Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
CAMİDE KONUŞUP SOHBET ETMEK CAİZ MİDİR? Camide yapılan konuşma din ile ilgili ise ibadet olduğundan makbuldür Fakat dünyevi olup da bir kimsenin gıybet ve dedikodusu yapılmıyorsa mübahtır Gıybet ise haramdır: Hülasa camide yapılan konuşmnın helali helal, haramı haramdır
CAMİDE YATMAK CAİZ MİDİR? İslam dininde caminin büyük bir yeri vardır Zikir, fikir ve ibadet yeri olduğu gibi Allah'ın münacatına mazhar olmak için ayrılmış mukaddes bir yerdir Bu itibarla zaruret olmazsa camide yemek yemek ve yatmak uygun değildir Ancak yabancıların camide yatmalarında beis yoktur Bunun için eskiden olduğu gibi bugün de hacılar Mescid-i Haram ile Mescid-i Nebevi'de istirahat edip yatarlar ve kimse de onlara mani olmaz
Bazı 'ulema camide yatmakta beis yoktur, yabancı (misafir) yatabildiği gibi yerli de yatabilir, diyor Mesela İbn Hacer şöyle diyor:
"Camide yatmakta beis yoktur, çünkü Suffa ehli daima camide oturup kalkarlardı” Selef-i salihinin bir kısmı camide yatmak herkes için mekruhtur, diyor
CAMİİ, MEDRESE VE DERNEK GİBİ TOPLUMA HİZMET EDEN MÜESSESELERE ZEKAT VEYA FİTRE VERİLİR Mİ?
Dört mezhebe göre zekat ve fitre, ancak Kur'an-ı Kerim'de zikri geçen sekiz sınıfın mevcutlarına verilir ve temlik edilir Başka yere vermek caiz değildir Kur'an'da zikri geçen sınıflar şunlardır: fakir, miskin, zekat memuru, mü'ellefe-i kulub, hürriyete kavuşmak için efendisiyle mükatebe akdını yapmış köle, borçlu, mücahid ve yolda kalmış kimselerdir Bu zamanda zekat memuru, mü'ellefe-i kulub ve mükateb olmadığı için beş sınıfa inmiştir Cami, medrese, okul ve dernek gibi müesseseler bunlardan olmadıklarına göre onlara zekat ve fitre vermek caiz değildir
CAMİİ ALTIN SUYU İLE SÜSLEYİP, NAKIŞLI TAŞLARLA İNŞA ETMEK CAİZ MİDİR? Camii altın suyu gibi şeylerle süsleyip nakışlı taşlarla inşa etmek doğru değildir Cami'leri yapmaktan gaye Allah'a kulluk etmektir Gururlanmak ve kibirlenmek değildir Cemaata huzur verecek kadar geniş, yüksek ve havadar olması kafidir Fazla israfa kaçmak, mihrab ve kubbesini akıl ve hayale gelmeyecek nakışlarla nakışlayıp süslemek ve milletten toplanan parayı lüzumsuz yere harcamanın bir manası yoktur ve bu paralara yazık olur Zira bu milletin binbir ihtiyacı vardır Bunların en önemlisi Kur'an Kursu binasıdır Her caminin yanında mutlaka birer Kur'an kursu ve bir öğretmenin bulunması gerekir Kur'ansız ve terbiyeden mahrum bir nesil yetişiyor Buna ahemmiyet verip üzerinde duran da yoktur Nakış ve süse verilecek paranın buraya aktarılması lazımdır Nakış ve süs işi, hıristiyan ve yahudilerden gelmedir Peygamber (sav):
"Camileri çok yükseltmekle emrolunmadım Siz –zaman gelecek- yahudi ve hıristiyanlar gibi camilerinizi süsleyeceksiniz”
Başka bir hadiste de şöyle buyuruyor: "Halkın camileri yükseltip süslemekle böbürlenmeleri kıyamet alametlerindendir”
CAMİİ'DE CENAZE NAMAZINI KILMAK CAİZ MİDİR? Şafii mezhebine göre camii'de cenaze namazını kılmak sünnettir Çünkü, Beyza isminde bir sahabiye'niin bir günde iki oğlu vefat etmişti Ve Peygamber (sav) onların cenaze namazını camiide kıldırdı Hanefi mezhebine göre ise mekruhtur Ancak yağmur gibi bir mazeret veya namaz kılanların ayakkabıları müteneccis olursa camii'de cenaze namazını kılmakta beis yoktur Çünkü cenaze namazıyla diğer namazlar arasında hiç fark yoktur Sair namazlar temiz olmayan ayakkabıyla kılınmadığı gibi cenaze namazı da kılınmaz Maalesef buna dikkat eden ve bunu düşünen yoktur İbn Abidin bu hususta şöyle diyor: Birçok yerde cenaze, camiin dışında bırakılıp namazı kılınır Dışarısı kirli olduğu ve namaz kılanların ayakkabıları da temiz olmadığı için cenaze namazı fesada gider Bunun için böyle hallerde camiide cenaze namazını kılmakta beis yoktur
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
CAMİLERDEKİ BİD'ATLAR Mahallemizdeki camide namaz bittikten sonra cemaat teker teker ellerini bağırlarına koyuyor ve imamı adeta selâmlayıp öyle ayrılıyorlar Imam da buna aynıyla mukabale ediyor Bu hareket doğru mudur? Değilse, böyle doğru olmayan cami içi hareketler nelerdir?
Yerleşen her bid'at karşılığında bir sünnet gider Bu gerçeği hiç unutmamak gerekir "Her bid'at da dalâlettir" "Resûlullah'ın getirdiği dinde bulunmadığı halde, dindenmiş gibi yapılan her davranış merduttur", yapanın yüzüne çarpılır Maalesef, camilerimizde, mescidlerimize çeşitli bid'atler işlenmektedir ve muhtemelen çoğu iyi niyetle yapılan bu bid'atlar, sünnetlerin oralardan çıkarılmasından başka da bir şeye yaramazlar Bunlardan bazılarını saymaya çalışalım
1 Dediğiniz gibi, namazdan sonra, Imam henüz mihrapta iken, eli göğüse getirmek suretiyle selâmlama faslı Bu, bid'atliğinin yanında başka dinlerde ibadet olan bazı haraketleri de akla getiriyor Ayrıca yapmayanlar, Imam efendiye dargınlığı var, zannedilecek diye sıkıntıya düşüyorlar Bu davranış namaz sonrası serbestliği ortadan kaldırarak, ibadete bir merasim havası veriyor
2 "Kâmetten" önce "Ihlas suresi" ya da daha başka şeyler okumak Camide Kur'an okumak ve dinlemek elbette güzel bir davranıştır ve bu sadece camiye de has değildir Ama sünnetle farz arasında, sanki namazın ya da müezzinliğin gereklerindenmiş gibi okunması bid'attır Bu tür okuyuşlar zaten kliseleşmis hale geldikleri için kimse onları, şuuruna vararak Kur'an gibi dinlememektedir Bazı yerlerde buna başka ayetler veya başka sureler de eklenir Bunların bid'at olduğunun en açık delili; bunlara alışılan camilerde bir defa terkedilecek olsalar, hemen tepki görmeleriyle müezzinliğin eksik olduğu sanılmasıdır
3 Farzdan sonra müezzinlerin -Istanbul'un bazı büyük camilerinde olduğu gibi- koro halinde tesbihleri okumaları, "âmin, âmin, âmin" diye bağırmaları, mesnun ve me'sür olmayan bir takım nakaratlar söylemeleri, Hatta "Ayetel-Kürsî" ve herkesin kendi başına yapması gereken tesbihati yüksek sesle ve bağırarak okumaları, böylece cemaati bunları okumaktan mahrum etmeleri ve onları kendi gürültülü seslerini dinlemek zorunda bırakmaları 4 Namazlardan sonra, namazın bir tetimmesi olarak, herkesin herkesle musafaha etmesi Musafaha aslında sevgi doğurucu bir sünnet olmakla beraber, namazlardan sonra, namazın bir parçası ve bütünleyicisi gibi icra edilmesi, ibadete bir katma anlamı taşıdığından bid'at olmuş olur5 Cumanın iç ezanından önce çeşitli salatü selamlar ve temennalar okumak6 Erzurum ve havalisinde olduğu gibi, ezanlardan sonra "salâ" okumak (Bunun bid'at haline geldiğinin güzel bir delili, bir hatıramdır: 70'li yılllarda Erzurum'da talebe iken, bir gün müezzin bulunmadığı için, muhterem Hocam Mehmet Tavlas'ın imamlık yaptığı Gez Camiinde bir ezan okumuş ve beceremem endişesiyle "sala"yı terketmiştim Namazın hemen peşinden ve caminin içinden cematten biri tarafından "Sen bu dini bozmak mı istiyorsun!?" diye ciddi bir hücüma uğradım Milletin araya girmesiyle tartaklanmaktan kurtuldum) Bunlar camilerimizde işlenen bid'atların ilk aklımıza gelenleridir Başka münasebetle, başkalarından da söz edeceğiz Ancak şunu da bilmek gerekir ki, Kâtip Çelebi'nin de israrla anlatmaya çalıştığı gibi, avam bunlara farzdan daha çok değer verirler ve kaldırılmalarına asla müsaade etmezler Bu yüzden adeta "dinde devrim" gibi gelecek tarzda bunların üzerine sertçe gitmeli, şuurlu imam ve müezzinlerin bunları yavaş yavaş, tedricen kaldırmaları gerekir Bir büyüğümüzün dediği gibi, "Bunlar folklor müslümanlığı çıkıncaya kadar olmayan, ondan sonra ortaya çıkan adetlerdir" Ve ibadetlerin adeta dönüşmüşlüğünü gösterirler Bu konularla ilgili olarak şu kaideyi akılda tutmak yararlı olur: "Eşyada aslolan ibahadır, ibadetlerde aslolan ise men'dir Çünkü ibadet koyma yetkisi sadece şarı'e has bir keyfiyettir
CAMİERİN ESKİMİŞ HALILARINI KULLANMAK Bir hayırsever, camimizi tek tip hali ile donattı Eski halilalar da fazlalık olmuş oldu Bu halıları imamların, müezzinlerin kullanması, ya da talebe evlerine verilmesi veya satılması caiz olur mu?
Camilere bağışlanan halı, kilim, avize ve benzeri şeyler, ihtiyaç duyulmaz ve kendilerinden yararlanılmaz hale gelince; Imam Muhammed'e göre sahiplerin ya da sahiplerinin varislerine iade edilir Imam Ebu Yusufa göre başka bir mescide nakledilir (Bk Ekmeleddin el-Baberti, el-Inaye; Ibn Hümam, Fethu'l-Kadir VI/236 ) Halı, kilim, avize vb gibi gereçlerde Imam Muhammed'in, yıkılan mescidin bizzat kendisi enkazı konusunda da Imam Ebu Yusuf'un görüşüyle fetva verilir (Vehbe ez-Zuhaylî, el-Fıkhu'l-Islamî VN/220; Fetava-yi Hiniye N/458) Buna göre sözü edilen eski halıların sahipleri biliniyorsa onlara, ölmüşlerse varislerine verilmelidirler Bilinmiyorlarsa onların hayrına müslüman talebe evlerine verilebilir Ancak sahipleri bilinmesi halinde dahi onlardan izin alınarak da buralara verilebilir Camiin mütevellisi bulunupta onların izni olmadan bunları Imam ya da müezzinlerin kendi evlerinde kullanmaları uygun olmaz (Fetavay-i Hindiye N/462 ) Çünkü bu suistimallere yol açabilir
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
CANLI VE CANSIZ BİR MAHLUKTAN İSTİĞASE EDİP MEDED UMMAK VEYA ONU VESİLE KILMAK, CAİZ Mİ, DEĞİL Mİ? CAİZ DEĞİLSE ŞİRK SAYILIR MI?
İstiğase ayrı, vesile ayrı bir şeydir İstiğase yardım istemek anlamını ifade eder Vesile ise gayeye vasıta olan şeydir
Güneş ve ay gibi hizmeti çok da olsa, Ka'be ve Hacerü'l-esved gibi mukaddes de olsa cansız veya zevilukul olmayan bir mahluktan istiğase etmek caiz değildir
Zevilukul olan kimseden istiğase etmek meselesine gelince, bakılır, kendisinden istiğase edilen kimse salih ve mü'min değilse, ister gaib olsun kendisinden istiğase etmek caiz değildir Fakat salih bir kul olursa, huzurunda veya kabri başında olursa, şefaat dilemek maksadıyla ondan istiğase etmek caizdir
Çünkü ölü olan kimse her ne kadar berzah alemine intikal etmiş ise de kendisine has bir hayatı vardır Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur: "Peygamberler kabirlerinde hayattadırlar” Yine Bedir savaşında ölmüş müşrikler hakkında da şöyle buyurdular: "Siz bunlardan fazla işitmezsiniz; ancak cevap veremezler"
Cumhur-u Ulemaya göre hazır olmayan bir kuldan, salih de olsa istiğsade etmenin caiz olduğuna dair ayet ve hadis varid olmadığı gibi seleften de bir şey sabit olmamıştır Hazır olmayan kimse salih de olsa gaybı bilmediğine göre, istiğsade edenin durumunu nasıl bilip şefaat edecektir? Avam tabaka bu hususu bilmediği için, hüsnü zandan dolayı ifrata kaçıyor Salahın ölçüsünü bilmediğinden salih olmayanı salih olarak telakki ettiği gibi , dünyanın en uzak köşesinde de olsa inandığı kimseden istiğase edip yardımını istiyor
Ehli tasavvufa göre makam sahibi olan bir veli ister ölü ister uzakta olsun ondan istiğase edilir O yardım etme yetkisine sahiptir Özellikle ehli tasarrufun yardımı dünyada olduğu gibi dünyadan göç ettikten sonra da varfır, devam eder
Vesile ise, demin dediğimiz gibi, gayeye yetişmek için vasıta olarak kullanıları şeydir Bunların çeşitleri vardır:
1- Cenab-ı Allah'ın isimlerini vesile kılıp tevessül etmek: İbni Mace, Hz Aişe'den şunu rivayet etmiştir: Hz Peygamber bir duasında şöyle buyurdular: "Allah'ım, temiz, hoş ve mübarek ismin hakkı için senden istiyorum”
2- Kendisiyle tevessül edilen zatın duasını vesile kılıp istemek
3- Büyük ve salih kimsenin zatını vesile kılmak suretiyle tevessül etmek: Mesela, Allah'ım şu dileğim yerine gelmesi için Peygamberi veya Ebubekir'i vesile vesile kılıyorum demek gibi, Hz Ömer (ra) yağmur duasında Hz Abbas'ı (Peygamberimizin amcası) vesile kılarak şöyle dua etti: "Allah'ım, biz Peygamber'in amcasını sana vesile kılıyoruz, bunun için bize yağmur yağdır” (Buhari)
4- İşlenen salih amelleri vesile kılarak tevessül etme: mesela, Allah'ım, senin için eda ettiğim şu hacc veya şu ibadet sana vesile kılıyorum; şu musibetten veya şu beladan beni kurtar demek gibi
Yukarıda saydığımız vesile çeşitleri İslam'da mevcuttur Bunu İnkar etmek mümkün değildir Vesile edinilen kimsenin vesile edenden üstün olması gerekmez Hz Peygamber (sav) Umre'ye gitmek için izin isteyen Hz Ömer'e:”kardeşim bizi duadan unutma” dedi Hem de Veysel-Karanı'nin kendisine dua etmesi için Hz Ömer'e emir verdi Yalnız peygamberi veya herhangi bir zatı bağımsız olarak tasavvur edip istiğase etmek, küfre kadar götürebilir Buna dikkat etmek lazımdır
CEBEL-İ NÛR (NUR DAĞI)
Mekke'de bir dağ Nûr dağı anlamına gelmektedir Hz Muhammed (sas)'in evine bir kilometre uzaklıktadır Hz Muhammed (sas)'e ilk vahiy Nûr dağının tepesinde bulunan Hira mağarasında gelmiştir Nûr dağı, kendisini çevreleyen dağlar arasında uzaktan farkedilmekte olup, özel bir yapı arzeder
Bu tepeye niçin Nûr dağı denildiği bilinmiyor Mekke'den Mina'ya giden yolun yakınındadır Hacılar Mina'da birkaç gün geçirirler O dönemde tatbik edilen bir adete göre, yolunu kaybedenlere yardım için bu dağın tepesinde ateş yakılmış olması ve bu nedenle Nûr dağı denilmiş olması mümkündür Nitekim o dönemde Müzdelife'de bir tepe üzerinde ateş yakıldığı bilinmektedir Başka tepelerde ve bu arada Cebel-i Nûr üzerinde de ateş yakılmış olması mümkündür (M Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 64-65)
Cebel-i Nûr ve onun üzerinde bulunan Hıra mağarası Hz Muhammed (sas)'e inen, insanlara ilim ve medeniyet yolunu gösteren ilk vahye beşiklik yapmıştır: "Yaratan Rabbinin adıyla oku O, insanı alâkdan (kan pıhtısından) yarattı Oku, Rabbın en büyük kerem sahibidir O, (insana) kalemle (yazmayı) öğretti İnsana bilmediğini öğretti" (el-Alâk, 96/1-5) ayetleri burada inmiştir
Hz Muhammed (sas) kendisine peygamberlik gelmeden önce de putperestlikten nefret ederdi Ramazan ayı gelince erzakını alır, Cebel-i Nûr'daki Hıra mağarasına çekilir, orada günlerce kalarak tefekküre dalardı Bundan büyük bir zevk alır ve manevi teselli bulurdu Cebel-i Nûr üzerinde bulunan ve günümüzde de varlığını koruyan Hıra mağarası ancak bir insanın ayakta durabileceği kadar yükseklikte ve yatabileceği kadar uzunluktadır
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
CEHENNEM
Derin kuyu, ahirette kâfir ve günahkâr kimselerin azap Cekecekleri ceza yeri Kur'an-ı Kerîm'de inanan ve güzel amel işleyen kimselere Cennet* vadedildiği gibi (el-Kehf 18/107); kâfir ve günahkâr kimselere de Cehennem vâdedilmiştir Kâfir, münâfık ve müşrikler Cehennem'de ebedî kalırlar, orada ölmezler ve azabları hafifletilmez Tövbe etmeden günahkâr olarak ölen ve Allah'ın kendilerini affetmediği mü'minler ise Cehennem'de ebedî kalmazlar Kendilerine günahları kadar azap edilir Sonra oradan kurtulup Cennet'e girerler ve orada ebedî kalırlar (Alâuddin Âbidîn, el-Hediyetü'l-Alâiyye, 468)
Allah Cehennem'i diğer yaratıklardan önce yaratmıştır ve şu anda mevcuttur, yok olmayacaktır Nitekim şu ayet bu durumu gayet açık ifade eder:
"Artık o ateşten sakının ki, onun tutuşturucu odun (kâfir) insanlarla taşlardır O (ateş) kâfirler için hazırlanmıştır " (el-Bakara, 2/24) "Kâfirler için hazırlanan ateşten korkun " (Âli İmrân, 3/131)
Enes b Mâlik'ten rivâyet olunan bir hadiste de Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmuşlardır: "Demin Cennet ile Cehennem şu duvarın yüzünde bana arz olundu " (Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi, II, 483)
Ateş, insan cismine çok büyük acı ve ızdırap verdiği için ahirette kâfir ve münâfıkların cezası ateşle verilecektir Böylelikle Cehennem, Allah'nı tutuşturulmuş ateşinin ismidir (Râğıb el-İsfahani, el-Müfredat, I02)
İşte Cehennem'in en açık vasfı ateş olduğu için bazen, Cehennem yerine ateş manasına "nâr" kullanılır: "Şüplıesiz ki münâfıklar nâr (Cehenneın)'ın en aşağı tabakasındadırlar " (en-Nisâ, 4/145)
Kur'an-ı Kerîm'de Cehennem'in yedi kapısının olduğu belirtilmektedir
"Cehennemin yedi kapısı olup, her kapıdan onların girecekleri ayrılmış bir kısım vardır " (el-Hicr, 15/44) Bu ayet iki şekilde tefsîr edilmiştir:
a- Cehenneme girecekler çok olduğu için;
b- Cezalandırma azgınlığın çeşit ve derecelerine göre olacağı için Cehennem'in yedi kapısı veya tabakası vardır Bu kapı veya tabakalar şunlardır:
1- Cehennem; yukarıda söz konusu edildiği şekilde Kur'an-ı Kerîm'in yetmişyedi ayetinde geçmektedir
2- Lâzâ (alevli ateş): "Hayrı' (Allah onu azabdan kurtarmaz) Çünkü o Cehenneın alevli bir ateştir" (el-Meâric, 70/15)
3- Saîr (pılgın ateş): "O şeytanlara (ahirette) çılgın ateş azabı hazırladık " (el-Mülk, 67/5) Ayrıca on beş ayette daha bu isimle geçmektedir (22/4; 31/21; 34/12 vs)
4- Sakar (kırmızı ateş): "Hem ey Rasûlüm bilir misin, nedir o sakar (Cehennem) " (el-Müddessir, 14/27)
5- Hâviye (uçurum): "O, kızgın bir ateştir " (el-Kâria, 101/9-11)
6-Hutame (kalbleri saran ateşli kaygı): "Şüphesiz o, Hutame ye (ateşe) atılacaktır" (Hümeze, 104/4)
7- Cahim (yanan kızgın ateş):
"Küfredenler ve ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar Cahim'in yarânıdırlar " (el-Mâide, 5/10)
Cehennem'de görülecek azabın miktar, şiddet ve şekillerini ancak Allah ve Rasûlü'nün bizlere bildirmesiyle ve bildirdikleri kadarıyla bilebiliriz Kur'an-ı Kerîm'de belirtildiğine göre;
a- Cehennem kâfirleri çepeçevre kuşatır: "Cehennem inkâr edenleri şüphesiz çepeçevre kuşatacaktır " (el-Tevbe, 9/49)
b- Cehennem ateşi sönmez: "Biz sapık kimseleri kıyamet günü yüzü koyun, körler, dilsizler ve sağırlar olarak haşrederiz Varacakları yer Cehennem'dir Onun ateşi ne zaman sönmeye yüz tutsa hemen alevini artırırz " (İsrâ, 17/97)
c- Cehennem dolmak bilmez: "O,gün Cehennem'e: "doldun mu?"deriz O! " Daha var mı?" der " (Kaf, 50/30)
d- Kaynarken çıkardığı ses: "Rablerini inkâr eden kimseler için Cehennem azabı vardır Ne kötü bir dönüştür Oraya atıldıkları zaman onun kaynarken çıkardığı uğultuyu işitirler Nerede ise öfkesinden çatlayacak gibi olur İçine her bir topluluğun atılmasında bekçileri onlara: "size bir uyarıcı gelmemiş miydi" diye sorarlar Onlar evet, doğrusu bize bir uyarırı geldi; fakat biz yalanladık ve Allah hiç bir şey indirmemiştir, siz büyük bir sapıklık içerisindesiniz, demiştik " derler " (el-Mülk, 67/6-9)
e- "Ateş onların yüzlerini yalar, dişleri sırıtıp kalır " (el-Mü'minün, 23/104)
f- "Boyunlarında halkalar ve zincirler olarak kaynar suya sürülür, sonra ateşte yakılırlar " (el-Mü'min, 40/70-72)
g- İnkâr edenlere ateşten elbiseler kesilmiştir- Başlarına kaynar su dökülür de bununla karınlarındakiler ve derileri eritilir Demir topuzlar da onlar içindir Orada uğradıkları gamdan ne zaman çıkmak isteseler, her defasında oraya geri çevrilirler Ve kendilerine "yakıcı azabı tadın"denir (el-Hâcc, 22/19-22)
h- Derileri yandıkça azabı tatmaları için yeniden başka derilerle değiştirilir (en-Nisâ, 4/56)
i- Ölümü isterler fakat azabları devamlıdır, ölmezler (bk 43/74-77; 35/36)
Hz Peygamber'in ifadesine göre:
"Cehennem ateşi (miktarca ve sayıca) dünya ateşleri üzerine altmış dokuz derece fazla kılınmıştır Bunlardan her birinin harareti bütün dünya ateşinin harareti gibidir " (Tecrîd-i Sârih Tercüme ve Şerhi, IX, 50)
Kur'an-ı Kerîm, Cehennem ehlinin çekeceği azap ve yiyecekleri hakkında da bir takım tasvir ve izahlarda bulunur: "(Nasıl) ağırlanmak için bu (nimet) mi hayırlı yoksa zakkum ağacı mı? Biz onu zalimler için bir fitne (sınama vesilesi veya azap) kıldık O, Cehennem'in dibinde çıkan bir ağaçtır Tomurcukları şeytanların başları gibidir Onlar ondan yiyecekler ve karınlarını onunla dolduracaklar Sonra onların, bunun üzerine kaynar su karıştırılmış bir içkileri vardır (Yedikleri zakkum, boğazlarını yakar) Yanan boğazlarını dindirmek için içecek bir şey ararlar Ama kaynar su katılmış kusuntu ve irinden başka içecek bulamazlar" (Sâffat, 37/62/67) "O ayetlerimizi inkâr edenleri yakında bir ateşe sokacağız, (öyle ki) derileri piştikçe azabı tatsınlar diye onlara başka deriler vereceğiz! Şüphesiz Allah daima üstün ve hikmet sahibidir" (en-Nisâ, 4/56)
Cezalar, işlenen suçlar cinsinden olacaktır Dilleriyle suç işleyenlerin cezaları dillerine; elleriyle günah işleyenlerin cezaları ellerine vs tatbik edilecektir
Cehennem'in yakacağı hakkında da Kur'an'da bilgi verilmekte ve şöyle denilmektedir: "Ey inananlar, kendinizi ve ailenizi bir ateşten koruyun ki, onun yakıtı insanlar ve taşlardır " (et-Tahrîm, 66/6)
Kur'an'da Cennet ehli ile Cehennem ehli arasında konuşmalar yapılacağı da belirtilerek bu konuşmalardan nakiller yapılmaktadır: "O gün münâfık erkekler ve münâfık kadınlar (sür'atle Cennet'e girmekte olan) müminlere derler ki: "(Ne olur) bize bakın da sizin nurunuzdan alalım" Onlara: "Arkanıza dönün de nur arayın!" denilir (Kendileriyle alay eden bu ses, onlara diyor ki: Arkada kalan dünyaya dönün nur orada aranır Nurun kaynağı, dünyada yapılan işlerdir Böyle denilir ve müminlerle münafıkların) aralarına kapılı bir sur çekilir ki, onun içinde rahmet vardır Dış yönünde de azap (Münafıklar), onlara seslenirler: "Biz de sizinle beraber değil miydik" Müminler derler ki: "Evet ama, siz kendi canlarınıza kötülük ettiniz (İnananların başlarına felaket gelmesini) gözlediniz Şüphe ettiniz, kuruntular sizi aldattı Allah'ın emri (olan ölüm) gelinceye kadar (böyle hareket ettiniz) O çok aldatıcı (şeytan) sizi Allah hakkında aldattı " (el-Hadîd, 57/13-14) Başka bir yerde de şöyle anlatılır:
"Cennet halkı, ateş halkına seslendi: Rabbimiz'in bize vadettiğini biz gerçek bulduk Siz de Rabbiniz'in size vadettiğini gerçek buldunuz mu? (Onlar da): Evet dediler ve aralarında bir ünleyici: Allah'ın lâneti zalimlerin üzerine olsun! diye ünledi" (el-Â 'raf, 7/44-45)
İnsanın eğitimi ve iyi davranışlara yönlendirilmesi açısından Cennet ve Cehennem inancının dünya hayatına etkileri açıktır Kişi, gizli ve açık yaptığı her şeyin karşılığını, bulacağını ve Cehennem'deki cezânın dehşetini hatırladığında, elbette hareketlerine çeki düzen verme ihtiyacını duyacaktır
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
CENAZENİN KEFENLENMESİ
Ölü, yıkandıktan sonra, kefenin ıslanmaması için kurulanır
Kefen üç çeşittir: 1- Erkeğe göre, "kamis", boyun kökünden ayaklara kadar olur Yen ve yakası olmaz Etrafı uygulanmaz 2- "İzar" ile "Lifâfe", baştan ayağa kadar uzun olur Lifâfe en üste geleceği ve baş ve ayak uçlarından düğümleneceği için izardan daha uzun tutulur
Kadında baş örtüsü ile göğüs örtüsü fazla olacağından kadında sünnet olan kefen beş kattır 3-Yeterli sayılan kefendir ki erkeğe göre izar ile lifâfe'den ibaret olmak üzere iki kat, kadına göre ise bir de baş örtüsü ile üç kattır Ancak zarurete binaen kadın ve erkek için "setre"; yeterli ne bulunursa ona sarılacak şeydir Nitekim sahabeden bir kısmı zarûretden dolayı sahip oldukları elbiseleriyle kefenlenip defnolunmuşlardır
Malın azlığı ve varislerin çokluğu söz konusu olunca ikinci kefenleme; mal çok varisler az ise birinci tür kefenleme yapmak sünnettir Kefen-i zarûret ise hiçbir malı olmayan için düşünülebilir Zarûret olmadıkça tek kefene sarılmaz Kefenin beyaz pamuklu bezden olması daha faziletlidir Yenisi veya yıkanmış olmasında fark yoktur Kefenler, içine ölü sarılmadan önce tütsülenir Ancak beşten fazla tütsülenmez
Kadının saçları örgü edilerek göğsü üstünde toplanır Onun üzerine başörtüsü yüzüyle beraber örtülür
CENAZENİN TAŞINMASI VE DEFNİ
Cenazeyi kabre kadar taşımak bir mümine yapılacak en son hizmetlerdendir Bu taşıma aynı zamanda bir ibadettir Bilhassa namaz kılınan yerlerde, mezarlıkla namaz kılınan yerin yakınlığı durumlarında cenazeyi vasıta ile taşımak bu ibadeti terk etmek olur
Sünnet üzere, cenazeyi tabutun dört tarafından dört kişi tutarak taşır Tabutun dört tarafından onar adım taşımak müstehaptır Daha çok taşımanın sevabı da çoktur Önce cenaze sağ ön tarafından, sonra sağ arka tarafından taşınır Sonra sol tarafına geçilerek sol ön ve sol arka tarafından omuzlanır Böylece her tarafından onar adım olmak üzere kırk adım taşınmış olur cenazeyi acele götürmek de müstehaptır Zira o iyi bir kişi ise kabirde karşılaşacağı iyi hâle bir an önce kavuşturulmuş olur Kötü bir kişi ise bir an önce şerrinden ve yükünden kurtulmuş olunur
Cenazeyi takip edenler, yolda lüzumsuz lâkırdı etmezler Yüksek sesle konuşmazlar Hatta yüksek sesle zikretmez ve Kur'an okumazlar Ölümü ve ahireti düşünürler
Cenaze kabre konacağında, kabre inen bir kaç kişi cenazeyi alarak yüzü kıbleye karşı, başı batıya gelmek üzere sağ yanına yatırırlar Bu esnada: "Bismillahi ve ala milleti Rasûlillahi" (Allah'ın adı ile ve Rasûlullah'ın milleti (dini) üzere derler Kefenin bürgüsünün baş ve ayak tarafındaki bağları çözerler Kadını kabre mahreminin indirmesi evlâdır
Cenazenin arkasına, cesedi toprağın sıkıştırmasından koruyacak taş, tahta gibi şeyler dizilir Sonra kabır, toprakla doldurulup örtülür Bu arada kabir başında Kur'an'dan bazı sûrelerin okunması mümkündür Bu arada salih bir kişi kalkıp ölünün baş tarafında ve yüzü hizasında durup ölünün anasının adı ve ölünün adı ile üç defa "Yâ filan oğlu -kızı- filân" der ve aşağıdaki telkinatı yapar: "Ey filân oğlu -kızı- filân Dünyada iken Allah'tan başka ilâh yoktur, Muhammed Allah'ın elçisidir, Cennet haktır, Cehennem de haktır, öldükten sonra dirilmek de haktır Şüphesiz kıyamet günü gelecektir Allah, kabırde olanları diriltecektir" diye yaptığın şahitliği hatırla Sen, Rab olarak Allah'a din olarak İslâm'a, Rasûl olarak Muhammed'e önder olarak Kur'an'a, kıble olarak Kâbe'ye, kardeşlerin olarak müminlere razı olmuştun De ki:
"Allah'tan başka ilâh yoktur, ona dayandım O, ulu arşın sahibidir" Ey Allah'ın kulu de ki, "Allah'tan başka ilâh yoktur De ki, Rabbim Allah'tır, dinim İslâm'dır, Rasûlüm Muhammed (sas)'dir Yâ Rabbi onu yalnız bırakma Sen, mülk verenlerin en hayırlısısın"
Ölünün evinde yemek vermek, ölü sahibine başsağlığı dilemek, kabırleri zaman zaman ziyaret etmek sünnettir Başsağlığı dilemek üç gün içinde müstehaptır, sonrası sünnete aykırıdır
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
CENNET
Peygamberlerin davetine uyarak iman edip, dünya ve ahirete ait işleri, kulluk vazifelerini elden geldiği kadar güzel bir şekilde yapan temiz ve müttakî kişiler için hazırlanmış bir huzur ve saadet yurdudur Kısaca ahiretteki nimetler yurdunun adıdır Çoğulu Cinân ve Cennât'tır
Kur'an-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerde Cennet, çeşitli şekillerde tasvir edilmiştir Bilhassa Kur'an-ı Kerîm'de ağaçları altından ırmaklar akan Cennetler şeklinde anlatılmaktadır:
"Cennet takva sahiplerine, uzak olmayarak yaklaştırılmıştır İşte size va'dolunan, gördüğünüz şu Cennet'tir ki, O, Allah'ın taatına dönen onun (hudud ve ahkâmına) riayet eden çok esirgeyici Allah'a bütün samimiyetiyle gıyâben saygı gösteren, hakkın taatına yönelmiş bir kalble gelen kimselere aittir " (Kâf, 50/31-33)
"Tövbe edenler, iyi amel ve harekette bulunanlar öyle değil Çünkü bunlar hiç bir şeyle haksızlığa uğratılmayarak Cennet'e, çok esirgeyici Allah'ın kullarına gıyâben va'd buyurduğu Adn Cennet'lerine gireceklerdir Onun vadi şüphesiz yerini bulacaktır Orada selâmdan başka boş bir söz işitmeyeceklerdir Orada sabah, akşam rızıkları da ayaklarına gelecektir O, öyle Cennet'tir ki biz ona kullarımızdan gerçekten müttakî olanları vâris kılacağız " (Meryem, 18/60-63)
Cennet, bu dünyada yapılan iyiliklerin ahirette Allah tarafından verilen karşılığıdır Kur'an'da Cenâb-ı Allah şöyle buyurmaktadır:
"Adn Cennetleri vardır ki altlarından ırmaklar akar Onlar orada ebedî kalıcıdırlar İşte günahlardan temizlenenlerin mükâfatı" (Tâhâ, 20/76)
Kur'an'da Cennet'in niteliklerinden bazılarına şu şekilde değinilir:
1- Altlarından ırmaklar akan, birbiri üzerine bina edilmiş yüksek köşkler (ez-Zümer, 39/20), güzel meskenler (et-Tevbe, 9/72)
2- Türlü ağaç ve meyvalara, akar kaynaklara, görünüş ve kokusu güzel, isteyenlerin yanına kadar sarktığından koparılması kolay, türlü bol meyvelere sahip (er-Rahmân, 55/58-54)
3- Gönlün çekeceği her türlü yemek ve etler, türlü kokulu içecekler, temiz şaraplar ve çeşit çeşit tükenmez nimetleri içeren bir mekân
"Onlara Cennet'te bir meyve, içlerinin çekeceği bir et verdik (vereceğiz)" (et-Tûr, 52/21)
"Canların isteyeceği ve gözlerin hoşlanacağı ne varsa, hepsi oradadır Siz de orada devamlı olarak kalacaksınız İşte bu, sizin çalıştığınız ameller sebebiyle mirasçı kılındığınız Cennet'tir Sizin için orada çok meyveler vardır, onlardan yiyeceksiniz" (ez-Zuhruf 43/71-73)
"Cennet şarabından (dünya Şarabı gibi) mide ızdırabı yoktur" (Saffât, 37/47)
4- Cennet'te hayat sonsuzdur, kin yoktur, boş lâf ve günah'a sokacak söz işitilmiş "Biz o Cennetliklerin kalblerindeki kinleri çıkarır atarız Hepsi kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıya otururlar Orada kendilerine hiç bir zahmet dokunmaz ve onlar oradan çıkarılacak da değillerdir" (el-Hicr, 15/47-48)
"Onlar Cennet'te ne bir boş laf işitirler ne de bir hezeyan Ancak bir söz işitirler: Selâm (birbirleriyle selâmlaşır dururlar)" (el-Vâkıa, 56/25-26)
5- Cennet nimetleri insan hayalinin erişemeyeceği güzelliktedir Cennet'i aslında dünya ölçüleriyle tarif etmek mümkün değildir Bununla beraber Cennet'teki eşsiz nimet ve saltanatı anlayabilmemiz için Allah Teâlâ onu bize şu şekilde tasvir etmiştir:
"İşte bu yüzden Allah onları o günün fenâlığından esirger (Yüzlerine) parlaklık, (gönüllerine) sevinç verir Sabretmelerine karşılık onlara Cennet'i ve oradaki ipekleri lütfeder Orada koltuklara kurulmuş olarak bulunurlar Ne yakıcı sıcak görürler orada, ne de dondurucu soğuk Ağaçlarının gölgeleri üzerlerine sarkar; kolayca koparılabilen meyveleri istifadelerine sunulur Yanlarında gümüş kaplar ve billür kaselerle, gümüşî beyazlıkta (billûr gibi) şeffâf kupalarla dolaşılır ki (Cennet sakinleri bunlara dolduracakları Cennet şarabını Cennet'teki insanların iştahları) ölçüsünde tavin ve takdir ederler Onlara orada bir kâseden içirilir ki karışımında zencefil vardır (Bu şarap) orada bir pınardandır ki adına Selsebil denir Cennettekilerin etrafında öyle ölümsüz genç nedenler dolaşır ki, onları gördüğünde kendilerini etrafa saçılıp dağılmış inciler sanırsın Ne yana bakarsan bak, (yığınla) nimet ve ulu bir saltanat görürsün Üzerlerinde ince yeşil ipekli, parlak atlastan elbiseler vardır Gümüş bilezikler takınmışlardır Rableri onlara tertemiz içecekler içirir Onlara: "İşte bu sizin işlediklerinizin karşılığıdır, çalışmalarınız şükre değer" denir " (el-İnsan, 76/11-22)
Cennet'in tasviri konusunda söylenecek son söz şu kudsî hadis*in ifade ettiği durumdur: Hz Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: "Salih kullanım için ben, Cennet'te hiç bir gözün görmediği hiç bir kulağın işitmediği ve hiç bir insan gönlünün hatırlamadığı bir takım nimetler hazırladım" (et-Tâc, el-Câmiu li'l-Usül, fî ahâdisi'r-Rasul, V, 402)
Başka bir hadislerinde de, Rasûlullah (sas) Cennet'in gümüş ve âltın ker***ten yapıldığını, harcının misk, taşlarının inci ve yakut olduğunu, oraya girenlerin bolluk ve refâh içinde, üzüntüsüz ve kedersiz yaşayacağını ebedî kalacaklarını, ölmeyeceklerini, elbiselerinin eskimeyeceğini ve gençliklerinin yok olmayacağını ifade eder (et-Tâc, aynı yer)
Ehl-i Sünnet inancına göre mü'minler Cennet'te Allah'ı görecekler, bu onlar için en büyük nimet olacaktır Buna "Rü'yetullah*" denir Bu hususta Kur'ân-ı Kerîm'de: "O gün Rablerine bakan ter-ü tâze (ışık saçan) yüzler vardır " (el-Kryame, 75/22-23) buyrulur Rasûlullah da bir hadislerinde şöyle buyurur: "Siz gerçekten tıpkı şu ayı gördüğünüz gibi, Rabbinizi gözle (açıkça) göreceksiniz Onu görmekte haksızlığa uğramıyacak, izdihâma düşmeyeceksiniz " (Buhârî, Mevâkıt 16, 26) Suheyb (ra)'ın rivayetine göre Peygamber (sas): "iyi iş ve güzel amel işleyenlere daha güzel karşılık ve bir de ziyâde (Allah'ı görmek) vardır " (Yunus, 10/26), ayetini okuduktan sonra şöyle buyurdu: "Cennetlikler Cennet'e girdiği zaman Allah (c c) şöyle buyuracak: " Size daha da vermemi istediğiniz bir şey var mı?" Cennetlikler de Şöyle derler: "Yüzlerimizi ak çıkarmadın mı, bizi Cennet'e koymadın mı, bizi Cehennem'den kurtarmadın mı? (o yeter)" Rasûlullah sözlerine devam buyurarak: "Cenâb-ı Hak perdeyi kaldırır, Cennetliklere artık Rablerine bakmaktan daha sevimli gelecek hiç bir şey verilmiş olmaz " (Müslim'in rivayeti, et-Tâc, V, 423)
Müminlerin Allah'ü Teâlâ'yı Cennet'te görmeleri, herhangi bir yön, yer ve şekilden uzak olarak vukû bulacaktır Bunun keyfiyeti bizce meçhuldür "Allah bilir" deriz Kur'an ve Sünnet'te bildirildiği için kesinlikle böyle inanırız Ehl-i Sünnet inancına göre, Cennet halen vardır, yaratılmıştır, hazırlanmıştır Nitekim şu ayet bunu açıkça ifade eder: "Rabbinizin mağfiretine ve eni göklerle yer kadar olan Cennet'e koşun O Cennet takva sâhipleri için hazırlanmıştır " (Âli İmrân, 3/133)
Enes b Mâlik (ra)'den rivayet olunan bir hadiste de Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmuşlardır:
"Demincek Cennet ile Cehennem şu duvarın yüzünde bana arz olundu " (Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi, II, 483)
Başka bir hadislerinde şöyle buyururlar: "Cennet bana yaklaştı, (yaklaştı), o kadar ki, eğer cür'et edeydim salkımlarından bir tânesini (alıp) size getirebilecektim " (Aynı eser, II, 713)
Bu Hadislerden de anlaşılacağı gibi, Cennet yaratılmış olup hâlen mevcuttur
Cennetlikler: Kur'an ve Sünnet'te ifade buyrulduğuna göre, peygamberlerin davetine uyup iman eden ve amel-i sâlih işleyen kimseler Cennet'e gireceklerdir Bu kimseler Cennetliktir Esasen Allah'a ve insanlara karşı görevlerini yerine getirmekle insan daha dünyada iken manevî bir huzura kavuşur, maddî refah sağlanır ama tam manasıyla huzur ve kardeşlik Cennet'te gerçekleşir: "Takva sahipleri, elbette Cennet'lerde ve pınarlardadırlar Girin oraya selâmetle, emin olarak Biz, O Cennetliklerin kalblerindeki kinleri çıkarır atarız Hepsi kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıya otururlar Orada kendilerine hiç bir zahmet dokunmaz ve onlar oradan çıkarılacak da değiller " (el-Hicr, 15/45-48)
Kur'an-ı Kerîm namazını eksiksiz kılanların, malından bir kısmını yoksullara ayıranların, ceza-hüküm gününe inananların, Allah'ın gazabından korkanların, ırzlarına sahip olanların, sözlerine ve emânete sadık kalanların, doğru şahitlikte bulunanların Cennete gireceklerini bildirmektedir (el-Meâric, 70/23, 24, 25, 26, 27, 29, 33) Ayrıca Cenâb-ı Hakk'ın rızasını dileyerek sabredenlere (er-Ra'd, 13/20, 21, 22, 23); şükredenlere (el-Ahkâf, 35/15-16) yürekten tövbe edenlere (et-Tahrim, 66/8); Allah yolunda canını feda eden şehitler (el-Bakara, 2/154) ve Allah'a yönelmiş bir kalble idealize olmuş müslümanlara "Allah'ın ölçüsünde Allah'a yönelenlere" (Kaf, 50/31-34) içinde ebedî kalınacak Cennet'e girecekleri yüce Rabbimiz tarafından müjdelenmiştir
Cennetliklerin hallerini dile getiren Kur'an ayetlerinden bazılarında şöyle buyrulur:
"İman edip sâlih amel işleyen kimseleri, Rableri, imanları sebebiyle, ağaçları altından ırmaklar akan, nimeti bol Cennetler'e hidâyet buyurur Bunların, Cennet'te duâları: Allah'ım, seni tesbih ve tenzih ederiz sözüdür ve aralarındaki dilekleri de hep selâmdır Duâlarının sonu ise; "Bütün hamdler, âlemlerin Rabbine mahsustur" gerçeğidir" (Yunus, 10/9-10)
"Kim de O'na bir mümin olarak sâlih ameller işlemiş olduğu halde varırsa, işte onlara en yüksek dereceler var "
" Adn Cennetleri vardır ki, (ağaçları) altından nehirler akar, orada ebedî kalacaklar İşte böyle Cennetler' de ebedî kalış, küfür ve isyandan temizlenenlerin mükâfatıdır" (Tâhâ, 20/75-76)
"İmran b Husayn (ra)'dan rivayete göre Hz Peygamber (sas) Cennet ehlinin çoğunun fakirler olduğunu ifade buyurmuşlardır (Tecrid-i Sarih Tercemesi, IX, 40) Hadis yorumcuları bunu şöyle açıklarlar Bir çok kötülükleri insana mal işletir Çoğu insan mal yüzünden azar Onun için maldan mahrum fakirler çoğunluğu oluşturduğundan bunların Cennet ehlinin çoğunluğunu teşkil etmesi de olağandır
Cennet'e ilk giren bir cemâatin yüzleri ayın ondördüncü gecesindeki gibi berraktır Onlardan sonra girenler de en keskin ışık yayan yıldızlar gibidir Hz Muhammed (sas)'in ümmetinden yetmiş bin, yahut yediyüz bin kişi hesap ve ikap görmeksizin ilk olarak Cennet'e girecektir (Tecrid-i Sarih Tercemesi, IV, 41-43)
Hadislerden öğrendiğimize göre (Tecrid-i Sarih Tercemesi, II, 845) Cennete en son girecek kimseye, bu dünya kadar, bu dünyanın on misli kadar Cennet verilecektir Çeşitli rivayetlerle sabittir ki, son sözü Kelimei Tevhîd olan kimsenin mükâfatı Cennet'tir (Tecrid-i Sarih Tercemesi, IV, 264-275) Bu durumu hadisçiler şöyle yorumlarlar: Lâ ilâhe illallah, Cennet'in anahtarıdır, ancak bu anahtarın dişleri vardır, onlarda ilâhi emirlere bağlı olmak itaat ve ibadet etmektir Bir de "Lâ ilâhe illallah" demekle, birinin müslümanlığına hükmedilmez, "Muhammedün Rasûlullah" (Muhammed Allah'ın peygamberidir) sözünü de eklemesi gerekir Hatta İslâm dininden başka bütün dinlerden uzak olması icab eder Bu inançta olan kimse, ehl-i kebâir (büyük günah işleyen) de olsa, günahı kadar Cehennem'de ceza gördükten sonra Cennet'e girecektir Nitekim Muaz b Cebel (ra)'ın Hz Peygamber (sas)'den rivayet ettiği şu hadis meseleyi açıklığa kavuşturur:
"-Hiç bir kimse yoktur ki, kalben tasdik ederek Allah'dan başka ilâh olmadığına ve Muhammed (sas)'in, Allah'ın kulu ve resûlü olduğuna Şehadet etsin de, Allah ona Cehennem'i haram etmiş olmasın (herhalde harâm eder)" (Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, IV 271)
Ehl-i Sünnet ve'l-Cemâat inancına göre, "Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Rasûlullah" diyen ve bunun gereğince iman edip salih amel işleyen her kimse Allah'ın izniyle mutlaka Cennet'e girecektir Cennetlikler, hastalık, sakatlık, ihtiyarlık, huysuzluk vs hallerden uzak olarak yaşayacaklardır
CENNET NEVİLERİ VE MERTEBELERİ 1-Cennetü'n-Nâim: "Beni Cennetü'n-Nâim'in varislerinden kıl " (Şuârâ, 26/85) Ayrıca (bk el-Mâide, 5/65; et-Tevbe, 9/21; Yunus, 10/9)
2-Cennetü'l-Adn: "Şüphesiz ki, iman edenler ve güzel amel işleyenler yok mu, işte onlar mahlûkatın en hayırlısıdırlar Onların mükâfâtı Rableri katında And Cennetleridir ki onların altlarından nehirler akar, orada onlar ebedî kalıcıdırlar, Allah onlardan razı olmuştur, onlar da ondan razı olmuşlardır Bu Rabb'inden korkanlar içindir " (Beyyine, 98/8, Ayrıca bk et-Tevbe, 9/72; er-Ra'd, 13/23; en-Nahl, 16/31)
3-Cennetü'l-Firdevs: "Şüphesiz, iman edip güzel amel işleyenler için barınak olarak Firdevs Cennetleri vardır " (el-Kehf,18/107 ve el-Mü'minun, 23/11)
4-Cennetü'l-Me'vâ: "Iman edip güzel amel işleyenlere gelince, onlar için Me'vâ Cennetleri vardır " (Secde, 32/19 ve En-Necm, 53/15)
5-Dârü's-Selâm: "Halbuki Allah Dârü's-Selâm'a çağırıyor ve O, dilediği kimseleri dosdoğru bir yola hidâyet buyurur " (Yunus, 10/25 ve el-En'âm, 6/127)
6-Dârü'l-Huld: "O Rab ki, fazlından bizi durulacak yurda (Cennet'e) kondurdu" (Fâtır, 35/35)
Her ne kadar Ibn Abbâs Cennet'in tabakalarını yedi ile sınırlandırmışsa da, ayetlerden anlaşıldığına göre, Cennet'in bir çok tabakası vardır Burada Ibn Abbâs'ın haber verdiği ve ayetlerde adları geçen Cennet tabakaları, Cennet'in en yüksek tabakalarıdır Çünkü bu tabakalarda da bir çok tabaka vardır Nitekim Allah Teâlâ'nın Nâim Cennetleri veya "Firdevs Cennetleri" şeklindeki çoğul ifade eden ayetleri buna delildir Ayrıca Ümmü Hârise Hadisinde bu gerçek Hz Peygamberin dilinden ifade olunmuştur Ümmü Harise Bedir'de şehit olan çocuğu hakkında Hz Peygamber'den bilgi almak üzere gelmiş ve ona Rasûlullah bir çok Cennet olduğunu belirterek, çocuğunun da "Firdevs-i Â'lâ'da" olduğunu söylemek suretiyle teselli etmiştir (Mansur Ali Nâsıf, et-Tâcü' el-Câmi' li'l-Usul, fi Ahadisi'r-Rasûl, Istanbul (ty), V, 4033)
Nitekim Müslim'in Ebû Sâid el-Hudrî'den rivayet ettiği hadiste de, Allah yolunda cihat edenlerin, cihatları sebebiyle Cennet'te yüz derece yükselecekleri, her derecenin arasının ise, yer ile gök arasındaki mesâfe kadar olduğu, Hz Peygamber tarafından haber verilmektedir (Müslim, Imâre, 116) Hadiste sözü edilen dereceler konusunda ise şu ihtimaller öne sürülmüştür Bu dereceleri zahiriyle anlamak mümkündür Gerçekten söz konusu derecelerin, zahirinden anlaşıldığı üzere, birbirinden daha yüksek menziller (tabakalar) olması muhtemeldir Buna karşılık, yükseklikten kasdın, Cennet'teki nimetlerin çokluğu, insanın veya bir başka yaratığın hiç aklına bile gelmemiş, gönlünden dahi geçmemiş iyiliklerin büyüklüğü veya çokluğu anlamında olması muhtemeldir Zira Allah Teâlâ'nın mücâhide lutfettiği iyilik veya cömertlik türleri birbirinden çok farklıdır, birbirinden üstündür Buna göre, nimetlerin fazilet (üstünlük) konusundaki farklılıkları uzaklık açısından yer ile gök arasındaki mesafe gibidir Fakat el-Kadî Iyad (544/1149) birinci görüşü tercih etmiştir (en-Nevevi, Şerhu Müslim, Kahire (ty), XIII 28)
Yine Buhârî'nin bir rivayetinde Hz Peygamber, Allah yolunda savaşan mücâhidler için Cennet'te yüz derece (tabaka) hazırlandığını ve iki derecenin arasının yerle gök arası gibi olduğunu haber vermekte ve sözlerine devamla "Allah'dan istediğiniz zaman Firdevs'i isteyin Çünkü Firdevs, Cennet'in ortası ve Cennet'in en yükseğidir () Firdevs'ten Cennet nehirleri doğar" buyurmaktadır (Buhârî, Cihad 4)
Aynî, "Firdevs, Cennetin ortasıdır (vasatıdır)" cümlesini, Cennet'in en iyi yeri veya üstünü (efdali) olarak yorumlar ve bu görüşüne "Böylece sizi en hayırlı bir ümmet kıldık" (el-Bakara, 2/143) ayetinde geçen "vesetan" kelimesini delil getirir (el-Aynî, Umdetü'l-Kârî fî Şerhi Sahihi'l-Buhârî, Istanbul 1309, VI, 539) Çeşitli rivayetlerde Firdevs Cenneti'nin güzellikleri dile getirilmiştir Diğer taraftan hadiste söz konusu edilen Cennet dereceleri arasındaki mesafelerin çeşitli rivayetlere göre "yüz senelik mesafe", "Beş yüz senelik mesafe" şeklinde değiştiğine işaret edelim (el-Aynî, aynı yer)
Bütün bu ayet, hadis ve âlimlerin yorumlarından Cennet'in birçok tabakası olduğu anlaşılmaktadır Bu tabakalardan bazılarının daha yüce ve nimetlerinin daha güzel veya daha efdal olması sebebiyle isimleri bize bildirilmiştir Firdevs Cenneti mertebece en yüksek olan Cennet tabakasıdır (Ayrıca bkz et-Taberi, Tefsir, Mısır 1954, XVI 37-8)
CENNET TABAKALARI:
İbn Abbâs (ra)'dan gelen bir rivayette, Cennetin yedi tabakası olduğu haber verilmektedir Bunlar, Firdevs, Adn Cennet'i, Nâim Cennet'i, Daru'l-Huld, Me'va Cennet'i, Daru's-Selâm ve İlliyyûn'dur Bu tabakalardan her birinde, müminlerin yaptıkları iyi işler karşılığında girecekleri veya yükselecekleri derece veya mertebeler vardır (el-Beydâvî, Envâru't-Tenzîl, Beyrut (ty), I, 119) Bunlar:
1-Cennetü'n-Nâim: "Beni Cennetü'n-Nâim'in varislerinden kıl " (Şuârâ, 26/85) Ayrıca (bk el-Mâide, 5/65; et-Tevbe, 9/21; Yunus, 10/9)
2-Cennetü'l-Adn: "Şüphesiz ki, iman edenler ve güzel amel işleyenler yok mu, işte onlar mahlûkatın en hayırlısıdırlar Onların mükâfâtı Rableri katında And Cennetleridir ki onların altlarından nehirler akar, orada onlar ebedî kalıcıdırlar, Allah onlardan razı olmuştur, onlar da ondan razı olmuşlardır Bu Rabb'inden korkanlar içindir " (Beyyine, 98/8, Ayrıca bk et-Tevbe, 9/72; er-Ra'd, 13/23; en-Nahl, 16/31)
3-Cennetü'l-Firdevs: "Şüphesiz, iman edip güzel amel işleyenler için barınak olarak Firdevs Cennetleri vardır " (el-Kehf,18/107 ve el-Mü'minun, 23/11)
4-Cennetü'l-Me'vâ: "İman edip güzel amel işleyenlere gelince, onlar için Me'vâ Cennetleri vardır " (Secde, 32/19 ve En-Necm, 53/15)
5-Dârü's-Selâm: "Halbuki Allah Dârü's-Selâm'a çağırıyor ve O, dilediği kimseleri dosdoğru bir yola hidâyet buyurur " (Yunus, 10/25 ve el-En'âm, 6/127)
6-Dârü'l-Huld: "O Rab ki, fazlından bizi durulacak yurda (Cennet'e) kondurdu" (Fâtır, 35/35)
Her ne kadar İbn Abbâs Cennet'in tabakalarını yedi ile sınırlandırmışsa da, ayetlerden anlaşıldığına göre, Cennet'in bir çok tabakası vardır Burada İbn Abbâs'ın haber verdiği ve ayetlerde adları geçen Cennet tabakaları, Cennet'in en yüksek tabakalarıdır Çünkü bu tabakalarda da bir çok tabaka vardır Nitekim Allah Teâlâ'nın Nâim Cennetleri veya "Firdevs Cennetleri" şeklindeki çoğul ifade eden ayetleri buna delildir Ayrıca Ümmü Hârise Hadisinde bu gerçek Hz Peygamberin dilinden ifade olunmuştur Ümmü Harise Bedir'de şehit olan çocuğu hakkında Hz Peygamber'den bilgi almak üzere gelmiş ve ona Rasûlullah bir çok Cennet olduğunu belirterek, çocuğunun da "Firdevs-i Â'lâ'da" olduğunu söylemek suretiyle teselli etmiştir (Mansur Ali Nâsıf, et-Tâcü' el-Câmi' li'l-Usul, fi Ahadisi'r-Rasûl, İstanbul (ty), V, 4033)
Nitekim Müslim'in Ebû Sâid el-Hudrî'den rivayet ettiği hadiste de, Allah yolunda cihat edenlerin, cihatları sebebiyle Cennet'te yüz derece yükselecekleri, her derecenin arasının ise, yer ile gök arasındaki mesâfe kadar olduğu, Hz Peygamber tarafından haber verilmektedir (Müslim, İmâre, 116) Hadiste sözü edilen dereceler konusunda ise şu ihtimaller öne sürülmüştür Bu dereceleri zahiriyle anlamak mümkündür Gerçekten söz konusu derecelerin, zahirinden anlaşıldığı üzere, birbirinden daha yüksek menziller (tabakalar) olması muhtemeldir Buna karşılık, yükseklikten kasdın, Cennet'teki nimetlerin çokluğu, insanın veya bir başka yaratığın hiç aklına bile gelmemiş, gönlünden dahi geçmemiş iyiliklerin büyüklüğü veya çokluğu anlamında olması muhtemeldir Zira Allah Teâlâ'nın mücâhide lutfettiği iyilik veya cömertlik türleri birbirinden çok farklıdır, birbirinden üstündür Buna göre, nimetlerin fazilet (üstünlük) konusundaki farklılıkları uzaklık açısından yer ile gök arasındaki mesafe gibidir Fakat el-Kadî Iyad (544/1149) birinci görüşü tercih etmiştir (en-Nevevi, Şerhu Müslim, Kahire (ty), XIII 28)
Yine Buhârî'nin bir rivayetinde Hz Peygamber, Allah yolunda savaşan mücâhidler için Cennet'te yüz derece (tabaka) hazırlandığını ve iki derecenin arasının yerle gök arası gibi olduğunu haber vermekte ve sözlerine devamla "Allah'dan istediğiniz zaman Firdevs'i isteyin Çünkü Firdevs, Cennet'in ortası ve Cennet'in en yükseğidir () Firdevs'ten Cennet nehirleri doğar" buyurmaktadır (Buhârî, Cihad 4)
Aynî, "Firdevs, Cennetin ortasıdır (vasatıdır)" cümlesini, Cennet'in en iyi yeri veya üstünü (efdali) olarak yorumlar ve bu görüşüne "Böylece sizi en hayırlı bir ümmet kıldık" (el-Bakara, 2/143) ayetinde geçen "vesetan" kelimesini delil getirir (el-Aynî, Umdetü'l-Kârî fî Şerhi Sahihi'l-Buhârî, İstanbul 1309, VI, 539) Çeşitli rivayetlerde Firdevs Cenneti'nin güzellikleri dile getirilmiştir Diğer taraftan hadiste söz konusu edilen Cennet dereceleri arasındaki mesafelerin çeşitli rivayetlere göre "yüz senelik mesafe", "Beş yüz senelik mesafe" şeklinde değiştiğine işaret edelim (el-Aynî, aynı yer)
Bütün bu ayet, hadis ve âlimlerin yorumlarından Cennet'in birçok tabakası olduğu anlaşılmaktadır Bu tabakalardan bazılarının daha yüce ve nimetlerinin daha güzel veya daha efdal olması sebebiyle isimleri bize bildirilmiştir Firdevs Cenneti mertebece en yüksek olan Cennet tabakasıdır (Ayrıca bkz et-Taberi, Tefsir, Mısır 1954, XVI 37-8)
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
CİHÂD
İslâm'ın yükselmesi, korunması ve yayılması için her türlü çalışmada bulunmak, uğraşmak, gayret sarfetmek ve bu yolda sıcak ve soğuk savaşa girmektir Daha açık bir ifade ile Allah (cc) tarafından kullarına verilmiş olan bedenî, malî ve zihnî kuvvetleri Allah yolunda kullanmak, o yolda feda etmektir İnsanın maddî-manevî bütün varlığını Allah yolunda ortaya koyarak Hakk'ın düşmanlarını ortadan kaldırmak için savaşması "cihad"dır
İslâm'da cihad farzdır Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor: "Hoşunuza gitmese de düşmanla savaşmak üzerinize farz kılındı" (el-Bakara, 2/216) "Herhangi bir fitne kalmayıncaya ve din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla çarpışın " (el-Bakara, 2/193) "Allah'a ve ahiret gününe inanmayan kişilerle savaşınız" (et-Tevbe, 9/29); "Sizinle toptan savaştıkları gibi siz de müşriklerle savaşınız " (et-Tevbe, 9/36) Hz Peygamber (sas)'de "Cihad kıyamete kadar devam edecek bir farzdır" (Ebû Davûd, el-Cihad, 33) buyurmuştur
Yalnız, bu farz bazı hallerde farz-ı ayın; bazı hallerde ise farz-ı kifayedir Müslümanlar içinden sadece bir grup cihadın gayesini gerçekleştirebiliyor, müslümanların yurt, mal, ırz, namus ve haysiyetlerini düşmanlara karşı koruyabiliyorsa o taktirde cihad farz-ı kifaye olmuş olur ve diğer müslümanların üzerinden sorumluluk kalkar Şayet fert fert gücü yeten her müslümanın düşmana karşı koyma gereği varsa o zaman farz-ı ayın olur; herkesin bizzat cihâd etmesi icab eder
Cihâdın gayesi, yeryüzünden fitneyi kaldırmak ve hakkı yüceltmektir İslâm'da savaş, intikam, öldürme yağma, baskı ve zulüm yapmak için değil: bunları ortadan kaldırmak için yapılır Müslüman olmayanları zorla İslâm'a sokmak yoktur Cihad'dan maksat, insanları baskılardan kurtarmak, İslâm'ın yüce gerçeklerini onlara duyurmak ve kendi rızalarıyla müslüman olabilecekleri onamları hazırlamaktır
İslâm'ın gayesi toprak ele geçirmek değildir O yalnız bir bölge ve kıta ile yetinmez İslâm bütün dünyanın saadet ve refahını düşünür Bütün insanlığa, kendisinin beşeri sistemlerden ve diğer dinlerden daha üstün âlemşumül bir din olduğunu göstermek ister Bu yüce maksadı gerçekleştirmek için müslümanların bütün güçlerini seferber eder İşte bu bitmeyen cehd ve uğraşmaya, büyük bir enerji ile çalışma işine ve meşrû bütün yollara başvurma gayretine cihad denir Yeryüzünde zorbalar, batılın ve fitnenin devamını isteyenler, şirk ve müşrikler ile küfür sistemleri var oldukça, onların yeryüzünde yayacakları kötülüklerine karşı bir emniyet olan cihad da devam edecektir Bu bakımdan cihadın İslâm'da önemli bir yeri vardır Hz Peygamber'e, hangi amelin daha faziletli olduğu sorulduğunda, "İman ve Allah yolunda cihad'dır" (Tecrîd-î Sarîh Tercümesi, VII, 445), buyurarak cihadın imandan hemen sonra geldiğine, imanın cihadla varlığını sürdüreceğine işaret etmişlerdir Ayrıca Allah yolunda savaşanları, gazilik ve şehitlik rütbesine erenleri öven ve onlar için büyük nimetler ve dereceler bulunduğunu haber veren birçok ayet ve hadis vardır
Müslümanlar savaşı istemezler Ama savaş vukû bulunca sabır ve metanetle savaşırlar Zira Hz Peygamber (sas): "Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyiniz Fakat düşmanla karşı karşıya gelirseniz sabrediniz, direniniz " (Buharî, Cihad, 112, 156, Müslim, Cihad 19, 20; Ebû Davud, Cihad, 89) buyurmuştur Müslümanlar savaş anında Allah'a güvenir ve Allah'ın kendileriyle beraber olduğunu bilirler Onun şu buyruğunu hiç akıllarından çıkarmazlar "Ey peygamber; sana da sana tâbi olan müminlere de Allah yeter (el-Enfâl, 8/64)
İslâmiyet'e göre cihad, bize harp açanlara (el-Bakara, 2/190) verdikleri sözü tutmayıp tekrar dinimize saldıranlara (et-Tevbe, 9/12-13), Allah'a ve ahiret gününe inanmayarak, Allah ve Peygamberin haram kıldığı şeyleri haram kabul etmeyenlere karşı (et-Tevbe, 9/29), yeryüzünde fitneyi söküp atmak ve Allah'ın dinini hâkim kılmak (el-Bakara 2/19) gayesi ile meşrû kılınmıştır
Müslümanlar savaş için düşman memleketine girip bir şehri veya bir kaleyi muhasara ettikleri zaman, önce onları İslâm'a davet ederler Kabul ederlerse kendileriyle savaşmazlar Şayet İslâm'ı kabul etmezlerse İslâm devletine cizye vergisi vermesini isterler Verirlerse mal ve can güvenliğini elde ederler Bunu da kabul etmezlerse geriye savaşmak kalır
Bu durumda cihad için şu şartlar gerekir:
a- Düşman, İslam'a girmeleri için yapılan çağrıyı yahut cizye vermeyi reddetmiş olmalıdır
b- Müslümanlarla düşman arasında herhangi bir anlaşma sözkonusu olmamaktır
c- Müslümanlarda cihad için gerekli askerî güç siyasî otorite bulunmalıdır
Bütün bu hususlar bir araya geldiğinde cihadın farziyeti gerçekleşir O zaman düşmanla yapılacak savaşta şehirler yakılabilir, insanlar öldürülebilir ve düşmanın savaş gücü her şekilde zayıflatılmaya çalışılır Yalnız kadın, çocuk, kötürüm, yaşlı ve körler öldürülmez Barış, İslam devleti için uygun olduğu zaman yapılabilir Düşmana hiç bir şekilde silâh vb savunma vasıtası satılamaz Bir müslüman topluluğu kâfirlere emân verirse, bunlarla, yeryüzünde fesat çıkarma ve İslâm'a saldırma durumu hariç, savaşılmaz Cihad, bizzat sıcak bir savaş olacağı gibi normal şartlarda mal, dil ve kalple de yapılabilir Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: Müminler Allah ve Rasûlüne iman ederler, sonra da şüpheye düşmezler Hak yolunda malları ve canları ile cihad ederler İşte sadakat sahibi kimseler bunlardır" (el-Hucûrât, 49/15)
Hz Peygamber (sas) ise: "Müşriklerle mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihad ediniz" Allah benden evvel hiç bir ümmete bir nebi göndermemiştir ki, ümmet içinde kendisine yardımcı olan havârîlere, yerleştirdiği geleneklere göre hareket eden arkadaşlara ve emirlerine itaat eden dostlara sahip olmamış olsun Sonra bunları bir nesil takip eder Onlar yapmadıklarını söyler, emredilmeyen işleri yaparlar Bunlarla eli ile fiilen mücadele eden mümindir, dili ile mücadele eden mümindir kalbi ile mücahede eden mümindir Bunun dışında kalanların hardal tanesi kadar da olsa imanları yoktur" (Müslim, İman 20); "Şüphesiz ki mümin kılıcı ve dili ile cihad eder" (İbn Hanbel, VI, 387), buyurmuşlardır
İslâmiyet'in ilk devrelerinde müminlere İslâm düşmanlarına karşı yumuşak davranmaları, eziyetlerine katlanmaları müdafaa kasdıyla da olsa karşılık vermemeleri; sadece öğüt vererek İslâm'a davet yolunu takip etmeleri emredilmiştir Bir ayet-i kerimede, "Siz, şimdilik, Allah onlar hakkındaki emrini getirinceye kadar affedin, hoş görün Şüphesiz ki Allah her şeye kâdirdir" (el-Bakara, 2/109) buyurulmuştur Çünkü o zaman müslümanlar sayı ve imkân bakımından son derece zayıftı Düşmana karşı koyacak güçleri yoktu Müslümanların adedi ve kuvveti biraz daha çoğalınca kendilerine ve akidelerine karşı direnenlerle savaşmalarına izin verildi Müslümanlar büsbütün güçlenip düşmanları mağlup edecek seviyeye gelince de cihad müsaadesi verildi " Artık saldırıya uğrayan müminlere zulme uğratıldıkları için cihad etme izni verildi " (el-Hacc, 22/39) Bu izin Medine döneminde olmuştur
Ayrıca Allah Teâlâ'nın " Allah uğrunda gereği gibi cihad edin" (el-Hacc, 22/79), buyruğuyla, müslümanların nasıl davranması gerektiği belirlenmiştir " Müminler ancak Allah'a ve Peygamberine iman eden, sonra şüpheye düşmeyen; Allah uğrunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenlerdir İşte onlar doğru olanlardır " (el Hucurât, 49/15) ayetinden de cihadın mal ve canla yapılacağını öğreniyoruz Cihad konusundaki diğer ayet ve hadisler de göz önüne alındığında, cihadın başlıca şu çeşitlere ayrıldığını görürüz:
1- Nefs'e Karşı Cihad Şüphesiz en güç cihad, insanın nefsiyle ve nefsinin arzularına karşı yaptığı cihaddır Müslüman, gerçek cihadı nefsine karşı verir Nefsine karşı cihadı kazanamayan, düşmanın karşısına çıkmak için kendisinde güç ve cesaret bulamaz Hz Peygamber Tebük seferinden dönüşte ashabına şöyle buyurmuştu: " Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz" (Adûnî, Keşfu'l-Hafâ', I, 425) Bu hadisinde Hz Peygamber, en kalabalık bir ordu ile katıldığı Tebük seferini "küçük cihad" olarak vasıflandırırken; nefse karşı verilecek mücadeleyi "büyük cihad" olarak nitelendirmektedir " Hakiki mücahid nefsine karşı cihad açan kimsedir" (Tirmizî, Cihad, 2) hadîsi de aynı manayı ifade etmektedir
Aynı meâlde başka hadis-i şerifler de vardır Bütün bunlar bize, insanın nefsi ile, nefsinin boş ve mânâsız, hatta gayr-ı meşrû istekleri ile mücadele etmesinin cihad olarak değerlendirildiğini göstermektedir
2- İlim İle Cihad
Cihad'ın başka bir çeşidi de ilim ile yapılan cihaddır Dünyadaki bütün kötülüklerin sebebi cehalettir Hakk'a ulaşmak isteyen herkesin cehaletten kurtulması, ondan uzaklaşması gerekir
Bilginin ortaya koyduğu delillerin gönüller üzerinde icra ettiği tesiri silâh gücü ile temin etmek mümkün değildir Onun için şöyle buyurulmuştur:
"Ey Muhammed! İnsanları Rabbi'nin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış Doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir O, doğru yolda olanları da en iyi bilir " (en-Nahl 16/125)
Temeli ilim yoluyla tebliğ ve davete dayanan İslâmiyette, bu tebliğ faaliyetinin adı "ilim ile cihad"dır Bu usûle "Kur'an ile cihad" da denilir En güzel mücadele şekli Kur'an'ın mücadele şeklidir Bunun için Cenâb-ı Hak:
"Sen kâfirlere uyma, uyanlara karşı Kur'an ile büyük bir cihadla cihad et" (el-Furkan, 25/52) buyurmuştur Ayet-i kerimede Kur'an ile cihadın "büyük cihad" olarak belirtilmesi, Kur'an'ın ilim ile cihad konusuna ne kadar önem verdiğini göstermektedir Hak ve hakikatı, en tehlikeli zamanda bile, hiç bir şeyden korkmadan ve çekinmeden olduğu gibi söylemek de bir çeşit cihaddır Rasûlullah (sas) bu konuda şöyle buyurmuştur:
"Zalim bir hükümdar karşısında hak ve adaleti açıkça söylemek, büyük bir cihaddır " (İbn Mâce, Fiten, 4011)
3- Mal İle Cihad
Mal ile cihad, Allah Teâla'nın insana ihsan etmiş bulunduğu mal ve servetin yine Allah (cc) yolunda harcanması demektir
Bilindiği gibi dünyada her iş para ile yapılmaktadır Hakkın korunması ve zafere ulaşılması da yine paraya bağlıdır Bunun için mal ile cihadın önemi büyüktür Müslümanların, İslâm'ın yücelmesi hakkın muzaffer olması için her türlü mal, servet ve paralarını bu yolda fedâ etmeleri mal ile cihaddır
Hz Peygamber'in, mal ile cihad hususundaki teşvik edici sözleri ashabı kiramı harekete geçirmiş ve kendileri yoksulluk içinde sıkıntılı bir hayat geçirirken, mal ile cihad farızasını edâ edebilmek için elde avuçta ne varsa getirip Rasûlullah'a vermişlerdir Bu konuda Kur'an-ı Kerîm'de de pek çok ayeti kerîme vardır Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:
"İman edip hicret eden, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad eden, (mücâhidlere) yer veren ve yardım edenlerin hepsi birbirinin vekilidir " (el-Enfal, 8/72)
"Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla savaşın Bilseniz bu sizin hakkınızda ne kadar hayırlıdır " (et-Tevbe, 9/41)
"Allah, mallarıyla, canlarıyla mücadele edenleri derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır " (en-Nisâ, 4/95)
4- Savaşarak Cihad Yapmak
Cihad, müslümanlara farıdır Her müslümanın nefsi ile, ilim ve malı ile sürekli cihad yapması, böylece dinin korunması, Hakk'ın galip kılınması için çalışması gerekir Bazen "İ'lây-ı kelimetullah" yani Allah adının yüceltilmesi dinin korunup yayılması içinde elde silâh düşmanla savaşmak icab edebilir Bu en büyük cihaddır ve müslümanlara farzdır Hattâ cihad denildiği zaman ilk akla gelen husus, düşmanla sıcak savaşa girmektir
Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:
"Sizinle savaşanlarla; Allah yolunda siz de savaşın Fakat haksız yere saldırmayın" (el-Bakara, 2/190)
Bu ilâhi emir Allah yolunda, İslâm uğrunda savaşmanın ve İslâm yurdunu düşmana karşı korumanın cihad olduğunu bize ifade etmektedir Hz Peygamber (sas) de bir hadis-i şeriflerinde; ganimet elde etmek, şan ve şöhrete ulaşmak, mevki ve makam elde etmek için yapılan savaşın cihad olmadığını, cihadın, Allah (cc)'ın adının yüceltilmesi (İ'lây-ı kelimetullah) için yapılan savaş olduğunu haber vermiştir
Çağımızda bir takım gruplar her ne kadar savaşsız bir dünyanın özlemini dile getirmekte ve bunun için açık veya gizli savaş aleyhtarı faaliyetler sürdürmekte iseler de, bu hiç bir zaman, binlerce yıldan beri devam eden gerçeği değiştirmeyecek ve savaşlar sürüp gidecektir Cenâb-ı Hak bu değişmez gerçeği aşağıdaki ayet-i kerîmede bize haber vermiştir:
"Hoşunuza gitmediği halde, savaş size farz kılındı Hoşunuza gitmeyen bir Şey, hakkınızda hayırlı olabilir Hoşunuza giden bir şey de, hakkınızda kötü olabilir Bunları Allah bilir, siz bilemezsiniz " (el-Bakara, 2/216)
"Savaşan, ancak kendi öz canı için savaşmış olur Allah hiç bir şeye muhtaç değildir " (el-Ankebut, 29/6)
İslâm dini müslümanlara şerefli bir hayat yaşatmayı hedef edinmiştir Bu sebeple bu dinin emrettiği savaş, savunma savaşı, zâlimlerden mazlumları kurtarma savaşı, her yere adalet götürme savaşı ve müslümanların haysiyetini koruma savaşıdır Kur'an-ı Kerîm'de:
"Kendilerine karşı savaş ilân olunduğunda zulme uğrayanlara cihad etmeleri için izin verildi Hak Teâlâ onlara yardıma hakkıyla Kadirdir" (el-Hac, 22/39) buyurulup meşrû savunma savaşına izin verilirken her an savaşa hazır olmak da emredilmiştir
Savaşın önemini ısrarla belirten İslâm dini ve onun yüce kitabı, barışın da gereğine işaret etmekte, barış teklifi düşmandan geldiği takdirde taviz vermeden teklifin yerine getirilmesini istemektedir:
" Eğer onlar barış isterlerse sen de onu kabul et Allah'a güven ve dayan"
"Her şeyi işiten, herşeyi hakkıyla gören O'dur Onlar seni aldatmak isterlerse, şunu kesin olarak bil ki, Allah sana yeter Seni,yardımlarıyla ve müminlerle destekleyen O'dur" (el-Enfâl, 8/63)
İslâm, müslümanlara yapılan tecavüzlerin hiç birinin karşılıksız bırakılmamasını istemektedir:
"O halde, size karşı tecavüz edenlere siz de aynıyla mukabele edin " (el-Bakara, 2/194)
Yeryüzünde fitne kalmayıncaya kadar müslümanların cihada devam etmelerini isteyen İslâm, savaş hukukunu da en güzel şekilde tanzim etmiştir Allah Teâlâ'nın:
" Andlaşma yaptığınızda Allah'ın ahdini (andlaşma hükümlerini) yerine getirin" (en-Nahl, 16/91)
"Haddi aşmayın, Allah haddi aşanları sevmez" (el-Bakara, 2/190) buyurması; Peygamber Efendimiz'in cephe gerisinde bulunan kadın, çocuk, ihtiyar ve din adamlarının öldürülmemesini, savaşçılara işkence edilmemesini çapulculuk yapılmamasını istemesi, İslâm savaş hukukunun temel kuralları olmuştur
Dinimizin müslümanlara farz kıldığı cihadın fazileti ve bu emri yerine getirenlerin Allah katında ulaşacakları yücelikler Kur'an-ı Kerim'de şöyle haber verilmektedir:
"Allah Teâlâ, Cennet'e karşılık müminlerin canlarını ve mallarını satın aldı Onlar Allah yolunda savaşırlar Savaş meydanında şehît ve gazi olurlar Allah'ın bu öyle bir vâdidir ki, Tevrat'ta da, İncil'de de, Kur'an'da da sabittir Kim Allah'tan daha çok vadini yerine getirir? Yaptığınız bu hayırlı alış verişten dolayı sevinin İşte büyük kurtuluş budur" (et-Tevbe, 9/111)
"Ey mü'minler! Sizi çetin bir azabdan kurtaracak bir ticaret yolu göstereyim mi? O da şudur: Allah'a ve Rasûlüne iman eder ve Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla savaşırsınız Bir bilseniz bu iş sizin için ne kadar hayırlıdır Bu takdirde Allah sizin günahlarınızı mağfiret eder, altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn Cennetlerindeki hoş konutlara koyar İşte büyük kurtuluş budur" (es-Saf, 6/10-12) Cihadın fazileti hakkında Hz Peygamber (sas) de şöyle buyurur:
"Rasûlullah'a: "-hangi iş daha hayırlıdır?" diye soruldu " Allah'a ve Peygamberine iman etmektir " dedi
"-Sonra hangisi faziletlidir, denildi: Allah yolunda cihaddır" cevabım verdi sonra "hangisidir?" sorusuna karşı da: "-Makbûl olan hac'dır, " buyurdu" (Buhâri, İman, 18)
Abdullah b Mes'ud şöyle anlatıyor: "Rasûlullah'a: -Yâ Rasûlallah, Allah katında hangi iş daha sevimlidir? diye sordum -Vaktinde kılınan namazdır, dedi -Sonra hangisidir? dedim -Anne ve babana iyilik etmendir, buyurdu Sonra hangisidir? sorusuna da: -Allah yolunda cihaddır, cevabını verdi" (Buhârî, Cihad, 1)
Ebû Zerr (ra)'den şöyle rivayet edilmiştir: "-Ya Rasûlallah, hangi amel daha faziletlidir?" dedim "Allah'a iman etmek ve onun yolunda savaşmaktır" buyurdu (Riyâzü's-Sâlihîn, II, 531)
Bir adam Peygamberimiz (sas)'e geldi ve: "-İnsanların hangisi efdaldır?" diye sordu Rasûlullah: "-Allah yolunda malı ve canı ile cihad eden mümin kişidir" buyurdu (Buhârî, Cihad, 2)
Elde silâh, din ve İslâm diyarı uğrunda hudut boylarında nöbet beklemenin asil bir görev olduğunu ve bunun Allah Teâlâ'yı ziyadesiyle memnun ettiğini bildiren Peygamberimiz (sas) şöyle buyurmuştur:
"Hudut ve İslâm diyarının muhafazası için bir gün, bir gece nöbet beklemek, bir ay (nafile olarak) gündüz oruç tutup gece namaz kılmaktan daha hayırlıdır" (Müslim, İmâre,163; Tirmizî, Cihad 2)
"İki çeşit gözü, Cehennem ateşi yakmaz: Biri Allah korkusundan ağlayan göz; diğeri Allah yolunda nöbet beklerken uyumayan göz " (Tirmizî, Fezâilü'l-Cihad, 12)
Görüldüğü gibi cihad ilâhi bir emir olup kadın erkek bütün müslümanlara farzdır Bu farzı yerine getirenler Cenâb-ı Hakk'ın hoşnutluğunu kazanacak ve ahirette yüce mertebelere ulaşacaklardır
Cenâb-ı Hak:
"Siz de düşmanlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve (cihad için) başlanıp beslenen atlar hazırlayın" (el-Enfâl, 8/60) buyurarak müslümanlara her zaman cihad için hazırlıklı olmalarını emretmiştir
İşte bütün bu ayet ve hadislerin ışığında cihad, dünya ve dünya malı için olmayan, Kelîme-i Tevhîd'in kabulü ve gönüllere yerleşmesi için gösterilen cehd ile bunun neticesinde kazanılan kardeşliğin adıdır Cihad; insanları, kula kul olmaktan kurtarıp Allah'a kul etmeğe davet edişin ve bu uğurda çekilen sıkıntıların adıdır Cihad, insanları, sınıf, zümre, parti ve bütün beşeri hegemonyalardan kurtarıp Allah'ın hâkimiyeti altına gönül rızası ile davet etmenin adıdır Kinsiz, kansız ve mutlu bir İslâm toplumu oluşturmak için gösterilen ihlaslı hareketin adıdır Cihad, her ferdin, kendisini günahlardan arındırıp Allah'a istiğfar etmesi, Allah'a yönelmesi, Allah'a yönelen insanlardan oluşan bir dünya kurması ve bu dünyada kendisi ve insanlar için yalnız Allah'ın hâkimiyetini istemesi ve bunun için devamlı hareket halinde olmasıdır Cihad, eskiden yapılan ve pişmanlık duyulan bütün yanlış işlerin aksini yapma gücüdür Cihad, zimmete geçirilen bütün hakları geri iade edebilmektir
Cihad, terkedilen hukukullahı telâfi etmektir Cihad, nefis ve bedendeki her türlü taklidi terk etmektir
Rasûlullah (sas)'ın torunu Hz Hasan der ki: "Adam Allah uğrunda cihad eder Halbuki bir kılıç vurmamış bulunur Sonra Allah uğrunda cihadın hakkı da; hak ve ihlâsa yakın bulunması, haksızlıktan ve kötü niyetlerden gücü yettiği oranda kusur ve ilgisizlikten uzak bulunmasıdır"
Cihad, insanları baskı ve zorlamadan korumak ve kurtarmaktır Zorlama ve baskı olmayan İslâm'a, insanları davet ederek Allah'ın adını yüceltmektir Cihad, herkesi, mensubu olduğu akîdeden zorla çıkarmaya çalışmayıp, hakkın kabulü ve yayılışına engel olmak isteyen ve gücünün yettiğine baskı yapan hak düşmanlarının kovulması ve her türlü engelin kaldırılması ile, sağlam kalp ve dosdoğru düşünen bir akıl için belirlenmiş en güzel nizamı, yani İslâm'ı hâkim kılmaktır Cihad, Hz Peygamber (sas)'in yaşayıp tebliğ ettiği İslâm'a yapışarak Allah yolunda kendini ve malını feda etmiş, orta yolu seçmiş, aşırılıktan sakınmış ilâh olarak Allah'ı ve onun hâkimiyetini tanımış, İslâm'ı bütün dinlerin üstünde ve tamamlanmış tek din kabul ederek bu dini müdafaa ve yaşanılır kılmak için çalışmak demektir Bunun için İslâm'da mutlak surette, öldürme, intikam, din değiştirmeye zorlama yoktur Düşmanı yenmek, onun kuvvet ve gücünü bertaraf edip, dinde serbest olarak Allah'ın hükmüne tabi tutmaktır ki, işte Allah'ın adını yüceltmek için yapılan cihad şekillerinden birisi de budur
Cihad, ne bir savunma savaşı ne düşmana saldırıda bulunup onu imha etme savaşıdır Kıtal ve kan dökme değildir Yahut bir üstünlük ve egemenlik kurarak insanları boyunduruk altına alma savaşı da değildir
İnsanlarla mücadele ve insanlar arası savaş ilişkilerini anlatan pek çok kelime varken, İslâm bu kelimeleri cihad kavramı yerine kullanmadı Meselâ, harp, kıtal, ezâ kelimeleri cihad kelimesinin yerini tutmamaktadır İslâm niçin eskiden Araplar'ın kullandığı harp vb gibi kelimeleri almadı da yepyeni bir ifade olan cihad tabirini aldı Bunun birinci sebebi, harp tabiri şahsi menfaatler, polemik oyunlar için ateşi sönmeyen, yangını çağlar boyu milletlerin, kabilelerin içinden çıkmayan kıtal anlamında kullanılmıştır Harplerde genellikle, kişisel ve toplumsal kinler hâkim olmuştur Harplerde fikir endişesi, bir akîdeyi galip kılma çabası göze çarpmaz
Cihad Allah İçindir ve Allah Yolundadır
İslâm'da cihad, hedefsiz, gayesiz bir savaş değildir İslâm'da cihad yalnız Allah yolunda olur Bu şart, cihaddan ayrılmaz İslâm'ın kendi hedeflerine varmak için niçin harp veya başka bir kelimeyi değil de; "cihad" kelimesini seçtiğini belirtirken, cihadın diğer kelimelerden farklı olduğunu ifade ettik Bu farklılığı sağlayan bir hususiyet de "Allah yolunda" ifadesinin ve kavramının cihad kelimesinin içinde bulunmasındandır "Allah yolunda" tabiri de İslâm'ın kendi mefkûresi için kullandığı terimler sözlüğünden bir terimdir Bu terimi de bir çok kişi yanlış anlamış, halkı İslâm inancına boyun eğdirip, İslâm'ı kabul ettirip bunun için zorlamak olduğu düşüncesini "Allah yolunda cihad" olarak düşünmüşlerdir
Gerçekte, "Allah yolunda" terimi, İslâm kavramları içinde onların düşündüğünden çok geniş bir anlam belirtir "Allah yolunda cihad" batılıların anladığı manada kutsal bir savaş değildir İslâm nazarında, toplumun fayda ve mutluluğu için, geçici dünya arzusunda bulunmadan yapılan her hareket "Allah yolunda"dır
Allah'ın sana verdiği malları geçici dünyalık faydalar umarak sarfedersen bu "Allah yolunda" olmak değildir Ama sırf Allah rızası için, bildiğin muhtaçlara yardım edersen şüphesiz ki bu "Allah yolunda" bir iştir İşte bu "Allah yolunda" terimi, yalnız İslâm'a mahsus; maddi menfaat ve arzulardan uzak, sırf Allah rızası umulan davranışlar için kullanılır Bunu yapan kimse bilir ki mümin kardeşlerinin saadeti için yaptığı her iş Allah rızası içindir Müminin geçici dünya hayatında istediği tek husus Allah Teâlâ'nın rızasını kazanmaktan başka bir şey değildir İşte yüce Allah, bu anlama işaret etmek için cihadı, "Allah yolunda" kaydıyla sınırlamıştır İslâm'ın istediği de budur Müslüman topluluk veya fert, batıl ve beşerî sistemleri yıkıp, yerine İslâm akîdesine dayalı bir sistemi getirirken, harcayacakları çabaları ve yapacakları her türlü fedakârlıkları, kişisel çıkarlardan, nefsânî arzulardan uzak tutmalıdır Bütün çırpınmalarının karşılığı olarak, hak ölçülerine uygun, adaletli bir sistemi getirmekten başka bir şey gözetmemelidirler Mümin, yaptığı şeylerin karşılığını bu dünyada beklemez Allah'ın kelâmını yüceltmek için, bu bitmeyen mücadelenin, dinmeyen savaşın karşılığında; mal, mülk, şan, şeref, rütbe, geçici dünyalık elde etme düşüncesi aklından geçmez
"İnananlar Allah yolunda savaşırlar, küfredenler ise tâğût yolunda savaşırlar" (en-Nisâ, 4/76)
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Allah, ancak kendi rızası için olan cihadı kabul eder Nefsânî arzulardan, kavmiyetçi kinlerden, kabilecilik taassubundan kopan savaşı değil Yeryüzündeki her canlı, hayatını devam ettirmek için çırpınıp durur Fıtrî gayesine ulaşmak için gece gündüz demeyip çalışır fakat müslümanın çırpınış ve çalışması başka gayelere yöneliktir O, yani, İslâm'a inanıp, onun sistemine bağlanan kimse, her şeyden önce İslâm inkılâbının gayesi olan Hakkı getirmek için canla başla, malla Allah yolunda cihad eder Bütün gücüyle şer güçleri yıkmak, fitne ve fesat tohumlarının yeryüzünde yayılmasına engel olmak için çalışır "Fitne yok olup din ve hâkimiyet yalnız Allah'ın oluncaya kadar" cihad eder İşte İslâmî cihad budur
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
CİHAD ALLAH İÇİNDİR VE ALLAH YOLUNDADIR Islâm'da cihad, hedefsiz, gayesiz bir savaş değildir Islâm'da cihad yalnız Allah yolunda olur Bu şart, cihaddan ayrılmaz İslam'ın kendi hedeflerine varmak için niçin harp veya başka bir kelimeyi değil de; "cihad" kelimesini seçtiğini belirtirken, cihadın diğer kelimelerden farklı olduğunu ifade ettik Bu farklılığı sağlayan bir hususiyet de "Allah yolunda" ifadesinin ve kavramının cihad kelimesinin içinde bulunmasındandır "Allah yolunda" tabiri de Islâm'ın kendi mefkûresi için kullandığı terimler sözlüğünden bir terimdir Bu terimi de bir çok kişi yanlış anlamış, halkı Islâm inancına boyun eğdirip, Islâm'ı kabul ettirip bunun için zorlamak olduğu düşüncesini "Allah yolunda cihad" olarak düşünmüşlerdir
Gerçekte, "Allah yolunda" terimi, Islâm kavramları içinde onların düşündüğünden çok geniş bir anlam belirtir "Allah yolunda cihad" batılıların anladığı manada kutsal bir savaş değildir Islâm nazarında, toplumun fayda ve mutluluğu için, geçici dünya arzusunda bulunmadan yapılan her hareket "Allah yolunda"dır
Allah'ın sana verdiği malları geçici dünyalık faydalar umarak sarfedersen bu "Allah yolunda" olmak değildir Ama sırf Allah rızası için, bildiğin muhtaçlara yardım edersen şüphesiz ki bu "Allah yolunda" bir iştir Işte bu "Allah yolunda" terimi, yalnız Islâm'a mahsus; maddi menfaat ve arzulardan uzak, sırf Allah rızası umulan davranışlar için kullanılır Bunu yapan kimse bilir ki mümin kardeşlerinin saadeti için yaptığı her iş Allah rızası içindir Müminin geçici dünya hayatında istediği tek husus Allah Teâlâ'nın rızasını kazanmaktan başka bir şey değildir Işte yüce Allah, bu anlama işaret etmek için cihadı, "Allah yolunda" kaydıyla sınırlamıştır İslam'ın istediği de budur Müslüman topluluk veya fert, batıl ve beşerî sistemleri yıkıp, yerine Islâm akîdesine dayalı bir sistemi getirirken, harcayacakları çabaları ve yapacakları her türlü fedakârlıkları, kişisel çıkarlardan, nefsânî arzulardan uzak tutmalıdır Bütün çırpınmalarının karşılığı olarak, hak ölçülerine uygun, adaletli bir sistemi getirmekten başka bir şey gözetmemelidirler Mümin, yaptığı şeylerin karşılığını bu dünyada beklemez Allah'ın kelâmını yüceltmek için, bu bitmeyen mücadelenin, dinmeyen savaşın karşılığında; mal, mülk, şan, şeref, rütbe, geçici dünyalık elde etme düşüncesi aklından geçmez
"Inananlar Allah yolunda savaşırlar, küfredenler ise tâğût yolunda savaşırlar" (en-Nisâ, 4/76)
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Allah, ancak kendi rızası için olan cihadı kabul eder Nefsânî arzulardan, kavmiyetçi kinlerden, kabilecilik taassubundan kopan savaşı değil Yeryüzündeki her canlı, hayatını devam ettirmek için çırpınıp durur Fıtrî gayesine ulaşmak için gece gündüz demeyip çalışır fakat müslümanın çırpınış ve çalışması başka gayelere yöneliktir O, yani, Islâm'a inanıp, onun sistemine bağlanan kimse, her şeyden önce Islâm inkılâbının gayesi olan Hakkıgetirmek için canla başla, malla Allah yolunda cihad eder Bütün gücüyle şer güçleri yıkmak, fitne ve fesat tohumlarının yeryüzünde yayılmasına engel olmak için çalışır "Fitne yok olup din ve hâkimiyet yalnız Allah'ın oluncaya kadar" cihad eder Işte Islâmî cihad budur
CİHÂD EMİRİ
Arapça'da "cihâd" kelimesi; bir amaca ulaşabilmek için, kişinin elinden gelen her türlü çabayı sarfetmesi anlamına gelir "Kutsal savaş" ile eş anlamlı değildir Bundan daha geniş bir anlamı vardır ve her türlü çabayı içerir Savaş, cihadın bir bölümü veya yerine göre bir safhasıdır Dille, kalemle, malla veya bizzat savaşa katılarak Allah yolunda yapılan tüm mücadeleler, hatta kişinin; Allah'ın emirlerini yerine getirme hususunda kendi nefsiyle mücadelesi, ıstılah olarak cihâd kavramına girer
"Emîr" ise, bir kavmin veya memleketin başı, reisi, genel vali ve ordu komutanı gibi anlamlara gelir
Buna göre "cihâd emîri"; cihâdı başlatmak veya yönetmekle görevli kimse dernektir Duruma göre, devlet reisi bu işi yürütebileceği gibi, kendi yerine bir başkasını görevlendirmesi de mümkündür Bu durumda "veliyyü'l-emr=(devlet reisi)"nin, savaşta askeri sevk ve idare etmesi için ordunun başına tayin ettiği kimseye "cihâd emîri" denir (Maverdî, el-Ahkâmü's-Sultâniyye, 37; Ö N Bilmen, "Istılahatı Fıkhiyye Kamusu ", III, 341)
Savaş için tayin edilen kumandanın makamına "İmâre ale'l-Cihâd = Cihâd Emîrliği" denir
Cihâd emîrliği iki kısımdır; Biri "imâret-i hâssa (özel anlamda emîrlik)"tir ki, yalnızca orduyu idareye ve harp işlerini yönetmeye mahsustur Diğeri, "imâret-i âmme (genel emîrlik)"tir Savaşı idare, ganimet mallarını taksim, barış sözleşmesi imzalama gibi bütün cihâd işlerini kapsayan emirliktir (Mâverdî, age, 37; Ö NB age, III, 341)
Harbe lüzum görülüp de bir ordu veya bir seriyye gönderileceği zaman "veliyyü'l-emr"in ilk yapacağı iş, bunların başlarına bir "emîr (komutan)" tayin etmektir Çünkü askeri sevk ve idare etmek, yönetimindekileri gözetmek, orduda birlik ve beraberliği sağlamak, gerekli hükümleri uygulamak için bir "emîr"e ihtiyaç vardır Zira her hâdisede devlet başkanına müracaat edilmesi bir takım zorlukları doğurabilir (Ö N Bilmen, age, III, 361)
Savaş; cesaret, iyi bir sevk ve idare, ganimetleri taksim hususunda hakkı koruma, güvenilir olma, hesap ve yazı bilme gibi hasletlere dayanır Bu yüzden devlet başkanı; bu iki görevi (savaşı yönetme, ganimetleri taksim) bir şahsa verebileceği gibi, ayrı ayrı kimselere de verebilir Bu konuda ehliyet ve ihtisas aranır
Şayet "veliyyü'l-emr", ganimetlerin taksimini "emîr-i harb (savaş emîri)" ile "emîr-i kısmet (ganimeti paylaştırma emîri)" olmak üzere, tayin edeceği iki şahsa verirse, bu hususta bunlardan herhangi biri yalnız başına hareket edemez; taksimi birlikte yapmaları icabeder
"Cihâd emîrliği"ne tayin edilecek zatın; adil, iyi bir yönetici, savaş siyasetini bilen, harb usulüne âşinâ, helâl ve haramı tanıyan, şefkat ve cesaretle muttasıf tehlikeleri umursamaz bir şekilde atılmaktan sakınan biri olması gerekir Zira bu özellikleri taşımayan bir kimsenin, "emîr" tayin edilmesiyle umulan faydalar sağlanamaz
Harbe kumandan tayin edilen zat, ordu içinde bulunma ihtimali olan casusları ve askerin maneviyatını bozacak zararlı davranışlarda bulunabilecek şahısları temizlemesi, orduyu teftiş ve kontrol etmekle meşgul olması icabeder
"Emîr"in soy ve fikir bakımından kendi soy ve fikrinde olanlara kendi mezhebinde bulunanlara meyletmemesi, soy, fikir ve mezhepte ayrı olanlara sırt çevirmemesi: ufak tefek bazı hâdiselere gereğinden fazla önem verip işi büyütmek suretiyle ihtilaf ve ayrılıklara yol açmaması gerekir" (Mâverdi, age, 39)
"Cihâd emîri", devlet başkanının vekilidir İslâm'da devlet başkanına itaat bir görev olduğu gibi; onun vekiline de itaat bir görevdir Hatta fertler, emîrin emrettiği veya yasakladığı şeylerin faydalı olup olmadıklarına bakmaksızın ona itaat etmeleri gerekir Çünkü bu şekilde içtihada dayanan hususlarda devlet başkanı veya vekiline itaat gereklidir Meselâ: Emîr, orduyu teşkil eden su taşıyıcıları, sağ cenah temsilcileri, sol cenah temsilcileri vb gruplara "hiç birinin harp halinde diğerine yardım için bulunduğu noktayı terketmemesini" tenbih edecek olursa, bu grupların yerlerinden kımıldamamaları gerekir İsterse bu gruplardan birinin düşman tarafından yenilgiye uğratılmasından endişe duyulsun (Ö N Bilmen, age, III, 362)
"Emîr"in emrettiği veya yasakladığı şeylerin Allah'a karşı bir masiyet yahut helâk olmayı gerektiren, uygun olmayan bir davranış olduğu herkes tarafından kabul edilirse, bu takdirde kendisine itaat gerekmez Çünkü Yaratan'a karşı gelmeyi gerektiren hususlarda, yaratılana itaat edilmesi caiz değildir "Üstün, kanuna aykırı emirlerine uyulmaz" kuralı mâlûmdur Buna rağmen böyle masiyeti gerektiren bir emir veya yasaklama durumunda sabır ve tahammül gösterilir, isyandan kaçınılır
Yukarda anılan durumlar, müslümanların, kendilerinden olan bir yönetici (veliyyü'l-emr) tarafından yönetildikleri dönemlere mahsustur Ülkeleri istilaya uğramış, başlarına tâğutlardan biri geçmiş olan müminlerin eli kolu bağlı oturmaları kendilerine yakışmaz Bu durumda da bir cihad emirinin başkanlığında cihad etmeleri üzerlerine farzdır Cihadı terketmeleri Allah'ın emirlerine karşı gelmek demektir Bu cihadın mutlaka silâhla yapılması da şart değildir Zamanı gelinceye kadar; dille, kalemle,malla, ve akla gelebilen her türlü vasıta ile yapılabilir Tâ ki müminler, aralarından kendilerine önderlik yapacak birini hazırlayıp, onun etrafında birlik olsunlar Böyle biri görev yüklenince de ona muhalefet etmek, yahut ona yardım etmemek cihadı terketmek demektir Normal zamanlarda devlet reisine itaat nasıl farz ise, bu durumda da müminlerin çevresinde birleştikleri "lider" yani cihad emirine itaat farzdır
CİHADIN CEŞİTLERİ
1- Nefs'e Karşı Cihad Şüphesiz en güç cihad, insanın nefsiyle ve nefsinin arzularına karşı yaptığı cihaddır Müslüman, gerçek cihadı nefsine karşı verir Nefsine karşı cihadı kazanamayan, düşmanın karşısına çıkmak için kendisinde güç ve cesaret bulamaz Hz Peygamber Tebük seferinden dönüşte ashabına şöyle buyurmuştu: " Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz" (Adûnî, Keşfu'l-Hafâ', I, 425) Bu hadisinde Hz Peygamber, en kalabalık bir ordu ile katıldığı Tebük seferini "küçük cihad" olarak vasıflandırırken; nefse karşı verilecek mücadeleyi "büyük cihad" olarak nitelendirmektedir " Hakiki mücahid nefsine karşı cihad açan kimsedir" (Tirmizî, Cihad, 2) hadîsi de aynı manayı ifade etmektedir
Aynı meâlde başka hadis-i şerifler de vardır Bütün bunlar bize, insanın nefsi ile, nefsinin boş ve mânâsız, hatta gayr-ı meşrû istekleri ile mücadele etmesinin cihad olarak değerlendirildığını göstermektedir
2- Ilim Ile Cihad
Cihad'ın başka bir çeşidi de ilim ile yapılan cihaddır Dünyadaki bütün kötülüklerin sebebi cehalettir Hakk'a ulaşmak isteyen herkesin cehaletten kurtulması, ondan uzaklaşması gerekir
Bilginin ortaya koyduğu delillerin gönüller üzerinde icra ettiği tesiri silâh gücü ile temin etmek mümkün değildir Onun için şöyle buyurulmuştur:
"Ey Muhammed! Insanları Rabbi'nin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış Doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir O, doğru yolda olanları da en iyi bilir " (en-Nahl 16/125)
Temeli ilim yoluyla tebliğ ve davete dayanan Islâmiyette, bu tebliğ faaliyetinin adı "ilim ile cihad"dır Bu usûle "Kur'an ile cihad" da denilir En güzel mücadele şekli Kur'an'ın mücadele şeklidir Bunun için Cenâb-ı Hak:"Sen kâfirlere uyma, uyanlara karşı Kur'an ile büyük bir cihadla cihad et" (el-Furkan, 25/52) buyurmuştur Ayet-i kerimede Kur'an ile cihadın "büyük cihad" olarak belirtilmesi, Kur'an'ın ilim ile cihad konusuna ne kadar önem verdiği göstermektedir Hak ve hakikatı, en tehlikeli zamanda bile, hiç bir şeyden korkmadan ve çekinmeden olduğu gibi söylemek de bir çeşit cihaddır Rasûlullah (sas) bu konuda şöyle buyurmuştur:
"Zalim bir hükümdar karşısında hak ve adaleti açıkça söylemek, büyük bir cihaddır " (Ibn Mâce, Fiten, 4011)
3- Mal Ile Cihad
Mal ile cihad, Allah Teâla'nın insana ihsan etmiş bulunduğu mal ve servetin yine Allah (cc) yolunda harcanması demektir
Bilindiği gibi dünyada her iş para ile yapılmaktadır Hakkın korunması ve zafere ulaşılması da yine paraya bağlıdır Bunun için mal ile cihadın önemi büyüktür Müslümanların, Islâm'ın yücelmesi hakkın muzaffer olması için her türlü mal, servet ve paralarını bu yolda fedâ etmeleri mal ile cihaddır
Hz Peygamber'in, mal ile cihad hususundaki teşvik edici sözleri ashabı kiramı harekete geçirmiş ve kendileri yoksulluk içinde sıkıntılı bir hayat geçirirken, mal ile cihad farızasını edâ edebilmek için elde avuçta ne varsa getirip Rasûlullah'a vermişlerdir Bu konuda Kur'an-ı Kerîm'de de pek çok ayeti kerîme vardır Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:
"Iman edip hicret eden, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad eden, (mücâhidlere) yer veren ve yardım edenlerin hepsi birbirinin vekilıdır " (el-Enfal, 8/72)
"Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla savaşın Bilseniz bu sizin hakkınızda ne kadar hayırlıdır " (et-Tevbe, 9/41)
"Allah, mallarıyla, canlarıyla mücadele edenleri derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır " (en-Nisâ, 4/95)
4- Savaşarak Cihad Yapmak
Cihad, müslümanlara farzdır Her müslümanın nefsi ile, ilim ve malı ile sürekli cihad yapması, böylece dinin korunması, Hakk'ın galip kılınması için çalışması gerekir Bazen "I'lây-ı kelimetullah" yani Allah adının yüceltilmesi dinin korunup yayılması içinde elde silâh düşmanla savaşmak icab edebilir Bu en büyük cihaddır ve müslümanlara farzdır Hattâ cihad denildiği zaman ilk akla gelen husus, düşmanla sıcak savaşa girmektir
Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:
"Sizinle savaşanlarla; Allah yolunda siz de savaşın Fakat haksız yere saldırmayın" (el-Bakara, 2/190)
Bu ilâhi emir Allah yolunda, Islâm uğrunda savaşmanın ve Islâm yurdunu düşmana karşı korumanın cihad olduğunu bize ifade etmektedir Hz Peygamber (sas) de bir hadis-i şeriflerinde; ganimet elde etmek, şan ve şöhrete ulaşmak, mevki ve makam elde etmek için yapılan savaşın cihad olmadığını, cihadın, Allah (cc)'ın adının yüceltilmesi (I'lây-ı kelimetullah) için yapılan savaş olduğunu haber vermiştir
Çağımızda bir takım gruplar her ne kadar savaşsız bir dünyanın özlemini dile getirmekte ve bunun için açık veya gizli savaş aleyhtarı faaliyetler sürdürmekte iseler de, bu hiç bir zaman, binlerce yıldan beri devam eden gerçeği değiştirmeyecek ve savaşlar sürüp gidecektir Cenâb-ı Hak bu değişmez gerçeği aşağıdaki ayet-i kerîmede bize haber vermiştir:
"Hoşunuza gitmediği halde, savaş size farz kılındı Hoşunuza gitmeyen bir Şey, hakkınızda hayırlı olabilir Hoşunuza giden bir şey de, hakkınızda kötü olabilir Bunları Allah bilir, siz bilemezsiniz " (el-Bakara, 2/216)
"Savaşan, ancak kendi öz canı için savaşmış olur Allah hiç bir şeye muhtaç değildir " (el-Ankebut, 29/6)
Islâm dini müslümanlara şerefli bir hayat yaşatmayı hedef edinmiştir Bu sebeple bu dinin emrettiği savaş, savunma savaşı, zâlimlerden mazlumları kurtarma savaşı, her yere adalet götürme savaşı ve müslümanların haysiyetini koruma savaşıdır Kur'an-ı Kerîm'de:
"Kendilerine karşı savaş ilân olunduğunda zulme uğrayanlara cihad etmeleri için izin verildi Hak Teâlâ onlara yardıma hakkıyla Kadirdir" (el-Hac, 22/39) buyurulup meşrû savunma savaşına izin verilirken her an savaşa hazır olmak da emredilmiştir
Savaşın önemini ısrarla belirten Islâm dini ve onun yüce kitabı, barışın da gereğine işaret etmekte, barış teklifi düşmandan geldiği takdirde tavız vermeden teklifin yerine getirilmesini istemektedir:
" Eğer onlar barış isterlerse sen de onu kabul et Allah'a güven ve dayan"
"Her şeyi işiten, herşeyi hakkıyla gören O'dur Onlar seni aldatmak isterlerse, şunu kesin olarak bil ki, Allah sana yeter Seni,yardımlarıyla ve müminlerle destekleyen O'dur" (el-Enfâl, 8/63)
Islâm, müslümanlara yapılan tecavüzlerin hiç birinin karşılıksız bırakılmamasını istemektedir:
"O halde, size karşı tecavüz edenlere siz de aynıyla mukabele edin " (el-Bakara, 2/194)
Yeryüzünde fitne kalmayıncaya kadar müslümanların cihada devam etmelerini isteyen Islâm, savaş hukukunu da en güzel şekilde tanzim etmiştir Allah Teâlâ'nın:
" Andlaşma yaptığınızda Allah'ın ahdini (andlaşma hükümlerini) yerine getirin" (en-Nahl, 16/91)
"Haddi aşmayın, Allah haddi aşanları sevmez" (el-Bakara, 2/190) buyurması; Peygamber Efendimiz'in cephe gerisinde bulunan kadın, çocuk, ihtiyar ve din adamlarının öldürülmemesini, savaşçılara işkence edilmemesini çapulculuk yapılmamasını istemesi, Islâm savaş hukukunun temel kuralları olmuştur
Dinimizin müslümanlara farz kıldığı cihadın fazileti ve bu emri yerine getirenlerin Allah katında ulaşacakları yücelikler Kur'an-ı Kerim'de şöyle haber verilmektedir:
"Allah Teâlâ, Cennet'e karşılık müminlerin canlarını ve mallarını satın aldı Onlar Allah yolunda savaşırlar Savaş meydanında şehît ve gazı olurlar Allah'ın bu öyle bir vâdidir ki, Tevrat'ta da, Incil'de de, Kur'an'da da sabittir Kim Allah'tan daha çok vadıni yerine getirir? Yaptığınız bu hayırlı alış verişten dolayı sevinin Işte büyük kurtuluş budur" (et-Tevbe, 9/111)
"Ey mü'minler! Sizi çetin bir azabdan kurtaracak bir ticaret yolu göstereyim mi? O da şudur: Allah'a ve Rasûlüne iman eder ve Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla savaşırsınız Bir bilseniz bu iş sizin için ne kadar hayırlıdır Bu takdirde Allah sizin günahlarınızı mağfiret eder, altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn Cennetlerindeki hoş konutlara koyar Işte büyük kurtuluş budur" (es-Saf, 6/10-12) Cihadın fazileti hakkında Hz Peygamber (sas) de şöyle buyurur:
"Rasûlullah'a: "-hangi iş daha hayırlıdır?" diye soruldu " Allah'a ve Peygamberine iman etmektir " dedi
"-Sonra hangisi faziletlidir, denildi: Allah yolunda cihaddır" cevabını verdi sonra "hangisidir?" sorusuna karşı da: "-Makbûl olan hac'dır, " buyurdu" (Buhâri, Iman, 18)
Abdullah b Mes'ud şöyle anlatıyor: "Rasûlullah'a: -Yâ Rasûlallah, Allah katında hangi iş daha sevimlidir? diye sordum -Vaktinde kılınan namazdır, dedi -Sonra hangisidir? dedim -Anne ve babana iyilik etmendir, buyurdu Sonra hangisidir? sorusuna da: -Allah yolunda cihaddır, cevabını verdi" (Buhârî, Cihad, 1)
Ebû Zerr (ra)'den şöyle rivayet edilmiştir: "-Ya Rasûlallah, hangi amel daha faziletlıdır?" dedim "Allah'a iman etmek ve onun yolunda savaşmaktır" buyurdu (Riyâzü's-Sâlihîn, II, 531)
Bir adam Peygamberimiz (sas)'e geldi ve: "-Insanların hangisi efdaldır?" diye sordu Rasûlullah: "-Allah yolunda malı ve canı ile cihad eden mümin kişidir" buyurdu (Buhârî, Cihad, 2)
Elde silâh, din ve Islâm diyarı uğrunda hudut boylarında nöbet beklemenin asıl bir görev olduğunu ve bunun Allah Teâlâ'yı ziyadeşiyle memnun ettiğini bildiren Peygamberimiz (sas) şöyle buyurmuştur:
"Hudut ve Islâm diyarının muhafazası için bir gün, bir gece nöbet beklemek, bir ay (nafile olarak) gündüz oruç tutup gece namaz kılmaktan daha hayırlıdır" (Müslim, Imâre,163; Tirmizî, Cihad 2)
"Iki çeşit gözü, Cehennem ateşi yakmaz: Biri Allah korkusundan ağlayan göz; diğeri Allah yolunda nöbet beklerken uyumayan göz " (Tirmizî, Fezâilü'l-Cihad, 12)
Görüldüğü gibi cihad ilâhi bir emir olup kadın erkek bütün müslümanlara farzdır Bu farzı yerine getirenler Cenâb-ı Hakk'ın hoşnutluğunu kazanacak ve ahirette yüce mertebelere ulaşacaklardır
Cenâb-ı Hak:
"Siz de düşmanlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve (cihad için) başlanıp beslenen atlar hazırlayın" (el-Enfâl, 8/60) buyurarak müslümanlara her zaman cihad için hazırlıklı olmalarını emretmiştir
Işte bütün bu ayet ve hadislerin ışığında cihad, dünya ve dünya malı için olmayan, Kelîme-i Tevhîd'in kabulü ve gönüllere yerleşmesi için gösterilen cehd ile bunun neticesinde kazanılan kardeşliğin adıdır Cihad; insanları, kula kul olmaktan kurtarıp Allah'a kul etmeğe davet edişin ve bu uğurda çekilen sıkıntıların adıdır Cihad, insanları, sınıf, zümre, parti ve bütün beşeri hegemonyalardan kurtarıp Allah'ın hâkimiyeti altına gönül rızası ile davet etmenin adıdır Kinsiz, kansız ve mutlu bir Islâm toplumu oluşturmak için gösterilen ihlaslı hareketin adıdır Cihad, her ferdin, kendisini günahlardan arındırıp Allah'a istiğfar etmesi, Allah'a yönelmesi, Allah'a yönelen insanlardan oluşan bir dünya kurması ve bu dünyada kendisi ve insanlar için yalnız Allah'ın hâkimiyetini istemesi ve bunun için devamlı hareket halinde olmasıdır Cihad, eskiden yapılan ve pişmanlık duyulan bütün yanlış işlerin aksini yapma gücüdür Cihad, zimmete geçirilen bütün hakları geri iade edebilmektir
Cihad, terkedilen hukukullahı telâfi etmektir Cihad, nefis ve bedendeki her türlü taklıdi terk etmektir
Rasûlullah (sas)'ın torunu Hz Hasan der ki: "Adam Allah uğrunda cihad eder Halbuki bir kılıç vurmamış bulunur Sonra Allah uğrunda cihadın hakkı da; hak ve ihlâsa yakın bulunması, haksızlıktan ve kötü niyetlerden gücü yettiği oranda kusur ve ilgisızlıkten uzak bulunmasıdır"
Cihad, insanları baskı ve zorlamadan korumak ve kurtarmaktır Zorlama ve baskı olmayan Islâm'a, insanları davet ederek Allah'ın adını yüceltmektir Cihad, herkesi, mensubu olduğu akîdeden zorla çıkarmaya çalışmayıp, hakkın kabulü ve yayılışına engel olmak isteyen ve gücünün yettiğine baskı yapan hak düşmanlarının kovulması ve her türlü engelin kaldırılması ile, sağlam kalp ve dosdoğru düşünen bir akıl için belirlenmiş en güzel nizamı, yani Islâm'ı hâkim kılmaktır Cihad, Hz Peygamber (sas)'in yaşayıp tebliğ ettiği Islâm'a yapışarak Allah yolunda kendini ve malını feda etmiş, orta yolu seçmiş, aşırılıktan sakınmış ilâh olarak Allah'ı ve onun hâkimiyetini tanımış, Islâm'ı bütün dinlerin üstünde ve tamamlanmış tek din kabul ederek bu dini müdafaa ve yaşanılır kılmak için çalışmak demektir Bunun için Islâm'da mutlak surette, öldürme, intikam, din değiştirmeye zorlama yoktur Düşmanı yenmek, onun kuvvet ve gücünü bertaraf edip, dinde serbest olarak Allah'ın hükmüne tabi tutmaktır ki, işte Allah'ın adını yüceltmek için yapılan cihad şekillerinden birisi de budur
Cihad, ne bir savunma savaşı ne düşmana saldırıda bulunup onu imha etme savaşıdır Kıtal ve kan dökme değildir Yahut bir üstünlük ve egemenlik kurarak insanları boyunduruk altına alma savaşı da değildir
Insanlarla mücadele ve insanlar arası savaş ilişkilerini anlatan pek çok kelime varken, Islâm bu kelimeleri cihad kavramı yerine kullanmadı Meselâ, harp, kıtal, ezâ kelimeleri cihad kelimesinin yerini tutmamaktadır Islâm niçin eskiden Araplar'ın kullandığı harp vb gibi kelimeleri almadı da yepyeni bir ifade olan cihad tabirini aldı Bunun birinci sebebi, harp tabiri şahsi menfaatler, polemik oyunlar için ateşi sönmeyen, yangını çağlar boyu milletlerin, kabilelerin içinden çıkmayan kıtal anlamında kullanılmıştır Harplerde genellikle, kişisel ve toplumsal kinler hâkim olmuştur Harplerde fikir endişesi, bir akîdeyi galip kılma çabası göze çarpmaz
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
CİLBÂB
Müslüman kadını baştan aşağı örten çarşaf, ferâce ve câr gibi dış kıyafet Gerek Medine döneminde gerek daha sonra ki dönemlerde mümin kadınların evden dışarıya çıktıkları vakit üstlerine giydikleri bol ve geniş bir örtü olup, onları tanınmayacak şekilde örten bir nevi çarşaf demektir Cilbab mümin kadınların Allah'ın tesettür emrine uymak için giydikleri dış örtünün Kur'an-ı Kerîm'deki adıdır
Cilbab, mümin hanımların alâmetidir Bunu giyen bir hanımın tanınması ve hakkında su-i zanna düşülmesi mümkün değildir Zira cilbablı hanımların böyle bol ve geniş bir örtüye bürünerek saygıyı gerektiren bir dış kıyafetle tam tesettürlü olarak vakarla dolaşmaları, sokaktaki kadınlara sataşmayı huy edinen cahillere çekinme hissi verir Böyle bir İslâmî dış kıyafet bu gibi kimselerin yapacakları edepsizliğe engel olur (Ayrıca bk Tesettür)
Cilbab tabiri Kur'an-ı Kerîm'in el-Ahzâb suresinde şöyle ifade buyrulur: "Ey Peygamber! hanımlarına, kızlarına ve müminlerin hanımlarına söyle, dışarı çıkarken üstlerine cilbablarını alsınlar Bu, onların tanınmasını ve bundan dolayı incitilmemelerini sağlar Allah, Gafûrdur, Rahîmdir " (el-Ahzab, 33/59)
CİLBAB" NEDİR? Islâmî kadın elbisesi tipi sözkonusu olunca, günümüzde en çok tartışılan konulardan biri de, "cilbab" ın ne olduğu konusudur Biz bu konuyu en geniş şekliyle araştırıp anlatmayı deneyecegiz Ta ki, bu konuda artık tartışma olmasın ve müslümanlar bu doğrultuda bir adım daha ilerlesinler
Bilindiği gibi Kur·'ân-ı Kerîm'de erkek elbisesi konusunda detaylı açıklama bulunmadığı halde, kadın kiyafeti konusunda detaylı sayılacak emir ve yasaklar vardır: Kadınlara zinetlerini ve zinet yerlerini açmamaları, başörtülerini yakalarını kapatacak biçimde üzerlerine atmaları, zinetlerini duyurmak için ayaklarını yere vurmamaları, "cilbablarını" üzerlerine sarkıtmaları ve süslü püslü sokaga çıkmamaları emredilmiştir ki, bunlar işin teferruatına kadar belirtilmesi anlamını taşır Bunlara bir de Resûlullah Efendimizin açıklamaları eklenirse kadın kiyafetinin, üzerinde ne kadar önemle durulması gerektiğini anlamış oluruz
Nûr Sûresi'ndeki bir âyette Allah (cc): "Kadınlar, başörtülerini, yakalarını örtecek biçimde başlarına örtsünler" (Nûr (24) 31) emrini vermiştir Bu âyetten daha sonra gelen "Ahzâb" âyeti ile de Allah "Mü'minler'in kadınlarına da söyle, cilbablarını üzerlerine sarkıtsınlar, yaklaştırsınlar" (Ahzâb (33) 59) emrini vermiştir Işte daha sonra gelen bu "cilbab" âyeti, önceki ile aynı şeyi anlatmış olmayacağına göre, birincisinde anlatılan başörtüsüne ilâve bir örtü ve elbise emrediyor demektir İşte Islâm bilginleri bu noktadan ve bu âyetin işin başında anlaşılıp uygulanma biçiminden hareket ederek, "cilbab" hakkında çeşitli yorum ve tanımlamalar getirmişlerdir Biz önce onları görecek, sonra da bir sonuca varmaya çalışacağız
Tefsirlere ve klasik Arapça sözcüklere baktığımızda, "cilbab" için şu değişik tanımların yapılmış olduğunu görürüz: Kamîs (üstlük), kadınların başlarını ve göğüslerini örttükleri ridadan küçük, başörtüden büyük elbise; milhafe yani çarsaf, milhafeden küçük geniş elbise, kadının normal elbiselerini örttüğü üst elbise, vücudu baştan ayağa örten elbise; mikna'a, yani peçe, başörtünün üzerinden örtülen rida; peştemalve rida, kadının bulüzünün ve başörtüsünün üzerinden büründüğü çarsaf (Örnek olarak bk Zâdü'I-mesîr VN/422 ve Sabunî N/382 Bu tanımlar "cilbâb" kelimesinin pekçok tefsirden çıkarılan tarifinin özetidir Öyleki, bunların dışında bir tanımı yok gibidir) "Cilbab" için söylenenlerin farklı olanları bunlardan ibarettir
Görüleceği gibi bu tanımlarda genellikle belirlenen ortak özellik "cilbab"ın giyilenden çok, bürünülen ve normal giysinin üzerine atıverilen bir üstlük olduğudur
Tefsircilerimiz bize cilbab'ın nasıl giyildiğini ve uygulama biçimini de anlatırlar Meselâ:
Ibnü'1-Cevzî: Başlarını ve yüzlerini örterler
Ebû Hayyân: "cilbablarını idnâ etsinler" ifadesi, bütün bedenin örtülmesini anlatır "Üzerlerine" denmekle de yüzleri kastedilmiştir Çünkü Cahiliyyet Döneminde kadınların açık olan yerleri yüzleri idi
Ebu's-Su'ûd: Kadın cilbabı başına atar, ve kenarını da göğsüne sarkıtır Bu âyet; kadınlar herhangi bir sebeple çıkarlarsa, yüzlerini ve bedenlerini örterler anlamına gelir
Süddî de: Bir gözleri hariç, bütün yüzlerini kapatırlar, demiştir
Ibn Kudâme: Cilbab (giyilmeyerek) entari üzerinden kuşanılır
Ibn Abbas: Kadınlar hür olduklarının bilinmesi için tek gözleri hariç, başlarını ve yüzlerini örterler
Ibn Şîrîn: Ubeyde es-Sem'ânî'ye cilbabın niteliğini sordum: Bir çarsaf alıp kuşandı Başının tamamını kaşlarına kadar örttü Sol gözünü açık bırakarak yüzünü de örttü: (İşte cilbab böyle kuşanılır demiş oldu) (bk Zâdü'I-mesîr V/250; Ebu's-suûd VI/81; ibn Kudâme, el-Mugnî I/602; Ebû Hayyân, el-Bahru'l-muhît V/250; Sabûnî, Ravâyi N/283, 381)
Elmalılı, âyette geçen: "cilbablarını sarkıtsınlar, yaklaştırsınlar" ifadesini anlattıktan sonra şunları ekler:
"Bu açıklamada da iki şekil vardır: Birisi, kaşlarına kadar başlarını örttükten sonra, büküp yüzünü de örtmek ve sadece tek bir gözünü açık bırakmak (Bizler yetiştiğimiz zaman validelerimizin tesettür tarzı bu idi) Ikincisi de, alnının üzerinden sıkıca sardıktan sonra burnunun üzerinden dolayıp, gözlerinin ikisi de açık kalsa bile, yüzünün ekserisini ve göğsü tamamen örtmüş bulunmakdır (1310'da Istanbul'a geldiğim zaman, Istanbul hanımlarının, bir peçe eklemek ve elde açık bir şemsiye bulunmak şartıyla tesettür tarzları da bu idi) (Elmalılı, Hak Dinî V/3928)
Cilbabda renk önemli midir? Ne örtünme âyetleri, ne de onları açıklayan hadîsler, kadınların, şu, ya da bu renkte cilbab giymeleri gerektiğini söylememişlerdir Buna göre kadın ister siyahtan, isterse beyazdan cilbab edinir
Ancak ilk müslüman hanımlar ve özellikle de Resûlullah'ın dönemindeki sahabî kadınlar cilbabın görev ve esprısını çok iyi kavradıklarından olacak ki, genellikle siyah rengi tercih etmişlerdir Meselâ Ümmü Seleme Annemiz: "Cilbab âyeti indigi zaman, Ensâr kadınları siyah giysilere büründüklerinden ötürü, başlarında kargalar varmış gibi çıktılar" (Cessâs, Ahkâmü'l-Kur'ân NI/372; Sabûnî N/382) demiştir
Şairler de cilbabı hep siyah olarak düşünmüş olacaklar ki, siyah ve koyu renkli konuları cilbaba benzetegelmişlerdir
Sonra, cilbabın verdiğimiz tariflerinden de anlaşılacağı gibi, cilbabın asıl görevi kadının zinetlerini örtmesi ve dışarıda kadının çekiciliğini azaltmasıdır; bunu ise koyu renkler daha güzel yaparlar Buna göre; farz ya da vâcip veya sünnet değildir ama, cilbabın koyu renkten olması daha güzeldir, denebilir
Bundan olacak ki, büyük Tefsirci Alûsî şunları söyler:
"Sonra bilesiniz ki, bana göre günümüzde ileri düzeyde (müreffeh) hayat süren bir çok kadının, evlerinden çıkarken, üst elbise olarak giydikleri örtülerde (cilbab olamayacakları gibi), gösterilmesi yasaklanan zinetler türündendir Çünkü bunlar nakışlı desenli ve göz alıcı giysilerdir Bana göre erkeklerin, kadınlarına böylece çıkma izni vermeleri, bundan hoşlanmaları ve kadınlarının yabancı erkekler arasında bu şekilde dolaşması, gayret, yani övülen kıskanma azlığındandır Bu, yaygın bir musibet halini almıştır Böyle yaygın musibet haline gelen şeylerden biri de, kadınların, kayınbiraderlerinden sakınmamaları, kocalarının da buna aldırmamaları, hattâ çoğu zaman da bunu bizzat kandilerinin emretmeleridir Bütün bunlar Allah'ın Resûlü'nün müsaade etmediği şeylerdir Lâhavle ve-lâ kuvvete illâ billah" (Alûsî, XVNI/146)
Bütün söylenenleri gözönünde bulundurduğumuzda, sonuç olarak cilbab için şunlar söylenebilir:
1 Cilbab, kadının evinden çıktığında başörtüsünün de üzerinden büründüğü bir dış elbisesi ve üstlüktür
2 Cilbab'in bütün vücudu örtmesi, genellikle en uygun model olarak görülmüştür En azı, yakaları örtecek kadar büyük bir başörtüsü olmasıdır
3 Cilbab'ın asıl fonksiyonu, kadının vücut hatlarını ve süsünü örtmek suretiyle, bakanlara iffetli ve namuslu bir kadın olduğunu hatırlatmasıdır
4 Cilbab'da renk emredilmiş olmamakla beraber, siyah ya da koyu renkli olması daha makbuldur
5 Yurdumuzda giyilen kadın giysisi modellerinden cilbabın târifine en uygun olanı, çarşaf ve Doğu'daki "ihram"dir Atkı ve omuzlarla beraber belden yukarısını örten geniş başörtüler ve Karadeniz Bölgesinin mendilleri de bazı tariflere göre cilbab sayılabilir
6 Çünkü cilbab, atılan, sarkıtılan ve bürünülen bir giysi olarak tanımlanmış ve uygulanmıştır
7 Kara çarsaf iyi bir cilbab olmakla beraber, cilbab sadece kara çarşaftır, demek yanlıştır Koyu renkli ve vücut hatlarını belli etmeyecek kadar geniş abaye gibi pardesüler de bele ve göğüslere kadar sarkan koyu bir başörtüsü ile birlikte "cilbab" sayılabilir Cilbabin ilk uygulamalarından anlaşılan sekle göre kolsuz ve bürünülen bir elbise olduğu görülürse de böyle olması zorunda değildir
d) Kadın Elbisesinde Aranan Özellikler
Islâm bilginleri kadının avreti ve elbisesi ile ilgili olan bütün âyet ve hadisleri gözönünde bulundurarak kadın elbisesi için aşağıdaki özelliklerin şart olduğunu belirlemişlerdir:
l "Cilbab" âyetinde anlatılan biçimde bütün bedeni örten bir elbise olmalıdır: Bundan sadece, fitne olmadığı zamanlarda eller ve yüz istisna edilebilir
2 Ince ve şeffaf olmamalıdır: Çünkü giyinmekten maksat, bedeni göstermemektir Halbuki seffaf bir elbise vücudu gösterir, hattâ bazan daha câzip hale getirir Dolayısı ile bu tür bir elbise giyen bayan "zinet yerlerini göstermesinler" emrine uymuş olmaz Resûlullah Efendimiz, ince bir elbise ile yanına giren baldızı Esma dan yüzünü çevirmiştir (Ebû Dâvûd) Âişe annemiz, ince bir başörtüsü ile gördüğü Abdurrahman kızı Hafsâ'nın başörtüsünü yırtmış ve ona kalın bir başörtü örtmüştür (Ibn Sa'd, Tabakât VllI/71-72; Muvatta' Lebs 6) O zamanın imkânları ve kalın iplikleriyle örülen kumaşlar ince sayılabileceğine göre, günümüzde özellikle ilgi çekmek için yapılan şeffaf bezlerin durumu daha iyi anlaşılır
3 Dar olup, vücut hatlarını belli etmemelidir: Dar elbise giyen kadını Resûlullah Efendimiz çıplak saymış ve cehennemlik olduğunu bildirmiştir (el-Câmiu's-sağîr 332) Yine Efendimiz (sas) bazı "giyen çıplak" kadınlardan söz etmiş ve bunların Allah'ın lânetine ugrayacaklarını ve Cehenneme gireceklerini bildirmiştir "Giyen çıplak" terimini Şerahsî:"Ince elbiseler giydiklerinden dolayı çıplak gibi olan kadınlardır", diye açıklamıştır (Serahsî, Mebsût VNI/155)
Hz Ömer Halife iken halka dağıttığı bir çeşit elbisenin, vücut hatlarını belli edeceği için kadınlara giydirilmemesini emretmiştir(Beyhakî N/234-35; Serahsî, Mebsût X/155)
Kadının vücut hatlarını dışarı vuran elbiseye bakmak o uzuvlara bakmak sayılmıştır
Ibn Âbidin; "Kim bir kadını arkadan hayâle dalar ve kemiklerinin şekli belirecek derecede elbisesini görürse, Cennetin kokusunu duyamaz" hadisini delil tutarak, uzuvların şeklini belli eden elbise, kalın olsa ve cildi göstermese bile yasaktır, demiştir (Ibn Âbidîn)
4 Kokusunu yabancılar duymamalıdır: Yerinde de gördüğümüz gibi, Allah Resûlü Efendimiz, kokuyu çok övmek ve tavsiye etmekle beraber, başkalarının duyacağışekilde koku sürünüp çıkan kadının zina etmiş gibi günah alacağını bildirmiştir Koku sürünüp camiye giden kadının namazının kabul olunmayacağını haber vermiştir (Ebû Dâvûd, teraccul 7; Tirmizî, edep 35; Nesaî, zîne35; Dârimî, isti'zân 18)
5 Erkek elbisesine benzememelidir: Allah Resûlü Efendimiz, "erkeğe benzeyen kadına ve kadına benzeyen erkeğe Allah lânet etsin" buyurmuş ve böyle olanları evlerinize sokmayın, diye emir vermiştir (Buhârî, Libas 62; Ebû Dâvûd, edep 53; Tirmizî, edep 34 )
Modern tıp da bu tür görünümlerin dengesizlik olduğunu ve gerek giyim kuşamda, gerekse tuvaletinde karşı cinse benzeme eğilimini "homoseksüellik"le açıklayarak, "seksüel stimulus bozuklukları" türünden değerlendirmesi, bu maddenin anlaşılması için çok ilginçtir (Ayhan Songar, Psıkıyatri, Psikoloji ve Ruh Hastalıkları)
6 Elbisenin kendisi de süslü olmamalıdır: Çünkü kadınların yabancılara zinetlerini göstermeleri âyetle yasaklanmıştır Allah Resûlü kendisine bîat eden kadınlardan, cahiliyye kadınları gibi, zinetlerini göstererek çıkmamaları üzere bîat almıştır (Taberî I/79; Heysemî, Mecma'ur-zevâid VI/42) Kadının yabancıya göstermediği elbisesi istediği kadar süslü olabilir
7 Gayrı müslimlerin özel elbiselerine benzememelidir: Çünkü Efendimiz: "Kim hangi millete benzerse ondandır" (Ebû Dâvûd, libâs 4; Müsned N/50; Benzer bir hadîs için bk Tirmizî, isti'zân 7) buyurmuş ve müslümanları devamlı, başkalarından ayrı olmaya çağırmıştır
8 Üzerinde Kur'ân-ı Kerîm âyetleri işlenmiş olmamalıdır (bk Kal'acî, Mevsû'atü-fıkh-ı Ibrahim en-Nehaî N/590-91 )
9 Ayakkabılar dikkat çekilecek derecede ses çıkaracak türden olmamalıdır Allah (cc); " Gizlediklerinin bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar" (Nûr (24) 31) buyurmuştur
Kadın süslü püslü elbiselerini namahremi olmadığı yerde, evinde, kocasının yanında giyecektir
Islâm sanıldığı gibi kadının süslenmesini ve güzel giyinmesini yasaklamamış, tersine izin vermiştir Hattâ altın ve ipek gibi değerli takı ve kumaşları erkeğe yasaklarken kadınlara serbest etmiştir Çünkü kadınlar tabiaten süslenmeye eğilimlidir
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
CİMADA İNZAL OLMAMASI Bir erkek hanımıyla seviştiği veya öpüştüğü zaman gusül abdesti alması gerekir mi? Birleşmede boşalma olmazsa yine yıkanacaklar mı ?
Sevişmekle ne kastediliyor?Cima mı yoksa çıplak ten teması (mubaseret-i galiza) mı? Biz her ikisine göre de açıklamaya çalışalım: Bir erkeğin karısıyla sırf oynaşması, öpmesi, tutması; çıplak ten temasında bulunması ile hanefî mezhebine göre ne abdestleri kaçar, ne de gusül yapmaları gerekir Ancak bu eylemleri yâparken her hangi birinden mezi (ince kaygan sıvı) çıkması halinde çıkanın sadece abdesti bozulur, gusül yapması gerekmez Cinsel organların birbirine değmesi halinde (sadece değmekle) Imam-i A'zam ve Ebû Yusuf'a göre her ikisinin de abdesti ve oruçlu iseler oruçları bozulur, gusletmeleri yine gerekmez Sünnette kesilen deriye kadar duhul olması halinde ise, boşalma olsun olmasın, her ikisine de gusül gerekir Rasûlüllah Efendimiz: "iki sünnet yeri karşılaştığında gusletmek gerekir",( Müslim, hayz 22; Benzer hadisler Buharî, Ebû Davûd, Nesdî ve ibn Mâce'de de vardır Ayrıca bk el-Muharrar I/134; Hadîsin vurûd sebebi için bk ibn Hamza, el-Beyân ve't-ta'rif, I/57) buyurmuşlardır Bu hadîsin bazı rivayetlerinde "boşalma olmasa dahî" ilâvesi de vardır Hanbelî ve Şâfîî mezhebinden bazı âlimler "su ancak sudan gerekir", yani yıkanma ancak meni akarsa gerekir, anlamındaki bir hadîse dayanarak, boşalma olmayan ilişkide yıkanmak gerekmez demişler; ancak bunun İslam'ın ilk yıllarında bir kolaylık göstermek üzere söylendiği, sonradan öbür hadisle neshedildiği (hükmünün kaldırıldığı) cumhur (âlimler çoğunluğu) tarafından söylenmiştir(Davudoğlu; Sahîh-i Müslim Terceme ve Serhi N/1101 vd)
CİMÂ'NIN EDEPLERİ
İslâmiyet insan yaratılışına uygun en tabiî bir dindir Bu nedenle müminleri evlenmeye teşvik etmiştir Evlilik sayesinde cinsi arzular tatmin edilir, iffet ve namus korunur, neslin devamı mümkün olur
İslâm'a göre cimâ'ın da bir takım adâbı vardır Bunlar; birleşmeden önce euzü-besmele çekmek; örtü altında olmak; kıbleye karşı olmamak; aybaşı halinde yapmamak, dübürden sakınmak, kadına yumuşak davranmak; o da ihtiyacını giderinceye kadar terketmemek; ikinci defa ilişkide bulunacaksa eteğini yıkamak; gecenin başlangıcında ilişkide bulunacaksa uyumadan önce yıkanmak, hiç değilse abdest alıp öyle uyumak; sevgi ve ilgiyi artırıcı hareketlerde bulunmak ve:
"Allah'ım! Bizden ve bize vereceğin çocuktan şeytanı uzak kıl" diye dua etmek Kim bu duayı okur da çocuğu olursa şeytan onu saptıramaz (Tecrid-i Sarih Tercümesi, XI, 303; Mansur Ali Nasıf et-Tâc, II, 3082; Gazâli, İhya', Kahire 1967, II, 63-65)
İslâm cinsi arzuların meşru yoldan giderilmesini ister Kadına dübürden yaklaşmayı yasaklaması Kur'anî nass ile belirlenmiştir "Allah'ın size emrettiği yerden onlara gidin" (el-Bakara, 2/222) buyrulur Bu bildiğimiz tenâsül yoludur Arka yoldan yaklaşmak doğru değildir Peygamber Efendimiz: "Hanımına arka yoldan yaklaşan kimse lanete uğramıştır" buyurur Başka bir hadîslerinde de:
"Erkeğe veya kadına arka yoldan yaklaşan kimseye Allah, rahmet bakışıyla bakmaz" buyururlar (Mişkâtü'l-Mesâbih, II, 184) Böyle davranmak küçük livata olarak kabul edilmiştir
Adet gören veya lohusalık halinde bulunan kadınlarla cinsi ilişkide bulunmak haramdır Nitekim: "Hayız zamanında kadınlarınızla cinsi münasebetten vazgeçin " (el-Bakara, 2/222) ayeti bunu açıkça ifade etmektedir Cinsi münasebetten sonra gusletmek farzdır