-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
EKMEĞİ BIÇAKLA KESMEK CÂİZ MİDİR? Câizdir Allah'ın nimeti olması bakımından ekmekle meselâ kabak arasında bir fark yoktur Nimetler, daha doğrusu gıdalar arasında ekmegin zihinlerde ayrı bir yerinin olması özellikle eskiden ekmeğin ana gıda maddesi olduğundan kaynaklanmış olmalıdır Rasûlullah Efendimizin: "Ekmeğe ikramda bulunun" (Münâvi N/91; Benzer bir hâdis-i şerif için bk Muvatta' 49/10) hadisleri de bu anlamda olsa gerektir Yani bir mü'minin ekmege karşı tavrı ne ise; meselâ patlıcana karşı da o olmalıdır Bu yüzden ekmek vsnin bıçakla kesilmeyeceğine dair rivayetler zayıf bulunur ve kesmenin câiz olduğu söylenir (Buhârî, at'ime 20; Aynî XVNI/157)
EKMEK ÖPÜLÜR MÜ?
Birer nimet olarak ekmekle başka şeyler, meselâ fasulye arasında aslında fark olmamakla beraber herhalde gıda maddelerinin esasını oluşturduğu için, Islâm terbiyesinin ekmeğe bakışı, diğer gıdalara bakışından farklı olagelmiştir Bir de sebze, meyva ve hububat gibi nimetler tabii şekilleriyle yerlerde de bulunabilecekleri, hatta zaruretten çiğnenebileceklerine cevaz verilmesi de ekmeğe, biraz da psikolojik olarak bir ayrıcalık kazandırmıştır Büyük nimete büyük şükür gerekeceği esası da bunda etkili olmuş olmalıdır Belki de bu son noktaya işaret etmek üzere Allah Rasûlü Efendimiz ikramda ve saygıda ekmegi özellikle zikrederler: "Ekmege ikramda bulunun (saygı gösterin)" Suyûti bu konuda bundan başka üç hadis daha zikreder, Münavi de bu hadisleri şerhederken başka hadisler ve başka rivayetler nakleder Ancak anlamını verdiğimiz dışındakiler için zayıf ya da mevzu hükmü verilmiştir Ekmege ikramın nasıl yapılacağını da alimler şöyle açıklamışlardır: Ekmeğin üzerine tabak-çanak vs nin, kirletecek et ve sulu maddelerin konulmaması, ayak altına ve pis mahallere atılmaması, o hazırken katığın beklenmemesi (Hindiyye, VI/337) günümüz için söylersek, çöpe ve tuvalet lağımına ulaşan lavaboya atılmaması, kırıntı ve düşen parçalarının, pislenmedikçe toplanıp yenmesi ve en önemlisi, nimet olduğunu düşünerek buradan o nimeti vereni (Mü'mini) hatırlaması Üzerine tuzluk, hurma vb şeylerin konulmasında ise bir beis görülmemiştir(E1-Fethurrahmanî, N/200) Rasûlüllah Efendimiz (sav)'de bir ekmek diliminin üzerine bir meyva koymuş ve "bu bunun katığıdır" buyurmuşlardır(Münavî, N/91-92) Ekmegi öpmek dini bir anlam ifade etmemekle beraber mahzurlu da değildir Ekmek için "öpülmesi değil, çiğnenmesi mekruhtur" (Tahtavî, 259; Münavî, N/9l; Ibn Abidin, Fetâva, N/305) sözü darb-ı mesel olmuştur Bıçakla kesilmesine gelince: Münavî her ne kadar Derakutnî'den, "Rasûlüllah ekmegin bıçakla kesilmesini yasakladı" anlamında bir hadis naklediyorsa da (Münavî, N/92) bu zayıf görülmüş ve bunda kerahet olmadığı söylenmiştir Bıçağın, parmağın ve tabağın ekmekle silinmesi halinde, kendisiyle silinen ekmek yenecekse bunda bir mahzur yoktur, yenmeyecekse mekruhtur(bk Hindiyye, V/341)
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
EL- HİDAYE E1-Hidâye, tanıtmaya çalıştığımız el-Merginâni'nin yine kendi yazdığı "Bidâyetü'1-Mübtedî" adlı kitabın şerhidir Ama aslında Kudûrî'nin ((428/1036) Muhtasarı ile Imâm Muhammed'in (189/804) el-Câmiu's-Sağir'inin bir araya getirilmiş açıklamalı şeklidir (Hacı Halîfe; Kesfu'z-zunun 2)2032) Ayrı ayrı dört cüz ya da iki büyük cilt halinde bir kaç defa basılmıştır Ayrıca başta Kemalûddîn ibn Hümâm'in Fethu'1- Kadîr'i olmak üzere, bazı şerhleriyle beraber de, yine birkaç defa basılmıştır Hidâye ayrıca çeşitli dünya dillerine terceme edilmiştir(bk YZiya Kavakçı, Karahanlılar Devrinde Islam Hukukçuları s133)Osmanlı medreselerinde yıllarca ders kitabı olarak okutulan Hidaye için: "Zamanın gözü bir ikincisiyle sürmelenmediği değerli bir kitap" (Taşköprüzade, Miftâhu's-sa'ade 2/l64) denmiştirHidâye'yi yazışının hikâyesini müellif şöyle anlatır: "Ilk tahsil yıllarımda istiyordum ki, fıkıhta hacmi küçük, fonksiyonunu büyük ve her konudan sözeden bir kitap bulunsun Derken zaman geçti ve Kudûrî'nin Muhtasar'ının en güzel, en az ve en öz kitap olduğunu, küçük-büyük herkesin el-Câmiu's-Sağîr'i ezberlemeye teşvik edildiğini görünce, ikisini birleştirmeye ve zorunluluk olmadıkça da, onlarda olandan başkasını almamaya karar verdim Ortaya çıkan kitaba "Bidâyetü'1-Mübtedî - Ilk Heveslilere Bir Başlangıç" adını verdim ve sonra da bunu "Kifâyetü'1-Müntehî Sona Varanlara Yeterli" adıyla şerh etmeye muvaffak oldum"( Lüknevî, Fevâid, s l41-l42 Kifâye adlı bu Şerhin bazı kaynaklar'da seksen cilt olduğundan (bk Taşköprüzâde, Mevzuâ'tü'l-ulum I/724, bazılarında ise sekizcilt olduğundan (bk IA Merginân mdl sözedilir Seksen cilt diyenler, ya fasıkül halindeki cüzleri kastetmiş olmalı, ya da bir hatâ sonucu "sekizi, seksen" diye okumuş bulunmalıdırlar Çünkü müellifin önsözündeki "bir nebze uzun oldu" ifadesi, ancak sekizcilt için yerinde bir ifadedir Seksen cilt olsaydı "çok uzun oldu" demeliydi) Bitirince biraz uzun olduğunu gördüm ve bu yüzden kitabın terkedileceğinden endişe ederek, gayretleri "Hidâye" isimli bir başka şerhe yönelttim Bundan ana rivayetleri ve sağlam içtihatları alarak, her konudaki fazlalıkları bıraktım, uzun olmasından kaçındım"( Merginânî, Hidâye, (Mukaddime) I/N) Değerli hocam Ruhi Özcan merhum, Hanefi mezhebinde sistematiği ve tertibi en güzel olan fıkıh kitabının Hidâye olduğunu söylemişler ve otuz yılda bitmek üzere plânladığı fıkıh külliyatını onun tertibi üzere belirlemişlerdiŞimdiki adıyla "Ümmü'1-Kurâ" Üniversitesinde doktorasını tamamlamak üzere olan bir arkadaşım da, hocalarından bir Arap fıkıhçının "Beni üç tane Mütenebbî Divanı yazmakla, Hidâye'nin üç sayfası gibisini yazmak arasında muhayyer bıraksalar, Mütenebbî Divani gibisine göz kestiririm de, Hidâye'nin üç sayfası gibisine cesaret edemem" dediğini anlatmıştı Buna rağmen ibaresinin "her talebe tarafından anlaşılabilecek sehlü'1-mümtenî" kabılinden" olduğu söylenir(Taşköprüzade age1 /725) Hidâye üzerine onlarca şerh, hâsiye, şerhe hâsiye, ihtisâr, tahriç ve tâ lik yapılmış (bk Kâtip Çelebi, age 2/2031 vd; Bu Şerhlerden özellikle, Fethu'l-kadîr, elnihâye, el-Binâye ve tahriçlerden de Nasbu'r-râye meşhurdur Fethu'l Kadîr üzerine Aliyyü'l- Kârî'nin bir hâşiyesinden söz edilirki, mevcut olması halinde çok değerli bir kitap olmalıdır Yine Fethu'l-Kadîr'e Ibrahim el-Halebînin de tenkitli bir ihtisarından söz edilir (bk agk)) ve bu özelliğiyle de o, Hanefi mezhebinde ilk sıralarda yer almıştır Merginânî'nin kendi oğlu Imâmüddin, Hidâye için: "Hidâye, Beleynini hidâyete götürür ve siler körlügü / Artık ey aklı olan, ondan ayrılma ve onu belle / Ki, kim bunu elde ederse, / En uzak arzuyu elde etmiştir" anlamında bir dörtlük söylemiş, birbaşkası da: "Hidâye Kur'ân gibi neshetti,/Kendinden önce yazılan şeriat kapılarını / Öyleyse koru kıraatini, sarıl tilâvetine / Ki, sözün hatâ ve yalandan uzak olsun" demiştir(Taşköprüzade age I/725)Hidâye'de Merginânî'nin kendine özgü bir terminoloji ve metodu vardır ki, onu okuyanların bunları bilmesinde sayısız yararlar mevcuttur:
EL ÖPME VE "HÜRMET-İ MUSAHARA": Islâm, büyüklerin küçükleri sevmesini, küçüklerin de büyüklere saygı duymasını emreder Peygamberimiz: "Küçüklerimize şefkat, büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir" buyurmuştur (el-Câmiu's-sağîr V/388 (Tirmizî, Tabarânî ve Müsned'den)) Ancak, meşru olan bir şeye ulaştıran yolların da meşru olması esastır Bir haram işlenerek, bir emir yerine getirilmez Islâm'da bu, kurallaştırılmış ve: "Bir emirle bir yasak çatışırsa, yasaktan kaçınmak tercih edilir" (bk Mecelle md 30; Ibn Nüceym, Esbah 90; Hâdimî 319; Suyûtî, Esbah 87;105, el-Borno, el-vecîz 85; Ayrıca bk Aclûnî, Kesfu'l Hafâ N/254) varsın emir yerine getirilmemiş olsun, denmiştir
Bunu hatırda tuttuktan sonra; el öpmenin; haram mekruh, mubah ve müstehap olanı bulunduğunu söyleyebiliriz:
Kadının, mahremi olmayan erkeğin elini öpmesi, erkeğin de mahremi olmayan kadının elini öpmesi haramdır Yine hem kadının, hem erkeğin, yakını olmayan, tüysüz genç oğlanların elini öpmesi de haramdır Kişiye makamı, dünyalık şöhreti, ya da parası ve malı için saygı gösterip, elini öpmek mekruhtur Hattâ haram diyenler de vardır Çünkü hadîste: "Kim bir zengine malı için saygı gösterirse, dininin üçte ikisi gider" buyurulmuştur (Ibn Salâh, Fetâva 18; Hindî, age NI/230 (6288) Deylemî'den)
Takvâ ehli, âlim ve sâlih kimselerin, ana-babanın elini öpmek ise müstehaptır Çünkü bunda, gerçekte ilme ve takvâya saygı vardır Ancak hoş olmayan şey, herkesin kendisini salih zannedip elini öptürmesidir
Bunların dışında kalanlardan küçüklerin, büyüklerin ellerini öpmeleri de mübahtır Yapıp yapmamakta bir sakınca yoktur
Gelinin kayınpederinin elini, damadın da kayınvalidesinin elini öpmesine gelince: Bunlar birbirlerinin ebedilik mahremleridirler, dolayısı ile birbirlerinin ellerine, kollarına, başlarına ve ayaklarrına bakabılirler ve genel kural olarak, bakılması helâl olan yerin tutulması da helâldir Ancak Hanefî Bilginleri, bazı âyet ve hadîsleri diğerlerinden farklı anlamışlar ve dokunma ile doğacak şehvetin de hısımlık oluşturacağına karar vermişlerdir Yani milyonda bir ihtimal de olsa, birbirlerinin elini tutan kaynana - damat, ya da kaynata - gelinden birinin bu sırada şehvet duyması, derhal aralarında yeni bir hısımlık oluşturur ye sanki karıkoca imişler gibi hüküm alırlar Meselâ bu olayın gelinle kayınpederi arasında olduğunu düşünürsek, onların karı-koca olmaları varsayıldığında, birbirlerine haram olarak olan ast ve üstleri bu olayla da haram olur ve damat, Babasının karısıyla evlenemeyeceği için hanımı kendisinden derhal boşanmış olur Damatla kayınvalide için de aynı şeyler geçerlidir
Hattâ bu durum sadece uyanık ve ayık hale ait değildir Meselâ karanlıkta hanımı sanarak, şehvet duyulacak yaşa gelmiş kızını, şehvetle tutan babaya artık kendi hanımı haram olur
Ancak bu tür sonuç doğuracak tutmanın, teni tenine değerek olması, ya da altının sıcaklığını iletecek kadar ince bir örtüden olması gerekir Kalın elbisesinden tutarak, ya da vücuduna bakıp düşünerek şehvet duymak, bu tür bir haramlıkoluşturmaz
Bu tür hısımlık haramlığı oluşturan olaylar, sadece tutmaktan ibaret değildir Erkeğin kadının iç fercine, kadının da erkeğin organına bakmasıyla şehvet duyması da aynı sonucu doğurur
Yalnız, şehvet duymak, sırf kalbinden kötü bir ilişki geçirmek demek değildir Şehvet duymanın işareti, erkeğin organında bir uyanma, uyanıksa uyanışının artması, kadının da kalbinin heyecanla çarpmasıdır Ikisinde birden bulunması şart değildir Bunun, sadece birinde bulunması bile sözkonusu haramlığın doğmasına yeter
İşte, çok az da olsa böyle bir ihmalden ötürü, damadın kayınvalidesinin elini, gelinin de kaynatasının elini öpmemesi daha iyidir, denmiştir
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
EL ÖPMEK
Sevgi, saygı ve hürmet ifadesi olarak yerleşmiş örfî, ahlâkı ve geleneksel bir hareket Müslümanlar arasında küçüklerin büyüklere hürmetlerini göstermek için ellerini öpüp alınlarına götürmeleri yerleşmiş bir adettir Genellikle yolculuklara gidiş ve dönüşlerde, uzun ayrılıklarda, misafirliklerde, düğün ve bayramlarda el öpme yaygınlaşmıştır
Müslümanların kendi aralarında tokalaşma * ve musâfaha yapmaları genel bir ahlâkı davranıştır: el öpme ise ana-babaya, saygıya lâyık yaşlılara ve hocalara karşı yöneltilen bir davranıştır Bunların dışında herhangi bir menfaat için başkalarının elının öpülmesi mekruh olarak görülmüştür
Sahâbilerin, Hz Peygamber (sas)'in elini öptükleri rivâyet edilmiştir (Ebû Dâvûd, Sünen, Kitâbu'l-Edeb, 5223) Iki Yahudi'nin Resulullah'a gelip ona soru sorduktan sonra elini öptüklerini Tirmizî nakletmektedir (Tirmizî, Sünen, Isrâ Tefsiri, Ibn Mâce, II, 1221) Islâm âlimleri, hürmet ve dindarlıktan dolayı kucaklaşıp, el ve bası öpmenin mübah olduğunu, dünyalık için el öpmeninse mekruh olduğunu belirtmişlerdir (Şeyh Muhammed es-Sefarini, Sülasiyâtü Müsnedi'l Imam Ahmed, Dımeşk 1961, II, 178-179) Hz Ali'nin, babanın çocuğunun elini öpmesinin bir şefkat, çocuğun babasının elini öpmesinin bir ibadet, kocanın hanımının elini öpmesinin arzudan, kişinin din kardeşinin elini öpmesinin dinden olduğunu söylediği nakledilmiştir (Osman Şekerci, Kaynaklarımıza Göre Islâm Terbiyesi, Istanbul 1972, s175) Islâm, mahrem olmayanların elini sıkmayı yasakladığı gibi, bir kimsenin karşısında dalkavukluk yapmayı eğilip bükülmeyi de çirkin bir hareket saymıştır Hz Peygamber, "Bereket büyüklerimizdedir Küçüklerimize acımayan, büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir" buyurmuştur (Mecmâu'z-Zevâid, VIII, 15) Bu sebeple saygıya lâyık yaşlı kişilerin ve âlimlerin elının öpülmesi bir hürmet ifadesidir
Kâb b Mâlik ve arkadaşları, affedilmelerine ilişkin ayetler inince Rasûlullah'a giderek mübarek ellerini öpmüşlerdir Hattâ peygamberimizin mübarek elini öpenlerin bile elleri öpülmüştür (age, s42, Ahlâk Hadisleri Trc:Fikri Yavuz; Istanbul 1975, II, 352-353)
Çocuklar, genelde bütün büyüklerinin ellerini öperlerken; âkil bâliğ olmuş bir kişinin anne, baba, dede nine, amca, dayı, hala, teyze, ağabey, abla ve kayınbabasının elini öpmesi câizdir Damadın kaynanasının, gelinin de kayınbabasının elini öpmesi hususunda ihtilâf vardır Çok yaşlı kadınların ellerinin öpülmesinde beis yoktur: ancak mahremi olmayan kadınların elının öpülmesi haramdır ve el zinası sayılmaktadır Özellikle bu son husus, batılı câhili bir burjuva âdetidir
El öpmeyi, tek başına bir ahlâki davranış olarak değil, müslümanlar arasında geçerli olan ahlâkı davranışların; kucaklaşma, tokalaşma, güzel söz söyleme vb hareketlerin bütünlüğü içerisinde bakılmalıdır
ELBİSEDE ALTINI VASFETMEME ŞARTININ SINIRI NEDIR?
Elbisede altını vasfetmeme şartının sınırı nedir? Vasfetmekten maksat nedir? Meselâ bugünkü çarsaf, rüzgârli bir günde vücuda yapışıyor ve uzuvları belli ediyor Şu halde vücut çizgilerini devamlı belli eden ile, rüzgar vb durumlarda belli eden giysiler bu bakımdan farklı mıdır?
E1-Harasî, Malikî mezhebinin görüşünü açık ifadelerle anlatır Bütün vücut hatlarını belirten elbiseyi giyinmek mekruhtur Eğer vücut hatları, rüzgâr sebebiyle, ya yağmurdan dolayı belli oluyorsa, bunda mekruhluk yoktur(el-Harasî, Alâ Muhtaşar-i Seydî Halîl, I/250)
Ibn Kudâme, cild'in rengini göstermeyecek bir şeyle avretin kapatılmasının farz olduğunu söylerken (Ibn Kudâme, el mugnî, Kahire (tarihsiz), I/577 ) zimnen vasfetmemeyi, hacmini değil, rengini belli etmeme şekilde anladığını gösterir Bir başka münasebetle buna açıklık getiren Ibn Kudâme: "Vâcip olan, cildin rengini örten bir şeyle örtünmektir Eğer sırtındaki, cildin rengini belirtir ölçüde ince olur da beyazlığı ya da kırmızılığı gözükürse, namazı câiz olmaz Zira örtünme bununla hasıl olmaz Eğer rengi örter de hacmi belirtirse namazı câizdir Çünkü, örtü kalın dahi olsa, bundan kaçınma mümkün değildir" der (Ibn Kudâme, age I, 579)
Kitabımızın "Kadın elbisenin belirlenebilen özellikleri" başlığı altında da bahsettiğimiz gibi, "Dar elbiseler giyen kadını Allah Resûlü çıplak saymış ve cehennemlik olduğunu" bildirmiştir (Câmiu's-Sağir, s 232 (Müslim'den)) Hz Ömer, halka dağıttığı bir çeşit elbisenin vücut hatlarını belli edeceği gerekçesi ile kadınlara giydirmemesini emretmiş (Beyhaki, N/234-235) ve "Kettan ve Kubâtî'yı kadınlarınıza giydirmeyin; bunlar şeffaf değildir (cildin rengini göstermez), ama şeklini belirtir" (Serahsî, Mebsût, X/I55) demiştir Serahsî buna dayanarak, "Kadının vücuduna yapışan ve şeklini belli edecek şekilde bedenini vasfeden elbisesiyle de kadına bakılamayacağını" söyler(agk) Bu konuda buraya kadar söylenenleri, fıkıhçıların diliyle şöylece özetleyebiliriz:
Elbisenin ince (şeffaf) olmasında ölçü olarak "tenin rengini belirtmesi" gösterilmiştir Dişarıdan bakıldığında elbisenin içinden insanın teni görünüyorsa -elbise ister kalın, ister ince olsun böyle bir elbise ile setr-i avretin hasıl olmayacağı belirtilmiştir(Hilye, s 225)
Elbisenin dar olmasına gelince, Halebî, Sağir'de elbise kalın olsa (teni belirtmese), ancak uzva yapışsa ve uzvun şeklini alsa, bu durumda örtme hasıl olduğu için menedilmemesi gerekir, denir (Halebî, s107) Hâşiyesi Hilye'de ise "uzvun şeklini alsa" sözü, "aynen uzvun şeklini görünür hale gelse, bu durum namazın cevâzına mani değildir" diye açıklamıştır
Ibn Ibidîn, "Yabancı kadının çarşafına (mulâe) şehvetle bakmak haramdır" sözünü açıklarken şöyle diyor: "Zehîre ve diğerlerinden, daha önce de zikrettiğimiz gibi, eğer kadının üzerinde elbise olsa -vücuda yapışık olup altını göstermedikçe- cesedini teemmülde bir beis yoktur Çünkü bu durumda kadının elbisesine ve kametine (boyuna) bakılmış olur Tıpkı içinde kadın bulunan çadıra bakması gibi Ama elbise altını vasfediyorsa, o zaman uzuvlarına bakmış olur Bu husus, "şehvet olmaksızın bakma" şeklinde kayıtlanmalıdır Şehvetle bakılırsa mutlak olarak men edilir Illet, -Allahu a'lem- fitne korkusudur Çünkü şehvetle çarsafına (mülâe) veya elbisesine bakmak, boy-bosuna vb düşünmek, kişiyi kadınla konuşmaya, sonra da başka davranışlara itebilir Illetin, zarûret yok iken helâl olmayan şeyle yararlanma olması da muhtemeldir" (Ibn Abidîn,V/238)
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
ELEKTİRİKLE YAPILAN KESİM DİNEN CAİZ SAYILIR MI? Ceryan makınesi ile yapılan kesim dört mezhebe göre caiz değildirÇünkü hayvanı kesen insanın müslüman veya kitabi olması gerekirİnsan da olsa müslüman ve kitabi olmadıktan sonra yaptığı kesim muteber değildirMesela bir mecusi veya dinsiz bir kimse bir hayvanı keserse o hayvanın etini yemek haramdırHatta fıkıh kitaplarının yazdığına göre bir müslüman eline bıçak alıp hayvanın boğazı üstüne kor ve bir gayri müslim onun elini tutarak hareket ettirmek suretiyle hayvanı keserse yine haram sayılır
ELFÂZ-I KÜFÜR
Elfâz'ın tekili olan lâfız; söz, sözcük ve ifade demektir Küfür ve küfr ise "kefera" fiilinden mastar olup, sözlükte; bir şeyi örtmek anlamına gelir Kalbindeki imanını örten kimseye de bu yüzden "münkir" veya "kâfir" * denilmiştir Bir terim olarak, kişiyi küfre düşüren ve dinden çıkmasına sebep olan sözlere "elfaz-ı küfür" adı verilir
Bir mümini küfre düşüren sözler üçe ayrılır Bunları: istihza; dinin esaslarından birini alaya almak; istihfâf; inanılması gereken ve zarurat-ı diniyye denilen prensipleri küçümsemek, hafife almak: bir islâmi hükmü açıkça inkâr etmek veya dince mukâddes olan şeylere küfretmek
Allahu Teâlâ'nın zatî, sıfatları, fiilleri, isimleri, emirleri, yasakları hakkında şaka yollu da olsa alay ederek konuşmak, bunları küçümseyici sözler söylemek ve Allah'a sövmek kişiyi dinden çıkarır (el-Fetâva'l-Hindiyye, II, 258) Âyette şöyle buyurulur: "Allah ile, O'nun âyetleriyle, O'nun Rasûlü ile alay mı ediyorsunuz? Boş yere özür dilemeye kalkışmayın Siz imandan sonra küfre düştünüz" (et-Tevbe, 9/65 vd)
Peygamberlik müessesesi ve peygamberlikte alay etmek, onları küçük düşürücü sözler söylemek sövme sayılır Bu yüzden diğer peygamberleri veya Hz Peygamber'i küçük gören alay eden ve O'na ezâ veren dinden çıkar Ayetlerde şöyle buyurulur: "Şüphe yok ki, Allah'a ve Resulu 'ne eziyet verenlere Allah dünyada ve ahirette lânet etmiştir Onlara çok küçük düşürücü bir azap da hazırlamıştır" (el-Ahzâb, 33/57) "Münafıklardan öyleleri vardır ki, peygamberi incitiyorlar ve, 'O her söyleneni dinleyen bir kulaktır' diyorlar De ki, 'O sizin için bir hayır kulağıdır Allah'a da inanır, müminlere de İman edenleriniz için bir rahmettir Allah'ın Resulune eziyet verenlere ise acıklı bir azab vardır" (et-Tevbe, 9/61)
Ebû Hanife ve tâbileri, İmam Şafii, İmam Ahmed b Hanbel ve İmam Mâlik gibi İslâm hukukçularının büyük çoğunluğuna göre, Hz Peygamber'e söven kimse dinden çıkar ve öldürülmesi gerekir Diğer peygamberlere söven de dinden çıkar ve öldürülür (İbn Teymiyye, es-Sârimü'l-Meslûl, Nşr Muhammed Muhyiddin Abdülhamid, Mısır 1960, s512, 565)
Mukaddes kitaplara ve Kur'an-ı Kerim'e sövmek veya bunların aslını inkâr edici sözler söylemek küfürdür Kur'an'la, bir sûresi veya ayetiyle alay etmek, onu küçümsemek küfürdür (Aliyyu'l-Kârı, Şerhu'l-Fıkh'ı-Ekber, Mısır 1323 h, s151 vd; el-Heytemî, ez-Zevâcir, I, 30) Kur'an'ın Allah kelâmı değil de beşer sözü olduğunu söylemek de küfürdür Velid b Muğîre (ö1/622) Kur'an hakkında şöyle demişti: "Bu ancak sihirbazlardan öğrenilip nakledilen bir sihirdir Şüphesiz bu bir insan sözüdür" Yüce Allah da Velid hakkında "Ben de O'nu muhakkak cehenneme sokacağım'' (Müddessir, 74/24 vd) buyurmuştur
Meleklere sövmek, alay etmek, ayıplamak, onları küçük görmek küfürdür Cebrâil (as)'in vahyi getirirken hata ettiğini, Hz Ali yerine yanlışlıkla Hz Muhammed'e vahyi verdiğini söylemek de kişiyi dinden çıkartır (İbn Abidin, Reddu'l-Muhtâr, III, 292; el-Fetâva 'l-Hindiyye, II, 266; Ahmet Saim Kılavuz, İman-Küfür sınırı, İstanbul 1982, s132-133)
Ashâb-ı Kirâm'ı tekfir ederek, onların mümin olmadığını söylemek küfürdür Sahâbeyi küçümsemek, alay etmek ve onlara buğzetmek ise bid'at ve sapıklıktır Diğer mü'minleri tekfir edenin dinden çıkması ile ilgili hadislerin vâhid haber kabılinden olması konuyu kelâmcılar arasında tartışmalı hale getirmiş, sahâbeyi tekfir edenin kâfir sayılması hükmü ise aşağıdaki delillere dayandırılmıştır
Ayetlerde ashâb-ı kirâm övülmüştür: "Müminler ağaç altında sana bey 'at ettikleri zaman Allah onlardan razı olmuştur Allah onların kalplerindekini bildi de, onlara huzur ve itminan verdi Onları pek yakın bir fetih ve zaferle mükâfatlandırdı " (el-Fetih, 48/18) ''Muhâcirlerden ve ensârdan en ileri ve önce gelenlerle, iyilikte onlara tâbi olanlardan Allah razı olmuştur; onlar da Allah 'tan hoşnut oldular, Allah onlara, altında ırmaklar akan cennetler hazırladı; Onlar orada ebedi kalırlar İşte en büyük mutluluk da budur" (et-Tevbe, 9/100)
Sahâbeyi öven pek çok hadis de vardır "Ashâbıma sövmeyiniz Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, sizden biriniz Uhud dağı kadar altın infak etse, onların iki avuç veya bir avuç miktarındaki bağışına ulaşamaz '' (Müslim, Fedâilu's-Sahâbe, 54; Ebû Dâvûd, Sünnet, 11; Tirmizî, Menâkıb, 59; Ahmed b Hanbel, Müsned, 111, II) "On kişi var ki, cennettedir: Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Abdurrahman, Sa'd, Said ve Ebû Ubeyde" (Tirmizî, Menâkıb, 26) "Ümmetimin en hayırlısı aralarında bulunduğum bu nesildir Sonra onları takip edenler, sonra onların ardından gelenlerdir" (Buhâri, Fedâilu's-Sahâbe, I, Rikâk, 7) Sahâbeyi tekfir eden, bize Kur'ân-ı Kerîm'i tevâtüren nakleden bir nesli mahkum etmiş olmaktadır
Âlimlere ve fakihlere sebepsiz yere sövmenin dinden çıkaracağına dair çeşitli fetvâlar verilmiş ise de, kendileri ayet ve hadislerle övülen sahâbelere sövenin bile kâfir değil sapık ve bid'atçı sayıldığı düşünülürse bu kimselerin fısklarıyla başbaşa bırakılması daha uygun olur (Aliyyü'l-Kâri, age, 156-159; el-Fetâva'l-Hindiyye, II, 270 vd; el-Heytemi, age, I, 31; İbn Âbidin, Reddu'l-Muhtar, III, 293, Mecmuatü'r-Resâil, I, 360)
Hanefilerin çoğunluğu bir kimsenin sahabeye sövmeyi, onlarla alay etmeyi, onları küçümsemeyi helâl görüp bu fiilleri isleyecek olursa kâfir, helâl görmeden isleyecek olursa fâsık olacağını, söylemiştir Ancak bazı Hanefi fakihleri, aynı sözler Hz Ebû Bekir ve Ömer için söylenirse, söyleyenin dinden çıkacağını söylemişlerdir Hanefilerden bir grup âlim ise, sahâbe büyüklerine sövenin siyaseten öldürülmesini câiz görür İmam Mâlik, Hz Peygamber'e sövenin öldürülmesi, ashâba sövenin ise te'dib amacıyla cezalandırılması gerektiği kanaatindedir Ahmed b Hanbel'e göre ise, sahâbeden birine söven kimse şiddetli bir şekilde dövülür (Aliyyu'l-Kâri, age, II, 410-411; İbn Abidin, Reddu'l-Muhtar, III, 293, Mecmuatü'r-Resâil, I, 359; İbn Teymiyye, es-Sarimu'l-Meslul, s561)
Söyleyeni dinden çıkaran küfür sözlerinin bu sonucu meydana getirmesi için hür bir irade ve ihtiyarla söylenmesi gerekir Tehdit, zor ve baskı altında küfür sözlerini söyleyen kimse zorlama tam ise, yani öldürme, kesme, bedene zarar verme ve şiddetli dövme tehdidi varsa küfür sözü söyleyebilir Ayette şöyle buyurulur: "Kalbi imanla dolu olduğu halde, küfre zorlanan müstesna olmak üzere, kim iman ettikten sonra, küfre sine açarsa Allah'tan onlara bir azap vardır" (Nahl, 16/106) Bu âyet, küfre zorlanan kimsenin dinden çıkmayacağını gösterir Nitekim Mekke müşrikleri, Yâsir ile hanımı Sümeyye'yi İslâm'dan dönmeleri için zorlamış, işkence altında ikisini de öldürmüştür Yâsir'in oğlu Ammâr'ı da bir kuyuya atarak işkence yapmışlar, Ammar işkenceye dayanamayarak, kalbi imanla dolu olduğu halde, diliyle İslâm'dan döndüğünü söylemiş ve canını kurtarmıştır Haber Hz Peygamber'e ulaşınca, kendisiyle görüşmüş ve yine işkenceye maruz kallısa aynı sözleri söylemesine ruhsat vermiştir Yukarıdaki ayet-i kerîme bu olay üzerine inmiştir (İbnü'l-Esir, Üsdü'l-Gâbe, I V, 130 vd)
__________________
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
ELLİ DÖRT FARZ "Elli dört farz" terimi, Islam'in halk seviyesinde anlatımında bu terimi çıkaranlara göre dinin en önemli emir ve yasaklarını anlatan bir ifadedir ve elli dörtle sınırlandırıcı bir nassa ya da ictihada dayanmamaktadır Bir diğer ifade ile Islam'in öğrenildiği temel deliller olan, kitap, sünnet, icma, kıyas ve onlara bağlı deliller böyle bir sınırlama ve sayıdan söz etmezler Islam'da pek çok emir ve yasakların olduğu vakıadır Hatta bu emir ve yasaklar arasında bir hiyerarşinin (büyüklük - küçüklük sırasının) bulunduğu da genel kabul gören bir durumdur Buna göre bazı farzlar diğerlerinden daha önemli, bazı yasaklar da diğerlerinden daha ağırlıklı olabilir Ancak bunları hem birbirine karıştırmak, hem de elli dörtle sınırlamak doğru değildir Zaten saydığımızda da görüleceği gibi bu tertip ilmi olmaktan uzaktır ve muhtemelen bir vaiz efendinin dinin temel prensiplerini kendine göre bir sıraya koymasından oluşmustur
Bazı basit el ilmihallerinde Mızraklı Ilmihal'den (Mizraklı Ilmihal (1321 Osmanlıca baskısı) 49-51) alınarak (Elli Dört Farz) diye sayılan prensipler şunlardır: Allah'ı bir bilip zikretmek, Helaldan kazanıp yemek, Abdest almak, Beş vakit namaz kılmak, Cünüplükten yıkanmak, Rızka Allah'ın kefil olduğunu bilmek, Helaldan ve temiz giymek, Allah'a tevekkül etmek, Kanaat etmek, Kazaya razı olmak, Belaya sabretmek, Günahlardan tevbe etmek, Şeytan ı düşman bilmek, Kur'an-ı delil kabul etmek, ölümü hak bilmek, Allah'ın sevdiğini sevmek sevmediğini sevmemek, Ana-babaya iyilik etmek, Iyıligi emretmek, Kötülükten sakındırmak, Akrabayı gözetmek, Emanete ihanet etmemek, Allah'tan daima korkmak, Allah'a ve Resulüne itaat etmek, Günahlardan sakınıp ibadetle meşgul olmak, Ulul emre itaat etmek, Dünyadaki varlıklara ibret göze ile bakmak, Tefekkür etmek, Dilini çirkin sözlerden korumak, Kalbini kötü düşüncelerden temizlemek, Kimse ile alay etmemek, Harama bakmamak, Doğru sözlü olmak, Kötü şeyler dinlememek, Ilim öğrenmek, Ölçü ve tartıda adil olmak, Allah'ın azabından emin olmayıp korkmak, Fakirlere sadaka verip yardım etmek, Allah'ın rahmetinden ümit kesmemek, Nefsin arzularına uymamak, Allah için yemek yedirmek, Yeterli helal rızık aramak, Zekatını vermek, Hayızlı ve nifaslı zevcesine yaklaşmamak, Kalbi bütün günahlardan temizlemek, Kibirlenmemek, Yetimin malını korumak, Livatadan sakınmak, Beş vakit namaza devam etmek, Kimsenin malını haksız yere yememek, Allah'a şirk koşmamak, Zinadan sakınmak, Sarhoş edici içkileri içmemek, Yalan yere yemin etmemek Mızraklı ilmihalının bu sıralamasına baktığımızda: 1 Bunların her birerlerine istilahi anlamda farz denemeyeceğini görürüz Farz: Sarı' (şeriat koyucu) tarafından yapılması kesin ifade ile istenen ve yapanın sevap kazandığı, yapmayanın ise günah ve cezayı hakkettiği fiillerdir Oysa kimse ile alay etmemek, içki içmemek, zina ve livate yapmamak gibi şeyler, bir şeyi yapmak değil, yapmamaktan ibarettirler Din istilahında bunlar farz ile değil, haram ile ifade edilirler Bu konuda "terletmeyi" de bir eylem yapma olarak görmek zorlama olur 2 Bu maddelerin pek çoğunun, diğerlerini de içine aldığından tekrar oldukları açıktır Mesela Kur'an-ı delil kabul etmek, dedikten sonra, anaya babaya iyilik etmek, akrabayı gözetmek, içki içmemek vs gibi şeyler hep onun tekrarı olmuş olurlarÇünkü Kuran'i delil sayan herkes bunları ve benzerlerini de zaten böyle kabul edecektir Keza dünyadaki şeylere ibret gözüyle bakmak ile, tefekkür etmek farklı şeyler değildir3 Ölümü hak bilmek gibi şeyler de farz telakki edilemez Çünkü ölümün hak, yani mutlaka gerçekleşecek olduğunu herkes bilir Zekatını verenin ayrıca sadaka vermesi ise zaten farz değildir4 Sıralamada hiçbir değer ve meratip gözetilmemiştir Mesela cünüplükten yıkanmak başlarda yer alırken, Allah'a şirk koşmamak gibi önemli bir yasak sonlarda zikredilmiştir 5 Bazı küçük günahlar sayıldığı halde, haksız yere adam öldürmek, sihir yapmak, zina iftirasında bulunmak, faiz yemek, cepheden kaçmak gibi büyük günahlar zikredilmemiştir Bu ve benzeri tutarsızlıklar "Elli Dört Farz" gibi bir terimin ilmi ve isabetli kullanılmadığının delilidirler Onun yerine "Dinin emir ve yasaklarının önemlileri" denerek, tekrarlardan uzak ve büyükten küçüğe doğru sıralı bazı temel prensipler verilse, en azından öğretici bir özetleme olmuş olabilir "Otuziki Farz" terimi ise "Elli Dört Farz"a göre daha tutarlıdır
EMÂNET
Birisinin koruması için bırakılan maddî ve manevî hak Emniyet edilip inanılan şey Peygamberlerde bulunan sıfatlardan biri de "emânet"tir Kur'an'a, Sünnete ve Resulullah'ın eşyasına da "emânet" denir
Resulullah, hicretten önce, kendisinde bulunan emânetleri sahiplerine iade etmişti Çünkü kâfirler ona "el-emin" olarak mallarını emânet ediyorlardı Hz Peygamber "emânete ihânetin münâfıkların alâmetlerinden olduğunu" söylemiştir (Buhâri, İmân, 64; Müslim, İmân, 106) Emânet, müminlerin de vasfıdır (el-Mü'minûn, 23/8) Vedâ Haccı'nda Rasûlullah, kadınların da erkeklere birer emânet olduklarını açıklamıştır (Ebû Dâvûd, Menâsik, 56) Yine Vedâ Hutbesi'nde Rasûlullah, "Size bir emânet bırakıyorum ki, ona sarıldıkça sapıklığa ve dinsizliğe düşmezsiniz Bu emânet Allah'ın kitabı Kur'ân ve benim sünnetimdir" (Buhâri, Tecrid, 1654; İbn Hişâm, es-Sire, IV, 603; Sahih ve Sünen'lerin Vedâ Haccı bölümleri) İbn Hanbel rivâyet eder: "Emânet sahibi olmayan kişinin gerçek imânı yoktur" (Ahmed b Hanbel, Müsned, III, 135)
Allah Teâla, "emânet" kavramını Kur'an-ı Kerîm'de çok geniş bir anlamda zikretmiştir: "Biz, emâneti göklere, yere ve dağlara sunduk da onu yüklenmekten kaçındılar; onu insan yüklendi; çünkü o çok zâlim çok câhildir" (el-Ahzâb, 33/72) Bu genel anlamlandırmadan sonra, "Emanetleri ehline vermemizi, insanlar arasında hükmettiğimiz zaman adâletle hükmetmemizi emreder" (en-Nisâ, 4/58) Rasûlullah'ın şu buyruğu da emânete riâyetin yozlaşması durumunda neler olacağını açıklamaktadır: "Emânet kaybedildiği aman yani -işler ehli olmayanlara verildiği zaman- kıyâmeti bekle" (Buharı, İmân, 1) İsrailoğulları bu yüzden çökmüş ve sapmışlardı Beceriksiz, sorumsuz, ahlâksız, adâletsiz kimselere yetki vermişlerdi Halbuki İslâmî harekette, her işte en ehil kişilerin yeraldığı "Ulu'l-emr"e itâat sözkonusudur
Geniş anlamıyla, "Allah'ın tekliflerinin tamamına" emânet denilmiştir (Mecmuat'ul-Tefâsir, İstanbul 1979, V 142, 143) Usûl-i fıkıhta, Allah'ın insanlâra yüklediği bütün mükellefiyetlere emânet denilmiştir (Molla Hüsrev, Mir'at el-Usûl fî Şerhi'l Mirkat el-Vüsûl, İstanbul, 1307, I, 591) Eşref-i mahlûkat, Allah'ın yeryüzündeki halifesi olarak tanımlanan insan; Allah'ın öğüdü ve rehberi olan Kur'an-ı Kerîm ile ruhlar âleminde verdiği 'misâk'ı aldığı emâneti yerine getirmeye çalışmakla mükelleftir Bu manada, herhangi bir şekilde kendisine emânet edilmiş bir malı korumamak nasıl hâinlik olmaktaysa; daha geniş kapsamlı olarak Kur'ân ve Sünnet emânetini sahiplenmemek, İslâm'a yönelmemek ve İslâmî ilkeleri yaşamamak, yaşatmayı unutturmak veya engellemek de emânet ve emânet ilkelerine uymamak demektir (Ayrıca bk Vedia)
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
EMEKLİ, EMEKLİLİK
İslâm'da hastalığı veya yaşlılığı sebebiyle çalışamayan ve bir geliri de bulunmayan kimseler için önce nafaka hükümleri cereyan eder Ana-baba, yoksul düşünce, çocukları onlara bakmak zorundâdır (el-İsrâ, 17/23; el-Ankebût, 29/8; Lokman, 31/14-15; es-Serahsı, el-Mebsût, V, 222-229; el-Kâsânı, Bedâyiu's-Sanâyi', IV, 30; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadir, III, 349 vd) Kardeşler ve diğer hısımlar arasında da mirastaki hisse durumlarına göre nafaka ödenir (el-İsrâ, 17/26; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, s294-321) Hısımları yoksa veya onlar da yoksulsa, İslâm ülkesinde bütün vatandaşlar yoksulluk, yaşlılık, iflâs vb durumlar karşısında devletin himayesi altında yaşarlar Bu bakımdan yaşlanmış ve bir geliri bulunmayan işçi, memur ve bütün yoksullar için temelde ayrıca emeklilik müessesesine ihtiyaç duyulmaz Yoksulun zekât dâhil, devletin bütün mal; kaynakları üzerinde hakkı vardır Ancak bu kapsamlı sosyal sigortanın işlemediği yerlerde işçilere, memurlara ve esnafa mahsus emeklilik müesseseleri de kurulabilir
İslâm hukuku prensip olarak emeklilik müessesesine karşı değildir Emeklilik bir çeşit yardımlaşma sigortasıdır Sigorta; her bir kişinin yükünü azaltmak amacıyla mümkün olduğu kadar çok kimse üzerine bir tek kişinin yükünün dağıtılması demektir İslâm sermayeye dayanan sigorta şirketleri yerine, mütekabiliyet ve işbirliği ile zirvesinde devletin bulunduğu bir sosyal sigorta teşkilini öngörmüştür
Hz Peygamber Medine'ye hicret edince yapılan 47 maddelik ilk anayasada bir sosyal güvenlik kuruluşu olan "maakil" sistemine yer verilmiştir Kuruluş şöyleydi: Bir kimse savaşta esir düşerse kurtarılması için bir fidye vermek gerekliydi Yine yaralama ve kasten olmayan öldürmelerde, zarar ve ziyanın yahut kan bedelinin ödenmesi gerekliydi Bunların miktarları çoğu zaman esir veya suçu işleyen kimsenin gücünü aşıyordu Hz Peygamber şöyle bir yardımlaşma teşkilatı kurdu:
Herkes kendi kabilesinin hazinesine bu iş için para yardımı yapacak; esirlik, yaralama veya öldürme hallerinde, yardımlaşma amacıyla kurulan bu fondan destek bekleyecekti Bir kabîlenin bütçesi yeterli olmazsa, diğer komşu kabîleler destek yapacaktı (M Hamidullah, İslâm'a Giriş, Çev: Kemal Kuşçu, İstanbul 1973, s201-202)
Daha sonra hadislerle maâkil sistemi, tazmini tek kişiye ağır gelen durumlarda hısımlar arasında yardımlaşma şekline dönüşmüştür Bir kimse diyet gerektiren bir suç işlerse, diyet miktarı ailenin ergenlik çağına gelmiş erkekleri arasında bölüşülür ve bunu eşit taksitlerle üç yılda öderlerdi Bir kişinin hissesine düşen diyet miktarı yılda dört dirhemi geçerse, mirastaki sıraya göre asabe * adı verilen diğer erkek hısımlar da âkîle * kapsamına alınır Eğer suçlunun hiç hısımı yoksa, diyeti kendi malından üç eşit taksitle üç yılda öder Yeterince malı yoksa diyeti devlet öder (İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, V, Maâkil bahsi; ÖN Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye, III, 52-58)
Hz Ömer, karşılıklı yardımlaşmayı bir kimsenin mensup olduğu meslek, askerî, mülk; idare esaslarına veya bölgelere göre teşkilatlandırdı İhtiyaç sırasında bir fonun yetersiz olması halinde merkezî hazine veya vilâyet idârelerinin mahallî hazineleri bu üniteye yardım ederdi Diğer yandan Hz Ömer ihtiyaç sahibi olan bütün tebâ için bir maaş sistemi geliştirmişti Bu teşkilata "divan" adı verildi (M Hamidullah, age, s201-203) Bu yardımlaşma ünitelerinde biriken ve kullanılmayan sermayenin çoğaltmak amacıyla gelir getiren işlere yatırılması mümkündür Fonun geliri artınca, üyeler katılma payı ödemekten muaf tutulabilir Hatta büyük gelirler sağlanırsa onlara kâr da dağıtabilir
İşçi, memur, esnaf ve serbest meslek mensuplarından kesilecek primler bir fonda toplanınca, bu sermayenin gelir getiren yatırımlarda üretilmesi gerekir Böyle bir fon giderek kendine yeterli hâle gelir ve üye ya da ortaklarına, katılma payı olarak aldığı primlerden çok daha fazlasını geri verebilir Bir ücret karşılığı çalışanların ücretinden kesilen primlerin bir fonda toplanmasıyla oluşan sermayenin işletilmesine Hz Peygamber'in mağara hadisinde işaret edilmiştir Allah Resulu, eski toplumlarda işçilerin haklarının gözetildiğini belirtirken özet olarak şöyle demiştir:
"Geçmiş kavimlerden üç kişi bir yere gitmekte iken, yolda fırtınaya yakalanarak bir mağaraya sığınırlar Fırtınanın getirdiği büyük bir kaya parçası mağaranın ağzını kapattığı için, içeride mahsur kalırlar Kendi aralarında konuşarak, 'Allah katında, en değerli olması muhtemel amellerini öne sürüp, kurtuluş için dua etmeye' karar verirler İlk ikisinin duasıyla kaya parçası biraz aralanır Bir işveren olan üçüncüsü şöyle niyaz eder:
'Ey Rabbim, ben birtakım işçiler çalıştırmıştım Ücretlerini ödedim Ancak içlerinden birisi ücretini almadan bırakıp gitmişti Onun hakkını ticaretle işletip arttırdım Birçok malı oldu Bir süre sonra bana gelerek ücretini istedi Ben; 'gördüğün şu deve, sığır, koyun ve hizmetçiler senin ücretinden meydana geldi' dedim 'Benimle alay etme' diye cevap verdi 'Seninle alay etmiyorum' dedim Bunun üzerine bütün malını alıp, gitti, hiçbir şey bırakmadı 'Ey Rabbim, bunu sırf senin rızanı kazanabilmek için yapmışsam bizi bu mağaradan kurtar" Bu duanın arkasından mağaranın ağzını kapatan taş yuvarlanır ve oradan kurtulurlar (Buhâri, İcâre, 12; Tecrid-i Sarih Tercümesi, VII, 37-41)
Mağara hadisinde ücret ve bu ücretin işletilmesi sonucu elde edilen kârın tamamı işçiye ait olunca, işçiden sosyal güvenlik için kesilen primlerin bir fonda işletilmesi sonucu,verdiğinden fazlasını geri almak mümkün ve câiz olur Yeter ki fonun işletilmesi İslâm; ölçüler içinde olsun
İşçi, memur, esnaf ve serbest meslek sahipleri, emekli yardımlaşma kuruluşuna bağlılık gerektiren bir işe intisab ederken, kendisinden emekli oluncaya kadar prim kesileceğini ve bunların bir fonda toplanarak işletileceğini bilerek seçimini yapar Örfen de bu rızanın varlığını kabul etmek gerekir Çünkü bazı meslek kuruluşları, bu mesleğe girmek isteyenlere belli kurallar uygulamıştır Tarihte bunun örnekleri çoktur Osmanlılarda Ahîlik, Lonca ve Gedik gibi meslek kuruluşları bunlar arasında sayılabilir (Neşet Çağatay, Ahilik, Ankara 1974, s101; Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, s184-185)
Bir sosyal güvenlik kuruluşunu ortaklık olarak değerlendirmek mümkündür şöyle ki, bir işçi veya memurun maaşından sosyal yardımlaşma kuruluşu için her ay yüzde yirmi emekli primi kesilse, yirmibeş yıl devam eden çalışma süresince, fonda on milyon lira prim biriktiğini farz edelim Bu primlerin gelir getiren yatırımlarda çalıştırılarak yirmibeş yılda yavaş yavaş birkaç katına çıkmış olması gerekir Fonun toplam bilançosu; kesilen primler toplamı yirmimilyar, fonun mal varlığı ise yüzmilyar olsa, onmilyon emekli keseneği biriken işçi ve memurun, toplam fon üzerindeki hakkı, beş katına yükselmiştir Hak, on milyondan elli milyona çıkmıştır Böyle bir işçi fondan kıdem tazminatı, emekli maaşı, ölümünden sonra da eş ve çocukları maaş olarak elli milyona kadar alabilir Fon üyeleri kâr ve zarara ortak oldukları için, İslâm hukukunda inan şirketi ortağı gibidirler Kârın anlaşmaya göre, kesilen primlerin miktarına bakılmaksızın yüzde üzerinden değişik oranlarda paylaşılması bu ortaklıkta mümkün olduğu için, üyelerin farklı emekli maaşı alması statüyü bozmaz (es-Serahsı, el-Mebsût, XI, 152-154; el-Kâsânı, Bedâyiu's-Sanâyi', VI, 57 vd; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kâdir, V, 20 vd)
EMEKLİLİK MAAŞI ÜZERİNE FAİZ EKLENDİĞİ İÇİN HELAL MI DEĞİL Mİ? Devlet memuru memuriyetten ayrıldıktan sonra memuriyetle ilişkisi kesilir Devlet maslahata binaen herhangi bir vatandaşa yardım edebildiği gibi emekli memura da toptan veya aylık halinde yardım edebilir Bu yardımı maslahata göre azaltır veya çoğaltır Bu yardım çoğaltılırsa dinen buna faiz veya riba denilmez Hülasa İslam'a göre devlet, memuriyetten ayrılmış olan kimseye emeklilik maaşını vermekle mükellef değildir Amma isterse az çok verebilir Başkasına da verebilir
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
EMR-İ Bİ'L-MA'RUF NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
İyiliği emretme, kötülükten alıkoyma
Maruf, şerîatın emrettiği; münker, şerîatın yasakladığı şey demektir Başka bir deyimle Kur'an ve sünnete uygun düşen şeye maruf; Allah'ın râzı olmadığı, inkâr edilmiş, haram ve günah olan şeye de münker denilir (Râğıb el-İsfahânı, el-Müfredât, s505; M Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, 2357-2358; V, 3118)
Yani marufu emretmek iman ve itaata çağırmak; münkerden nehyetmek de küfür ve Allah'a başkaldırmaya karşı durmaktır (Kadı Beydâvî, Envârü't-Tenzil, 2/232)
Kur'an-ı Kerîm'de, ''Sizden hayra çağıran, marufu emreden, münkerden vazgeçirmeye çalışan bir ümmet bulunsun İşte onlar kurtuluşa erenlerdir" (Alu İmrân, 3/104) buyurulmaktadır Bu ayetle marufun emredilmesi ve münkerden menedilmesi işi bütün İslâm ümmetine farz kılınmıştır İslâm uleması bu görevi ümmet içinden bir grubun yapmasıyla diğerlerinden sorumluluğun kalkacağını, ancak hiç kimsenin yapmaması halinde bütün müslümanların sorumlu ve günahkâr olacağını söylemiştir (Yazır, age, II, 1155)
Başka bir ayet-i kerimede yüce Allah Şöyle buyurmaktadır: "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz Marufu emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız; çünkü Allah'a inanıyorsunuz'' (Alu İmrân, 3/110)
Müminler, dünyadaki en hayırlı toplumdur ve iyiliği emreden, kötülükten alıkoyan en güzel ahlâkla yetişmişbir toplumdur Bu toplumun korunması için bu ayetlerle dinin en önemli ilkeleri olan iyiliğe, doğruluğa, güzelliğe, çağırmak emredilmiştir Hz Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: "Sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin; buna gücü yetmezse diliyle onun kötülüğünü söylesin; buna da gücü yetmezse kalbiyle ona buğzetsin Bu ise imanın en zayıf derecesidir'' (Müslim, İman, 78; Tirmizî Fiten 1I- Nesaî iman 17 İbn Mâce, Fiten, 20)
Marufu emretmek, münkerden alıkoymak sorumluluğunun ağır bir yük olduğunu Hz Peygamber (sas)'in şu buyruğu ortaya koymaktadır: "Bana hayat bahşeden Allah'a andolsun ki, siz ya iyiliği emreder kötülükten alıkoyarsınız ya da Allah kendi katından sizin üzerinize bir azap gönderir O zaman dua edersiniz fakat duanız kabul edilmez" (Ebû Dâvûd, Melâhim, 16; Tirmizî, Fiten, 9; İbn Hanbel, V, 388) şu âyet de ibretle düşünmeyi gerektirmektedir:
"onlar, (İsrailoğulları) birbirlerine hiçbir münkeri yasaklamadılar Yemin ederiz ki yapmakta oldukları şey çok kötü idi" (el-Mâide, 5/78-79) Yine başkâ âyetlerde müşriklerden başka, müminlerin karşısında münkeri emreden, marufu yasaklayan, böylelikle Allah'ın emir ve yasaklarına karşı çıkarak, emredilenin tam tersini yapan münâfıklar da zikredilir (bk et-Tevbe, 81/67)
Hz Peygamber'in çeşitli buyruklarında müslümanların her birinin birer çoban olduğu, elleri altındakilerden sorumlu bulunduğu, mü'minler arasında canlı ve sürekli bir toplumsal birliktelik ve beraberliğin olması, dâima zayıfın hakkının güçlüden alınmasından yana tavır takınılması, cihadın en faziletlisinin zâlim bir devlet başkanına karşı hak bir söz söylemek olduğu belirtilmektedir
Bir toplumda ma'rûfu emreden, kötülükten menedenler olmazsa giderek münker olan işler bírer kural haline, bir yaşama biçimi haline gelirler Şeytanlar hak ile bâtılı karıştırır, doğruyu bozarlar; insanlara Allah'ı unuttururlar Böyle bir toplumda müslümanın tavrını yine âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz Peygamber (sas)'in şu buyruğunda bulmak mümkündür:
"Sizde iki sarhoşluk ortaya çıkmadıkça Allah tarafından gelen hak din üzere devam edersiniz: Cehâlet sarhoşluğu ve dünyaya aşın düşkünlük Siz iyiliği emreder, kötülüğe engel olur ve Allah yolunda cihad ederken içinizde dünya sevgisi oluşuverince iyiliği emretmez, kötülüğe engel olmaz ve Allah yolunda cihadı bırakırsınız O gün Kitap ve sünnetin emirlerini yaymaya çalışanlar Ensâr ve Muhâcirlerden İslâm'a ilk giren kimseler gibidirler'' (Bezzâr, Mecmau'z Zevâid, VII, 271); "İyileriniz zâlimlerinize yardakçılık eder; Fıkıh kötülerinizin, saltanat da küçüklerinizin eline geçer İşte o zaman fitnenin hücumuna uğrar ve birbirinize düşersiniz" (age, VII, 286); ''(Bu durumda ise) açık günahlar herkese zarar verir, kötüler iyilere musallat olur, iyilerin de kalbi mühürlenir, lânetlenirler Fitne günlerinde ise sabırlı olmak ateşi kor halinde elde tutmak gibidir" (Kenzü'l-Ummâl, II, 68-78)
Marufun emredilmediği, münker den alıkonulmayan toplumların nasıl helâk edildiği, nasıl Allah'ın azâbının onları kuşattığı Kur'an-ı Kerîm'de hemen her sûrede zikredilmektedir (A ' râf, 7/163 vd)
İslâm bilginleri, bir şeyden korkarak kötülüğe engel olmamanın âdeta o kötülüğü kabul etmek ve ona katılmak anlamına geldiğini; asıl korkunun Allah'tan korkmak olduğunu; iyiliği emretmek ve kötülüğü engellemek görevinin eceli yaklaştırmadığını ve rızkı kesmediğini; ancak göz göre göre tâkat dışı belâya direnmenin de câiz olmadığını söylemişlerdir (Kenzü'l Ummâl, II, 141 vd)
İnsanlar için en hayırlı topluluk olan İslâm ümmetinin bireyleri birbirlerinin bütün dertleriyle ilgilenen kişilerden meydana gelir Halbuki diğer bütün dinlerde iyilik ve kötülük her ferdin kendi sorunudur Meselâ Tevrat'ta, "Rab, Kabıl'e sordu: 'kardeşin nerede?' O da, 'Bilmem, ben kardeşimin bekçisi miyim?" gibi bir ifade vardır (Tevrat, Tekvin, 4/9)
Marufu emretmek, münkerden alıkoymak görevini İslâm ümmeti içinden öncelikle âlim olanlar üstlenir; yoksa bu iş câhillere bırakılmaz Çünkü câhiller her şeyi altüst ederler, kavram ve değer kargaşasına yolaçarlar Görevin yerine getirilmesinde ana ilke her müslümanın ahirette hesap vereceğini bilmesi bilincidir Toplumlar genelde ikiye ayrılırlar: Maruf toplumlar, münker toplumlar Münker toplumlar oluşmuş veya oluşmaktâ iken, müslümanların ma'siyete, münkere, tâğuta itaatten kaçınmaları farzdır (Ahmed b Hanbel, Müsned, II, 144) Yani müslümanların her münker toplumunu maruf toplum, İslam hükümlerinin yaşandığı toplum haline getirmeleri fârz kılınmıştır Çağdaş demokrâtik-laik toplumlar dini sadece Allah'la kul arasında bir mesele olarak görürler ve İslâm'ın maruf münker ilkeşinin sadece ahlâkı bir mesele olduğunu vâzederler Halbuki hayatın bütün yönlerini Allah ve Resulunün emir ve yasakları doğrultusunda yaşamak ve münker toplumları İslâmî toplum haline dönüştürmekle görevli olan müslümanların bu durumuyla demokratik ilkeler birbirine hem karşıt, hem de çelişiktir Bu sebeple müslümanların her zaman marufu emretmeleri, münkerden sakındırmaları mümkün olmaz; karşılarına münker toplumun emir ve yasakları çıkarılır İşte bu noktada müslümanlar için şu buyruk geçerlidir: "Ey iman edenler siz kendinize bakın; doğru yolda iseniz sapıtanlar size zarar veremezler" (el-Mâide, 5/105) Çağdâş toplumla müslümanın çelişkisi onun, ancak Allah'a ve Resulune itaat edeceği gerçeğinden dolayı İslâmî bir devleti gerçekleştirmesini zorunlu kılar Bir yandan bu yolda çalışırken öte yandan münkerlerle mücâdele kesintiye uğramaz, marufun emredilmesinden geri kalınmaz Bu nokta şunun için önemlidir: Maruf, ne salt ahlakçılık demektir, ne de İslâm'ın ana ilkelerinin yerine insan haklarının geçirilmesidir Maruf, tek kelimeyle İslâm'ın kendisidir Münker de, aslı itibariyle veya ahlâkı açıdan sadece kötü şeyler değil, tam anlamıyla İslâm'ın yasakladığı her şeydir Yeryüzünün değişik yerlerinde, değişik rejimlerde ve şartlarda yaşayan müslümanlar için değişmeyen ölçü budur Bunun tek yöntemi de Rasûlullah'ın sünnetidir "Size peygamber neyi verdiyse onu benimseyiniz" (Haşr, 59/7)
Gerçek maruf-münker görevi, en başta insanın kendisinden başlayarak yapılır (Bk el-Bakara, 2/44) Bazı insanlar her devirde, Resule itaati söylerler, kendileri itaat etmezler; sadakayı emrederler, kendileri vermezler İşte şu ayet-i kerimede onlar uyarılmaktadır: "Kitabı okuyup durduğunuz halde kendinizi unutur da başkalarına mı iyiliği emredersiniz? Düşünmez misiniz?" (el-Bakara, 2/44) İyiliği emredip kendileri yapmayanlar için hesap gününde dudaklarının ateşten makaslarla kesileceği haberi verilmiştir (İbn Kesir, 1, 8)
İkincisi, Rabbin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağırmak, insanlarla en güzel şekilde tartışmak, azgınlara bile yumuşak söz söylemektir (en-Nahl, 1 6/ 1 25; Tâhâ, 20/43)
Sonuçta marufun emredilmesi, münkerin yasaklanması meselesi, sadece bir fetvâ olayı değil; aile, hukuk, siyaset ve ekonominin her zaman içiçe geçmiş bir şekilde şerîatın gerekleri doğrultusunda savunulması ve yaşanması demektir Bu, sistemli bir davet çalışmasını gerektirir İslâm'ın ilk yayılışı da böyle olmuştur İslâm'ın hâkim olmadığı düzenlerde, ehl-i kitab'a karşı veya müşriklere ve diğer gayri İslâmî zümrelere karşı tek geçerli davet metodu Resulullah'ın sünnetidir Bunu ancak Resulullah'ın sünnetiyle açıklayabiliriz Yoksa basit bir ahlâkçı, bir vâiz, hattâ bir muhtesib * gibi davranarak değil "Dirilerin ölüsü" olarak kalmak isteyen, yani eliyle, diliyle ve kalbiyle toplumdaki münkeri kötülemeyen kimse ne kötüdür Tevrat'ta: "Kişi iyiliği emr, kötülüğü yasakladığı takdirde kavminin nezdinde derecesi kötüleşir" denilerek İslâmî hâreket ve ahlâk saptırılmış, dinin esası tahrif edilmiştir O sebeple Allah katında din olarak yalnız İslâm geçerlidir
Öte yandan, İslâm toplumlarında ise marufun emredilmesi, münkerin yasaklanmasında ictihada giren konularda uyarıcılık yapılmaz Meselâ Hanefiler, unutularak besmelesiz kesilen hayvanın etini yiyen bir Şâfiîye, "Bu yediklerin haramdır" şeklinde bir uyarıda bulunamaz; zira bunlar Şâfiî'ye göre helâldir İşte emri bi'l-mâ'rûf nehyi ani'l-münkeri herkesin yapamamasından kasıt budur Ancak, herkesin bildiği büyük-küçük günahlar, dinin kesin yasaklamaları hakkında herkes bu görevi yerine getirir (İmam Gazâli, İhyâ-u Ulûmi'd-Din, Emri Bi'l-Mâ'ruf ve Nehyi Ani'l-Münker bölümü) Fakat Şâfiîler, besmelesiz kesilen hayvanların etini yemek isteyen Hanefilere ikazda bulunabilir Gerek Allah hakları, gerekse kul hakları olsun bütün ma'rûf ve münkerlerde önce sözlü, sonra fiilî uygulama esastır Mutezile ise kul hakkıyla ilgili olmayan meselelerde sözle veya fiille uyarıcılığı kabul ederken; bunu da ancak imamın yapabileceğini, fertlerin karışamayacağını savunmuştur
Enes b Mâlik'ten rivâyet edilen bir hadiste şöyle bir hüküm bulunmaktadır: "Biz Allah'ın Resulune 'Ey Allah'ın Rasûlü, biz iyiyi tamamen işlemedikçe emredemez miyiz? Kötülükten tamamen sakınmadıkça menedemez miyiz?' diye sorduk Resulullah şöyle buyurdu:
"Siz iyiliğin tamamını işlemezseniz dahi iyiliği emrediniz Siz kötülüğün tamamından sakınmasanız dahi kötülükten sakındırınız" (Taberânî)
Hz Lokman'ın oğluna öğüdü her zaman ve mekanda uyarıcının hâlini beyan eder: "Yavrum, namazı gereği üzere kıl; iyiliği emret ve fenâlıktan alıkoy Bu hususta sana isabet edecek eziyete katlan Çünkü bunlar kesin olarak farz kılınan işlerdir" (Lokman, 31/17)
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
EMVÂL-İ BÂTINA (ZEKATTAN GİZLENEN MALLAR)
Bâtını veya gizli mallar Gizli olan veya zekât memurlarından gizlenmesi mümkün ve kolay olan mallar bu gruba girer Bunların tam olarak tespiti zordur Ancak sahiplerinin beyanı, herhangi bir yerde emânet edilmiş olmalarıyla tesbitleri mümkün olabilir Altın, gümüş, nakit paralar, mücevherât ve ticaret malları bu çeşide girer Evinde altın zinet eşyası bulunduran bir kadın bunların varlığını zekât memuruna bildirmezse, araştırma yaparak bunları tesbit etmek imkânsızdır Bu yüzden gizli malların zekâtı, sahiplerinin vermesi için devlet mâliyeşinin kontrolü dışında bırakılmıştır
Hz Osman devrine kadar ister gizli olsun, ister açık bütün malların zekâtı devlet tarafından alınmaktaydı Hz Osman'ın hilâfeti zamanında devlet gelirleri arttı Ticaret malları ile nakit paranın tesbit ve kontrolü zorlaşmaya başladı Bunun üzerine Hz Osman bâtını malların zekâtını sahibinin isteğine bıraktı Bu mallara sahip olan kimseler, devlet başkanının vekili kabul edilerek zekâtlarını muhtaçlara bizzat vermekle yükümlü tutuldular Sâib b Yezid şöyle diyor: "Hz Osman'ın minbere çıkarak şöyle dediğini duydum: 'Bu ay zekât verme ayıdır Kimin üzerinde zekât borcu varsa, borcunu ödesin" Hz Osman devrinde başlayan bu uygulama günümüze kadar bu şekilde devam edegelmiştir (el-Kâsânı, Bedâyiü's-Sanâyi', I!, 7; Seyyid Sâbık, Fıkhu's-Sünne, I, 204) Ancak İslâm devleti uygun gördüğü takdirde emvâl-i bâtınanın zekâtını da toplayabilir Bunların toplanıp emvâl-i zâhire ile birlikte tek elden yani devlet eliyle dağıtılması çok daha yararlı olur
ENFLASYON KARŞISINDA PARANIN DEĞER KAYBINI, FAİZ HADLERİNİ UYGULAYARAK KARŞILAMAK CAİZ MİDİR? Daha önceden de anlaşıldığı gibi düşük de olsa faizli bir muameleye girmek caiz değildir Şimdilik muamele faiz sayıdığına ve istikbaldeki durumu meçhul olup her an değişmesi mümkün olduğuna göre hüküm değişmez Yalnız borcu kapatmak hususunda Ebu Yusuf'a göre durum değişir Mesela bir kimse bir milyon liralık parayı bir seneliğine faizle birbuçuk milyona verirse faizli olduğundan haramdır Yalnız bir sene sonra daha önce verilen bir milyon para enflasyon sebebiyle ödeme anında birbuçuk milyona tekabül ederse onu, yani başlangıçta verdiği bir milyon alması caizdir Çünkü bu para altın ve gümüş olmadığı ve değeri itibari olduğu için kendisine itibar edilen değere göre muamele görür
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
ERKEĞİN AVRETİ Erkeğin, erkeğe göre de, kadına göre da avreti, göbekle dizkapağı arasında kalan kısımdır Göbek avret değildir, dizkapağı ise avrettir
ERKEĞİN PARFÜM KULLANMASI Içinde alkol olduğu söylenen çeşitli yabancı parfümler var Bunlar başka maksatlarla da kullanılabiliyor Bir erkeğin bu tür parfümleri kullanması caiz olur mu?
Bizde "ameller niyetlere göredir" Bunun anlamı şudur: Doğru ve güzel bir iş dahî ancak iyi bir niyetle yapılırsa güzel olur ve ibâdet olur Kötü bir niyetle yapılırsa kötü olur, hattâ günah olabilir Rasûlüllah efendimiz (sas) kokuyu çok övmüş ve kendisinin de sevdiğini söylemiştir ve tâ, o zamandan, kadın kokusu ile erkek kokusu arasında ayırım yapılmış ve farklı özelliklerde oldukları söylenmiştir Imdi bir erkek erkeklere has güzel kokuyu Rasûlüllah'ın sünneti olduğu için kullanırsa güzel bir iş yapmış olur ve bir sünnet sevabı alır Sadece bulunduğu yerde başkalarını ağır kokularla rahatsız etmemek için güzel koku kullanırsa güzel bir iş yapmış olur Güzel kokuyu yabancı kadınları celbetmek için kullanırsa bir haram işlemiş olur
Içinde alkol olan erkek parfümleri, Hanefi mezhebine göre kullanılabilir Ama sadece kadınları cezbetmek için geliştirilmiş parfümlerin evin dışında kullanılması mahzurlu olmalıdır Çünkü onlar zaten müslümanların örfünde güzel koku değildir Yabancı kadınların dikkatini çekmekten başka bir işe de yaramazlar ve günümüzde havailiğin sembolüdürler Hanımı hoşlanıyorsa evinin içinde kullanabilir
ERKEĞİN SÜSLENMESİ
Kadının kocası için süslenmesi isteniyor Bu, dini bir görev sayılıyor Erkeklerin karıları için süslenmesi bir görev değil mi?
Ibn Abbâs: Nasıl ben eşimin benim için süslenmesini seversem, kendimin de onun için süslenmemi severim Zirâ Allah (cc) "Erkeklerin kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi kadınların da, marûf vechile, erkekler üzerinde hakları vardır" (K Bakara (2) 228) buyurmuştur Ben onun üzerindeki bütün haklarımı kullanmak istemem, çünkü bu ona da benim üzerimde aynı hakları gerektirir"(Ibn Kesir I/189; Kurtubi NI/123; Bu söz Ebû Yusuf'a da nispet edilir Hindiyye V/371) demiştir Rasûlüllah Efendimiz de bir hadîs-i serîflerinde erkeklere hitaben: "Elbisenizi temiz tutun, saçlarınızdan alın (Saçınıza iyi bakın), misvak kullanın (ağzınızı temizleyin) süslenin ve temiz olun (Bir başka rivâyette, bıyıklarınızı kısaltın) Çünkü Israilogullarının erkekleri böyle yapmadığından, kadınları zinâya düştü" (Hindî, Kenzü'1-ummâl VI/640 (17174) Ibn Asâkir'den) buyurmuştur Bir sahâbî Âişe vâlidemize: "Rasûlüllah eve geldiğinde ilk önce ne yapar?" diye sormuş, o da, "misvak kullanmakla başlar" cevabını vermiştir(Hattâb es-Subki, Menhel, I/205)
Kurtubî, tefsirinde kadınların erkeklere üzerindeki "marûf vechile olan haklarını" erkeklerin günaha düşmeksizin süslenmeleri, diye açıkladıktan sonra,(Kurtubi NI/123) erkeklerin süslenmesiyle ilgili küçük bir bahis açar ve şunları söyler:
"Erkeklerin süslenmeleri de, durumlarına (meselâ sosyal statülerine) göre farklılık göstermelidir Bilenler bu işi maharetle ve yakıştırarak yaparlar Bir süslenme vardır bir zamana gider, diğerinde gitmez Bir süslenme gence yakışır, bir diğeri, gence yakışmaz ihtiyara yakışır Meselâ ihtiyar ve olgun (kâhil) erkek bıyığını kazısa yakışır ve süslü olur Bunu delikanlı yapsa çirkin ve sevimsiz olur Çünkü sakalı henüz gür değildir Elbise konusunda da durum aynıdır Bütün bunlar karşılıklı haklar yerine getirilmek için yapılmalıdır Erkek becerikliliğe ve uyuma özen göstermelidir ki, süsüyle eşinin gönlünü açsın ve onu başka erkeklere karşı iffetli kılsın Meselâ sürme erkekler için bir süs aracıdır Ama kimine yakışır, kimine yakışmaz Fakat güzel koku, misvak ve diş araları temizliği, kirini pasını giderme, Saçını düzeltip temizleme, tırnaklarını kesme herkes için uygundur Kına yaşlılar, yüzük yaşlı genç herkes için bir süs unsurudur Sonra hanımına zaman ayırıp onunla ilgilenmelidir ki, onun erkeğe karşı ihtiyaçlarını gidermiş ve gözünü korumuş olsun"(Kurtubî NI/124)
Erkek ayrıca genellikle ev dışındadır, işi dolayısı ile başka insanlarla münasebet halindedir Ve özellikle de kendisini davet ve tebliğle görevli sayıyorsa üst başına o kadar daha dikkatli olmalıdır Rasûlüllah Efendimiz (sas) dâvet için gönderdiği elçilerin sarıklarını kendi elleriyle bizzat sarar ve düzeltirmiş(Suyutî, el-Hâvî I/118)"Elbisenizi güzel yapın, eşyanızı düzgün tutun, böylece insanlar içerisinde (hemen göze çarpan) beyaz tepecikler gibi olun"(Suyûti, EI-Câmiu's-sağîr I/192) buyurmuşturBütün bunlar güzel gayeler için güzel giymenin, erkek için bir sünnet ve niyetine göre bir ibâdet olduğunu gösterir Ama aynı mübahlar kötü gayeler için bir anda günaha da dönüşebilir Kadının yabancı erkekler için kokulanması günah da, erkeğin ki sevap değildir
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
ERKEK, DOKTOR YANINDA DOĞUM YAPMAK SAKINCALI MIDIR? Doğumda yardımcı olabilecek kadın doktor, ebe ya da herhangi bir yardımcı varsa, bunlar bulunmasa dahi, kocanın yardımıyla, hattâ kendi kendine doğum yapabileceklerinden eminse, bir erkeğe, doktor olsa dahi, doğum yaptıramaz Bunlârın hiçbiri yoksa, zaruret var demektir ve zaruret ölçüsünde, yani zorunluluk olmayan yerlerini açmadan bir erkek doktordan yardım görebilir Ancâk bugünkü şartlarda doğum için bir kadının bir erkek doktora muhtaç kalıp gidebilmesi; olsa olsa çok ender bir olay olabilir Kaybedecek birşeyi olmayanlar, elbette,zorunluluk yokken erkek doktora gitmekten birşey kaybettiklerini anlayamazlar
ERKEK ELBİSESİ İÇİN SÖYLENEBİLECEKLER Kadın giyimini en azından ana hatlarıyla belirten nasların bulunmasına karşılık, erkeğin elbise şeklinden bahseden pek o kadar nas mevcut değildir Kur'an-ı Kerim bu mesele üzeride durmaz Sünnet'te de bir kaç ana esasa temas edilmekle, mesele gayrımüslimlere benzememe şartıyla örfe bırakılmıştır Mamafih, fukaha mevcut naslardan hareketle, yine de bazı genel hükümler çıkarmışlardır Buna göre elbisenin:
1- Avreti örtecek ve insanı sıcak ve soğuğa karşı koruyacak kadarı farzdır Tıpkı yeme ve içmenin ihtiyaç miktarının farz olduğu gibi
2- Zarûret miktarını aşarak, zineti temin edecek ölçüde izâr, ridâ, sarık ve gömlek giyerek takımı tamamlamak müstehaptır Zira Allah, nimetinin eserini kulu üzerinde görmekten hoşlanır (Fetâvâ-yi Ankaravî, I/167)
3- Bayramlarda, cum'alarda muhtaçları rahatsız eder görünümler olmaması kaydıyla, güzel ve kaliteli elbiseler giymek mübahtır
4- Kırmızı ve bazılarına göre sarı renkte elbiseler giymek mekruhtur Dürrü'l-Müntekâ'da sünnetin hilâfına giyilen her türlü elbisenin mekruh olduğu da ilâve edilmiştir, (Dürrü'l-Müntekâ, (Dâmâd kenarında) N/532)
5- Kibirlenmek amacıyla giyilen elbise, erkeğin saf ipekten dokunmuş olarak giydiği elbise ve gayri müslimlerin özel elbiselerine benzeyen elbise haramdır
(Başkalarına benzeme konusu, psiko-soyal ve itikâdî yönlerden incelenmeye değer bir konudur 1920'li yıllarda Şeriatın yürürlükten kaldırılması çalışmaları arasında, Islam'a has kiyâfet şekillerinin de buna parelel olarak değişmesi gereği kaçınılmaz görülüp, bunların yerine başkaları arandığı sıralarda, Mısır Din Işleri Riyâseti bir bildiri yayınlayarak, başkalarına benzeme açısından "Kubbe'a, ya da Bernita" (fötr Sapka) denen giysinin câiz olamyacağı neticesine varmış, Allâme Muhammed Bahit aynı gayeyle hazırladığı ve 1926'da neşredilen risâlesinde; sarık giymenin bir sünnet ve müslümanları başkalarından ayıran bir şiar olduğu, kubbe'a'nın ise, gayr-i müslimlerin şiari olduğundan giyilmesinin câiz olamayacağı, fes de bir hususiyet ifade etmeyip, müştereken giyilen bir elbise çesidi olduğundan, giyilmesinde mahzur olmayacağını tasrih etmiş ve meseleye sosyolojik açıdan da bakarak, Endülüs'ün inkiraz bulmasını, bu şiarların muhafaza etmediklerine bağlamıştır Aynı yıllarda Tanta Ensitüsü Uleması, hazırladıkları ortak beyannamede, teşebbüh meselesini, Kitap, Sünnet ve Hulefâ-i Râşidin devrindeki uygulamalar nokta-i nazarından ele alarak "kubbe'a" giymenin haram olduğu neticesine varmışlardır Yine aynı yıllarda, içlerinde Muhammed Ebû Zehrâ'nın da bulunduğu on beş kişilik tahassus uleması, meseleyi son derece etraflı bir şekilde ele almış, âdetlerin akidenin emâreleri olduğunu vurgulayarak, Hz Ebû Bekr'in saç şekillerini gayr-i müslimlere benzetenlerin -bu işin gayr-i müslimlere has bir iş olması halinde- akidelerini sormaksızın öldürülmelerini emretmesine dikkat Çekmiş, fukahanın "teşebbüh" konusundaki görüşlerini sıralamış ve son bölümde meselenin yine sosyolojik yönünü ele alarak, milletlerin Şahsiyeti konusunda sosyal varlığa en tehlikeli ve en zararlı olan şey'in, başkalarını taklid olduğunu anlamış ve Ibn Haldun'un şu sözleriyle meseleyi bağlamıştır:
"Bu yüzdendir ki, mağlubun; giymesinde, içmesinde, selamlaşmasında, bunları benimsemede ve şekillerinde ve diğer durumlarında gâlibe benzemeye çalıştığını görürsün Bu noktadan meseleyi, sebep ve illet tesirini göz önünde bulundurarak inceleyen, bütün bunların istilâ belirtileri olduğunu görecektir"
Bütün bunlardan ötürü "teşebbüh"ün sınırlarını tesbit etmek önemlidir Zira Allah Rasülü, çevre memleketlerden gelen bazı elbiseleri giymiş; (Meselâ, "Yemen'den gelen bir izar ve mülebbede dedikleri bir kisâ içerisinde iken kabzedildi" rivayeti mevcuttur Ebû Davûd, N/368) bazılarının da yırtılıp başka elbiselere çevrilmesini emretmiştir (Bk Ebû Davûd, N/385 Fetâvâ-yi Hindiyye'de Ebû Yusufun: "Allah Rasûlü, ruhbanların giydiği tüylü ayakkabı giydi" sözü ile, kulların salahına olan konularda teşebbüh'ün zarar vermediğine işaret ettiği kayıtlıdır (Fetâvâ-yi Hindiyye V/293)
Erkek elbisesi konusunda söylenebileceklerin bazıları da şunlardır:
Erkek elbisesinin darlığı konusundaki nehiyler, kadın elbesisinde olanlar kadar sarih değildir Hatta Imam Sa'rânî'nin nakline göre Ebû Zerr'in: "Allah Resulü, sert ve dar giy ki, iftihar sende mesağ bulamasın, buyurdu" dediği vakidir Ancak kadınların giymelerinin yasaklanışını gerektiren illetin erkeğin dar giymesi halinde de mevcut olması, erkek elbisesinin de dar olmasını mekruh kılar Fakat bunun erkekte de avret sınırı için gerekli olduğu, bedenin avret olmayan yerlerini örten elbiselerin dar olmasının ancak sahih örfe muhalefeti halinde mekruh olacağı açıktırbaşaçık gezmenin kerâhati da keza örfle sabit olabilir Çünkü bu konuda hükme mesned olacak bir nas yoktur Hatta Imam Şa'r-ânî'nin nakline göre Abdullah b'Ayf, yaz-kış başı açık gezerdi Sarığı da, takkesi de yoktu Bir yığın saçı vardı (Imâm Sa'rânî, Kesfu'l-Gumme, I/l98)
Bu konuda Imam Sâtibî şunları söyler:
"Meselâ erkeklerin başlarının açık olması, yerine göre değişir Bu haraket doğudaki memleketlerde mürüvvet sahipleri hakkında çirkin bir hareket sayıldığı halde, batıdaki (Islam) memleketleride çirkin sayılmaz Bu değişiklige göre, şer'î hükümde değişiklik arzeder Onun içindir ki doğuda erkeğin başının açıklığı, adâlet vasfını lekelediği halde, batı (Islâm) memleketlerinde adâletini lekelemez (es-Sâtibî, el-Muvâfâkât )
Altın yüzük ve altın süs eşyası, erkekler için haramdır Kibri için olmamak kaydıyla sümkürmek, ya da abdest ıslaklığını silmek gayesiyle, üzerinde mendil taşımakta bir mahzur yoktur (Dâmâd, N/537) Avreti örten kadarı kîfâyet etmekle beraber, erkeğin kamis (gömlek), izâr ve sarık olmak üzere üç parça elbise içerisinde namaz kılması müstehaptır Bunlara gücü yeterken, sadece izârla namaz kılması mekruhtur (Tahtâvî, Ala Merâki'l-Felâh,170 ) Kadının da kamîs, izâr ve başörtü olmak üzere yine üç parça içerisinde namaz kılması müstehaptır Altını gösterecek kadar ince elbiseyle kılınan namaz câiz değildir (Fetâvâ-yi Hindiyye, I/45, 46 ) Es-Sübkî, Şafiî fukahâsından Ahmed b Isâ'nın kadınların cilbâb örtünmelerini emreden ayetteki hükme gösterilen, "Hür ve namuslu oldukları tanınıp, fâsıkların onlara eziyet etmemesi" illetinden, âlimlerin ve sâdâtın uyguladıkları değişik elbise ve sarık giyme işinin (ilmiyye kisvesinin) -her ne kadar selef bunu yapmamışsa da- güzel bir şey olduğu hükmünü istinbat etmiştir Çünkü bunda onların tanınmaları, böylece de söyledikleriyle amel edilmesi için belirlenmeleri sözkonusudur Bu güzel bir istinbattır" der (Alûsî, XXN/90 )Sirvâl (bacağın yarısına kadar uzanan donlar) sünnettir (Fetâvâyi Hindiyye, V/293 )Kalensuve (takke, terlik) giymekte bir beis yoktur Bunun tilki gibi hayvanların kürkünden olması da mahzursuzdur Yabani hayvanların derilerinden kürk yapmak câizdir (Fetâvâ-yi Hindiyye, V/291-293)
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
ERKEK ELİ ÖPMEK
Bir kadın olarak erkeklerin elini öpebilir miyiz? Ya da kimlerin elini öpebilir kimlerinkini öpemeyiz? Mesela yabancı olmakla beraber ihtiyar olan erkeklerin elini öpebilir miyiz?
Öncelikle el öpme geleneğinin her yönüyle iyi bir davranış olmadığını bilmek gerekir Bu bir dini tavsiye değil, bir örf meselesidir Ama yine de babanın ve arada mahremiyet yoksa hocanın ve âlimin eli, onların konumuna saygı olmak üzere öpülebilir Aralarında mahremiyet bulunan karşı cinsler, birbirlerinin ellerini öpemezler, genel kaide budur Ancak çok yaşlı kadınların elini, yabancısi da olsa, Erkeklerin sikabileceğine dair uygulama ve görüşler vardır(bk Ibn Hümâm, Fethu'1-Kadîr VNI/98)
Ama erkek ne kadar yaşlı olursa olsun, yabancısı olan kadınlar, onun elini sıkamaz ve öpemezler Bûnda elbette hikmetler vardır Bir defa erkekler yaşlansalar dahî kadınlara karşı gönül ilgileri kesilmez Halbuki, yaşlı kadınlar öyle değildir Bundan olacak ki, Kurân-ı Kerim'de kadın için : "Nikâh beklentisi olmayan (yaşlı) kadınların, süslenip kendilerini teşhir etmedikten sonra, (erkeklerin yanında) dışlık(Âlûsî XVNI/216) elbiselerini çıkarmalarında bir günahları olmaz Ama (yine de çıkarmayıp) iffetli olmaları kendileri için daha iyidir" (K Nûr (24) 60) denir ve yaşlı kadın, yaşlı olmayandan ayrılırken, yaşlı olan erkek bu konuda yaşlı olmayandan ayrılmaz
Böyle olunca: 1- Çocuklara ve özellikle de kız çocuklarına, rastgele herkesin elini öpme alışkanlığı vermek, övülecek bir şey değildir 2- "Müstehât" (arzu duyulabilecek) yaşına gelmiş bir hanım kendine nikâhı düşebilecek hiç bir erkeğin elini öpemez 3- Kadın, nikâhı kendisine ebediyyen haram olan erkeklerin (kayınpederi, amcası, dayısı, kardeşi, Babası gibi) elini "fetva" olarak öpebilir, ama Babası dışındakilerin elini öpmemesi daha güzel ve takvâya daha uygun olur: 4- Kadın bir erkeğin elini sırf ihtiyar olduğu için öpemez ama, ihtiyâr kadınların elini yabancısı olan erkekler bazılarına göre öpebilir, ancak öpmemeleri daha güzel olur
__________________
ERKEK HOCALARDAN DERS Bir hanım; erkek hocadan Arapça dersi alabilir mi?
Bilindiği gibi; herkes için farz-ı ayın olan ilimler olduğu gibi, farz-ı kifaye olan ilimler de vardır Kadın olsun erkek olsun, kendileri için farz-ı ayın olan ilimleri öğrenmek zorundadırlar Ancak meşru bir işi yine meşru bir yolla yapmak da zorunludur Buna göre halvet olmamak, şer'î tesettüre riayet etmek, kalplerde fitne (cinsel düşünce ve duygular) bulunmamak şartıyla, erkek kadına, vacip bilgileri öğretebilir Arapça bu tür bir bilgi değildir Onun için bu tür bilgilerde işi biraz daha sıkı tutmak gerekir Ders anlatırken erkeğin kadına bakmaması veya arada perde olması ihtiyatlıdır Aslında cumhurca çok müsamahalı sayılsa bile,Hanefi Mezhebinde, fitneden emin olunması halinde, erkek, bir yabancı kadının eline ve yüzüne bakabilir Ama ders anlatma gibi uzun sürecek bir bakışma ve mükâleme (diyalog) esnasında, taraflardan birinde fitnenin (cazip duyguların) olmaması çok nadir bir olay olacağından, buna caiz demek çok zordur Bu durumda perde, ya da kamera sistemi kullanmak gerekir Şunu da bilmekte yarar vardır: Erkek, yabancı kadınlarla,kadınlar birden çok olsalar dahi, bir arada bulunamaz( Kadızâde Efendi,) Bu yüzden erkeğin; içlerinde başka erkek ya da kendi hanımı ve annesi gibi mahremi bulunmayan kadınlara ev gibi kapalı yerde imam olup namaz kıldırması mekruh görülmüştür Ama camide olursa bu câizdir ( Serahsî I/166)
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
ERKEK İHTİLAM OLDUĞU GİBİ KADIN DA İHTİLAM OLABİLİR Mİ? Erkek olsun kadın olsun ihtilam olur Meni dışarıya çıkarsa gusül icab eder Erkek için bu hal tabii olduğu gibi kadın için de tabildir Ancak bu hal kadınlarda az görülür İmam Muhammed'e göre kadın ihtilam olur Fakat meninin dışarıya çıktığını görmezse ihtiyaten yıkanması daha iyidir Çünkü kadından çıkan meninin geri dönmesi muhtemeldir
EŞ DIŞINDAKİ HISIMLARIN NAFAKASININ DÜŞMESİ Çocuk, anne, baba ve diğer nesep hısımlarının nafakası, sürenin geçmesiyle düşer Hâkim bu hısımlar lehine nafakaya hükmettiği zaman, hısım bunu kabzetmese veya süre geçinceye kadar nafakaya mahsûben borçlanmamış olsa nafaka düşer Hanefilere göre, hâkim borçlanmaya izin vermedikçe süresi geçen nafaka düşer Çünkü diğer hısımların nafakası ihtiyacı gidermek için vacib olur Zengin olan bunu isteyemez Nafakanın zamanında kabzedilmemesi, hak sahibinin ihtiyacı olmadığını gösterir (bk el-Kâsânî, age, IV, 37; Ibnül-Hümâm, age, III, 354; el-Meydâni, el-Lübâb, III, 109)
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
EŞ'ARİYYE
Ebu'l-Hasen el-Eş'ârî'nin (324/935-36) öncülüğünü yaptığı, kelâm metodunu benimseyen kelâm ekolü Çoğulu "Eşâ'ira" gelir
Eş'ariyye ismi, her ne kadar, Ehl-i Sünnete mensup iki ekolden birisinin ismi olsa da, bu ekolün ortaya çıkışı dikkate alındığında, ehl-i bidata mukabil kullanılması itibariyle genel anlamda Mâtûridîyye'yi de içine alarak, Ehl-i Sünnet'in genel ismi olarak anlaşılmaktaydı Zira, o yıllarda akaidin önemli meselelerinden birini teşkil eden Allah'ın sıfatları meselesinde birbirine zıt iki görüş ileri sürülüyordu Bunlar, sıfatları kabul eden Selefiyye görüşü ile onların bir kısmını kabul etmeyen Muattıla görüşü idi Selefiyye'ye sıfatları kabul etmesi sebebiyle "Sıfâtiyye" deniliyordu Eş'ârî Selefiyye'ye geçtikten ve Eş'ariyye ekolünün temsilcisi olduktan sonra, sıfatları kabul eden Ehl-i Sünnete "Eş'ârîyye" denilmiştir İşte bu bakımdan Eş'ârîyye, ehl-i bid'ata mukabıl olarak kullandığı takdirde Maturidiyye'yi de içine almaktadır (Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi 153 Ayrıca kaynaklar için bk Şehristânı, el-Mile'l 1/92-93; İzmirli, Yeni İlm-i Kelâmı/l 10)
Eş'ârîyye Mezhebi, Mu'tezile'ye karşı bir anti-tez olarak doğmuş ve selef akidesini esas almıştır Fakat, akaid meselelerinin ele alınışında kelâmı bir istidlâl kullanılmış, te'vile yer verilmiştir Eş'ariyye'ye mensup kelâm âlimleri zamanla te'vile daha çok yer vermişler, zaman zaman da kelamda yenilikler yaparak, Kelâm ilmini felsefe ile meselelerini tartışabilecek bir güce kavuşturmuşlardır Gazzâlî'nin faaliyetleri bu hususun en canlı örneği olarak ele alınabilir Kısacası, Eş'ârî kelâmında aklın büyük önemi vardır Zira, ortaya çıkışındaki ortamda bunun böyle olmasını zorunlu kılıyordu
Eş'ârîyye ekolü önce Irak ve Suriye'de yayılmış daha sonra da Nizamiye medreselerine Eş'ârî âlimlerinin tayin edilişiyle geniş bir alana yayılma imkânı bulmuş ve Mısır ile Mağrîb ülkelerine kadar yayılmıştır
Eş'ârî'den sonra bu ekole mensup olarak, ortaya atılan fikirleri geliştiren âlimler arasında şunları saymak mümkündür: Ebû Bekir el-Bâkıllânî (403/1012-1013); İmâmu'l-Haremeyn Cüveynî (478/1085-86); Ebû Hâmid Gazzâli (505/1111); Şehristânî (548/1153-54); Fahru'd-din Râzı (606/1209-10); Sayfullah Âmidî (631/1233-34); Beydâvî (685/1286 -87); Sa'dud-din Teftâzânî (793/139091); Seyyid Şerif Cürcânî (816/141314); Celâlu'd-din Devvânı(908/1502503)
Eş'ârîyye ekolünün genel görüşlerine gelince; Bunları bir fikir vermesi açısından ana hatlarıyla şöyle sıralanabilir: Ancak bu görüşleri tam anlamıyla ifade edebilmek için dayandıkları esaslar ve istidlâl yollarıyla, delilleriyle ele almak en doğru yol olacaktır Bu da burada mümkün olmadığı için bunları ana başlıklarıyla verme yolunu tercih ediyoruz
1 Ma'rifetullah: Akıl hiç bir şeyi vâcip kılamaz Akıl, Allah'ı bulabilecek güçte bile olsa, Allah'ı bilmek şer'an vaciptir Aklen bir vucûbiyyet yoktur Şeriattan, dinden- haberi olmayan insan, hiç bir şeyden sorumlu değildir
2 Nübüvvet: Nübüvvet için erkek olmak şart değildir Kadında peygamber olabilir
3 Cüzi İrade: Cüzi irade müstakil değildir, onu da Allah yaratır
4 Kesb: Kesb, insan gücünün, güç yetirilen şeyle birlikte olmasıdır Eş'ârîyye ekolünde kesb anlayışı kapalı bir şekilde anlatılmıştır Bu yüzden anlaşılması diğer meselelere göre daha zordur
5 Husn ve Kubh: Husn ve kubh şer'îdir, akıl ile idrak olunamaz Ancak Allah'ın emir ve yasağı ile bir şeyin iyi ya da kötü olduğu bilinir Bir şey emredilmiş ise iyidir, nehyedilmiş ise kötüdür Emir ve nehiy olmadan iyilik ve kötülük bilinemez
6 Tekvin: Tekvin hakiki bir sıfat olmayıp, itibarı bir sıfattır, kudret sıfatının bir taallukudur
7 Sebep ve Hikmet: Allah'ın fiilleri bir hikmete göre olmadığı gibi bir sebebe de bağlı değildir Çünkü Allah, yaptıklarından sorumlu değildir
8 Güç Yetirilemeyen Şeyle Teklif: Allah'ın insanın gücünün dışında kalan bir şeyin yapılmasını emretmesi ve kullarını bununla mükellef tutması caizdir Ama böyle bir durum vaki olmamıştır
9 İbadet Mükellefiyeti: Kâfirler iman etmekle mükellef oldukları gibi, ibadet etmekle de mükelleftirler İbadet etmedikleri için ayrıca ceza göreceklerdir
10 İrtidad: Dinden çıkmış olan, yeniden iman ederse amelleri de kendisiyle geriye dönmüş olur
11 Kelâm-ı Nefsı: Kelâm-ı Nefsî'nin işitilmesi caizdir
12 Kur'an-ı Kerîm: Kelâm-ı nefsî durumundaki Kur'an mahluk değildir O Allah'ın kelâmıdır Ses ve harflere muhtaç değildir Elimizde bulunan mushaf ise, ses ve harflere muhtaç olan kelâm-ı lâfzîdir ve mahluktur Allahu Teâlâ şöyle buyurur: "Bir şeyi(n olmasını) dilediğimiz zaman sözümüz ancak ona "ol" dememizden ibarettir O da derhal oluverir" (en-Nahl, 16/40) Kur'an yaratılmış olsa idi, Allah kendi sözü olan Kur'an'a ol demiş olacaktır Halbuki "ol' sözü de Kur'ân'dadır
13 Ezelde Ma'dûma Hitab: Yüce Allah'ın hitabının ezelde ma'duma (yokluk) taalluk etmesi caizdir Buna göre Yüce Allah ezelde mütekellimdir
14 Tevbe-i Ye's: Ümitsizlik halinde yapılan tevbe makbuldur
15 Şefaat: Şefaat haktır ve kıyamet günü gerçekleşecektir
16 Rü'yet: Yüce Allah'ın ahirette mü'minler tarafından gözle görülmesi mümkündür ve görülecektir Bu hem aklı deliller hem de naklî deliller ile desteklenmiştir Allahu Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurur: ''O günde (kıyamette) peygamberlerin velilerin ve müminlerin yüzleri apaydınlıktır Rablerine orada hiçbir engel olmaksızın bakıcıdırlar'' (el-İnsân,
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
EŞHURU'L-HURUM( HARAM AYLAR)
Haram aylar, hürmete lâyık aylar (Zilkâde, Zilhicce, Muharrem, Receb) Bu aylarda savaş yapmak yasak olduğu için bu adı almıştır
Câhiliye devrinde Araplar arasında iç savaşlar eksik olmazdı Yalnız haram aylarda savaş yapılmazdı Bu aylarda panayırlar kurulur, şiir yarışmaları yapılır; yahudiler, hristiyanlar ve puta tapıcılar dinlerini yayarlardı Eğer bu barış aylarında savaş olursa, yasak çiğnendiği için "Ficâr savaşı" denirdi Peygamberimiz (sas)'in yirmi yaşlarında iken, Kureyşlilerle Hevâzin kabilesi arasında yapılan Ficâr savaşlarına katıldığı rivâyet edilmektedir Peygamberimiz (sas) bu savaşta kimsenin kanını dökmemiş, yalnız atılan okları toplayıp amcalarına vermiştir
Haram aylar, Arapların Hz İbrahim'den beri kullandıkları, kameri aylardandır Yani ayın hareketine göre düzenlenen takvimin aylarındandır Hicret, İslâm tarihinde bir dönüm noktası olduğu için hicretin yapıldığı ay olan Muharrem ayı Hz Ömer zamanında takvim başlangıcı olarak kabul edilmiştir Böylece hicretin yapıldığı yıl birinci yıl olmak üzere hicri kameri yıl ortaya çıkmıştır Muharrem ile başlayıp Zilhicce ile sona eren hicrî-kamerî senenin ayları şunlardır: Muharrem, Safer, Rebîulevvel, Rebîulâhir, Cemâzilevvel, Cemâzilâhir, Receb, Şâban, Ramazan, Şevvâl, Zilkâde, Zilhicce
Kur'an'da haram aylardan Tevbe suresinde bahsedilir:
''Gökleri ve yeri yarattığı gündeki yazısına göre Allah'ın katında ayların sayısı onikidir Bunlardan dördü haram (ay)lardır İşte doğru din budur O aylar içinde (konulmuş yasağı çiğneyerek) kendinize zulmetmeyin ve Allah'a ortak koşanlar nasıl sizinle topyekün savaşıyorlarsa siz de onlarla topyekün savaşın ve bilin ki Allah (günahlardan) korunanla beraberdir Haram ayı içinde savaşmak yasaklanmıştı Bu ayda savaşmak için haram ayını başka bir aya ertelemek, küfürde daha ileri gitmektir İnkâr edenler onunla saptırılır O (haram ayını) bir yıl helâl sayarlar, bir yıl haram sayarlar ki, Allah'ın haram kıldığının sayısını çiğneyip, Allah'ın haram kıldığını helâl yapsınlar Yaptıkları işin kötülüğü kendilerine süslü gösterildi Allah kâfirler toplumuna yol göstermez '' (et- Tevbe, 9/36-37)
Bu ayette geçen "nesî" (geciktirme)'nin nasıl olduğuna ve Arapların bu sûretle haram ayı nasıl helâl saydıklarına gelince; Ay senesi (354 gün) ile güneş senesi (365 gün) arasında on bir günlük bir fark olduğu için kamerî aylar her sene on bir gün evvel geliyordu Buna göre Hac mevsimi bazan kış ortasına gelir, bazan yazın en sıcak zamanlarına rastlardı Bu durum müşriklerin hoşuna gitmiyordu Çünkü yazın sıcağında kışın soğuğunda bedevîler Kâbe ziyaretine gelemiyor, ticaret hayatı da aksıyordu Bundan dolayı her üç yılda bir defa bir meclis toplanır, o senenin aylarına bir ay eklenerek ay senesi on iki aydan on üç aya çıkarılırdı Hac mevsimi ise devamlı olarak, dört mevsimden işlerine gelen (mesela ürünlerin yetiştiği) mevsime bırakılırdı Bu suretle Hac mevsimi değişmiyor fakat aylar yer değiştirmiş oluyordu Muharrem ayı Saferden başlayarak sırasıyla onikinci ay olan Zilhicce'ye kadar bütün on bir ayın yerini alırdı Böylece haram aylar helâl ayların yerine geçmiş olurdu Hac ayı (Zilhicce) de, her sene on bir ay sonraya bırakıldığı (yani nesî' yapıldığı) için hakiki Hac ayı olan Zilhicce'nin dokuzuncu günü ancak otuz üç senede bir defa esas kendi yerini buluyordu Nitekim Hicretin onuncu yılı Zilhicce'si aslı yerine gelmişti
Peygamberimiz (sas) Veda Hutbesi'nde haram aylar konusunda şöyle buyurmaktadır: "Ey insanlar, harbedebilmek için haram ayların yerlerini değiştirmek, şüphesiz ki küfürde çok ileri gitmektir Bu, kafirlerin kendisiyle dalalete düşürüldükleri bir şeydir Bir sene helâl olarak kabul ettikleri bir ayı öbür sene haram olarak için ederler Cenâb-ı Hakk'ın helâl ve haram kıldıklarının sayısına uydurmak için bunu yapıyorlar Onlar Allah'ın haram kıldığına helâl, helâl kıldığına da haram derler Hiç şüphe yok ki zaman, Allahu Teâlâ'nın yarattığı gündeki şekil ve nizamına dönmüştür Sene oniki aydır; dördü haram aylardır; üçü peşpeşe gelir: Zilkâde, Zilhicce, Muharrem ve Şaban'la Cemâzilevvel arasındaki Mudar kabilesinin Receb'i (Mudar kabilesi Receb ayına çok hürmet ettikleri için böyle denilmiştir) (et-Tâc, II, 149)
Bu aylarda savaş yasağı neshedilmiş (kaldırılmış)tır "Nefislerinize zulmetmeyiniz'' ayetindeki "zulüm" günâh işlemek olarak tevil edilmiştir Dolayısıyla bu aylarda günâh işlemenin cezası diğer aylara göre daha çoktur
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
EŞİM İSLAMI YAŞAMIYOR NAMAZ KILMAZ, ORUÇ TUTMAZ, İÇKİ İÇER, TESETTÜRE RİAYET ETMEZ ONUNLA BİRLİKTE HAYAT SÜRDÜRMEM CAİZ MİDİR? Eşin inanmadığından İslam'ı yaşamıyorsa mürteddir Yani İslam'dan dönmüştür Mürted ile evlenmek caiz olmadığı gibi onunla birlikte hayat-ı zeciyeyi sürdürmek caiz değildir Ve onunla birlikte geçen hayat gayr-ı meşrudur Fakat İslam'a inandığı halde, kendini günah şeylerden muhafaza etmiyorsa müslümandır Yalnız günahkardır O takdirde onunla beraber yaşamak caizdir
İyi insanlarla teşrik-i mesai eder ve güzel dini kitaplar okursa nefsini ıslah edebilir Böyle devam etse de onu boşamak icab etmez (el-Fetava el-Hindiyye) Yalnız, çocukların ahlakını bozup İslam terbiyesinden uzaklaştırıyorsa onların manevi hayatını kurtarmak için ondan uzaklaşmak daha evladır
EŞİNİN CENAZESİNE BAKMAK Insan eşinin cenazesine bakabilir mi?
Bu konuda öncelikle şu kuralı hatırda tutmak gerekir
"Avret bir organ insan öldüğünde de avrettir ve yabancı kadının elleri ve yüzü hariç, bakılması haram olan organının tutulması da haramdır" Kocasının ölmesi halinde kadın "iddet" beklemek zorunda olduğu, yani bir bakıma hâlâ kocasına bağlı bulunduğu için, kocasını yıkayabilir ve vücuduna bakabilir, karısınınölmesi halinde ise birbirleriyle ilişkileri tamamen kesilir; bu yüzden kocası onu yıkayamaz Ancak yıkanacak kadın bulunmadığında, teyemmüm verdirir Buna göre kocanın, ölen karısının yüzüne ve ellerine bakmasında sakınca yoktur ( Ibrahim Halebî, Halebî Kebîr 604-605; Bilmen, Ilmihal, mad 534 s 348)
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
ESMÂÜ'L-HÜSNÂ
Cenâb-ı Allah'ın güzel isimleri
Yaşadığımız dünya, felekler, yıldızlar, ay ve güneş birer âlemdir Bütün bu âlemler bir ahenk içindedirler Bu, Allah'ın Rab sıfatının bir tecellisidir Dünyadaki düzenin kaidelerini koyup, varlıkları bir ahenk içinde yaşatma da Rab sıfatının gereğidir
Doğmamız, büyümemiz, ölmemiz, insanlardâki yücelik, ahlâk, terbiye, kemal hep Rubûbiyet sıfatının yansımasındandır Gözün görmesi, aklın ermesi, bütün iş ve hareketler, olma ve oluşma Rab sıfatının bir tecellisidir Onsuz bir hareket ve düşünce yoktur
Gerek Kur'ân-ı Kerîm'de gerek hâdis-i şeriflerde gecen birçok güzel ismi vardır Aslında bu isimleri iki grupta ele almak mümkündür:
a) Hak Teâlâ'nın zatına mahsus bir özel isim olan "Allah" lâfz-ı şerifi Ondan başka bir varlık hakkında kullanılmamıştır Kullanılması caiz değildir Bu ismin tesniyesi (ikil siğası) ve çoğulu da yoktur Bir başka dile tercüme edilemez, hiçbir kelime onun yerini tutamaz
b) Allahu Teâlâ'nın ikinci gruba giren isimleri, sıfatlarından alınan isimlerdir Ayet ve Hadislerde Cenâb-ı Hakk'ın pekçok güzel isminden bahsedilir Bunlardan her biri O'nun sıfatları ile ilgili ve onlardan alınan isimlerdir Rahman, Rahîm, Âlîm, Hâlik vs gibi Bu isimler bir başka dile tercüme edilebilir Meselâ, Hâlik ismi, yaratan veya yaratıcı olarak söylenebilir Müminin Allah hakkındaki inancı, O'nun zâtının mukâddes olduğu, diğer zat ve eşyâyâ benzemediği, yüce sıfatlarla sıfatlandığıdır Allah kendisini Esmâü'l-Hüsnâ en güzel isimler ile isimlendirmiştir (el-A ‚râf, 7/180; el-Isrâ, 17/1 10; Tâhâ, 20/7; el-Haşr, 59/24) Doksan dokuz adet olan bu isimlerin basında "Allah gelir Diğer isimlerin hiçbiri anlam ve içerik itibarıyla "Allah" isminin yerini alamaz Bu nedenle, Islâm'a girecek kişi, "Lâ ilâhe Illâllah" der; "Lâ ilâhe illarahman" demez Namaza başlarken, "Allahü Ekber"der; "Rahman Ekber" diyemez Allahu Teâlâ'nın bütün isimleri güzeldir Kur'an-ı Kerîm'de, "Allah'ın güzel isimleri vardır O halde Allah'a o güzel isimlerle dua edin" (el-A'râf, 7/180);
"De ki: "Ister Allah deyip dua edin, ister Rahman deyip dua edin; hangisi ile dua ederseniz edin, onun güzel isimleri vardır " (el-Isrâ, 1 7/110) buyurulmuştur
Peygamber efendimiz de bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: "Allahu Teâlâ'nın doksan dokuz ismi vardır O isimleri kim ezberlerse (sayar, manasını anlar ve şuûruna ererse) cennete gider şüphesiz, Allah tektir ve tek olmayı sever" (Buhârî, Daavât, 68) Allahu Teâlâ'nın isimleri doksandokuz isimden ibaret değildir O'nun ayet ve Hadislerde gecen başka isimleri de vardır Yalnız Tirmizî ve Ibn Mâce'de geçen bir hadiste bu doksandokuz isim teker teker sayılmıştır
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
ESNEMEK Uyku, yorgunluk veya can sıkıntısı halinde, elde olmadan, ağzın kendiliğinden açılarak, uzunca bir nefes alıp verme hali Bu hal bir bakıma, dalgınlık ve gaflet haline benzer Bu ise, müslümana pek yakışır bir durum değildir Bunun için Hz Peygamber (sas) bu konuda şöyle buyurmuştur: "Allah (cc), aksırmayı sever fakat esnemeyi sevmez Bir kimse aksırıp "Elhamdülillâh" derse, bunu işiten müslümanların, "yerhamükellah " diye karşılık vermesi gerekir Esneme ise, şeytandandır Bunun için, esneme ihtiyacı duyan kişi mümkün olduğu kadar buna mani olsun Çünkü biriniz esnediği zaman şeytan ona güler" (Buhâri, Edeb, 165, 166; Müslim, Zühd, 54; Tirmizî, Edeb, 1, 4; Nesaî, Cenâiz, 52) Şeytanın gülmesinden maksat, esneyenin içine düştüğü, gaflet ve bitkinlik hali ile gülünç durumundan şeytanın hoşlanmasıdır Zaten, inanan bir kişinin başına gelecek her kötülük şeytanı memnun eder ve onu güldürür Şeytanı güldürmemek için kişinin, esneme belirtileri olunca; hareket ederek, elini yüzünü yıkayarak, abdest alarak, yorgunsa dinlenerek bu gaflet halinden kurtulmaya çalışması gerekir Bütün bunlara rağmen esnemeden kurtulunamazsa, esneme halinde ağzın el veya başka bir şeyle kapatılması Islâmi edep gereğidir
ESTETİK AMELİYAT YAPTIRMANIN HÜKMÜ NEDİR? Kur'ân-ı Kerim'de bir ayet-i kerimenin meali şöyledir: " Allah şeytanı rahmetinden kovdu O da; senin kullarından belli bir pay edinecek ve onları saptıracağım Kuruntulara boğacağım, onlara emredeceğim ve onlar da davarların kulaklarını yaracaklar, emredeceğim de Allah'ın yarattığını bozacaklar Allah'ı bırakıp, şeytanı dost edinenler apaçık kayba uğramıştır(K Nisa (4) 119) Rasûlüllah Efendimiz (sav) de bir hadislerinde: "On şey fıtrattan (yani Allah'ın yaratması ve adeta görmek istediği şekilden)'dir: Bıyıkları kesmek, sakalı uzatmak, misvak kullanmak, burna su çekip sümkürmek, tırnakları kesmek, mafsalları yıkamak, koltuk altını yolmak, kasığı tıraş etmek, su ile istincada bulunmak" buyururlar Ravi, "Onuncuyu unuttum ama ağzı çalkalamak olabilir" der(Müslim, Taharet 56; Ebu Davud, taharet 29; Tirmizi, Edep 14; Nesai, zinet 1; Ibn Mâce, taharet 8; müsned, VI/137) Bir başka hadiste: "Allah güzellik(estetik) için iğne vs ile kakma yapan ve yaptıran kadına, (yüzünden, kaşından vb) tüy yolan ve yolduran kadına, dişlerini seyrelttiren ve bütün yollarla Allah'ın yaratmasını bozan kadına lânet etsin (onu rahmetinden kovmuştur) (Buhari, Libas 82-87; Müslim, Libas 119,120; Ebu Davûd, Teraccül 5; Tirmizi, Libas 25) buyurulmaktadır Bir diğerinde: "Saç (peruk) takan ve taktıran"a da lânet edilir Bu son hadisin vürûd sebebi söyledir: "Ebu Bekr'in kızı Esma anlattı: Bir kadın gelip, ey Allah'ın Rasûlü, benim gelinlik bir kızım var Hastalıktan dolayı saçı döküldü Ona saç ekleyebilir miyim? diye sordu da, Rasûlüllah böyle buyurdu"(Kurtubi, V/392-94, XVNI/18; ed-Düm'l-Mensûr, N/691; Mecmau'1-Enhur, N/553, Buhari, Tefsir (59) 4; Nesâî, Zinet 68, 70; Ayrıca bk, Kadının Misvakı, Menhel, I/189) Bu naslardan hareketle fıkıhçılar vücuda uygulanacak kına, boya ve sürme gibi kalıcı olmayanların dışındaki ameliyelerin estetik maksatla yapılanlarını, Allah'ın yaratışına (Fıtrata) müdahele saymış ve haram olduğunu söylemişlerdir Zira hadisteki "güzellik için" kaydı bunu gösterir Islâmi, yani insanî olan da budur Çünkü Allah bu dünya sahnesinde herkese rolüne göre bir biçim ve tip vermiş ve o rolü adeta en iyi oynamasını istemiştir Zaruret yokken tipini ve biçimini değiştirmeye kalkışan, bununla verilen rolü kabul etmediğini ihsas etmiş olur Işin bir yönü budur Diğer yönü israfla ilgilidir Islâm'da harcama, kazanmanın fonksiyonu değildir Yani kazanan, kazandığını istediği gibi harcama yetkisine sahip değildir Her devirde gerekli tedavi ve ameliyat masraflarını karşılayamadığı için ölen binlerce insan varken, "Komşusu aç iken sabahlayan bizden değildir" prensibini koyan İslam'ın, güzelleşmek için yapılan estetik ameliyatlara yüzmilyonlar verilmesini onaylaması elbette beklenemez Işin bir başka yönü daha vardır: Estetik ameliyat yaptıranlar genellikle kadınlardır ve bunu genellikle başkaları için yapmaktadırlar Halbuki, Islâm kadının, kocasından başkaları için süslenmesini yasaklamıştır Yabancılara görünmeyen, yani müslümanca yaşayan bir kadın buna zaten ihtiyaç duymayacaktır Ancak yasak olan ameliyat, fıtratı bozan ve güzelleşmek için yapılan olunca, her nasılsa bozulan fıtratı düzeltmek ve zaruretten ötürü tedavi olmak maksadıyla yapılan ameliyatlar caiz görülmüştür Meselâ bir hastalık sebebiyle (hormon bozukluğu vb) kadının yüzünde ve bıyığında erkek sakalı gibi kalın tüylerin bitmesi halinde onları yolmak fıtratı bozmak değil, aksine bozulan fıtratı tedavi etmek olacağından caizdir, hatta Ibn Abidin'in dediğine bakılırsa müstehaptır(Ibn Abidin, V/239) Çünkü bunda hem erkeğe benzemekten kurtulmak, hem de, eğer istiyorsa kocası için süslenmiş olmak vardır ki, ikisi de vacip olan şeylerdir Ama tabiî olarak her kadının yüzünde ve ayağında bulunan ayva tüylerini yolmak caiz değildir Zarar ve ızdırap veren eğri ve bozuk dişini aldırmak ya da düzelttirmek, doğuştan olmakla beraber zarar ve acı veren, meselâ bir altıncı parmağını aldırmak da fıtratı bozma sayılmayacağından caizdir, denmiştir(Bu konularda daha geniş ve etraflı bilgi için bk Kurtubî V/389 vd; Hattâb es-Sukî, el-Menhel, I/183 vd) Zaruretten ötürü takılan diş, protez vs de aynıdır Çünkü Rasûlüllah Efendimiz, savaşta burnu kesilen bir sahabinin, üstelik altından bir burun edinmesine izin vermiştir(Imam-ı Merginani, el-Hidâye, IV/82-83) Kadının ayaklarındaki erkek tüyü gibi kılları almasının da, eğer kocası istiyorsa caiz olduğu söylenmiştir Çünkü kadın ayağını zaten yabancıya göstermeyecektir
Kadının saçını erkeğe benzeyecek ölçüde kısaltması, ya da tıraş etmesi de tedavi gayesiyle olmadıkça haramdır(Ibn Kudame, el-Mugni, I/90) Peruk olarak insan saçından başka birşey kullanmasına izin verilmiştir(bk Ibni Abidin V/239) Güzellik için bu tür ameliyatların caiz olmaması erkekler için de geçerlidir Sakalla beraber bıyıkları da kazımak suretiyle tüysüz (emred) bir hal alıp kadına benzemeleri de (Allah'u a'lem) caiz görülemez
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
ETEKLE NAMAZ Topaklara kadar uzun bir etekle, paçasız külotla, ya da kısa etek ince çorapla namaz kılınabilir mi?
Namazda örtünmenin ölçüsü, elbisenin avret sayılan yerleri başkasına göstermemesi ve vücudun rengini belli etmemesidir Bu şartlar yerine getirildikten sonra elbise tek parça olsa da, altında hiç külot bulunmasa da namaza engel değildir (49 Bk Ibrahim el-Halebî, Halebî kebîr 215 ) Buna göre vücudun rengini belli etmedikten sonra, şeklini belli etse de yine namaza engel değildir Vücut hatlarını belli eden elbisenin dışarıda giyilmesinin haramlığı fitneye sebep olacağından ötürüdür Yoksa avretini örtmüş sayılır ve avreti örtünce de onunla namaz kılınabilir Dolayısıyla bacaklardaki çoraplar, cildinin rengini belli etmeyecek kadar kalın ise; kadın kısa etekle ve çorapla da namaz kılabilir Yeter ki eğilmelerle başka tarafları açılmasın Ancak namahreme bu şekilde görülmesi mahzurludur Çünkü rengi görülmüyor olsa bile, bacakların şekliyle kötü duygulara sebep olabilir
ETİ YENEN HAYVANLAR
İslâm dini, birtakım hayvanların etini helâl kılarken, bazı hayvan çeşitlerinin etlerini yemeyi de yasaklamıştır Kur'an-ı Kerîm'de ve Hz Peygamber'in sünnetinde bu konu ile ilgili hükümler yeralmış, fakihlerin görüşleri de buna ilâve edilmiştir
Cenâb-ı Hak, şöyle buyurur: "Ey Muhammed, de ki: Bana vahyolunanlar arasında, yiyen kimseye haram kılınmış bir şey bulamıyorum Yalnız murdar ölmüş hayvan eti veya akmış kan yahut domuz eti ki, bu, şüphesiz pistir; yahut Allah 'dan başkası adına bir fısk olarak boğazlanan hayvan müstesnadır Ancak kim darda kalırsa, aşırı gitmemek ve zarûret miktarını aşmamak şartıyla yiyebilir" (el-En'âm, 6/145)
"O, onlara temiz ve güzel şeyleri helâl kılıyor, murdar şeyleri ise haram kılıyor " (el-A 'râf, 7/157)
Ebû Hureyre'den nakledildiğine göre Allah elçisi şöyle buyurmuştur: "Azı dişi olan her yırtıcı hayvanın yenilmesi haramdır" (Müslim Sayd, 1 5, 16; Ebû Dâvûd, At'ime, 32; Tirmizî, Sayd, 9, 11) İbn Abbâs'ın rivâyetinde bu hadisin devamı şöyledir- '' Ve pençesi ile avlanan her kuş haramdır" (İbn Hacer el-Askalâni, Bulûğü'l-Merâm, Terc A Davudoğlu, IV/158)
Bu duruma göre kara hayvanlarından koyun, keçi, sığır, manda ve deve gibi hayvanların her cinsi ile zebranın eti yenir Tavuk, horoz, hindi, kaz ve ördek eti de yenir Bunlardan pislik yiyenler üç gün hapsedildikten sonra yenilebilirler Böylece etleri temizlenmiş olur Ehlî olmayan, tırnak ve pençeleri ile avını parçalamayan, leş ve necâsetle beslenmeyen bütün kuş çeşitleri yenir
Suda yaşayanlardan balık sınıfına giren denizdeki bütün canlıların eti yenir Bunlarda akıcı kan olmadığı için boğazlama işlemi gerekmez Şâfiî ve Mâlikîlere göre balık sûretinde olmasa bile bütün deniz canlıları; Hanbelîler'e göre yılan balığı dışındakiler yenir
Ölüp ölmediği bilinmeyen bir hayvan boğazlandığında hareket ederse veya kan çıkarsa eti yenir Aksi halde yenmez Pislikle beslenen ehlî hayvanlardan tavuk cinsi üç gün, deve kırk gün, sığır otuz gün, koyun-keçi yedi gün bekletildikten sonra kesilip yenilebilir (İbn Hacer el-Askalâni, Bulûğul-Merâm, IV/158-166; İbrahim el-Halebî, Mülteka'l-Ebhur Terç M Uysal, IV/124-125)
Cenâb-ı Allah, "Eğer Allah'ın ayetlerine inanıyorsanız; üzerine Allah'ın ismi anılanlardan yeyin" (el-En'âm, 6/1 16); aynı sûrenin 121 ayetinde de, "Üzerlerine Allah'ın adı anılmayanlardan yemeyin; çünkü bu, muhakkak ki bir fısktır" buyurmaktadır
Ayetlerdeki ifade oldukça açıktır Etin yenebilmesi için hayvanın etinin yenilen cinsten olması, kesim işinin İslâm'a uygun yapılması, hayvanı da müslümanın kesmesi gerekmektedir
Bilerek üzerine Allah adı anılmadan kesilen hayvanın eti yenmez İmâm Şâfiî'ye göre kesim sırasında besmele çekmek müstehabdır İmâm Mâlik, İmâm Ahmed ve İmâm A'zam'a göre ise besmele unutularak kesilen hayvanın eti yenir Bu durumda et yenirken besmele çekilir
Hz Ali (ra)'tan rivâyet edilen bir hadiste, Hz Âişe (ranha), Hz Peygamber (sas)'e şöyle soruyor:
"Ey Allah'ın Resulu, bazı kabilelerden bize et getiriliyor Üzerine Allah'ın adının anılıp anılmadığını bilmiyoruz"
Allah Resulu de, ''Siz besmele çekin ve yeyin'' buyuruyorlar
"Üzerine Allah adı anılsın, anılmasın müslümanın boğazladığı helâldir" şeklindeki hadis mürsel'dir; senedinde kopukluk vardır Sahâbe atlanılmıştır; Hadis, tâbiîn tarafından Allah Resulune ulaştırılmaktadır (Ayrıca bk Buhâri, Zebâih, 8; Tirmizî, Tahâre, 20; Ebû Dâvûd, Tahâre, 48)
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
EVDEKİ MESCİDE ABDESTSİZ GİRMEK Evlerde böyle mescid haline getirilen zaviyeler gerçi, kılınan namazın ve itikafin sevabını çogaltma bakımından mesciddirler Ama abdestsiz ya da muayyen hallerde girme bakımından mescid değillerdir Binaenaleyh, oralara herhalükarda girilebilir Çünkü bir yerin bu bakımlardan da mescid olabilmesi için; oraya caddeye bakan bir kapı açılması ebediyyen mescid olarak ayrılması ve kişinin mülkünden çıkarılması gerekir Sonuç olarak o tür mescidlerde sizin sevabınız çoğalır ve oralara her halinizde girebilirsiniz Özellikle kadınların, evlerinin bir köşesinde böyle bir mescid edinmeleri de Rasûlüllah'ın tavsiyesidir ve menduptur
EVLAT EDİNME
İslâm'da çocuk, prensip olarak kadının evli bulunduğu erkeğe nisbet edilir Doğuran kadın, annesi; nikâhlı koca da babası olur Bu yüzden, evlâtlık anlamına gelen Arapça "da'y" tâbiri, nesebi başkasına ait olan çocuğu bir başkasına nisbet etmek anlamına gelir
İslâm'dan önce Araplar arasında evlât edinme anlayışı vardı Bizzat Allah Resulu de Zeyd'i evlât edinmişti Bu, şöyle olmuştu: Zeyd bin Hârise çocukken Esir edilmiş, onu Hakim b Hizâm, teyzesi Hatice için satın almıştı Hz Hatice Allah Resulu ile evlenince, onu kendisine hediye etmişti Daha sonra babası ve amcası Zeyd'i isteyince Resulullah (sas) onu muhayyer bıraktı O da Peygamberimizi tercih etti Bunun üzerine Hz Peygamber Zeyd'i azât edip, evlâtlık edindi Onu "Muhammed'in oğlu Zeyd" diye çağırırlardı Daha sonra evlâtlığı kaldıran âyetler geldi:
''Allah evlâtlıklarınızı öz oğullarınız gibi tanımadı Bunlar sizin dillerinize doladığınız boş sözlerdir Allah gerçeği söylemektedir; doğru yola O eriştirir" (el-Ahzâb, 33/4)
''Evlâtlıkları babalarına nisbet edin; bu, Allah katında en doğru olandır Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız bu takdirde onları din kardeşi ve dostlarınız olarak kabul edin İçinizden kasd ederek yaptıklarınız bir yana, yanılmalarınızda size bir sorumluluk yoktur; Allah bağışlar ve merhamet eder " (el-Ahzâb, 33/5)
Abdullah b Ömer şöyle der: "Biz bu ayetler inmeden önce Zeyd b Hârise'yi, "Zeyd b Muhammed = Muhammed'in oğlu Zeyd" diye çağırırdık"
Câhiliye devrinde evlâtlık; nesep, evlenme, boşanma, miras, sihrî hısımlık gibi konularda öz çocuk gibi hükümler doğururdu Evlâtlığın dul kalan eşi ile de evlenilmezdi Çünkü o, evlât edinen erkeğin gelini sayılırdı İşte Hz Peygamber'in evlâtlığı Zeyd b Hârise de Zeynep binti Cahş ile evlendi, fakat mutlu olamadılar Çünkü gerçekte Zeynep ve ailesi bu evliliği arzu etmemiş, ancak Allah Rasûlü dünürcülük yapınca, şu âyete göre muvâfakatlarını bildirmişlerdi
"Allah ve Peygamberi bir iş hakkında hüküm verdiği zaman," gerek mümin olan bir erkek ve gerekse mümin olan bir kadın için, ona aykırı olacak şekilde diledikleri gibi davranmaya hakları yoktur Kim Allah'a ve Resulune isyan ederse, şüphesiz o, apaçık bir sapıklıkla yolunu şaşırmıştır" (el-Ahzâb, 33/36)
Hz Peygamber'in sabır tavsiyelerine rağmen, sonunda Zeyd, Zeyneb'i boşadı Zeynep iddetini tamamladıktan sonra da, evlâtlık hukuku lağvedildiği için Hz Peygamber (sas) ile evlendi Ayette şöyle buyurulur:
"Sonunda mademki Zeyd eşiyle ilgisini kesti; biz onu, seninle evlendirdik ki, evlâtlıkları eşleriyle ilgilerini kestiklerinde onlarla evlenmek konusunda mü'minlere bir sorumluluk olmadığı bilinsin" (el-Ahzâb, 33/38)
Buhâri'nin naklettiğine göre Zeynep, Hz Peygamber (sas) ile evlendikten sonra, onun diğer ailelerine karşı övünür ve şöyle derdi: "Rasûlullah sizi ailelerinizden isteyip nikâhladı Beni ise yedi kat semalardan Allah (cc) o'na nikâhladı" (Sâbûnî, Tefsîru Ayâti'l-Ahkâm, II, 322)
İslâm, gelinlerle evlenme yasağını öz çocukların eşlerine inhisar ettirdi Ayette, "Kendi sulbünüzden gelmiş oğullarınızın karısı size haram kılındı" (en-Nisâ, 4/23) buyurulur
Bu duruma göre, başkasının çocuğunu evlât edinmekle öz çocuk gibi hak ve görevler meydana gelmez Evlât edinenin nafaka ve eğitim masrafları yükümlülüğü olmaz Aralarında bir hısımlık doğmadığı için evlenme engeli de meydana gelmez Miras cereyan etmez Ancak nesebi bilinmeyen bir çocuğu, bir kimse "bu benim oğlum veya kızımdır" diye ikrarda bulunsa, bu çocuk onu tasdik etsin veya etmesin, nesebi ondan sabit olur ve aralarında miras cereyan eder Diğer yandan evlâtlıkla, süt hısımlığı birbirinden farklıdır Süt hısımlığı, bir kadının kendine ait olmayan süt emme yaşındaki bir çocuğu emzirmesiyle meydana gelir ve öz çocuk gibi evlenme engelleri doğar Buluntu çocuk da, öz çocuk gibi sayılmaz (Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, V, 3869-3900; Mehmed Zihni, Nimet-ı İslâm, İstanbul 1316 H, 3 Kısım, 271, 273)
Ancak yukarıdaki hükümler yetim, öksüz, fakir, kimsesiz çocuklarla ilgilenmeme anlamına gelmez Bu gibi çocuklar aileler nezdinde veya çocuk yuvalarında himâye edilir; bakılır, eğitilir, sanat ve meslek sahibi kılınır, evlendirilir Müslüman, bu çeşit amellerden büyük ecir kazanır Sadece, çocuğu kendi nesep hısımı yapamaz, büluğ çağından sonraki görüşmeler İslamî ölçüler içinde olur Hîbe yoluyla dilediği kadar, vasiyet yoluyla ise malının üçte birini himâye ettiği kişiye bırakabılir
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
EVLAT EDİNMEK CAİZ MİDİR? İslamiyet gelmeden önce evlat edinmek yaygın bir adetti Hatta Peygamber (sav) nübüvvetinden evvel cari olan adet üzere Zeyd b harise'yi evlat edinmişti Ama İslamiyet geldikten sonra onu yasakladı
Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Muhammed sizin erkeklerinizden kimsenin babası değildir" (Ahzab suresi)
Peygamber (sav) şöyle buyurur: "Babasından başka bir kimseye mensup olduğunu söyleyen kimseye babası olmadığını bildiği halde cennet haramdır (Buhari-Müslim) Ve böylece İslamiyet evlat edinmeyi yasaklamış oldu Evlat edinmek çok çirkin bir iştir Varis olmayan varis olduğu gibi, varis olan da mahrum bırakılır
__________________
BÜYÜK VARKEN KÜÇÜGÜN EVLENMESİ Ablamın kısmeti çıkmadı diye beni istediğim gence vermiyorlar Büyük evlenmeden küçük evlenmez diyorlar: Bu dîni bir hüküm müdür?
Evlilik, ihtiyaca, denginin bulunmasına, sizin ifadenizle kısmetinin çıkmasına bağlı bir şeydir Bunun evlenmemiş büyüklerle ilgisi yoktur Hattâ rivayete göre de Hz Mûsâ (as) Şuayb (as)'ın büyük kızı dururken küçük kızıyla evlenmiştir Tefsirlerin naklettiği bir hadîs-i şerifte Rasûlüllah Efendimiz Ebû Zer'e şöyle buyurmuştur: " Mûsâ hangi kızla evlenmiştir, diye sana sorarlarsa küçügü ile evlenmiştir, de, Mûsâ'nın arkasından gelen ve "Babacığım, ücretle tutacaklarının en iyisi güçlü ve güvenilir olanıdır"(K Kasas (28) 26) diyen de odur"(bk Kurtubî XNI/273) Anlatıldığına göre Hz Mûsâ'nin büyük varken küçügü ile evlenmesinin hikmeti, onu görmüş olması ve onda meylinin kalmış olma ihtimalidir Eğer ona büyügü verilmiş olsaydı, belki de gönlü küçügünde olduğu halde kabul etme zorunda kalacaktı (agk; ancak bu rivâyet sahîh değildir, mücerred bir nakilden ibarettir) Durum bu olmakla beraber küçüklerin centilmenlik yapıp, öncelikle ablalarının, ya da âbilerinin evlenmesine yardımcı olmaları güzel ve kardeşçe bir davranış olur Ama onlar evlenmek istemiyorlarsa artık küçüğün ne günahı vardır?
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
EVLENMEDE KARDEŞLERARASI SIRA:
Kendisinden büyük bekâr bir abisi ya da ablasi bulunan bir kız evlenemez mi? Bu gerekçe ile vermiyorlarsa kaçırılabilir mi?
Dengi ve talibini bulan herkes, evlenmesinde mahzur olmayan karşı cinsi ile evlenebilir Buna evlenememiş abla ya da abiler engel değildir Bu düşünce, günümüzün evlenmeyi zorlaştıran şartlarının doğurduğu sakat bir düşüncedir Ve cahil anne, babaların, çocuklarının evde kalacağı endişesinden kaynaklanır Kızlarını evlendirmede Islâmî esasları ölçü almayan anne-babaların, başka dünyevî gerekçelerle vermemeleri halinde kızlarını karşılıklı rıza ile kaçırarak evlenmek Hanefî mezhebine göre caizdir Şafiî mezhebine göre değildir Ama Islâm'a zıt hareket etmeyen anne-babanın kızı da Allah (cc)'ın rızasının babanın rızasına bağlı olduğunu bilmelidir
EVLENMEDEN BOŞAMA Söylediğini kesin bilmesi halinde, bu sözle yemin kastetmiş ise yemin kefareti gerekmez Çünkü bile bile yalan yere yemin keffareti aşan bir günahtır (yemin-i gamûs) Ancak iyi bir tevbe ile affolunabilir, Üçüncü olarak bu sözün zahir ma'nâsı olan "talak" kalmış olur Ancak bu durumda da "nasip olmasın" anlamında bir beddua olarak söylenmiş olabilir Nasip olursa demek ki, olmasının kabul olmadığı anlaşılır, başka bir şey gerekmez "Alırsam boş olsun" anlamında söylenmiş olabilir Bütün bu durumlar söyleyene niyeti sorularak anlaşılır ve bu sözün kesin söylendiği bilinmesi halinde bir şey ifade eder Bu anlamda söylenmiş ise bir müslümanla evlenmesi halinde nikahın kıyılmasıyla (bu sözle üç talaka niyet etmemişse) bir talakla boş olurlar Duhûl (zifaf) vakit olmadığından kadının iddet beklemesi gerekmeden hemen bir nikah daha yapılır ve iki talak hakkıyla evliliklerine devam ederler (Allah'u a'lem)
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
EVLENMEK İSTEDİĞİ KADINA BAKMANIN SINIRI Bir delikanlı i1e birbirimizi görerek sözleştik Nişanımız Birbirimizin arzusu üzerine aynı anda ve yerde olacak Ben şu ana kadar giyimde-kuşamda ve namahreme görünmede Şer'i ölçüleri uygulamaya çaba göstermiş bir kızım Ama nişanım için diktiğim elbiselerimi de bugünümde giymek istiyorum Nişanlım olacak gencin yanında bu elbiselerimle oturabilir miyim?
Sorunuzu kitaplarımızda bu konuda yer alan bilgileri özetleyerek cevaplamaya çalışacağız:Bir adam Ensâr'dan bir kadınla evlenmek istedi de Rasûlüllah ona: "Onu gör, çünkü Ensâr'ın gözlerinde bir şey (küçüklük ya da çakırlık) vardır" buyurdular(Müslim nikâh 12) Câbir'in rivâyetinde: "Biriniz bir kadına talip olur da onun hoşuna gidecek ve kendini ona çekecek taraflarına bakma imkânı bulursa baksın" denmiştir(Ebû Dâvûd, nikâh 19; Hadîsi ayrıca Hâkim, Beyhâki ve Ab Hanbel'de rivâyet etmişlerdir) Ebû Hümeyd'den nakledilen Hadîs-i Şerîfte: "Biriniz kadına tâlip olduğunda, evlenme gayesiyle bakmış olduktan sonra ona bakmasında günah yoktur" buyurulmuştur (Müsned (Tertîbü'1-müsned) XVI/154; Hadîsi ayrıca Bezzâr ve Taberânî de rivâyet etmişlerdir bk Heysemî, Mecma'uz-zevâid IV/278) Mugîre b Şu'be: "Bir kadına tâlip olmuştuk Rasûlüllah, "Ona baktın mı?" diye sordu "Hayır", dedim "Öyleyse onu gör Bu, aranızı bulmada etkili bir yoldur" buyurdular" diye rivâyet etti(Müsned (Tertîb) agy) Muhammed b Mesleme (Mebsût'ta Muhammed b Ümmi Seleme deniyor) gözüyle Dahhâk kızı Büseyne'yi kovalıyordu Niyeti onunla evlenmekti Kendisine: "Sen Rasûlüllah'ın ashâbından olasın da böyle yapasın, yakışır mı?" dendi de o şu cevabı verdi: Ben Rasûlüllah'ın şöyle dediğini duydum: "Allah bir adamın kalbine bir kadınla evlenme niyeti koyarsa, artık ona bakmasında bir beis yoktur"(Müsned (Tertîb) agy; Hadîsi ayrıca Sâid b Mansûr, Ibn Mâce, Ibn Hibbân ve Beyhakî rivâyet etmişlerdir) Buraya kadar verdiğimiz hadîs-i şerifler Hanefi fıkıhçıları Cessâs ve Serahsî'nin görüşlerine delil olarak zikrettikleri hadîslerdir(bk Cessâs, Ahkâmü'1-Kur'ân V/173; Serahsî, Mebsût X/155) Bunlara dayanarak Cessâs der ki: "Bütün bunlar, evlenmek istediğinde kadının yüzüne ve ellerine şehvetle de olsa bakılabileceğini gösterir" "Güzellikleri hoşuna gitse de âyet-i kerîmesi de" (Ahzâb 33/52) buna işaret eder Çünkü görmeden güzelliğini bilemez Serahsî de şunları ilâve eder: Bu durumdaki erkek, kadının üzerinde elbise bulunduktan sonra onun vücûdunu hayal etmesinde de bir sakınca olmaz Ancak, elbisesinin vücûduna yapışık (çok dar) olup organlarını olduğu gibi ortaya koyan ve şeffaf bir elbise olmaması da şarttır(Serahsi agy)Bu konuda başka rivâyetler de vardır: Mugîre b Şu'be'nin yukarıya aldığımız hadîsinin devamında: Rasulüllah'ın "gör" demesi üzerine talip olduğum ensarlı kadının ebeveynine gidip durumu onlara anlattım Biraz hoşlanmaz gibi oldular Kadın da mahfilinden beni duymuş: "Görmeni Rasulüllah emretmişse gör Ama öyle değilse, seni Allah'a havâle ederim" dedi Bunu mühim bir olay olarak görür gibiydi Onu gördüm ve evlendik, derKonumuz hakkında Asr-ı saâdetten ilginç bir olay da şudur: Halîfe Ömer b Hattâb, Hz Ali ve Fâtıma'nın kızları Ümmü Gülsümü Babasından istemişti Babası küçük olduğunu söylediyse de Ömer, "onu sen bana ver, ben ondan başkasının beklemediği şeyler bekliyorum", dedi Ali de, "onu sana gönderirim, beğenirsen sana nikâhlarım", dedi Hz Ömer'in begendiği haberini alınca da Babası onu ona nikâhladı Hz Ömer'in gayesi, ondan Rasulüllah'ın nesebine ortak olmaktı(Haberi Sâid b Mansûr, Ibn Abdilber, Ibnül-esir, Ibn Hacer ve Ibn Sâd naklederler Kaynakları için bk Ebu'n-nûr, Menhecü's-sünne fiz'i-zevâc 351) Meselenin mezheplerarası münakaşasını yapan Ibn Kudâme de şunları söyler: Evlenmek istediği kadına bakmanın mubahlığı konusunda ilim ehli arasında ihtilâf bilmiyoruz (hepsine göre helâldir) Kadının izni olsa da olmasa da bakabilir Çünkü Rasulüllah, "bakın" diye mutlak emrediyor ve onun izin verip vermemesini sözkonusu etmiyor Ama bakmanın ötesinde birşey söylemediğinden onunla halveti de câiz değildir Bu konuda kadının yüzüne bakabileceği konusunda ilim ehli arasında ihtilâf yoktur Çünkü yüz avret değildir ve güzelliklerin merkezi ve bakılacak yerdir Âdeten açık olmayan yerine bakması helâl olmazEvzaî etli yerlerine bakabileceğini söylemiş, Dâvûd (ez,Zâhirî)'den de bütün bedenine bakabileceği rivâyet edilmiştir Çünkü, diyor, Rasûlüllah'ın, "ona bak" sözünün dış (zâhir) anlamı bunu gerektirir(Ibn Kudâme, el-Mugnî VI/553) Onun bu görüşte "hatâ ettiği meydandadır, çünkü bu söz sünnetin kâidelerine ve icmâa muhâliftir"(Davudoğlu, Sahi'h-i Müslim Şerhi VN/271) Yüz, eller ve ayaklar konusunda, kadının evinin içinde genellikle açık tuttuğu kısımlarına gelince, bir görüşe göre: Oralara bakmak helâl değildir Çünkü hiç açılmayan kısımları gibi oralara bakmak da helâl kılınmamıştır ve ihtiyaç, eller ve yüz ile giderilir Diğer bir görüşe göre; oralara da bakılabilir Çünkü başına açık olarak bakılabileceği rivâyeti vardır (Ibn Kudâme, age VI/553-54) Imam Mâlik, avret bölgeleri görülür korkusu ile habersizce bakmayı kerih görmüştür Ondan diğer bir rivâyete göre, kadına izinsiz bakmak câiz değildir Fakat bu görüş zayıftır Çünkü Peygamber (sas) tâlip olunan kadına bakmaya mutlak surette izin vermiş ve bu konuda onun müsaâdesini şart koşmamıştır Hâttâ kadın genellikle bu izinden utanır Bakan kimsenin o kadın beğenmemek ihtimalı vardır Izin şart olursa beğenilmeyen kadın gücenir Onun içindir ki ulemâdan bazılârı: "Kadına dünür göndermeden önce onu görmek ve bakmak Bu bizzat mümkün olmazsa güvenilir bir kadın göndermek müstehaptır" demişlerdir( Davudoğlu, age, Vll/271-72)
Özetlersek, erkeğin evlenmek istediği kadına tâlip olduğu zaman bakabileceği gibi, evlenme niyyeti devam ettiği sürece daha sonra da bâkabileceği anlaşılıyor Yeter ki; henüz nikâhları yapılmamışken halvette kalmasınlar, yanlarında başka yabancı erkek bulunmasın, vücudunun normal ev kiyafeti dışındaki yerleri açık olmasın, elbisesi çok dar ve şeffaf bulunmasınÇünkü bu durumdaki kadın ve erkek -niyetleri gerçekten evlenmek olduğu sürece birbirine büsbütün yabancı olan kadın ve erkekler gibi değildirler Duyguları hırsızlama şehevî hislerden değil, sevgi ve muhabbetten kaynaklanır (Allahu a'lem)
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
EVLERDE KUŞ BESLENMESİ YA DA TİCARETİNİN YAPILMASI CAİZ MİDİR? Bu mes'elenin iki yönü vardır:
1 Eti yenen ya da avcılık gibi başka meşru bir gaye ile kullanılan bir kuşun evde beslenmesi ve alım-satımı helâldir Çünkü "yeryüzündeki her şey insanlar için yaratılmıştır"(K Bakara (2) 29)
2 Bir süs unsuru olarak evde kuş beslemek ve böyle bir kuşun ticaretini yapmak Bunun caiz olmadığına dair de bir şey yoktur Hatta Enes b Malık'in rivayetine göre: "Rasulüllah (sav) onun Ebu Umeyr denilen kardeşini gördüğünde: Ebu Umeyr! ne yaptı Nugayr?, diye latife ederdi"(Buharî, Edep 81,112; Müslim Terceme ve Serhi, IX/545) Nugayr, serçe büyüklüğünde bir kuşun adıdır Enes'in kardeşinin böyle bir kuşu varmış ve onunla eğlenirmiş
Bu hadisi şerhedenler, hadisten çıkarılan hükümler arasında, "çocukların serçe ile oynamasına müsade etmek caizdir" diye zikrederler(bk Davudoğlu, Sahihi Müslim Terceme ve Serhi, IX/545) Fıkıh kitaplarımızdaki ibarelerden de serçe gibi kuşların satışı alınabileceği (satılabileceği) ve mal sayılabilecekleri anlaşılıyor(bk Fetavay-i Hindiyye V/364) Ancak sırf bir süs unsuru olarak ve göz zevkini tatmin için, hayvan dahi olsa bir can sahibini ömür boyu hapse mahkûm etmenin, İslam'ın ciddiyetiyle ve acıma duygusuyla bağdaşmayacağı da açıktır Bunda fıtrata müdahale de vardır Istediği gibi gezip-tozma ve çiftleşme kuşun da hakkıdır Kendi ekstra zevkleri için başkasının tabiî zevklerine engel olma egoistçe, belki de sadistçe bir davranış olur Sözü edilen hadisten hüküm çıkarırken "çocukların oynamasına müsade edilmiştir" demeleri, bunun çocukça bir zevk olduğunu gösteriyor olmalıdır Her haram olmayan şeyin yapılması güzel demek değildir Bu tür kuş alım-satımı ile uğraşanların işlerini değiştirmeleri uygun bir davranış olur kanaatindeyiz (Allah'u a'lem) Akvaryum balıkları için de aynı şeyler söylenir Ebu Yusufun av hakkında: "Oyun ve eglence için olursa hayrı yoktur Mekruh (haram) olduğu görüşündeyim"(bk Ibn Abidin, VI6462) demesi de söylediklerimizi doğrular mahiyettedir
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
EVLİ BİR KADINA ÂŞIK OLMAK Kendim de evli olduğum halde, işyerimden alışveriş eden bir kadına ileri derecede tutuldum Bütün uğraşmalarıma rağmen kendimi ondan vazgeçiremiyorum Öyle ki meseleyi yakınlarım ve kadının bizzat kendisi dahi anladılar Buna rağmen o alışverişi kesmediği gibi ilgisini daha da arttırdıRezillik açısından olacak olan oldu Ben Şimdi işin günahını soruyorum: Ona evlilik teklif etsem ve sarhoş olduğu için Ailesinin hukukunu zaten gözetmeyen kocasından ayrılmasını istesem günaha girmiş olur muyum?
Sorunuzda İslam'ın güzelliği ve Islâmsızlığın çirkinligi bir kaç noktadan kendini gösteriyor: Önce müslüman içki içmez, böylece âilesinin hem maddî, hem de manevî hukukunu çiğnemiş ve hanımıyla ilgilenmeyecek kadar sızmış, enerjisini haramda tüketmiş olmaz Evinin, alış veriş dahil, bütün dış ihtiyaçlarını bir ibâdet duygusu ile kendisi temin eder Kendisi gibi müslüman olan karısı da zorunlu durumlar olmadıkça dışarı çıkmaz; bakkalla-çakkalla uzun uzadıya yüzyüze, göz-göze gelmez Konuşmak zorunda kaldığında kadınlığını ortaya dökecek şekilde kırılıp dökülmez Karşısındakine ümit vermeyen bir edâ ile ve ihtiyaç miktarınca konuşur Buna rağmen laf eden olursa ağzının payı edeplice verir Anlaşılan bunların hiç birisi sizde olmamış; ciger kedinin önüne açıkça konulmuş Buna rağmen işin günahını düşündüğünüze göre size, Rasûlüllah'ın (sas) bir hadîs-i şeriflerini hatırlatalım:"Kim kocası olan bir kadını aldatırsa, aralarını açmaya çalışırsa bizden değildir" (Hâkim, Müstedrek N/196; Ebû Dâvûd, talâk 1) Hadîsi şerheden Münâvî diyor ki, "Bu kadın bir de komşu kadın olursa bunun günah ve çirkinliği o kadar daha artar" Çünkü, şerrinden komşusu emin olmayan kimse cennete giremez, buyurulmuştur Imam Nevevide: "Demek ki, insan bir iyiliği öğretmenin dışında, başka bir adamın karısı, kızı, çocuğu vb ile onu ifsad edici şekilde konuşması haramdır, der" (Münâvî, Feyzul-Kadîr V/385; Ayrıca bk VI/123) Burada mesele örneklendirilerek anlatılırAdamın içkici olması, karısının nikâhsız olduğu anlamına gelmez ve nikâhlı bir kadın boşanmaya teşvik eden de "bizden değildir" Meseleye, kendinizi bir an, kadının kocasının yerine koyarak, yine kendiniz de fetva verebilirsiniz
Ancak zayıf bir hadîste: "Hevâ (arzu ve aşk) peşinden gidilip o doğrultuda davranılmadıkça ve kimseye söylenmedikçe, sahibi için bağışlanır"(Suyutî, el-Câmi'us-sağîr (Feyz'uI-Kadîr ile, den) VI/358) buyurulmuştur Burada kastedilen, elbette helâl olmayan arzudur "Hevâ ve hevese uyma; zirâ o seni Allah yolundan saptırır "(Sâd/26) âyet-i kerîmesi de bunu gösterir Buna göre insan elinde olmayarak evlenmesi câiz olmayan birisine âşık olur da bunu kimseye açmazsa ve nefsini bundan vazgeçirmeye uğraşırsa, günaha girmeyeceği umulur(bk Münâvî, Feyz VI/358)
__________________
EVLİ KADININ NAFAKASI Bir kadın evlenip kocasının evine yerleştikten sonra bütün yiyecek, giyecek ve mesken masrafları kocaya aittir Bunlar, israfa kaçmadan ve cimrilik de etmeden eşlerin sosyal seviyelerine göre sağlanır Eşlerin her ikisi de zengin ise, buna uygun harcama yapılır Ikisi de fakirse, kadın kocasından zenginler seviyesinde bir harcama isteyemez Birisi zengin, diğeri fakirse, ortalama yol izlenir Ancak bazı alimler nafakanın miktarı konusunda yalnız kocanın durumunun dikkate alınacağını söylerler
Ayet-i kerîmelerde şöyle buyurulur: Annelerin yiyecek ve giyeceği gücünün yettiği ölçüde çocuğun babasına aittir" (el-Bakara, 2/233)
Hâli vakti geniş olan, nafakayı genişliğine göre versin Rızkı kendisine daraltılan fakir de nafakayı Allah'ın ona verdiğinden versin Allah hiçbir nefse ona verdiğinden başkasını yüklemez Allah güçlüğün arkasından kolaylık ihsan eder" (et-Talak, 65/7)
Koca, hanımının giyim masraflarını da karşılamak zorundadır Burada da sosyal seviye ve Islâm'a uygun olan örf ve âdetler ölçü alınır Kadının biri yazlık, diğeri kışlık olmak üzere yılda en az iki kat elbiseye hakkıvardır Giyim kapsamına yorgan, döşek, çarşaf ve yastık gibi evin normal eşyası da girer
Koca, hanımına müstakil ve içinde sosyal durumuna uygun mefrûşatı bulunduran, kötü komşulu olmayan bir mesken sağlamak zorundadır Bu yer kadının malı, canı ve ırzı hakkında güvenli olmalı ve karıkoca hayatı yaşamaya elverişli bulunmalıdır
Ayet-i kerime'de şöyle buyurulur: "Boşanan o kadınları, gücünüzün yettiği kadar ikamet ettiğiniz yerin bir bölümünde oturtun Evleri başlarına dar etmek için kendilerine zarar vermeyin" (et-Talâk, 65/6)
Karı, kocasının hısımlarıyla birlikte oturmaya zorlanamaz Ancak koca, bir başka evliliğinden olan ve henüz bülûğ çağına gelmemiş bulunan kızını karısıyla birlikte oturtmak hakkına sahiptir
Kadın kendi evini, kendisinin ikametine tahsis etmesi için kocasına kiraya verebilir (Ibnül-Hümâm, Fethul-Kadir, III, 321-339; el-Kâsânî, age, IV,14,15; el-Fetâvâl-Hindiyye, I, 544 vd; Ö N Bilmen, Istilâhat-ı Fıkhıyye Kâmusu, II, 450)
Kadın, bakıma muhtaç olduğu veya sosyal seviye bakımından emsali kadınların hizmetçisi bulunduğu takdirde, hizmetçi tutmak da nafaka kapsamına girer
Kadın, kocasının talebine rağmen, onun evine gelmez veya itaatsiz olarak evden çekip gider yahut irtidat ederse erkeğin nafaka yükümlülüğü kalkar
Iddet bekleyen kadının nafakası: Iddet kocanınölümü veya eşini boşaması halinde söz konusu olur
Vefat iddeti bekleyen kadına nafaka gerekmez Çünkü koca vefat edince tüm malı mirasçılara geçer Karısı da dörtte bir veya şekilde bir oranında mirasçı olur İslam'ın ilk dönemlerinde koca, eşi için ölümünden sonra bir yıl süreyle nafaka verilmesini vasiyet etmek zorundaydı
Ayette şöyle buyurulur: "Sizden karısını geride bırakıp ölecek olanlar eşlerinin kendi evlerinden çıkarılmayarak bir yıl süreyle yararlanmasını vasiyet etsinler" (el-Bakara, 2/240)
Ancak bu ayette belirtilen bir yıl süreli nafaka ve mesken ile vasiyet hükmü kadına miras hakkıtanıyan Nisâ Sûresi 12 ayetin inmesiyle neshedilmiş, bir yıllık iddet süresi de şu ayetle kısaltılmıştır: "Içinizden ölenlerin geride bıraktıkları karıları kendi kendilerine dört ay on gün beklerler" (el-Bakara, 2/234)
Ric'î olsun, bâin olsun boşanma hâlinde iddet süresince kocanınnafaka yükümlülüğü devam eder Boşamanın iki veya üç defa olması sonucu değiştirmez Ancak üçlü boşamada Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b Hanbel'e göre yalnız mesken temin edilir; diğer giyim, yiyecek vb gerekmez
Çocukların geçim masrafları kız ve erkek çocukların nafakaları babalarına aittir nafakanın kapsamına bu çocukların yiyecek, giyecek ve mesken ihtiyaçları girer
Talâk sûresi 6 ayette şöyle buyrulur: "Eğer (çocuklarınızı) sizin için, onlar (anneleri) emzirirlerse, onlara emzirme ücretlerini tam olarak veriniz" Burada, boşanmış bir kadının iddetini tamamladıktan sonra, çocuğunu emzirmesi halinde ücrete hak kazanacağı hükmü yer almaktadır Bu da, çocuğun nafakasının babaya ait olduğunu gösterir
Evli kadın çocuğunu emzirmek istemezse, eğer çocuk başka kadının sütünü alırsa, annesi emzirmeye zorlanamaz
Hz Âişe (ranha)'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir Ebû Süfyanın karısı Hind b Utbe Rasûlüllah'ın huzuruna girdi ve "Ey Allah'ın elçisi, gerçekten Ebû Süfyan çok cimri bir adamdır Bana kendime ve çocuklarıma yetecek kadar nafaka vermiyor Onun malından haberi olmaksızın birşey alırsam, bana günah var mıdır?" dedi Rasûlüllah (sas); "Onun malından sana ve çocuklarına yetecek kadarını ma'ruf şekilde al" buyurdu (Buhârî, Büyû', 95; Nesâî, Kudât, 31; Ibn Mâce, Ticârât, 65)
Bu hadis-i şerif, karısı ile çocuklarının nafakasını vermenin erkek üzerine vacib olduğunu gösterir
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
EVLİLİKTE DENKLİK (KEFAET) Aile huzurunu teminde çok büyük hikmetler içeren denklik, Islâm'da sadece kadından yana ve onun ve ailesinin onurunu korumayı hedefleyen bir müessesedir Nikâhın sahih olmasının değil geçerli olmasının şartıdır Yani denklik bulunmasa da nikah sahihtir Ancak kadının velisinin onayına bağlıdır Buna göre; nesep, dindarlık ve takva, meslek, hürriyet ve servet konularında kendisinden daha aşağı itibar edilen bir erkeğe nikahlanan kadının velileri, denksizliği bahane ederek evliliğe mani olabilirler Kabul ederlerse sahih olan bu nikah yürür ve artık vazgeçme hakları olmaz Denksizlige bir Islâm ülkesinde kız velisinin başvurusu ile mahkeme karar verir Diğer yerlerde bunu "Eminül-kavm" yani inananların güvendigi ehl-i ilim belirler Ancak bunun bir bağlayıcılığı olmaz Bu yüzden günümüzde, Imam Serahsî'nin tercihiyle, dengini bulmadan nikah yaptıran kadının nikahını velileri-istemiyorlarsa-hepten geçersiz saymaları ve kabul etmemeleri uygun olur Buna göre dini bütün ve kapalı bir bayan, namazsız-niyazsız birisine, toplumda cazip itibar edilen bir meslek erbabının kızı, bayağı, sayılan bir meslek erbabına, zengin bir aile kızı, kendisinin nafakasını dahi teminden aciz bir erkeğe sırf kendi isteğiyle varması ve meselâ dinî nikah yaptırmaları halinde velilerin bu nikahı hiç hesaba katmamaları mümkündür ve doğru olandır Nesep ve hürriyet şartı ülkemiz için artık geçerli değildir Yalnız bu müessesenin iyi anlaşılmaması halinde başkalarınca istismar edilmesi mümkündür Onun için şu noktaların tekrar hatırlatılmasında yarar vardır:
1 Denkliğin bulunmaması nikahın sıhhatine mani değildir Binaenaleyh, kız da velileri de istiyorlarsa kadın istediği ile evlenebilir
2 Denklik müessesesi kadın lehine bir sonucu hedefler Çünkü genellikle kadın ve onun velileri daha aşağı itibar edilen birisine eş ya da hısım olmayı kendilerine yediremezler ve böyle bir şeyin olması halinde kadın erkeği küçümseyici ve hukukunu tanımaz bir tavır alır, huzur ortamı olması gereken aile, Cehennem'e dönüşür, boşanmalar ve yıkımlar olur
3 Meşru olan her türlü işin adisi ve şereflisi olmaz Şeref, insanlara ve Hakk'a hizmetle ölçülür Ibadet duygusu ile sokağı süpüren bir çöpçü şerefli, istediği parayı veremeyen hastasını ameliyat etmeyip ölüme terkeden doktor ise şeref sizdir Ancak halkın genel kabullenişinin bu müessese için etkisi vardır Bu yüzden sırf öyle itibar edildiği için hesaba katılması aklın gereğidir
4 Günümüzde velilerinin kabulu olmadan kendi kendisini evlendiren kadının velileri, güvenilir bir ehl-i ilimden onun dengine gitmediğini tesbit ettirmeleri halinde kendi başına yaptırdığı dini nikahı geçersiz sayar ve kızlarını geri alabilirler Ancak denksizlik sözkonusu olmaması halinde kendi rızası ile evlenen bir kadının nikahını geçersiz saymak kimsenin elinde değildir Böyle bir durumda velilerin kızlarını almaları, erkeğin de boşamıyorum demesi halinde kadının bir başkası ile evlenmesi -Hanefi mezhebine göre- gayr-i meşru olur ve zinayı sonuç verir
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
EVVÂBİN NAMAZI
Akşam namazının sünnetinden sonra kılınan altı rekâtlık gayr-i müekked namaz Evvâb, faal vezninde ism-i fâildir, günâhları terk ve hayırlı işler yapmak sûretiyle Allah'a dönen demektir Çoğulu Evvâbin'dir Evvâbin namazı, Allah'a çok itaat edenlerin namazı demektir Ashab-ı kirâmdan Zeyd b Erkâm, kuşluk vakti birtakım insanların namaz kıldıklarını görmüş de; "Bu adamlar pek âlâ bilir ki, bu saatten başka zamanda namaz kılmak, daha faziletlidir Çünkü Resulullah (sas), "Evvâbin namazı, sıcaktan deve yavrularının ayakları yandığı zaman kılınır" buyurmuştur" (Müslim, Salât, 19)
Zeyd b Erkâm, başka bir rivâyetinde şöyle demiştir: "Resulullah (sas) Kûba'lıların yanına gitti Vardığında, onlar namaz kılıyordu Allah elçisi, onlara, 'Evvâbin namazı, sıcaktan deve yavrularının ayakları yandığı zamandır' buyurdu" (A Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercümesi ve Şerhi IV, 2132)
Bu Hadislerde, namazın kaç rekât kılınacağı belirtilmemiştir İslâm âlimleri, sıcağın yükseldiği bu vaktin, kuşluk namazı için en elverişli ve faziletli olduğunu söylemişlerdir Çünkü kuşluk namazının vakti, günün evveli olup, daha erken saatlerde de kılınabilmektedir
Hz Sevbân'dan nakledilen şu hadis de, evvâbin namazının önemini belirtir: "Allah Rasûlü, günün yarısından sonra namaz kılmayı severdi Hz Âişe, Ya Resulullah, sen bu saatte de mi namaz kılmayı seviyorsun? dedi Resulullah (sas): "Bu saatte gök kapıları açılır ve Hak Teâla hazretleri, bu saatte kullarına rahmetle bakar Bu namaz Âdem, Nuh, İbrahim ve İsâ'nın devam ettikleri bir namazdır" buyurdular (el-Askalânî, Bulûgu'l Merâm, Terc A Davudoğlu, II, 48) Evvâbin namazının dört rekât olduğuna dâir çeşitli hadisler nakledilmiştir Akşam namazından sonra ve altı rekât kılındığına dâir hadisler de nakledilir ve bunların uygulamada daha yaygın olduğu bilinmektedir (Tirmizî, Salat, 32 1)
Akşam namazının sünnetinden sonra iki ilâ altı rekat arasında kılınan nafile namaza da "evvâbin" denilmiştir Hz Peygamber, akşam namazından sonra altı rekat nâfile namaz kılanın evvâbinden (günah işleyip, arkasından hemen tövbe eden kimselerden) sayılacağını bildirmiş ve arkasından da şu ayeti okumuştur: "Rabbiniz, içinizden geçenleri çok iyi bilir Eğer salih kimseler olursanız, şüphesiz Allah tövbe edenleri affedicidir" (el-İsrâ, 17/25; bk İbn Kesir, Tefsir, İstanbul 1985, V, 64, 65; Şürünbülâli, Şerhu Nüri'l-İzah, İstanbul 1984 s74)
__________________
EYYÂM-I MA'DÛDE( SAYILI GÜNLER)
Sayılı günler Kur'an'da bilhassa Ramazan ayı ve Kurban Bayramı'nda teşrik tekbirlerinin alındığı günler için kullanılan bir tabir
Kur'an-ı Kerîm'de orucu emreden ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır:
"Ey iman edenler, sizden öncekilerin üzerine yazıldığı gibi, korunasınız diye oruç sizin de üzerinize yazıldı Sayılı günler olarak" (el-Bakara; 2/183, 184)
Bu sayılı günlerin hangi günler olduğu ise, hemen bir sonraki ayette açıklanmaktadır:
"Ramazan ayı ki, insanlar için hidâyet olarak ve hidâyeti ve doğruyla yanlışı ayırt edici açıklamalar olarak Kur'an o ayda indirilmiştir Sizden kim bu aya çıkar (ve ayı görürse) onda oruç tutsun" (el-Bakara, 2/185)
'Eyyâm-ı ma'dûde' ifadesi, Cenâb-ı Allah'ın emrettiği orucun istenildiği zaman değil; yılın belirli günlerinde, yani Ramazan ayı süresince tutulması gerektiğini ortaya koyduğu gibi; nefsi yeme, içme ve cinsel ilişkiden alıkoyma, ayrıca İslâm'ın hoş görmediği söz ve davranışlardan da mümkün olduğunca uzak tutma demek olan orucun güç bir ibâdet olmadığını ve yılın gelip geçici günlerinden ibaret bulunduğunu da açıklayarak, nefislere kolaylık getirmektedir (Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili,I, 624-5)
'Eyyâm-ı ma'dûde', Kur'ân'da haccdan sözedilirken de kullanılır Haccla ilgili olarak bir de 'bilinen günler' anlamında 'eyyâm-ı ma'lûme' geçmektedir ki, bundan kastedilen, haccın yapıldığı günler veya Zilhicce'nin ilk on günü, ya da Kurban Bayramı günleridir Buna karşılık, hacc konusunda geçen 'eyyâm-ı ma'dûde' ise, bütün müfessirlerin görüşünce teşrik günleridir 'Teşrik', yüksek sesle tekbir almak demektir Hacc'da olunsun olunmasın, Kurban Bayramı arefeşinin sabahından, dördüncü gününün akşamına kadar teşrik tekbirleri * alınır 'Sayılı günler' bu beş günü de içine almaktadır Bununla birlikte birinci güne arefe ve bayramın ilk üç gününe 'kurban kesme günleri' de denir Teşrik günleri tabiri bilhassa Zilhicce'nin on bir, on iki ve on üçüncü günleri için kullanılır Sahih-i Buhâri'de İbn Ömer'den rivâyet edilen bir hadiste de ifade olunduğu gibi (İbn Hacer-i el-Askalânî, Bulûgu'l Meram (Selâmet Yolları),II, 561; Seyyid Sabık, Fıkhü's-Sünne, II, 164) Rasûlullah (sas) şeytan taşlamada attığı her taştan sonra tekbir getirirdi Şu halde, arefe ve bayramın ilk günü 'bilinen günler'e girdiğinden, haccın menâsikinin yerine getirilmesini izleyen üç gün özellikle 'sayılı günler' olmaktadır (Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili; II, 730) Kur'ân'da emredilen de 'sayılı günler'de Allah'ı zikretmektir (el-Bakara, 2/203)
Kur'an'da, İslâm'ın Medine'de güçlenmesi karşısında telâşa düşen yahudi bilginlerinin, yahudileri İslâm'a girmekten alıkoymak için, rivâyete göre, Hz Musa'nın Tur'da bulunduğu ve İsrailoğulları'nın buzağıya taptıkları günler kadar Cehennem'de kalacaklarını iddia ettikleri belirtilmektedir (el-Bakara; 80) Azlığını ifade için bu günlere onlar 'eyyâm-ı ma'dûde' adı verilmekteydi
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
EZAN
Müslümanlara, günde beş kez, belli bir yerde namaz kılmaları ve namaz için toplanma vaktinin geldiğini ilân etmek, namaz için yapılan çağrı Arapça bir kelime olan ezan; bildirmek, ilân etmek demektir
Yüksek bir yere çıkıp gür sesiyle tüm insanlara yeryüzünde tek egemen gücün Allah, tek önderin Hz Muhammed olduğunu Allah adına korkusuzca haykıran; Allah'ı ilâh ve rabb; Hz Muhammed'i de kendilerine önder kabul eden müslümanlara da inandıkları Allah'ın önünde topluca ibâdet etsinler, bir ve beraber olduklarını, yeryüzündeki zulmün yerine Allah'ın adaletini yerleştirmek için her an hazır olduklarını düşmanlarına gösterip onlara korku, müslümanlara güven versinler diye camiye çağıran kişiye de müezzin denir
Ezan, bir yerin müslümanların mı yoksa zorbaların mı kontrolünde olduğunu belirten bir işaret, bir semboldür Korkusuzca ve doğru bir şekilde okunan ezan o yerin İslâm beldesi olduğunu gösterir İslâm fıkhında, bir yörenin Daru'l-harp* veya Daru'l İslâm * olduğu tespitinde orada ezanın okunup okunmadığı dikkate alınan ölçülerden biridir
Müslümanlara namaz Mekke döneminin dokuzuncu yılında farz kılındığı halde onlar namazlarını ezan okumadan kılıyorlardı Çünkü Mekke'de zayıftılar; orada güçlü olan, toplumda hatta Allah'ın evi Kâbe'de egemen olan müşrik düzendi Bu yüzden müslümanlar kendi yönetimlerinde olmayan ve güçsüz oldukları bir yerde açıkça ezan okumakla yükümlü tutulmamışlardı
Medine'ye hicretin birinci yılında birbirlerini "es-salâh es-salâh (namaza namaza)" veya "es-salâtü câmlatün (namaz toplayıcıdır, namaz için toplanın)" şeklinde namaza davet ederlerdi Ancak bu şekildeki bir çağrı yeterli olmuyor, uzakta oturanlar bu sesi duymadıkları için namaza yetişemiyorlar ve bu yüzden de İslâm cemâatinin biraraya gelmesinde zorluklar oluyordu Peygamber efendimiz (sas) sahâbelerini toplayarak namaza çağırmak için nasıl bir yöntem kullanmak gerektiğini kendileriyle istişâre etti Sahâbîler birçok teklif getirdiler:
- Çan çalalım ya Resulullah
- O hıristiyanların adetidir, olmaz
- Boru çalalım
- O yahudilerin adetidir, olmaz
- O zaman ateş yakalım ya Resulullah
- O da mecusilerin adetidir, bu da olmaz
Bayrak dikme teklifi de uygun görülmeyince müslümanlar ortak bir karara varamadı ve toplantı sona erdi Abdullah b Zeyd de diğer sahâbiler gibi üzüntüyle evine döndü ve yattı Abdullâh şöyle anlatır:
"Ben de üzüntülü olarak yatmıştım Uyku ile uyanıklık arasında iken üzerinde yeşil elbisesi olan biri yanıma geldi, bir duvârın üzerinde durdu Elinde bir çan vardı Aramızda şu konuşma geçti:
- Onu bana satar mısın?
- Onu ne yapacaksın?
- Namaz için çalarız
- Ben sana bu konuyla ilgili daha hayırlı bir şey versem olmaz mı?
- Olur, dedim Hemen kıbleye karşı durdu ve okumaya başladı:
"Allahu Ekber, Allahu Ekber
Allahu Ekber, Allahu Ekber
Eşhedü en Lailahe illallah,
Eşhedü en Lailahe illallah
Eşhedü enne Muhammeden
Resûlullah Eşhedü enne Muhammeden
Rasûlullah Hayyaala's-salâh, Hayyaala's-salâh Hayyaala'l-felâh, Hayyaala'l-felâh Allahu Ekber, Allahu Ekber
La ilahe illallah "
Sabahleyin Abdullah b Zeyd gece gördüğü rüyayı Resulullah'a anlattı Aynı gece onunla birlikte birçok sahâbe de benzer rüyalâr gördüklerini anlattılar Öğretilen ezanda değişiklik yoktu Hz Ömer de aynı rüyayı görenler arasındaydı Hz Peygamber (sas) her birini dinledikten sonra Zeyd'e dönerek, "Gördüğünü Bilâl'e anlat (öğret) ezanı Bilâl okusun; onun sesi seninkinden gürdür" buyurdu Namaz vakti gelince Bilal Medine'nin en yüksek yerine çıkarak gür sesiyle İslâm'ın ilk ezanını okudu
Namaz vakitlerini bildirmek için okunan ezanın ne şekilde olduğu Kur'an-ı Kerîm'de bildirilmemiş, ancak Hz Peygamber (sas)'e vahiyle bildirilmiş ve onun kelimeleri bizzat Cebrail (as) tarafından öğretilmiştir Şu âyet-i kerimeler ezanın Allah'tan geldiğini gösterir:
"Siz namaza çağırdığınız zaman onlar o çağrıyı eğlence ve alay konusu yapıyorlardı" (el-Mâide, 5/58)
"Ey müminler, cuma günü namaz için çağrıldığınız zaman hemen Allah'ın zikrine koşun " (el-Cum'â, 62/9) Bu ayet-i kerimelerde geçen "çağrıldığınız zaman" ifadesindeki "nidâ" kelimesi ezanı kasdetmektedir
Okunan ezanın Allah'ın istediği gerçek ezan olabilmesi isin dikkat edilmesi gereken hususlar vardır:
1) Ezan mutlaka Arapça okunmalıdır Allah'ın gönderdiği Cebrail (as)'ın öğrettiği kelimelerin dışına Sıkılamaz Örneğin "Allahu Ekber" cümlesini aynı anlama geliyor diyerek "Tanrı uludur" şeklinde Türkçeleştirerek ezan okunamaz Hangi ırk ve dilden olursa olsun ortak ibâdet dilleri sayesin de kardeşçe kucaklaşan müslümanların birliğini yok etmek isteyen İslâm düşmanları "kendi dilinle ibâdet etmek daha iyidir" diyerek ezanı Arapça'nın dışında bir dille okutmak isterler Ama Allah, müslümanları tek vücud gibi görmek istemektedir Ortak ibâdet diliyle Tevhîd sağlanmaktadır
2) Ezân; müslümanların sevip saydığı güvenilir, İslâm ahlâkıyla ahlâklanmış, kısaca gerçek anlamda bir "müslüman" tarafından okunmalıdır Allah adına insanları Allah'ın mescidine çağıran kişinin dâvetine cevap verecek olanlar güvendikleri bir müslümanın sesini duyduklarında daha bir şevkle toplanırlar Allah'ın sevmediği bir günahkâr Allah adına insanları Allah'a çağırmaya yetkili olamaz Yine bu kişi güvenilirliği yanında, o topluluğun içinde önder olabilecek, sözünün dinlendiği biri olmalıdır Ancak bu, bu şartlan taşımayanların ezan okuyamayacağı anlamına gelmez Mümeyyiz olmayan bir çocuğun okuduğu ezan geçerlidir
3) Ezan okuyan kişinin güzel ve gür sesli olması ve ezanın yüksek bir yerde okunması gerekir "Yüksek bir yer'in anlamı günümüzde teknolojinin getirdiği ses yükseltici aletlerle değişime uğradı Ezan daha iyi duyulsun diye gerekli görülen "yüksek yer" müslümanlar arasında o derece önem kazanmış ki İslâm şehirlerinde minarelerden daha yüksek yapılan görmek mümkün değildir
Ancak günümüzde amphlikatör gibi ses yükseltici aletler kullanarak yüksek yere çıkılmadan ezan okunabilir mi, bu aletler kullanılabilir mi? sorusu müslümanların bir kesimini meşgul etmektedir İnsan sesi iptal ettiği gerekçesiyle bu aletlerden ezan okumanın helâl olmadığını savunan insanlar varlığını korumaktadır İslâm'ın geldiği ve mezhep imamlarının yasadığı dönemlerde böyle bir sorun olmadığı için bu konuyla ilgili bir ictihad yoktur Ancak Hz Peygamber (sas)'in Vedâ Haccı'nda verdiği hutbe bu konuya en güzel örnek teşkil etmektedir Vedâ Hutbesi'nde yüzyirmibin kişiye hitap eden Hz Peygamber belli mesafelere gür sesli görevliler yerleştirerek kendi söylediklerini aynen tekrarlamalarını istemiş ve böylelikle kendi sesinin ulâşmadığı insanlara görevlilerin sesiyle ulaşmıştır Hz Peygamber'in bu uygulamasından yola çıkarak Edille-i Şer'iyyenin Kıyas yolunu kullanarak hoparlörün meşrû olduğu gibi sesi uzaklara taşıdığı için son derece faydalı olduğu gayet açık bir husustur Allah'ın kendilerine öğrettiği ilimden yararlanan müslümanlar hoparlörden yararlanabileceği gibi isteyen de yüksek yere çıkmaya devam edebilir
4) Farz namazlardan önce okunan ikamet hızlı okunduğu halde ezan ağır ağır okunur
5) Ezan okurken kelimeleri yanlış okumak ve aşırı şekilde teğanni yapmak câiz değildir
6) Ezan okurken müezzinin konuşması, hattâ kendisine verilen selâm'ı dahi alması caiz değildir
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
EZAN DINLEMEK Müslüman bilim adamlarının konuşmacı olarak bulunduğu bir panelde, ezan için konuşmayı kesmemeleri dikkatimizi cekti Yoksa Islâmı anlatan konuşmalar yapıyor olmaları, ezanı dinlemelerine ruhsat verir mi?
Normal ve anormal ölçülerinin bir şeyin alışagelmesiyle tespiti herhalde hoş olmayan avamca bir hüküm olmalıdır Bu açıdan bakıldığında -tabir hoş değil ama- İslamın "Istiklâl Marşı" diyebileceğimiz ezan için durmayı ve dinlemeyi küçümsemek, entellektüelliğin değil avamlığın bir belirtisi olmalıdır
Fıkıh kitaplanmıza baktığımızda "Ezana Icabet" konusunda söylenenler arasında şunlar da vardır: Ezana icabet aslında, ezanla çağrılan namaza gitmektir, naim bizzat ezanın sözlerini dinleyip müezzinin söylediklerini söylemek de icabetin bir parçasıdır Hatta bu yüzdendir ki, cünup olan kimse ezan okunurken onun sözlerini tekrarlar ama, hayızlı ve nifaslı kadın tekrarlamaz; çünkü onlar o hallerinde ezana asıl icabet sayılan namaza ehil değillerdir
Resulullah Efendimiz (sav): "Ezanı duyduğunuzda müezzinin dediği gibi deyin" buyurur(Müslim, salat 7) Buna göre Hanefiler bunun, vacip olduğunu söylerler, çünkü emir "vücup" ifade eder Malıki'lerden bazıları ve Zahirilerin mezhebi de budur Imam Malık, Şafii, Ahmed ve Hanefilerden Tahavî'nin de içinde bulunduğu cumhura göre sözle icabet vacipdeğil, müstehaptır(Davudoğlu NI/27; lbn Hacer, Fethu'1-Bârî, N/92-93; Aynî, IV/280)
Kendi kendine Kur'an okuyan ve tesbih çeken kimse de bunları bırakıp ezana icabet etmelidir Ama mescidde (başkaları dinlerken) Kur'an okuyan, okumasına devam edebilir Dini bir konuda konuşan ve vaaz eden de konuşmasına devam edebilir mi? Bunu açıklayan bir fıkıh ibaresine rastlamadım Herhalde vaazlarda anlatılan şey Kur'an'ın açıklaması olduğu, daha doğrusu olması gerektiği için, ona kıyasla bu tür konuşmalar devam ettiriliyor olmalıdır Bu açıdan bakıldığında İslam'ın her hangi bir müessesesini ya da bir meselesini inceleyen seminerler, ya da paneller de böyle sayılabilir Zaten ezan esnasında konuşmanın mekruh olmadığı da söylenmiştir(bk Bilmen, Ilmihal 128) Ama okunmakta olan ezana hiçbir türlü icabet etmemek, bir an için olsun durup ona iştirak etmemek mahzursuzdur, denemez Bunun için elbette ezanın, lahnsiz, tegannisiz, yani sünnet üzere okunan bir ezan olması gerekir Böyle sünnet üzere olmayan ezanı dinlemek zorunlu değildir(Tahtavî,162) Ayrıca, hepsini dinlemesi gerekir diyenler varsa da, sadece ilk duyduğu ezanı ya da sadece kendi mescidinin ezanını dinlemesi yeterli olur(Hindiyye I/57)
EZAN OKUYANIN VE DİNLEYENİN DİKKAT EDECEĞİ HUSUSLAR
Ezan okuyanın dikkat edeceği hususların yanında dinleyenin de uyması gereken hususlar vardır:
I) Ezan okunurken konuşulmaz Hattâ Kur'ân-ı Kerîm okuyan bir kişi ezan başladığında okumayı bırakıp ezanı dinler
2) Ezan'ı dinleyen müslüman, müezzinin okuduğu ezanı tekrar eder ve böylece o da ezan okunmuş olur "Hayya ala'ssalâh" ve "Hayya alalfelâh" cümlelerinde "lâ havle velâ kuvvete illâ billâh (Allah'tan başka hiçbir güç ve kuvvet kaynağı yoktur)" der Sabah ezan'ında müezzinin "essalâtü hayrün mine'n-nevm" cümlesine "sadakte ve berirte (doğru söylüyorsun)" diye karşılık vermesi sünnettir
3) Ezanı işiten kişi cünüp de olsa yukarıdaki yükümlülükleri yerine getirir Ancak hayızlı ve nifaslı olan kadınlar bunun dışındadır
4) Ezanın bitiminde dinleyen kişi ezan duasını okur
"Allahumma Rabbe hezihi'd-da' vati't-tamme ve's-salati'l-kâime âti seyyidina Muhammeden el-vesilete ve'l-fazilete ve'd-dereceti'r-rafiati'l âliye ve'b-ashû makamen mahmuden ellezi vaadtehu inneke la tuhlifu'lmi'ad "
"Ey bu üstün çağrının ve hazır namazın Rabbi olan Allahım! Muhammed 'e vesileyi, fazileti ve yüksek dereceyi ihsan et Onu kendisine vadetmiş olduğun övülmüş makama eriştir Zira sen vaadinden dönmezsin "
Bunların dışında ezan hakkında şu hususları belirtelim:
Cuma namazında bir dış bir de iç ezan okunur diğer namazlarda her vakit için bir defa ezan okunur
Ezan ile kametin arasını biraz uzatmak gerekir ki namaza geç kalanlar cemâate yetişebilsin
Caminin dışında bir yerde de ezan okunabilir, ikamet getirilerek cemâatle namaz kılınabilir
Kaza namazları için de ezan okunabilir, ikamet getirilebilir Bayram, Vitir, teravih ve cenaze namazları için ezan okunmaz
Ezan Vacib derecesinde sünneti müekkeddir
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
FABRİKADA ÇALIŞAN BİR İŞÇİ AYAKKABISI TEMİZSE AYAKKABISINI ÇIKARMADAN NAMAZINI KILABİLİR Mİ? Ayakkabısı temizse,yani namazı bozacak her hangi bir necasetle pislendiği görülmemişse onunla namaz kılmakta hiç bir sakınca yoktur Vaktin darlığından dolayı durum elverişli değilse sadece farzı kılıp sünneti terk etmek mümkündür
__________________
FABRİKADA ÇALIŞAN BİR İŞÇİ İŞ KAZASINA UĞRARSA, FABRİKA SAHİBİ SORUMLU OLUR MU?
Fabrikada çalışan bir işçi iş kazasına uğrarsa fabrika sahibi kaza yapmamış ve ona sebebiyet de vermemiş ise sorumlu tutulmaz Fabrika ile tarla arasında fark yoktur Birisinin tarlasında çalışan kimse kazaya uğradığı takdirde, tarla sahibi onun kazasından mes'ul olmadığı gibi fabrika sahibi de işçinin kazasından mes'ul değildir Ancak fabrika sahibi kazaya uğrayan işçiye işe girerken, uğrayabileceği her türlü kazaya karşı zararı tazmin edeceğine dair teminat vermişse zararı ödemeye mecburdur
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
FÂCİR Azan, günâha dalan, yemin ve sözünde yalancı çıkan hakîkatten yan çizen kişi Allah'ın emrinden çıkan, günâhkâr, İslam'ın emirlerini çiğneyen, dinî ölçü ve prensiplere aykırı hareket eden kimse
Kur'an-ı Kerîm'de fâcir kelimesi bu ıstılâhı anlamda yedi yerde geçmektedir:
"Yoksa inanıp yararlı iş işleyenleri, yeryüzünde bozguncular gibi mi tutarız? Yoksa Allah'a karşı gelmekten sakınanları, yoldan çıkanlar gibi mi tutarız?" (Sâd, 28/28);
"Doğrusu sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar, sadece ahlâksız ve çok inkârcıdan başkasını doğurup yetiştirmezler" (Nûh, 71/27);
"Işte bunlar inkârcı olanlar, Allah'ın buyruğundan çıkanlardır" (Abese, 80/42);
"Allah'ın buyruğundan çıkanlar cehennemdedirler" (Infitâr, 82/14)
Bu son ayette geçen "fuccâr" kelimesi, "Rabbına karşı terbiyesizlik edip aşırı isyân ve muhâlefete sapanlar" anlamındadır (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VIII, 5642)
"Sakının; Allah'ın buyruğundan dışarı çıkanlar, muhakkak "siccîn" adlı defterde yazılıdır" (Mutaffifin, 83/7);
"Sonra da ona iyilik ve kötülük kabıliyeti verene andolsun ki" (eş-Şems, 91/8)
Bu ayette takva ve fücûr kelimeleri yeralmaktadır Buradan hareketle fücûr, bir bakıma takvânın zıt anlamı olarak kabul edilebilir
"Ama, insanoğlu gelecekte de suç işlemek ister de, ‚Kıyamet günü ne zamanmış' der" (el-Kıyâme, 75/5-6)
Yukârıdaki âyetlerde görüldüğü üzere "fâcir" kelimesi, yoldan çıkmak, ahlâksız, Allah'ın buyruğundan çıkmak, kötülük kabıliyeti ve suç işlemek anlamlarını taşımakta; çoğu yerde de "küfür" kelimesiyle birlikte kullanılmaktadır
Yukarıda geçen Şems sûresi sekızınci âyetindeki "kötülük kabıliyeti" diye tercüme edilen "fücûr"; haktan sapmak, hak yolunu yarıp nizamından çıkmak, fısk ve isyâna düşmek, bilhassa zinâ etmek, yalan söylemek, daha açıkçası edepsızlık etmek olarak izâh edilip bu tür şer ve ma'siyet olan fiillere de denilebildiği ifade edilmektedir (Elmalılı Hamdi Yazır, age, VIII, 5857)
el-Kıyâme suresi beş ve altıncı ayetlerde ise fücûr; "suç işlemek" anlamında geçmektedir Yani, insan suç işlemek, zevk ve sefâda bulunmak için yaşamayı ister; şehvetlerinden, ma'siyetlerinden, lezzetlerinden ayrılmamasını, ilerde onlara devam etmesini ister ve hattâ ebediyyen fısk ve fücûr ile Rabbına karşı terbiyesizlik etmek ister; fücûr içinde bulunmayı, sâlih ve sâlim bir hayata tercih eder de istihzâ ederek, "kıyamet günü ne zamanmış" der Lâkin kıyamet başladı mı gözü açılır, dünyanın başına yıkılmakta olduğunu görür, dehşetler içinde kalır; fakat iş işten geçmiştir, son pişmanlık fayda vermez (Elmalılı Hamdi Yazır, age, VII, 5476-5477)
Bu ayette geçen fâcirin durumu bir başka şekilde de şöyle izâh edilir: O kişi önce günâhı işler, daha sonra da, "yarın tövbe edeceğim ve bir daha bu işi yapmayacağım" der Fakat, tevbeyi gerçekleştirmez ve o işi yapmaya devam eder; neticede bu böyle devam eder ve o kişi daima fısk ve fücûr içinde kalmış olur
Ayrıca, fücûr kelimesi, "yalan" anlamına da geldiğinden yalancıya da fâcir denir (Râgıb el-Isfahânı, el-Müfredât, Istanbul 1986, s562)
Verilen bu bilgilerin ışığında şöyle bir genellemeye gitmek mümkündür: Fâcir, kâfir anlamına gelmez; ancak küfre götüren ve küfre en yakın bir durum olarak kabul edilebilir Her kâfir fâcirdir ama her fâcir Allah'ın hükümlerini inkâr etmediği sürece kâfir değildir
Kısacası fâcir, Islâm dininin kabul etmediği, yasakladığı iş ve hareketleri yapan; aşırı isyâna dalan; özellikle büyük günahlardan olan zinâ etmek, yalan söylemek, adam öldürmek, içki içmek, hırsızlık yapmak gibi fiilleri işleyen, günâhta ısrar eden; başka öz bir ifadeyle, Allah'ın emir ve yasaklarını çiğneyen kimseye denir Eğer bunları yaparken bir inkâr sözkonusu ise o zaman kişi küfre girmiş olur
Fücûr bir bakıma fısk ile eşdeğer sayıldığı gibi bir başka açıdan da fısktan daha ileri bir noktada ele alınabilir
__________________
FÂHİŞ FİYAT Bir malın, normal fiyatının çok üstünde veya çok altında olan satış bedeline denir
Fâhiş kelimesi, fuhuş mastarından ism-i fâil olup, kök anlamı; söz veya işin çok çirkin olması, haddi ve ölçüyü asmak, yüz kızartıcı iş yapmak demektir Fiyat, bir malın satış bedeli olduğuna göre bir malın fiyatının çok üstünde satılması hâlinde, fâhiş fiyat sözkonusu olur
Islâm'da çeşitli mallara yüzde hesabıyla bir kâr haddi belirlenmemiştir Genel olarak arz ve talep kanunlarına bağlı, serbest rekabet esasları içinde hiçbir yapay müdâhale söz konusu olmadân kendiliğinden oluşâcâk piyasâ fiyatları ölçü alınmıştır
Hz Peygamber ve Hulefâ-i Râşidin genel olarak kendi devirlerinde piyasa fiyatlarına müdâhale etmemişlerdir Allah Resulu'nden Medine'de fiyatlar yükselince narh koyması istenmiş, o bu isteklere şöyle cevap vermiştir: "Fiyat tâyin eden, darlık ve bolluk veren, rızıklandıran ancak Allah ‚tır Ben sizden hiç kimsenin mal ve canına yapmış olduğum bir haksızlık sebebiyle hakkını benden ister olduğu halde Rabbime kavuşmak istemem " (Ebû Dâvûd, Buyû,-49; Tirmizî, Buyû, 73; Ibn Mâce, Ticârât, 27; Dârimî, Buyû, 1 3; Ahmed Ibn Hanbel, II, s327, III, s85, 106, 286) Hz Ömer de hilâfeti zamanında fiyatlara müdâhale etmek istememiştir Hz Ömer (ra) bir gün musallâ çarşısında Hatîb b Ebı Beltea'ya rastlar Hâtıb'ın önünde iki kap doluşu kuru üzüm vardır Fiyatı ucuz bulan halife şöyle der: "Tâif'ten üzüm yüklü bir kervanın gelmekte olduğunu haber aldım Onlar senin fiyatına aldanırlar Ya fiyatı yükselt yahut da üzümü al evine götür, orada istediğin fiyatla sat" Daha sonra Ömer kendi kendine düşünmüş ve Hâtıb'ın evine giderek şöyle demiştir: "Sana söylediklerim ne emirdir ne de hüküm Bu belde halkının hayrı için arzu ettiğim bir şeydir Nasıl ve nerede istersen satabilirsin" (Imam Şâfii el-Ümm, II, s209; Ibn Kudâme, el-Muğnî, IV, s240) Ancak bu delil ve uygulamalar fiyatlara hiçbir şekilde müdâhale edilemez, bu caiz değildir demek için yeterli açıklıkta değildir, çünkü Allahu Teâlâ karaborsacılıktan ve yüksek fiyatlar koyarak, insanların birbirini aldatmasından hoşnut ve râzı olmaz Ayet-i kerimede, "Birbirinizin mallarını aranızda bâtıl yollarla yemeyiniz" (el-Bakara, 2/188) buyurulur Hz Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Bir kimse haksız olarak başkasının malınıalırsa, Allah'ın gazâbına uğramış olarak ilâhı huzura çıkar" (Buhâri, Tevhîd, 24; Müslim, Iman, 222, 224) Buna göre, haksız ve ölçüsüz olarak fiyat yükselten kimse, insanların mallarını bâtıl yollarla yemiş ve onları Allah'ın mübah kıldığı şeylerden mahrum etmiş olur Işte arzedilen delil ve sebeplerle, tabiîler devrinde ahlâkın bozulması, fiyatların sun'ı olarak yükselmeye başlaması ve halkın bundan zarar görmesi üzerine bazı tâbiîn hukukçuları narh koymayı caiz gördüler Saîd b el-Müseyyeb (ö94/712), Rabîa b Abdirrahmân (ö 136/753), Yahyâ b Saîd el-Ensârî (ö143/760) bunlar arasındadır (el-Bâcı, el-Müntekâ Şerhu'l-Muvatta', Mısır 1331 V s18)
Serbest rekâbet sonucu oluşacak piyasa fiyatlarının ne kadar üstüne çıkılır veya altına inilirse fâhiş fiyat meydana gelir? Bu nokta gabn ile ilgilidir Gabn; aldatma, eksik verme ve farkına varmama gibi anlamlara gelir Kendi arasında fâhiş gabn (çok aldatma) ve yesir gabn (az aldatma) olmak üzere ikiye ayrılır Çok aldatma, başka bir deyimle "fâhiş fiyât", normal fiyatın ne kadar üstüne çıkılırsa teşekkül eder? Bunun sınır ve miktarını belirleyen kesin bir ayet veya hadis yoktur Belh fakihlerinden Nusayr b Yahyâ (ö268/881) satım akdine konu olan malların az veya çok tasarrufa uğramalarını göz önüne alarak fâhiş gabni gayrımenkullerde %20, hayvanlarda %10 ve diğer menkul mallarda %5 olarak sınırlamış ve piyasa fiyatının üstünde veya altında bu nisbetler aşılarak yapılacak satışlardaki satış bedelının fâhiş fiyatı oluşturacağını söylemiştir (Ibn Nüceym, el-Bahru'r-Râik, Mısır 1334, VII, s, 169) Hanefilere göre, fâhiş gabinde satım akdinin feshe sebep olabilmesi için ayrıca malı gerçeğe uygun olmayan şekilde anlatmak gibi hile (tağrir) halının bulunması gerekir Çünkü aldatma olmamak şartıyla bir kimse malınıdilediği fiyata satabilir Taraflar ergin, akıllı olunca yaptıkları hukuki muâmeleler geçerli olup, bunu tek yanlı iradeleriyle bozmaya güçleri yetmez Meselâ, bir kimse bin liralık malınıbilerek yüz liraya satsa veya yüz liralık malı yine bilerek bin liraya satın alsa bu mûteberdir, feshe yetkisi olmaz Hatta Mecelle şerhinde çok daha mübâlağalı örneklere yer verilmiştir Meselâ, bir kimse bir liralık malınıbin liraya satsa akit geçerlidir Yani özü bakımından satım akdinde bir bozukluk yoktur Çok fâhiş fiyatla satıldığı öne sürülerek akdin geçerli olmadığı öne sürülemez Ancak böyle bir satım akdi Imam Muhammed'e göre mekruhtur (Ali Haydar, Düraru'l-Hukkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, I, s588; Mecelle, mad 356-360) Zaman ve yer değişikliği olmadan bu kadar oynak fiyata normal bir piyasada ender rastlanır Özellikle kıyemî mal denilen ve standart olmayan mallarda bu mümkündür Meselâ, kilo hesabıyla üçbin TL'na satın alınan eski kaplar arasında bir taneşinin antika eşya olması yüzünden üçyüz bin liraya satılması gibi
Ancak alış-veriş yapanların birbirlerini uyarmaları ve aldatmaya karşı nasihat etmeleri Islâm ahlâkının gereğidir Ashâb-ı kirâmdan Cerîr b Abdillah el-Becelî pazar yerinden bir at satın almak ister Beğendiği bir at için satıcı beşyüz dirhem fiyat teklif eder Cerir, bu ata altıyüz dirhem verebileceğini, hatta sekizyüz dirheme kadar fiyatı yükseltebileceğini bildirir Çünkü atın değeri yüksek olup, satıcı bunun farkında değildir Kendisine "atı, beşyüz dirheme alman mümkün iken, niçin sekizyüz dirheme kadar fiyatı yükselttin" diye sorulduğunda şu cevabı verir: "Biz alış-verişte hile yapmayacağımız hususunda Allâh'ın Resulune söz verdik" (Ibn Hazm, el-Muhallâ, Mısır 1389, IX, s454,vd)
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
FÂHİŞE VE FAHİŞELİK Islâm şerîatının yasakladığı çirkin iş, yüz kızartıcı söz veya davranış Fahşâ; "Dünyada had cezasını, ahirette ise azâbı gerektiren şeydir" (Cürcânı, et-Ta'rifât)
"Kötü ahlâklı; gerçekten cimri; sınırı aşan her şey; söz ve cevapta taşkınlık etme; çok çirkin olan zina olayı Allah'ın yasakladığı her şey, konusurken ve cevap verirken haddi aşan erkek ve kadın ve alışılagelen ölçüyü aşan şey" (Şartûnî, Akrabu'l-Mevârid) Fahşâ, genellikle ‚zina' anlamına gelmektedir Buna göre zinaya ve zina eden kadına fâhişe adı verilmektedir (Ibnü'l-Esir, en-Nihâye, 111/415)
"Hakîkate ve normal ölçülere uymayan her işe fâhişe denilir Ibnu'l Cinni'ye göre bu kelime, cehâletin bir çesidi olup, hilmin karşıtıdır" (Ibn Manzur, Lisânu'l-Arab) Râgıb el-Isfahânî'ye göre, fuhş, fahşâ ve fâhişe kelimeleri son derece çirkin söz ve fiiller olarak tanımlanmıştır (el-Müfredât, Fahşa mad)
Fâhişe kelimesi, Kur'an-ı Kerîm'de onüç yerde geçmektedir Ayrıca dört yerde de çoğulu olan "fevâhiş" zikredilmektedir Âl-i Imrân suresi 135 ayette fena bir iş olarak nitelenmiştir ibn Abbâs'tan gelen bilgiye göre, hurma satan birine güzel bir kadın geldi Kadın, alışverişini yaptıktan sonra, adam onu kucaklayarak öptü Ancak hemen bu davranışına pişman oldu ve Hz Peygamber'e gelip durumu anlattı Bu olay üzerine sözkonusu ayet indi (Vahidi, Esbâbu'n-Nüzül, 105)
Fahşâ ve fâhişe kelimesi, zinadan kinaye olarak kullanılmıştır (en-Nisâ, 4/19) Ayrıca buradaki fahşâ sözcüğünün "Kadının serkeşlik etmesi, kocasına asi olması ve geçimsizlik yapması" anlamlarına geldiği; buna göre kocanın onu isterse evinde tutacağı, isterse kendisinden boşanabileceği ve bunun helâl bir davranış olduğu; Ibn Abbâs'ın rivâyetine göre de "buğz ve serkeşlik etme" anlamlarına geldiği açıklanmıştır Diğer bir rivâyete göre de, söz dinlememek ve bununla birlikte isyan etmek anlamındadır Bu isyânı kadın yapmış ise, Allah, kocasına ondan ayrı kalmasını ve onu hafifçe dövmesini; bundan sonrada kadın durumunu değiştirmezse, kocasının fidye isteyebileceği ifade edilmiştir (Ibn Cerir et Taberî, el-Câmiu'l-usul, V/31S311)
Imam Fahrûddin er-Râzi'nin açıklamasına göre, sözkonusu ayette geçen fâhişe kelimesi, kadının kocasına ve onun yakınlarına eziyette bulunması anlamındadır (er-Râzı, Mefâtihu'l-Gayb, X/II)
Fahşâ ve fahişe kelimeleri, Kur'an-ı Kerîm'de birbirine yakın olmakla birlikte, değişik anlamlarda da kullanıldığı görülmektedir
Şeytanın emrettiği kötü davranış ve hayasızlık; "Babalarınızın nikâhladığı kadınlarla evlenmeyin; ancak (câhiliye devrinde) geçen geçmiştir Şüphesiz o bir hayasızlık (fâhişe)dir O ne kötü bir sözdü ve ne kötü bir yoldu" (en-Nisâ, 4/22) el-Bakara, 2/169 ayeti de aynı anlamdadır
Fahşâ, evlilikten sonra fuhuş yapma anlamında kullanılmıştır: "O halde fuhuşta bulunmayan, gizli dost edinmeyen namuslu kadınlar olmak üzere yakınlarının izniyle nikâhlayın" (en-Nisâ, 4/25) Çıplak olarak Kâbe'yi tavâf etme ve şirk koşma anlamında: (el-A'râf, 7/8); Hz Lût Kavmi'nin yaptığı çirkin fiil (homoseksüellik) anlamında: "Sizden hiç kimsenin yapmadığı hayasızlığı mı yapıyorsunuz? Çünkü siz, kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz Hayır, siz haddi aşan bir kavimsiniz"(el-A'râf, 7/80-81, ayrıca bk el-Ankebût 31/28) fahşâ, zinâ fiili olarak da kullanılmıştır: "Zinaya yaklaşmayın; çünkü o fahişedir ve ne kötü bir yoldur" (el-Isrâ, 17/32)
Bunlardan başka "insanlar arasında yayılan kötülük ve fuhşiyât" anlamında da kullanılmıştır: "Şüphesiz müminler arasında fuhşiyâtın yayılmasını sevenler için dünyada rezillik ve ahirette çok acıklı bir azâb vardır" (en-Nûr, 24/19)
Ayrıca fahişe kelimesinin çoğul şekli olan "fevâhis" ile had cezasını gerektiren şeylerin kasdedildiği rivâyet edilmiştir (el-En'âm, 6/151; el-A'raf, 7/33; eş-Şûrâ, 42/37; en-Necm, 53/32)
Gazalı ise fâhişe kelimesini çirkin söz anlamına almış ve onu dilin bir afeti olarak kabul edip, şöyle demiştir:
"Hz Peygamber, Bedir günü müslümanların müşrik ölüleri hakkında kötü sözler söylemesine müsaade etmemiş, böyle bir hareketin çirkin olduğunu anlatmıştır Bu hususta "müminin; kötüleyen, lânetleyen ve ağız bozan fâhiş veya fâhişe biri olamayacağını söylemiştir Bir hadislerinde de, ağız bozan-fâhiş söz söyleyen-kişiye cennetin haram olduğunu açıklamıştır
Bir sözün fâhiş olması veya fâhişe olarak nitelendirilmesi, o sözün çok açık kelimelerle çirkin bir şekilde dile getirilmesi ile göze çarpar Bu tür sözler, genellikle gıybet konusunda kullanılır Fesat çıkarmak isteyenlerin açık seçik kullandıkları çirkin sözler vardır Dürüst kimseler, bu çirkin fâhişe sözleri kullanmazlar, onları gizlerler; onların yerine mecazlı ve rumuzlu ifadeler kullanırlar Ibn Abbâs (ra) şöyle demiştir: "Allah (cc) hayâ sahibidir, bağışlayandır ve sözlerinde kinâyeli davranır Meselâ "cimâ" konusunda lems (dokunma), duhûl (girme) ve muhabbet gibi fâhiş olmayan kinâyeli ibâreler kullanmıştır" (Gazâlî, el-Ihyâ, III/152-153)
Bazı sözleri, delâlet ettikleri anlamlarının üzerine başarak ve bizzat isimleri ile aktarmak fâhiş harekette bulunmaktır Edebe uymayan sözler yerine mecaz ve kinâyeli sözler kullanmak Islâm ahlâkına daha uygundur
Ayrıca fâhişe kelimesinin namuslarını satan zâniye kadınlar hakkında da kullanıldığı bilinmektedir
Insan, ahireti kazanma melekeleriyle donatılmış, ama bu kazanma başarısını dünya hayatında gösterecek, toprağa, yere bağlı bir yaratıktır O, dünya hayatını yaşaması için kendisine verilen birtakım sevgi ve tutkuları ahiret yönünde kullanmak zorunda olduğu gibi, fıtratı ve aynı zamanda dünyevi saadeti de bunu gerektirmektedir Kur'an-ı Kerîm'in ifadesiyle, "Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere karşı kuvvetli bir tutkunun kendisi için bezenip, süslediği insan " (Âlu Imrân, 3/14), bu tutkusunu dünya hayatını yegane amaç haline getirmeden ve başkalarının aleyhine ve zararına doyurmaya çalışmadan, Allah'ın çizdiği yoldan giderme çabasında olduğu sürece, hem madde-mana dengesini kendinde kurarak şahsiyetinin oluşmasını sağlayacak, hem ferdî, hem toplumsal hayatı, hem de yeryüzündeki genel insanı hayat ve insan-tabiat ilişkisi tam bir âhenk ve sulh içinde sürecektir Ne var ki, insanın ilim, madde ve mânâ açısından tekâmül edip, tüm yaratıkların üzerinde kendisine tanınan şerefli mevkiini alabilmesi için yaratılışına ekilen ve karşısına çıkarılan birtakım kötü güçler, onu sürekli biçimde tutkularının kölesi yapmaya ve onları doyurma yolunda sınır tanımadan kendisi, hemcinsleri ve tüm yeryüzü için hayatı çekilmez bir hâle getirmeye uğraşır Bunun sonucunda, insanın arzularını giderme uğraşında normal, insanı ve-fıtrî çizginin dışına taşıp, sapık yollarda tatmin araması; sözgelimi nikâhsızlık, zinâ ve benzeri ilişkilere girmek, bu tür ilişkileri normal ve hattâ özendirici hâle getirmek, kadınları birer basit tatmin aracı derecesine düşürmek, kısaca nikâh muâmelesi ve iffet duygusuyla fitrî ve vasat çizgide tutulması gereken şehvet güdüşünü her türlü ahlâksız ilişkiye vasıta kılmak, Kur'an'ın ‚fahşâ' kelimesiyle niteleyip, şiddetle yasakladığı bir durumdur Şeytan, fahşâyı emrederken (el-Bakara, 2/169, 268), Allah, açığı ve gizlisiyle her türlü fahşâyı haram kılmıştır (el-A'râf, 7/33) ve namazın insanı fahşâdan uzaklaştırıcı bir amel olduğunu da vurgulamıştır ‚Fahşâ', toplumları yıkıma götüren en feci faktörlerden birisi olagelmiştir
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
FAİZ PARASINDAN İKRAM: İslam'ın faizi en büyük günahlardan saydığını biliyoruz(bk Buharî, Vasâae 23, Hudûd 44; Müslim, Imân 144) Anaya-babaya iyi davranmanın, Allah (cc)'a ibadetin hemen ardından geldiğirnde biliyoruz(K E1-isrâ (17) 23) Öyleyse bu dengeyi iyi ayarlamak zorundayız "Yaratana isyan sözkonusu olan yerde yaratılana itaat edilmez"(Buhari, Ahâd müslim, Imaret 39; Ebu Davûd, Cihad 87; Nesâi, Bey'at 34; Ibn Mâce, Cihad 40; Müsned 1/94; 409, IV/426, V/66) esasını ayar olarak kullanırsak, işler biraz daha kolaylaşır Faizin sadece yenmesi değil; hesabının tutulması, alınması, verilmesi, yardımcı olunması vb de haram olduğuna ve haramları yapmak, Allah (cc)'a isyan sayılacağına göre, bir kimse, Babası dahi olsa, bir kulu memnun etmek için bunları yapamaz
__________________
FAİZ PARASININ VERİLECEĞİ YER: Her ne maksatla olursa olsun, faize ve faiz muamelesi yapan kuruluşlara para yatırılamaz Her nasılsa bankaya yatırılan bir paranın faizi de bankaya bırakılamaz: Böyle bir davranış, belki de faiz alıp yemekten daha büyük bir vebaldır
Çünkü faizin haram oluş hikmetlerinin başında, onun sömürüye, zûlme sebep olması, servet sahiplerinin fakiri ezmelerine imkân sağlamasıdır Biriken faizi almamak, bu sömürü ve zûlüm mekanizmasını iki kere güçlendirmek olur Alınca da bunu kişi sahsına ve hayır işlerine harcayamaz En doğrusu, faiz parası halkın sırtından soyulduğu için yine halka çevrilmeli ve kötü bir para olduğuna dikkat çekmek için de, meselâ umuma ait tuvalet gibi yerlere harcanmalıdır Ne gariptir ki, duyduklarımız doğru ise, özellikle doğudaki vatandaşlarımızın bankalardan milyarlarca faizsiz yatırılmış mevduatları varmış Bu, cahil müslümanın maskara oluşunun tarihi bir delili sayılmaya sezadır
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
FÂİZSİZ EKONOMİ
Fâiz ve ribâ sözcükleri eş anlamlı olup, Islâm ekonomisinde bir terim olarak, mübâdeleli akitlerde taraflardan birisinin hakkı kabul edilen ve akit sırasında şart koşulan veya örfleşmiş bulunan fazlalık anlamına gelir Faiz; ölçü, tartı veya sayı ile alınıp satılan standard (mislî) mallarda cereyan eder Altın, gümüş ve nakit para çeşitleri de buna dahildir Kur'ân-ı Kerîm'deki ribâ âyetleri (er-Rum, 30/39; en-Nisâ, 4/160-161; el-Bakara, 2/275-279) Hz Peygamber (sas)'in bu konudaki hadis ve uygulamaları (Müslim, Musâkât, 17, 80, 81, 102, Hac, 147; Ebu Dâvud, Büyû, 19) Incelendiğinde fâiz yasağının haksız kazancı önlemek, paranın yalnız mübadele aracı olarak kalmasını sağlamak, ödeme darlığı çekenleri istismar ettirmemek, kamu ve özel sektöre daha sağlam kredi imkânları sunmak, mâliyetleri düşürmek ve paranın satın alma gücünü korumak gibi sebeplere dayandığı görülür
Konu biraz açılacak olursa, şunlar söylenebilir: Faizli kredilerde ana paranın faiziyle birlikte geri ödeme taahhüdü, taraflardan birisini haksız kazançla karşı karşıya getirir Kredi kullananın zarar ettiği halde, ana para ve faizi ödemek zorunda kalması veya bu kredi sayesinde yüksek satın alma gücü elde ettiği halde bunun önceden miktarı belirlenmiş küçük bir kısmını sermaye sahibine ödemesi, rizikoyu tek yanlı hale getirir Ubâde b es-Sâmit (ra)'den Allah Rasûlünün şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Âltın altınla, gümüş gümüşle, buğday buğdayla, arpa arpa ile, hurma hurma ile ve tuz tuz ile, misli misline, birbirine eşit ve peşin olarak mübâdele edilir Cinsler farklı olursa, peşin olmak şartıyla, istediğiniz gibi satış yapınız Her kim fazla verir veya alırsa ribâ muâmelesi yapmış olur" (Müslim, Musakat, 81; Ebû Davud, Büyü, 18; Tirmizi, Büyü, 23) Islâm hukukçularının çoğunluğu, bu hadiste zikredilen altı maddeyi "örnek kabılinden" saymış; maddelerin mislî oluşuna bakarak, ölçü veya tartı ile alınıp satılan tüm malların mübâdelesinde, cins birliği olunca "fazlalık" ve "vadenin"; cins farkı bulunduğunda ise, yalnız vadenin fâiz olacağı görüşünü benimsemiştir (el-Cassas, Ahkâmül-Kur'ân, II, 124) Sırf vade sebebiyle meydana gelen faize "nesîe ribâsı" denir Beş bin doların, üç ay sonra teslim alınacak on bin mark'la değisimi halinde, bu çeşit ribâ söz konusu olur Para peşin mal veresiye bir akit olan selem, istisnâ ve mislî malların faizsiz olarak karz-ı hasen verilmesi konunun istisnalarıdır
Hz Peygamber (sas)'in yukarıda da anlattığımız uygulamaları, faizi anlamada yardımcı olabilir Ashâb-ı Kirâmdan Fudâle b Ubeyd (ra) Hayber günü boncuk ve altın dizili bir gerdanlığı 12 dinara (yaklaşık 48 gr altın para) satın almış, yalnız altınların 12 dinardan daha ağır olduklarını anlayınca, durumu Hz Peygamber (sas)'e sormuştur Bunun üzerine "Rasûlüllah altın altına karşılık tartı iledir Altınlar ayrıca tartılmadıkça satın alınmaz" buyurmuştur (Müslim, Musakat, 17) Muâviye devrinde gümüş para ile gümüş ziynet eşyasının, tartılarak eşit ağırlıkta mübâdele edildiği nakledilir (Müslim, Musakat, 80) Bu duruma göre, meselâ; 15 gram ağırlığındaki bir bileziği 8 dinara satın alsak; gerçekte 32 gr altın parayla,15 gr bilezik şeklindeki altını mübâdele etmiş oluruz Böyle bir piyasada dinarlar ziynet eşyasının çok değer kazanması sebebiyle sarraflarca eritilerek ziynete dönüşür Bunun aksine 32 gr ağırlığındaki bir bileziği 4 dinara satın alsak, gerçekte bu bileziği 16 gr altın para ile değişmiş oluruz ki, böyle bir piyasada altın ziynet eşyaları da darphanede eritilerek dinara dönüşür Asr-ı saadette altın veya gümüş paranın kendi cinsleriyle mübâdele edilirken peşin ve eşit ağırlıkta olmasının şart koşulması, paranın maden değerinin üstünde veya altında nominal (itibarî) değer kazanmasını engellemiştir Yani para ile kendi cinsinden imal edilen altın veya gümüş ziynet eşyası arasında bir satın alma gücü farkının oluşmasına, başka bir deyimle, o devirlerde enflasyonun oluşmasına İslam'ın fâiz yasağının engel teşkil ettiğini söyleyebiliriz
Fâiz, ekonominin olmazsa olmaz bir rüknü değildir Ekonomik faaliyetlerin fâizsiz bir sistem içinde daha sağlıklı bir biçimde yürütülmesi mümkündür Ancak bu yapının oluşabilmesi için, sistem bazında aşağıdaki noktalara ağırlık verilmesi gerekir
1) Paranın satın alma gücünün sağlam bir esasa bağlanması Günümüz dünya ekonomilerinde kâğıt para kabul görmüş örfi bir paradır J Dobretsberger, Mısır'da MÖ 1600 yıllarında banknot tedâvül edildiğinin belirlendiğini söyler Iktisat tarihçilerinin sözünü ettiği bu uygulama (Feridun Ergin, Iktisat, Istanbul 1964, 569), Hz Yusuf (as)'un Mısır merkez olmak üzere Orta Doğu yöresinde uyguladığı, çeyrek yüzyılı içine alan bir dizi ekonomik tedbirlerin bir parçasıdır O, yedi yıllık bolluk yıllarında halkın elindeki ihtiyaç fazlası hububatı ve tasarrufları devlet hazıne ve depolarına emânet olarak almış, sahiplerine emânet bıraktıkları şeylerin cins ve miktarını belirten birer makbuz vermiştir Elinde böyle bir makbuz olan kimse, belge üzerinde yazılı cins ve miktardaki altın, gümüş veya hububatı dilediği zaman çekebilirdi Ticaretle uğraşanlar hâmiline yazılı olan bu makbuzları mal ve para yerine kabul ediyorlardı Hattâ belgeler Fenike ve Mezopotamya'ya kadar yayılmıştı Temelde vahye dayanan bu uygulamada kâğıt banknotun arkasında mislî (standard) eşyanın bulunduğu açıktır (Yusuf, 12/ 10; Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, Istanbul 1960, IV, 2861)
Kâğıt paranın 16 yüzyıldan itibaren Avrupa'da, 19 yüzyıldan itibaren ise Osmanlılarda ortaya çıkışı ve gelişme süreci, daima altına göre olmuş ve satın alma gücünü altından almıştır Durum böyle olunca, altınla ilgili hükümleri, onu temsil eden kâğıt paraya uygulamada tereddüt edilmemiştir Günümüz ekonomisinde kâğıt para veya benzeri menkul kıymetlerin altın başta olmak üzere bazı misli eşyaya bağlanması, satın alma gücünü temsil ettiği mislî maldan alan sağlam bir para anlayışını ortaya çıkarabilir Enflasyona karşı kendisini koruyabilen böyle bir para, karz, kredi ve sermaye birikimi için daha elverişli hale gelir
2) Karz-ı hasen'e işlerlik kazandırmak Allah (cc) ihtiyaç sahiplerine ödünç para vereni övmüş, âhirette ona kat kat ecir verileceğini bildirmiştir (el-Hadıd, 57/11)
Diğer yandan, hadis-i şeriflerde; iki defa ödünç verenin bir defa tasaddukta bulunmuş sayılacağı (Şevkanî, Neylül-evtar, V, 229) Bir sadakaya on katı, karz-ı hasene ise on sekizkatıecir verileceği nakledilmiştir (Ibn Mace, Sadakat, 19)
Islâm'da faizsiz ödünç para verme yoluyla kısa vadeli ve küçük kredileri temin etmek mümkündür Ticari olmayan ihtiyaçlar, dar ve sabit gelirlilerin kısa süreli para sıkıntıları ve yine esnaf ve tüccarın geçici ve kısa süreli ekonomik finansmanları bu yolla karşılanabilir Günümüzde çek ve senetlerin ödenmesinde veya protesto olan senet bedellerinin karşılanmasında tüccar sık sık kısa süreli, kimi zaman birkaç saatlik kredilere ihtiyaç duyar Bu gibi kısa süreli ihtiyaçların hısımlar, esnaf, tüccar ve komşular arasında çözümlenmesi ve bundan maddî bir yarar beklenmemesi en güzel ve kalıcı bir çözümdür Bu uygulama müslümanları birbirine yaklaştırır, iyilik yapma duygularını güçlendirir, ayrıca taraflar sürekli olarak karz-ı hasen sevabı kazanırlar
Kısa vadeli küçük kredilerin daha düzenli ve faizsiz olarak temini için, "yardımlaşma sandıkları"da oluşturulabilir Bu sandığa her ay belli âidat ödenerek, ihtiyaç olduğunda biriken primlerin birkaç katına kadar kredi alınması ve bunun anlaşma şartlarına göre geri ödenmesi mümkündür Diğer yandan böyle bir sandık ticaret ortaklığı olarak düzenlenirse, kullanılmayan krediler işletilir ve daha büyük krediler sağlama imkânları meydana getirilebilir Sandık, ortaklarının çek ve senet tahsillerini yapar, vadesiz mevduatlarına da sahip çıkabılirse, küçük çapta banka işlemleri bu çerçevede ve faizsiz olarak çözülebilir
Islâm'da özel sektörün uzun vadeli ve büyük kredi ihtiyaçları için "kâr-zarar ortaklığı" esası getirilmiştir Mudâraba ve muşâraka bunlar arasında sayılabilir Kredinin süresi ve hacmi büyüdükçe, bunu karz-ı hasen ölçüleri işinde çözmek mümkün olmaz
3) Mudâraba ortaklığı Bir ortak sermayeyi, diğeri emeğini ortaya koyarak şirket kurabilirler Buna mudâraba denir Islâm'da mudâraba, özel sektörün uzun veya kısa vadeli her çeşit kredi ihtiyacını karşılamak için elverişli bir ortaklık çeşididir Elinde büyük sermaye birikimi olan birçok kimseler bunu işletmek, bir ticaret işinde kullanmak ister Ancak bilgisi, tecrübesi veya sağlığı elverişli olmadığı için bu arzusunu gerçekleştiremez Yine toplumda bilgili, yetenekli ve ticaret işine yatkın bir çok kimseler de sermaye yokluğundan dolayı ticarete atılamaz Işte, mudâraba, birbirine muhtaç olan bu iki unsuru bir araya getirir Ve iki taraf da bundan kârlı çıkar Böylece toplumda muattal kalan sermayeler ve iş bulamayan kabıliyetler değerlenmiş olur Bu çeşit ortaklık itimada dayanır Işi yürütmeyi üzerine alan ortak güvene lâyık olmaya çalışır Giderek dürüst iş adamları meydana gelebilir Işletmeci (mudârib), emeğinin karşılığı olarak net kârın sözleşmede belirlenen yüzdesini alır Bu kâra mahsûben avans olarak maaş da alabilir Hesap dönemi sonunda zarar ortaya çıkarsa, bu yalnız sermaye sahibine aittir Zarar, önce kârdan karşılanır Kâr yeterli olmazsa ana paradan ödeme yapılır Bu takdirde işletmeci herhangi bir şey alamaz Kasıt ve kusuru bulunmadıkça işletmeci zarardan sorumlu tutulmaz Zarar halinde, sermaye sahibi sermayeşinin tamamını veya bir bölümünü kaybederken işletmeci de emeğinin karşılığını alamamaktadır (es-Serahsi, el-Mebsût, XXII,19, 98; el-Kâsânî, Bedayıus-Sanayı', VI, 87, 98; Ibnül-Hümam, age, V, 58, 70 vd; Ibn Rüşt, Bidâyetül-Müctehid, II, 204)
Mudârabe ortaklığının bir başka önemli yönü de, ortaklığın yürütülmesinde işletmeciye tanınan esnekliklerdir Işletmeci, kendisine verilen sermayeyi işletmek üzere üçüncü şahıslarla yeni ve ayrı mudâraba ortaklıklarına girebilmekte, hattâ bu ortaklıklar çok sayıda olabilmekte ve bunların sayısına bir sınırlama getirilmemektedir Mudârabanın bu özelliği, Islâm bankacılığının esasını oluşturur Sermaye sahibine veya sahiplerine ilk işletmeci muhatap olacağı için, onun menfaati zedelenmez Belki daha iyi işletme yüzünden kâr marjı artabilir Işletmecinin yaptığı işi, daha düzenli ve geniş ölçüde bir kuruluş yaparsa; tasarruf sahiplerinin mevduatını ticarete ve yatırımlara yönlendirdiği, dürüst ve yetenekli alt işletmeci (mudârib)leri bulmada aracılık ettiği için, ilk mudâraba anlaşmasında belirlenen işletme kârını almaya hak kazanır Faizsiz kredi kullandıran böyle bir finans kuruluşu, mevduat sahiplerine daha fazla kâr verebilmek için gereken ihtimamı gösterir Aksi halde kâr miktarının belirsiz oluşunun yaratacağı olumsuz etki kendisini gösterir
4) Muşâraka (inan) ortaklığı Iki ve daha çok kişinin ticaret yapmak, elde edecekleri kârı paylaşmak üzere ortaklık kurmasıdır Tasarrufların doğrudan yatırımlara ve ekonomik faaliyetlere sevki, sanayı, ticaret ve tarım kesiminde sermaye birikimi oluşturulması, muşâraka yoluyla mümkündür Burada her ortak şirkete belli miktar sermaye veya hem sermaye, hem de emeği ile ortak olur Net kârın paylaşılması serbest sözleşme ile olur Zarara katlanma ise sermaye oranlarına göredir
Muşâraka'da ilk ana para mala dönüştükten sonra, ortakların hakları şirketin mal varlığı üzerinde kuruluştaki hisse oranlarına göre devam eder Hesap dönemi sonlarında dağıtılmayan veya kısmen dağıtılan kârlar veya enflasyon gibi sebeplerle şirketin mal varlığının büyümesi, ortakların hisselerinin de büyümesi anlamına gelir Bu fazlalığın hisse senetlerine yansıtılması gerekir Meselâ;100 kişi, her biri 1 milyon TL koyarak bir ticaret şirketi kursalar; 5 yıl sonra şirketin mal varlığı yeniden değerleme sonucu 3 milyar Tlna yükselmiş bulunsa, her ortağın hissesi mal üzerinden 30 katına, yani 30 milyona çıkmış olur Eski hisse senetlerinin 30 milyon yazan yenileri ile değiştirilmesi gerekir Böyle bir şirketten bir ortak ayrılmak isteyince, mallar bölünebilir cinstense, malın % 1'ini alır veya ortağın hissesi şirketçe ödenerek geri kalan ortakların hisselerine eklenir Ya da bu hisse pazarlık yoluyla üçüncü bir şahsa satılabilir (es-Serahsî, age, 151; el-Kâsânî, age, VI, 57-62; Ibn Kudame, el-Muğnî, V, 27)
Islâm'da, bir şirket yatırımlarını büyütmek isterse, mudâraba veya muşâraka esasına göre, kısa veya uzun vadeli bütün kredi ihtiyaçlarını doğrudan tasarruf sahiplerine başvurmak suretiyle karşılayabilir Ancak yeni hisse senedi çıkarıldığında, eski hisse senetlerini yeniden değerlemeye tabi tutarak şirketin o tarihteki mal varlığını eski senetlere yansıtmak gerekir Aksi halde daha önceki yıllarda dağıtılmayan kârlara yeni hissedarlar da ortak yapılmış olur
Bu gün ülkemizde anonim şirketlerin çeyrek yüz yıl önce, o günün kıymetlerine göre çıkarılmış hisse senetleri halkın elinde bulunmaktadır Yıllarca tamamen veya kısmen dağıtılmayan kârlar, kullanılan krediler ve enflasyonlar yüzünden, şirket mal varlığındaki gerçek karşılığı bazan 150-200 katını aşan bir hisse senedinin 3-5 misli nominal bir değerle alıcı bulması çözüm için yeterli değildir Şirketlerin mal varlıkları yeniden değerlemeye tabi tutularak, ellerinde o şirketin hisse senedi olanlara yeni değerler üzerinden hisseleri verilmelidir Üzerinde bir milyon yazan, fakat ticaret şirketindeki mal karşılığı elli katına çıkmış bulunan bir senedi 3 milyon nominal değerle satan ortağın, gerçekte 50 milyona yakın bir satın alma gücünü 47 milyon TL eksiğine devrettiği halde, %300 kârla sattığını düşünmesi, ekonomik gerçeklerle çelişmektedir
Diğer yandan Islâm ekonomisinde altın, gümüş ve öteki mislî mallar şirket sermayesi olarak belirlenebilir Hatta bazı müctehidler fels adı verilen ve maden değeri dışında nominal (itibarî) bir değerle dolaşan madenî paraların (altın ve gümüş para dışında) şirketlerde ana para olamayacağını söylemişlerdir Osmanlılarda 1464 M tarihinden itibaren kurulmaya başlayan para vakıflarında altın ve gümüş para mudârabe veya bidâa (kârın tamamı vakfa ait olmak üzere vakıf parasını işletmek) yoluyla esnaf ve tüccar için önemli finansman kaynağı olmuştur Hatta buğday, arpa vb diğer mistî mallar da vakfedilmiş, bunlar altın veya gümüş paraya çevrildikten sonra, yine finans ihtiyacı olanlara mudâraba veya bidâa yoluyla kredi olarak verilmiştir Vakıf, anaparayı bu şekilde kredi olarak kullandırmaya devam eder ve elde edilen kârdan vakfın hissesini, vakfedilen cihete harcardı (el-Mavsılî, el-Ihtiyar, III, 14, 15; Ibn Âbidin, Reddül-Muhtar, Tercüme, A Davudoğlu, Istanbul 1983, IX, 278, 279)
Kredi kaynaklarından başka, devlet bütçeşinin yatırımcılara kullandıracağı krediler, borçlarını ödeme güçlüğü çekenlere zekât fonunun desteği, ziraat ortakçılığı esasına göre dağıtılacak tarım kredileri de sayılabilir
Buna göre Islâm ekonomisi her konuda olduğu gibi ekonomik problemlere gerçekçi çözümler getirmiştir Bu sistemde, tasarruf sahipleriyle müteşebbisler doğrudan temas halindedir Krediye ihtiyacı olan iş adamı dürüst çalışır, sermaye sahiplerini gerçek mal varlığına ortak yapar ve gerçek kârı paylaşmaya, ya da ortakların ana paralarına eklemeye razı olursa, kredi problemine faizsiz çözüm yolu bulmak mümkündür Günümüzde faizli kredi mâliyetlerinin %100'ü aştığı bilinmektedir Müteşebbisler bu kredileri ürettikleri malın mâliyetine yansıttıkları için, fâiz, eşya fiyatlarının normalın üzerinde yükselmesine sebep olmaktadır Böyle bir kredi, çıkarılacak kâr-zarar tahvilleriyle, mudâraba veya muşâraka ölçüleri içinde kullanıldığında ise, üretim maliyetleri önemli ölçüde düşer Taraflar ve toplum meşrû ticaretin bereket ve semeresini hissetmeye başlar
Toplumun ihtiyaç maddelerini üretip dağıtanlar ve ekonomik faaliyetleri dürüst olarak yürütenler Allâh Rasûlünün diliyle şöyle öğülmüştür:
"Bir kimse gıda maddelerini (toplumun ihtiyacı olan şeyleri) toplayıp günün rayıç fiyatı ile satsa, sanki bunları yoksullara ve ihtiyaç sahiplerine tasadduk etmiş gibi ecir alır" (Ibn Mace, Ruhün, 16); "Gönül hoşluğu ile görevini yerine getiren, harama el uzatmayan veznedar, Allah rızası için sadaka verenin ecrini alır " Yani harcaması ve transferi kendisine emânet edilen bütün paraları yolsuzluk yapmaksızın hak sahiplerine ulaştırdıkça sanki onları yoksullara dağıtmış gibi sevap kazanır" (Buhârî, Zekat, 25)
__________________
FAİSIZ FİNANS KURUMLARI Faizsiz finans kurumlarına gönül rahatlığı ile para yatırabilir miyiz? Neden bu kurumlar banka faiz oranlarına yakın bir kâr payı veriyorlar? Ayrıca diğer bankaların % 85'e varan son faiz ayarlamalarından sonra, bu kurumlar da kâr oranlarını yükselttilerBu kurumlara gönül rahatlığı ile para yatırabilir miyiz?
Müslümanların iktisadı yönden de bağımsız ve güçlü olmaları önemli bir olaydır Medine Site Devleti'nde teşebbüs edilen ve kazanılan ilk savaş iktisadî savaştır denebilir Bu açıdan böyle faize (sömürüye) dayalı kapitalist bir ekonomi ortamında Islâm'a dayalı bu tür müesseselerin kurulması doğrusu bizim gönlümüze su serpmiştir Ancak bunların dayandığı esas prensipler ve çalışma biçimleri hakkında Islâm iktisatçıları henüz son sözü söylemiş değillerdir Belki meselenin detayını iyi bilmediğimiz için bizler gibi canhiraşane bu müesseseleri savunanlar, faizli sisteme alternatifolduğunu söyleyenler, inancının gereğini yaşamak isteyenlerin çalıştıramadıkları sermayelerinin ancak bu yolla ezmekten kurtulacağını, hatta helâlinden nemalanacağını iddia edenler, hatta daha iyimser davranarak faizli sisteme öldürücü darbenin ancak bu yolla vurulabileceğine inananlar bulunmakla birlikte, yine bizim basınımızda ve yine yerli ve yabancı müslüman iktisatçilar tarafından bunların eleştirildiği ve inananların elinde âtıl halde bulunup, mevcut kapıtalist sistemlerin yaşayabilmeleri için ihtiyaç duydukları paranın, bu sistemlere kan takviyesi olmak üzere piyasaya kazandırılma hilesi olarak görüldüğü, bunların, adlarına kâr ortaklığı demekle beraber, yaptıklarının netice itibarı ile faiz olmaktan başka bir şey olmadığı, "ihtiyacı olan öküzü, peşin yüzbin lira bulamadığı için bir yıl vadeli faizle ikiyüz bin liraya satın almak zorunda kalan çiftçi Mehmet Efendi'nin bu sisteme müracaat etmesiyle, yine bir yıl sonra ödemek üzere ve yine ikiyüz bin liraya satın alabileceği, neticede isimden başka bir şeyin değişmeyeceğini" savunanlar da oldu Bütün bu olanlar bu kurumların Islâmîliğinin herkesçe kabul edilebilmesi için daha çok bilgiye ve zamana ihtiyaç olduğunu gösteriyor Sözünü ettiğiniz, kâr oranlarının faize göre ayarlanması aslında işin püf noktasını oluşturuyor değildir Her ticari ortaklık kâr etmek için kurulur Bunun içi de piyasa şartlarını göz önünde bulundurmak zorunda kalır Eğer bu bir kâr ortaklığı ise ve kârın dağıtılma oranı da tarafların rızasına bağlı ise, o zamanki piyasa şartlarına göre o oranda, şu andaki piyasa şartlarına göre de bu oranda kâr veriyorum diye bilirler Bunu fıkhî bir baza oturtmak, ya da kitabına uydurmak o kadar zor değildir Bizi bu teferruata götüren sebep, bu kurumların biriyle alâkalı olarak bir tüccarın yaşadığı bir uygulamadır: "Diğer bankalara çok büyük miktarlarda para yatıran mevduat sahiplerine bankalar, tahakkuk edecek faizin dışında hediye adıyla çeşitli ödemelerde bulunmaktadırlar Ben de bunu emsal göstererek aynı şeyi paramı yatırdığım A Finans Kurumundan istedim Onlar da bir ön şart olarak bana onbeş milyon değerinde bir bilgisayar vermeyi kabul ettiler Şimdi benim bunu almam caiz midir? diye soruyordu bu tüccar İşte Islâm nokta-ı nazarından kitabına uydurulamayacak uygulamaların bir örneğidir bu Bu alış veriş akdinde, akdin gerektirmediği bir şarttır ve muamelenin fasit (faizli) bir muamele olmasını sonuç verir: Aslında bu müesseselerin değerli ve güvenilir fıkıh danışmanları bulunduğuna ve bu gibi uygulamaların onların gözünden kaçmayacağını gören, "acaba kazanma hırsı müslümanları, menfi cevap alacakları şeylerin hükmünü sormamaya mı itiyor?" diye aklımıza takılıyor Biz, ihtiyaç kaydını ihmal etmekle beraber bu müesseseleri; faiz (sömürü) sistemine alternatif olarak kuruldukları, en az Türkiye'deki hissedarlarının inanan insanlar olduğu, uygulamalarını güvenilir fıkıhçılara danışarak yaptıkları ve belki de daha önemlisi elindeki üç-beş kuruş tasarrufu kapıtalizmin çarkları arasında eriyen müslümanlara bir başka alternatif gösteremediğimiz için tavsiye ediyor ve yaşamalarında fayda görüyoruz Ama bu tür fasit uygulamalar gördükçe de daha çok kazanma hırsının, müslümanlârı dahi fikren müslüman olmakla beraber fiilen kapıtalistleştireceğinden korkuyoruz
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
FAİZSİZ FİNANS KURUMLARI-2 Şu sorulara cevap verelim:
1 Milyonların ihtiyaç içerisinde ızdırap çektiği bir ülkede, zenginleşebilmek, bankada mevduat biriktirmek caiz midir?
2 1400 küsür yıllık Islâm tarihinde "inanmış" zenginlerden bir kaç isim verebilir misiniz?
3 Iki yıl önce bir dergi söz konusu faizsiz banka(!) yöneticilerinden birinin otuz yedi milyar mal varlığından sözetmişti Türkiyemizde ilâhî ölçülere bağlı olarak bu miktarı biriktirmek mümkün olabilir mi?
5 Meşru bir teşebbüs %100 kâr vereceğim diyebilir mi? Ticaretin sonucu sadece kâr mıdır?
Önceki yazımızda biraz "yutkunmak" zorunda kalmış olsak dahi bu müesseseler hakkında bildiklerimizi söylemeye çalışmış ve bunlardan birisinin bir müşterisinin bize anlattığı uygulamanın fasit, yani faizli bir akid olduğunu bunların bankalarla olan irtibatlarının mahiyet ve düzeyini henüz iyi bilmediğimi, kâr oranı ayarlamalarının tarafların rızasına bağlı olduktan sonra akde zarar vermeyeceğini, güvenilir fıkıh danışmanlarının bulunduğunu ve muamelelerinde onlara danışma prensibiyle çalıştıklarını, bizim biraz da müslümanlara başka alternatif gösteremeyeceğimiz için bunları gözden çıkaramayacağımızı anlatmaya çalışmıştık Şimdi çalışma prensiplerini biraz daha yakından öğrenmemizin gereği anlaşılmış oldu
Soruların her biri müstakil bir cevap isteyen sorular olmakla beraber kısaca cevaplamaya çalışalım:
1 Bir şeyin caiz olup olmaması ile en iyi davranış olup olmaması farklı şeylerdir Şu anda meşru ölçülerle çalışan bir kâr ortaklığı sistemine müslümanın parasıyla ortak olması caizdir Ama belki bu, en rasyonel seçenek olmamış olabilir O takdirde ona alternatif bulmak gerekir Bunu kendisi bilmiyorsa elinden tutan da yoksa, iktisaden sıfırlansın mı, yoksa hiç olmazsa mal varlığını korusun mu?
2 Islâm özel mülkiyete karşı olmadığı gibi servete sınır da getirmemiştir Karşı olduğu şey insanın malın kulu (abdü'd-dinar) olmasıdır Bu derekeye düşmeyen bir müslümanın zengin olması fakir olmasından daha iyidir Hz Süleyman, Hz Ibrahim, Osman ve Abdurrahman b Avf Efendilerimiz servetin kulu olmayan zenginlerimize misâldirler Ne var ki, zenginlerin "abdü'd-dinar" olmamaları çok zor bir imtihan konusudur ve bunda başarılı olanlar çok çok azdır Fakat, Kur'ân-ı Kerim'i bu açıdan baştan sona taramış ve çıkan manzara karşısında hayrete düşmüştüm Yüzü aşkın ayet-i kerime zenginliğin tehlikelerinden, azdırıp helâkına sebep olduğu kavimlerden söz ederken, bir tek ayetin dahi fakirliğin tehlikelerinden sözetmemesi cidden çok düşündürücüdür Halbuki kapıtalist sistemlerde zenginlik sosyal ya da iktisadî bir risk değildir Islâm'da ferdin zenginliğinden çok toplumun (devletin) zenginliği istenmiştir Kapılatizmde olduğu gibi zengin olmak için çalışma yoktur Ama Allah zengin ederse, şükür de nimete göre değişir
3 Zengin olmanın yolu bir değildir Biz bir insanın nereden kazandığını bilemediğimiz malı için haramdır dersek bu bizi servete, komünizmde olduğu gibi bir karşı oluşa götürür
4 Bu kurumların bankalarla olan ilişkisini, dediğimiz gibi, araştırmayı deneyecegiz Şu anda iyi bilmiyoruz
5 Kâr baştan garanti edilemez Ama akıllıca teşebbüslerde bulunarak hiç zarar edilmeyebilir Onların söylediği de budur sanıyorum
6 Değindiğimiz gibi, tehlikeli olan, mü'minin zengin olması değil, zenginin mü'minliğini unutması ve daha çok kazanma ihtirasının kurbanı olmasıdır
__________________
FAKİR BİR KİMSE BAŞKASININ YARDIMIYLA UMREYE GİDERSE KENDİSİNE HACC FARZ OLUR MU? Fakir bir kimse başkasının yardımıyla umreye giderse Mekke-i Mükerreme'ye vardığı zaman hacc mevsimi yani eşhürü'l-hacc olan Şevval, Zilkade ve Zilhicce'nin ilk on günü girmiş ise şüphesiz kendisine hacc farz olur Çünkü haccın vacib olmasının şartlarından biri vakittir, yani hacc aylarıdır Hac mevsimi girmemiş ise bazı ulemaya göre Mekke-i Mükerreme'ye varmakla hacc farz olur Ama racıh kavle göre farz olmaz Çünkü yukarıda beyan edildiği gibi haccın farz olmasının şartlarından biri hac mevsimini idrak etmektir (İrşad al-Sarı)
Yalnız zamanımızda hac mevsiminden evvel umreye giden bir fakire kesinlikle hac farz değildir Çünkü hapis ve orada kalma yasağı gibi mani'ler vardır Bunun için haccın farziyeti sakit olur (İrşad al-Sarı) Ma'lüm olduğu gibi Su'udi Arabistan hükümeti umreye giden kimseye bir aydan fazla orada kalmasına müsaade etmez
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
FAL : Aslında falı da sihir içerisinde anlatmış sayılırız Çünkü falın aslı da gaipten haber verme ve gelecege ait olayları bilmeyi iddia etme esasına dayanır Halbuki, insanların ne olacağını bilemeyecekleri, Kur'ân-ı Kerîm tarafından açıkça haber verilir (Lokman (31 ) 34 ) Ayrıca Peygamberimiz bunun mümkün olamayacağını, bir çok şeyin kendisine de bildirilmediğini söyleyerek anlatır Kur'ân-ı Kerîm fal bakma eylemlerinin, şeytanın işlerinden bir "pislik" olduğunu söyler(Mâide (5) 90)
Fal bakmanın eskiden beri bilinegelen; yazılı ok çekme, yıldız falı, kahve falı, iskambil kâğıdı ile fal gibi çeşitli yanında, cinlerden yararlanılarak gelecekten haber verme iddiasında olanı da vardır Bunların hepsi asılsız, hepsi batıl ve hepsi gerçeklerden uzaklaştırıcı yollardır Çünkü cinler bile gaybı bilemezler Kaldı ki, cinlerden birşeyler sorduğunu iddia eden insanların yüzde doksan dokuzu yalancıdır Birini de cinler yanıltırlar Kahve ve iskambil kâğıdı falının ise, hiç aslı yoktur Söyleyip tutturdukları sanılan şeylerin hepsi zaten, hemen her insanda bulunan şeylerdir Onların becerdiği, bu işin sadece edebiyatıdır Hele bazı gazetelerde verilen burç falları, aklı başında olanları çok düşündürmelidir Çünkü bu tür fal içeren gazetelerin tamamı, aslında manevî dünyaya inanmayan ve maneviyatla alây eden gazetelerdir Öyleyse, maneviyatın makulünü kabul etmeyenler nasıl olur da mantıksız ve asılsızını kabul eder ve yazarlar Hayır, onlarda aslında bu yazdıklarına inanıyor değillerdir: Buna rağmen bunu yazmalarının bir takım sebepleri olmalıdır bu sebeplerin önemlilerini söyleyelim Bir önceki maddede anlattığımız gibi, inançsızlık ve ibadetsizlikten ruhları acıkmış olan biçare cahillerin bu duygularını sömürmüşler ve onlara gazete satmak yoluyla kasalarını şişirmek Daha önemlisi, gelecek adına Saçma sapan şeyler söyleyerek, söyledikleri çıkmadığında inançları sarsmak ve işte bütün manevî inançlar böyle asılsız ve batıldır, fikrini yerleştirmek Ondan sonra da inancı sarsılmış bu sürü insanları, yine onların cebinden aldıkları paralarla daha değişik silâhlar üreterek, daha büyük çıkarları doğrultusunda yönlendirmek Görüldüğü gibi asıl din sömürücüleri bu adamlardır Ve işin ilginç yani, nazarlıkları kullananlar gibi, bu tür fallara inananların da hemen hepsi, inancı ve ibadeti, ya zayıf, ya da hiç olmayan insanlardır Demek ki din, insanı Saçma inançlardan da koruyor
FAL-FALCILIK
Gelecekte olacak şeyler hakkında bilgi sahibi olmak için başvurulan çeşitli yollar Baht, uğur ve talihi anlamak için birtakım garip yollara başvurma, atılan boncuk ve baklaya, tesadüfen açılan bir kitabın bir satırına, koyunun kürek kemiğine kahve fincanına vb şeylere bakıp bunlardan anlam çıkarma işi Gelecekte olacak şeyleri anlamak maksadıyla yapılan eylemler hakkında kullanılan bir tabir "Kamûs-u Osmanî'de: "Kısa fikirlilerin ümid ettikleri bir maddeyi çıkarmak maksadiyle; kitap açmak ve kitaba, baklaya bakmak gibi değişik yöntemlerle yapılan teşebbüsü ve bu teşebbüsün gösterdiği netice" olarak tarif edilmiştir
Kur'an'da, "fal" kelimesi geçmemekle birlikte, Peygamber (sas)'in bazı hadislerinde, şekil olarak buna benzer fakat mana yönünden bizim anladığımız fal'dan daha değişik bir mana arzeden "fe'l" sözü geçmektedir Şöyle ki; "adva (hastalığın Allah'ın takdiri olmaksızın bulaşması) yoktur, tıyara (bir şeyi uğursuz sayma) da yoktur Ben hayırlı "fe'l"i (bir şeyi hayra yorma) severim" (Buhari, Tıb, 43; İbn Mâce, Tıb, 43), hadisinde geçen "fe'l" kelimesinin bildiğimiz falla aynı anlama gelmediği açıktır
Ebû Hureyre'nin, Peygamberimiz (sas)'den naklettiği başka bir hadiste; ''Tıyara yoktur, daha hayırlı olan fe'l vardır" buyurdular Ebu Hüreyre; "Fe'l nedir ey Allah'ın Resulu? diye sorunca 'Sizden birinizin işittiği salih sözdür' dedi" (Buhâri, Tıb, 44)
Hasta olan bir kimsenin; "ya sâlim" ! diye bağıran birinin sesini duyması veya yitiğini arayan birinin; "ya vâcid! " diye seslenen birinin sesini duyunca, "bununla tefe'ül ediyorum" deyip, hastalıktan kurtulmayı umması ve yitiğini bulacağını ümid etmesidir Yani bu sesleri hayra yorarak, neticenin bu şekilde olmasını beklemesidir
(İbnu'l-Manzûr, "Lisanü'l-Arab " XI V; İmam Ebi Bekir er-Râzı, "Muhtaru's-Si hah" Fe'l maddesi)
Cahiliye Arapları, bir sefere, bir savaşa, bir ticarete, bir nikâha yahut herhangi bir işe teşebbüs edecekleri zaman üç zar (veya ok) çekerler yahut kuş uçururlardı Bu zarların (veya okların) birinde, "Rabbim emretti" yahut "yap" diye emir; diğerinde, "Rabbim nehyetti" yahut, "yapma" diye nehy kelimeleri yazılı olurdu, biri de boş bulunurdu Birisi torbaya elini sokar, zarlardan birini çeker, emir çıkarsa yaparlar, nehy çıkarsa yapmazlar, boş çıkarsa bir daha çekerlerdi Kur'an bunu şu ayetle yasaklamıştır: ''Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları şeytan işi birer pisliktir, bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz" (el-Mâide, 5/90)
Câhiliyede, bir de kuş uçurma âdeti vardı ki, bir yere gidecekleri zaman bir kuş uçururlar, sağa giderse teyemmüm (uğurlu sayma), sola giderse teşe'üm ederler (uğursuzluk sayarlar)dı Peygamberimizin, "tıyara yoktur" hadisi ile bunun da yasaklandığını biliyoruz
Bugün yaygın olan fal çeşitlerinden biri de, modern câhiliyenin itibar ettiği yıldız falıdır Gökteki burçlardan istidlâl ile yapılan bu falcılığın aslı Sâbiîlere dayanır Sâbiîler, İdris (as)'ın, mucizesi iddiasıyla sema'yı oniki burca taksim etmişler ve eflâktan yalnız tapındıkları ve heykellerini diktikleri "sebaî" gezeğenlerin durumlarına göre, yeryüzünde meydana gelecek of ayları bildireceği iddiasıyla yıldızlarla ilgili birtakım hükümler yazmışlardı Onların bu inançları günümüze kadar gelmiş bulunmaktadır (Elmalılı MHYazır, "Hak Dini Kur'ân Dili", VII 5208)
Dinimizin kesinlikle yasakladığı falcılık, bir çeşit gaybdan haber vermedir Halbuki, Kur'an-ı Kerîm; gaybı, Allah'tan başka hiçbir kimsenin bilemiyeceğini, peygamberlerle melekler dahi, kendilerine vahyedilmedikçe gaybdan haber veremeyeceklerini açıkça bildirmektedir:
"De ki: 'Göklerde ve yerde olan gaybı, Allah'tan başka bilen yoktur" (en-Neml, 27/65) ve "De ki: Size 'Allah'ın hazineleri elimdedir demiyorum, gaybı da bilmiyorum" (el-En'âm, 6/50), "Eğer gaybı bilseydim, daha fazla hayır yapardım" (el-A 'râf, 7/188) âyetleri buna yeterli delildir
Kendilerine "arrâf" yahut "kâhin" denilen falcıları ve bu falcılara gidip fal açtıran, onlara inanan veya destekleyenleri Peygamber (sas) ağır bir dille kınamış hatta kâfirlikle nitelemiştir "Her kim bir arrafa gidip de ona bir şey sorarsa, kırk gecelik namazı kabul olmaz" (Müslim, Selâm, 125) buyurmuştur Ebû Dâvûd'da geçen bir hadis ise şöyledir: "Kim bir kâhine gider, dediklerini doğrularsa; şüphesiz ki Muhammed'e indirilmiş olanı inkâr etmiş olur" (Ebû Dâvûd, Tıb, hadis no: 3904)
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
FARZ: Allah'ın, ya kendi kelâmıyla, ya da Elçisinin sözüyle kesinkes yapmamızı istediği şeylerdir Böylece yapılması istenen şeyler, ya her mükelleften istenir ki, buna "farz-ı ayn", yani şahsa farz denir Ya da yeterli mükelleften istenir ki, buna da "farz-ı kifaye" yani, yeterlilik isteyen farz denir Görüleceği gibi, önemli olan şey birincide, yani "farz-ı ayn"da, farz olan şeyi mükellefin bizzat kendisinin yapması, ikincisinde, yani "farz-ı kifâye"de ise farz olan şeyin yapılmasıdır Farzları yapan, sevap kazanır ve mükâfatı hak eder, yapmayan günahkâr olur ve cezayı hak eder Inkâr eden ise kâfir olur Meselâ insanların avretlerini örtmeleri kesin emirle istenmiştir, yani farzdır Kadınların başları da avrettir Allah'ın emri olduğu için başını örten kadın sevap kazanmış ve öbür dünyada mükâfatı hak etmiştir Kapatmanın Allah'ın emri ve gerekli olduğunu kabul ettiği halde başını açan kadın, günah işlemiştir Tevbe edip kendini affettirmezse, öbür dünyada ceza görecektir Hem başını açan, hem de Allah'ın kapatma emrini kabul etmeyen, hattâ başını kapattığı halde; kapatma emrini kabul etmediğini söyleyen ise kâfir olmuştur Tevbe edip imanını yenilemesi gerekir
__________________
FARZ, MÜKELLEF AÇISINDAN İKİYE AYRILIR:
1- Farz-ı ayn: Her mükellefin yapması farz olan vazifedir
2-Farz-ı kifâye: Mükelleflerden bir kısmının yapması ile diğerlerinden sâkit olan vazifedir (Ömer Nasuhi, Istılahatı Fıkhıyye Kâmusu, 1, 33)
Farz-ı ayn, kifâye olan farzdan fazilet ve sevab bakımından daha üstündür Çünkü, bir şey genelleşirse yükü, meşâkkati azalır Hususileştiğinde ise daha meşakkatli olur Kifâye farzlar umumen terkedildiğinde ise bütün insanlar bundan sorumlu olur (İbn Âbidîn, Reddu'l-Muhtâr, I, 42)
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
FÂSIK Allah'ın emirlerine aykırı davranan, günahkâr, kötü huylu, kötülük yapmayı alışkanlık hâline getiren kimseye fasık denir
Arapça "Fe-Se-Ka" kökünden gelmekte olup ism-i fâil kalıbındandır
Lügatta, çıkmak manasına gelir Daha özel bir anlam ile "olgun hurmanın kabuğundan dışarı çıkmasına" denir Istılahta ise, Allâh'a itâati terkedip O'na isyâna dalmaktır Yani kısaca ilâhı emirlerin dışına çıkmaktır
Biraz daha geniş anlamıyla büyük günâh işleyerek veya küçük günâhta ısrar ederek hak yoldan çıkan, dinin hükümlerine bağlanıp onları kabul ettikten sonra o hükümlerin tamamını ya da bir kısmını ihlâl eden anlamına gelmektedir (Fahrüddin er-Râzî, Tefsîru'l-Kebîr, II, 91; Râgıb el-Isfahânı, el-Müfredât, 572; Elmalılı Hamid Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, I, 282) Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de Kehf Sûresinin 50 âyetinde Allah'ın emrinden çıkarak O'na secde etmeyen şeytan için "Feseka an emri Rabbih: Şeytan Rabbinin emrinden çıktı" buyrulmaktadır
Genel olarak fıskı üç grupta toplamak mümkündür:
a Günâhı çirkin olarak kabul etmekle beraber bazan günâh işlemek
b Yapılan bir günâhı ısrarla yapmak
c Günâhın çirkin olduğunu inkâr ederek bu günâhı işlemek; bu küfrü gerektiren bir durumdur; bu noktada kişinin iman ile, din ile ilişkisi kesilmiş olur (Elmalılı, age, I, 282)
Kur'an'da fısk genellikle küfür ile eşanlamda kullanılmıştır Ancak bazı ayetlerde fısk mutlak anlamıyla zikredilmektedir Meselâ hacc'da yapılan fısk (el-Bakara 2/197) veya Allah'ın adı anılmaksızın boğazlanan hayvanları yemek (el-En ‚âm, 6/12 1), yahut müslümanlara iftirâ edenlerin içine düştükleri fısk (en-Nûr, 24/4) gibi hususlar helâl görülmediği müddetçe sadece günâh işlenmiş kabul edilir Ama bu durumlarda işlenen fısk ve yapılan iş helâl kabul edilirse küfrü gerektirir
Bunların dışında genellikle Kur'an-ı Kerîm'de geçen fısk ve fâsıklar tâbiri küfür ile eşanlamlı olarak kullanılmıştır:
"Andolsun ki biz sana apaçık ayetler indirdik Bunları fâsıklardan başkası inkâr etmez" (el-Bakara, 2/99); "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler fâsıkların tâ kendileridirler" (el-Mâide, 5/47); "Işte Rab olmaya en lâyık olan Rabbinin şu sözü (azâbı) küfür ve inat içinde olan o fâsıklar için öyle sâbit olmuştur Gerçekten onlar iman etmezler" (Yûnus, 10/33);
"Eğer Allah'a, Peygamberine ve ona indirilene iman ediyor olsalardı, onları (kâfir ve müşrikleri) veli edinmezlerdi Fakat onlardan birçoğu fâsık (Allah'ın emrinden ve imandan çıkmış) kimselerdir" (el-Mâide, 5/81)
Mu'tezile'ye göre fâsık, ne mümin ne de kâfirdir, ikisi arası bir durumdadır Onların bu anlayışı aynı zamanda beş prensiplerinden birisini teşkil eder ve bu prensip "el-Menzile Beyne'l-Menzileteyn" olarak bilinir Bunlara göre fâsık eğer tövbe ederse imana döner, yok eğer tövbe etmeden ölürse ebedî olarak cehennemde kalır Burada şu hususa dikkat çekmek gerekir: Mu'tezilece ifade edilen bu "el-Menzile Beyne'l-Menzileteyn" anlayışı bu dünya içindir, yani o kişinin iman açısından bu dünyadaki durumunu ifade eder, yoksa bu anlayış ahirete atfedilerek o kişilerin cennet ile cehennem arasında bir yerde kalacakları anlamında değildir Hâriciler ve ameli imanın esasından bir şart olarak görenlere göre ise, fâsıkın yukarıda sayılan her üç derecesi de küfür noktasındadır ve ebedî cehennemde kalacaklardır Fısk ve fâsıklık bu derece kötü ve tehlikeli bir durum olunca insanlara düşen bu durumdan mümkün olduğu ölçüde kaçınmak, gerek diliyle ve gerekse fiiliyle mümkün olduğu ölçüde fıskdan uzak durmaktır Günâhın büyüğünden olduğu gibi küçüğünden de kaçınmalı, bu küçüktür zarar vermez diyerek onun işlenmesinde ısrar edilmemelidir Zira sözü geçtiği üzere küçük günâhta ısrar etmek de fıskın derecelerinden birisidir
Burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta da, hiçbir kimseye fısk isnadıyla bir söz söylememek gerekir Bu hususta Hz Peygamber (sas)'in, "Hiçbir kişi başka bir kimseye fısk (sapıklık) isnadıyla ‚ya fâsık ‚ diye söz atamaz, atmaya hakkıyoktur Yine böyle küfür de isnad edemez Şayet atar da attığı kimse atılan fıskın veya küfrün sahibi değilse bu sıfatlar muhakkak atan kimseye döner, fâsık veya kâfir olur" (Sahîh-i Buhâri Muhtaşar Tecrid-i Sarıh Tercümesi ve Şerhi, XII, 137) Bu hadis-i şerif aynı zamanda bir ahlâkı prensibi ortaya koymaktadır Zira kişiyi ayıplamak, onun ayıbını teşhir etmek, hele hele böyle güzel olmayan bir şeyle ayıplamak ahlâki bir tavır olmadığı gibi isnad ettiği şey, o kişide mevcut değilse zikredilen lâfız gereğince kendisini de tehlikeye düşüren bir durumdur
__________________
FASIK BİR KİMSENİN ARKASINDA NAMAZ KILMAK CAİZ MİDİR? Fasık bir kimsenin arkasında namaz kılmak caizdir Yani batıl değildir Peygamber (sav) şöyle buyuruyor: "İster salih olsun ister fasık, her müslümanın arkasında namaz kılınız” (kılabilirsiniz) Sahabe ve tabi'in Cum'a namazı olsun başka namaz olsun zamanın en büyük zalim ve fasıkı Haccac'a tabi olmaktan çekinmezlerdi Hatta Hasan el-Basri onun hakkında şöyle diyor: Her millet kendi kötülüklerini, biz de Haccac'ın kötülüklerini getirirsek biz (Haccac'ın kötülüklerinden dolayı) onlara galebe çalarız Bununla beraber fasıkın arkasında namaz kılmak mekruh sayılır
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
FÂSIK (GÜNAHKAR)
Allah'ın emirlerine aykırı davranan, günahkâr, kötü huylu, kötülük yapmayı alışkanlık hâline getiren kimse
Arapça "Fe-Se-Ka" kökünden gelmekte olup ism-i fâil kalıbındandır
Lügatta, çıkmak manasına gelir Daha özel bir anlam ile "olgun hurmanın kabuğundan dışarı çıkmasına" denir Istılahta ise, Allâh'a itâati terkedip O'na isyâna dalmaktır Yani kısaca ilâhı emirlerin dışına çıkmaktır
Biraz daha geniş anlamıyla büyük günâh işleyerek veya küçük günâhta ısrar ederek hak yoldan çıkan, dinin hükümlerine bağlanıp onları kabul ettikten sonra o hükümlerin tamamını ya da bir kısmını ihlâl eden anlamına gelmektedir (Fahrüddin er-Râzî, Tefsîru'l-Kebîr, II, 91; Râgıb el-İsfahânı, el-Müfredât, 572; Elmalılı Hamid Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, I, 282) Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de Kehf Sûresinin 50 âyetinde Allah'ın emrinden çıkarak O'na secde etmeyen şeytan için "Feseka an emri Rabbih: Şeytan Rabbinin emrinden çıktı" buyrulmaktadır Genel olarak fıskı üç grupta toplamak mümkündür:
a Günâhı çirkin olarak kabul etmekle beraber bazan günâh işlemek
b Yapılan bir günâhı ısrarla yapmak
c Günâhın çirkin olduğunu inkâr ederek bu günâhı işlemek; bu küfrü gerektiren bir durumdur; bu noktada kişinin iman ile, din ile ilişkisi kesilmiş olur (Elmalılı, age, I, 282)
Kur'an'da fısk genellikle küfür ile eşanlamda kullanılmıştır Ancak bazı ayetlerde fısk mutlak anlamıyla zikredilmektedir Meselâ hacc'da yapılan fısk (el-Bakara 2/197) veya Allah'ın adı anılmaksızın boğazlanan hayvanları yemek (el-En 'âm, 6/12 1), yahut müslümanlara iftirâ edenlerin içine düştükleri fısk (en-Nûr, 24/4) gibi hususlar helâl görülmediği müddetçe sadece günâh işlenmiş kabul edilir Ama bu durumlarda işlenen fısk ve yapılan iş helâl kabul edilirse küfrü gerektirir
Bunların dışında genellikle Kur'an-ı Kerîm'de geçen fısk ve fâsıklar tâbiri küfür ile eşanlamlı olarak kullanılmıştır:
"Andolsun ki biz sana apaçık ayetler indirdik Bunları fâsıklardan başkası inkâr etmez" (el-Bakara, 2/99); "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler fâsıkların tâ kendileridirler" (el-Mâide, 5/47); "İşte Rab olmaya en lâyık olan Rabbinin şu sözü (azâbı) küfür ve inat içinde olan o fâsıklar için öyle sâbit olmuştur Gerçekten onlar iman etmezler" (Yûnus, 10/33);
"Eğer Allah'a, Peygamberine ve ona indirilene iman ediyor olsalardı, onları (kâfir ve müşrikleri) veli edinmezlerdi Fakat onlardan birçoğu fâsık (Allah'ın emrinden ve imandan çıkmış) kimselerdir'' (el-Mâide, 5/81)
Mu'tezile'ye göre fâsık, ne mümin ne de kâfirdir, ikisi arası bir durumdadır Onların bu anlayışı aynı zamanda beş prensiplerinden birisini teşkil eder ve bu prensip "el-Menzile Beyne'l-Menzileteyn" olarak bilinir Bunlara göre fâsık eğer tövbe ederse imana döner, yok eğer tövbe etmeden ölürse ebedî olarak cehennemde kalır Burada şu hususa dikkat çekmek gerekir: Mu'tezilece ifade edilen bu "el-Menzile Beyne'l-Menzileteyn" anlayışı bu dünya içindir, yani o kişinin iman açısından bu dünyadaki durumunu ifade eder, yoksa bu anlayış ahirete atfedilerek o kişilerin cennet ile cehennem arasında bir yerde kalacakları anlamında değildir Hâriciler ve ameli imanın esasından bir şart olarak görenlere göre ise, fâsıkın yukarıda sayılan her üç derecesi de küfür noktasındadır ve ebedî cehennemde kalacaklardır Fısk ve fâsıklık bu derece kötü ve tehlikeli bir durum olunca insanlara düşen bu durumdan mümkün olduğu ölçüde kaçınmak, gerek diliyle ve gerekse fiiliyle mümkün olduğu ölçüde fıskdan uzak durmaktır Günâhın büyüğünden olduğu gibi küçüğünden de kaçınmalı, bu küçüktür zarar vermez diyerek onun işlenmesinde ısrar edilmemelidir Zira sözü geçtiği üzere küçük günâhta ısrar etmek de fıskın derecelerinden birisidir
Burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta da, hiçbir kimseye fısk isnadıyla bir söz söylememek gerekir Bu hususta Hz Peygamber (sas)'in, "Hiçbir kişi başka bir kimseye fısk (sapıklık) isnadıyla 'ya fâsık ' diye söz atamaz, atmaya hakkı yoktur Yine böyle küfür de isnad edemez Şayet atar da attığı kimse atılan fıskın veya küfrün sahibi değilse bu sıfatlar muhakkak atan kimseye döner, fâsık veya kâfir olur'' (Sahîh-i Buhâri Muhtasar Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi, XII, 137) Bu hadis-i şerif aynı zamanda bir ahlâkı prensibi ortaya koymaktadır Zira kişiyi ayıplamak, onun ayıbını teşhir etmek, hele hele böyle güzel olmayan bir şeyle ayıplamak ahlâki bir tavır olmadığı gibi isnad ettiği şey, o kişide mevcut değilse zikredilen lâfız gereğince kendisini de tehlikeye düşüren bir durumdur
__________________
FÂSİT AKİT (GEÇERLİ OLMAYAN AKİT)
Geçerliliği olmayan, bâtıl akit İslâm hukukunda akitler, rükün ve şartlarının tam olarak bulunup bulunmamasına göre ikiye ayrılır: Sahih ve gayri sahih akit Sahih akit, kendisinde rükün ve şartlar tam olarak bulunan akittir Gayr-i sahih ise, bu vasıfları taşımayan akde denir
Hanefilere göre, gayri sahih akitler fâsit ve bâtıl olmak üzere ikiye ayrılır Ancak bu ayırım, mülkiyetin nakli sonucunu doğuran veya akdi yapanları karşılıklı borç yükü altına sokan akitlere mahsustur; Satım, kira, hibe, karz, havâle, şirket, müzâraa, müsâkat ve taksim akdi gibi Vekâlet, vesâyet gibi mâlı olmayan, âriyet ve vedia verme gibi tarafları karşılıklı borç yükü altına sokmayan mâli akitlerde; ibâdetlerde ve boşama, vakıf, kefâlet gibi tek yanlı iradeyle meydana gelen tasarruflarda ise fâsitle bâtıl arasında hiçbir fark yoktur
Hanefîler dışındaki diğer mezheplere göre ise, hem ibâdetler ve hem de akitler konusunda fâsitle bâtıl aynı anlama gelir
Burada Hanefilerle diğer mezhep imamları arasındaki görüş ayrılığı, İslâm'daki bir yasağın akit üzerinde hangi ölçüde bir sonuç doğuracağını farklı anlamaya dayanır Akitlerle ilgili İslâmî bir yasağa uyulmadığı takdirde hem günaha girilir hem de akit ortadan kalkar Diğer bir görüşe göre yalnız günâh olur, âkit ise geçerliliğini korur Yine eksiklik rükün veya şartlarla ilgili ise, farklı sonuç meydana gelir mi?
Hanefilere göre, bazan İslâm'ın akitlerle ilgili yasağı, işleyene günâh kazandırır, fakat akit geçerliliğini korur Ancak bu yasak veya eksiklik akdin rükünlerinde, yani icap, kabul ve üzerinde akit yapılan şeyde olursa veya bunları tamamlayan şartlarda bir kusur bulunursa akit bâtıl olur Meselâ, akdin konusu mübah değilse veya mal-para ortada yoksa ya da teslimi imkânsızca akıt bâtıl olur Eğer hükmü tamamlayan veya hükümle ilgili olan bir şart eksikse, akit fâsit olur, bâtıl olmaz Bir alım-satım akdinde ödenecek olan para miktarının veya ödeme vâdeşinin bilinmemesi gibi hükmün uygulaması sırasında anlaşmazlığa yol açacak eksiklikler sebebiyle akit fâsit olur Buna göre fâsit akit; akdin vasfında, yani hüküm ve neticesini tamamlayan şartlarında eksiklik bulunan akittir
Şâfiî Maliki ve Hanbelilere göre, akitle ilgili bir yasak, o akdin herhangi bir sonuç meydana getirmesine engel olur Çünkü yasağa rağmen böyle bir akdi yapmak Allah'a isyandır Hz Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kim bizim emrimize uymayan bir iş yaparsa merdûd'dur; kim dinimize, onda olmayan bir iş sokarsa merdûd'dur" (Buhâri, İ'tisâm, 20, Büyû, 60, Sulh, 5)Ashâbı kirâm, hakkında yasak bulunan akitlerin bâtıl olduğunda birleşmişlerdir Bu yüzden faizi ve müşriklerle yapılan evlenme akdini geçersiz saymışlardır Çünkü Kur'an-ı Kerîm'de; "Allah, alış-verişi helâl, faizi ise haram kıldı" (el-Bakara, 2/275); ''İman etmedikçe müşrik (Allah'a eş koşan) kadınlarla evlenmeyin" (el-Bakara, 2/221) buyurulmuştur (bkz Hafid İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, Mısır ts, II, 166; Gazzâlî, el-Mustasfâ, Mısır 1322, II, 31; el-Âmidî, el-İhkâm, I, 68; Pezdevî, Usûl, İstanbul 1308, I, 66; Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, Dâru'l-Fikri'l-Arabî, (ty) 72-74)
Bâtıl ve fâsit akit arasındaki farkları dört maddede toplamak mümkündür
a) Sebep: Akdin bâtıl olmasının sebebi, öze inen esaslı unsurlarda İslâmî hükümlere uymamaktır İcap, kabul ve akdin konusunun bulunmaması veya akdin çocuk ve akıl hastası olan ehliyetsiz kişi tarafından yapılması gibi Fâsit olmasının sebebi ise, akdin temel unsurlarını tamamlayan şartlarda İslâmî hükümlere uymamaktır Akitte fesat sebepleri dörttür: 1) Çok bilinmezlik; sürüden herhangi bir koyunu satmak gibi; 2) Garar; ağı bir atışta çıkacak balıkları önceden satmak gibi; 3) Korkutma (ikrah); Hanefilerin büyük çoğunluğuna göre, korkutma, korkutulanın yapacağı akdi fâsit kılar; 5) Bozucu şart; satım, kira ve şirket gibi ivazlı akitlerde İslâm'a aykırı olan şart, akdi fâsit kılar Satım akdinde süre koyma, döviz satımında peşin kabza uymama gibi
b) Sonuç: Bâtıl akit hiçbir medeni sonuç meydana getirmez Meselâ; satım akdinde iki ivaz (bedel)'in mülkiyeti taraflara geçmez Bâtıl nikâhta kadının cinsî yönlerinden yararlanma, nafaka ve miras sözkonusu olmaz Ancak bâtıl akitte mal, alıcının elinde iken kusuru olsun veya olmasın herhangi bir sebeple telef olsa, misliyle veya kıymetiyle tazmin edilir
Fâsit akit ise, kabz veya teslim gerçekleşmişse, sahih akdin bazı sonuçlarını doğurur Fâsit akitte kabzla, iki ivazın (para ve mal) mülkiyetleri taraflara geçer Fâsit kira akdinde kiracı maldan yarârlânma hakkına sahip olur, fiilen yararlanınca da kira bedelini ödemesi gerekir Ancak fâsit satım akdi, müşteriye belirlenen satış bedelini değil de, emsal bedeli veya malın pazar yerinde kabz günündeki kıymetini ödeme yükümlülüğü verir Fâsit kira akdinde de emsal kira bedeli ödenir Ancak bunun miktarının akitte konuşulan bedeli asmaması gerekir
c) Feshe hak kazanma: Bâtıl akit feshe muhtaç olmaksızın kendiliğinden yok hükmündedir Şer'i hükümleri gözetmek için fâsit akdin ya akdi yapanlardan birisince, ya da hâkim tarafından feshedilmesi hakkı doğar Bu hak, fesih engelleri ortaya çıkıncaya kadar kabzdan sonra da devam eder Fesih engelleri şunlardır: 1) Malın helâkı veya tüketilmesi yahut buğdayın un, unun ekmek olması gibi şekil ve adının değişmesi, 2) Asıldan meydana gelmeyen bitişik ilaveler Unun yağ veya balla karışması, arsa üzerine bina yapılması, kumaşın boyanması gibi Malın aslında doğan irileşme ve güzellik gibi bazı bitişik ilavelerle, yine asıldan doğan yavru, meyve gibi bitişik olmayan ilâveler fâsit akdi feshe engel olmaz 3) Kabzedilen malda yeni bir satış, hibe, rehin ve vakıf gibi bir yolla tasarrufta bulunma Fesat sebebiyle olan fesih hakkı mirasçılara geçer
d) Kapsam bakımından fark: Bâtıl oluş; satım, kira, hibe, ikrar, da'vâ, mübah malı elde etme, satılan veya hibe edilen malı kabz gibi sözle veya fiille yapılan, akde âit olan-olmayan bütün tasarruf çeşitlerinde sözkonusu olur Fâsit oluş ise, yalnız karşılıklı borç yükleyen veya mülkiyetin nakli sonucunu doğuran mâli akitlerde cereyan eder Bu sebeple Hanefîlere göre, ibâdetlerde, fiilî tasarruflarda ve vesâyet, tahkim gibi mâlı olmayan akitlerde, vedia ve âriyet gibi karşılıklı borç ve mülkiyetin nakli sonucunu doğurmayan malı akitlerde fâsit ve bâtıl aynı anlamdadır Başka bir deyimle bu tasarruflar ya sahîh ya da bâtıl olur
Bir akit bâtıl olunca icâzet kabul etmez; Çünkü yok hükmündedir Fâsit akdin de fesadı icâzette kalkmaz; Çünkü akdi yapan şer'î hükümlere muhâlefete mâlik olamaz Kendisinin muhâlefet ikram da geçerli olmaz Ancak fesat sebebinin ortadan kalkması gerekir; Vâde belirlenmeden yapılan satışta, vâde tarihini sonradan belirlemek gibi
Bâtıl bir akitte zaman asımı işlemez Çok uzun süre geçse de akdin bâtıl olduğu ileri sürülebilir Çünkü bâtıl yok hükmündedir Fâsit akitte zaman aşımı ise, tarafların fesih hakkı devam ettiği sürece uzar Fesih engeli meydana gelince akit kesinleşir (es-Serahsî, el-Mebsût, XIII, 23; el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', V, 299, 300, 304; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadir, V, 185, 231, 302, vd; İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, IV, 104, 136, 137; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletuhû, Dımaşk, IV, 280 vd)
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
FÂSİT MUDAREBENİN HÜKÜMLERİ
Mudarabe akdi, sıhhat şartlarının bulunmaması yüzünden fâsit olursa, fâsit icâre (iş ve hizmet) akdine dönüşür Sözleşmede taraflardan birisi lehine, miktarı önceden tesbit edilmiş maktû bir kâr belirleme gibi sermaye sahibi için, ana para ve %50 (yüzde elli) fazlasını iade etme taahhüdü böyledir Bu takdirde mudârib, mudârabe süresince emsal işçilik ücreti almaya hak kazanır Çünkü verilecek ücret veya maaş belirlenmeden yapılacak bir iş akdi fasid olur ve işçi ecr-i misil alır Ancak ecr-i misil, mudârabe akdi sırasında şart koşulan miktarı aşamaz ve kâr (ribh) yoksa ecr-i misle dahi hak kazanamaz (Mecelle, mad 1426)
Fâsit mudarabede kârın tümü sermaye sahibinin olur Çünkü kâr, onun mülkünün nemâsıdır Mudârabe malı, yine mudâribin elinde emânet hükümlerine tâbi olur Bu da mudârib ortak işçi (el-ecîrul-müşterek) sayılır Çünkü o, başka kimselerden de sermaye alıp çalıştırabilir Ebû Hanîfe'ye göre, ortak işçi kusuru bulunmadıkça zarara katlanmaz Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre ise, ortak işçi, kaçınılması mümkün olan bir zarara sebep olmuşsa, ana parayı tazmin etmesi gerekir Fasit mudarebede de hüküm böyledir (es-Serahsî, age, XXII, 22, 23, 27; el-Kâsânî, age, VI, 85, 108; İbnü'l-Hümâm, age, VII, 60, 78; İbn Kudâme, age, V, 65; e,z-Zühaylî, age, IV, 851, 852)
__________________
FECR, FECİR
Güneşin doğmaya başlama zamanı, tan vakti, güneşin doğmasından önceki alacakaranlık
Fecr (yahut fecir) sözlük anlamı yarmak demektir Araplar yerden suyun toprağı yararak çıkıp akmasına inficâr derler Sabah aydınlığına, şafak sökmesine ve tan yerinin ağarmasına da fâil manasında masdar olarak fecr derler ki, geceyi ve karanlığı aydınlığı ortaya çıkardığından dolayı ona bu ad verilmiştir
Namaz, oruç ve hac gibi ibadetler belli bir vakit içersinde yerine getirilir Yani bu ibadetlerin belirlenen o zamanlarda yapılması şarttır Bu vakitler ya güneşe göre veya aya göre tespit edilir Mesela günde beş defa kılınan namazların vakitleri güneşe göre; yılda bir ay tutulan ramazan orucunun başlangıç ve sonu da, gökteki aya göre tayin ve tesbit edilir
Sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı vakitlerinde namaz kılınması yani beş vakit namazın vakti âyetle sabittir Kur'an-ı Kerîm'de "Hiç şüphesiz namaz insanlara belirli vakitlerde farz kılınmıştır" (en-Nisâ, 4/103) buyrularak buna işaret edilir Bu, vaktin namazın farz olmasına sebep teşkil etmekte ve o vakitte kılınmasıyla da edasının bir şartı olmaktadır
Ancak bu vakitlerin başlangıcı ve sonu hadislerle tesbit edilmiştir Meselâ sabah namazının vakti ne zaman başlar ve ne zaman biter? Bu, Hz Peygamberce (sas) bildirilmiştir İşte fecr kelimesi bize sabah namazı vaktinin geldiğini ve imsak vaktinin başladığını bildiren bir zaman parçasını anlatmaktadır
Fıkıh terimi olarak fecr, tan yerinin ağarması ve sabah vaktinin başlangıcı demektir Ayet ve Hadislerde gecenin bittiğini gündüzün başladığını, yatsı namazı vaktinin bitip sabah namazı vaktinin başladığını, oruç tutacak kimse için yeme ve içmenin sona erdiğini ve imsak olduğunu bildiren anı ve zamanı ifade eder
Fecr kelimesi Kur'an-ı Kerîm'de vakit manasında, sabah vaktini bildirmek üzere birkaç yerde geçmektedir Orucun başlama vaktini bildiren âyette: "Fecrin beyaz ipliği siyah iplikten sizce seçilinceye kadar (yani tan atana kadar) yiyebilir ve içebilirsiniz, (bu vakitten) sonra da, geceye kadar orucu tamamlayın" (el-Bakara, 2/187) buyurulmaktadır Kadir geceşinin tan yerinin ağarmasına, şafak sökmesine kadar devam ettiğini bildiren ayette de; "O gece tan yerinin ağarmasına kadar bir esenliktir" (el-Kadr, 97/5) buyrulmaktadır Bazıları, orucun başlangıç vaktini güneşin doğuşuna kadar getirmek istiyorlar veya sabah namazını gece namazı sayıp sabah namazı güneş doğuncaya kadar kılındığına göre oruç vakti de güneşin doğuşundan sonra başlamalıdır gibi bir yorum yapmak istemişlerdir Halbuki bu ayet gecenin, fecrin doğuşuna yani tan atana kadar devam ettiğini bildirmektedir Tan yeri ağarınca gece bitmiş olacağından oruç tutacak kimsenin bu andan itibaren yeme, içme ve cinsi ilişki gibi işlerden uzak durması gerekir Nitekim Hz Aişe'nin naklettiği bir hadiste: "Bilâl ezanı geceleyin okuyordu Bundan dolayı Allah'ın elçisi: 'İbn Ümmi Mektum ezan okuyuncaya kadar yiyiniz, içiniz çünkü o fecr doğmadan ezan okumaz' buyurdu" (Buhâri, Savm, 17) denilmek suretiyle şafağın sökmeşinin orucun başlangıcı, vakti olduğu belirtilmiştir
İslâm hukukunda fecr, kâzib fecr ve sâdık fecr veya birinci fecr ve ikinci fecr olmak üzere iki kısma ayrılır
Fecr-i Kâzib veya birinci fecr, herhangi bir vaktin başlangıcı değildir Namaz ve oruç açısından bir şey ifade etmez Yatsı namazının vakti henüz devam etmektedir Sabaha karşı doğuda tan yerinde ufuktan gökyüzüne yukarıya doğru dikey olarak piramit şeklinde yükselen bir aydınlık meydana gelir ki buna fecr-i kâzib denir Araplar buna "zenebü's-sirhan" yani kurt kuyruğu diye isim vermişlerdir Bundan sonra yine kısa bir süre karanlık başlar, bu karanlıktan sonra Fecr-i Sâdık meydana gelir Ufukta yatay olarak boydan boya yayılıp dağılan aydınlığa fecr-i sâdık veya ikinci fecr denilir Hz Peygamber (sas): "Sakın ashabım sizi ne Bilâl'in ezanı ne de fecr-i müstatil sahurunuzdan alıkoymasın Fakat siz sahur hususunda ufuktaki fecr-i müstatire itibar ediniz" buyurmuştur Müstatil fecr-i kâzib, müstatir fecr-i sâdıktır (Müslim, Sıyam, 40-44)
Fecr-i sâdıkla sabah namazı vakti girer, oruç yasağı başlar Oruç ikinci fecrin doğuşundan güneşin batışına kadar devam eder Sabah namazı da ikinci fecrin doğuşundan başlar, güneşin doğuşuna kadar süren zaman içinde kılınır Yani fecr-i sâdık demek güneşin doğuşu demek değildir Fecr-i sâdık ile güneşin doğuşu arasında yaklaşık olarak bir saat kadar veya biraz fazla bir vakit bulunduğu söylenebilir Çünkü Cebrail, Peygamberimize birinci gün sabah namazını fecr doğunca kıldırmış, ikinci gün ise ortalık iyice aydınlandığı zaman kıldırmış ve bu iki vakit arasındaki zaman "senin ve ümmetin için vakittir, bu aynı zamanda senden önceki peygamberlerin de vakti idi" demiştir (es-Serahsı, I, 141)
Fecr-i kâzib henüz gece vakti sayıldığından bu zamanda yatsı kılınabilir, oruç tutacak olan yiyip içebilir Fecr-i sâdıktâ ise sabah vakti girmiş, gece bitmiş, yatsı vakti ve sahur vakti geçmiş demektir
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
FEMİNİZM VE KADIN "Feminizm" terimi; kadınların da erkeklerin sahip oldukları tüm haklara sahip olmasını ve kadınların da hukukta sosyal hayatta erkeklere eşit sayılmasını hedef alan düşünce sistemini anlatır (S Hayrı Bolay, Felsefî Doktrinler Sözlügü 106)
Feminizm Nasıl Dogdu?
Feminizm hareketlerinin başladığı onsekizinci asrın sonlarına kadar, İslam'ın uygulandığı dönemler dışında, kadının durumu içler acısıdır:
Bozulmuş Yahudilikte, erkek, yatar-kalkar ve kadın yaratılmadığı için Allah'a dua eder Baba isterse kızlarını satabilirBozulmuş Hiristiyanlıkta kadın, Hz Adem'i kandırıp yoldan çıkaran, bu yüzden ölünceye kadar gebelik ve doğum sancısıyla ceza görecek olan aşağılık bir şeytandır Bundan ancak hiç evlenmemekle kurtulabilir İşte rahibelik bu demektir Halbuki, bu hem dinin mantığına, hem de kadının tabiatına aykırı bir düşüncedir Din herkesin kurtulmasını hedeflediğine göre, kurtulmak isteyen tüm kadınlar evlenmezlerse, erkekler kimlerle evlenecek ve insanlık nasıl sürecektir? Bu, hiristiyanlığın din mantığına aykırı yönüdür: Cinsel ilişki, erkek gibi kadın için de fitrî bir ihtiyaçtır Kadın bu ihtiyacını gidermeden nasıl ömür sürebilir? Bu da işin kadın tabiatına aykırı olan yönüdür Islâm'dan önceki Cahiliyyet Toplumunda kadının durumu ise herkesin malûmudurEski Hintlilere göre kadın murdar bir varlıktır Batı uygarlığının temeli Yunan'da kadın bir zevk aracıdır Kendisiyle hâlâ övündükleri Eflatun, kadının bir orta malı olarak elden ele dolaşması gerektiğini söylerIngiltere'de daha Onbirinci Asr'a kadar, koca, karısını satabilirdi (B Topaloğlu, Islâm'da Kadın 18)Genel olarak batı'da kadın ondokuzuncu asrın başlarına kadar insan bile sayılmıyordu O tarihlerde Italya'da toplanan bir bilimsel (!) heyet "Kadın Insan mıdır, değil midir?" konusunu tartışıyordu(Bu olayı Dostoyevski, Suç ve Ceza adlı romanında işler) Çünkü kadın Şeytanın biçimlenmiş görünümü sayılıyordu ve 1830'lara kadar Avrupa'da beyaz kadın ticareti bir ticaret kolu olarak iş görüyordu Yani kadınlarını bir mal gibi satıyorlardı Derken Sanayi Devrimi oldu Motorlar ve fabrikalar çalışmaya başladı Büyük çapta insan gücüne ihtiyaç duyuldu Çalışana olabildiğince az ücret vermek, kazanmanın birinci şartı olarak görülüyordu Bunun için de en elverişli kesim kadınlardı Onlara az ücret verilmesine kimse karşı çıkamazdı Çünkü onlar insan değillerdi Böylece kadın bir şeytanî ruh sayılmasının yanında, erkeklerin yapacağı ağır işleri de yükleniyor ve yağlı-paslı makineler arasında paçavra üstüpüler gibi akşamlıyor ve varsa kocanın kollarında cenaze gibi sabahlıyordu
İşte bu genel durum erkeklere iki yönden etki etti
1- Başkasının işinde enerjisini ve işe yarar yönlerini yitirip kendi kucağına paçavra gibi geIen kadınların kocaları, gayret duygularının depreşmesiyle harekete geçtiler
2- Fıtratındaki acıma duygusunu bütün bütün yitirmeyen insanlar, bu yürekler acısı durumdan nihayet etkilenmeye başladılar
Ayrıca işin kendi çıkarlarını etkileyen yönleri de vardı; Uzakdoğu'nun zenginliklerinin Avrupa'ya taşınmasıyla kurulan fabrikalar, tek geçim kaynağı hâline gelmiş ve işçi olarak erkeğin yerine, köle gibi çalıştırdıkları, buna rağmen çok az ücret verdikleri kadınları tercih eder olmuşlardı Erkekler işsiz kalıyordu Ikinci olarak, ağır işlerde çalışıp bitkin hale gelen kadın; erkeğin zevklerini tatmin edemiyordu Derken, erkeğin hem midesinin, hem de belinin arzularının doyum aracı olarak görülen kadının bu durumunu, Freudizm'in psikanalize dayanan cinsiyet felsefesi, hem kolaylaştırdı, hem de bilimsel çehreye büründürdü(Bolay, age107)
İşte bu süreç sonunda batı'da "feminizm" kaçınılmazdı Çünkü Islâm dünyası kadının da insan olduğunu onlara öğretmişti Ve büyük savaşımlar sonunda kadın, önce kanun önünde erkeğe eşit hale getirmeyi başardılar ‚Kadın Hakları Beyannamesi"ni yayınladılar Kadına seçme ve seçilme hakkı sağladılar Buraya kadar olan gelişmeler olumlu ve güzel gelişmelerdi Çünkü fıtrat, bunu gerektiriyordu Ancak "ifratların tefritleri doğuracağı" kuralı işliyor ve bir cinsin hakimiyeti, yerini öbür cinsin hakimiyetine devretmeye doğru gidiyordu
Konunun insanîligi ve normalliği yanında aşırılıklara kaçılmasıyla cazip yönleri de ortaya çıktı Kadının istikrarsız duygusallığı, güzel bir kazanç aracı olmaya çok elverişli idi Yani kadın, yine kazanç aracı, yine zevk aracı olarak kullanılacaktı yine ezilecekti ve horlanacaktı ama, bunun yöntemi değişecekti Yani kadın yine erkeğin arabasına koşulan at durumunda kalacak, ama ne var ki, arabayı arkadan kırbaçlanarak çekmesi yerine, önüne yeşil bir gözlük takılarak ve o, ilerisini yeşil görünce ota kavuşmak ümidiyle koşturacak ve yine aynı arabayı çekecekti Değişen sadece buyduKadının önünde bir kısır döngü oluşturuluyordu Onun sayesinde yeni endüstri kolları gelişti Kozmetikler ve moda gündeme geldi Bunlar aracılığıyla kadın süslenip-püslenip erkeğin bulunduğu her yere girebiliyor, ayrıca defilelere ve yarışmalara çıkarılıyor, bunlar diğer kadınların bu yoldaki tutkularını artırıyor, bu tekrar onu oluşturuyor ve erkek de, birbirini körükleyerek hızlanan bu kısır döngüden istediği sonucu alıyor, hem midesini sişiriyor, hem de erkekler gibi her sahada görev alma hakkını (!) elde eden kadın sayesinde, kadın her aradığında elinin altında bulabilip başka zevklerini de tatmin ediyordu Yani artık arabası tıkırında gidiyordu Bu işin reklâmını yapacak çok uluslu şirketleri, siyonist menfaat şebekeleri, dergi ve magazinleri, hattâ TV ve radyoları vardı Yani kadından çok, onu sömüren erkek örgütlenmişti ve sömürünün yöntemi bilimselleşmişti Zavallı kadın ise, ot diye gösterilen yeşilliğin peşine koşabilmeyi hak olarak görüyor ve bu hakkı koruyabilmek ve daha ilerilere götürebilmek için kadın dernekleri kuruyordu Evet, kadın artık erkeği geçmişti ama, göbeği şişkin, zevki pişkin erkeğin arabasının önünde olduğu için geçmişti
Erkek de bu iyiliğe karşılık onu koruma hayırhahliği gösterip, ona karşı doğan minnet borcunu ödemeliydi Önce etrafa şöyle bir "höyyt!" demekle işe başladı Kadının bu hakkına (!) karşı çıkmak isteyenlerin alnını karışlardı Çünkü o artık bunu kanunlaştırmıştı ve bunu kadına da inandırmıştı Çünkü her fırsatta onunla beraber olduğunu söylüyor ve "hiç endişe etmeyin, sizin erkeklere fiziksel eşitliğinizi de sağlayacağız" diyerek sırtını sıvazlıyor ve "Tam Eşitlik Için Erkeklerin ‚şey'ini Kesme Derneği" kuruyordu (Attılâ Ilhan, Yanlış Erkekler, Yanlış; Kadınlar 196)
Ama bütün bunların sonucu olarak bir yönden de kadın her arandığı yerde zorluk çekilmeden bulunabilen mebzûl bir varlık haline geldiğinden; erkeklerin gözünden düşüyor ve erkekler normal ve tabiî ilişkiden zevk almaz oluyor, cinsel sapıklıklar tarihin hiçbir döneminde şahit olunmayan boyutlara varıyor, eşcinsellik yer yer kanunlaşıyor, kadınlarda da yine yer yer erkeklerden nefret duygulan gelişiyor, onlar da lezbiyenleşiyorlar Ama tabîîlik sınırı geçilince artık sınır yoktur Konu hayvanlarla evlenmeye kadar vardırılıyor ve Avrupa'da bir kadına, kedisiyle resmen nikâh kıyılıyor Sanki köpeklerle yaşayan diğer hemcinsleri gibi nikâhsız yaşasa olmayacakmış gibi Ama tarih, fıtrata karşı çıkanların helâk olaylarıyla doludur Tabiat, kendi kanunlarına karşı çıkanların gayretlerini sonuçsuz bırakır Atın eşeğe çekilmesiyle doğan katır artık üreyemez AIDS pusuda bekliyor gibi İşte "feminizm"in serüveni ve günümüzde ulaştığı nokta bundan ibarettir