı planladığını zannederek onu ayaklarının altına alıp ezmeye başlar. “Niye gülüyordun söyle bakalım?” diye onu ezmeye çalışırken, bir ara fırsat bulan hizmetçi bağırır: “Efendim! Vallahi onları çalmayı filan düşünmedim! Düşündüm ki siz ölünce..” filan demeye çalışırken daha onun sözünü boğazında kesen Karun: “Sus! Ben ölmem! Zenginler ölmez! Paralılar ölmez! Saltanat sahipleri ölmez!” diye onu daha bir beter dövmeye koyulur.
Evet zenginler ölmez! Paralılar ölmez! Saltanat sahipleri ölmez!!! Bu Ehramlar, bu anıt kabirler de onun için var ya. Ölmediklerini ortaya koymak için, ölümsüzlüklerini ispat için, ya da öldükten sonra da hegemonyalarını sürdürebilmek için yaptırıyorlar bunları adamlar.
Mal çokluğu, nüfuz çokluğu ve fizikî güç. Bakıyoruz tarih boyunca ve şu anda da tüm çağdaş müşrik sistemler bunların topluma yansıyan temelleri üzerine kurulmuştur. Tüm müşrik sistemler bu üç şeyin çokluğu esasına dayanmaktadır.
1. Ya mal, mülk, servet çokluğuna, ekonomik güce dayanır ki bunun adı kapitalizmdir.
2. Ya çoluk, çocuk, sülale, ırk çokluğuna dayanır ki bunun adı faşizmdir.
3. Ya da güçlü olmaya dayanır ki, bunun adı da despotizm veya krallıktır.
Halbuki bunların hiçbirisi üstünlük sebebi değildir. Bunların tamamını veren Allah’tır. Malı, mülkü veren Allah, çoluk, çocuğu veren Allah, fizikî gücü veren de Allah’tır.
Öyleyse sakın ha sakın hiç kimse şu anda sahip olduklarının sahibini kendisi zannetmesin. Hiç kimse bunların sahibi benim zannetmesin. Malın, mülkün, bağın, bahçenin, evin, barkın, dükkanın, tezgahın, paranın, pulun, çoluğun, çocuğun sahibi benim zannetmeyin. Hocalığımızın, bilgimizin, tecrübemizin, çevremizin kredimizin sahibi biziz zannetmeyelim. Bunların tümünü bize veren Allah’tır bunu hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmayalım. Bunlara sahip olduk diye bunlardan mahrum imtihan edilenlere tepeden bakmayalım. Onları küçük görmeyelim. “Benim gücüm kuvvetim var, param pulum var, oğlum kızım var, çevrem kredim var. Halbuki sende bunların hiç birisi yok. Hem ekonomik yönden senden çok üstünüm, hem de siyasal gücümle seni ayağımın altına alabilirim. Hem cüzdanım kabarık, hem de güçlüyüm. Yani benim karnımdaki senin karnındakinden daha çoktur” diyerek karın hesabında olmayalım. İnsanları barsak hesabına göre değerlendirmeyelim. İzzeti, şerefi malda, mülkte, makamda, mansıpta aramayalım.
Mesela şimdi farz edin ki birine el verilmiş, ötekisine verilmemiş, çolak yaratılmış. Hangisi üstün bunun? Allah’ın kendisine el verip öyle imtihan ettiği insan mı üstün yoksa Allah’ın el vermeyip çolak imtihan ettiği insan mı üstün? Veya Allah’ın kendisine bolca mal verip imtihan ettiği insan mı üstün yoksa Allah’ın mal vermeyip fakirlikle imtihan ettiği insan mı üstün? Aslında ne o üstün, ne de beriki alçaktır. Buların hepsi imtihan konusudur. Allah birini malla imtihan ediyor, ötekisini de malsız imtihan ediyor. Bunların her ikisi de ayrı birer imtihan sorusudur. Bu imtihanı henüz kimin kazanıp kimin kaybettiği belli olmadığı için de kimin üstün, kimin alçak olduğu şu anda belli değildir. Bu, yarın belli olacaktır.
Bakın böyle mal toplayıp biriktirmeye çalışan, malıyla, mülküyle kendisini üstün görüp insanlara tepeden bakan ve de bu malıyla kendisini ebedîleştirmeye çalışan kişinin cehenneme gideceğini anlatıyor.
Hümeze suresi ayet 4.
“Hayır, andolsun ki o, Hutame’ye atılacaktır.”
Böyle yapan kişi Hutame’ye atılacaktır. Andolsun ki o Hutame’ye atılacaktır, diyor Rabbimiz. Hutame, Kur’an’da cehennemin isimlerinden birisidir. İçine atılan her şeyi kırıp geçiren, ufalayıp yok eden manasına cehennemin isimlerinden birisidir.
Rabbimiz “Kella” diyerek söze başlıyor. Hayır hayır! İş sizin bil-diğiniz gibi değildir. Vazgeçin bu anlayışlarınızdan! Değiştirin bu düşüncelerinizi! Andolsun ki mal toplayan, mal biriktiren ve onunla ebedîleşeceğini zanneden kişi, hayat programını bu inanca bina eden kişi mutlaka Hutame’ye atılacaktır. Böyle düşünenler, böyle yaşayanlar her şeyi yalayıp yutan, insanı insanlıktan çıkaran Hutame’ye atılacaktır.
Dikkat ederseniz ayet-i kerîmede “Nebeze” kelimesi kullanılmaktadır. “Nebeze”, değerli görülen bir şeyi atmak anlamına gelmektedir. Mal-mülk sahibi olmalarından ötürü kendilerini değerli gören bu insanlar da, kendisiyle değer bulmaya çalıştıkları malları, mülkleri de değersiz bir biçimde cehenneme atılacaktır. Mal, mülk sebebiyle insanları küçük gören, onları kırıp dökenler bu tavırlarına mütenasip olarak kendileri de kendilerini kırıp geçirecek bir ateşe atılacaklardır. Dünyada insanların etlerini yiyenler, onların ırzlarına, namuslarına, şereflerine haysiyetlerine dil uzatanlar etlerini, kemiklerini yiyecek bir Hutame’ye atılacaklardır. İnsanları kırıp dökenler de orada kırılacaklardır.
Bakın Allah’ın Resûlü bir hadislerinde Hutame’yi anlatırken şöyle buyurmaktadır:
“Melek bir kâfiri yakalayacak ve tıpkı odunun diz üstüne konulup kırıldığı gibi, onu belinden kıracak ve cehenneme atılacaktır.”
Hümeze suresi ayet 5.
“Hutame’nin ne olduğunu sana bildiren nedir?”
Hutame’nin ne demek olduğunu sen nerden bileceksin peygamberim? Dinle onu sana ben anlatayım anlamına bir ifade. Cehennemin dehşetini anlatan bir ifade. İnsanın mahiyetini bilemeyeceği Hutame, “Hümeze” ve “Lümeze”ye verilecek cezadır. Hemmaz ve Lemmaz için Rabbimizin takdir ettiği bir cezadır bu. Mal-mülk sahibi oluşunu insanlara tepeden bakma ve onları hakir görme sebebi bilen kimselerin cezaları da onları küçük düşürecek bir atılma cezasıdır. Melekler, kırıp büküp baş aşağı değersiz bir biçimde ateşe atıverecek onları. Hani sobaya sığmadı diye odunu kırar, birkaç parçaya bölersiniz ya, işte melekler de dizlerinin üzerinde birkaç parçaya kırıp bükerek onları değersiz bir biçimde cehenneme atıverecekler.
Hümeze suresi ayet 6.
“Allah’ın tutuşturulmuş bir ateşidir.”
O Hutame, Allah’ın tutuşturulmuş bir ateşidir. Ateşin Allah’a izafesi onun insanların dünyada bildikleri, tanıdıkları ateşlere benzemediğini ortaya koymak içindir. Çünkü aslında tüm ateşler Allah’a ait iken, burada bu ateşe özellikle Allah’ın ateşi denilmesinin sebebi budur. Bu ateş dünyadaki ateşlere benzemez. Sönmesi, hafiflemesi olmayan bir ateştir. Veya Allah’ın ateşi ifadesi Allah’ın belâsı anlamına gelmektedir. Allah’ın emriyle yakılan ve sadece dünyadaki ateşler gibi maddî şeyleri yakmakla kalmayıp manevîyatı da yakan, her şeyi saran, gönüllere kadar uzanan, yürek yakan, yürek hoplatan bir ateştir. Nitekim Tirmizî’nin Ebu Hureyre’den rivayet ettiği bir hadislerinde Allah’ın Resûlü bu hususu anlatırken şöyle buyurur:
“Cehennem ateşi kızarıncaya kadar bin sene yakılır. Sonra beyazlaşıncaya kadar bin yıl daha yakılır. Sonra siyahlaşıncaya kadar bin yıl daha yakılır. O artık simsiyahtır.” (Tirmizî 2594)
Hümeze suresi ayet 7
“Ki o, yüreklerin üzerine tırmanıp çıkmaktadır.”
Kalplerin üzerine kadar çıkan, yüreklerin içine kadar işleyen, kalplere nüfuz eden bir ateştir o. Kalpleri örten, acısı kalplere kadar ulaşan bir ateş. Yani anlıyoruz ki ateş, insan gibi şuurlu bir varlıktır. Ne yapacağını, ne edeceğini, müşterisinin neresine el atacağını da bilen bir ateştir. Bakıyoruz Kur’an-ı Kerîm’de cehennem anlatımları hep böyle. Mesela uzaktan müşterilerini gördüğü zaman kükreyen, homurdanan ve hortumlarını çok uzaktan göndererek müşterilerini içine alıveren, yalayıp yutuveren bir varlık. Gâf sûresinde anlatıldığına göre müşterileri içine dolduktan sonra Cenâb-ı Hak soracakmış: “Doldun mu ey cehennem? Doydun mu? Daha ister misin bu sığır sürülerinden?” Cehennem de diyecekmiş ki: “Daha yok mu ya Rabbi? O kadar kükreyip coştum ki bugün bir türlü doymak bilmiyorum. Daha varsa gönder ya Rabbi!” Veya: “Daha mı var ya Rabbi? Daha bitmedi mi Allah’ım? Bu kütüklerin sonu gelmedi mi?” diye şaşkınlığını ifade edecektir. Yani o kadar çok insan atılacakmış ki cehenneme, o bile bu çokluğa şaşacak, hayret edecek ve daha bunların arkası gelmedi mi ya Rabbi? Bitmedi mi ya Rabbi? diyecekmiş.
Bakın burada da bu şuurlu varlığın müşterilerinin kalbine el atacağı, insanın kalbine uzanacağı anlatılıyor. Cehennem, müşterilerinin kalbine atacak pençesini. Onlara azaba oradan başlayacak. Neden? Çünkü kalp insanlarda kabul ve ret makamıdır. Kalp, iman ve küür makamıdır. İnsanlarda düşünce, idrak, heves, niyet ve irade makamıdır. İman ve küfür konusunda kişide en sorumlu yer onun kalbidir. Onun içindir ki bakın bu ayet-i kerîmesinde Rabbimiz cehennem ateşinin kalbe uzanacağını anlatmaktadır.
Ateş insanın kalbine kadar uzanacaktır. Aman Allah’ım! Bu ne müthiş bir ifade! Rabbim, sen bizi bundan koru! Dünyada acı kalbe ulaşınca artık insan dayanamaz ve ölür. Ama orada ölemeyecekler de. “Orada ne ölebilecekler ne de yaşayabilecekler.” (Tâhâ 74)
Buna yaşamak da denmez, ölmek de denmez. Bakın Allah’ın Resûlü bir hadislerinde bu hususu şöyle anlatır:
“O ateş ehlini yer, nihayet gönüllere gelince son bulur. Sonra Cenâb-ı Hak etlerini, kemiklerini diğer bir oluşla yeniden iade eder.”
Nisâ sûresinde de bu konu anlatılır:
“Onlardan ona inananlar ve yüz çevirenler vardı. Çılgın bir alev olarak cehennem yeter. Doğrusu, ayetlerimizi inkâr edenleri ateşe sokacağız; derilerinin her yanışında, azabı tatmaları için onları başka derilerle değiştireceğiz. Allah Güçlüdür, Hakimdir. (Nisâ: 56)
Zuhruf sûresinde de azabın dehşetinden ötürü ölüm isteyecekleri ama ölemeyecekleri anlatılır:
“Cehennemde şöyle seslenirler: “Ey Nöbetçi! Rab-bin hiç değilse canımızı alsın.” Nöbetçi: “Siz böyle kalacaksınız” der.” (Zuhruf: 77)
“Ey Mâlik! Ey cehennemin bekçisi! Ne olur dua et de Rabbin bize hükmedip bizim işimizi bitiriversin! Ne olur Rabbin bizi öldürsün de şu durumdan kurtulalım!” diyecekler. Mâlik diyecek ki onlara: “Hayır, sizler burada ebedîyen kalacaksınız. Sizler için burada ebedî bir kalış söz konusu.” Evet onlar orada ölemeyecekler. Ölümü temenni edecekler, ama ölemeyecekler. Ölüm acısını her yandan hissedecekler ama ölemeyecekler. Hep ölümü yaşayacaklar ama bir türlü ölmeyecekler. “Siz ebedîyen burada kalacaksınız çünkü biz size hakkı getirdik de siz ondan tiksiniyordunuz. Allah’tan gelen hakka tepki gösteriyor, reddediyordunuz.”
Dikkat ediyor musunuz? Zalimler ölüm istiyorlar. İstedikleri şey yok olmak, helâk olup gitmek. Kendilerini bir an olsun içine gömüldükleri bu dayanılmaz cehennem azabından kurtaracak bir ölüm istiyorlar. Dayanılmaz azap çukurlarından yükselen ölüm feryatları. Ama görüyoruz ki cevap bunların zaten bitmiş ümitlerini biraza daha öldürecek, ümitsizliklerini biraz daha artıracak, kahroluşlarını biraz daha artıracak bir cevap. Nasıl bir cevap geliyor bakın kendilerine:
Hayır hayır! Siz böyle kalacaksınız! Siz burada kalacaksınız! Aman Allah’ım, ne tüyler ürpertici bir manzara. Sizin için ölmek te yoktur. Ölümü temenni ettiren bir azabın içinde ebedîyen kalmak ve unutulmak. Sizin için sizi bu azaptan kurtaracak ölüm yoktur. Sonsuza dek ölümü temenni ettirecek bu azabın içinde kalacaksınız. Tabi cehennemin görevli meleğinin onların bu isteğine verdiği bu kahredici cevap, bunların feryatlarından bin yıl sonra gelecek.
http://img119.imageshack.us/img119/2141/zipitcs5.gif
Ellerin dert görmesin, emeğine sağlık.
kartal__13,
Allah CC razı olsun
Hümeze suresi ayet 8
“O, onların üzerlerine kilitlenecektir.”
Mu’sadeh, kapatılmış, kilitlenmiş, sürgüleri çekilmiş demektir. Ebedî azap mahallinde kapılar kapatılmış, sürgüler çekilmiştir. Artık kimse kendisiyle konuşmayacak, derdi dinlenmeyecek, hatırı sorulmayacak ve azabın içinde unutulacaktır. Bakın Ârâf sûresinde de Allah’ı, Allah’ın kitabını, Allah’ın hayat programını unutarak bir hayat ya-şayanların öbür tarafta azabın içinde unutulacakları anlatılmaktadır. “Bugünle karşılaşacaklarını unuttukları, ayetlerimizi bile bile inkar ettikleri gibi biz de onları unutuyoruz.”
(A’râf 51)
Allah’ı unutanlar unutulacaklardır. Allah’ın dinini unutanlar, unutulacaklardır. Dünyada mal-mülk peşinde koşarken Allah’ın diniyle ilgilenecek zaman bulamayanlar ateşin içinde unutulacaklardır. Dinlerini oyun ve eğlence edinen, dinlerini oyun ve oyuncak tutan, dünya hayatına verdikleri değeri dinlerine vermeyen, dünya hayatını, dünya malını, mülkünü dinlerine tercih eden, dünyayı hedef bilip, dünyayı kıble edinip bütün plan ve programlarını dünyayı kazanma adına yapan, bu yüzden de dinleriyle ilgilenme, kitaplarıyla, Peygamberleriyle tanışma imkânı bulamayan kimselerdir bunlar. Dünyayı kıble edinen, dünyayı alıp da âhireti unutanlar, dinlerini dünyalarına alet edenler, dinlerini dünyalarına yamayanlar, dünyayı kazanmak için dinlerini malzeme olarak kullanan kimselerdir bunlar.
Dünyayı ebedî zannediyorlardı. Bugün, bu güneş hiç bitmeyecek, ölüm hiç gelmeyecek zannediyorlardı. Dünyanın içindekilere meylederek aldanıyorlardı. Dünyanın konumu ve kuralları onları aldatıyor. Konumu gereği dünyada hiç kimseye dokunmuyor Allah ya, işte böyle işledikleri suçlar yüzünden kendilerine dokunulmayınca dünyada Allah’ı atlattık zannediyorlar ve aldanıyorlardı.
İşte böyle dünyanın kendilerini aldatıp köleleştirdiği için dünya peşinde koşarken, dünyalıklar peşinde koşarken Allah’ı unutan, Allah’ın kendilerinden istediği kulluğu unutan, dinlerinin temel kaynakları olan Kitap ve sünnetle tanışma imkânı bulamayan, dinleriyle yakından tanışma zahmetinde bulunmayan ve böylece oradan buradan devşirdiklerini kendilerine din kabul eden ve böylece oyunu ve oyuncağı din zanneden kimselerdir bunlar. Dünyaya ve dünyalık işlere o kadar önem verirler ki, dinleriyle ilgilenecek vakitleri kalmamıştır.
Onların bu günü unuttukları gibi biz de onları unuttuk. Onlar dünyada âhireti hesaba katmadan bir hayat yaşamışlardı, biz de bugün onları unutuyoruz diyor Rabbimiz. Ne müthiş bir şey değil mi? Unutulmak, yüzüne bakılmamak, sözü dinlenmemek ve ebedîyen azaba mahkum edilmek. Ne korkunç bir akıbet. İşte bundan dolayı unutuluyorlar, bundan dolayı nimetlerden mahrum ediliyorlar ve azaba lâyık görülüyorlar.
Cehennem onların üzerine kapatılacak ve bir daha oradan çıkıp kurtulma imkânı bulamayacaklardır. Böyleleri için rahmet kapıları açılmayacaktır. Rahmânın kullarıyla irtibat kapıları açılmayacaktır. Mü’minlerin ruhları için açılan semanın kapıları bunlar için kapalı kalacak ve melekler bunları ebedîyen unutulmak üzere azabın içinde bırakacaklardır. Çünkü onlar dünyadayken Rablerini unutmuşlardı. Ya da bu adamlara Rabbimizin rahmet kapıları açılmayacaktır. Neden? Çünkü bunlar dünyada iken kendilerine açılan rahmet kapılarıyla ilgilenmemişlerdi. Rabbimizin dünyada kendilerine açtığı rahmet kapılarından istifade etmek istememişlerdi.
Rabbimizin bu dünyada kullarına açtığı rahmet kapıları Kitaptır, peygamberleridir. Kitap, rehberdir. Kitap kendisine uyanları, kendisini takip edenleri hedefe götürecek bir imâm ve rehberdir. Kitap, en büyük rahmettir. Allah kullarına gönderdiği kitapları vasıtasıyla onlara yeryüzünde en büyük rahmet kapılarını açmıştır. Kitapları sayesinde hem dünyada hem de âhirette kullarına en büyük rahmet kapılarını açmıştır Rabbimiz. Dün Allah’ın kullarına gönderdiği bir kitap ve o kitap sayesinde açtığı bir rahmet kapısı ile çölde ona iman eden Allah’ın kulları, onun rehberliğinde saadete ulaşmışlardır. Kölelikten yeryüzünün efendiliğine ulaşmışlardır. Ama kimileri de Allah’ın kendileri için açtığı bu rahmet kapılarıyla ilgilenmemişler, bu rahmetten istifade etmeyi istememişlerdir. İşte böyleleri de o gün cehennemin içinde rahmetten mahrum bırakılacaklardır.
Hem öyle bir cehennem ki, şöyle bir uğrayacakları, görüp geçecekleri bir ateş değil, içinde hiç çıkmamacasına, hiç kurtulmamacasına kalacakları bir ateştir. Orası onların yeri ve yurdudur.
Hümeze suresi ayet 9
“(Kendileri de) Dikilip yükseltilmiş sütunlarda bağlanacaklardır.”
Kendileri de direklere bağlanmış oldukları halde. Zaten kapılar kapanmış, sürgüler çekilmiş de bir de ebedîyen kurtulma ümitleri kalmasın diye hem cehennemin kapılarına direkler dikilmiş, hem de elleri ayakları dikilmiş direklere prangalanmıştır. Veya onların yüreklerine kadar işleyecek ateşin alevleri direkler gibi yükselecektir. Allah korusun gerçekten tüyler ürpertici, dayanılmaz bir manzara…
Öyleyse dünyada Allah’ın istediği biçimde bir hayat yaşamak zorundayız. Dünyada mal-mülk peşine takılarak, dünyayı kucaklama sevdasına kapılarak, dünyaya kazık çakma cinnetine tutularak Allah’ın kitabından habersiz bir hayatın içine düşmeyelim. Malımıza, servetimize güvenerek insanlara tepeden bakmaya, insanları hor gör-meye, insanları bunlarla değerlendirmeye kalkışmayalım. Müstekbir-leşmeyelim. Allah’ın kitabına ve Resûlü’nün sünnetine karşı eyval-lahsız davranmayalım. Burada Allah’ın istediği kullukları ifa ederek imtihanı kazanıp kendimizi bu ateşten kurtarmaya bakalım.
Kâfirun suresi ayet 1
De ki: "Ey kâfirler.
Bu ayetteki birkaç nokta üzerinde özellikle düşünülmelidir:
a) Bu emir "Kafirlere açıkca de!" şeklinde Rasulullah'a verilmiştir. Ama sonraki muhteva bu emrin bütün Müslümanlara olduğuna ve kafirlere, bu ayette gösterildiği şekilde yönelmeleri gerektiğine işaret etmektedir. Hatta küfürden tevbe ederek iman edenlerin de, küfür dininden ve tanrılarından bu şekilde beraat etmeleri gereklidir. Çünkü buradaki "De!" emrinin ilk olarak muhatabı Rasulullah olmasına rağmen, aslında muhatab bütün Mü'minlerdir.
b) Buradaki "kafirler" kelimesi, kafirlere hakaret olsun diye değil, bir gerçeği ifade etmek için kullanılmıştır. Arapça'da kafir kelimesi inkar eden ve inanmayanlar için kullanılır. (Unbeliever) Bunun karşı kelimesi de "Mü'min"dir. Yani kabul eden ve teslim olandır. (Believer) Allah'ın (c.c) onlara "Ey kafirler" demeyi Rasulullah'a emretmesi, aslında "Ey risaletimi inkar edenler ve getirdiğim talimattan yüz çevirenler" anlamındadır. Aynı şekilde "mü'min" kelimesi kullanıldığında da bundan murad, "Muhammed'e (s.a) iman edenler"dir.
c) "Ey kafirler" denilmiş, "Ey müşrikler" denilmemiştir. Bu nedenle ayetin muhatabı yalnız müşrikler değil, Resulullah'ı Allah'ın elçisi olarak kabul etmeyen ve getirdiği talimatın Allah'tan olduğunu reddeden herkestir. Bunlar; Yahudiler, Hristiyanlar, Mecusiler veya müşrikler olabilir. Bu hitabın muhatabı sadece Kureyş veya Arabistan'daki kafir ve müşrik Araplar değil, dünyadaki bütün kafirler ve müşriklerdir.
d) İnkarcılara "Ey kafirler" diye hitap etmek, bir kimseye "Ey düşmanlar, ey muhalifler" şeklinde hitap etmek gibidir. Onun için, bu şekilde hitap edildiğinde, muhatapların zâtının değil sıfatlarının hedef alındığı bilinmelidir.
Dolayısıyla o kişi, "kafir" sıfatını taşıdığı sürece ayetin muhatabıdır. Muhalif ve düşmanlığı bırakarak dost veya himaye eden olduğunda bu hitabın muhatabı olmaktan kurtulur. Yani burada "Ey kafirler" diyerek hitap edilmesi onların küfrü nedeniyledir, zâtları nedeniyle değildir. Onlardan ölene kadar küfür üzerinde devam edenler bu ayetin muhatabıdır. Ama iman edenler artık bu ayetin muhatabı değildirler.
e) Müfessirlerden pek çokları, bu surede kullanılan "Ey kafirler" hitabının, Kureyş'ten, Rasulullah'a uzlaşma teklif eden bir kaç kişiye özel olarak geldiğini söylerler. Allah (c.c.) bu kişiler hakkında olmak üzere Rasulullah'a, onların iman etmeyeceklerini bildirmiştir. Bazı müfessirlerin böyle düşünmelerinin iki sebebi vardır. Birincisi, suredeki "İbadet ettiklerinize ibadet etmem" ayetinin Yahudi ve Hristiyanlar için uygun düşmediğini düşünmeleridir. Onlar, Yahudi ve Hristiyanların da Allah'a ibadet ettiklerini söylemişlerdir. İkincisi, ileride görüleceği gibi, "Sizler benim ibadet ettiğime ibadet edenler değilsiniz" buyurulmasının bu sure nazil olduğunda kafir olup daha sonra iman edenler için geçerli olmayacağını belirtmişlerdir. Ancak bu iki görüş de doğru değildir. Bu konudaki açıklamayı ileride yapacak ve bu ayetlerin anlamlarının, onların anladığı gibi olmadığını göstereceğiz. O müfessirlerin yanılgılarını açıklamak için burada sadece, nazil olduğu dönemde geçerli olup sonrakileri muhatap almadı ise bu surenin bu kadar zamandır niçin tilâvet edildiğini ve kıyamete kadar da niçin tilâvet edileceğini sormakla yetiniyoruz.
Kâfirun suresi ayet 2
"Ben sizin taptıklarınıza tapmam."
Bu ifade, kafirlerin ibadet ettiği ve halen de ibadet etmekte oldukları bütün mabudları şamildir. Onlar; melekler, cinler, nebîler, veliler, ölmüş insanların ruhları, güneş, ay, yıldız, hayvanlar, ağaçlar, nehirler, hayalî tanrılar ve tanrıçalar da olabilir. Burada, Arap müşriklerin Allah'ı da mabud olarak tanıdıkları itirazı ileri sürülebilir. Ayrıca dünyadaki diğer müşriklerin de en eski dönemlerden bugüne kadar Allah'ın mabud olduğunu inkar etmedikleri de söylenebilir. Bunun yanısıra Ehl-i Kitab'ın da mabudluğu eklenebilir. Bu durumda, hiç istisna yapmadan bütün ilahlara ibadetten beraat etmek nasıl doğru olabilir? Bu ilahlar içinde Allah (c.c.) da yok mudur? Bunun cevabı şudur: İçinde Allah (c.c.) da bulunsa, pek çok tanrıya topluca ibadet etmek, Tevhid'e inanan kişinin beraat etmesi gereken ibadet şeklidir. Çünkü Tevhid'e inanan bir kişi için Allah, mabudlardan bir mabud değil, ancak ve ancak tek mabuddur. İlahlara topluca ibadet etmenin içine Allah'a ibadet de girse bile, bu aslında Allah'a ibadet değildir. Kur'an-ı Kerim'de açıkça Allah'a ibadetin O'nunla birlikte bir başka şeye ibadet etmemek olduğu bildirilmiş ve sadece Allah'a ihlasla yönelmek emredilmiştir: "Oysa kendilerine, dini yalnız Allah'a hâlis kılarak,
Allah'ı birleyenler olarak O'na kulluk etmeleri (...) emredilmişti." (Beyyine, 5) Bu konuya Kur'an-ı Kerim'de pek çok yerde değinilerek açıklık getirilmiş ve üzerinde şiddetle durulmuştur. Mesela bkz. Nisa 145, 146, A'raf 29, Zümer 2-3-11-14, Mü'min 14-64-65-66. Aynı konuya Hadis-i Kudsî'de de değinilmiştir. Rasulullah buyurmuştur ki, Allah (c.c.) (c.c) şöyle diyor: "Ben bütün ortakların şirkinden münezzehim. Eğer birisinin amelinde benden başkasına da niyet varsa, ben ondan beriyim. O amel, bana ortak koştuğu şey içindir." (Müsned-i Ahmed, İbni Mace) Aslında Allah'ı iki veya üç ya da pek çok tanrıdan birisi kabul etmek, ibadette O'na başkalarını ortak koşmak küfürdür. Bu şirkten beraat etmek ise, Kafirun suresinin nüzul maksadıdır.
Kâfirun suresi ayet 3
"Benim taptığıma da siz tapacak değilsiniz."
Buradaki kelime "ma a'budu"dur. Arapça'da "ma" kelimesi genellikle cansız ve akılsız eşya için kullanılır. Canlı ve akıllılar için "men" kullanılır. Onun için burada niçin "men a'budu" değil de "ma a'budu" denildiği sorulabilir. Müfessirler bu soruya dört cevap vermişlerdir. Birincisi, buradaki "ma"nın, "men" manasına olduğudur. İkincisi, "ma"nın "elleri" manasında kullanıldığıdır. Üçüncüsü, iki cümlede de "ma"nın mastar olarak kullanılmış olduğudur. Yani "sizin ibadet ettiğinize ibadet etmem" manasında kullanılmıştır. Bu, müşriklerinki gibi ibadet etmemeyi ifade eder. "Siz de benim ibadet ettiğime ibadet etmezsiniz" ise, müşriklerin Tevhidî şekilde ibadet yapmadıklarını ifade eder. Dördüncüsü, birinci cümlede "ma ta'budu" buyurulduğudur. Ama "ma'nın kullanılışı iki yerde de aynı değildir. Bunun örnekleri Kur'an-ı Kerim'in değişik yerlerinde bulunmaktadır. Mesela Bakara 194'te şöyle buyurulmuştur: "... Size tecavüz edenlere, size tecavüz ettikleri kadar karşılık verin, aşırı gitmeyin." Yani size yapılan kadarıyla tecavüz, karşılık verin anlamındadır. Burada 'î'teda' (tecavüz) kelimesi, birincide "tecavüz" anlamında, ikincide "karşılık" anlamında kullanılmıştır. Tevbe suresi 67'de şöyle buyurulmuştur: "Onlar Allah'ı unuttular, Allah (c.c.) da onları unuttu." Oysa Allah (c.c.) unutmaz. Öyleyse buradaki maksat, Allah'ın onlara iltifat etmemesidir. Onların unutmasına karşılık olarak Allah (c.c.) için "nisyan" (unutmak) kullanılması, sadece lafzî bir benzerlik olup, anlam tamamen farklıdır.
Bu dört te'vil bir bakımdan doğrudur. O da, Arapça'da bu manaların hepsinin ihtimal dahilinde olmasıdır. Ama, "men a'budu" yerine "ma a'budu" kullanılmasının nedenini bu teviller açıklayamamaktadırlar. Arapça'da bir şahıs için "men" kullanıldığında o kişiye bir şey sorulduğu akla gelir; "ma" kullanıldığı zaman ise o şahsın zâtı değil, sıfatı hakkında soru sorulduğu veya açıklamada bulunulduğu anlaşılır. Bizim bir kişi için "kimdir" diye sorduğumuzda, o şahıs hakkında bilgi almak isteyişimiz gibi. Bir kişi hakkında "nedir?" diye sorulduğunda maksat, o kişinin sıfatını öğrenmektir. Mesela askerse rütbesi nedir, üniversitede ise makamı nedir, asistan mı, doçent mi, profesör mü veya hangi dalda görevlidir, ne gibi bir diploması vardır vs. gibi.
Eğer ayette, "la entum âbidûne men a'bud" denseydi o zaman anlamı, "Benim ibadet ettiğim zâta sizler ibadet etmezsiniz" olurdu. Bu durumda müşrikler, "Biz de Allah'a inanıyor ve Ona ibadet ediyoruz" diyebilirlerdi. Ama "la entum âbidûne ma a'bud", yani, "Benim ibadet ettiğim, belli özellik ve sıfatlara sahip olana sizler ibadet etmezsiniz" dendiği için böyle söyleyemediler. Rasulullah'ın dini, müşriklerin dininden bundan dolayı ayrı bir dindi. Çünkü Rasulullah'ın getirdiği dinin İlah'ı diğer dinlerin inandığı ilahlardan farklı sıfatlara sahipti. Bazılarının dinine göre ilah altı günde dünyayı yarattıktan sonra yedinci gün dinlenmeye ihtiyaç duymuştur. Bu ilah, Rabbu'l Alemin değil, Rabbu'l İsrail'dir. Bu ilahın bir tek ırkla, diğer ırklarla olmayan ilişkisi vardır. O ilah Yakub ile güreşmiş ama yenememiştir. O ilahın Üzeyr isminde bir de oğlu vardır. Bazılarına göre İsa Mesih adında bir tek erkek çocuğun babasıdır. Başkalarının günahına karşılık olarak oğlunu çarmıha göndermiştir. Bazılarının ilahı da aile ve çoluk çocuk sahibidir. Ama oğlu yoktur, o zavallı ilahının bütün çocukları kızdır. Bazılarının ilahı ise insan şeklinde dünyaya gelir ve insan cismi ile bu insanlar arasında yaşar. Bazılarının ilahı da sadece vacibu'l vücudtur. Veya illet-i ûlâdır (first cause) . Kainatın düzenine bir kere hareket vermiş ve kenara çekilmiştir ve bu kainat nizamı, belli kanunlara göre kendi kendine yürümektedir. Şimdi ise insanların o ilahla, o ilahın da insanlarla bir ilgisi yoktur. Hasılı, Allah'a inanan kafirler aslında bütün kainatın yaratıcısı, sahibi, idare edeni ve hakimi olan Allah'a inanmamaktadırlar. O Allah (c.c.) ki, bu nizamı sadece yaratmakla kalmamıştır, her an idare etmektedir. Emirleri her an uygulanmaktadır. Her tür noksanlık, zaaf ve yenilgiden münezzehtir. O, her tür benzerlik ve tecsimden beridir. Her tür eş ve emsalden münezzehtir. Ortakdan beridir. O'nun zatında, sıfatlarında, kudretinde ve mabud olmasında ortağı yoktur. O'nun üstünde kimse yoktur. Çocuk edinmekten münezzehtir. Belli bir kavimle özel ilişkisi de yoktur. O, mahlukunun her biriyle, rızıklandırma, rahmet etme, terbiye etme ve koruma nedeniyle yakın ilişkidedir. O, duaları duyar ve dualara cevap verir. Ölüm ve hayat, fayda ve zarar, kısmeti düzenleme ve bozma yalnız ve yalnız O'nun elindedir. O, yarattıklarını sadece rızıklandırmaz, seviyelerine ve ihtiyaçlarına göre yol gösterir. O'nun bizimle ilişkisi sadece, O mabud ve biz de ibadet eden, şeklinde değildir. Aynı zamanda, peygamberler aracılığıyla kitap göndererek emir ve nehiy bildirmesi, bizim de o emir ve nehyin erkânına uymamız şeklindedir. Buna karşılık O da yaptıklarımızın karşılığını verecektir. Yaptıklarımızdan sorumlu tutacaktır. Ölümden sonra bizi dirilterek yaptıklarımızın muhasebesini yapacak, ceza ve mükafaat verecektir. Bu sıfatları taşıyan Mabud'a, Rasulullah ve O'nu takip edenlerden başkası ibadet etmez. Kafirler bir ilaha ibadet etmekte iseler de, aslında gerçek İlah'a, Allah'a ibadet etmemektedirler. İbadet ettikleri ilahlar, kendi icat ettikleri hayal ürünü ilahlardır.
Kâfirun suresi ayet 4
"Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim."
Kâfirun suresi ayet 5
"Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz."
Müfessirlerden bir gruba göre bu iki cümle, önceki iki cümlenin tekrarıdır. Bu tekrardan maksat, önceki söyleneni güçlendirmek ve teyid etmektir. Pek çok müfessir de bunu tekrar olarak kabul etmez ve iki cümlenin aynı anlamı taşımadığını söyler. Bize göre de bu cümleler önceki iki cümlenin tekrarı değildir. Burada yalnız "Benim ibadet ettiğime sizler ibadet edenlerden değilsiniz" cümlesi tekrardır. Bu tekrar, önceki cümle ile aynı anlamda tekrar değildir. Bu cümleleri tekrar kabul etmeyen müfessirler, bu iki cümlenin anlamlarında ihtilaf etmişlerdir. Onların görüşlerinin hepsini burada sıralamak mümkün değildir. Çünkü bu konudaki münakaşa çok uzundur. En doğru bulduğumuz görüşü aşağıya alıyoruz.
Bu cümlede "Sizin ibadet ettiklerinize ibadet edenlerden değilim." ifadesi, ikinci ayetin anlamından tamamen farklıdır. İkinci ayetteki, "Sizin ibadet ettiklerinize ben ibadet etmem" ifadesi ile önceki ifade arasında büyük fark vardır. Birincisi, "Ben falan işi yapmam veya yapmayacağım" şeklindedir. Yani burada şiddetli inkar vardır. Ama bundan daha şiddetli inkar, "Ben falan işi yapanlardan değilim." cümlesindedir. Çünkü bunun anlamı, o işin çok kötü olmasından dolayı onu işlemek bir yana, onu düşünmenin bile mümkün olamayacağıdır. İkincisi, "ibadet ediyorsunuz" ifadesinin kapsamı, kafirlerin ibadet etmekte oldukları mabudlaradır. Bunun tersine, "ibadet ettikleriniz" ifadesinin kapsamı, ataları da dahil olmak üzere kafirlerin mabudlarının zaman zaman eksildiği ve arttığı bir gerçektir. Kâfirler değişik zamanlarda çeşitli mabudlara tapmışlardır. Bütün kafirlerin mabudları her zaman ve her yerde aynı olmamıştır. Onun için ayetin anlamı, "Yalnız bugünkü mabudlarınızdan değil, atalarınızın mabudlarından da beriyim. Bu mabudlara ibadet etmek aklımdan bile geçmez" olur. İkinci cümle, beşinci ve üçüncü ayetlerdekilerle aynı kelimeleri taşımasına rağmen, suredeki yeri nedeniyle değişik anlam taşımaktadır. Üçüncü ayet, "Sizin ibadet ettiklerinize ibadet etmiyorum." cümlesinden sonra gelmiştir.
Onun için anlamı, "benim ibadet ettiğim vasıflardaki tek İlah'a sizler ibadet edenlerden değilsiniz." cümlesinden sonra gelmektedir. Onun için anlamı, "Ve siz de benim ibadet ettiğim tek İlah'a ibadet edenlere benzemiyorsunuz." olur. Diğer ifadeyle, "Benim için sizin ve atalarınızın taptığı tanrılara tapmak mümkün değildir. Sizin de pek çok tanrıya ibadeti terkederek bir tek İlah'a ibadet etmeye karşı inadınız vardır. Onun için, tek ilah'a ibadet etmeniz ümit edilmiyor."
Kâfirun suresi ayet 6
"Sizin dininiz size, benim de dinim bana."
Yani benim dinim ayrı, sizin dininiz ayrıdır. Ben sizin mabudlarınıza tapanlardan değilim, siz de benim taptığım ilah'a tapmıyorsunuz. Ben sizin mabudlarınıza ibadet edemem. Siz de benim mabuduma ibadet için hazır değilsiniz. Onun için benim yolum ve sizin yolunuz hiç bir zaman birleşmez. Bu ifade, kafirlere hoş görünmek için değil, gittikleri yolda devam ettikleri sürece onlardan kesinlikle beraat ve ilişki kesmeyi ilan etmek içindir. Aynı zamanda kafirlerin, din konusunda Allah'ın Rasulü ve O'na iman edenler ile hiçbir zaman uzlaşmayacağını belirtmeyi ve bu konuda ümitlerini kesmelerini de kapsamaktadır. Bu beraat ilanı, bu sureden sonra nazil olan Mekki surelerde peşpeşe tekrarlanmıştır. Yunus suresi 41. ayette şöyle buyurulmuştur: "...benim yaptığım bana, sizin yaptığınız size. Siz benim yaptığımdan uzaksınız, ben de sizin yaptığınızdan uzağım" Aynı surenin 104. ayetinde şöyle buyurulmuştur: "De ki ey insanlar, benim dinimden kuşkuda iseniz, ben sizin Allah'tan başka taptıklarnıza tapmam. Sizi öldürecek olan Allah'a taparım. Bana mü'minlerden olmam emredilmiştir." Şuara suresi 216. ayette ise şöyle buyurulmuştur: "Şayet sana, karşı gelirlerse, ben sizin yaptıklarınızdan uzağım de." Sebe suresinde 25 ve 26. ayetlerde de şöyle buyurulmuştur: "Bizim işlediğimiz suçtan siz sorulacak değilsiniz, biz de sizin işlediğinizden sorulacak değiliz. De ki, Rabbimiz hepimizi biraraya toplayacak sonra aramızda hak ile hükmedecektir. En adil hüküm veren, bilen O'dur." Zümer suresi 39 ve 40. ayetlerde şöyle buyurulmuştur: De ki ey kavmim, durumunuza göre çalışın, ben de çalışıyorum. Yakında bileceksiniz, kendisini rezil edecek azab kime geliyor ve sürekli azab kimin üzerine konuyor?" Aynı ders Medine'de bütün müslümanlara şöyle verilmiştir: "İbrahim'de ve O'nunla beraber bulunanlarda sizin için güzel bir misal var. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: Biz sizden ve sizin Allah'tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve nefret belirmiştir..." (Mümtehine:4) Kur'an-ı Kerim'in bu peşpeşe açıklamaları ve 'lekum dinukum veliyedin' ifadesinin anlamı, "siz kendi dininize devam edin, ben de kendi dinime devam edeyim" değildir. Aslında maksat Zümer suresi 14. ayetde buyurulduğu gibidir: "De ki, ben dinimi yalnız Allah'a halis kılarak O'na kulluk ediyorum."
İmam Ebu Hanife ve İmam Şafii, bu ayetten (Kafirun,3) , kafirlerin kendi aralarındaki dinleri ne kadar farklı olursa olsun onların topluca bir millet olduklarını istidlal etmişler ve Yahudi'nin Hristiyan'a, Hristiyan'ın da Yahudi'ye veya bir kafirin, başka dinden bir kafire mirasçı olabileceklerini söylemişlerdir. Veraset; nikâh, neseb veya başka bir ilişki dolayısıyla olabilir. Bunun tersine İmam Malik, Evzaî ve Ahmed, bir dinin inananlarının, diğer dinin inananlarına varis olamayacağını söylerler. Onlar şu hadisi bu görüşe delil gösterirler: İbn Ömer b. As'tan rivayet edilmiştir ki, Resulullah: "iki değişik millet (din) birbirine varis olamaz" buyurmuştur. (Müsned-i Ahmed, Ebu Davud, İbn Mace, Darekutnî) Bunun benzeri bir hadisi Tirmizî Cabir'den, İbn Hibban İbn Ömer'den, Bezzar Ebu Hureyre'den nakletmişlerdir. Bu mesele üzerinde ayrıntılı olarak söz eden meşhur Hanefî fakihi Şemsü'l Eimme Serahsî şöyle der: "Müslümanların birbirlerine varis olmaları gibi, kâfirler de birbirlerine varis olurlar. Onların arasındaki bazı veraset şekilleri müslümanlar arasında yoktur... Hakikat, Allah'ın iki din üzerinde karar kıldığıdır. Biri hak din, diğeri batıl dindir. Bundan dolayı Allah (c.c.) -lekum dinukum veliyedin- buyurdu.. O'nun indinde iki fırka vardır. Bir fırka cennet ehlidir, onlar mü'minlerdir. İkinci fırka cehennem ehlidir, onların hepsi de kafirlerdir. Allah, bu iki grubu birbirine muhalif kılmış ve şöyle buyurmuştur: "İşte şunlar, Rabb'leri hakkında çekişen iki hasım taraf, inkar edenler için ateşten giysi biçildi, başlarının üstünden de kaynar su dökülüyor." (Hac, 19) . Yani bir fırka topluca bütün kafirlerdir. Onlar iman edenler ile çekişme halindedirler... Biz onları itikadlarına göre ayrı ayrı millet olarak kabul edemeyiz. Onlar Müslümanlar karşısında tek millettirler. Çünkü Müslümanlar Hz. Muhammed'e (s.a.) ve Kur'an'a inanmakta, onlar ise bunları inkar etmektedirler. Onun için onlar kafir olarak tanımlanmış ve Müslümanlar karşısında tek millet oldukları belirtilmiştir... (İki ayrı millet birbirine varis olamaz) hadisi, zikrettiğimiz gibi bu iki milletin birbirine varis olamayacağını hükme bağlar. Yani Müslüman kâfire, kâfir de Müslümana varis olamaz. (el-Mebsut c.3, s.30'dan, 32'ye) İmam Serahsî'nin burada verdiği hadis, Buharî, Müslim, Neseî, Ahmed, Tirmizî, İbn Mace ve Ebu Davud'da Usame b. Zeyd'den rivayet edilmiştir.
Alak suresi ayet 6
Sakın! Çünkü İnsan gerçekten azar;
"Sakın! Çünkü insan gerçekten azar..." buyruğundan itibaren sûrenin sonuna kadar olan buyrukların, Ebu Cehil hakkında indiği söylendiği gibi, sûrenin tamamının Ebu Cehil hakkında indiği de söylenmiştir. O, Peygamber (sav)'ın namaz kılmaktan vazgeçmesini istemişti. Yüce Allah da peygamberine mescidde namaz kılmasını ve yüce Rabbin adı ile okumasını emretti. Buna göre bu sûre ilk nazil olan buyruklardan olamaz. Bununla birlikte sûrenin ilk beş âyetinin ilk nazil olmuş buyruklar olması, sonra da geri kalan bölümlerinin Ebu Cehil hakkında inmesi, Peygamber (sav)'ın bu buyrukları sûrenin başından sonra yerleştirmesini emretmiş olması da mümkündür. Çünkü sûrelerin (âyetlerinin) biraraya getirilmesi yüce Allah'ın emriyle olmuştur. Nitekim yüce Allah'ın son inen buyruğu olan: "Bir de Allah'a döndürüleceğiniz bir günden korkunuz." (el-Bakara, 2/281} buyruğuna dikkat edelim. Bu buyruk, son inen âyet olmakla birlikte kendisinden uzun bir süre önce inmiş olan buyruklar arasında yer almaktadır.
"Kellâ: Sakın" buyruğu burada "gerçek şu ki" anlamındadır. Çünkü bundan Önce (reddedilmesi gereken) herhangi bir husus, bulunmamaktadır Burada "insan"dan kasıt, Ebu Cehil'dir. Tuğyan (azmak)dan kasıt ise isyan hususunda haddi aşmaktır.
Alak suresi ayet 7
Kendisini müstağni gördü diye.
"Kendisini müstağni gördü diye." Yani kendisinin müstağni yani mal ve servet sahibi olduğunu gördü dîye.
Ebu Salih'in kendisinden yaptığı rivayete göre İbn Abbas şöyle demiştir: Bu âyet nazil olup, müşrikler de bunu işitince Ebu Cehil Peygamber'e gelip şöyle dedi: Ey Muhammedi Sen kendisini müstağni gören (zengin olan) kimsenin azgınlık ettiğini İddia ediyorsun. Haydi Mekke'nin dağlarını bizim için altın yap! Belki ordan bir şeyler alırız. O zaman haddi aşarız ve kendi dinimizi bırakıp, senin dinine uyarız. Cebrail (a.s) ona gelip şöyle dedi: "Ey Muhammedi Bu hususta sen onları istediklerini seçmekte serbest bırak. Dilerlerse onlara istediklerini yaparız. Fakat eğer müslüman olmazlarsa sofra sahiplerine yaptıklarımız gibi onlara da yaparız." Rasûlullah (sav) kavminin getirilen teklifleri kabul etmeyeceğini bildiğinden onların varlıklarının devam etmesi için ona ilişmedi.
"Kendisini müstağni görmesi"nin, sahib olduğu aşireti, yardımcıları ve destekleyicilerle olduğu da söylenmiştir.
Yüce Allah'ın: "Kendisini gördü diye" buyruğunun başından "lam" hazfedil iniştir. Nitekim: "Sizler zengin olduğunuzu gördüğünüz takdirde şüphesiz ki azarsınız" denilir.
el-Ferrâ dedi ki: "Kendi kendisini öldürdü" denildiği gibi "kendisini gördü" diye buyurulmamasmın (ve "kendi" anlamını verdiğimiz "nefs" yerine zamir kullanılmasının" sebebi şudur: "Gürdü" fiili bir isim ve bir haber gerektiren fiillerdendir. Tıpkı "zannetmek ve sanmak" anlamındaki fiiller gibi. O bakımdan bu fiil yalnızca bir tek meful almaz. Araplar "nefs" tabirini bu kabilden kullanır ve şöyle derler: "Kendimi gürdüm, kendimi zannettim. Seni çıkıyor göreceği vakit ve seni çıkıyor zannedeceği vakit" gibi.
Mücahid, Humeyd ve Kunbul, İbn Kesir'den: "Kendisini müstağni gördü diye" diye "hemze'yi kasr ile okumuşlardır. Diğerleri ise; "Kendisini gördü" lafzını med ile okumuşlardır. Tercihi edilen de budur
Alak suresi ayet 8
“Halbuki dönüş Rabbinedir.”
Bu gidiş Rabbinedir. Her gidiş Allah’a doğrudur. Adım atarken, yürürken, dururken, yerken, içerken, konuşurken, evlenirken, boşanırken, otururken, kalkarken, bilesiniz ki hep Rabbinize doğru hareket etmektesiniz. Yaşadığınız her bir saniye, alıp verdiğiniz her bir nefes sizi Rabbinize doğru götürüyor, Rabbinizin huzuruna gidiyorsunuz. Her şey sizi ona yaklaştırıyor. Hep mezara doğru yaklaşıyorsunuz. Bir gün gelecek bu dünya da, bu hayat da bitecek, O’nun huzurunda toplanacak ve yaşadığınız bu hayatın hesabını O’na ödeyeceksiniz. O’nun huzurunda yapıp ettiklerinizden hesaba çekileceksiniz.
Alak suresi ayet 9
Engellemekte olanı gördün mü?
Bu âyetlerin ve bunlardan sonra gelen âyetlerin Ebu Cehil hakkında nazil oldukları rivayet edilmektedir. Bu husus Abdullah b. Abbas ve Ebu Hurey-re'den rivayet edilmektedir. Abdullah b. Abbas diyor ki: "Ebu Cehil dedi ki: "Yemin oisun ki eğer Muhammed'in Kabe'de namaz kıldığını görürsem ayağımı onun boynuna basacağım." Ebu Cehil'in bu sözü Resulullaha ulaştı. Resulullah: "Şayet o bunu yapacak olsaydı melekler onu yakalardı." buyurdu.
Ebu Hureyre diyor ki:
"Ebu Cehil şöyle demişti: "Muhammed yine aranızda yüzünü topraklara sürüyor mu (namaz kılıyor mu?)" "Evet" dendi. Ebu Cehil: "Lat ve Uzza'ya (putlara) yemin olsun ki ben onun böyle yaptığını görürsem mutlaka ayağımı onun boynuna basacağım. Veya onun yüzünü topraklara süreceğim." dedi.
Resulullahın yanına vardı. O, namaz kılıyordu. Boynuna basmaya kalktı. Bir de baktılar ki Ebu Cehil geri geri çekiliyor ve elleriyle de bir şeyleri kendisinden uzaklaştırmaya çalışıyor Ona: "Sana ne oldu?" diye soruldu.
Ebu Cehil: "Benimle onun arasında ateşten bir çukur, bir uçurum ve bir de kanatlar var." dedi. Bunun üzerine Resulullah: "Şayet o bana yaklaşacak olsaydı melekler onun vücudunu parça parça koparıp götüreceklerdi." buyurdu.
Alak suresi ayet 10
Namaz kıldığı zaman bir kulu.
"Kul" dan kasıt, Rasulullah'tır. Kur'an-ı Kerim'in pek çok yerinde Rasulullah'tan bu şekilde söz edilmiştir. Mesela İsra suresinde, "Eksikliklerden uzaktır. O (Allah) ki geceleyin kulunu Mescid-i Haram'dan, çevresini bereketli kıldığımız Mescid-i Aksa'ya yürüttü." (İsra, 1) buyurulmuştur. Kehf suresi birinci ayette de şu şekilde ifade edilmiştir: "O Allah'a hamdolsun ki, kuluna Kitab'ı indirdi." Cin suresinde ise şöyledir: "Allah'ın kulu kalkıp O'na yalvarınca üzerine üşüştüler. (Cin, 19) Bundan anlaşılıyor ki, bu ifade özel bir üsluptur. Ve Allah (c.c.) Kitabında Rasulullah için kullanılmıştır. Ayrıca bu ayetten şu da anlaşılıyor; Allah (c.c.) Rasulullah'a risalet verdikten sonra namaz kılmasını öğretti. Namaz kılmanın şekli hakkında Kur'an'ın hiç bir yerinde açıklama yoktur. Dolayısıyla bu da Rasulullah'a sadece Kur'an'da yazılı olan vahyin dışında bazı talimatlar verildiğinin de işaretidir.
Alak suresi ayet 11
Gördün mü? Ya o (kul) doğru yol üzerinde ise,
Alak suresi ayet 12
Ya da takvayı emrettiyse.
Söyle bakalım, o kul ya doğru yolda giden, Allah’ın hidâyetine tâbi olan, hayatını Allah’tan gelen vahiyle düzenleyen veya Allah'a karşı gelmekten sakınmayı buyuran bir kimse ise. Yani o kul Allah’ın koruması altına giren, Allah’la yol bulan, hayatını Allah’a sorarak yaşayan birisiyse. Takvayı yaşayan, takvayı emreden birisiyse. Böyle hayatını Allah adına yaşayan, Allah’ın istediği şekilde yaşayan bir kulu namazdan engellemeye çalışanı gördün mü?
Alak suresi ayet 13
Gördün mü? Ya (bu engellemek isteyen) yalanlıyor ve yüz çeviriyor ise.
Allah’ı, Allah’ın dinini, Allah’ın hayat programını, Allah’tan gelen âyetleri yalanlayan, yalan sayan, yok farz eden ve de O’ndan yüz çeviren, O’nunla ilgilenmeyen, O’ndan habersiz bir hayat yaşayan kişiyi görmedin mi? Kendisini, kendi bilgisini, kendi hevâ ve heveslerini putlaştırıp o istikâmette kendisine bir hayat programı çizerek burnunun doğrusuna gideni.
Gaşiye suresi ayet 17
Artık onlar bakmazlar mı devenin nasıl yaratıldığına?
Müfessirler dedi ki: Yüce Allah, her iki yurdun sahiplerinin halini sözkonusu edince kâfirler bu işe hayret ettiler, yalanlayıp inkar ettiler. Yüce Allah da onlara, kendi sanat ve kudretini, herşeye güç yetiren, mutlak kadir olduğunu hatırlattı. Nitekim o canlıları yeri ve göğü yaratandır. Sonra öncelikli olarak deveyi sözkonusu etti. Çünkü deve Araplar arasında pek çoktur. Onlar filleri görmemişlerdi. Bundan dolayı şanı yüce Allah, pek büyük bir yaratığını küçük bir mahlukun emrine verdiğini hatırlatarak buna dikkatlerini çekti. Bu küçük varlık, bu büyük varlığı yularından çekip götürüyor, onu çoktürüyor, kaldırıyor. Deve yerinde çökmüş iken ona ağır yükleri yükletiyor ve bu ağır yüküyle yerinden kalkıyor. Bu özellik, onun dışında hiçbir hayvanda yoktur. Onlara, yarattığı büyük bir mahluku, yarattıklarından küçük bir varlığın emrine verdiğini gösterdi ve bununla; onlara, vahdaniyetinin ve büyük kudretinin delilini de göstermiş oldu.
Hikmet sahihlerinden birisinden nakledildiğine göre, o deveden ve harikulade yaratılışından sözetmiş. Ancak bu şahıs devenin bulunmadığı bir yerde yetişmişti. Bir süre düşündükten sonra şöyle dedi: Muhtemeldir ki bu develerin boynu uzun olmalıdır. Yüce Allah bu develerin karanın gemilerini olmasını murad ettiğinden ötürü onlara susuzluğa katlanabilme kabiliyetini verdi. Öyle ki; onlar on gün hatta daha fazla susuz kalabilmektedirler. Çöllerde ve tehlikeli geçiş yerlerinde bitip de diğer hayvanların otlamadığı herbir şeyi otlayacak şekilde yarattı.
Şöyle de açıklanmıştır: Yüce Allah, onlara yüksek tahtları hatırlatınca onlar: Bunlara nasıl çıkacağız, dediler. Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi ve develerin üzerine yükler vurulsun diye çöktüklerini, sonra da ayağa kalktıklarını anlattı. İşte bu tahtlar da böyle olacaktır. Önce alçalacaklar, sonra yükseleceklerdir. Bu anlamdaki açıklamaları Katade, Mukatil ve başkaları yapmıştır.
Burada sözü edilen develerin pek büyük bulut parçalan olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı el-Müberred yapmıştır. es-Sa'lebî dedi ki: Burada sözü geçen "develer"in bulutlar olduğu söylenmiş ise de, ben bunun imamlarımızın kitaplarında bir temelinin olduğunu göremedim.
Derim ki: el-Asmaî Ebu Said Abdu'l-Melik b. Kurayb'ın naklettiğine göre Ebu Amr şöyle demiştir; Bu "Artık onlar bakmazlar mı devenin nasıl yaratıldığına" buyruğunda; “El-İbil” kelimesini şeddesiz olarak okuyanların bu okuyuşu ile maksat devedir. Çünkü deve dört ayaklılardandır. Yere çöker ve onun üzerine yük vurulur. Diğerleri ise dört ayaklı olmakla birlikte, yük onlara ayakta oldukları halde vurulur. Bu kelimeyi şeddeli olarak okuyanların okuyuşuna göre ise, bununla su ve yağmur taşıyan bulutlar kastedilmiş olur.
el-Maverdi dedi ki: Buradaki: “El-İbil” kelimesinde iki şekil sözkonusudur.
Daha kuvvetli ve meşhur olan birinci görüşe göre bundan kasıt, dört ayaklılardan olan develerdir. İkinci görüşe göre ise, maksat bulutlardır. Eğer bunlarla maksat bulutlar ise, bulutlardaki ilâhî kudrete delil teşkil eden belgeler ve bütün yaratıklarına fayda sağlayan genel menfaatlerden dolayı söz konusu edilmiştir. Eğer dört ayaklılardan olan develer kastedilmiş ise, diğer hayvanlara göre develerin daha çok faydalı oluşundan dolayıdır. Çünkü hayvanlar sağmal, binek, yiyecek ve yük hayvanları olmak üzere dört türlüdür. Develerde bu dört özellik de vardır. Dolayısıyla nimet olmak özellikleri daha geneldir, ilahi kudretin onlarda tecellisi daha mükemmeldir.
el-Hasen dedi ki: Yüce Allah'ın deveyi özellikle sözkonusu etmesi, hurma çekirdeklerini yemesi, ot otlaması ve bununla birlikte süt vermesi dolayısıyladır. Yine el-Hasen'e develer hakkında soru sorulmuş ve: Filin acaibliği bundan büyüktür, demişler. O da şu cevabı vermiş: Araplar ile filler arasında uzak bir mesafe vardır. Diğer taraftan fil eti yenmez bir çeşit domuzdur. Sırtına binilmez, sütü sağılmaz.
Şureyh şöyle derdi: Haydi hep birlikte (Kufe'de develerin geldiği çarşı olan) el-Künâse'ye çıkalım ve develerin nasıl yaratıldıklarına bir bakalım.
“El-İbil” "Deve" lafzının aynı kökten tekili yoktur, müennes bir lafızdır, Çünkü kendi lafzından tekili olmayan çoğul isimler, şayet insanların dışındaki varlıkların adı ise müenneslik onların ayrılmaz bir özelliğidir. Bu lafızların küçültme ismi yapıldığı takdirde sonlarına "he (yuvarlak te)" getirilir. O bakımdan: "İbiletun ve ğanimetun" "Devecik, koyuncuk" ve benzer şekilleri kullanılır. Devenin bu lafzı bazan hafif olsun diye "be" harfi sakin olarak; "İbl" diye kullandıkları da olur. Çoğulu, "âbâl" diye gelir. [23]
Gaşiye suresi ayet 18
Göğün nasıl yükseltildiğine,
"Göğün nasıl" yerden direksiz olarak "yükseltildiğine"; ona hiçbir şeyin erişemeyeceği kadar yükseltildiğine, diye de açıklanmıştır.
Gaşiye suresi ayet 19
Dağların nasıl dikildiklerine,
"Dağların" yıkılıp, yok olmayacak şekilde yerin üzerinde "nasıl dikildiklerine..."
Şöyle ki; yer yayılıp döşendiğinde çalkalandı, yüce Allah, dağlarla orayı sağlamlaştırdı. Nitekim şöyle buyurmaktadır:
"Ve yer onları çalkalamasın diye onda sağlamlaştırıcı kazıklar yarattık." (el-Enbiya, 21/31)
Gaşiye suresi ayet 20
Ve yerin nasıl yayılıp, döşendiğine?
"Ve yerin nasıl yayılıp döşendiğine" Yayılıp, uzatıldığına.
Enes dedi ki: Ali (r.a)'ın arkasında namaz kıldım. O: "Keyfe halektu" "Nasıl yarattığıma" "Rafe’tu" "Yükselttiğime"; "Nesabtu" "Diktiğime" ve "Setahtu" "Yayıp döşediğime" diye "te" harflerini ötreli olarak zamiri yüce Allah'a izafe ederek okudu. Muhammed b. es-Semeyka' ve Ebu'l-Âliye de böyle okurdu. Bu okuyuşda meful mahzuf olmakta birlikte anlamı "Halektuhâ" "Onları… yarattığıma" şeklindedir. Diğerleri de bu şekilde açıklanır.
el-Hasen, Ebu Hayve ve Ebu Recâ' "yayılıp döşendiğine" anlamındaki lafzı "ti" harfini şeddeli, "te" harfini de sakin olarak; "Suttihat" diye okumuşlardır. Çoğunluk da böyle okumuş olmakla birlikte, ancak onlar "ti" harfini şeddesiz okumuşlardır.
Gaşiye suresi ayet 21
Ey Muhammcd, sen hatırlat. Çünkü sen ancak bir hatırlatıcısın.
Gaşiye suresi ayet 22
Sen onlara tahakküm edici değilsin.
Ey Muhammed, sen kullarıma âyetlerimi hatırlat, onlara öğüt ver ve seni peygamber seçtiğimi onlara tebliğ et. Sen ancak bir hatırlatıcısın. sen onlara karşı bir tahakkümcü ve bir zorba değüsin. Sen onlan bana bırak. Onlar hakkında ben hüküm vereceğim."
Cabir b. Abdullah, Resulullah (s.a.v.)in şöyle buyurduğunu rivayet et*mektedir:
"Ben insanlarla, Lailahe İllallah demelerine kadar savaşmakla emrolun-dum. Onlar bunu deyince öldürülmeyi hak etmeleri dışında kanlannı ve mallarını benden korumuş olurlar. Bundan sonra hesaplan Allaha attir." Resulullah daha sonra "... Çünkü sen ancak bir hatırlatıcısın. Sen onlara tahakküm edici değil*sin." âyetlerini okudu."
İbn-i Zeyd bu âyetleri: "Sen ancak bir uyarıcısın. Sen onlara, zorla iman ettirecek bir zorba değilsin." şeklinde izah etmiş ve demiştir ki: "Bu âyetten sonra "Ey Peygamber, kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et. Onlara karşı sert davran.." "Mukaddes olan haram aylar çıkınca müşrikleri nerede bulursanız öldürün. Onları yakalayıp çember içine alın. Her gözetilecek yerden onlan gözetleyin. Eğer tevbe ederler, namazı kılıp zekatı verirlerse artık yollanm serbest bırakın. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir." âyetleri nazil oldu, Ve "Sen onlara tahakküm edici değilsin." âyetlerini neshetti. Öğüt verme emrini ise neshetmedi.
Gaşiye suresi ayet 23
Ancak kim yüz çevirir ve küfre saparsa,
Gaşiye suresi ayet 24
Allah, onu en büyük azab ile azablandırır.
Bu âyetler iki şekilde izah edilmiştir. Birinci izah şekli şöyledir: "Ey Muhammed, sen kavmine hatırlat. Ancak onlann içinden, Allahın emrinden yüz çevirenlere ve inkar edenlere hatırlatma. Allah onlara, en büyük azap olan cehennem azabıyla azabedecektir."
Diğer bir izah şekli ise şöyledir: Ey Muhammed sen onlara tahakküm edici değilsin. Fakat Allah onlara, dünyadaki inkarları yüzünden, âhirette en büyük azap olan cehennem azabını verecektir.
Gaşiye suresi ayet 25
Şüphesiz ki onların dönüşü bizedir.
Gaşiye suresi ayet 26
Onları hesaba çekmek de bize aittir.
Şüphesiz ki inkarcıların dönüşleri bizedir. Onlan hesaba çekecek olan da biziz. Biz onları, geçmişte işledikleri suçlarına göre cezalandıracağız.
Allah teala bu âyet-i kerimelerde Resulullahın vazifesinin, hatırlatma ve tebliğ etme olduğunu, hesaba çekme ve cezalandınnanın ise yalnızca kendisine ait olduğunu beyan etmektedir.
Ancak dünyada bir kısım kullarım diğer bir kısım kullan aracılığıyla da cezalandırabilir. Müminlerin, cihad sırasında kâfirleri öldürmeleri .gibi bu cezalan kulları eliyle de verebilir.
Allah CC razı olsun
mihrab,
Allah CC sizden de razı olsun
Gaşiye suresi ayet 6
Onlar için (öldürücü ve zehirli olan) dan dikeninden başka bir yiyecek yoktur.
Gaşiye suresi ayet 7
Ne doyurup-semirtir, ne de açlıktan korur.
Yüzleri zelil olan o kâfirlere cehennemde, insanı beslemeyen ve açlığını gidermeyen isimli bir yiyecekten başka bir şey yoktur.
Mealde "Deve dikeni" diye tercüme edilen kelimesi, müfessirler tarafından farklı şekillerde tercüme edilmiştir.
Abdullah b. Abbas, îkrime, Mücahid, Katade ve Şerik b. Abdullah'a göre kelimesinden maksat, "Şebrak" diye adlandırılan bir dikendir.
Said b. Cübeyr'e göre'ise bir taştır. Cehennemlikler yemek olarak bu taşı yiyeceklerdir.
Abdullah b. Abbas ve İbn-i Zeyd'den nakledilen başka bir görüşe göre, cehennem ateşinden meydana gelmiş bir ağaçtır.
Kur'an'ın bazı yerlerinde, cehennemliklerin zakkum ve irin'den başka yiyeceklerinin olmadığı ifade edilirken, burada kuru bir diken'den başka yiyeceklerinin olmadığı anlatılmaktadır. Bu iki farklı ifade arasında bir çelişki yoktur, çünkü cehennemde farklı farklı dereceler vardır. Cehennemliklerin suçlarına göre, yani her suç için, ayrı bir azabın verilmesi sözkonusudur. Şu şekilde de anlaşılması mümkündür. Onlar zakkum yemekten kaçınacaklar ve onlara irin verilecektir. Ondan da kaçınacaklar ve bu kez onlara yemeleri için kuru diken verilecektir. Kısaca onlara sevdikleri bir yiyecek verilmeyecektir.
allah c.c razı olsun tahsin33 kardeşim.
emeğine sağlık, ellerin dert görmesin inşallah.
Bu güzel paylaşımlarınız emekleriniz için Allah razı olsun.