-
Cevap: Mustafa Sungur
"Ticanî hadisesi ve Pilavoğlu"
"Yanımda İkinci Şua gibi birkaç risale vardı. Onları yazıp okumakla vakit geçiriyordum. Kemal Pilavoğlu, Hz. Üstad hakkında, daima müsbet kanaat izhar ederdi. Tasavvufî tabirlerden olarak, 'Bekabillah mertebesinin 9. derecesi ki, son derecesidir. Velayetin son hudududur. Said Nursi o mertebededir Gavs-ı Âzam Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleri de aynı mertebede idi' diye beyanda bulundu. Bir gün kendisine İkinci Şua'dan bir miktar okumuştum. Dinledi ve 'Siz, Said Nursi Hazretlerinin tasavvufla alâkası olmadığını söylüyorsunuz Halbuki şu hakikatler bile o zatın kainatta Esma-i İlahiyeyi müşahede ettiğini gösteriyor' demişti. Velhasıl, bu merhum zatla zaman zaman konuşurduk. Kâmil Tunal'dan uzun uzun şikâyet etti. O da karşımızda yatak üzerinde zikir ve cezbe halindeydi. Kemal Beyden ziyade taassup gösterirdi. Kemal Pilavoğlu o neşredilen 'Nur Saçan' imzalı ve heykellerin kırılmasını tavsiye eden mektubu, kendisinin yazmadığını, haberi olmadığını, Kâmil Tunalı'nın yazıp etrafa gönderdiğini, sonra muttali olduğunu ve arada bir kaç hadise zuhur edince kendisini çağırıp ikaz ettiğini, 'Git emniyete teslim ol, kendin yaptığını söyle' dediğini, fakat maalesef aksini yaptığını, 'Ben ona emniyete teslim ol dememişim' gibi daha çok tahribatta bulunduğunu şikavetvâri, acı acı anlatmıştı. Hattâ bir ara, 'Said Nursi'nin takdir edilecek bir hususiyeti de, bizim gibi böyle meczublarla meşgul olmamış, mekteblileri, gençliği irşada çalışmış' diye sitayişle beyanda bulundu. Ve kendisi de tahliyeden sonra mesaisini daha ziyade eser telifine verdi.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Kur'ân-ı hikemiyatını Said Nursî gibi ifade edene rastlamadım"
"Bir gün Dokuzuncu Koğuşa hapishane savcısı ile bir savcı ve müdür geldiler. Ben Samsun'a gidemediğimden şikâyet ettim. Savcının birisi, 'Ben Hastalar Risalesi'ni okudum. Fazla ilmî bir hüviyet göremedim' dedi. Ben de, bir de bunu dinleyin diye, İkinci Şua'dan bir miktar heyecanla okudum. Savcılar, 'Bu hakikaten ilmî imiş' dediler. Ve Pilavoğlu'na dönerek; 'Said Nursî hakkında sen ne dersin?' dediler. Kemal Pilavoğlu da' Ben çok tefsir okudum. Fakat Kur'ân'ın hikemiyatını Said Nursi gibi en güzel şekilde ifade edebilene rast gelmedim. Şüphesiz bu hizmeti de garazsız ve ivazsızdır' diye cevapta bulundu. O gün öğleden sonra ayrıldım ve bir gece Ankara'da, nezarette kaldıktan sonra, Jandarma nezaretinde şiddetli soğuk içinde altın bilezikle kelepçeli olarak, otobüsle Samsun'a müteveccihen hareket ettik. Jandarmalar öğle namazı için Çorum'da bilezikleri çıkardılar. Bir daha da takmadılar. Samsun'a vardık. Hüseyin Yücel ile beraberdik. Saf, temiz, haksızlığa karşı alevlenen bir kimse idi. Hemen her gün veya gün aşırı ismi ünlenir, ifadeye çağrılırdı. Büyük Cihad gazetesindeki yazılardan dolayı hakkında sekiz dâva açılmıştı. Mahkemeye çıktığımızda savcı, Hz. Üstadın da Samsun'a gelmesini, celbini talep ediyordu. Her mahkemeden Üstadımıza ait bir rapor geliyordu. Evvelâ Emirdağ'dan, sonra Eskişehir'den heyet-i sıhhiyeden hasta olduğuna dair rapor geldi. Savcı, tam teşekküllü hastahaneden gelmeyince kabul etmedi.
"Ve nihayet, İstanbul Gureba Hastahanesi'nden ne havadan, ne karadan, ne de denizden Samsun'a gelemez diye rapor verilmişti. Bu rapor mahkemede okundu. Savcı, 'Madem gelmiş, Samsun'a da gelebilir' dedi. Fakat mahkeme kabul etmedi. Hattâ savcının eline Afyon müdafaası geçmiş, reise uzatarak, 'Efendim, bakınız, Mehdîlikten bahsediyor' diye, güya delil ibraz ediyor gibi Afyon müdafaasını reise uzattı. Reis, 'Bu mahkeme müdafaası, bundan suç mu çıkaralım?' diye önüne geri fırlattı.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Radyodan dinlediğimiz Kur'ân büyük teselli vermişti"
"Bizim mahkememiz 4 ay kadar sürdü ve neticede 18 aya mahkûm edildik. Beraatımızı beklerken, bu mahkûmiyet kararını dinlerken, ani bir sıkıntıyı müteakip, demek Nur'un yardımı ve Üstadımın himmeti yetişti ki, o ani sıkıntıya mukabil, değil bu 18 ay, bir gün ömrümüzün dahi sona ereceğini tahattur edip, neticede sürur, neşe ve saadete inkılap edeceğini hatıra getirip, keder yerine sevinç ve beşaret haleti hakim oldu. Ve tebessümle heyet-i hâkimiye mukabelede bulunduk.
"Samsun cezaevine geldiğimizin ilk cuma sabahı, hapishanede, radyodan Kur'andan okunan âyetler, bize büyük teselli ve inşirah vermişti. O sabah Sure-i Tevbeden 19. âyetten başlanarak okunmuştu. Âyetlerin mealini uzaktan uzağa ber nebze anlıyordum. O müjde-i İlâhi, bana bir tevafuk gibi gelmişti.
"Artık hapishanede günlerimiz geçmeye başladı. Hamdolsun Nur'lar imdadımıza yetişmişti. Bafra'nın kahraman Nurcuları başta Muammer Efendi olmak üzere, hem maddî, hem manevî ihtiyaçlarımızı temin ediyorlardı. Haftada bir veya iki gün görüşmeye gelirlerdi. O zaman Bafra'da Nur'a bağlı bir cemaat vardı. Bilâhare Üstadımız Bafra'yı, Emirdağ, Barla, Eflâni gibi bir Mederese-i Nuriye olarak kabul ettiğini bayan buyurmuşlardı. O Muammer Efendi çok fedakâr, müstakim ve hem de mübarek bir zattı. Merhum Reşatla beraber, Hz. Üstadımızı ziyarete gidip Bafra'dan, Isparta'ya nakl-i mekân edeceklerini söylemişler, fakat Hz. Üstadımız kabul etmeyip geri çevirmiş. 'Âlem-i İslâm ülkesinin şimal ucunda küfr-ü mutlaka karşı mukabil durunuz' diye. Bunlar Risale-i Nur'ları İnebolu'dan elde etmişler. Üstadımızın, Küçük İbrahim dediği mübarek talebesi İbrahim Fakazlı ile muhabere ediyorlardı.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Küçük Isparta ( İnebolu)'nın kahramanları"
"Malûm, Hz. Nur Üstadımız, İnebolu'yu, 'Küçük Isparta' olarak yad etmişlerdi. 'Kastamonu' da sekiz senelik ikametimizi neticesiz bırakmayan' diye yazıyordu mektubunda. Sonra Eflani, Safranbolu'yu da aynı mânâ ile yad ettiler. 'Kastamonu'daki sekiz sene ikametimizi akîm bırakmayan Safranbolu, Eflani' diye yada ettiler. İnebolu, Anadolunun şimalinde, bir cihette de İslâm âleminin şimal hudududur. Herhalde bu noktadan da ehemmiyetlidir. Nitekim merhum Nazif Çelebi'ye yazdığı bir mektubunda Hz. Üstad, 'Nazif Çelebi, o mühim mevkide, Âlem-i İslâmın şimal hududunda hizmet-i imaniyenin bir kutbudur' diye beyanda bulunmuştu. Ve yine Nazif ve arkadaşları için 'Küçük Isparta (İnebolu) kahramanları' diye bahsetmişti. Hem İnebolu'nun, şimal hududundaki İslâmî hizmetlerin, bilhassa Risale-i Nur neşriyatının ehemmiyetini belirtiyor, hem de hizmet-i imaniyenin kudsiyetini tebarüz ettiriyordu. Tasavvuf kitaplarında bahsedilen 'Ehl-i velayetin reisi olan kutuplar' gibi; demek hizmet-i imaniyenin de kutupları olurmuş.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Seni o yazıların kurtardı"
"Samsun'da Cenab-ı Hakka şükür, bize isnat edilen suç, Said Nursi'ye nüfuz temin etmekti. O hususta müdafaalarımız oldu. Hz. Üstad o müdafaa ve yazılarımız için bir gün Isparta'da ders esnasında, 'Bunu, Üstadı için propaganda yapıyorsun diye hapse atıyorlar. Bu da tam aksine daha şiddetle karşılarına çıkıp elli misliyle mukabele ediyor' diye iltifat etti. Ve ilaveten, 'İşte seni o yazıların kurtardı' dedi. Yani, 'Sana isnat edilen Risale-i Nur'u ve Müellifini methedip propaganda yapıyorsun isnadına karşı, elli misli mukabele etmekliğin kurtardı' diyordu. Hz. Üstad bütün o müdafaa ve hapisler hakkında yazdığımız yazıları neşrettiler. İnebolu teksirle neşretti, fakat nüshaları elde yoktur.
"Samsun Cezaevinde 11 ay yattıktan sonra, mahkeme-i temyizin lehimizde kararı bozması üzerine cereyan eden duruşmada, Reis Hakkı Çağırankaya beraat ve tahliyemize karar vermişti. Tahliye edildik, fakat yazı müdürü Hüseyin Yücel içeride kaldı. Hz. Üstadımızla ayrı bir davası daha vardı. Hz. Üstadımızın yazılarını neşrettiği için... Ve daha da mahkemeleri vardı. Tahliyemden sonra Isparta'ya dönüşümde Hz.Üstad, Hüseyin Yücel için şöyle buyurmuştu: 'Ben onunla, onun ruhuyla anlaşma yaptım. Onun hapisteki her bir saatini, bir ay Risale yazmış gibi kabul ettim.'
"Hüseyin Yücel toplam 22 ay yattı. Neticede, mahkeme, Hz.Üstadımıza beraat kararı vermişti. Büyük Cihad davası da Samsun'da böylece sona ermiş oldu. Meyve Risalesi'nden mülhem bir büroşür meydana getirdim. Hz. Üstada gönderdim. Hz. Üstadımız, Isparta'da el yazısı ile 50-60 nüsha yazdırmışlar.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Üstadın bizim çocuklarla alakası"
"Tahliyeyi müteakip bir ay kadar köyde kaldım. Ve tekrar Isparta'ya gittim. Gerçekte gönderildim dense daha uygun olsa gerek. İstihdam-ı İlahi idi bunlar. O Aziz Nur Üstadın himmetiydi. Hangisini yazsak, dile getirsek, bilmem ki... Yazdıklarımız yazılamayanların yanında çok cüz'i kalır.
"Benim bunca hapisten sonra tekrar Isparta'ya gitmem, elbette büyük bir lütf-u İlâhi iledir. Ben hapiste iken Hz.Nur Üstadın bir bayram arifesinde ruhen köydeki evimize kadar teşrifleri, rüyaya benzer, fakat yakaza halinde iken şefkatli okşamaları ile bizim çocuklara, 'Merak etmeyin, merak etmeyin. Biz hep biriz, hep beraberiz' deyip kapıdan çıkmaları ve arkasından koştuklarında Üstadı görememeleri gibi garip ahvalleri, o ağır şartlar altında çocuklarımıza tam teselli hükmüne geçmiş. Ve fedakârlıklarına vesile oluyordu. Zaten Eskişehir'de ziyarette de iltifatta bulunmuşlardı. Kaç defa bana da 'Sen, Allaha şükret' derdi. Ve 'Senin hizmetine çocukların anası(yani haremin) şeriktir' diye beyanda bulunurdu. Hz. Üstadımız birkaç kere bana, 'Sen hiç merak etme, ben senin çocuklarına bakacağım' demişti. Lillahi'l-hamd, bu günlere geldik.
"Hülâsa: Hepimiz bir sevk-i gaybinin, istihdam-ı Rabbanînin hükmü altındaydık ki, nice manialar atlanıp gidiyordu. Üstadımız, Allah razı olsun, ailece saadetimizin de vesilesidir ve medar-ı sürurumuzdur. Gerçi sırr-ı imtihan neticesi çok zorluklar, nice haletler geldi geçti. Bunlar da bu kudsî hizmetin, yüce dâvanın şanı imiş. Sabretmek; sâbirîn şerefine ermek... Bu da ayrı bir rıza ve makbuliyet dairesidir. Cenab-ı Hak kemal-i rahmetiyle cümlemizi nail kılsın.
-
Cevap: Mustafa Sungur
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Bediüzzaman'ın Rus polisiyle muhaveresi"
"Sırası gelmişken şunu da arzedeyim: Üstadım çok defa ben hapiste iken, bu hakir talebesi için, 'Onu Tiflis'e göndereceğim' dermiş. Malum Tarihçe-i Hayat'ta, Hz. Üstadımızın Rus polisiyle bir muhaveresi var. Şöyle ki:
"Tiflis'te, Şeyh San'an tepesine çıkar. Dikkatle etrafı temaşa ederken yanına bir Rus polisi gelir ve sorar:
"Niye böyle dikkat ediyorsun?
"Bediüzzaman der:
"Medresemin plânını yapıyorum.'
"O der:
"Nerelisin?'
"Bediüzzaman:
"Bitlisliyim.'
"Rus polisi:
"Bu Tiflis'tir!'
"Bediüzzaman:
"Bitlis, Tiflis birbirinin kardeştir.'
"Rus polisi:
"Ne demek?' Bediüzzaman:
"Asya'da, âlem-i İslâmda üç nur birbiri arkasında inkişafa başlıyor. Sizde birbiri üstünde üç zulmet inkişafa başlayacaktır. Şu perde-i müstebidane yırtılacak, takallüs edecek, ben de gelip burada medresemi yapacağım.'
"Rus polisi:
"İslâm parça parça olmuş.'
"Bediüzzaman:
"Tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslâmın müstaid bir veledidir; İngiliz mekteb-i idadisinde çalışıyor, Mısır, İslâmın zeki bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslâmın iki bahadır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde talim ediyorlar. İlâ âhir...
"Yahu, şu asilzade evlad, şehadetnamelerini aldıktan sonra herbiri bir kıta başına geçecek, muhteşem adil pederleri olan İslâmiyetin bayrağını âfâk-ı kemalâtta temevvüc ettirmekle, kader-i ezelinin nazarında, feleğin inadına, nev-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilân edecektir. ' (Hikmet-i ezeliye sırrı, Hutbe-i Şamiye'de yarım bürhanda izah ediliyor.)
"Askerliğimde de kur'a Samsun'a çıkmıştı. Ve bir sene Samsun'da Toraman tepesinde askerlik yaptık. Ve oradan dönüşümüzden sonra Hz. Üstad, Samsun'a gidişlerimi Rus hududuna, Tiflis'e gidişim olarak beyan etmişlerdi. Samsun'da askerliğimiz müddetinde Isparta'yla muhabere ederek, Küçük Sözler'i, Divan-ı Harb-i Örfi'yi ve bir kitabı daha matbaada basmak nasip oldu.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Ankara'daki Nur hizmeti"
Eflâni'de bir ay kalıp Ankara'ya uğrayarak Isparta'ya geldim. Ankara'ya geldiğimde Hz. Üstad, Ceylan'ı bir hizmet için göndermiş ve 'Sungur'la beraber gelirsiniz' demiş. Ankara'ya geldiğimde Atıf Ural başta olarak fedakâr gençler hizmet-i Nuriyede idiler. Gerçi Risaleler umumiyetle hatt-ı Kur'an ile olmakla beraber, teksirle basılmaya başlanmıştı. Âsâ-yı Musa, Küçük Sözler, Gençlik Rehberi ve son küçük risalelerden epeyce vardı. Ankara Üniversite Mescidinde verilen konferans gibi Nurlar ve mahiyeti hakkında eserler de vardı. Dershanede kalan kardeşler, hem birbirleriyle ders yaparlar, hem tanışmak görüşmek gibi vesilelerden istifade ile Risale-i Nur ve Üstad Bediüzzaman, gayesi ve maksadı, mahkemeler, vesair Nur'a ait işler, hizmetler hususunda sohbetler yapardı. O zaman Ankara'da, merkez-i payitaht-ı hükümette, Risale-i Nur'ların neşri ve dersi, en büyük hizmetti. Nitekim, çekirdek-misal o hizmetler, biiznillah kısa bir zaman sonra dal budak saldı, âlem-i İslâmi sevindirdi.
"Risale-i Nur'un, Kur'an'ın nurlu bir tefsiri olarak, müellifi olan Hz. Said'in bir İslâm fedaisi olarak hizmette bulunmaları ve böylece bilinmesi, var olan bir gerçeğin idraki ve anlaşılması demektir. Bu zamanda samimî uhuvvet ve muhabbetle iman ve Kur'an yolunda birbirine bağlı bir cemaate dayanmak, istinat etmek, elbette en büyük bir kuvve-i maneviyedir.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Zaman cemaat zamanıdır, şahıs zamanı değil"
"Halbuki şu zaman cemaat zamanıdır, şahıs zamanı değil, şahis ne kadar dâhi ve hatta yüz dâhi derecesinde olsa bir cemaatin mümessili olamazsa, bir cemaatin şahs-ı manevisine karşı mağluptur.'
"Hz. Üstadımızın bu beyanından, fert olarak, cemaat olarak alacağımız hisseler vardır. Bu zamanda Risale-i Nur, asrın idrakine hitap eder Kur'anî bir derstir. Bütün imanî ve Kur'anî mes'eleleri mâkûl ve müdellel şekilde ispat ve izah etmektedir. Kitap olarak, eser olarak, gerçek böyle olmakla beraber, hayattar bir şahs-ı manevînin, mütesanid bir heyetin mevcudiyeti de, müminlere aynı zamanda nokta-i istinat teşkil eder.
"Amerika'ya giden bir Nur talebesinin fevkalâde bir hizmet şevki ve anlayışı ve faaliyeti içinde olduğunu gören birisi, gözüne inanmıyor, duyduklarından havaya uçacak sanki...
"Sen orada nasıl boğulmadın böyle sağlam kaldın? Söyle, rica ederim' diyor. O genç talebe, 'Biz bir hizmet grubuyuz' diye kısaca ifadede bulunmuş. Dememiş: 'Biz Nur cemaatındanız. Risale-i Nur denilen bir hakikat-ı Kur'aniye dersi ve dairesi içindeyiz.'