Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
ASHAB-I KEHF İÇİN TELATTUFUN SEBEBİ
– Mağarada uyandıklarında, ‘telattuf’un sebebi olarak Din’den döndürülmeyi değil de, öldürülmeyi öne almalarının sebebi nedir? Öldürülmekle sadece dünya hayatları gidecek; Din’den döndürülmekle, kendilerinin de ifade ettikleri gibi, ebedî hayatları mahvolacaktı?
Burada, öldürülme değil de, “recmetme” tabiri kullanılıyor, yani taşlama, taşa tutma. “Farkınıza varırlarsa, sizi taşa tutarlar” deniyor. “Taşa tutma”yı mutlaka öldürme manâsına almamak lâzım. Şeytan da “racîm”dir, taşlanmış, ama öldürülmemiş. O bakımdan, burada mecazî bir manâ da anlaşılabilir. Yani, insanları yalan, iftira gibi yollarla kirletme; bugün yaptıkları gibi, komplolarla, iftiralarla, düzme haberlerle birini halkın gözünden düşürme ve onun tesirini tamamen kırma. Bu da bir “recmetme”dir. Bana göre bu da, göz ardı edilmemesi gereken bir mahmil sayılabilir.
TEBLİĞ VE EBEDÎ AZABI HAK EDEN KÜFÜR
– Malûmunuz, “tebliğ”de ‘nihayet’ manâsı da var. Kur’an-ı Kerim’de bir âyet-i kerimede de, “Âyetlerimizi, Kur’an’ın veya İslâm’ın hak olduğu ortaya çıkıncaya kadar, onlara âfâkta ve enfüste göstereceğiz” buyuruluyor. Bu ölçüde tebliğ gitmeyen insanlara, Kur’an-ı Kerim’de ebedî azabı hak ettikleri anlatılan kâfirler olarak bakabilir miyiz?
Daha önce de bahis mevzuu olduğu gibi, bu mevzularda kesin bir söz söylemekten ben şahsen kaçınırım. Üstad’ın 2. Dünya Savaşı’nda ölen 15 yaşın altındaki çocuklar, yaşlılar, kadınlar münasebetiyle ifade buyurduğu husus çok önemlidir. Kendisine tebliğ gitmeyen, kendisinin de öğrenme imkânı olmayan insan, fetret devri insanı gibi sayılabilir. Hakkın kendisine tebeyyün etmesi derecesinde tebliğe muhatap olmayan insana da, hemen mutlak kâfir damgası vurulmamalı.
BARDAKTA KARIŞTIRILAN ÇAY,
ZAMANLA NEDEN DURUYOR?
Hocaefendi, çayını karıştırdıktan sonra, şöyle buyurdu:
Bir ara fizikçi arkadaşlara bir soru sordum: “Bardaktaki çayı karıştırdıktan sonra, çayın hareketi duruyor. Bu sadece, çayın kendi içindeki sürtünmeyle mi alâkalı, yoksa hava ve bardakla olan sürtünmenin de tesiri var mı?” Hepsi de iç sürtünmeye bağladı ama, ben tatmin olmadım. Mutlaka, bardağın dış çevresi ve hava ile olan sürtünmeyle de alâkası olmalı. Meselâ, dünyanın dengesinde, denizlerin karaları istilâ etmemesinde, dünyanın en azından ay ile olan münasebetinin bir tesiri var. Şimdi, esas konuya gelelim: İnsanlar hizmet ederken, hem kendi iç dünyalarını, hem yakın kapalı çevrelerini, hem de en geniş çerçevesiyle dış daireyi hesaba katmalılar. Dengenin muhafazası biraz da buna bağlı olsa gerek.
DİNİ, KÂİNAT GERÇEKLERİ ÇERÇEVESİNDE ANLATMAK
– Efendim, bu enteresan bir misal. Malûmunuz, Allah’ın insanların hayatı için koyduğu din ile, sosyolojinin kanunları ve Şeriat-ı Tekviniye dediğimiz, kâinat kanunları arasında mutabakat var. Bundan sonra dini, bilhassa bu mutabakat ve bunun prensiplerini nazara vererek anlatmak daha tesirli olmaz mı?
Bu mevzunun üzerinde yeri geldikçe durmaya çalıştım. Bu iş, evleviyetle ilâhiyatçılara düşüyor. Çok söyledim: bugün iyi bir ilâhiyatçı, kendi sahasını çok iyi bilmesi gerektiği gibi, fiziğin, kimyanın, biyolojinin, astrofiziğin kanunlarını da, en az genel kültür seviyesinde bilmesi lâzım. Çünkü bu saha da hakim olan, Allah’ın ‘Şeriat-ı Tekviniye’ adını verdiğimiz kanunlarıdır. Bunlar ile, dinin prensipleri arasında tam mutabakat vardır. Aynı prensipler, iki farklı sahada o sahaya göre şekil ve ifade almışlardır. İlimlere açılmış ve ilimlerle birlikte aklın söz sahibi olduğu günümüzde ve daha da fazla olacağı gelecekte, bunu başarmak mecburiyetindeyiz.
– Onlara, âyetlerimizi âfâkta ve enfüste göstereceğiz âyeti, bu konuda bir müjde sayılabilir mi?
Sayılabilir; ve inşa-Allah bu olacaktır da. Yetişen insanımız, ilmin kanunları ile Kur’an esasları arasındaki mutabakatları bulacak ve kaynak birliğini kavramış olmanın hasıl edeceği iz’anla, dönüp dinine sımsıkı sarılacaktır.
***
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
HOCAEFENDİ’NİN SORULARI CEVAPLAMA TARZI
Daha önce kısmen temas edildiği gibi, belâğatin ve eğitimin gereği olarak, sorulan soruya her zaman sorulduğu istikamette cevap verilmez. Bunun Kur’an-ı Kerim’de önemli misalleri vardır. Meselâ, Efendimiz’e gökteki ayın “büyüyüp küçülmesi”nden sorulduğunda, Kur’an-ı Kerim, buna hem o an için, hem de belki daha asırlarca çoklarının anlayamayacağı ve bilmenin de insanlara çok faydası olmayacağı şekilde, bunun sebeplerini açıklayarak değil de, ayın ve hareketlerinin hikmeti ve insan hayatındaki yerini nazara vererek cevap vermiştir: “(Ey rasûlüm,) de: ‘Ayın bu şekilde büyüyüp küçülmesi, dolunayken, hilâl olması, insanlara zamanı tesbit etmek ve bu arada bilhassa (Ramazan orucu, mübarek geceler diğer ibadet vakitleriyle birlikte) haccın vaktini tayin etmek içindir.’”
Hocaefendi de, bazı sorulara bu çerçevede ve bir de dinleyicilerin umûmî durumunu ve ihtiyaçlarını nazara alarak cevap verir. Bazen de olur ki, dinleyiciler içinde bir insana dolaylı hitap etmek gerekmektedir; onun husûsî ihtiyacı vardır, onu nazara alır. Bazen de, sorudan hareketle, soruyla çok alâkası olmayan başka bir noktaya sohbeti taşır ve o anda verilmesi gereken bir dersi verir. Bütün bunlar, irşadın gereklerindendir. Bu defa da, sohbeti bir başka noktaya, keşif-keramet noktasına taşıyarak, şunları söylediler:
KEŞİF VE KERAMET NE KADAR ÖNEMLİ?
İnsan için, en büyük makam kulluk makamıdır. Bu da, tevazu, mahviyet ve hacâlete, yani insanın kendisini hiç görmesine, herkesten daha küçük olduğuna inanmasına dayanır. Düz insan olmak, hiçbir iddia taşımamak çok önemlidir. Geçende bir arkadaş, burada bir zatı gördüğünden bahsetti; daha sonra bir başkası, başka birini gördüğünü söyledi. Yani, bir müşahededen söz ettiler. Bu, olabilir; Allah, bir insanın gözünü bir an için veya devamlı olarak açabilir. Bütün bu kabullere rağmen, insanın kendinde bir şeyler vehmetmesi çok tehlikelidir.
İkinci olarak, bu türden İlâhî mevhibeleri ve Allah ile arasında sır olarak saklanması gereken halleri, bir torbanın bağını çözüp, içindekileri ortaya saçmak şeklinde fâş etmek yanlıştır ve o türden mevhibelerin ebediyen kesilmesine sebebiyet verebilir. Ayrıca insan, hallüsinasyon görüyor olabilir; şuur-altı müktesebatı temessül edebilir veya Cenab-ı Allah, – Allah korusun – istidraca maruz bırakabilir. Bu bakımdan, önemli olan istikamettir; yani, Kur’an ve Sünnet üzere yaşamaktır. Öyle insanlar vardır ki bir ömür boyu, gönül verdiği gayeden hiç sapmamış, hep hizmet etmiş, fakat hiçbir iddia taşımamışlardır. Bunların yarı meczup denebilecek, itimat ettiği bazı insanlar vardır, bir istihare gerekse onlara yaptırır, onlardan dua ister, kendilerinde hiçbir şey vehmetmezler.
Mevzu, meczuplardan açıldı. Edirne’de, Kırklareli’de görev yaparken, böyle dinine de bağlı meczup biri vardı. Zaman zaman bir hale girer, bir şey görmüş gibi davranırdı. Ben de, onun o haline saygı gösterirdim. Bir defasında beraber otururken, yine değişti, gözlerini bir noktaya dikti; ben de toparlandım. “Geldiler” dedi. “Kim geldiler?” diye sordum: “Kutup geldi” dedi, ama Kutbun kim olduğunu söylemedi. Sonra, “Bediüzzaman geldi, Süleyman efendi geldi” dedi. “Bunlar böyle geldiğine göre, muhakkak bir mesajları olmalı?” dedim. “Evet” diye cevapladı ve ilâve etti: “Vazifeye devam!” İşte bize düşen, hiçbir beklentiye ve iddiaya girmeden, kulluk yolunda vazifeye devamdır.
***
Daha sonra yatsı namazı kılındı ve ardından, salonda Hocaefendi mutadı üzere bir müddet oturdu. Bu arada, videodan er-Risale filminin bir kısmı seyredildi.
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
5. GÜN
Hocaefendi, bugün çok rahatsızlar; bu bakımdan, kahvaltıya da, öğle yemeğine de çıkamadılar. Ancak akşam yemeğine inebildiler.
ÂHİRET’TE AYNI AİLENİN FERDLERİ
– Kur’an-ı Kerim’in bazı âyetlerinde, malûmunuz, Âhiret’te amellerin tartılmasından sonra kişilerin âilelerine memnun veya üzgün olarak döneceğine dair âyetler var. Aile ferdleri birlikte mi haşrolacak veya Mahşer Yeri’nde bir araya mı gelecekler?
Bilhassa mü’min olanlar bir araya gelecekler. Tur Sûresi’nde mü’minlerin, Cennet’te yine mü’min olan aileleri ve çocuklarıyla birlikte olacakları buyurulur. Bunların, dünyada iken aileleri için şefkatli oldukları da beyan edilir. Aileleri içinde, onlara şefkatli olmak nasıl davranmayı gerektiriyorsa, öyle davranmışlardır. İnşikak Sûresi’nde ise, bunların hesaplarının kolay görüleceği ve sonra ailelerinin yanına sevinerek dönecekleri anlatılır.
Mü’minlere karşılık, inanmayanlar da Âhiret’te bir araya veya karşı karşıya geleceklerdir. Orada azabı görünce birbirlerine atf-ı cürümde bulunacak ve bazısı bazısına, “Bizi Allah’ın Yolu’ndan siz saptırdınız. Siz olmasaydınız, biz hidayet üzere olurduk” derken, diğerleri de onlara, “Size hidayet geldi de, biz mi mani olduk?” şeklinde cevap verecektir. Evet, bu şekilde birbirlerini suçlayacaklar; bu ise, fayda vermek şöyle dursun, azabı artırmaktan başka bir işe yaramayacak; tam tersine, bir başka hicran ve hüsran ifade edecektir. Abese Sûresi’nde buyurulduğu gibi, orada birbirlerinden kaçacaklar; kişi kardeşinden, anne-babasından, eşinden ve çocuklarından kaçacak; bir de onların üzerine yüklediği mesuliyetten, onların kendisine atf-ı cürümde bulunmasından, onlarla bir araya gelip yüzleşmekten ve haklaşmaktan kaçacak. Kur’an-ı Kerim, bunun mühim bir sebebini anlatırken, mü’minlerin durumuna tam mukabil gelen ifadede bulunur: “Çünkü onlar, dünyada aileleri içinde şen ve şakraktılar.” (İnşikak:13) Dünyada şen-şakrak ve çılgınca bir aile hayatını tercih etmişlerdi; bu, onları Allah’ın yolundan alıkoymuştu. Bir başka âyet-i kerimede buyurulduğu üzere (Vâkıa:45), dünya hayatında mütrefînden idiler; yani, dünya hayatı tek hedefleriydi; yiyip içip eğlenmekten başka bir şey düşünmüyorlardı.
Bir de, kendisi mü’min olup da, ehli içinde mü’min olmayanların durumları vardır. Bu ise, bir hadis-i şerifte şu şekilde ifade edilmektedir: Efendimiz (s.a.s.) buyuruyorlar ki: “Kıyamet günü, Hz. İbrahim’in babası getirilir; fakat bir değişikliğe uğrar ve İbrahim, ondan uzaklaşır.” Bu hadisten benim anladığım, Cennet hiçbir şekilde üzüntü yeri olmadığı için, Allah, orada mü’minleri, Cehennem’e gitmiş yakınlarından dolayı da üzmeyecektir. Bir âyet-i kerimede buyurulduğu gibi, iman ve takva dışında orada münasebetler kesilecek ve mü’minlerin mü’min olmayan yakınları herhalde mesh, yani şekil, suret değiştirme gibi bir cezaya da maruz bırakılacak ve mü’min, o yakınlarından tiksinti duyacak, onları daha fazla yakını olarak hissetmeyecek; yani, aradaki yakınlık münasebeti kesilecektir.
Âhiret, bu âlemden her bakımdan çok farklıdır. Dünya ile bir benzerlik arz etse de, bu sadece bir isim benzerliğinden ibarettir. Kur’an-ı Kerim, Cennet’te mü’minlere benzer meyveler verilecek buyurur. Bu benzerliğin, Cennet meyveleri ile dünya nimetleri arasında olduğu beyan buyurulmuş, fakat İbn-i Abbas, bu benzerliğin sadece isim benzerliğinden ibaret olacağını söylemiştir. Yani orada da portakal olacak, elma olacak, muz olacak; fakat adı, belki görüntüsü de böyle olacak, ama her şey, orada farklı bir hâl alacaktır. Orada hanım nedir, evlâd nedir, ırmak nedir, ağaç nedir, bunları ancak, inşa-Allah oraya gidince anlayacağız.
Mukarrebûn ve ebrâr
Ehl-i Cennet’in bir kısmı, mukarrebûndur; yani Allah’a en yakın olanlar. Vâkıa Sûre-i celilesinde, “Es-sâbikûne’s-sâbikûn, ülâike’l-mukarrebûn; sülletün mine’l-evvelîn, ve kalîlün mine’l-âhirîn” (Sâbikûn olanlar, onlar Mukarreb olanlardır; onların çoğu öncekilerden, azı sonrakilerdendir) buyurulur. Bu mevzuda da iki görüş serdedilmiştir. Birinci görüşe göre, ilk dönem ümmetleri içinde mukarreb olanlar daha çoktu. Ama bu görüş, bana çok doğru görünmüyor. Çünkü Ümmet-i Muhammed en son gelmiştir, ama bütün ümmetlere şâhid olarak gelmiştir ve hepsinden daha faziletli, ayrıca, bir hadis-i şerifte ifade buyurulduğu gibi, sayıca da diğer ümmetlerden çok fazladır. İkinci görüşe göre ise, her yeni dirilişte sâbikûn, yani daha başta o dirilişe omuz vererek, öne geçenler bulunur. Bir de, bu kervana daha sonra katılan, fakat hizmet ve faziletleriyle öne geçenler olur. Bu her iki grup da sâbikûndur, ancak dirilişe ilk omuz vererek sâbikûn sınıfına girenler, sonra dâhil olanlardan her zaman daha fazladır. Ancak sâbikûndur ki, işte onlar mukarreb olanlardır. Arada “hâülâi” ism-i işareti var ki, “işte onlar” demektir. Bu işaret ismi böyle araya girdiğinde, işaret ettiği kişilerin şeref ve mertebelerinin yüksekliğini gösterir. Yani onlar, parmakla gösterilen kişilerdir.
Biz, dualarımızda daha çok, “Bizi ebrarla beraber vefat ettir” deriz. Kur’an-ı Kerim’de de böyle bir dua vardır, Üstad da dualarında bunu zikretmiştir. Bu, bir had bilmedir, fakat, “mukarrebûnla” diye dua etmekte de bir beis olmasa gerek. Madem bu kapı açıktır, öyleyse böyle de dua edilebilir. Bunun gibi, her gün farzdan sonra okuduğumuz duada da, “bizi aksa’l-ğâyâta ulaştır” ifadesi geçer. “Aksa’l-ğâyât”, gayelerin en yükseği, en ötesi, kendinden öte gaye bulunmayan gaye demektir. Bu bakımdan, Üstad bir zaman “ahseni’l-ğâyât” demeyi tercih etmiş; biz de böyle bir tercihte bulunabiliriz. Diğeri, bizden çok öte bir gayeyi talep olur.
NEYİN NASIL YAPILACAĞINI BİLEBİLME
– Allah yolunda hizmet ediyoruz diyoruz. Fakat neyi tam olarak yapmamız gerekiyor, neyi tam olarak yapmamamız gerekiyor, acaba bunu her zaman bilebiliyor muyuz veya nasıl bilebiliriz?
Bu hususta çok şey söylendi, yazıldı, konuşuldu. Fakat önemli olan, acaba gerçekten hizmet ediyor muyuz? Hizmetimizde maksadımız sadece Allah’ın rızası mıdır, yoksa niyetimize başka şeyler de karışıyor mu? Ne ölçüde hizmet ediyoruz; hizmete ne kadar, dünya işlerimize, kendimize, ailemize ne kadar zaman ayırıyoruz? Bütün bu hususlarda en önemli mesele, kendimizi hizmete adama ve hizmette de, hiçbir dünyevî karşılık beklemeden, Allah’ın rızasına talip olmadır.
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
6. GÜN
Hocaefendi, bu günlerde son derece rahatsızdı. Çok defa yemeklere çıkaamdı, çıktığı zamanlar da fazla kalamadı.
Türkiye’de bir şebeke, Hocaefendi aleyhinde, onu hem kamuoyunda, hem de resmiyet planında mahkûm etmek gayesiyle var gücüyle çalışıyor. Aleyhte malzeme olur diye ne bulsalar, bir de işlemden geçirerek, bu maksatla hemen televizyon kanallarına servis yapıyorlar.
Napolyon’un meşhur bir sözü vardır: “Bana bir cümle getirin, onu te’vil ederek sizi mahkûm edeyim.” Ünlü bir yazar, 7.9.2000 tarihli yazısında, çok açık bir şekilde, “Türkiye’nin, 20. asırda çok kötü yönetildiğini iddia ediyor ve aynen şöyle diyordu:
Türkiye’deki Cumhuriyet ve Demokrasi dönemlerinin; koskoca 20. Yüzyıl’ı da daha önceki dönemlerden beter bir fiyasko ile ıskalamış olduğu ortada...
“Yaşam kalitesi” açısından Yunanistan’ın bile 65 basamak altına düşmüş durumdayız.
Ya adam başına düşen ulusal gelir açısından?
Güney Kıbrıs Rum Devleti bile 15 bin doları aşmak üzereyken; biz 3 bin dolara dahi varmış değiliz ve dünya sıralamasında 93. basamaktayız; nerdeyse Afrika ülkeleri düzeyinde...
Bizim militer-sivil siyasetçilerimizle bürokratlarımızın; 20. Yüzyıl’ı da böylesine tüyler ürperten bir fiyaskoyla ıskalamış olmasının analizlerini yapmaya; henüz pek kimsenin yüreği yetmiyor gibi..
İlerde bu tür analizler; Türk halk yığınlarının, kendi egemenleri tarafından köküne kadar nasıl kazıklanmış olduğunu su yüzüne çıkaracaktır.
Çünkü kimsenin karşı çıkamayacağı bir saydamlık, hızla sarmalamada dünyayı...
Sadece Hazine’den geçinenlerin üst takımına göre biçimlenmiş bir “Kabuk Devlet”den, halk kitlelerine servis veren bir “Teknik Devlet”e neden geçilememiş olduğunu; araştırıp vurgulayan sanatçıları, bilimcileri, düşünürleri, yazar-çizerleri, içi boş bir hamaset edebiyatının arkasına sığınarak darma duman edebilirsiniz; ezer bitirir, aç bırakabilirsiniz. Ama yüzeysel görüntülerin iç yüzünü açıklamaya başlayan evrensel bir saydamlığa karşı ne yapabilirsiniz?
Ne yapabilirsiniz, 20. Yüzyıl’ı da feci bir fiyaskoyla ıskalamış olduğunuzu ortaya koyan somut göstergelere?
ABD Dışişleri Bakanlığı, dünyada en kalabalık ordulara sahip olanlarla silah alımlarında önde gelen ülkelerin listesini açıklayıp duruyor..
15 yılda Güneydoğu operasyonlarında harcanmış para, resmi olarak 100 milyar doların üstünde; Em. Büyükelçi Elekdağ’a göre 400 milyar dolar... Dışardan almayı umut ettiğimiz kredi ise 1 milyar dolar bile değil. Dış ticaret açığı da 20 milyar dolar...
Bu garip denklemlere baktıkça, içimizi çekmekten başka bir şey de gelmiyor elimizden.
Ünlü yazarın bu yazısından dolayı hakkında soruşturma açıldığını veya delil toplandığını, yetkili makamlara şikâyette bulunulduğunu duymadık. Esasen, bu yola gidecek olan, ancak doğrudan, fikirden kaçan ve düşünceyi kuvvetle yok etmeğe çalışan insanlar olabilir. Ünlü yazar, müşahhas gerçekler ve rakamlar ortaya koyuyor.
Ne var ki, Fethullah Gülen hocaefendi, bu türden bir eleştiride hiçbir zaman bulunmadı; ama menfî olanı nazara vermek yerine, genel prensipler ışığında yanlışları doğruları açıkladı ve doğrular konusunda tavsiyelerde bulundu.
Onun 1000’den fazla kasetinden ve 30’dan fazla kitabından cımbızla ayıklama yapanlar, suç unsuru teşkil edecek hiçbir şey bulamadılar. Hakkında açılan davanın iddianamesinde görüldüğü üzere, Lâle Devri’yle ilgili ifadelerini alıp, sanki Mustafa Kemal’i ve onun dönemini eleştiriyor gibi verdiler; “Batı’nın üzerimizdeki oyunlarından nasıl kurtulabiliriz?” şeklinde sorulan bir soruya verdiği cevapta, birtakım Batılı tipler için kullandığı ifadeleri, M. Kemal ve daha başkaları için kullanmış gibi yansıttılar. Böylece, onun döneminin en müşahhas gerçeklerini bile ortaya koymayı suçmuş gibi takdim edip, o dönemde yapılan her türlü uygulamadan onu sorumluymuş gibi bir hava meydana getirdiler; böyle yapmakla da, esasen Kemalizm’i astığı astık, kestiği kestik, her sözü kanun bir diktatörlük gibi takdim ettiklerinin farkına bile varmadılar.
Bazı konuşma kasetlerinden yayınladıkları konuşmalarında ise, iddianamedeki dökümlerinden açıkça görüleceği üzere, keyfî tasarruflarda bulundular. Konuşmaların kime, niçin, hangi maksatla yapıldığını, Hocaefendi’nin genel düşünce ve faaliyetlerini nazara almadılar.
Ülkeyi 15 yıl uğraştırmış, 40 bin insanın ölümüne, koskocaman bir bölgenin harap olmasına ve millî gelirden 400 milyar doların tüketilmesine yol açmış bir terörün başına bir ada tahsis edilip, bakımının görümünün yapılmasına ses çıkarmayanlar, bu konuda güya yapılan haricî baskılarda Türkiye’nin şeref, haysiyet ve bağımsızlığını hatırlarına getirmeyenler, ülkeye, hem eğitim, hem tanıtım, hem emniyet ve asayiş sahalarında en önemli hizmetlerden birini, hem de devlet bütçesinden tek kuruşluk harcama yapmadan gerçekleştirmiş bir insanı ve hizmetlerini yok etmeyi planlıyorlar.
Elbette, bütün gerçekler çok geçmeden gün yüzüne çıkacak, “irtica” paranoyası altında devlet ve millet malının nasıl yağmalandığı gün yüzüne çıkmaya başladığı gibi, Hocaefendi’ye karşı yürütülen kampanya ve açılan davanın arkasındaki, esasen bilinen gerçekler de, bizzat bu kampanyayı yürütenlerin de inkâr edemeyeceği biçimde çok yakın bir zamanda aydınlığa kavuşacaktır.
Elbette bugün bütün olup bitenler, tarihin şeridine, yarınlar adına birer unsur olarak geçiyor ve yakın bir gelecekte ne tür neticeler doğuracağını hep birlikte göreceğiz.
Tarihe, çıplak davranışlar yön vermez; onların arkasındaki niyetler, davranışların şekli, onlardaki doğruluk ve yanlışlık unsuru da, tarihin belirlenmesinde kendilerine has öneme sahiptir.
***
Bu dört gün içinde, Hocaefendi ciddî rahatsızlık çekti. Bununla birlikte, yine de bazı sohbetler olmadı değil:
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
MESUT GELECEK ADINA SEMBOL KAVRAM: EMNİYET
– Kureyş Sûresi’nde, Kureyş’e en büyük iki nimet olarak, açlıklarının giderildikleri ve korkudan emniyete erdirildikleri ifade buyuruluyor. Efendimiz’in bir hadis-i şeriflerinde ise, İslâm’ın gelecek hakimiyetinden bahis buyurulurken, emniyet ön plana çıkarılıyor.
Hadis’in şeref-südur olduğu şartlara bakmak lâzım. Bahis mevzuu hadisi Adiy b. Hatim rivayet eder. İhtimal, onun için ve o dönemde emniyet daha çok ön planda idi ki, Efendimiz (s.a.s.), emniyeti zikretmiştir. Ayrıca, açlığın giderilmesi yolunda Kureyş’in geçim kaynağı ticaretti ve bilindiği gibi, kışın Yemen tarafına, yazın Suriye tarafına ticaret kervanları sevk ederlerdi. Ticaret kervanları için de yolların emniyet altında olması gerekiyordu. İlgili hadislerinde Efendimiz (s.a.s.) bu hususa dikkat çekmiştir.
YOLDA DOSDOĞRU GİTME VE BUNUN NETİCESİ
– Malûmunuz, bir âyet-i kerimede, “Eğer o yol üzerinde dosdoğru gitmiş olsalardı, onları tükenmez bir suyla beslerdik” (Cinn: 16) buyuruluyor. Yol’da dosdoğru gitme, teşriî emirlerden çok, tekvinî emirlere bakıyor diyebilir miyiz?
Bu konuda başka âyetler de var. Meselâ, “Eğer o beldelerin halkı inanmış ve takva sahibi olmuş olsalardı, üzerlerine göklerin ve yerin bereketini açardık” (A’raf: 96) âyeti bunlardan biridir. Yine, “Eğer Kitap Ehli, iman edip, takva sahibi olmuş olsalardı, günahlarını örter ve onları Naîm cennetlerine koyardık. Eğer onlar, (vaktinde Tevrat’ı, İncil’i) hakkıyla tatbik etmiş olsalardı, şimdi de (Rabbilerinden kendilerine indirilmekte olan) Kur’an’ı aynı şekilde tatbik etseler, hiç şüphesiz, başlarının üzerinden ve ayaklarının altından (akan nimetleri bol bol) yerler” (Mâide: 65-66) âyetleri de aynı hakikate parmak basmaktadır.
İman ve takvanın şümulü içinde ve Allah’ın Kitabı’nı tatbikin getireceği nimetler olarak, insanlar için hem dünyada hem Âhiret’te hasene vardır. Tevrat olsun, İncil olsun, Kur’an olsun, Allah’ın Kitabı, her iki âlemin saadet prensiplerini getirmiştir. Teşriî emirlere uymanın mükâfatı ekseriya Âhiret’te verilecek olmakla birlikte, şüphesiz dünyada da onun bir kısım faydaları bahis mevzuudur. Tekvînî emirlere uyup uymamanın karşılığı ise, gâliben dünyada görülmekle beraber, onun da Âhiret’e müteallik yönleri vardır.
Meselenin bir diğer vechesi daha var. Bir başka âyet-i kerimede, “Ne zaman ki kendilerine hatırlatılan gerçekleri, verilen öğütleri unuttular, o zaman üzerlerine her şeyin kapısını açtık. Kendilerine verilenlerle sevinip şımardıkları anda da, onları ansızın yakalayıverdik; yakalayıverdik de, öylece ümitsiz kalakaldılar” (En’am: 44) buyurulur.
Aynı manâya parmak basan başka bir âyet de şöyledir: “Bir beldeyi helâk etmek dilediğimiz, (yani, bir belde helâki hak etme noktasına yaklaştığı) zaman, orada mütreflere, yani dünya hayatını gaye edinmiş olanlara, yiyip-içip eğlenmekten başka bir şey düşünmeyenlere emrederiz de, onlar orada bütün bütün yoldan çıkarlar. (Yani, hayat için koyduğumuz kanunlar istikametinde, ortaya bir sürü mütref çıkar ve onlar, şımarıkça bir hayat sürerler.) Bu şekilde, aleyhlerinde hüküm hak olur ve orasının altını üstüne getiririz.” (İsrâ: 16)
Bugün olduğu gibi, hayat kanunlarını keşifle, mü’min-Müslüman olmayan milletler de dünyada refaha ulaşabilir. Fakat bu refahla şımarmaları, yoldan çıkmaları, zulme, istismara, yolsuzluğa sapmaları onların da sonunu getirir.
Dünyada refah ve fakirliğin, gelişmişlik veya geri kalmışlığın yolu, Allah’ın tekvînî hükümlerine uyup uymamaktan geçer. Bunlara uyarak refaha ulaştıktan sonra şımarmama, yoldan çıkmama ise, tamamen teşriî hükümlere ittibaya bağlıdır. Hem tekvinî hem teşriî hükümlere uyma, her iki dünyada saadet vesilesidir.
Bugün Türkiye’de halkta, Allah’a dönük bir takım musibetleri önlemeye yetecek bir tevecühün olduğunu söylemek zor. Daha çok, hiç bir değer ifade etmeyen taklit var. Bunun dışında, din adına biraz seviye kat’ edenler de, idare düşünüyor, başkalarına mukabele düşünüyor, her şeyin kendi anlayışlarına göre olmasını düşünüyor; üstüne üstlük birbirleriyle cedelleşiyorlar. Bugün olduğu gibi, daha önce de düşünülmesi gerekli olan şeyler düşünülmemiş ve mevcud duruma gelinmiştir.
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
TEVBE İLE GÜNAH ÖNCESİ MANEVÎ HÂLİ AŞMA
– Hz. Yunus (a.s.)’ın kavmini bırakıp gitmesi, sanki, kavminin iman etmesi için nihaî nokta gibi görünüyor. Kendisi için her ne kadar bir zelle de olsa, fakat çok büyük bir hayra kapı açmış gibi. Böyle, işlenen bazı günahlardan tevbe ile, günahtan önceki hâlden daha öte bir hâle ulaşmak mümkündür denebilir mi?
Hz. Yunus (a.s.), kavmini Allah’tan izin almadan terketti. Peygamberler, kavimlerini terketmek gerektiğinde de, yine izin alırlar. Meselâ, melekler Hz. Lût’a, bizzat onun kavmini terketmesi emrini getirmişlerdir. Allah (c.c.), Hz. Nuh’a gemiye binip, mü’min olanları da yanına almasını ve kavmini öyle terketmesini emretmiştir. Aynı şekilde, Peygamberimiz’e (s.a.s.), Hz. İbrahim (a.s.)’a ve daha başka bazı peygamberlere de hicret emri verilmiştir. Fakat Hz. Yunus (a.s.), Allah’ın emrini almadan kavmini terkettiği için, malûm mihnete maruz kalmıştır. Şu kadar ki, bir peygamberin böyle kavmini terkedip gitmesi, kavmi üzerinde önemli bir tesir bırakmış ve o kavim, azap alâmetleri de belirince, hemen tevbe ve istiğfara yönelmiştir.
Kur’an-ı Kerim, bunu benzeri olmayan bir hâdise olarak zikreder: “Bir belde halkının, zamanında inanmaları gerekmez miydi ki, imanları kendilerine fayda versin (ve onları muhakkak bir azaptan kurtarsın. Fakat inanmaları gereken zamanda, azabı görmeden inanmadılar.) Fakat Yunus’un kavmi hariç.” (Yunus: 98) Yunus (a.s.)’ın terk edip gitmesi ve arkasından onun kavmini tehdit ettiği azabın işaretlerinin görülmesi, o kavmi birden tebaha getirdi, uyandırdı ve hemen tevbeye koştular. Tabiî bu sonuçta, Yunus (a.s.)’ın o zellesi neticesinde maruz kaldığı mihnetin de tesiri olmuştur. Mü’minlerin başlarına gelen musibetlerin, bir hemen verilen, bir de daha sonra verilen iki mükâfatı vardır. Sonra, Yunus (a.s.), balığın karnında sürekli tesbihte bulunmuştur. Zaten, hep tesbih eden bir insandı. Neticede hem kendisi o mihnetten kurtulmuş, hem de 100 binden fazla insan birden ona iman etmiştir.
Gerçi, bir günah işleyeyim, tevbe edeyim ve daha büyük bir mükâfata nail olayım denmez ve denmemeli. Ancak, insanın kendisini günahsız, suçsuz görmesindense, bata çıka gidip, kendisini hiç görmesi, bir günahkâr bilmesi ve devamlı tevbe etmesi çok daha hayırlıdır. İnsan, hiçbir şeydir; aslında şümullü manâya sahip bu üç kelime bile, insan için çoktur. Sıfırdır insan; ve o, kendisini böyle bilmelidir. Sıfır ne güzeldir; hele o nokta gibi olan sıfır, bir atom mudur, bir partikül müdür; işte insan, kendisini hep öyle bilmeli, böyle olduğuna kendisini inandırmalıdır. Hattâ yan yana pek çok sıfır olarak bilirse, başına gelecek bir rakamla, sonsuz değere ulaşma kapısını açmış olur. Kendisini tamamen sıfır gördüğü, bütün bütün şeffaflaştığı zaman, kendisinde Allah’ın tecellisi için pak bir ayna vasfı kazanmış olur. Allah’ın o biricik Habibi, o en büyük insan için, önce ‘Abdühû (O’nun kulu)’ demiyor muyuz? Evet, kulluktan daha üstün bir makam yoktur. En büyük kul, en büyük insandır. Çünkü onda, Allah mütecellidir dâim.
A’ZAMÎ TAKVA, ZÜHD, İHLÂS VE VELÂYET İÇİN
UMÛMÎ PRENSİP
– Takva’nın, zühdün, ihlâsın, velâyetin a’zamîsi kişiye göre değişir mi, yoksa bu hususlarda umûmi bir prensip var mıdır?
Kişiye göre mertebeleri veya bu hedeflere ulaşma yolları bulunsa da, takva için de, zühd için de, ihlâs ve velâyet için de umûmi prensipler vardır. Takvanın ilk derecesi, farzları işleyip büyük günahlardan kaçınmaktır; daha sonra vacipleri, sünnetleri işlemek ve mekruhlardan kaçınmak, daha sonra da, her türlü şüpheliyi günah olur endişesiyle terketmek ve nafilelere müdavemette bulunmak gelir. Allah’ı görmese de, O’nun kendisini sürekli gördüğü şuuruyla Allah’ı görüyormuşçasına ibadet etme demek olan ihsan da, bir bakıma takvanın nihaî sınırıyla alâkalı bir mazhariyettir.
İhlâs, insanın her yaptığını Allah için yapması demektir. Bunun ilk mertebesi, ibadetlerde, Allah için hizmet etmede, başkasının görüyor olmasını nazara almadan, sadece Allah’ın hoşnutluğunu düşünmek, yapılanı O emrettiği için yapmaktır. A’zamî mertebesi ise, insanların kendisi hakkında ne düşündüğünü hiç mi hiç hesaba katmamaktır.
Meselâ, bir mertebede, insanların sizi teheccüdde veya Pazartesi-Perşembe orucunda görmesinden rahatsızlık duyabilirsiniz; ama nihaî mertebede, insanların sizi görüp görmemesi, ne yaptığınızı bilip bilmemesi sizi hiç alâkadar etmez ve bu türden mülâhazalar aklınıza bile gelmez. Bu, Allah’ın rızasında fânî olmanın ifadesidir. İnsan, her zaman bu mertebede bir ihlâsa muvaffak olamayabilir. Meselâ, iman hakikatlerinin neşri için ölesiye çalışabilir; fakat bir yandan bunu yaparken, bir yandan da, “arkadaşlarım niye bu işte bana destek olmuyor?” gibi düşünceler de taşıyabilir. Halbuki önemli olan, insanın üzerine düşen vazifeyi hakkıyla yerine getirip, ötesinde hiçbir şeyle meşgul olmamaktır.
Bunun gibi, zühdün de, velâyetin de asgarî ve a’zamî mertebeleri vardır. Meselâ, dünyayı kesben değil, kalben terketmek zühdde bir mertebedir. Dünya adına insanın eline geçenlere hiç sevinmemesi, elinden gidenler karşısında ise hiç üzüntü duymaması, zühdün nihaî mertebesidir. Eviniz yanmış, yiyecek bir şeyiniz kalmamış, her şeyinizi kaybetmişsiniz, bunları hiç mesele yapmadan yolunuza ve kulluğunuza devam etme, zühdde nihaî mertebelerdendir.
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
İNANÇ VE DÜŞÜNCELERDE DÖNEM
VE ŞARTLARIN TESİRİ
– İbn Haldun, cinlerle ilgili Kur’an âyetlerini de müteşâbih âyetlerden sayıyor. Anlaşılıyor ki, cinlerin varlığına çok inanmıyordu. Malûmunuz, onun yaşadığı dönem de, İslâm dünyası adına karışık bir dönemdi. Acaba insanlar böyle dönemlerde daha mı çok pozitivist oluyor?
İbn Haldun önemli bir ilim adamı olmasına mukabil, pek çok yanlış görüşleri de olan biridir. İnsanlık tarihiyle ilgili yazdığı tezlerde de önemli hatalar vardır. Kendi dönemindeki ahvâlden hareketle bir takım neticelere varmaya çalışmış, bazılarında isabet ederken, bazılarında da hata etmiştir.
İnsanlar, işlerin sarpa sardığı zor dönemlerde, inançlarında sarsıntılar yaşadıkları bir gerçek. Kur’an-ı Kerim’in de parmak bastığı gibi, Allah, insana ikramda bulunduğu, nimetler verdiği zaman insan, “Rabbim bana ikram etti” der; ama bir de rızkını daralttığı ve onu bir takım zorluklarla başbaşa bıraktığı zaman ise, döner, “Rabbim bana ihanet etti” diye sızlanır.
Zor dönemlerde insan, arayışa geçer; bu arayışta, bizzat kendisini sorguya çekmesi, kendi muhasebe ve murakabesini yapması gerekirken, bazen kendi değerleri hakkında şüpheye düşer, onları tenkide yönelir ve daha çok galiplerin düşüncelerine yakınlık duyar, onları araştırır. Bu araştırmasında çok defa objektif de olamaz. Mevcut şartları tek done kabul eder ve öyle yürür. Halbuki iyi bir araştırmacı, hakikatı bulmak için şartlardan tecerrüt etmesini bilmelidir. 19. asrın sonlarından itibaren, İslâm dünyasında pek çok kimsede kendi değerlerinden uzaklaşma olmuştur.
Mustafa Sabri Efendi, bir eserinde Abduh’un İslâm’ı müdafaa adına yazdıklarının okuyucu üzerinde hiç tesir bırakmadığını söyler ve ekler: “Çünkü Abduh, yazdıklarına kendisi de inanmıyordu.” Bu, Mustafa Sabri efendinin değerlendirmesidir. İnanıyor muydu, inanmıyor muydu, bizim bir şey söylememiz zor.
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
7. GÜN
Hocafendi, bu sabah da kahvaltıya çıkamadılar. Öğle namazı mutad vaktinde kılındıktan sonra, öğle yemeğine oturuldu. Yemekten sonra sohbet, iki soru çerçevesinde şu şekilde gelişti:
DÎNÎ HİZMETLERDE YENİ BİR ENDÜLÜS TECRÜBESİ Mİ?
– Günümüzdeki dînî hizmetler, dünyanın içinde bulunduğu şartlar gereği, öncekilerden kısmen farklı bir mecra izliyor gibi. Efendimiz (s.a.s.) zamanında birbirini takip eden hadiseler vardı ve O’nun tebliği bu çizgide gelişmişti. Bugün ise, bir yerde yıllarca ulaşılan tecrübelerin, aynı vetireye ihtiyaç duyulmadan başka yerlere taşındığı görülüyor. Bu tecrübelerin başka yerlere taşınmasına, başka boyutta yeni bir Endülüs tecrübesi gibi bakılabilir mi?
Bugün dünya, eskiye nazaran çok küçülmüş görülüyor. Eskiden bir yerden diğerine üç ayda ulaşan haberler bugün anında ulaşıyor; aylarca süren seyahatlerle varılan yerlere, bugün bir-iki saat zarfında varılabiliyor. O bakımdan, artık hiçbir ülke bugün diğer ülkeleri nazara almadan, onlarla şu veya bu şekilde münasebete girmeden, müessir ve müteessir olmadan devam edemez. Bu bakımdan, dîn-i mübîn-i İslâm adına yapılacak hizmetlerde de, bütün dünyanın alacağı tavırlar çok önemlidir ve mutlaka dikkate alınmalıdır.
Efendimiz (s.a.s.) zamanında, bir zincirin halkaları gibi bir seyir takip edilmişti. Fakat bugün, manzara farklıdır, şartlar farklıdır. Hiç kimse, kölesinin, işçisinin, hizmetçisinin dinini, düşüncesini merak etmez. İkinci olarak, din adına başkalarına anlatacağınız hususlarda, en azından onlardan önde olmanız gerekir. İçtimaîde, ekonomide bugün için ortaya koyabileceğiniz misaller yoksa, başkalarına teklif edeceğiniz modeller yoksa, onlar üzerinde asla müessir olamazsınız. İnsanlar, sözden çok, davranışa bakarlar. Bugüne kadar, kendi misalini ortaya koyamayan hiçbir hareket muvaffak olamamıştır. Dolayısıyla, Batı ülkelerinde muvaffak olmanın yolu, onların arayışta olduğu hususlarda, onlara modeller teklif edebilmektir. Bugün, Amerikasıyla, Avrupasıyla Batı, gücünün zirvesindedir. Meselâ Amerika, Osmanlı Devleti’yle mukayese ettiğimizde, sanki Kanunî dönemini yaşıyor gibidir. Burada hayat dopdoludur, insanlar meşguldür; dünyayı kazanma tutkusu, herkesin vaktini bütünüyle doldurmaktadır. Önce, onlarda dine ihtiyaç duygusu uyarmak lâzım; ruhlarında âhiret endişesi hasıl etmek lâzım ve onların, manevî açlıklarını hissetmeleri lâzım. Oysa ki modern hayat, âdeta bunların hissedilmemesi üzerine dizayn edilmiş gibi. Fakat, hiç şüpheniz olmasın; bir gün burada, hem de bütün Batı’da da büyük manevî sarsıntılar yaşanacak. İşte o sarsıntılar döneminde insanlar arayışa geçecek; tutunacak manevî dallar arayacak. Eğer tam bu dönemde önlerinde İslâm’ın altın düsturlarını, Kur’an’dan nebean eden Nurları görürlerse, hiç tereddüt etmeden ona sarılabilirler. Bir yanda, bütün parlaklığıyla ortaya konan, kendisini ispatlamış düsturlar, diğer tarafta onları arayan sarsıntı içindeki insanlar, milletler.. işte bu kaderdenk noktasında dîn-i İslâm, bütün haşmetiyle bir güneş gibi tulû edebilir.
Bütün ızdırabım, insanların Allah’ı bulması yolundadır
Bütün duam, bütün ızdırabım, insanların Allah’ı bulması, O’na inanması yolundadır. Her gün, yana yakıla dua ediyorum: “Allah’ım, ne olur, bahtına düştüm” diye sızlanıyor ve “ne olur Allah’ım, insanlar Seni tanısın, Sana inansın!” diye dua ediyorum. O kadar ki, bunun için her gün birkaç defa ölüp ölüp dirilmeye razıyım. Bunu anlamayanlar, imanın ne olduğunu bilmeyenler, onun hasıl ettiği zevk-i ruhanîyi tatmamış olanlar, Cennet’in lezzetini, Cehennem’in işkencelerini ruhlarında hissetmeyenler, insanlığın ızdırabını bir defa olsun ruhlarında duymamış olanlar, kalkıyor, sizin ızdırabınızı, derdinizi, çabanızı başka mecralarda görmek istiyorlar.. Devletmiş, hükümetmiş, siyasetmiş… maksatları bunlar olup, bütün hayatlarını bu yolla elde edecekleri menfaate bağlamış bulunanlar, iman adına, Kur’an adına çekilen ızdırapları da aynı kategoride değerlendiriyorlar. İççisiyle, çitfçisiyle, bir nahiyede vazife yapanından Cumhurbaşkanına kadar her seviyedeki memuruyla, hakimi ve savcısıyla, dünyanın sultanı da olsa, herkes imana, herkes Kur’an’a muhtaçtır; dünyası adına muhtaç olduğu gibi, bundan çok daha ötede âhireti adına muhtaçtır. Nasıl camide, haccda insanlar arasında hiçbir ayırım yoktur, ölüm de, insanlar arasında hiçbir ayırım yapmadan herkese gelmektedir ve herkes, Allah’ın huzurunda, dünyadaki makamına bakılmaksızın sorguya çekilecektir. Hattâ dünyada ferah-feza yaşamış olanların sıkıntısı orada çok daha fazla olacaktır. Bu bakımdan, himmet elimizi herkese uzatmak mecburiyetindeyiz. Bu, bizim herhangi bir makamda, herhangi bir mevkide gözümüz olduğu manâsına gelmez. Aslında, ülkemizin, milletimizin geleceği gibi, dünyanın ve bütün insanlığın da geleceği, iman ve Kur’an adına sergilenecek samimi ve doğru gayretlere bağlıdır. Yarının neler getireceğini bilmiyorlar; insanlığı bekleyen dehşetli hâdiseleri, felâketleri bilemiyorlar. Bunu bilmedikleri gibi, dehşetli inkılâpların peşi peşine sökün edeceği Âhiret’i de bilmiyorlar, bilemiyorlar.
Asılsız suçlamaların sebebi
Bize ne yapılırsa yapılsın, Allah adına ortaya koymaya çalıştığımız hizmetlerden vaz geçecek değiliz. Bizim, hiçbir zaman terörle, anarşiyle, yolsuzlukla, gayr-ı kanunî herhangi bir işle alâkamız olmamış. Beni, Türkiye’yi ele geçirmeye çalışmakla suçluyorlar. Ben, dünyevî hiçbir şeye talip değilim; dünyanın sultanlığını teklif etseler, gözümü o tarafa çevirip bakmam. Bu türden suçlamalar karşısında, “Yâ Rabbi” diyorum, “acaba Sana kullukta, Sen’in rızan istikametinde bir şeyler yapmaya çalışırken hata mı ettim; ihlâsta kusurum mu oldu da, hayatımda hiç düşünmediğim, rüyalarıma bile girmemiş, ve hülyasını bile kurmadığım gayelerle beni suçluyorlar?!” Fakat, bu suçlamaların arkasında, böylesi ithamlarla resmî makamları aleyhimize kışkırtanların arkasında, cinnî şeytanlardan ders alan bir takım insî şeytanlar var ki, onlar, hem İslâm’a düşmanlar, hem de yolsuzluklardan sıyrılmuş, meselelerini halletmiş ve dünya muvazenesinde gerçek yerini almış bir Türkiye istemiyorlar. Türkiye’nin şu an içinde bulunduğu durumda olması, kendi maksatlarını gerçekleştirmede onlara daha muvafık geliyor. Fakat, İslâm’ın getirdiği rahmet o kadar engindir; evet, Hz. Muhammed (s.a.s.), bütün âlemlere gönderilmiş öyle bir rahmet peygamberidir ki, yarın Âhiret’te şeytan bile o rahmetin enginliğinden ümide kapılacaktır. Bu sebeple biz, bize en büyük düşmanlığı yapanların bile kurtuluşunu istiyor ve onların kurtuluşu için dünyamızı feda edecek ölçüde bir hasbîlik ve diğergâmlığa sahip değilsek, kendimizi samimiyetsiz kabûl ediyoruz.
Neyi yapabilirim ve yapılması gereken
Ben, bu hastalıklı halimle hayatının son yıllarını yaşadığımı düşünüyorum. Ancak, Nureddin Topçu’nun eserlerinde çok işlediği isyan ahlâkını ruhumun derinliklerinde her zaman duymaktayım. Şahsen, zillete, hakarete, kötü söze asla tahammülüm yoktur. Çocukluğumda bile, değil bu ölçüde, en küçük bir hakarete tahammül edemezdim; yine de edemem. Hiç çekinmeden kalkar, mahkemeye de çıkar, bütün dünyanın duyacağı şekilde bana yapılan hakaretleri, yapanların yüzlerine vurabilirdim. Ne var ki, bugün yapılması gereken bu değildir. Herkesin kavgaya kilitlendiği, ülkemizin ve dünyanın her zamankinden daha çok sulhe, sükûna, iç huzura, devlet-millet kaynaşmasına muhtaç olduğu bir zamanda, nefsimize yapılan ne olursa olsun, katlanmak mecburiyetinde olduğumuz kanaatindeyim. Bir reh-i sevdaya girmişiz ve bize ar namus lâzım değil demişiz; milletimizin bugününü de geleceğini de düşünmek mecburiyetindeyiz. Eğer biz bize düşeni yapmazsak, nasıl biz, bazen önceki nesiller için söylemeyelim diye dilimizi tutma mecburiyeti hissediyoruz, ama gelecek nesiller, “mazi ile aramızda ne kötü bir köprü oldunuz!” diyeceklerdir. Üzerimizde çiçeklerin bitmesi için gübreliğe razı olmalıyız. Hakkımızda herkesin yaptığı iftiraya, suçlamaya, attığı çamura cevap verecek değiliz; biz, muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur.
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
TÂLÎ PRENSİP VEYA VASITALARIN
ASLÎ PRENSİPLER HALİNE GELMEMESİ İÇİN
– Dinin olsun, onun yolunda hizmet vermenin olsun, bir takım aslî düsturları, vazgeçilmez prensipleri var. Bir de, zamanın, şartların, kısaca konjonktürün getirdiği tâlî prensipler veya takip edilmesi gereken hatt-ı hareket var. Bu ikincilerin birincilerin yerine aslî prensipler haline gelmemesi ve ana düsturların, değerlerin muhafazası adına ne yapılmalıdır?
Bilindiği gibi, fıkıhta da, Kur’an ve Sünnet gibi ana ve bağlayıcı kaynaklar vardır. Bir de, bunların yanısıra, bu temel esaslara bağlı tâlî şer’î deliller diyebileceğimiz İstishab, İstihsan, Mesalih-i Mürsele ve Sedd-i Zeraî gibi düsturlar var. Bu ikinci düsturların nerede, hangi şartlarda geçerli olması ve ne ölçüde kullanılması gerektiği çok iyi bilinmelidir. Aksi halde, bugün çokça karşılaştığımız gibi, bir kısım inhiraflara düşülebilir. Kur’an’ın ve Sünnet’in ana düsturları tarihin bir dilimine has gösterilip, ikinciler, onların yerine geçirilebilir. Bu konuda müteyakkız bulunmanın, hem fıkıh adına, hem de Müslümanlığımızı koruma adına çok önemli olduğu kanaatindeyim.
Her hareketimizde Allah’ın rızasını kazanma, a’zamî takva, a’zamî zühd, a’zamî ihlâs ve a’zamî velâyet hedef olursa, bu anlayışa bağlı olarak sürdürülen faaliyetlerde, inşa-Allah şaşma olmaz. Evet, eğer kalb balansı iyi ayarlanır, kalb ibresi hep bunları gösterirse, inşa-Allah bahsi edilen vartalara düşülmez. Aksi halde, sapma ihtimali her zaman için söz konusu olabilir.. kalbler hemen kayıverir; onun içindir ki, günde, sünnet namazlar dahil 40 defa, Allah’tan hidayet dileğinde bulunuyoruz. Farkına varmadan bir takım ruhsatlar hayat tarzımız, fer’i düsturlar ana düsturlar haline gelmiş olabilir; olabilir de, biz yine kendimizi hiçbir şey olmamış gibi, Sırat-ı Müstakîm üzerinde görebiliriz. Bu konu, sürekli murakabe, sürekli muhasebe ve çok dikkat isteyen bir husustur. Zaten, sık sık ifade edildiği gibi, Efendimiz’in (s.a.s.), “Büyük Cihad” adını verdiği bu çabada muvaffak olamayan, diğer hususta da muvaffak olamaz. Dinin, ırzın, malın, neslin, aklın korunması adına, mukaddeslerimiz adına mücadele vermek bir cihadsa, hem bu cihad, hem de emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker, İslâm’ın korunmasında iki önemli müeyyidedir; iki surdur bunlar; fakat yine de ‘küçük cihad’ın şümulüne girer. O bakımdan, nefsimizle, arzularımızla, kendi düşüncelerimizle, yani kendimizle mücadelemizde istikamet kaybına uğramamamız gerekir.
***
Bu öğle sohbetinden sonra, yine mutad vakitlerinde namazlar eda edildi. Akşam namazından sonra, bir kitaptan Hz. Ali’nin Kaside-i Celcelûtiye’si üzerine bir bölüm okudular. Daha sonra, yine internette gazetelerin ana haberlerine ve bazı önemli köşe yazılarına atf-ı nazar ettikten sonra, yatsı namazı kılındı. Namazı müteakip, ben katılamamakla birlikte, salonda bir müddet oturup, video seyrettiler. Önceki gün, Ömer Seyfeddin’in Kaşağı adlı hikâyesinin filmini izlemişlerdi. Bazen şiir okuma, bazen çay sohbeti türünden sohbette bulunma, bazen böyle bir video izleme, Hocaefendi’nin kaynayan ızdıraplarının ruhunu dövmesinde bir nebzecik olsun hafiflemeye yarıyor zannediyorum. Zaman zaman az da olsa bir teneffüs arayan Hocaefendi, “Sonsuzluk Kervanı”nın bu çağa düşmüş bir ‘garib’i.
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
8. GÜN
20 Kasım Pazartesi, güneş güzel doğdu; havalar, haylidir güzel ve kısmen güneşliydi. Ne var ki, bilhassa öğleden sonra şiddetli soğudu ve kar tozumaya başladı. Önce tozuyan kar, daha sonra yağmaya durdu.
Hocaefendi, sabahleyin yine kahvaltıya çıkamadılar. Öğle yemeğinden sonra da fazla oturmadılar. Toplumdaki dejenerasyon ve yolsuzlukların derin ızdırabını duyuyordu. Bu hususta birkaç kelâm edip kalktılar.
Bu dört günde çay sohbetleri şeklinde ve kısa soru-cevaplar halinde cereyan eden sohbetleri değil de – onlarda söylenenleri, cümleler halinde kitabın sonunda bulacaksınız – üzerinde geniş açıklamalar yapılan bir-kaç soru ve cevabı buraya kaydedeceğiz:
MUSİBETLERİN SEBEBİ VE
EFENDİMİZ’İN MARUZ KALDIĞI MUSİBETLER
– Ferdî planda olsun, toplum planında olsun, başa gelen musibetlerin daha çok günahların neticesi olduğu bir vakıa. Fakat, meselâ, Efendimiz (s.a.s.) masum; Taif hadisesi gibi, İfk hadisesi gibi, Hz. Zeynebi tezevvücleri gibi, hiçbir günahının söz konusu olmadığı musibetleri nasıl yorumlamalıyız?
Musibete maruz kalan Efendimiz (s.a.s.) de olsa, O’nun pak zevceleri Hz. Âişe (r.a.) da olsa, yine birer insan olarak terakkî etme mevkiindedirler. Efendimiz (s.a.s.), Risalet’in ağırlaşmasına, genişlemesine paralel olarak üzerine daha bir yük bindiğinden, mânen ve rûhen sürekli terakkisi söz konusudur. Risalet’in sahasının genişlemesi ve hadiselerin gelişmesine paralel olarak bu terakki devam eder veya terakkiye paralel olarak hadiseler gelişir. Bir de, evet Efendimiz’de günahın izi yoktur; günah O’nun rüyalarına bile girmez. Ancak, bazen vazife ve sorumlulukları yerine getirmedeki tedbirlerinde en iyi yerine iyiyi tercih edebilir. “Belânın en büyüğüne peygamberler, sonra da derecesine göre başkaları maruz kalır” hadisinde de ifade buyurulduğu gibi, makam ne kadar büyükse ve Allah’a kurbiyet ne ölçüde ise, gelen musibet ve belâlar da o ölçüde gelir. Meselâ biz, bir günah işleriz, makamımız çok büyük olmadığı için küçük bir musibete maruz kalırız; fakat enbiya, asfiya, hele Efendimiz (s.a.s.) gibi, en zirvedeki bir nebî, aklına deyip geçen, makamıyla te’lif edilemeyecek en küçük bir düşünce veya davranış karşılığında, vazife ve sorumluluğunu yerine getirmede en iyinin yerine daha iyiyi yapma gibi, yani şöyle yürürken hafif bir salınmada bile ikaz görür ve bir musibete maruz kalabilir. Bu da, meselenin diğer yanıdır.
Bir diğer husus, bazı meseleler vardır ki, “Melikin atıyelerini, ancak matiyyeleri çeker” sözünde de ifade edildiği gibi, onları kim kaldıracaksa ona yüklenir. Cenab-ı Allah (c.c.), bu şekilde çok önemli bir teşride bulunur. Meselâ, İfk Hadisesinde belânın merkezi olarak Peygamber evi ve hedefi olarak da, Efendimiz başta olmak üzere, Hz. Âişe ve en yakın arkadaşı Hz. Ebu Bekir’le birlikte ailesi seçilmiştir. Bununla, Kur’an-ı Kerim’de, “Siz onu hakkınızda şer saymayın; belki o, hakkınızda hayırlıdır” şeklinde ifade buyurulduğu gibi, bütün ümmet adına çok önemli bir hayır kastedilmiştir. Fakat, bu hayrı devreye koymak, ümmete mal etmek ve kabûl ettirmek için çok önemli bir hadise olmalıdır. Önce, bu hadiseyle münafıklar hakkında bir uyarıda daha bulunulmuş, onların fitne ve şerlerine bir defa daha dikkat çekilerek, belki de ümmet içinde açacakları çok daha büyük bir yara önlenmiştir. İkinci olarak, bu hadisenin neticesinde ümmetin Peygamber’le ve hanımlarıyla münasebetlerinin nasıl olması gerektiği, zina ve eşlerin birbirine zina isnadı karşısında nasıl davranılacağı, ümmet içinde meydana gelebilecek bu türden hadiselerin nasıl karşılanmasının ve ümmet ferdlerinin böyle durumlarda birbirlerine nasıl davranmalarının icap ettiği gibi hususlarda çok önemli kaideler vaz’ edilmiştir. Bu kaidelerin önemine ve onları uygulamada gösterilmesi gereken titizliğe binaen, öncesinde bu türden bir hâdise olmuştur.
Ayrıca, arz olunduğu gibi, böyle bir hâdiseye bir başka ev tahammül edemeyebilirdi. Buna ancak Efendimiz (s.a.s.), Hz. Ebu Bekir ve zevceleri içinde de Hz. Âişe tahammül edebilirdi. Onların büyüklüğünü, Allah katındaki derecelerini ve tahammül kapasitelerini göstermek için de bu hâdise ayrı bir fonksiyon görmüştür.
Hz. Âişe validemizin, diğer validelerimiz içinde ayrı bir yeri vardı. Gözünü açmış Efendimiz’i görmüş, hemen şuurunun açılıp, aklının ermeye başladığı ilk ergenlik çağında Efendimiz’in hane-i saadetlerine dâhil olmuş ve vahyin gelişlerine şahid olmuştu. Öyle ki, Efendimiz (s.a.s.), “Vahiy, zevcelerim içinde bana sadece bunun evinde iken geliyor” buyurmuştu. İleride hadis ve bilhassa fıkıh sahasında oynayacağı çok önemli bir rol, göreceği çok önemli bir fonksiyon vardı. Hikmet eli, onu böyle bir fonksiyonu edaya hazırlıyordu. Bundan ayrı olarak, yukarıda arz olunduğu gibi, Hz. Âişe validemizden de, onca büyüklüğüne rağmen, kametiyle telifi biraz zor – ancak bu kadar diyebiliyorum – bazı şeyler sadır olmuyor değildi. Meselâ, Tahrim Sûresi’nde ifade buyurulduğu gibi, bir defasında Hz. Hafsa vâlidemizle birlikte Efendimiz’i üzmüşlerdi. Bu türden, aslında küçük, fakat Hâne-i Saâdet’in bu en mümtaz ferdleri için büyük sürçmeler de, böylesi tecziyelere sebep olabilirdi. Ama, onlar öyle büyüktü ki, başlarına gelen belâlar, ümmet için büyüklükleri nisbetinde çok önemli hayırlara vesile oluyordu.
Belâlar, insanı pişirir, olgunlaştırır; müsbet ibadetlerle ulaşılamayacak noktalara ulaştırır. Önemli olan, onlar geldiğinde, bilhassa ilk şok anlarında, ne kadar ağır olursa olsun sabr-ı cemil göstermektir. Bakmaz mısınız, İki Cihan’ın Efendisi’ne! Taif hadisesi ne ciğersûz bir hadisedir! Dönüşünde konakladığı bağda ellerini açar ve yalvarır: “Yâ Erhamerrahimîn! Ey ezilmişlerin Rabbi ve benim Rabbim! Beni kime bırakıyorsun? Şu, bana şüpheyle bakan ve yüz ekşiten yabancıya mı, yoksa bana eziyetine müsaade buyurduğun düşmana mı? Ama, eğer gadabın bana karşı değilse, bunların hiç ehemmiyeti yok; bununla birlikte, lûtuf ve rahmetin elbette benim için daha sevimlidir!” Her gelen belâyı böyle karşılamak lâzım. Mevlânâ, belâlar için bir teşbihte bulunur ve der ki: “Belâ, üzerine yırtık-pırtık elbiseler giymiş, bu dış görünüşü itibariyle sevimsiz, fakat o elbiselerin içinde en güzel bir endamı taşıyan dünya güzeli gibidir. Onun o sevimsiz dış yüzüne, yırtık-pırtık elbiselerine bakarak aldanma. O elbiselerin altını gör ve o cihan güzeliyle beraber ol!” İnsanların günaha kapalı olduğu o dönemde bu türden teşbihler, sâfî zihinleri idlâl edecek karakterde görülmediğinden mahzursuz addedilmiştir. Fakat, Mevlânâ’nın bu sözü, belâyı tavsifte de çok yerindedir. O bakımdan, belâları belki gülerek karşılamalı, Üstad’ın hastalık mevzuunda söylediği gibi, belâlar geldiği zaman insan, şükür içinde sabretmeyi bilmelidir.