-
Cevap: Bayram Yüksel
"Herkesin seviyesine göre konuşurdu"
"Üstad avamın da seviyesine göre konuşurdu, havassın da. Öyle olurdu ki bir köylünün, bir çobanın, bir rençberin seviyesine iner, alçak gönüllülükle ve tam onların anlayacağı bir lisanla konuşuyor, onları memnun ve mesrur ederdi. Bir profesörle konuşurken kâh kozmoğrafyadan bahseder, dünyanın kaç saniyede döndüğü, dakikada kaç yağmur tanesi düştüğünü hesaplar, bu nevi şeylerden konuşurdu. Onlar da, 'Bunların nereden öğrenmiş, biz bunları okumadık, bir kısmını yeni okuyoruz. Dünyanın yaratılışından kıyamete kadar ömrünü biliyor' derlerdi.
"Dinlerken sevinçlerinden yerlerinde oturamazlar, kalkarlar, otururlar, hayretler içinde kalırlar, 'Allahü Ekber' derlerdi.
"Bir zaman Profesör Ali Fuat Başgil, 'Üstadın ilmine hayranım. Bizim tahsil ettiğimiz ilimle, Üstadın ilmi mukayese edilemez. Üstada Cenab-ı Hak öyle bir ilim nasib etmiş ki; umman gibi, aştıkça kabarıyor. Bir deniz ki içine girdikçe giriliyor. Bundaki ilmin ucu bucağı yoktur. Diğer eserleri, ilimleri müstesna, yalnız Türkiye'de Osmanlı lisanını muhafaza ettiği kâfidir. Çünkü onun eserleri aynı zamanda Osmanlı lisanını muhafaza ediyor' demişti.
-
Cevap: Bayram Yüksel
Çantay: "Bizler Bediüzzaman sayesinde eser verdik."
"1961'de Mustafa Polat'la merhum Hasan Basri Çantay'ı ziyarete gitmiştik. Mustafa Polat sordu: 'Neden Üstad tarzında eser yazmadınız.'
"Kardeşim,' dedi. 'Sizler Üstadın nasıl bir insan olduğunu bilmiyorsunuz. Kimse Üstadla mukayese edilemez. Onun kulağına üfleyen vardı. Onun fiş takacağı yeri vardı. Bizim fiş takacak yerimiz yok.
"Kardeşim, sizi tebrik ederim. Bizler Üstadın sayesinde müellif olduk. Bizler korkumuzdan ne eser yazabiliyorduk ve ne de kimseye anlatabiliyorduk. Üstad Hazretleri Risale-i Nurları te'lif etmeye başladı; hem Türkiye'de okuma çığırı açtı, hem de hapishanelerde dayak, kelepçe, açlık, susuzluk her zulme tahammül etti. Fakat onun ihlası, onun şefkati, onun merhameti, onun tevazuu, onun şecaati ve kahramanlığı her şeye galip geldi. Türkiye'de herşey onun peşinde; emniyeti, polisi, bekçisi, İslâmiyetten mahrum kalmış halkı, İslâmiyetten uzaklaşmış insanları hep aleyhinde. Onun kimsesi yok. Ne ordusu var, ne polisi, ne jandarması, ne bekçisi. Yalnız onun Allah'ı var. Yalnız Allah'a dayanmıştı, yalnız Peygamberine.'
-
Cevap: Bayram Yüksel
"Siz Üstadı anlayamazsınız"
"Bir gün eski alay müftüsü Osman Nuri Efendi:
"Kardeşlerim! Sizler Üstadı tek taraflı anlıyorsunuz. Üstadı sizin hafızalarınız anlamaz. Üstad acaip bir insan. Sizler Risale-i Nur'u anlayarak okuyun. Ben eserlerinin hepsini mütalaa edemedim. Fakat çok kitaplarını tetebbu ettim. Hususan işte görüyorsunuz. Fevzi Çakmak'la her gün beraberiz. Çeşitli mevzuları, hattâ dünya ahvalini görüşüyoruz. Sizin Üstadınızda öyle bir deha, öyle bir kabiliyet var ki, dünyadaki devletlerin siyaseti Üstada verilse hepsini idare edebilecek bir kabiliyet var. Ben öyle görüyorum ve hakikaten de öyledir' demişti.
-
Cevap: Bayram Yüksel
"Üstadı on yedi defa zehirlediler"
"Üstadımız aynı zamanda yemek yerken yalnız yer, bizler yanında olsak bize verir, 'Vermezsem bana dokunur' derdi. Hattâ Üstadımıza haftada bir ekmek alırdık, ekmeği fırından veya bakkaldan alırken çok dikkat ederdik. Çünkü bizim etrafımızda çeşitli dessaslar vardı. Fırıncılardan ekmek alırken, fırıncının verdiği ekmeği almaz, bir tedbir olarak kendimiz seçer alırdık. Hattâ mandıradan yoğurt alırken yüzlerce kâsenin içinden biz kendimiz seçerdik. Çünkü Üstadın aleyhinde çok plânlar döndürüyolardı. On yedi sefer zehirlediler.
"Bizler çok dikkat ediyorduk. Hattâ Üstadımıza su getirirken, suya giderken ve sudan gelirken erkek ve kadın, çoluk çocuk hep bizimle meşgul olmak isterlerdi. Üstadımızın hizmetinde olduğumuz için su getirirken bize yardım etmek isterlerdi. Biz katiyyen kimse ile konuşmazdık. O anda su getirirken Üstadımızın hizmetkârları da olsa birbirimize termosu vermezdik.
"Üstadımıza ekmek ve yoğurt gibi ne alırsak kapalı bir kap içinde getirirdik. Zehirlenme hâdiselerinden başka, Üstadımız isabet-i nazardan da çekinirdi. Su getirdiğimizde dahi Üstadımız kendisine dokunmasın diye bize yirmi beş kuruş para verirdi.
-
Cevap: Bayram Yüksel
"Hizmetindekilere şefkatle muamele ederdi"
"Üstadımız hizmetine yeni gelenlere bir-iki sene iltifat eder, okşar, fazla sıkmaz, ağır ağır derslere başlar, fedakârlık, sadakat, tedbir ve ihlas dersleri verirdi. Çok şefkatli muamele ederdi. Hususi hizmetlerini de tedricen yaptırırdı. Bu hususlarda her bakımdan en fedakâr, bir kale gibi imanı olan Zübeyir Ağabey idi. Acaip bir fedakârlık vardı kendisinde. Hattâ Üstadımız bizlere darılsa, kızsa Zübeyir Ağabeyi döverdi. Üstadımız Zübeyir Ağabeyin nefsini tam terbiye etmişti. Zübeyir Ağabeye, 'Bu taştır, bu ağaçtır, topraktır, bu meyyittir' gibi sözlerle nefsini rencide edecek şeyleri söylerdi. Zübeyir Ağabey de, 'Evet Üstadım' derdi, katiyyen nefsinden dahi itiraz gelmezdi. Allah rahmet eylesin, şefaatına mazhar eylesin.
-
Cevap: Bayram Yüksel
"Zübeyir Ağabey müstesna idi"
"Bizler Üstadımızın, Risale-i Nur'un tarz-ı hareketini, hem ihlâs, istiğna, mahviyet, fedakârlık, kahramanlık, iktisat; kardeşlerine karşı tevazu, şefkat; düşmanlarına karşı şecaat, cesaret derslerini Üstaddan sonra Zübeyir Ağabeyden aldık. Allah ebediyyen razı olsun, Allah dünyada olduğu gibi, âhirette de Nur Üstadımızın hizmetinden ayırmasın. Kendisinden çok istifade ettik. Sahabelerin isâr hasletine tam mazhardı.
"Onda, Risale-i Nur'a ve Üstadımıza karşı öyle bir bağlılık vardı ki, katiyyen taviz vermezdi. Kendisi hakaretlere, işkencelere, dayaklara maruz kalsa, zerre kadar sarsılmazdı. Hattâ Afyon hapsinde onun o güzel müdafaalarını hazmedemeyen Afyon savcısı kendisine günlerce dayak attırırdı. Gardiyanları ayartarak onu falakalara yatırırdılar. Gardiyanlar vurdukça Zübeyir Ağabey onların yüzüne tükürür ve 'Vurun, vurun' diye bağırırdı.
"Hapishanede kendisine insanlık dışı hakaretler yapıldığı halde o, onlara şefkatle muamele edip, hiç ehemmiyet vermezdi. Biriktirmiş olduğu maaşı ile hapishanedeki fakir Nur Talebelerine yardımda bulunur, kendisi yemez, onlara yedirirdi.
-
Cevap: Bayram Yüksel
"Her şeyini Risale-i Nur'a feda etmişti"
"Risale-i Nur ve Üstad uğrunda kendisini binler parça da etseler, o, yine Risale-i Nur diye kalkardı. Hattâ bazı zamanlar hasta olurdu. 'Zübeyir Ağabey, polisler geliyor' denildiği zaman hemen kalkar, hiç hastalık eseri kalmazdı. Polisler sık sık kendisini ziyaret ettikleri, bulunduğu eve taharri maksadıyla geldikleri için böyle hareket ederdi. İman ve İslâma dair, şecaate dair bir yazı çıksa, hemen Zübeyir Ağabeyi taharri ederler, o da onlara hiç taviz vermez, âdeta onlarla dalga geçerdi. Üstadımızdan ne görmüş, ne işitmişse harfiyen tatbik ederdi. Üstadımız da en mahrem işlerinde ve hizmetlerinde Zübeyir Ağabeyi istihdam ederdi. Çok zaman siyasî mevzuları veyahut hayat-ı içtimaiyeye dair meseleleri Üstadımız Zübeyir Ağabeye havale ederdi. Bütün içtimaî mektuplarında, siyasilerle görüşmelerde de Zübeyir Ağabey, Ceylân ve Sungur memur olurdu. 'Sungur, bugün seni keyfetmeye götüreceğim' dediğinde; Sungur Ağabey 'Üstadla gezmeye çıkacağım' diye çok sevinirdi. Birden hazırlanır, Üstadımız balkona çıkar, 'Sungur, evlâdım sen kal, filanca yere mektup yaz, veyahut Ankara'da Nur'un hizmetleri var oraya git' der, Ankara'ya gönderirdi.
"Ekseri bu neviden hâdiseler vuku bulmuştur. Üstadımız, 'Sungur, senin hayatın Nurlarla kaimdir, ' derdi ve 'Şahsî hizmetimden ziyade, sen Risale-i Nur'un hizmetiyle mükellefsin' derdi. Hayat-ı içtimaiyeye dair mektup işlerinde, siyasilerle görüşmelerde ve Ankara'daki Nur hizmetlerinde ekseri Sungur Ağabeyi istihdam ederdi. Üstadımız daima akla kapı açar, irade-i cüz'iyeyi kimsenin elinden almaz, yalnız işaret ederdi.
-
Cevap: Bayram Yüksel
"Zübeyir böyle yapalım mı?"
"Meselâ, Zübeyir Ağabeyi çağırır, 'Zübeyir böyle yapalım mı?' der, işaret ederdi. Zübeyir Ağabey, de 'Evet Üstadım, yapalım' derdi. Üstadımızın işaret ve emri olmadan katiyyen ne mektup yazar ve ne de başka şeyle meşgul olurdu. Daima, Üstad, Risale-i Nur diye yaşar, onlarla yatar, kalkardı.
-
Cevap: Bayram Yüksel
“Niçin gazete ile meşgul oluyorsun?”
“Zübeyir Ağabeyin gayreti de yetişilmez mertebede idi. Bizim anlayamadığımız meselelere o çok ehemmiyetle eğilirdi. Meselâ İttihat gazetesi çıktığında Zübeyir Ağabey, Galata Köprüsünde gazete satmıştı. Ankara’ya geldiğinde, ‘Niye böyle yapıyorsun? Sen gazeteci mi oldun, ne lüzum var da gazete ile meşgul oluyorsun? Bunlarla çocuklar meşgul olur, sen çocuk musun?’ diye, haddim olmayarak darılmıştım. Çok üzüldü. ‘Haklısın, ama Üstadı ve Risale-i Nur’u ne ile tanıtacağız? Üstadımız bizlere gazete okutturmuyor muydu? Üstad sağcı neşriyatı takip etmiyor muydu? Gazeteciliğin on seyyiesi olursa, yüz hasenesi olur. Bu iyi bir meslek değil, gazetecilikle insan kendini harcar, çok zor bir meslek. Ben bunlara mani olamam. Üstadı dünyaya ilân edeceğim, dünyaya tanıtacağım, diye bu tehlikeye atılıyorlar. Bizler aleyhinde olmayalım. Ben bunları teşvik için gazete sattım’ demişti.
-
Cevap: Bayram Yüksel
“Bunlar Nur Talebelerini parçalıyorlar”
“Nizam Partisi kurulduğunda hiç taviz vermedi. Daima Nurum içtimaî hayatımıza dair derslerini anlatırdı. ‘Ama Ağabey, bunlar Müslüman değiller mi? Bunlar kardeşlerimiz değil mi?’ dediğimde, ‘Bunlar Üstadı anlayamamışlar. Bunlar bilmeyerek Nur Talebelerini parçalıyorlar, çok, pek çok zarar veriyorlar’ diyordu.
“Zübeyir Ağabey, Risale-i Nur prensiplerine aykırı hareketlere katiyyen müsamaha etmezdi. ‘Nur Talebelerini parçalamak isteyenler, Risale-i Nur’un düsturlarını bilmiyorlar, bize siyasî bir gözle bakıyorlar, baktırıyorlar. Bizim siyasetimiz, sırf reylerimizle Halk Partisini iktidara getirmemek, milleti bölmemektir.
‘Biz Üstadımızdan böyle dersimizi aldık. Lâhikaları okumuyorlar veyahut okumak istemiyorlar veya anlamak istemiyorlar. Bu hayat-ı içtimaiyeye dair mektupları bize Üstadımız ders vermedi mi? Bunları bize Üstadımız yazdırmadı mı? Biz bunların hepsini de biliyoruz ve Üstadımız bu meselelere ne kadar ehemmiyet veriyordu, onu da biliyoruz. Bunlar Üstadımıza tek taraflı bakıyorlar, Üstadımız vazifeli. Üstad her cihetle Üstad değil mi de, bunlar başka bir çığır açmak istiyorlar. Nur Talebelerini siyasî yapmak istiyorlar’ diyor ve bunlara çok üzülüyordu.
“Halbuki Üstadımız nazarları daima Nurlara veriyordu. Evet mesleğimizde ihlas-ı tammeden sonra en büyük esas sebat ve metanettir ve o metanet cihetiyle şimdiye kadar çok vukuat var ki, öyleler her biri yüze mukabil bu hizmet-i Nuriyede muvaffak olmuş, bir adam yirmi otuz yaşında iken, altmış yetmiş yaşındaki velilere teveffuk etmiş’ derdi. ‘Bunun gibi biz de Üstad Hazretlerinden ne görmüşsek, ne duymuşsak ona ittiba etmeye mükellefiz. Yeni bir çığır açmayalım. Onlar da inşaallah anlayacaklardır. Üstadımızın son mektuplarını okumuyorlar, okusalar herhalde anlayacaklar. Eğer yine anlayamazlarsa o zaman anlamak istemiyorlar.’
-
Cevap: Bayram Yüksel
“Halk Partililerin iftirası”
“Emirdağ’da bazen Halk Partililer gelir, bizleri tanımazlar, ‘Yahu şu Çalışkanlar var ya, bir risaleyi, bir liralık bir kitabı beş liraya satıyorlar’ gibi çoklara su-i zan verirlerdi. Maksatları Çalışkanlar hanedanının kuvve-i mâneviyelerini kırmaktı. Halbuki bütün ziyarete gelenleri onlar misafir ederlerdi. Maddi-mânevî alâkadar olurlardı, paralarını verirlerdi. Kahraman Emirdağ Nur Talebeleri, Üstadımıza karşı çok sadıktırlar. Üstadları için canlarını verirlerdi. O kadar baskı, tehdit, zulüm ve tarassut onları hiç yıldırmadığı gibi bilâkis daha çok kahramanlık yaparlardı. Öyle zaman oldu ki, öz kardeşin üçünü de oğulları ile beraber hapsettiler. Günlerce, aylarca dükkânları kapalı kaldı, iflas ettirinceye kadar çalıştılar, ama yine onlar kazandı. Dünya malının fani olduğunu ve Üstadın verdiği derslerin mahiyetini tam anlamaya vesile oldu. Değil malları ve servetleri, onlar, Üstad ve Risale-i Nur için canlarını veriyorlardı. Servetlerini kaybetmiş, iflas etmiş, bunları düşünmüyorlardı bile.
“Hamza Emek o zamanlar Demokrat Parti ilçe başkanı idi. Sırf hizmet için parti başkanlığı yapardı. Çünkü Emirdağ’a gönderilen kaymakam, jandarma v.s. gibi kişiler kasıtlı olarak menfî insanlardan seçer gönderirlerdi. Hamza Emek parti başkanı olduğu için kendisine diş geçiremezlerdi.
-
Cevap: Bayram Yüksel
"Herkese itimat edemezdik"
"Üstad kimsenin yemeğini yemediği halde, Ceylân Ağabeyin annesini yaptığı yemeği yerdi. Hususan köfte gibi yemekleri daima Ceylân Ağabeyin annesi Fethiye Hanıma yaptırırdı ve onun yemeğini yerdi, ona dua ederdi. Bir de Firdevs Hanım vardı, çok ihlaslı idi. O da Üstada yoğurt yapardı, hem ineği bereketliydi. Üstad Emridağ'a gelmeden Üstadın geleceğini hisseder, yoğurt hazırlardı. Herkesten yoğurt alamazdık, çünkü zehir vermek için daima çalışanlar vardı. Hattâ bir defasında yukarıdan emir geliyor ve ne yapın yapın Bediüzzaman'ı hastaneye yatırın, ona bakan bir hizmetçi koyun ve para da almayın deniliyordu. Tabiî bu plânlar hep akim kaldı. Çünkü Üstadda müthiş bir feraset, tedbir, hassasiyet, ihlas vardı. Derhal farkına varıyordu, ona göre de tedbir alıyordu.
"Tarihçe-i Hayat'ta bunların bir kısmı geçer. Üstada neler yaptılar neler? Geceleri aniden karakola çağırmak, akşamdan sonra mahkemeye çağırmak, ziyaretçi gelmişse niye geldi diye çağırmak... Biçare bir köylü Üstadın elini öpse peşine takipçi koyarlardı. Üstadın evinden çıkarken ve girerken ziyaretçilerine hakaret ederlerdi. Üstada niye selâm veriyorsunuz, niye bakıyorsunuz v.s. Ama o büyük Üstad her şeye sabrediyordu...
"Beşeriyetin imanını kurtarmak, masumların imanını kurtarmak için, Risale-i Nur'un neşri için her şeye sabredeceğim... Eskiden cebbar kumandanlara baş eğmeyen, hayatında kimseye tenezzül etmeyen zat, şimdi bir bekçi, bir jandarma gelse 'Filan yere git' dese, gideceğim... Sabredeceğim, benim vazifem müsbet hareket etmek, ben Eski Said'i bıraktım. Yeni Said bütün işkence ve hakaretlere sabretmeye karar verdi' derdi.
-
Cevap: Bayram Yüksel
"Bu çınarı Yıldız Sarayına değişmem"
"Barla'ya geldiğinde Üstad, çınar ağacının başında sabahlara kadar dua ederdi. Arı sesi gibi çınar ağacının başından yanık yanık ses gelirdi. Barlalılar derdi:
"Hoca Efendiyi buradan Eskişehir Hapishanesine götürdüler, çınar ağacı mahzun kaldı, kanatları aşağı indi, hiç şenlenmedi, yaprakları aşağı sarktı. Sanki akıllı bir insan gibi bir vaziyet aldı. Ama Hoca Efendi tekrar geldiğinde çınar birden acaip bir hal aldı, birden şevklendi, kanatları yukarı kalktı, yaprakları şenlendi, hep şaşırdık. Barlalılar, mahallemizin bülbülü geldi, diye hep sevinirlerdi.' Üstad da: 'Ben bu çınar ağacını Yıldız Sarayına değişmem, bu çınar benim için bin altından kıymetli' derdi. 'Bundan siz de istifade edin' derdi, meyvesi olan kozalaklardan bize de verirdi, bundaki san'at-ı İlâhiyeye bakın derdi. Muazzez Üstadımız hakikaten çok zahmet çekti, zahmette rahmeti görüyordu. Her şeyden mahrumdu. Abdesthanesi elli metre mesafede, üstü açık, elektriği yoktu. Kış kıyamet, evde bazen odunu dahi bulunmazdı. Barla'da kışın her şeyden mahrumdu. Yanında yalnız bir yumurta bulunur, ekmeğini mahallelerde yaparlar, fakat buna rağmen Üstad gayet memnundu. 'Bu çınarı Yıldız Sarayına değişmem' diyordu. Barla'daki mübarek dershanesinde de Risale-i Nur te'lif olduğu için saraylara değişmem diyordu. Üstad Barla'nın kabristanından, suyundan, havasından, insanlarından çok memnundu. Hattâ Barla'dan, İstanbul ve Ankara'ya çalışmak için gidenler olursa üzülürdü. 'Aman kardeşim dünya acaip olmuş, parmağını soktuğun zaman eli, eli soktuğu zaman kolu, kolu soktuğun zaman da vücudunu götürüyor, dikkat edin, kimseye muhtaç olmayacak kadar rızkınız varsa iktifa edin, mübarek Barla'dan ayrılmayın' derdi. Barlalıları çok sever, kendi akrabası gibi alâkadar olurdu. Üstadımız Barla'da, sık sık Barla Gölünün kenarlarına gider, bazen denize girerdi. Denize gömleği ve iç donu ile girer, fakat fazla duramaz, çabuk üşüdüğü için hemen çıkardı. Bize; 'Sizler benim yerime girin' derdi. Biz de Ceylân Ağabeyle girerdik. Bazen gölde kayıklar olurdu. Üstadımızı kayığa bindirir, gölün kenarlarında gezdirdik. Fazla kalsak veya abdest için gölden fazla su harcasak, gölden israf etmeyin, derdi. İktisad, Üstadımızın damarlarına işlemişti.
-
Cevap: Bayram Yüksel
"Türkiye'de Risale-i Nur var, Rusya giremez"
"Üstadımızdan işittim. Mükerrer defalar, 'Risale-i Nur kıyamete kadar devam edecektir. Dünya devletleri bunları kanun olarak kullanacaklardır' demişti.
"Bir seferinde de şöyle konuşmuştu: 'Sizden soruyorum, koca Çin'i ve Balkanlar'ı yutan bir ejderha Türkiye'ye neden bir şey yapamıyor'
"Bizler sükût ettik. Tekrar sordu, yine sükût ettik. Üstadımız, 'Kur'ân-ı Kerim'in bu zamandaki hakikî tefsiri olan Risale-i Nur'un sayesinde' dedi.
"Benim içimden bir sual geldi. Acaba Risale-i Nur koca Rusya'yı nasıl durduracak? O zaman Üstadımız şöyle buyurdu: 'Bakın bir Miralay talebem gitti, Onuncu Sözü habbeciklerle Şarkta neşretti, Rusya'nın önünü aldı.'
"Yine benim hatırıma geldi. Onuncu Söz elli-altmış nüsha kitap. Nasıl koca Rusya'nın önünü alacak?
"Üstadımız şöyle dedi: 'Esas manevî atom bombası Risale-i Nur'dur. Onların atomundan daha üstündür. Sizler korkmayın, bu memlekette Risale-i Nur olduğu müddetçe Rusya bu memlekete giremez.'
"Yine Alman Harbinde herkes telâşta, 'Almanlar Türkiye'ye girdi girecek' diye kahvelerde konuşuluyor. Üstadımız Hafız Ali Ağabeye haber gönderiyor. 'Korkmayın, telâş etmeyin. Türkiye'de Risale-i Nur var, giremez' diyor.
"Hafız Ali Ağabeyin hizmetine bakan Abdullah Çavuş kahveye gidiyor, milletin telâşını görünce, 'Merak etmeyin hocaefendi haber göndermiş, Türkiye'de Risale-i Nur var giremez demiş,' diyor. O zamanki eğitmenlerden Osman Atasoy'da inanmaz bir tavırla şöyle diyor: 'Meczub, işte girdi.' Abdullah Çavuş bir şey demeden evine gidiyor. Gece radyolar ilân ediyor. 'Alman orduları Türkiye'ye giremedi.' Ondan sonra Osman Atasoy Nur Talebesi oldu.
"Üstadımız eski Nur Talebelerine çok ehemmiyet verirdi. Onların sadakat ve sebatlarından dolayı çok rağbet ve alâka gösteriyordu. 'Onlar Nur hizmetinde saff-ı evvel çekirdekler hükmündedirler. Onların ektiği Nur çekirdekleri şimdi meyvesini vermektedir' derdi."
(Son Şahitler kitabının, üçüncü cildinden derlenmiştir...)