Cevap: çekirdekten çınara
j. Şefkat
Çocuk, sopadan, tehditten, azaptan değil, eğer bir şeyden korkacaksa, ebeveyninin şefkatini kaybedeceğinden korkmalıdır. Babasının yüzünü ekşitmesi, annesinin sımsıcak yüzünün buğulandığını müşahede etmesi veya sezmesi onu hizaya getirecek en büyük bir müeyyide gibi algılanabiliyorsa, yeter ve artar zannediyorum. Ancak çocuğun size güvenmesi, acılarını elemlerini paylaştığınıza inanması çok ehemmiyetlidir. Öyle ise, o ağladığı zaman yapabiliyorsanız oturup içten ağlayınız, hiç olmazsa üzüntüsünü paylaşınız. Size ölüp giden bazı insanlar için semanın ağladığı, arşın titrediği gibi [36] (Büyük âlem küçük alemle alakadardır ve aralarında pararellik vardır. Hatta belki bir mühim müteessir olduğu zaman rahmet alemi de o derece müteessir olmaktadır. Bu durumun keyfiyeti bizim için çok açık ve kâbil-i idrak olmasa da, şu tespiti yapabileceğimizi düşünüyoruz. Allah'ın (cc) Rahmân ve Rahîm isimleri, her türlü şefkatin, re’fetin, inceliğin, merhametin menbaı ve kaynağıdır. Müminler müteessir oldukları zaman, rahmet de “bîkem u keyf” harekete geçer, -tabir caizse- o da o teessürü paylaşır). çocuklar müteessir oldukları zaman siz de teessür izhar edip, onların üzüntülerini paylaşınız. Böylece onların nazarında daha bir ulvîleşirsiniz ve söylediğiniz, anlattığınız sözler onlarda tesir icra eder ve onların gönüllerine öyle bir girersiniz ki, artık hiçbir güç oradan sizi söküp atamaz. Daha sonra söyleyeceğiniz her söz de onların, gönüllerinde hep makes bulur. Evet eğer, onların melek-misal yetişmelerini düşünüyor ve sizi gelecekte en mükemmel şekilde temsil edeceklerini bekliyorsanız böyle yüksek bir mefkûre ancak bu yollarla gerçekleştirilebilir.
Cevap: çekirdekten çınara
k. Otorite
Evin içinde, otorite boşluğunun yaşanması da çok hayâtî dir. Hanede, istediğini istediği zaman yapabilecek, istediğini istediği gibi değiştirebilecek bir söz kesen olmazsa, yuva idârî keşmekeşlikten, çocuklar da ikilemden kurtulamazlar.
Allah (cc), Kur’ân-ı Kerim’de: Allah’ın insanlardan bir kısmını değerlerine farklı kılması sebebiyle, bir de mallarından harcama yaptıkları için, erkekler kadınların koruyup kollayıcısıdırlar. Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır. Allah’ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de nâmuslarını) muhafaza ederler. Baş kaldırıp hep serkeşlik yapmalarından endişe ettiğinizde, onlara uzun uzun öğüt verin; (gerekirse bir taktik olarak) onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla da yola gelmezlerse, incitmeden) okşayınız. Eğer yola gelirlerse, artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.” Nisâ/34) buyurulmaktadır.
Erkek, evin içinde, belli hususlar itibariyle hakim ve genel ahengin sorumlusudur. Öyle ki o, pek çok konuda birinci mesuldür. Aslında, çocukların da böle bir sorumluya ihtiyaçları vardır. Böyle bir mesuliyeti hisseden çocuk, hayatı itibariyle teşettüte düşmeyecektir. Aksine bir evde iki kumandanın bulunması ve iki yerden ayrı ayrı emirlerin gelmesi, çocuğun efkarını allak bullak edecektir. Ayrıca, çocuk ebeveynin birinden korktuğu zaman diğerine sığınabilmeli ve bu sığınacağı yer de anne kucağı olmalıdır.
Böyle bir paylaşımda çocuk babada mehâfet ve mehâbeti, ya da şefkat ve merhameti, annede de aksini bulacak, yerinde ürperecek, yerinde ümitlenecek; ama katiyyen yalnızlık hissetmeyecektir. Aksine evde aile hayatı, böyle bir birliğe bağlanamamışsa çelişkiler sürüp gidecek ve kadının kendine göre bir baş, erkeğin de kendine göre bir baş olduğu böyle bir yuvada çocuklar hissiz, duygusuz, haşin ve yörüngesiz yetişeceklerdir.
Kanaatimiz odur ki, ideal nesiller için her şeyden evvel ideal bir yuvaya ihtiyaç vardır. Evet herşeyden evvel yuva, Allah’a bağlanmalıdır. Ebeveyn veya onlardan biri onun halifesi olarak bu işi derpiş edince, O’na bağlılık sayesinde aile fertleri o kadar aziz, onurlu ve meselelere hakim olacaklardır ki, dahası olamaz ve böyle bir yuvada problem de söz konusu değildir.
Cevap: çekirdekten çınara
5. Allah'ın (cc) Ahlâkı İle Ahlâklanmak
a. Konuşma Âdâbı
Burada ele alacağımız ilk husus, doğrudan, doğruya ‘ahlâk-ı âliye-i ilâhiye’yle (Cenab-ı Hakk’ın yücelerden yüce ahlakı) ahlâklanma konusudur. Bütün düşüncelerimiz, davranışlarımız, hatta hayat arkadaşımızla yan yana geldiğimizde, sohbet ve değişik münasebetlerimizde, mütemâdiyen üzerinde duracağımız hususlar, daha sonraki dönemlerde, çocuğun şuuraltına yerleşmesinin düşündüğümüz konular olmalıdır.
Elbette ki bir evde, dünyaya ait işler, hayatımızla alakalı mevzular da konuşulacaktır. Ne var ki çocuğun yanında bu meseleler dahi görüşülürken, hep onun mevcudiyeti nazar-ı itibara alınmalıdır. Dahası mümkünse, onu ilgilendirmeyen, ona faydası dokunmayan konular, onun yanında anlatılmamalı ve hele onu bir sıkıntı cenderesi içine alabilecek konulardan mutlaka kaçınılmalıdır. Evet, belli bir dönemde, onun ruh ve kalbinde yeşerip gelişecek hususlar çok iyi belirlenmeli ve o, mukavemet eşiğini aşan tahammülfersa şeylere maruz bırakılmamalıdır. Evde, işyerinde, yanımızda bulundukları hemen her zaman, konuşma ve görüşmeler onların mevcudiyetine bağlanmalıdır..
İmkan elverdiği ölçüde onların yanındaki konuşmalarımız, Hz. Allah'a (cc), O’na imana, O’nun nimetlerini anlatmaya ve O’nun dinine dair olmalıdır. Prensip olarak evde, çocukların yanında, sadece daha sonra onlarda görmek istediğimiz meselelerin muhavere ve müzakeresi yapılmalı ki, anne-babanın en önemli meselelerinin neden ibaret olduğu şuuruyla yetişsinler. Bu tavsiyeler bir reçete olarak kabul edilirse, çocuğun gelecekteki problemlerinin büyük bir kısmı halledilmiş olur. Elbette ki daha sonraki devirlerin de kendilerine göre problemleri olacaktır; yeri geldiğinde onların da üzerinde duracağız.
Cevap: çekirdekten çınara
b. Re’fet ve Şefkatte Ölçü
Burada değinmek istediğimiz diğer bir konu da: çocuklarda re’fet ve şefkat duygusunu geliştirme, onları birer merhamet kahramanı olarak yetiştirmek meselesidir. Bu konuda da yine en kestirme tesir yolu, yetiştirme meselesidir. Bu konuda da yine en kestirme tesir yolu, bizzat temsildir. Sözgelimi, kapımıza gelip el açan bir insana, efendi hanımından evvel, hanım efendinin yanında, her ikisi de ellerine, eteklerine koydukları şeylerle ona koşmaları ve derin bir teessür içinde olabildiğine bir ihtimamla onun üzerine eğilerek onu dinlemeleri, çocukların şefkatli yetişmeleri adına müessir bir ders olsa gerek.
Çocuklardaki şefkat duygusunun tevarüs yoluyla elde edilmesi de söz konusudur. Mesela bazı çocuklar daha küçükken bile gözleri yaşlıdır. Bu hal onların daha sonraları biraz hisli, ince, rikkatli olacaklarına alamettir. Gerçi bazen onlar da, sırf dikkat çekmek, aileye isteklerini kabul ettirebilmek için ağlar gibi yaparlar; ama incelikten kaynaklanan ağlamalar her zaman farklıdır. İster öyle, ister böyle, çocukların cömert, rikkatli, şefkatli olmasını düşünüyorsak, yuvamızın, kuş yuvaları gibi sıcak, yumuşak ve burcu burcu şefkat tütmesini sağlamalıyız.
Çocuğun cimri, halk diliyle sıkı, dünyaperest, maddeye bağlı yetişmesi, bazı şartlara bağlı olarak onun bencil, çıkarcı, hırslı, mütecaviz ve âsi bir hal alması yolunda ilk sebepler sayılırlar. Böyle bir çocuk, çok dindar bir evde yetişse, çok dindar bir ortamda neşet etse de, eğer ilahî ahlaka bağlı yetiştirilmiyorsa, bu durum o çocuğun dünyası adına da ahiretteki sonsuz hayatı adına da bir tâlihsizliktir.
Evet, merhamet ve şefkat çok önemlidir. Cömert ve civanmertlik bu ruh halinin bir tezahürüdür. Şefkat kahramanları hep kazançda, merhametsizler de hüsrandadırlar. Cömert, fasık olsa dahi cennete gidebilir. Cimri, mümin dahi olsa cennet şansı düşüktür. Bu sebeple, çocuklarda şefkat ve acıma hissi geliştirilmeli, verme ve ihsanda bulunma duygusu arttırılmalıdır ki, hırsa kapılıp dünyaya dalmasınlar ve dünyaya daldıklarından ötürü de Allah’ı ve insanları unutmasınlar. Evet çocuğa vermesini öğreteceksin ki maddeci olmasın; rûhî, kalbî, sırrî hayatı itibariyle Allah’a bağlı olsun. Ancak bir kere daha hatırlamalıyız ki, verme, fiilen gösterilmez, sözlerle desteklenmezse müessir olmaz. Davranışlarımızla anlattığımız zaman sözlerimiz onların nazarında meleklerin solukları gibi tesirli olacaktır.
Cevap: çekirdekten çınara
c. Mükâfât
Diğer bir husus da, çocuklarımızı muvaffakiyetleri nispetinde mükâfatlandırmamız konusudur. “Nispet” kelimesini özellikle kullanıyorum. Çünkü, büyük bir muvaffakiyette o muvaffakiyet ölçüsünde, küçük bir başarıda da o başarı nisbetinde ödül, adaletli olma müessiriyetinin yanında “sa’y ölçüsünde semere” esprisine de uygun düşer. Evet ister dînî hayat, ister dünyaya ait meselelerinde –tabii meşrû olanlarına- her muvaffakiyetin behemahal mükâfaatlandırılması ilâhî ahlakın gereğidir.
Bu zaviyeden “anne-baba” biraz da mütefekkir, bilge ve terbiyeci demektir. Bilecek, düşünecek, bakacak, kollayacak ve üzerlerine titreyecektir. Evet eğer anne-baba arabalarına, bağlarına-bahçelerine ehemmiyet verdikleri kadar çocuklarına önem vermezlerse, o çocuğun duygu ve düşüncelerinde güdük kalacağı ya da bodurlaşacağı kaçınılmazdır. Bu itibarla, daha önce arzettiğimiz prensiplerden re’fet, şefkat, kadirşinaslık, Hakk’ın nimetleri karşısında serfürû ve inkıyadın yanında, hakiki malikiyetin ve sahibiyetin bir nevi tezahürü olan, çocukların her haline vaziyet etme konusunda da yine temel kaynağı müracaat etme mecburiyetindeyiz.
Bu temel kaynak Allah (cc) ahlâkıdır. Allah (cc), dünyada iyi işler işleyene ahirette cennet, kötü işler yapana da ceza verir.
Kur’ân-ı Kerim “Eğer şükrederseniz, ben de (nimetlerimi) artırırım; eğer nankörlük yaparsanız azabım çok şiddetlidir” (İbrahim/7) buyurur.
Allah'ın (cc) ahlâkıyla mütehallık olarak çocuğa karşı tutum ve davranışlarımızı o kadar ölçülü olarak ortaya koymaya çalışacağız ki; Allah da bizi yalnızlığa itmesin.
Cevap: çekirdekten çınara
d. Çocuğa Yarına Hazırlama
Son olarak belirtilmesinde yarar gördüğümüz bir diğer husus da şudur: Çocukların, içinde geliştikleri muhiti hesaba katarak yaş, seviye, bilgi ve kültür durumlarına göre ele alınması. Çocuk beş yaşında ise ona vereceğimiz dini bilgiler, tıpkı beslenmede takip ettiğimiz usülde olduğu gibi farklı uygulanmalıdır. O, yedi yaşına geldiği azman vereceğimiz bilgi başka, on yaşına geldiğinde vereceğimiz de başka olmalıdır.
Ancak önemli olan bir husus var ki o da, telkin edeceğimiz her şey, bir bakıma çocuğun içinde bulunduğu yaş-baş ve dönemin bir sonrasına ait olmalıdır zira o, içinde yaşadığı zamanı zaten nasıl olsa görüp duyacak ve yaşayacaktır. Bu açıdan, mevcut çevrenin verdiği ya da mualliminden öğrendiği şeyler çizgisinde ise yeterli sayılabilir. Öyleyse bizim terbiye adına ona kazandıracağımız seviye, onun daha sonra yaşayacağı hayata ait olmalıdır.
Hz. Ali (kv): “Çocuklarınıza, içinde bulunduğunuz zamanın bilgi ve kültürünü değil, daha sonraki devrin âdâb ve erkanını öğretiniz; zira onlar, sizin içinde yaşadığınız zamandan başka bir zaman için yaratıldılar” buyurmaktadır.
Bu prensip, umumi bilgi ve kültür açısından ele alınacak olursa, “şu andaki malumat ve kültürle iktifa etmek dûnhimmetliktir” demek olur ki, zamanla başkaları gelir size geçer ve siz de çok gerilerde kalırsınız. Bu prensibin talim ve terbiye açısından ele alınması, “çocuğun içinde yaşadığı zamanı aşıp daha sonraki dönemleri nazara alarak, ona göre bir çizgi takip etmesini kolaylaştırır. Evet, çocuklu altı yaşında iken yedi yaşına ait terbiye verilmeli ve yedi yaşında iken yedi yaşına ait terbiye verilmeli ve yedi yaşına varınca da sekizinci yaşın programı uygulanmalıdır.
Cevap: çekirdekten çınara
Özet olarak şöyle denebilir; beş yaşına kadar bir çocuğa verilen dînî ve millî eğitim, ortalama âkıl-baliğ olma yaşı sayılan on beş yaşına kadar kademe kademe artırılarak devam ettirilmeli ve verilecek terbiye mutlaka yaşa-başa uygun şekilde verilmelidir ki hazımsızlık olmasın. Yirmi yaşına ulaşmış, gençlik döneminin tam ortasındaki bir gence “on beş yaş dînî eğitimi”ni vermeye kalkarsanız, onun din, iman, ahlâk adına her şeyini alt üst etmiş olursunuz. Her seviyedeki bünye farklı bir rızık, bir gıda istediği gibi fikir, akıl, his, şuur, idrak ve gönül gibi latiflere de inkişafları ölçüsünde, belli seviyede beslenme isterler.
Siz, yetiştirmekle mükellef olduğunuz bir muhatabın içtimâî, fikrî ve aklî seviyesini anlamadan ona bir şeyler vermeye kalkarsanız o kimseyi duyguları itibariyle manen itmiş, uzaklaştırmış olursunuz. Bugün bir kısım yanlış uygulama ve eğitime rağmen bazı gençler hâlâ fikrî, hissî, duyguları sağlam ise bu, tamamen Cenâb-ı Hakk’ın onlara bir inayetidir. Ya da bunlar henüz fikren gelişmemişlerdir; yirmi beş yaşındadırlar ama on yaşında veya on beş yaşındakiler gibi yaşadığı devrin çok çok gerilerinde bulunuyorlar demektir. İşte böyle biri, günlerden bir gün seviyesini aşkın dînî, millî, içtimâî herhangi bir farklı mülahaza ile karşılaşırsa –Allah muhafaza buyursun- kendi değerleri adına sarsılıp irtidat etmesi kaçınılmaz olur.
Terbiye ve terbiye adına rehberliği yaşla-başla atbaşı veya bir iki kadem önde götürme adına din, şu tavsiyelerde bulunur; Çocuğa şayet on beş yaşında namaz kılması farz ise, siz onu on yaşında namaza alıştırın demektedir. Bu, onu oruç tutmaya da, mükellef olduğu dönemde birkaç sene evvel alıştırın manasına gelir. Diğer bütün hususları da aynı şekilde düşünebiliriz ki, bu da çocuğun erken dönemden ele alınarak yaşına göre şekillenmesi demektir.
Şunu da belirtmek isterim ki; buradaki değer hükümlerinde ve yargılarda çok kat’î ve tereddütsüz cümleler kullanıyorsak, bu, konuya, Kur’ân ve Sünnet perspektifinden bakabildiğimiz inanç ve en azından o istikametteki kavî zannımıza bağlıdır.
Biz, çocuklara vereceğimiz şeylerin küçük yaşta verilmesinin daha müessir olacağına inanıyoruz. Kanaatimiz o ki; eğer onların, mükellefiyet devresinde dînî ferâizi mutlaka yapmalarını istiyorsak, bu çok erken yaşlarda başlamalıdır. Biz şimdiye kadar bu şekildeki yaklaşımın semerelerini çok gördük; çok şahit olduk.
Burada İmam Cafer’in, mealen bize verdiği bazı yaş ölçülerinden de bahsetmek isterim:
“Yedi yaşa kadar çocukluk devresidir ki, o gördüğü şeyleri taklit eder ve daha çok değişik oyunlara bağlı yaşar. Hatta siz onunla oynar ve eğlenirseniz, o da sizinle eğlenir. Sizden ne görürse onu öğrenir ve taklit eder. Onun hayatı o devreye kadar adeta bir taklit ve bir oyundur. Ondan sonra yaşına-başına, idrak seviyesine göre telkin dönemi gelir. Bu dönemde, idrak ufku ve anlayış seviyesine göre sık sık rehabilitasyondan geçirilerek millî ve manevî değerlerimize motivasyonu sağlamaya çalışılır. İşte bu devre Kitabullah’ı talim devresidir; bu da bir o kadar zaman ister. Ondan sonra aklıyla, mantığıyla, muhakemesiyle haram ve helali öğrenme devresi gelir ki, bu dönemin de o kadar sürdüğünü ilave edebiliriz.
İmam Cafer’in usûlüne göre çocuğun yirmi bir yaşında bütün içtimâî ve dînî formasyonunu ikmal etmiş olması gerekiyor. Demek bu yaştan sonra çocuğa her şey verseniz de oldukça zor kabul edecektir. Öyle ise yirmi bir yaşına kadar reddedemeyeceği şekilde dînî, millî her şeyin çok iyi hazmettirilmesi gerekmektedir. Bu yaşa kadar, pratiği, nazarîsi, aklîsi ve mantıklısıyla dînî hayatı bir bütün olarak benimsemeli ki, esen değişik muhalif rüzgarlarla sarsılmasın.
Allah Rasulü (sav) de, Tirmizi’nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte şöyle buyurur: “Çocuklarınıza yedi yaşından itibaren namazı öğretiniz.” [37] (Tirmizi, Salât, 182). Evet çocuk, o devreye kadar, kendi tecessüsleriyle yaptığınız şeyleri zaten kavramıştır. Artık bir manada size sadece, onun elinden tutup o güne kadar tecessüsleriyle algıladığı şeyleri açıklama, yerinde terğiple teşvik, yerinde de biraz terhiple uyarma kalıyor. Öyleyse belli bir yaşa kadar hal ile gösterme esas iken belli bir dönemden sonra fikrî seviyesine göre ve mantığına hitap edecek şekilde her konuyu şerhetmek gerekecektir.
Arzedilen bu delillerin ışığında çocuk, bazıları itibariyle Ma’budu Mutlak olan Hz. Allah (cc) karşısında altı yaşında, bazıları itibariyle sekiz yaşında, bazıları için de en geç on yaşında bir yetişken kabul edilerek onore edilmeli, izzetine ihtimam gösterilmeli ve her şey ona peygamberâne bir azimle anlatılmalıdır. İbadete alıştırma mevzuunda gösterilecek gayretler de ayın ciddiyeti isterler.
Allah Rasulü (sav): “Haya imandan mühim bir rükündür” [38] (Müslim, İman, 57,58; Buhari, İman 3; Ebu Davud, Sünnet 14; Nesei, İman, 16; İbni Mâce, Mukaddime 9). buyurmaktadır. Diğer bir hadis-i şerifte: “Hayası olmayanın imanı da yoktur” [39] (Bkz: Ali el-Müttaki, Kenzü’l-Ummal, 3/119). şeklinde ferman eder. Öyleyse hayalı, edepli, terbiyeli yetişmesini düşündüğümüz nesillerin daha küçükken üzerlerinde durulmalıdır ki, olgunluk devresine geldiklerinde, onlar da o hal ile hallensin ve ahlâk-ı Kur’âniye ile mütehallik olsunlar.
Cevap: çekirdekten çınara
4. BÖLÜM
ÇOCUĞUN DİNİ EĞİTİMİ
Çocuğun Dini Eğitimi
Her zaman onların nazarında aziz ve mualla olmaya çalışmalıyız ki söylediğimiz sözler onların kalblerinde makes bulsun ve isteklerinize karşı reaksiyon göstermesinler.
Daha önce de açıkladığımız gibi Müslümanlıkta evlenmek çok ciddi bir konudur ve ciddiyeti ölçüsünde üzerinde durulmalıdır. Temelde anne-baba, aynı zamanda muallim ve muallime olma durumunda olduklarından eş namzetleri bu önemli misyonu eda edebilecek yaşa-başa ulaşınca izdivaç düşünülmelidir.
İmam Cafer, talebelerinden bir müddet evliliklerini tehir etmelerini ister. Ebu Hanife de, talebesi İmam Ebu Yusuf’u bir süre için evlilikten men’ eder ve şöyle der: “Öncelikle talim ve terbiye safhasını tamamlamalı ve evlilik yapacağın vakte kadar öğrenmen gereken ilimleri mutlaka öğrenmelisin. Aksi takdirde tahsil hayatın yarıda kalır. Ayrıca, ailenin helal bir şekilde geçimini temin edebilmen için de bir işin olmalıdır. Böyle bir duruma gelince, hayat çizgin daha bir belirginleşecektir.” Evet bu Hanife, o biricik talebesi ki, Abbasiler döneminde şeyhülislâmlık pâyesine yükselmiştir; ona böyle nasihat ediyor.
Bu iki zattan biri büyük dimağ, nazarî hukuk’un bânisi Ebu Hanife Hazretleri ki, bizim mezhep imamımız... Diğeri de Ehl-i Beyt-i Rasûlullah (sav)’dan gelen ayrı bir imam... Bizim bu anekdottan anlamamız gereken husus, evlilik müessesesinin gayet ciddi bir müessese olduğudur. Bu itibarla, evlenecek kimselere bakılmalıdır; acaba bunlar, bir muallim, bir mürebbi gibi çocuk yetiştirebilecek seviyeye gelmişler midir? Veya bir eşle hayatı paylaşabilecek yaşta-başta görünüyorlar mı? Çocuklarınızı bizim düşünce dünyamıza göre hazırlama konusunda gerekli donanımları var mı?
Namzetler, bu sorularımıza “evet” diyebiliyor, kendilerinden de emin iseler, rahatlıkla böyle bir teşebbüste bulunabilirler. Ama namzetler, kendilerini idareden aciz, üç-beş insanla bile müşterek noktalar bulup geçinemiyor, her gün bir huzursuzluk çıkarıyorlarsa, evlenme ve çocuk yetiştirme adına henüz kıvama eridiği söylenemez.
“Büyük Türkiye”nin geleceğine bir katkı-ki bu her vatandaşın mefkûreyi ancak Kâbe kadar temiz kalbe, Everest, Tepesi gibi kamet ü kıymete sahip ve his yapısı, amûd-i nûrânî gibi tâ Sidretü’l-Müntehâ’ya uzanan kimseler gerçekleştirebilirler. Bu, kirli alınların, paslı vicdanların Mevla’ya başkaldıranların işi değildir. İç ve dış bütünlüğüne ermiş mamur ve münevver nesillerdir ki –Allah’ın tevfik ve inayetiyle- Büyük Türkiye idealini gerçekleştirecektir. Rasulü Ekrem’in (sav) Habbab İbni Eret’e söylediği üslupla [40] (Bkz: Buhari, Menakib 25; Menakibü’l-Ensar, 29; İkrah 1; Ebu Davud, Cihad 97). söylemek istiyorum: “Allah (cc) bu işi lutfedecektir ama sizin de sebeplere riayet etmemiz gerekiyor.”
Alvarlı efe hazretlerine ait şu mısralar, söylemek istediklerimizi gayet güzel ifade etmektedir:
Sular gibi çağlasan,
Eyyub gibi ağlasan,
Ciğergâhi dağlasan,
Ahvalini sormaz mı?
Sen Hakk’ın kapısında
Canlar fedâ eylesen,
Emrince hizmet etsen,
Allah ecrin vermez mi?
Evet eğer biz her zaman sular gibi çağlar, başımızı taştan taşa vurarak “var mı daha gidecek dünyalar” diyebilirsek, her durakta her konakta yeni bir bişaret mesajı alır, Allah’ın inayetini bir kere daha duyar ve hiçbir şeye takılmadan hep O’na yürürüz. Mevlâ hakkında inancımız, itikadımız bu merkezdedir. O’nun hüsn-ü zannımızda bizi yalan çıkarmayacağına dair kanaat-ı katiyyemiz ve iman-ı râsihimiz vardır.
Bu hususlara, dolayısıyla temas ettik. Esas belirtmek istediğimiz husus, neslin terbiye alanlarını millet ruhuyla besleme meselesiydi. Hatırlanacağı üzere bir evvelki bölümde, evimizin içinin bir mektep, bir terbiye ocağı haline gelmesi konusu üzerinde durmuş, ana-babanın, şefkat, re’fet ve rikkatlerini, ya da, ilerde yavrularında görmek istedikleri insânî davranışları bizzat kendilerinin yapması lazım geldiğini ısrarla arz etmeye çalışmıştık.
Cevap: çekirdekten çınara
1. Çok Yönle Evlat Yetiştirmek
Eğer evlatlarımızın cesur, yürekli olmasını istiyorsak, onları vampirlerle, devlerle, cinlerle, perilerle korkutmamalıyız. Onları bütün cihanlara meydan okuyabilecek bir iş mukavemetle güçlü yetiştirmeliyiz.
Eğer çocuklarımızın imanlı olmasını arzu ediyorsak, bütün hareket ve davranışlarımızdan belli konulardaki duyarlılığımıza, tebessümlerimizden yatış-kalkışlarımıza, secdede, rükuda, kıvrım kıvrım kıvranışlarımızdan başka insanlar içinde şefkatle tir tir titrememize kadar her halimizde Allah’a iman nümâyân olmalı ve çocuklarımızın gönülleri bunlarla dolmalıdır. Evet hep onların bizi görmek istediği gibi olmalı ve bizi küçük görebilecekleri davranışlardan da içtinap etmeliyiz.
Her zaman onların nazarında aziz ve mualla olmaya çalışmalıyız ki söylediğimiz sözler onların kalblerinde makes bulsun ve isteklerinize karşı reaksiyon göstermesinler. Bu açıdan denebilir ki, hafifmeşreb pederler, evlatları karşısında olsa olsa sadece onlara bir arkadaş olabilirler; ama katiyen bir muallim, bir mürebbi olamaz ve onu istedikleri gibi terbiye edemezler.
Hânelerimizi her zaman bir mektep, bir mabed, bir terbiyehane görünümünde olmalıdır ki onların hissiyatlarını, ruhlarını, kalblerini doyurarak onları, cismânî arzuların kulu-kölesi haline getirmiş olmayalım.
Cevap: çekirdekten çınara
2. Küçükten Camiye Alıştırma
Devr-i Saadette küçük olmalarına rağmen çocuklar her zaman camiye gidebilirlerdi. Ne acıdır ki, günümüzde çocukları camiye götürmeyi cami âdâbına aykırı görüyoruz. Yine ne acıdır ki, her camide çocuklara zebani gibi görünen bazı haşin yaşlılar bulunabiliyor ve o yavrucukları camiden ürkütebiliyorlar. Maalesef bazen, dînî bilgileri, dünya görüşleri ve düşünceleri oldukça dar olan yaşlı insanlar, çocuklara yüzlerini ekşitmek, kaşlarını çatmakla caminin izzetini koruduklarını zannediyorlar. Halbuki onlar bu tavırlarıyla, çocukları camiden ürkütüyor ve Rasulü Ekrem'in (sav) sünnetine aykırı bir davranış sergiliyorlar. Hz. Peygamber (sav) camide safların tanzimi mevzuunda, erkeklerin, önde, onların arkasında varsa hünsâlar, daha sonra çocuklar ve beşeri bir mülahazaya binaen onların arkasında da kadınların bulunmasını [41] (Bkz: Vehbe Zuhayli, İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, 2/352-353) tavsiye etmektedir.
İşte böyle davranıldığı zaman çocuklar, camide halkın namaz kalış şevkini, zevkini görüp duyacak ve dini yaşamaya alakaları artacaktır. Bu itibarla, değil onları kovmak, onlara sert görünmek, ürkütmek; kabilse hediyeler verilmeli ve namaza ısındırılmalıdır. Çocuklara cami, caminin bahçesi sevdirilmeli ve her zaman onların duygularında mabedin kutsallığı canlı tutulmalıdır. Rasulü Ekrem (sav) camide, cemaatin içinde namaz kılarken, torunu Ümâme’yi omuzuna alır, eğilirken yere bırakır, kalkarken de yeniden omuzlarlardı. [42] (Nesei, Sehv, 13; Muvatta, Salât, 85).
bunu muktedâ-bih, rehber-i küll olan Rasulü Ekrem'in (sav) yapması örnek olması bakımından çok önemlidir.
Hz. Peygamber’in (sav) çocuğun camiden çıkarılması mevzuunda sert sayılan herhangi bir cümle ya da tavrı hiçbir zaman sözkonusu olmamıştır. Bu itibarla mabedhânemizin, mahallemizin derin bir köşesi, evimizin içi de bir namazgah haline getirilmelidir ki, çocuk gözlerini her açıp kapayışında, Allah’ı (cc) hatırlatan emârelerle yüzyüze gelsin ve hayatını bir ledünnîlik içinde duysun ve hür irade, hür vicdanıyla kendi yolunu belirleyip yürüsün. Sadece namaz açısından ele alacak olursak, çocuk namaz kılma devresine geldiği zaman, eğer babası elinden tutar, annesinin yanında seccadenin bir karında durdurur ve halinin derinliği ölçüsünde onu kalbinden ebed3i mihrabına bağlayabilirse çok önemli bir şey başarmış olur. zira namaz, Allah’a (cc) yönelme adına çok önemli bir iştir.