Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
İNBİSÂT
Genişleme, yayılma, içte derinleşme ve kendi tabiatını aşma ma’nâlarına gelen inbisât; erbâbınca, şer’î hududlar çerçevesinde, gönlün herkese açılması, tatlı dil ve güler yüzle hoşnûd edilebilecek herkesin hoşnûd edilmesi.. ve Allah'la münâsebet açısından da havf u recâ halîtası bir hâletin, insan benliğine hükmetmesinden ibârettir ki, bu seviyeye ulaşan kalpler, huzûrda bulunmanın heybetiyle soluklarını yutar, huzur esintilerinin neş’e ve sevinciyle de dışarıya çıkarırlar. Nefes alırken ürperir verirken de inşirâh duyarlar.
Bu itibârla inbisâtı, halkla alâkalarımız ve Hakk’la münâsebetlerimiz içindeki inbisât olmak üzere ikiye ayırabiliriz:
1. Halkla alâkalı münâsebetlerimiz içinde inbisât; Hakk’la aramızdaki irtibâtı koruyup-kollama kaydıyla, insanlar arasında, insanlardan bir insan olarak, herkesi kabûl edip ve onlara kendi idrâk ve anlayışları içinde muâmelede bulunmaktan ibârettir. Hazret-i Rûh-u Seyyidi’l-Enâm (sav), çevresiyle münâsebetlerinde, yer yer işi lâtifeye vardıracak şekilde, tekellüfsüz, yumuşak ve rahat davranır; hikmet dolu nükteleriyle onların havsala ve idrâk seviyelerinde dolaşır ve o murâkabe insanlarına tebessüm eder, tebessüm ettirir ve nefes aldırırdı. “Kalp tıpkı bir âyine gibidir. Zaman zaman ciddilik o âyineyi buğulandırabilir.. o buğuları da lâtif lâtifelerden başka bir şeyle silip âyineyi cilalamak mümkün değildir.” (Az bir tasarrufla Minhâc.)
2. Hakk’la irtibâtımız içinde inbisât; hâller üstü bir hâlle, korku ve ümîdi birden ruhda yaşama ve “inbisât” halîtasını, soluklamadan ibarettir. Havf u recâ, nefsin hâllerinden olup, yolun başındakilerin Hakk'la münâsebetlerine bir ünvan; tamamen âriflerin hâli olan inbisât ise, kalbî hayatın ayrı bir buudu ve gönül erlerine has bir hâlettir. İnbisât seviyesine ulaşamayanların inbisât gibi görünen halleri, çok defa kendilerinde hâsıl olan bir ülfet-i marifetle, temkîni tahrîb ve insanı Allah'a karşı sû-i edeb sayılabilecek lâubaliliklere sevk edebilir...
İnbisât; insanın cismânî arzulardan sıyrılarak, bedenî tutkuların te’sirinden kurtularak Hakk'ın isim ve sıfatlarına mücellâ (pırıl pırıl) bir âyine olma makamında zuhûr eder ki -bu makama ister “cem‘ ” ister “mahv” mertebesi diyelim netice değişmez- şahsın, Hakk'tan gelen esintilerle şekillendiği ve renkler üstü renklere büründüğü sırlı bir noktadır. Bu noktaya ulaşanların inbisâtı ketmetmeleri imkânsız, ulaşamayan müptedilerin inbisâttan dem vurmaları ise küstahlıkdır. “Eğer şâhın nedîmi naz ve cilve yaparsa, sen de onu yapmaya kalkma! Çünkü sen, o senede mâlik değilsin! Ey bu fânî âlemin kayıtlarından kurtulamayan kimse, sen mahv u sekr ve inbisâtı ne bilirsin!” Ruhun şâd olsun Mevlânâ! Beden ve cesedin kulları rûhu ne bilir! Bedenin mahbûsu rûhâniyât ve ledünniyâtı ne bilir! Hakk ateşi ile elli defa yanıp püryân olmuş gönüllere sormalı şâk şâk sînelerin derdini ve verâların rengiyle tüllenen inkibâz ve inbisâtları..!
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
KAST VE AZİM
Kast; teveccüh, îtimat, dosdoğru yürüme, bir hedef belirleyip o istikamette hareket etme, ifrat ve tefrite düşmeden itidalli düşünme, itidalli yaşama ve hep itidali takip etme ma'nâlarına gelir ki, lûgatlara mevzû teşkil eden bu mefhumlarla erbabının: Mahbûb-u Hakîkî olan Allah sevgisini, Allah hoşnutluğunu elde etme yolunda, O’ndan başka herşeyden kalbî alâkayı kesme şeklindeki tariflerini irtibatlandırmak her zaman mümkündür.
“Dil Beyt-i Hüdâdır, ânı pâk eyle sivâdan,
Kasrına nüzûl eyleye Rahman gecelerde”
İ. Hakkı
Yani, “gönül bir Hüdâ evidir, onu Allah'tan gayrı her şeyden pâk tut ki, o sarayın gerçek sahibi, tecellî köşkünü rahmetle şereflendirsin” ifadesinde bu yüksek teveccüh ve îtimadı ve bu yüksek hedefi tahakkuk ettirme istikametindeki niyet ve kararlılığı anlatmaktadır ki, kasttan azme azimden hedefe çok uzak ve yakın, çok uzun ve kısa bir mesafeyi kuşbakışı gözlerimizin önüne sermektedir.
Aslında ifrat ve tefrite, dolayısıyla da kalbî ve rûhî sıkıntılara mârûz kalmadan huzûr ve itmi’nân içinde bulunmanın tek önemli bir yolu vardır; o da, Hakk rızası ve Hakk sevgisinin esas alınıp, hayâtın bir dantelâ gibi bu esaslar çerçevesinde nakşedilip yaşanmasıdır. “Bir gönül ki, Dost’tan Dost talebinden hâlidir, o ızdırap ve sıkıntılardan kurtulamaz! Bir baş ki, onda Dost sevgisi yoktur; o başta öz ve ma'nâ arama! Zira o baş, bir post ve deriden ibarettir.” (Mesnevi)
Gönlünde O’na doğru seyahate karar vermiş ruhlar, bir lâhza bile yolculuktan, yol tasavvurundan ve o yolda hedeflenen yüce ma’nâ ve yüce gâyelerden gafil olmazlar. Bir kere gözleri ağyâra kaysa ve ağyâra “yâr” deseler, bir ömür boyu efgân eder inlerler. O’nun yoluyla hiç tanışmama büyük bir tali’sizlik “tanıyıp-tanıştım” dedikten sonra takılıp yollarda kalma ise bir hüsran ve haybettir. Hem de ne hüsran ve haybet!
Kast, evvelâ, kalp yamaçlarında doğar ve gelişir, his va’dilerinde bir çağlayan haline gelir ve gürler. Sonra da insanın bütün benliğini sarar.. ve trafik işaretleri gibi ona gideceği hedefi gösterir. Bu ma’nâda kast, şuurlu bir niyet ve gönül tepelerine saçılmış bir tohum gibidir. Bu niyetle gerilen ruh ve gönül tepelerine tohum saçan el, bir de ilahî te’yidle desteklenirse, her hamle ve gayret döl yatağını yüzlerce hayr u berekete açar ve beklemeye koyulur. Kast ile belli bir turnikeye giren insan, iki adım ötede azimle buluşur ve azim atmosferinde yüzmeye başlar.
Azmi; herhangi bir mevzûda kararlı olmak, karar verdiği şeyde çeşitli alternatiflere kapalı bulunmak, arkasına düşüp talep ettiği hususlarda sebât etmek ve üzerine aldığı sorumlulukları ciddî bir mes’ûliyet şuuru ile yerine getirmek şeklinde tarif edebiliriz.
Azim, kastın ötesinde irâdenin daha derince bir buududur. Ve aynı zamanda, tevekkül ve teslimiyet semâsına yükselme yolunun da ilk basamağıdır. Kur’ân-ı Kerim, bu başlangıç ve sonu o kendine mahsus büyüleyici ifâdeleriyle sadece dört-beş kelime içinde şöyle noktalar: “Bir kere de azmettin mi, artık Allah’a tevekkül ol..!” (Âl-i İmrân, 3/159) Bu ilk basamak tevekkülle aşılır ve teslimiyetle tesbit edilirse, tepeler dümdüz, düz yollar da bütün bütün pürüzsüzleşir ve insan havada uçuyor gibi gider maksûduna ulaşır.
Kast u azim, kendilerine mahsus derinliklerle, irâdenin buudlarından iki buud ve önemli iki esasıdırlar. Uzun seyahatlere niyet etmiş her yolcu, mutlaka kast u azim menziline uğrayıp “vize” alma mecburiyetindedir. Bu menzilden vize aldıktan sonradır ki gerçek yolculuk başlar. Amma, kast u azim kanatları altında ve onlarla başlayan bir sırlı derinlik içinde... İrade murada inkılâb edip onun içinde eriyince, birer proje ve taslaktan ibaret olan kast u azim de itibârî birer ünvan haline gelir ve silinir-giderler. Hakk dostu: “Her kim mükellefiyetlerinin üstünde, Allah’a vuslat arzusuyla şahlanırsa, Hüdâ ona gelir” der. Gelir de, onun gören gözü, işiten kulağı ve konuşan lisânı şeklinde tecelli eder.
Evet, kast u azmin kanatlarıyla yoldakiler için vuslat, fenâ içinde bir bekâdır. Yolları aşmış ve muratlaşmış ruhlar içinse, vuslat bekâ içinde bekâdır ve hayırların hayır doğurduğu bu doğurgan dâire içinde elemin izine bile rastlanmaz. Elemin izine rastlamak şöyle dursun, orada elemler lezzet ufkunda doğar-batar, kahırlar da lütûflarla iç içe yaşar. Başı bu noktaya ulaşmış bahtiyar bir ruh her zaman “kahrın da hoş lütfun da hoş” der.. ve elinde rıza kâsesi, Hakk’tan gelen herşeyi cennet kevserleri gibi yudumlar gezer.
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
İRÂDE, MÜRÎD VE MURÂD
İsteme, dileme, arzu ve isteklerin gerçekleştirilip ortaya konması yeteneği veya iki şeyden birini tercih etme ma’nâlarına gelen irâde; hayatını kalp ve ruh seviyesinde yaşayanlarca: “Nefsin isteklerini aşma, bedenin arzularına başkaldırma, Hakk’ın rızâ ve hoşnutluğunu kendi istek ve dileklerine tercih ederek kendine rağmen her yerde ve her durumda O’nda ve O’nun murâdında fâni olma” şeklinde anlaşılmış ve ta’rif edilmiştir.
Mürîd; kendi güç ve kuvvetinden teberrî edip, zerreden sistemlere kadar herşeyi kabza-i tasarrufunda tutan Kudreti Sonsuz’un irâdesine râm olan.. murâd ise, Hakk arzusuyla dopdolu hâle gelmiş; bütün bütün mâsivâya “O’ndan başkası” kapanmış.. O’nun hoşnutluğundan başka hiçbir şeye istek ve iştihası kalmamış.. dolayısıyla da Hakk’ın murâd ve matmah-ı nazarı “gözde” olmuş bahtiyar ruh demektir.
İrâde; “ -İş ve davranışlarında sırf O’nu ister ve dilerler” (En’âm, 6/52; Kehf, 18/28) gerçeğine göre, Hakk yolunun yolcuları için ilk menzil ve Sonsuz’a yelken açanlar için de bir ilk konaktır. Nâmütenâhîye açılan hemen herkes, ilk defa bu liman ve bu piste uğrar.. sonra da bu birinci durağın anilmerkez gücüyle yükselir, hedefe doğru yol almaya başlar. Bu yol alış, şahsın safveti, madde ile irtibatı ve merkezdeki gücün iticiliğiyle mebsûten mütenâsib (doğru orantılı) dir. Hakk’ın tevfîki ve irâde gücüne göre, kimileri bu mesafeyi yerde yürüme sür’atiyle, kimileri peyk, füze ve ışık hızıyla, kimileri de her türlü kemmiyet ölçüleri üstünde kat’eder. Nebî’de miraç, velîde arşiye, dervişte seyr-i sülûk, Hakk’ın tevfîkiyle desteklenmiş irâde, mürîd ve murâda ne parlak birer misâldirler.
Mürîdle irâde arasında bir alâka vardır ama, bu daha çok bir iştikâk alâkasıdır. Sebeblerin, sathî akıllar nazarında, ilâhî izzet ve azamete perde olması gibi, izâfî bir varlık sayılan insan irâdesi de “ -Dilediğini dilediği gibi yapan” (Bürûc, 85//16) Zât’ın irâdesinin gölgesinin gölgesidir. Gölge asla tâbi olduğu gibi, yaratılan irâdeler de yaratıcı irâdeye tâbidirler. Gölgede vehmedilen parlaklık, canlılık ve câzibenin, aynalara akseden sûretlerin parlaklık, canlılık ve câzibesinden farkı yoktur... Ne var ki, yolun başındakiler için bunu anlayıp kavramak pek de kolay değildir.
Mürîd, irâdesini mutlak irâdeyle irtibatlandırıp murâd ufkuna ulaşacağı ve bedenden rûha, cisimden kalbe, düşünceden vicdana yükseleceği âna kadar, kat’iyen “fark”tan kurtulamaz.. kurtulamaz da, irâdeyi ayrı, irâde edeni ayrı ve murâdı da hep ayrı görür. Evet, Hakk yolcusu, yolun başlangıcında mürîd, nihâyetinde murâd.. kulluğu tabiatına mâletme gayreti içinde mürîd, Hakk’la münâsebetlerin, fıtratın ayrılmaz bir yanı haline geldiği noktada murâd.. sevilip-arzu edilme yollarını araştırma faslında mürîd, herşeyde O’ndan bir kısım izler görüp sevgi ve ma’rifet arası gelip-giden ve bu geliş-gidişiyle zevk-i rûhânî kaneviçesini ördüğü zaman da murâddır.
“İlme’l-yakîn”in başlangıcından “Hakka’l-yakîn”in nihâyetine kadar bu çok geniş mesafede, nisbî pek çok ibtidâ ve intihâlar vardır. Meselâ: Pek çoklarına göre “ -Rabbim sînemi aç, rûhuma genişlik ver” (Tâ-Hâ, 20/25) bir intihâdır. Ama “ -Biz, Senin sîneni açıp rûhuna genişlik vermedik mi?” (İnşirâh, 94/1) mazhariyetine göre bir ibtidâdır. Kezâ “ -Rabbim göster cemâlini göreyim Seni” (A’râf, 7/143) kendi makamında bir son ama,“ - O’nun gözü ne kaydı ne de kamaştı” (Necm, 53/17) ufkuna göre bir başlangıçtır. Bunun gibi “ -Şüphesiz benimle beraberdir Rabbim ve bana yol gösterecektir” (Şuarâ, 26/62) bir maiyyeti idrâk ifâdesidir. Ama, “ -Tasalanma, şüphesiz Allah bizimle beraberdir” (Tevbe, 9/40) hakikat-ı âliyesiyle kâbil-i kıyas değildir.
Mebde’de, sadâkat, vefâ ve azim esastır.. müntehâda, ciddiyet, temkîn ve edeb. Mebde’de kusur edenler, takılır yollarda kalırlar.. müntehâdakiler ise itab görür ve hırpalanırlar.
Mükellefiyetleri yerine getirmede hassasiyet ve sürekli Hakk’a yalvarıp yakarma irâdeyi besleyen önemli kaynaklarından biridir. Bunun ötesinde, Hakk inâyetinin, insanın gören gözü, işiten kulağı, söyleyen dili ve tutup yakalayan eli haline gelmesi ise, onun nâfilelerdeki titizliğine bağlıdır.
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
YAKÎN
Yakîn, şekten, şüpheden kurtulmak; doğru, sağlam ve kesinlerden kesin bir bilgiye, hem de herhangi bir tereddüt ve kuşkuya düşmeyecek şekilde ulaşmak, bütünleşmek demektir. Yerinde îkân, istîkân ve teyakkun da diyeceğimiz yakîn, ma’rifet yolcusunun ruhânî seyahatında erip zevkettiği ma’nevî bir makamdır; aynı zamanda, derece, mertebe, terakkî ve inkişâfa açık varlıklar için söz-konusudur. İçinde derece ve mertebelerin bulunmadığı, onun için inkişâf ve terakkînin bahis mevzû olmadığı ilm-i ilâhî için yakîn kat’iyen söz konusu değildir. Bir kere ilâhî isimler tevkîfîdir.. ve gaybın lisân-ı fasîhi Hz. Şâri’ tarafından -tabiî kendisine verilen vâridat ölçüsünde- nelerden ibâret olduğu bildirilmiştir ama, bunlar arasında, yakîne kaynaklık yapabilecek “mûkin” diye bir isme rastlanmamaktadır. Sâniyen yakîn, şek, şüphe, tereddüt şânından olan nesneler hakkında kullanılır; Zât-ı Ulûhiyyet ise bunlardan münezzeh ve müberrâdır.
Hakîkat ehlince yakîn; îmân esaslarını ve bilhassa, îmânın kutb-u a’zâmını, aksine ihtimal vermeyecek şekilde bilmek, kabullenmek, duyup hissetmek ve onun insan benliğiyle bütünleştiği irfan ufkuna ulaşmak demektir. Onu, îmânda delîl ve bürhanları aşarak, “latîfe-i rabbâ-niye” yoluyla gaybları müşâhede, eşyânın perde arkasını murâkabe ve sırları muhafaza şeklinde de târif etmişlerdir. Ona, bütün bilgi kaynaklarını, bütün müşâhede ve murâkabe yollarını kullanarak varılan noktalar ötesi nokta -ki, o nokta bir yönüyle intihâ, diğer yönüyle de ibtidâ sayılır- demek, zannederim daha uygun olur. O noktaya ulaşan hakîkat eri, sık sık sonsuza yelken açar.. kalben mi’râca, rûhen “ -Ne göz kaydı ne de haddi aştı” (Necm, 53/17) ufkuna ulaşır.. pâr pâr yanan ilâhî tecellîler kehkeşânları arasında seyahat eder ve “âyetü’l-kübrâ”yı heceleyecek lisân, görüp duyacak sem’ u basarla taltif edilir. Yani sonsuzluk yolcusunun kâinat kitâbını tekrar ber tekrar mütalâa, eşyâyı tekrar ber tekrar hallac etmesi neticesinde, büyük-küçük her varlık üzerinde, Allah’a mahsus taklid kabul etmez sikke ve tuğrâların ifâde ettikleri ma’nâları.. âfâkta ve enfüste müşâhedesine takdim edilen ibret levhalarını seyr ede ede ulaşılmaz perde arkası sırların inkişâfına.. hayatını vahyin tılsımlı ve aydınlık ikliminde sürdüre sürdüre insânî güçle aşılamayan ve ihâta edilemeyen “kenz-i mahfî”nin tenezzül dalga boyuyla kalpte tecellîsine.. ve bu kaynaklardan süzülüp gelen ışık dalgaları mahiyetindeki vâridâtı göz, kulak ve diğer latîfelere hem de hiç kırmadan, değiştirmeden aksettiren vicdan menşûrunun iş’âr ve işâretlerine âşina olması, duyup hissetmesi, zevkedip tatmasıdır ki, ancak, çok hususî ma’nâda Allah’a yakın olanların lütuflandırılacakları bir keyfiyettir.
Yakînin en azı bile, kalbi nurlarla dolduracak, tereddüt sis ve dumanlarını silip süpürecek ve insanın iç dünyâsında, sevinç, itmi’nân ve revh u reyhân esintileri meydana getirecek kadar güçlüdür. Hz. Zünnûn’un da dediği gibi; yakîn, kalbi ebediyet arzusu ve sonsuzluk emeliyle coşturur. Bu yüksek duygu ise, insanda zühd düşüncesini uyarır ve geliştirir.. zühd yamaçları hikmete açık düşünce kuşaklarıdır.. zühdle kanatlanıp hikmete ulaşan ruh, benliğine âkıbet mülâhazasını perçinler ve hâkim kılar.. ukbâ mülâhazasıyla oturup kalkanlar ise, halk içinde olsalar dahi hep Hakk’la beraberdirler.
Yakînin başlangıcı, perde aralanması berzâhı, iki adım ötesi mükâşefe -kalbin ilâhî tecellîlerle doygunluğa ulaşıp, şüphe, tereddüt ve bütün kuşkulara kapanması ki; bu noktaya ulaşanlardan bazıları: “Perde açılsa yakînim ziyâdeleşmez” demişlerdir- eşyânın hakîkatını renkler ve keyfiyetler üstü tüllendiği bu iklimden iki soluk sonra da müşâhede -gözle görülmemişler, kulakla işitilmemişler ve insan tasavvurlarını aşan mevhibeler âleminde seyahat- ufkudur.
Yakîn mebde itibâriyle kesbî, müntehâ ve netice itibâriyle de bedîhî, lutfî -kesbî sözüyle, Ehl-i Sünnet imamlarının; eğilim ve eğilimdeki tasarruf dedikleri cüz-î irâde ve onun taallukunu kastediyorum- ve mutlaka ma’rifet vizelidir. Ma’rifet; bakış zâviyesi, isabetli nazar, dupduru niyet ve sâlikin delîllerle buluşup tanışmasına, Allah ihsânının iktirân etmesiyle meydana gelir, billûrlaşır, benliğin bütün derinliklerini aydınlatır.. derken dört bir yandan insan rûhuna ışıklar yağmaya başlar.. varlığın her ufkunda peşipeşine şafaklar sökün eder.. meşrıkların yanında mağribler de ağarır ve istidâdına göre her fert, kendini ışıklarla muhat bir nokta gibi görür rûhunun derinliklerinde, kesret dağdağasının silinip gittiğini müşâhede eder ve herşeyin bir vahdet zemzemesi içinde zevke inkılab ettiğini duyar ve yaşar...
Evet, yakîn, başlangıcı itibâriyle, biraz tozlu-dumanlı, dolayısıyla da huzursuzluk esintilerine açık geçer; neticesi itibâriyle ise, tasavvurlar üstü bir huzurla iç içedir. Mebde ve müntehâdaki bu farklılığı göremeyenler, yakînde hatarât, huzurda tavattun ve emniyet varolduğu iltibâsına düşmüşlerdir. Oysa ki mes’ele, tamamen bir mebde ve müntehâ mes’elesi.. hatarât ise "AYET" fehvâsınca herkes için bahis mevzûu.. tavattun ve emniyete gelince onlar, Allah’ın yakîn seralarında yetiştirdiği inâyet turfandalarıdır.
Bir kısım Kur’ân âyetlerinde işâret buyurulduğu gibi, yakîn, tasavvuf erbâbınca üç bölüm içinde mütâlaa edilmiştir:
1- İlme’l-yakîn ki: Apaçık delîl ve bürhanların aydınlık dünyâsında, o delîl ve bürhanlar vesâyasında hedeflenilen hususlarla alâkalı en sağlam inanç ve en kesin iz’âna ulaşma keyfiyeti..
2- Ayne’l-yakîn ki: Keşif, müşâhede ve duyup hissetmenin, rûha kazandırdığı engin ve tarifler üstü ma’rifete ulaşabilme hâli..
3- Hakka’l-yakîn ki: Perdesiz, hâilsiz; aynı zamanda kemmiyetsiz, keyfiyetsiz ve tasavvurları aşan sırlı bir maiyyeti ihrâz mazhariyetidir.. bazıları bu mazhariyeti, kulun, benlik, enâniyet ve nefis cihetiyle fenâ bulup Zât-ı Hakk’la kâim olması şeklinde de yorumlamışlardır.
Bu üç husûsu, avamca şöyle bir misâl ile anlatmak da mümkündür: Bir insanın ölmeden ölümü bilmesi “ilme’l-yakîn”, gözünden perdenin kaldırılıp canını almaya gelen melekleri görmesi, sekerât öncesi bir kısım metafizik hâdiselere şâhit olması “ayne’l-yakîn”, ölümün kendine has keyfiyetini tadıp duyması da “hakka’l-yakîn”dir. Buna göre bir insanın, ilmî istidlâl yoluyla herhangi bir mevzûda elde ettiği kesin bilgiye ilme’l-yakîn, gözüyle, kulağıyla ve diğer sâlim duygularıyla ulaştığı ma’rifete ayne’l-yakîn, istidlâl ve müşâhade üstü ve doğrudan doğruya onun vicdanına gelen, vicdanından fışkıran ve bütün zâhir-bâtın duygularının ufkunu saran irfâna da hakka’l-yakîn denir.
Yakînin, husûsiyle de hakka’l-yakînin, hakâik-i mücerredeye tatbîkine gelince, yukarıdaki mülâhazalarda da işaret edildiği gibi, o, tamamen hâlî, zevkî bir mes’eledir.. ve bundan öte fazla bir şey söylemek de bizim boyumuzu aşar.
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
ZİKİR
Anmak, hatırlamak, yâdetmek ma’nâlarına da gelen zikir; sofîlerce, Allah’ın ad ve ünvanlarının teker teker veya birkaçının birarada tekrar edilmesinden ibarettir. Zikir, Allah’ı münferiden veya topluca anma yollarının (tarikatlar) bazılarında ò«Ó§Ôå, bazılarında mürşid ve rehberin tayinine göre bazılarında da daha değişik isim ve ünvanlarla edâ edilir.
Zikir de, tıpkı şükür gibi hem lisân, hem kalb, hem beden, hem de vicdanın bütün erkânıyla yerine getirilen bir vazife ve bir kulluk borcudur. Cenâb-ı Hakk’ı bütün esmâ-i hüsnasıyla, bütün sıfât-ı kudsiyesiyle yâd etmek, hamd ü senâsıyla gürlemek, tesbih u temcîdlerle gerilmek, kitabını okumak, O’nun rehberliğine sığınmak; kâinat kitâbındaki âyât-ı tekvîniyesini ma’nâyı harfiyle mırıldanmak; aczini, fakrını duâ ve münâcât lisânıyla ilân etmek... Evet, bütün bunların hepsi lisâna âit birer zikirdir.
Başta “Latîfe-i Rabbaniyye” olmak üzere vicdanın bütün rükünleriyle Allah’ı yâdetmek, yâni O’nun varlığına dair delillerin mülâhazasıyla oturup-kalkmak, varlık kitabında sürekli parlayıp duran ve her an bize ayrı ayrı şeyler fısıldayan ilâhî isim ve sıfatları düşünmek; sonra da O’nun cihan çapındaki rubûbiyet ahkâmını, bu ahkâm karşısında sorumluluklarımızla alâkalı mes’eleleri, emr ü nehiyleri, va’d u vaîdleri, mükafât u mücazâtları tefekkür etmek; enfüsî ve âfâkî yollarla varlık ve varlığın perde arkası sırlarını araştırmak; bu araştırmalar esnasında basar ve basîrete açılan uhrevî güzellikleri tekrar ber tekrar temâşâ etmek.. zerreden seyyârelere kadar herşeyin, “âlem-i kuds” hesabına atan birer nabız, âlem-i lâhut’a nûrefşan birer tercüman ve “Hakîkatü’l-Hakâik”a birer menfez olduklarını tasavvur etmek de bir kalbî zikirdir. Her zaman bir nabız gibi atan varlığı duyabilenler, bir hatîb gibi konuşan âlem-i lâhutu dinleyebilenler ve bu menfezlerden celâl ve cemâl tecellilerini temâşâya muvaffak olanlar, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği öyle rûhanî zevklere ulaşırlar ki bu zevk zemzemesi içinde geçen hayatın bir saati yüzlerce seneye muâdil gelebilir.. gelebilir ve bu kudsî seyahat o zevkli sonsuzluğuyla, vâridât ve manevî hazlar “salih dâiresi” içerisinde köpüre köpüre devam eder gider. Sübühât-ı Vechin nurları her yanı sardığı bu noktada insanın müşâhedeleri insanı aşar. Aşar da her gönül erbâbı ve her isti’dât, zâtü’l-emre muvâfık olsun-olmasın, duyup hissettiği şeylerle bir zikir velvelesi içine çekilir; derken, ihtiyârî-gayri ihtiyârî, esmâ-i ilâhîyi mırıldanmaya başlar.
Herhalde böyle bir kurbiyet, böyle bir maiyyet atmosferinde geçen saniyeler, -tabiî vâridâta açık münevver saniyeler- kapalı ve nursuz senelerden daha bereketli ve daha ebediyet buudludurlar. Bu mübârekiyete işâret için hadîs olarak rivâyet edilen bir kutlu sözde: “ - Benim Allah ile öyle bir ânım vardır ki o esnâda Bana ne bir mukarreb melek ne de bir nebiyy-i mürsel ulaşamaz” buyurulur.
Emir ve yasakları ciddî bir duyarlılıkla hayata taşıyıp yaşamak, her emir ve her yasakla kendisine yapılan teklifleri vicdanında hissederek, iştiyakla emirlerin ifâsına koşmak ve derin bir mes’ûliyet şuuruyla yasaklardan kaçınmak da bedenî zikirdir ki lisânla yapılan zikrin derinliği de büyük ölçüde bu ikinci zikirden kaynaklanmakta ve bu “anilmerkez” güçle bir ölümsüz ses hâline gelmektedir. Bedenî zikir daha çok, ulûhiyet kapısının tokmağına dokunarak, o dergâha kabul yollarını araştırarak ve beşerî olan acz u fakrimizi îlân ederek İlâhî kudret, İlâhî kuvvet ve İlahî gınâya ihtiyacımızı arz hamlesidir.
Evet, zikreden ve zikrinde ısrarda bulunan zâkir, Cenâb-ı Hakk’la mukâvele yapmışçasına hıfz u himâye ve inâyet seralarına alınmış olur ki “ -Anın Beni ki anayım sizi” (Bakara, 2/152) İlâhî fermânı da fakrın ayn-ı kuvvet, aczin ayn-ı gınâ hâline geldiği bu sırlı keyfiyeti ifâde etmektedir.
Yani siz, Allah’ı zikr u fikr u ibadetle yâdedeceksiniz, O da sizi teşrîf ve tekrîmle anacak.. siz duâ ve münacâtlarla O’nu mırıldanıp duracaksınız, O da icâbetle size lütuflar yağdıracak.. siz dünyevî işlerinizin arasında O’nu unutmayacaksınız, O da dünya ve ukbâ gâilelerini bertaraf ederek sizi ihsanla şereflendirecek.. siz yalnız kaldığınız zamanlarda da O’nunla dolup taşacaksınız, O da yalnızlıklara itildiğiniz yerlerde size “Enîs u Celîs” olacak.. siz rahat olduğunuz zamanlarda O’nu dilden düşürmeyeceksiniz, O’da rahatınızı kaçıran hâdiseler karşısında rahmet esintileri gönderecek.. siz O’nun uğrunda cihad edip O’nu cihana duyuracaksınız, O da sizi dünya ve ukbâ zilletlerinden kurtaracak.. siz O’nun yolunda ihlâslı olacaksınız, O da sizi gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, insan tasavvurunu aşan hususî iltifat ve hususî pâyelerle şereflendirecek... Böylece, zikir arzusu, zikir cehdi, zikre mazhariyet nimetiyle kıymete ulaşacak, derken Allah da bu tevfîk ve hidâyet lütfunu hususî ihsanlarıyla daha bir buudlaştıracaktır ki, “ Bana sürekli şükredin ve sakın nankörlüğe düşmeyin!” (Bakara, 2/152) Emr-i Rabbanisi de işte, zikirden şükre, şükürden zikre bu salih dâireyi ihtar etmektedir.
Zikir bütün ibâdetlerin özüdür ve bu özün özü de Kur’ân-ı Kerîm’dir. Ondan sonra da, Hazret-i Sâhib-i Şeriat’tan sâdır olan nurlu sözler gelir.
Cehrî, hafî her şekliyle zikir, duygu, düşünce ve şuur çevresinde halkalanan ziyâ-i sübuhât-ı vechin bedene taşınması ve rûha mâl edilmesi ameliyesidir.
Zikir, Cenâb-ı Hakk’ın gizli-açık nimetleri karşısında O’nu ins-cin herkese ilân etmenin ünvânıdır. Bu ilân kesildiği an yeryüzü ve ondaki varlıkların da hikmet-i vücudu kalmaz. Peygamber beyânıyla -aleyhi ekmelü’t-tehâyâ- yeryüzünde “Allah Allah” diyenlerin kalmayışı Kıyametin kopmasıyla irtibatlandırılmıyor mu?..
Hangi şekliyle olursa olsun “zikrullah” yolu Hakk’a ulaşma yollarının en kavîsi ve en emînidir. O olmadan Hakk’a vuslat zordur. Evet, vicdanların şuurla O’nu anması, letâifin O’na dem tutması ve lisânın bu armoniye tercümân olması sonsuzluk yolunun yolcuları için ne tükenmez bir zâd u zahîre ve ne bereketli bir kaynaktır!
Zikrullah, kurbet helezonunda bir seyahattır; dil, duygu, gönül bir koro teşkil edip de Allah’ı anmaya durdu mu insan bir anda kendini sırlı bir asansör içinde bulur ve bir lahzada rûhların uçuşup durduğu iklime ulaşır. Ulaşır da gök kapılarının aralığından neler neler seyreder..!
Zikrullahın muayyen bir vakti yoktur. Namaz bütün ibâdetlerin pîri ve din sefinesinin direği olduğu hâlde belli zamanlarda edâ edilir ve edâ edilmesi caiz olmayan vakitler de vardır.
Zikrullah ise, zamanın her diliminde serbest dolaşıma sahiptir ve herhangi bir hâl ile de mukayyet değildir. “ -Onlar Allah’ı ayakta, oturarak, hatta yan gelip yatarken de anarlar” (Âl-i İmrân, 3/191) fehvâsınca, ne zaman itibâriyle ne de hâl itibâriyle zikrullah’a tahdid konmamıştır.
Kitab, sünnet ve selef-i salihînin eserlerinde, zikrullahdan daha fazla birşeye tergîb ve teşvîk yapıldığını hatırlamıyorum. Namazdan, cihada kadar o, her ibadetin içinde can gibidir, kan gibidir.
Ancak, herkesin zikri, zikredilenin onun duyguları üzerinde te’siri ölçüsündedir ki; sofiler buna “müşâhede” veya “huzur-u kalb” derler. Bazıları, Cenâb-ı Hakk’ı anarak bir sırlı yol ile kalbinde O’na ulaşır. Bazıları da vicdanlarında O’nu “kenzen” bilir ve derûnlarındaki nokta-i istinât ve nokta-i istimdât sayesinde sürekli maiyyette olur. Bu seviyenin insanları için her yeni anış, bir inkıtâ vesilesi olması itibariyle cehalettir. “ - Allah biliyor ki ben O’nu şimdi anmıyorum, anmak ne demek, ben O’nu hiç unutmadım ki..!” sözü de bu anlayıştaki insanların düşüncelerini ifâde etmek için sadır olmuştur.
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
İHSAN
İhsan; lügat itibari ile iki şekilde kullanılır: Biri “Ahsenehu” dur ki; birşeyi güzel ve mükemmel yaptı, ihsan şuuru ile davrandı ma’nâlarına gelir; diğeri ise “Ahsene ileyhi” dir ki; iyilik etti, ihsan ve cemilede bulundu ma’nâlarına gelir.
Her iki ma’nâ da, Kur’ân’da ve sünnette nazar-ı itibara alınmış, yer yer bunlardan birisine, zaman zaman da her ikisine birden tevcih yapılarak telvine gidilmiştir ki, Hazret-i Yusuf “Alâ nebiyyinâ ve aleyhisselâm” ın ihsan şuurunu tescil bölümünde buna işaret edilmişti.
Hakikat ehlince ihsan; hak ölçülerine göre iyi düşünme, iyi şeyler planlama, iyi işlere mukayyed olma ve kullukla alâkalı davranışların, Allah’ın nazarına arzedilmesi şuuruyla, fevkalâde bir titizlik içinde temsil edilmesinden ibaret kalbî bir ameldir.
İhsana ulaşabilmek için, duygu, düşünce ve tasavvurların sağlam bir îmana bina edilmesi, îman gerçeğinin İslamî esaslarla derinleştirilmesi ve kalbin kadirşinas ölçüleri ile İlâhîleştirilmesi şarttır. Başkalarına ve başka şeylere ihsan duygusu ise Hakk murakabesi ile bütünleşmiş böyle bir kalbin tabiî tavrıdır.
Evet, “ -İhsan, görüyormuşcasına senin, Allah’a ibadet etmendir; sen O’nu görmesen de O seni görüyordur.” 1 hakikatınca, yapılan her şeyi arızasız ve Cenab-ı Şâhid-i Eze-lî’nin nazarına arz edilebilecek şekilde, inanarak, duyarak, irade, his, şuur ve latife-i rabbaniye buutları ile yerine getirmek bir esas, bir temel prensip ve hakikat erlerince ulaşılması gerekli olan bir ufuk; başkalarına karşı iyilik duygusu, iyilik düşüncesi ve iyi davranmak ise, insan ruhu ile bütünleşmiş böyle bir ihsan şuurunun zuhuru, taşması ve intişarıdır ki; birinci şıkkın tabiî neticesi ve ihsana programlanmış bir vicdanın programlandığı şeyi ifade etmesinden ibarettir.
Bu ma’nâdaki, ihsanın insanlara bakan yanını: “ -Kendin için sevdiğini kardeşin için de sevmen” düstûru; bütün yaratıkları içine alan evrensel buudunu da; “ - Allah, herşeye karşı ihsanı kabul etmiştir: öyle ise öldürürken (ölümü hak etmiş kimseleri) - ihsan tutkusu ile öldürün! (Bir hayvanı) boğazlarken ihsan hissi ile boğazlayın (yani) bıçağını iyi bilesin ve keseceği hayvanını rahat ettirsin! hadis-i şerifleri ifade etmektedir.
İhsan şuuru, salih bir dairenin (kısır döngü karşılığı olarak kullanıyorum) kapısını açan sırlı bir anahtar gibidir. O kapıyı açan ve o aydınlık koridora adımını atan insan, yürüyen merdivenlere binmiş gibi, kendini sihirli bir yükselişin helezonunda bulur. Bir de, bu mazhariyetiyle beraber, iradesinin hakkını verip kendi de yürüyüşünü devam ettirirse, her adımda iki basamak birden yükselir ki; zannediyorum, “ - İhsanın mü-kâfatı da başka değil yine ihsandır.” (Rahman, 55/60) İlâhî beyanı da bize bunu hatırlatmakta.. Nitekim birgün, Hazret-i Sadık u Masduk bu âyeti okumuş ve ashabına sormuştu: “Biliyor musunuz Rabbiniz bununla ne anlatmak istiyor?” Ashab: Allah ve Resulü bilir; cevabını verince, O sözlerine şöyle devam etmiş ve Cenab-ı Hakk’ın “ -Benim kendisine îman ve tevhidi ihsan eylediğim kimsenin mükâfatı başka değil cennettir..!” dediğini hikaye buyurmuşlardı.
İhsan şuuru, yağmur yüklü bulutlar gibi bir baştan bir başa bütün kalp tepelerini sarınca, İlâhi eltaf sağnak sağnak boşalmaya başlar.. ve insan kendini “ -İhsan ruhu ile yatıp-kalkanlara, ihsan üstü ihsan ve bir de ziyade vardır” (Yunus, 10/26) kuşağında bulur.. bulur ve insan olma mazhariyetini en engin hazlarıyla duyar ve yaşar.
Bu mevzûda bir de, amel ve davranışların ötesinde, kalplerin kurup durduğu hâlis niyetlere terettüp eden, fazl ve lütûf kaynaklı İlahî varidât vardır ki, onun tasavvuru bizi de bizim düşüncelerimizi de aşar..!
İnsanı Hakka ulaştırmada en aldanmaz vesilelerden biri kalptir ve kalbin en büyük ameli de ihsandır. İhsan, ihlâs yamaçlarına açılmanın en emin yolu, rıdvan tepelerine ulaşmanın en sıhhatli vasıtası ve Şâhid-i Ezelî’ye karşı da bir temkin şuurudur. O’na doğru hergün, îmanla donanmış, amelle kanatlanmış ve takvâ ile derinleşmiş yüzler-binler “şedd-i rihal” eder yolculuğa koyulurlar ama, o zirveye, ya birkaç insan ulaşır, ya da ulaşamaz. Ulaşamayanlar ulaşma adına didinmelerini sürdüredursunlar; ulaşanlar orada Allah’ın sevmediği şeyleri bütün çirkinlikleriyle duyar, hisseder ve onlara karşı kapanır; Allah’ın güzel gördüğü şeylerle de fıtratının gereğiymişçesine birleşir, bütünleşir ve sürekli “mâruf” soluklarlar.
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
BASÎRET VE FİRÂSET
Sözlüklerin; idrâk, fetânet, delîl ve şâhit kelimeleriyle karşılamaya çalıştıkları basîret, kâmus ve ta’rifât kitaplarında: “Kalp gözünün açıklığı, idrâk genişliği, daha başlangıçta iken neticeyi görüp-sezme ve yarınları bugünle beraber değerlendirebilme istidâdı” olarak ta’rif edilmiştir.
Gönül erlerinin muhâverelerinde basîret, bir başka derinlik ve ihâtaya ulaşır. Şöyle ki; o, tefekkür ve ilhâmın rehberliğinde biricik irfan kaynağı, eşyânın hakikatını kavramada rûhun ilk idrâk mertebesi; aklın, renk, şekil ve keyfiyetlere takılıp kaldığı noktalarda, rûhî değerleri görüp tesbit eden bir vicdânî şuur ve ilâhî tecellîlerle nurlanmış, Zât-ı Ulûhiyyetin ünsiyeti ziyâsıyla sürmelenmiş öyle bir idrâkdır ki, idrâkların yalın ayak, baş açık hayâllerle yorulup bîtâp düştükleri vâdilerde o, delîl ve şâhide ihtiyaç duymadan eşyânın perde arkası sırlarıyla halvet olur ve aklın şaşkın şaşkın dolaştığı yerlerde gider hakikatler hakikatine ulaşır.
Basar, Allah’ın nûrefşân bir sıfatıdır; her müstaidin basîreti de “ -Aralarında taksimi yapan Biz’iz” (Zuhruf, 43/32) mîzânıyla bu ilâhî sıfattan hissesi ölçüsündedir. Böyle kaderî bir tecellîde en büyük hisse ile, bu lâhûtî kaynaktan kana kana istifâde edip, sonra da rûhunun ilhâmlarını arkasında saf bağlamış bendelerinin sînelerine boşaltma mazhariyetinin biricik sîmâsı, Hakk tecellîlerinin mücellâ âyinesi Hz. Muhammed (sav)’dir ve bu mevzûda O’nun eşimenendi yoktur. “ -De ki: İşte benim yolum! Ben Allah’a -körü körüne değil- basîret üzere da’vet ediyorum.. bana tâbi’ olanlar da öyle...” (Yusuf, 12/108) beyanı, Nebîler Sultanı ve arkasındakilerin bu ilâhî mevhibe ve onun vâridâtından istifâdelerinin azametine işâret etmektedir.
Bu ışıktan idrâk sayesindedir ki, mi’râcın kutlu yolcusu, idrâksizler için hemen her zaman, anlaşılmaz bir amâ sanılan varlığın perde arkasını, hem de bir solukta gezip gördü. Bir kitap gibi mütâlaa etti.. îmân rükünlerinin misâlî levhalarının sergilendiği gayb yamaçlarında dolaştı.. kader kalemlerinin yürekleri hoplatan nağmeleriyle ürperdi.. hûri-gılman teşrifatçılığına uğrayıp geçti.. “ne mekân var ânda, ne arz u semâ...” duygularının mûsikîleştiği noktada “ -İki yay arası kadar hatta daha da yakın...” (Necm, 53/9) nefehâtiyle istikbâl edildi ve armağanlandırıldı...
Bazen basîretdeki temâşâ zevki firâsetle ayrı bir derinliğe ulaşır ki, o zaman idrâk “Te’vîlü’l-ehâdîs’e= Eşyânın melekûtî yönlerine nüfuz ve hâdiselerin yorumu” uyanır ve ruh, üç buudlu şu mekânda birkaç buudu birden yaşamaya başlar. Derken vicdan, varlığın gören gözü, atan nabzı ve kavrayan aklı olur.
Sezme, anlama ma’nâlarına gelen firâset, idrâkin, iz’ânlaşması ve basîretin daha da derinleşmesi demektir. Hakk nûrunun tecellîsine açık firâsetli gözler, gölgelere aldanmayan öyle ay yüzlülerdir ki, basîretlerinin nuruyla en karanlık zeminde dahi herşeyi apaçık görür, iltibasları aşar, benzerliklere takılıp kalmaz.. cüz’iyyâtın esiri olmaz.. kamışın içinde şekeri, suyun ruhunda oksijen ve hidrojeni birden müşâhede ve idrâk eder ve gönlü hep “fark” ikliminde dolaşır.
İnsan sîmâsından kâinat çehresine kadar her nokta, her kelime, her satır “ -Elbette bunda basîret ve firâseti olanlar için ibretler vardır” (Hicr, 15/75) gölgesinde seyahat edenlere çok ma’nâlı birer lafız, hatta birer kitaptır. “ -Mü’minin firâsetinden korkun ve titreyin. Çünkü o, Allah’ın nuruyla nazar eder” sırrıyla her tarafı görebilecek bir tarassut noktasına oturmuş bu yüksek kâmetler, eşyânın hakikatıyla temasa geçer, varlığın perde arkası çehresine muttali’ olur, herşeyin gerçek yüzünü ortaya koyarak hâdiselerin yüzlerine nur saçar. Ve ömrünü karadelikler etrafında geçirenlere rağmen hep firdevsî yamaçlarda zevkten zevke koşar dururlar.
Gözleri firâsetle açılıp-kapanan bir rûhun nazarında, varlık, yaprak yaprak bir kitap, canlı-cansız bütün eşyâ binbir ma’nâ ile ışıldayan kelimeler, varlığın çehresi ve insanların sîmâları aldatmayan birer beyan olur. Gönül erleri o kitabın tekvînî âyetlerinden, o âyetlerin nûrefşân cümlelerinden, her gözün göremediği, her kulağın işitemediği öyle şeyler duyar, öyle şeyler görürler ki, en muhteşem dimağlar dahi tasavvurundan âciz kalır. Her mü’minin derecesine göre, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiçbir insanın tasavvur edemeyeceği sürprizleri, onlar her lâhza burada duyar, sezer ve zevk ederler.
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
SEKÎNE VE TUMA'NÎNE VEYA İTMİ'NÂN
Sekîne; sukûn kökünden, vakâr, ciddiyet, mehâbet, ünsiyet, dalgaların dinmesi ve sakinleşme ma’nâlarına gelir ki, hafiflik, huzursuzluk, kararsızlık ve telâşın zıddıdır. Sekîne, tasavvuf erbâbınca; gaybî vâridatla kalbin oturaklaşmasıdır ki, böyle bir kalp, sürekli bir dikkat ve temkin içinde öteleri kollar, sermedî esintilere açık bulunur ve itmi’nân etrafında dolaşır.. bu makam aynı zamanda “ayne’l-yakîn” mertebesinin de başlangıcıdır. Bu i’tibârla da, çok defa ilim yoluyla gelen vâridatla basîretin avladığı şeyler birbirine karışır; muvakkaten müşâhede ufku buğulanır; bundan da bir kısım iltibaslar doğar.
Sekîne, bazen, sezilip-sezilmedik gizli işaret ve emâreler şeklinde zuhûr eder; bazen de bizim gibi avamdan insanların bile tanıyıpbileceği kadar açık tecellîlerle gelir. Sekîne ve ona refreflik eden işaret ve emâreler ister vicdan kulağına fısıldanan birer ma’nevî esinti, birer ilâhî nefha gibi ancak çok dikkatle sezilebilecek türden olsun, isterse, İsrailoğullarına ihsan edildiği gibi herkesin görebileceği şekilde ve hârikalar izhâr ederek gelsin, gelsin ve sekîne erbâbı arasında bulunsun -Üseyd b. Hudayr'ın Kur'ân okuduğu esnada ve daha başkalarını farklı durumlarda bürüyen buğusu şeyler hatırlansın kendini hissettirsin, kuvve-i ma’neviyyeyi kanatlandırsın ve irâdelere fer olsun, o her zaman, “îmânlarına îmân katmak için mü’minlerin kalblerine sekîne ve emniyet indiren O’dur” meâliyle ifâde edeceğimiz (Fetih, 48/4) âyetiyle anlatılan, aczini-fakrını müdrik ve ihtiyaçlarının şuurunda olan mü’minlere medâr-ı şükran ve medâr-ı şevk olmak üzere ilâhî bir te’yiddir. Bu te’yide mazhar olmuş bir mü’min artık dünyevî korku, tasa ve endişelerle sarsılmayacağı gibi, aynı zamanda onunla iç ve dış âhenge ulaşır ve bir huzur insanı haline gelir.
Sekîneye mazhar bu âhenk ve huzur insanı, davranışları itibâriyle vakûr, emniyet telkîn edici, inandırıcı ve ciddî, iç âlemi itibâriyle ve Allah’la münâsebetleri açısından da temkinli, dikkatli, benlik, çolpalık ve şatahat düşüncesinden uzak ve bektâşiyâne hezeyanlara karşı da hep kapalıdır. Her vâridat ve her inşirâh veren esintiyi O’ndan bilir, edep ve şükranla iki büklüm olur, her huzursuzluk ve tatminsizliği de mahiyetindeki boşluklarla irtibatlandırır, kendini sorgular ve nefsiyle hesaplaşır.
Tuma’nîne veya itmi’nân, tam sukûn, tam oturaklaşma ve kalbî hayat adına gelgitlerin bütün bütün sona ermesi şeklinde ta’rîf edilmiştir ki, o da, itmi'nânın sekîne üstü bir hâl olduğunu göstermektedir. Sekîne, nazarî bilgilerden kurtulup, gerçeğe uyanma mevzuunda bir başlangıç ise, tuma’nîne bir nihâî nokta ve bir son duraktır.
Tasavvuf erbâbının, tuma’nîne üstünde gösterdikleri “râdiye” ve “merdiyye” dereceleri itmi’nânın, ebrâra âit birer buudu ve rızâ semâsının iki derinliği; “mülheme” ve “zekiyye” de onun mukarrabînle alâkalı, zor idrâk edilir iki diğer mertebesidir.. ve vâridatı gibi bişâreti de hem çok hem de dupdurudur.
Sekîneye mazhar ruhlarda, yer yer ters akıntılar kendisini hissettirebilir, ama tuma’nîne de herşey rayına oturmuşluk içinde cereyan eder; kalp tıpkı bir kıblenümâ gibi sürekli Hakk hoşnutluğunu gösterir ve vicdan ibresinde de en küçük bir sapma olmaz. Bu öyle yüksek bir “yakîn” mertebesidir ki, bu mertebede seyahat eden ruh, her konakta ayrı bir “-İsterim ki kalbim itmi’nâna ulaşsın” (Bakara, 2/260) gerçeğine şâhid olur ve her menzilde ayrı bir vâridatla taltif edilir. Dolaştığı her yerde “ -Hak dostları için ne bir korku vardır ne de onlar tasalanırlar..” (Bkz. Bakara, 2/62, 112, 262, 274, 277) nefehatını duyar.
“-Onların üzerine melekler iner ve derler ki: Korkmayın! Tasalanmayın, size va’dolunan cennetle sevinin!” (Fussilet, 41/30) bişâretini hisseder, “-Biliniz ki, kalbler ancak, Allah’ın zikriyle huzura erer” (Ra’d, 13/28) kevserini zevk eder, tabiat ve cismaniyet üzerinde yaşar.
Tuma’nîne, insanın sebepler üstü ve vasıtalar ötesi bulunmasının ünvanıdır. Akıl, tabiatüstü seyahatini bu mertebede noktalar.. ruh, bu noktaya ulaşınca dünyâ kaygılarından kurtulur.. his, bu sihirli konakta bütün aradıklarını bulur ve damla iken deryâ olur.
Bu mertebeyi elde etmiş kimsenin ünsü “üns-Billah” şevki “şevk-İlâllah” bekâsı “bekâ-Billah” kelâmı da “maa-Allah”dır. O, kendine aralanan bu panjurdan, kendi sınırlılığı içinde sınırsız görmeye, sınırsız işitmeye ve sınırsız iktidara ulaşır.. ulaşır da, herkesin bocaladığı, şaşkınlığa düştüğü en girift, en karmaşık hâdiseler girdabından dahi bir solukta sıyrılıp çıkar.
Böyle bir ruh, dünyevî telaş ve endişelerden kurtulduğu gibi, herkesin korkup tir tir titrediği ölüm ve ölüm ötesi handikapları da “ -O senden, sen de O’ndan hoşnud olarak dön Rabbi’ne” (Fecr, 89/28-30) iltifat ve teveccühleriyle gülerek karşılar ve ölümü var olmanın en tatlı, en imrendirici neticesi olarak görür. O, ölümle noktalanan dünyâ hayatından sonra -İbni Abbas’ın mezarının başında duyulduğu gibi- her menzilde (Fecr, 89/28-30) fermânını işitir, kabir hayatını cennet yamaçlarında geçirir, mahşeri bir hayret ve hayranlık olarak duyar, mizanı bir mehâfet ve mehâbet neşvesi içinde yaşar, köprüyü de mecburi istikamet olduğu için geçer.. geçer ve ruhunda itmi'nâna ermiş gönüllerin karargâhı olan cennete ulaşır.
Böyle bir ruh için dünyâ affa giden yolda hazırlanmış bir Arafat, ondaki zaman, büyük bayram için bir arefe, ukbâ ise bayramlar bayramıdır.
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
KURB - BU’D
Yakınlık ma’nâsına gelen kurb, sofîyece, insanın mâverâîleşip cismâniyet çeperini aşması ve Allah’a yaklaşması demektir. Kurbu, Allah’ın kullarına yaklaşması şeklinde anlayanlar olmuş ise de, bu O’na mekân ve mesafe izâfe ma’nâlarını işmâm etmesi itibariyle yanlıştır. Kaldı ki, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına olan yakınlığı keynûnetler ve sayrûretler üstü bir yakınlıktır. Değilken sonradan meydana gelen bir kurb, sonradan var olanların ve varlıklarını değişik tekevvünlerle sürdürenlerin husûsiyyetidir. Bu iki kurbu, birkaç kelime içinde “ -Her nerede olursanız o sizinle beraberdir” (Hadîd, 57/4) nûrefşân beyânı ne güzel ifâde eder! Böyle bir yakınlık aynı zamanda, imân ve amel-i sâlihle elde edilen husûsî yakınlık da değildir.. şakî-saîd, hayırlı-hayırsız, salih-tâlih, canlı-cansız zerreden sistemlere kadar herkesi kanatları altına alan umûmî bir kurbiyettir.
Evet, kurb-i umûmî, herkesi ve herşeyi şemsiyesi altına almasına mukâbil, kurb-i husûsî; imâna dayanır ve Allah’ın, iyi-güzel-doğru dediği hususların yaşanıp yerine getirilmesiyle gerçekleştirilir ki, bu da ancak, kurb yolunu bulmuş olan, sonsuza uzayan koridora girmiş bulunan, hergün ayrı bir iman derinliğiyle sabahlayan-akşamlayan ve “ -Şüphesiz Allah, takvaya sarılanlar ve ihsan şuuruyla iyiliği ve güzelliği tâkip edenlerle beraberdir” (Nahl, 16/128) ufkunda seyahat eden bahtiyarlar için bahis mevzuudur. Bu mertebeyi yakalayanlar nefes alırken “ -Şüphesiz beraberimdedir Rabbim ve bana yol gösterecektir” (Şuarâ, 26/62) derler; nefislerini verirken de “ -Şüphesiz Allah bizimle beraberdir” (Tevbe, 9/40) der kurbet soluklarlar.
Kurb-i hususide îman şuuru ve ihsan hakikatı, gözde ziyâ ve cesette can gibidir. Bu iki temel esasa bağlı olarak farz ve nâfilelerin yerine getirilmesi ise, nâmütenâhinin semâlarına açılmada iki nûrânî kanat mesâbesindedir. Evet, insanı Allah’a yaklaştırma yollarının en emini, en kestirmesi ve en makbûlü farzları edâ yoludur. Ve gerçek mahbubiyet ve dolayısıyla da kurbet ise, sınırlı ve kayıtlı olmayan nâfilelerin nâmütenâhî, engin ve vefâ tüten iklîminde tahakkuk eder. Hakk yolcusu, her an ayrı bir nâfilenin kanatları altında sonsuza uzanan yeni bir koridorda kendini bulur, yeni bir mazhariyete ulaştığını hisseder; farzları edâya daha bir iştihâlı ve nâfilelere karşı da daha bir iştiyaklı hâle gelir. Bu nokta ve bu ma’nâya uyanan her ruh, Allah’ı sevdiği ölçüde, vicdanında Allah tarafından sevildiğini de duyar.. ve bir kudsî hadiste ifâde buyurulduğu gibi, artık onun işitmesi, görmesi, tutması, yürümesi doğrudan doğruya meşîet-i hâssa dairesinde cereyan etmeye başlar.
Diğer bir ifâde ile, farzlarla “kurbet” insanın makâm-ı mahbûbiyete ulaşmasının ve Hakk’ın sevip hoşnud olduğu kimseler arasında bulunmasının ayrı bir ünvânı, nâfilelerle kurbet ise, onun hareket ve davranışlarının Zât-ı Hakk’a izâfe edilmesi makamıdır ki, “ -Onları, siz öldürmediniz, bilakis onları Allah öldürdü, attığın vakit de sen atmadın ve lâkin Allah attı” (Enfâl, 8/17) gölgesinde herkese husûsî bir iltifat ve teşriftir.
Husûsî bir teveccühten ibaret olan kurbette, teveccüh noktasını görmemezlikten gelerek onu, insanın ef’âl ve davranışlarıyla izâha kalkışmak da yanlıştır. Yakınlık O’nun ululuğunun şe’ni ve rahmetinin bir buudu, uzaklık da bizim halimiz ve mahiyet boşluğumuzun bir çukurudur. Gülistan sahibi:
““Dost bana benden daha yakındır; ne acaib ki ben ondan uzağım... Ne yapıp ne diyebilirim ki; dost benim yanımda, kucağımda oysa ki ben ondan uzağım” diyerek, kurbun kime âit, bu’dun kime ait olduğunu çok güzel göstermektedir.
Bu’d; uzaklık ve helâk ma’nâsına gelir. Tasavvufçular onu, mebde’ itibâriyle füyûzâtın kesilmesi ve Hakk’tan uzaklaşma, netice itibâriyle de - tabiî bir inâyet-i hâssa olmazsa- hizlân ve mahrûmiyet şeklinde görmüş ve anlamışlardır.
Kurbun; avâm-ı mü’minîn, evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrabîne göre dereceleri bulunduğu gibi, “bu’d”un da kendi içinde alt alta dereke ve mertebeleri vardır; bu mertebelerin mutlak helâk noktasını da şeytan işgâl eder.
Kurbun-bu’dun birer teveccüh veya mahrûmiyet şeklinde bulunması ayrı şey, sezilip bilinmeleri ayrı şeydir. Bazen, en büyük ikram, ikramın hissettirilmemesi şeklinde gelir ve “akrabü’l-mukarrabîn: En üst seviyede kurba maz-har olan” kendi yakınlığını bilemez. Bazen mekr tam olur bu’dun zulmetleri sezilemez.. bazen de sekir hâli hâkim olur, kurb-bu’d tefrik edilemez.. ve dolayısıyla da böylelerinde kurb iştiyâkı ve bu’d endişesi görülmez.
“Câmi sen yakınlık ve uzaklık endişesine düşme, zirâ aslında ne uzaklık ne yakınlık ne vuslat ne de ayrılık diye birşey yoktur” sözleri bu serâzâd ve sermest ruhların düşüncelerini ifâde eder.
Bu’dun gerçek ürperticiliği ve mahrumiyeti müsellem; bazı ruhlar da var ki kurbun mehâbet esintileri karşısında tir tir titrer ve o andaki ruh hâletiyle kendilerini kahr u tedmîrin pençesinde sanırlar, “Kurb-i sultân âteş-i sûzân buved” bu münasebetle ve bu ma’nâda söylenmiş olsa gerek. Bütün bunlara rağmen kurb, ilâhî nefehât ve üns esintilerine açık cennet yamaçlarına benzetilecekse, bu’da, mahrûmiyyet ve hizlân gayyâları demek uygun olur.
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
MA’RİFET
Herkesin elinden gelmeyen ustalık, mehâret; her yerde ve herkeste görülmeyen husûsiyet, hüner ve vasıtalı bilme diye ma’nâlandıracağımız ma’rifet; Hakk yolunun yolcularınca, bilmenin bilenle bütünleşip onun tabiatı haline gelmesi ve bilenin her hâlinin bilinene tercüman olması mertebesidir. Ma’rifeti, vicdânî bilginin zuhûr ve inkişâfı şeklinde tarif edenler de olmuştur ki, bu zuhûr ve inkişâf aynı zamanda insanın kendine has değerlerle zuhûr ve inkişâfı da sayılır. “Nefsini bilen Rabb’ini bilir” sözünün bir mahmili de bu olsa gerek.
Ma’rifetin ilk mertebesi, dört bir yanımızda çakıp duran isimlerin tecellîlerini görüp sezmek ve bu tecellîlerle aralanan sır kapısının arkasında sıfatların hayret verici iklîminde seyahat etmektir. Bu seyahat esnasında sürekli Hakk yolcusunun gözünden, kulağından lisanına nurlar akar; kalbi, davranışlarına hükmetmeye başlar; davranışları Hakk’ı tasdîk ve ilân eden birer lisan kesilir ve bu lisan da âdetâ bir “kelime-i tayyibe” disketi hâline gelir.. derken her an vicdan ekranına “ -Ona ancak güzel kelimeler yükselir. Onu da amel-i sâlih yükseltir” (Fâtır, 35/10) pür-envâr hakîkatından ayrı ayrı ışıklar aksetmeye başlar. Artık böyle bir ruh bütün kötü duygu ve tutkulara karşı kapanır ve böyle bir gönül, öteden esintilerle sarılır. Sarılır da, ruhuna açılan bir sırlı menfezden, kalplerde kenzen bilinene -sığmam dedi Hakk arz u semâya, kenzen bilindi dil ma’deninden mealiyle anlatılmak istenen† “ ”2 bir müteşâbih beyânda ifâde edildiği gibi- ışıktan koridorlar açılır ve insan bir daha da ayrılıp geriye dönmeyi düşünmeyeceği bir temâşâ zevkine erer.
Hakk yolcusunun bütün bütün ağyara kapandığı, tamamıyla nefsânîliğe karşı gerilime geçtiği ve kendini huzûrun gel-gitlerine saldığı bu nokta ma’rifet noktasıdır. Bu nokta etrafında dönüp durana irfan yolcusu, başı bu noktaya ulaşana da “ârif” denir.
Ma’rifet mevzûunda söylenen sözlerin farklılığı, istidat ve meşrep ayrılıklarından kaynaklandığı gibi, seviye farklılığıyla da alâkalı olabilir; kimileri, ma’rifeti, sadece tecellîgâhta aramış; ârifteki heybet hissini ma’rifetin tezâhürü sanmış.. kimileri, ma’rifetle sekîneyi birbiriyle irtibatlandırmış ve ikincisinin vüs’ati ölçüsünde birincisinin derinliğine hükmetmiş.. kimileri onu, bütün bütün kalbin mâsivâya -Allah’tan gayrı herşeye- kapanması şeklinde anlamış.. kimileri de, onu, ilâhî tecellîlerin gel-gitleri arasında kalbin hayret ve hayranlıkları olarak yorumlamışlardır ki, böylelerinin -bulundukları makamın gereği- gönülleri her zaman hayretle atar, gözleri hayranlıkla döner ve dillerinde: “ -Zâtını senâ ettiğin ölçüde, Sen’i senâ etmekten âciz olduğumu itiraf ederim” sözleri.. zuhûr ve tecellîlerin ağında takdir soluklarlar...
Ma’rifet iklîminde hayat, cennet bahçelerinde olduğu gibi dupduru ve âsûde; ruh, sonsuza ulaşma duygusuyla hep kanatlı; gönül itmi’nâna ermişliğin hazlarıyla bir çocuk gibi pür-neş’e, fakat tedbirli ve temkinlidir.. “ -Allah’a emrettiği şeylerde isyan bilmez ve emrolundukları şeyleri yerine getirirler” (Tahrîm, 66/6) ikliminde sabahlar-akşamlar ve hep meleklerle atbaşı olurlar. Duyguları tomurcuk tomurcuk ma’rifete uyanmış bu ruhlar, günde birkaç defa cennetlerin cuma yamaçlarında seyahat ediyor gibi yaprak yaprak açılır ve her an ayrı bir buudda dostla yüz yüze gelir, onunla hemhâl olmanın hazlarına ererler. Gözleri Hakk kapısının aralığında olduğu sürece, hergün, belki her saat birkaç defa visâlle mest ü mahmûr hâle gelir ve her an ayrı bir tecellî ile köpürürler.
Âlim geçinenler, ilimleriyle emekleye dursun, felsefeden dem vuranlar hikmet hecelemeye devam etsin! Ârif nurdan bir menşûr içinde hep huzûr yudumlar ve huzûr mırıldanır. Hatta mehâfet ve mehâbetle sarsıldığı anlarda bile o, sonsuz bir haz duyar.. ve âdetâ gözleri ağlarken kalbi sürekli güler.
Bu müşterek husûsiyetlerin yanında, mizaç ve meşrep farklılığıyla bir kısım ayrılıklar da göze çarpar ârifler arasında. Bazıları sessizlik ve derinlikleriyle girdapları andırırken; bazıları çağlayanlar gibi gürül gürüldür. Bazıları bir ömür boyu günahına-sevabına ağlar, ağlar da ne âh u vâhdan ne de Rabbi’ni senâ etmekten doymaz. Ve doymadan göçer-gider bu dünyâdan. Bazıları da hep, heybet-hayâ-üns atmosferinde seyahat eder-durur ve bu deryâdan ayrılıp sahile ulaşmayı aslâ düşünmez. Bazıları tıpkı toprak gibidir; gelip geçen herkes basar-geçer başlarına. Bazıları bulut gibidir; sâlih-tâlih alır herkesi şemsiyesi altına ve ona damla damla rahmet sunar. Bazıları da hava gibidir; her zaman duygularımız üzerinde binbir râyiha ile eser-durur.
Ma’rifet ehlinin kendine göre emâreleri de vardır; ârif, Ma’rûf’tan başkasının teveccüh ve iltifâtını beklemez.. O’ndan gayrısıyla halvet olmaz.. göz kapakları ve kalp kapılarını O’ndan başkasına açmaz. Gerçek ârifin, başkasına teveccühü, başkasıyla halvet arzusu ve gözlerinin içine başka hayâlin girmesi onun için en büyük azaptır. Gerçek ma’rifete ermeyen yârı-ağyârı tefrîk edemez. Yârla hemdem olmayan hicrandaki azâbı bilemez...