-
Cevap: Mustafa Sungur
"Sungur benim evlad-ı maneviyemdir."
"Birkaç ay önce Şubat'ta, Emirdağ'da hizmetlerinde ilk defa yalnız başıma kalmıştım ki hizmette acemiliğimin, liyakatsizliğimin tezahürlerini açıkça görüyordum: Fakat Üstadımız çok şefkatli idi. Onun şefkat dolu bakışları arasında yaşıyor olduğumu hissediyordum. Bu yirmi gün içersinde Albay Hulûsi Ağabey ziyarete gelmişti. Barla'dan ayrılışından sonra ilk defa ziyarete geliyordu. Demek yirmi sene sonra gelmişti. Üstadımız ona çok iltifatta bulundular. Bir ara Hulûsi Ağabeye, 'Sungur benim evlad-ı maneviyemdir, senin de evlad-ı maneviyendir' demişlerdi. Hulûsi Ağabey ziyareti müteakiben ayrılıp otobüse bindiği zaman, Hz. Üstad beni gönderip, 'Benden ayrılalı yirmi sene geçtiği halde, sanki yirmi gün evvel ayrılmış gibi gördüm kendisini Hulusî'ye söyle diye' demişti. Üstadımızın sözünü Hulusi Ağabeye naklettiğim zaman, o da aynen; 'Hakikaten benim için de öyle. Üstadımdan hiç ayrılmamışım, daima yanında kalmışım gibi beraberliğimi anlıyorum. Bunu ben de hissettim ve yaşadım' meâlinde cevapta bulundu.
"Mevzu şimdi Hulusi Ağabeye geldi. Hazret-i Üstad Barla'da iken kendisi Eğirdir'de üsteğmen-yüzbaşı idi. Hz. Üstadın ilk talebelerinden. Sekizinci Lem'a olan keramet-i Gavsiyede ismi var. Gavs-ı Âzam Abdülkadir Geylani Hazretlerinin bir kasidesinin sonunda ' Ve kün kadiriyye'l-vakti lilahi muhlisen, taişü saiden sadıkan bi muhabbeti' fıkrasının 'lillahi muhlisen'de yer alan Hulusi, ihlası cihetinden de Nur'un birinci talebesi...
"Üstadı ziyarete gelen muhtelif cemaatlere Hz. Üstadın bahsettiği bir hatıra ki, bu Hulusi Beyle alakalıdır ve manidardır. Üstadımız gelen ziyaretçilere sohbet ve ders esnasında bazen coşardı. Risale-i Nur'un bu millet ve memlekete en büyük faydasını ve komünizmi önlediğini ifade ederken çok zaman şöyle söylediğine şahidiz: "Soruyorum size! Yedi yüz milyon Çin'i ve yarı Avrupayı alan bir kuvvet niçin bize ilişemiyor? Halbuki bin yıllık bize hayfı var. En evvel bize ilişmesi lazımdı. Yemin ediyorum, Vallahi! Şu Kur'ân hakkı için, Kur'an-ı Hakim perde olmuştur. Ve onun bu asrın fehmine bir dersi olan Risale-i Nur en büyük sed olmuştur. Mesela, Nur'un miralay bir talebesi (yanındaki talebesine hafif sesle Hulusi Bey diye söyler) Urfa'dan Kars'a kadar komünizme karşı bir set çizdi. Nur'larla, Nurdan çıkardığı mev'izelerle, komünizmi durdurdu' diye Şarktaki mebdedeki hizmetinin ehemmiyetini yâd ederdi. Lillahil hamd sonradan başta Urfa olarak Diyarbakır, Erzurum ve Van gibi Şarkın mühim merkezlerinde zuhur eden kahraman şakirtler, sıddık hocalar, bahadır zatlar ve daha binler talebeler, Nur'un fedakâr hadimleri Şarkta, en mühim mevkide, Rus hududunda komünizme karşı büyük hizmetler ifâ ettiler. Sarsılmadılar, geri çekilmediler.
"Şimdi ise Şarkın her vilayet ve kazasında, binler sadık fedakâr Nur talebeleri, Risale-i Nurun düsturları dairesinde birer Genç Said manasında hizmet-i Nuriyeye devam ediyoralar.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Bölücülüğün karşısında Nur talebeleri"
"Üstadımız Doğu Üniversitesi için gösterdiği büyük alâkasının semeresini Erzurum Üniversitesi semeredar neticeleriyle çok güzel gösterdi. Ve her tarafa nuranî sümbüller neşrettiği gibi Urfa, Gaziantep, Diyarbakır, Van gibi mümtaz beldeler dahi âlemde külli hizmetlere medar oldular. İlk defa Urfa'da teessüs eden dershane-i Nuriye ve Ceylan, Zübeyir, Abdullah ve Hüsnü gibi Hz. Üstadın gönderdiği talebeler , Şarktaki hizmetin Hulusi Ağabeyden sonra ilk nüvesini teşkil ettiler. Seyyid Salih de Urfalı olup âlem-i İslâmla irtibat-ı manevide, ehemmiyetli hizmette bulundular. Diyarbakır'da Mehmet Kayalar'ın gayretli ve oralardan çıkan muhterem âlim ve sadık talebeler, Nur'ların o havalide intişarına, inkişafına vesile oldular. Ve Gaziantep'ten çıkan sadık Nur talebe ve hadimleri de Nur dairesinin feyizli çiçekleri hükmünde Anadolu'yu şenlendirdiler. Şimdi de Şarkın her vilâyet ve kazasında ve hatta bazı köylerinde bile Nur dershaneleri bulunmaktadır. Bu arada şu hususu da ehemmiyetle tebarüz ettirmek yerinde olacaktır. Şarkta Risale-i Nur hizmetinin uhrevî, mânevi, îmanî neticesinden başka; millet ve memleketin saadetine, birlik ve beraberliğin teminine de en büyük sebep teşkil ettiği hususu, inkârı imkânsız bir vakıadır, bir gerçektir. Bu mesele, müstakil bir mevzu olarak ele alınıp elbette bir gün bütün haşmetiyle dünya efkâr-ı umumiyesinin nazarına arz edilecektir. Gündüze gece diyecek kadar körleşen bir kısım bedbahtların, Said Nursî ve talebelerine gerçeğin zıddı ithamda bulunanların asılsız yüzlerine, o asılsız isnatlar çarpılacaktır. Heyhat! O ithamlar nerede? Hazret-i Said'in binler külli ve kudsî hizmetlerinden başka, millet ve memleketin bütünlüğüne birlik ve beraberliğine dair bir asır boyunca Risale-i Nur'la ve talebeleriyle yaptıkları müsbet hizmeti nerede? Zaman gösterdi ki, o isnadı yapanların asıl kendileri bölücülük yaptılar, kışkırttılar, körüklediler. Karşılarında yine Nur talebelerini buldular. Evet Şarktaki o bölücü kışkırtmalara karşı iman nuruyla mukabele edenler yine Nur talebeleri oldular.
"Neden onlar oldular? Çünkü, Türk, Kürt İslâm’ın kahraman bahadırları ve cihad hizmetinde halis kardeştirler. Bölücülüğü kışkırtanlar ise parçalayıp yutmak isteyen İslâm’ın ezeli düşmanlarıdır. Bu itibarla Şarktaki Nur talebeleri, bu korkunç planı Nur-u imanla gördüler. Türkün ve dolayısıyla İslâm’ın aleyhinde, dehşetli oyuna gelmediler, aldanmadılar.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Üstad konuştuğu kimselerin kabiliyetine göre hitap ederdi"
"O sene, yani 1950 yazında Üstadımızla beraber Emirdağ'da hayatımızın en mesud günlerini yaşadık. Ziya ve Zübeyir Ağabeyle beraber, Hz. Üstadın evinin karşısında eski bir odada kalıyorduk. Emirdağ'da Çalışkanların dükkânı, bir hizmet merkezi idi. Çalışkanlar hanedanı ise bahtiyar hanedan idi. O zaman Emirdağ'da çok muhterem bir cemaat-ı Nuriye de vardı.
Zaten Üstadımız nereye gitse, nerede ikâmet etse böyle nurânî bir cemaat meydana gelirdi. Hz. Üstadın yanına gelenlerle, görüştüğü kimselerle, kabiliyetlerine göre konuşur, hitab ederdi. Bittabii herkes Üstüddan razı ve hoşnut olurdu. Gelenler de ayrı ayrı istidatta insanlardı. Üstadımız bazılarına Risale yazdırırdı. Kaymakam, Savcı v.s. zevatla konuşacak olanlara ona göre vazife verirdi. Üstadımızın teveccüh ettiği, hizmet tevdi ettiği zevat ise, zamanla çok istifade gördüler. Anlayış ve idrak kabiliyetleri arttı. Evet, Üstadımız, temas ettiği insanların hamiyet damarlarını tahrik eder, bihassa onları bulundukları köy, kasaba, dükkan ve tarlasından başka, dinî, İslâmî hakikatler, Allah, Peygamber hukuku olarak alâkalanacağı daireyi ona telkin ederdi. Herkeste İslâm dinine ait bir hamiyet peyda olur, gelişirdi. İslâmiyet namina, Kur'ân hesabına, vatan millet namına en yüksek makamata, icraatlara nazarlara çevrilir, ya takdir ve tahsin veya tenkit ve tahkir yapılır, bu suretle Allah için muhabbet, Allah için adavet sırrı zahir olurdu. Artık İslâm, o insanın gayesi olur, dünyada iman ve İslâmın teâlisine hasr-ı himmet ederdi. Zaten bu gibi şeyler, insanın dünyaya geliş hikmetleridir. En başta iman olarak ve iman nuruyla bakış esas olmak şartiyle...
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Bu asrın Sultân-ı Abdülkadiri Bediüzzaman'dır"
"Üstadımız yanında iken bir gün, Keçili köyü bağlarında Üstadımızın kaldığı bağ evinin altında idik. Ben muallimlikten ihracımdan dolayı Şura-yı Devlet (Danıştay) nezdinde dava açmıştım. Mahkeme günü geldi. Ankara'ya gidecektim. Arzettim. Bana, müdafaatımda söyleyeceğim bazı şeyleri ifade ettiler. Hatta Haşir bahsine dair İbn-i Sina'dan bahsetti, müdafaatında böyle böyle dersin demişti. Lakin ben fikren ve aklen Üstadımın söylediklerini ihata edemiyordum. Belki şiddet-i muhabbetimden o anda bütün dediklerini anlıyor, zevk ediyordum. Fakat fikren ihata edemiyormuşum. Demek kalb kulağıyla Üstadımı dinliyormuşum. Lillahilhamd, 1954'ten sonraki senelerde verdiği dersler, ikaz ve ihtarlarla akıl ve fikrimizi açtılar. Bu sahada da tarifi imkansız lütuflara nail oldum. Sonsuz şükürler... O sene, Eylül'den sonra mektepler açılmaya başlama zamanı, beni tekrar Ankara'ya; Ziya'yı İstanbul'a gönderdi. Ankara'da Abdullah, Salih, Ahmed ve Ziya Nur gibi kardeşlerle beraberdik. Ceylan'ı da, Üstadımız, hapisten tahliyeden sonra Urfa'ya göndermişti. Urfa'da 6 ay kaldıktan sonra Emirdağ'a döndü. Üstadımız Ceylan'ı da Ankara'ya gönderdi. Üstadımızın emriyle o sene beraber kaldık. Hatta bir ara Seyyid Salih ile de beraberdik. Seyyid Salih tıbbiyede okuyordu. Fıtratı icabı çok faal ve gayyur idi. Dershanede durmak yerinde, bize göre dış faaliyetlerde bulunurdu. Sonra Üstadımız ona, benim hariciye nazırım' diye iltifatta bulunurdu. Sonra anladık ki, bu daire-i Nuriyede, bu fabrika-i maneviyede her çeşit hizmet erbabına, kabiliyetlere göre ihtiyaç vardı. Ve hizmet, bütün bu ayrı ayrı kabiliyetlerin inkişafına medar oluyordu. Elhamdü lillahi hâzâ min fadli Rabbî...
"Ankara'da, 1950 sonbaharında Üstadımız, bize Osman Nuri Efendi ile tanışmamızı söyledi. Üstadımız ona mektup göndermişti. O da Üstadımıza o günlerde sık sık mektup gönderiyordu. Bu zat harb-i umumide Alay Müftülüğü yapmış ve harpten sonra da Ankara'da 25 sene Millî Müdafaa Müftülüğünde bulunmuş mübarek bir zattı. Üstadımız ona, Ankara'da Hasan Feyzi yerinde ehl-i kalb bir mübarek zat olarak bakardı. O da Üstadımızı çok takdir ederdi. Devr-i Meşrutiyetten tanımış ve Eski Said'in bütün eserlerini okumuştu. O zatın Hz. Üstad hakkında, çok üstün takdir hisleri taşıdığını görürdük. Kaç defa işittim, Üstadı soranlara şöyle diyordu: "Bu asrın şeyh-i Ekber Muhyiddin-i Arabî'si ve Nakşibendî-i Kudsîsi ve Sultan-ı Abdülkadirî'si Bediüzzaman'dır.'
"Üstadımızı Ankara'ya davet ediyordu. 'Bir hücre yaptırıyorum, mutlaka gel' diye ricada bulundu. Üstadımız sonra, 'Ankara'daki talebelerim o medrese-i Nuriyede benim yerime kalsınlar' diye mektup gönderdi. Emirdağ Lahikası 2. ciltte bu mektup var.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Üstad Millet Partisi'ne iltifat etmezdi"
"Merhum Osman Nuri Efendinin, Ankara'da çok tanıdıkları vardı. Hatta askerî temyiz reisi Kemal Kalkan Paşa müridlerindenmiş. Denizli beraatının temyizdeki tasdikinde hizmetleri olmuş. Ankara'da sivil ve askerî cenahta çok tanıdıkları vardı.
"İlk Millet Partisi, Osman Nuri Efendinin evinde 33 kişilik bir heyet tarafından ve tamamen İslâmiyet için çalışmak gayesiyle kurulmuş. CHP karşısında ahrar tâbir ettiği Demokratların bölünmesi için ve dolayısı ile şark-ı şimalîden çıkan dehşetli dinsizlik cereyanının, bu bölünmelerle ehl-i imanın kuvveti zaafa uğramasıyla, bu vatanı istilâsına meydan vermemek gibi, en önemli bir mesele için Hz. Üstad, Millet Partisi gibi bölünmelere iltifat etmezdi. Onun için kaleme aldığı birkaç yazı ve makalelerinde bu hususu şöyle tesbit etmişti:
"Millet Partisi ise; eğer ittihad-i İslâmdaki esas olan İslâmiyet milliyeti ki, Türkçülük onun içinde mezcolmuş, bir millet olsa, o Demokratın mânasındadır. Dindar Demokratlara iltihak etmeye mecbur olur. Frenk illeti tâbir ettiğimiz ırkçılık, unsurculuk fikriyle Avrupa, âlem-i İslâmı parçalamak için içimize bu frenk illetini aşılamış. Fakat bu hastalık ve fikir, gayet zevkli ve cazibedar bir halet-i ruhiye verdiği için pek çok zararları ve tehlikeleriyle beraber, zevk hatırı için her millet cüz'î, küllî bu fikre iştiyak gösteriyorlar.
"Şimdiki terbiye-i İslâmiyenin za'fiyetiyle ve terbiye-i medeniyenin galebesiyle ekseriyet kazanarak başına geçerse; ekseriyet teşkil etmeyen ve ancak yüzde otuzu hakiki Türk olan ve yüzde yetmişi başka unsurlardan olanlar, hem hakikî Türklerin, hem hakimiyet-i İslâmiyenin aleyhine cephe almaya mecbur olacaklar. Çünkü İslâmiyetin bir kanun-u esasîsi olan bu âyet-i kerime; 'Velâ tezirû vaziretün vizra uhrâ'dır. Yani birisinin günahıyla başkası muaheze ve mesul olmaz. Halbuki ırkçılık damarıyla bir adamın cinayetiyle mâsum bir kardeşini, belki de akrabasını, belki de aşiretinin efradını öldürmekte kendini haklı zanneder. O vakit hakikî adalet yapılmadığı gibi, şiddetli bir zulüm de yol bulur. Çünkü, ' Bir masumun hakkı, yüz caniye feda edilmez' diye İslâmiyetin bir kanun-u esasîsidir. Bu ise çok ehemmiyetli bir mes'ele-yi vataniyedir. Ve hakimiyet-i İslâmiyeye büyük bir tehlikedir.
"Madem hakikat budur. Ey dindar ve dine hürmetkâr Demokratlar! Siz bu iki partinin gayet kuvvetli ve zevkli ve cazibedar nokta-ı istinadlarına mukabil, daha ziyade maddî ve mânevî cazibedar nokta-ı istinad olan hakaik-i İslâmiyeyi, nokta-i istinad yapmaya mecbursunuz. Yoksa sizin yapmadığınız eskiden beri cinayetleri, nasıl eski partiye yüklüyorlarsa, size de yükleyip, Halkçılar ırkçılığı elde edip; tam sizi mağlûp etmeye bir ihtimal-i kavî ile hissettim. Ve İslâmiyet namına telâş ediyorum.
"Milliyetçilere gelince;
"Eğer bu partide sırf İslâmiyet esas olsa, Demokrat Partiye yardım ettiği gibi, muhalif ve muarız olmayarak iktidara gelmesine çalışmaz. Eğer bu parti, Irkçılık ve Türkçülük fikri esas ise, birden hakiki Türk olmayan bu vatandaki ekseriyetin ancak onda üçü Türktür, kalan kısım da başka milletlerle karışmıştır. O zaman hürriyetin başında olduğu gibi, bu asil ve masum Türk milleti aleyhine bir milliyetçilik tarafgirliği meydana gelecek, o vakit hakikî Türkleri ecnebiler boyunduruğu altına girmeye mecbur edecek. Veya Türkleşmiş sair unsurdan olan ve bu vatanda mevcut ırkçılık ve unsurculuk damarıyla bir ecnebiye istinad ile masum Türk milletini tahakkümleri altına alacaklar. Bu durum ise dehşetli, tehlikeli olduğundan, Kur'ân ve vatan ve millet hesabına, dindar ve dine hürmetkâr Demokrat Partinin iktidarda kalmasını te'min etmeleri için ders veriyorum' dedi.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Ankara'da hükümetle temaslar"
" Ankara' da, 1950 senesinin son aylarında, okulların ve üniversitelerin açıldığı zamanlarında kalışımız, biiznillah, hizmete medar oluyordu. Hz. Üstad Ankara'ya çok ehemmiyet veriyordu. Bu aciz, her köyden ayrılışımda Hz. Üstadın hizmetinde, yanında bulunmak, ondan ders ve terbiye almak ümit ve hayaliyle yaşadığım ve huzuruna vardığım halde; on, on beş, yirmi gün bırakıp, Ankara'ya gönderiyordu. Ankara'da, payitaht-ı hükümetteki hizmetin ehemmiyetini ifade buyuruyordu. O zamanda Ankara'da zaman zaman bulunanlar arasında Abdullah, Ceylan, Hüsnü de vardı. Rahmetli Ceylan Urfa'dan gelmişti. Hz. Üstadın emriyle Ankara'da kaldı. Müteaddit dershanelerde beraber kaldık. Bir ara Seyyid Salih, Ziya Nur da beraberdi. Ahmet Atak, Mülkiyede okuyor, evinde kalıyordu. Hüsnü Bayram da Safranbolu'dan gelmiş, hizmet-i Nuriyeye atılmıştı. Demokratların iktidara gelmesiyle üniversite muhitlerinde cüz'i külli hizmetler de başlamıştı. Üniversite mescitlerinde konferanslar veriliyordu. Hep Risale-i Nur'dan ve hizmet-i Nuriyeden bahsediliyordu. Afyon mahkemesi de sona ermediği için temyiz mahkemesi ile Adliye Vekili, Başvekil ve Heyet-i Vekîle ile mecburi temaslar oluyordu. Hazret-i Üstadın o makamlara beyanat ve ihtar mahiyetindeki yazıları vardır. Meb'uslarla bilhassa temaslar oluyordu. Afyon Mebusu Gazi Yiğitbaşı ve Isparta Mebusu Tahsin Tola Risale-i Nur'a ve Nurculara yakından alâkadarlık gösteriyorlardı.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Eskişehir'de neşriyat hizmetleri"
"Sonra Ticani hadiseleri çıktı. Ceylan'la biz, Adapazarı'na ve İstanbul'a gittik. Sonra Emirdağ'a geldik. Hazret-i Üstad Ceylan'la beni Eskişehir'e gönderdi. Eskişehir'de Hafız Osman'ın evinde kaldık. Üstadımızın emir ve tavsiyesi üzerine, el-Hüccetü'z-Zehra'yı, yeni ve eskimez harfle teksirle neşrettik. Aynı zamanda İkinci Şua, Hutbe-i Şamiye, Hakikat Çekirdekleri'ni de neşrettik. Hutbe-i Şamiye'yi Üstadımız, Türkçeye tercüme etmişlerdi. Eskişehir'de, görüşmeler ve bilhassa subay ve astsubaylarla temaslar oluyordu. Temaslarımızda mutlaka Nur'lardan imana ve ibadete dair bahisler okunur, mukaddes dinimize dair anlayış ve talimde bulunulurdu. Bir askere, bir muallime, bir subaya veya bir doktora, bir mühendise, imana dair bir bahis okumayı, bir ders yapmayı, kainatta en büyük mesele telakki ederdik. Gerçek de bu idi. Zaten ezelden ebede kadar her şey, bütün zamanlar ve mekânlar, dünya ve ahiret her şeyin sahibi, maliki, mutassarrıfı olan Allah'a imana dair olan zahiren en küçük mesele, hakikatte en büyük ve daimi bir mesele olarak bilmeyi Nur'lardan ders aldığımızdan, imana, Kur'an'a ait en küçük bir mesele, nazarımızda en büyüktür. Ehl-i dünya, Nur talebelerinin, doğrudan uhrevi ve rıza-yı Hakka müteveccih ve dolayısıyle millete, memlekete, emniyet ve asayişe de faydalı, en müessir hizmetlerinde dünyevi, sûri düşünceler zannettiler ve o zanla hapisler, nefiyler, zulümler tevali edip gitti.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Üstad Eskişehir'de"
"Nihayet 1 Muharrem 1371 günü Hazret-i Üstadımız bazen Büyük Ceylan dediği Mehmet Çalışkan Ağabey ile Emirdağ'dan Eskişehir'e geldiler. Yıldız Otelinin bir odasına yerleştiler. Çalışkan Mehmet Ağabey, izin isteyip geri döneceği zaman, mübarek Üstad; 'Muhammed! Yüz senelik hizmet yaptınız' diye iltifatta bulundu.
Hazret-i Üstadın bu nev'i iltifat gibi görünen kelamları, derinliğine ve yüksekliğine olarak ebede doğru mânâlar taşır. Çünkü, o, bu zamanda hakkın bir tercümanı, hakikatın mübelliği idi.
"Artık bundan sonra Hazret-i Üstad Emirdağ'da pek kalmadı. Gelip gitti ve irtibatını da kesmediler.
"Bundan sonra Isparta'ya gidip bir müddet kaldıktan sonra Gençlik Rehberi Mahkemesi münasebetiyle İstanbul'a gitti. Tekrar Emirdağ'a avdet edip 1953 senesi ortasına kadar Emirdağ'da ve bazan Eskişehir'de ikamet edip son yedi senelik hayatını geçirmek üzere Isparta'ya gelmiş ve orada ikamet etmiş. Yanındaki talebe ve hizmetkârlarına Risale-i Nurdan Arabî Mesnevî-i Nuriye ve İşârâtü'l-İcaz'ı ve sonra da Ankara ve İstanbul'da neşredilen Risale-i Nur mecmualarını defalarca ders usulü okuyarak dersler vermiştir.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Üstadın askerlere dersi ve bakışı"
"O zamanlarda Eskişehir Hava Üssünden subay, astsubay ve askerler Hazret-i Üstadın ziyaretine geliyorlardı. Üstadımız Eskişehir'e ayrı bir ehemmiyet verirdi. Gelen subay ve astsubaylara çok samimi davranırdı. Risale-i Nur'un maksadını ve hakikatını, kendi gayesini ve hayatından hatıraları anlatırdı. Bilhassa ordunun üzerinde çok dururdu. Asırlar boyunca Kur'an'a hizmet eden ve zemin yüzünde tevhid-i İlahi bayrağını galibane gezdiren ve hak, hakikat nurunu neşreden kahraman ordunun imanlı zabitlerinin her saati, çok saatler ibadet hükmüne geçtiğini ve imanlı bir subayın hizmeti bin hükmünde olduğunu ifade buyuruyorlardı. Ve namazını kılanların, her bir saatinin 10-20-30 saat ibadet hükmüne geçtiğini, askerlik, saatlerinin bakileşip, ebedi neticeler verdiğini vesaire ders verirdi. İman-ı tahkikî kazanmalarını arzu ederdi. 10-20-30 saat demesi, karada, denizde, havada hizmet eden imanlı askerler içindir. Hem anarşiliğe karşı, askerlerin maddi mücahidler olduğunu söylerdi.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Hakiki Türkler zulmetmez"
"Hazret-i Üstad, iman nuruyla baktığı için Anadoluyu çok severdi. İslâmın ileri karakolu olarak bakardı Türkiye'ye... Ve burada meskûn ahaliye kalbinin tâ derinliğinden şefkat gösterirdi. Türk milletini çok severdi.
"Ben bakıyorum; kim bana zulmediyor, dikkat ediyordum, onlar katiyen Türk değillerdir. Çünkü, hakiki Türklerde zulmetmek damarı yoktur. Bana zulmedenler, Türklük perdesi altına girmiş başka millettendir, ' ve ' Her milletten ziyade yüksek bir haslet, bir manevi kahramanlık Türklerde görüyorum' derdi.
"Bir gün, Eskişehir'de, Yıldız Otelinin üst katında Hazret-i Üstadın odasında hizmetindeydik. Bir kuşluk vakti idi. Beş adet jet uçağı otelin üstünden şiddetli ses çıkararak geçtiler. Pencereler de açık idi. Hazret-i Üstad gülümseyerek, 'İnşaallah bunlar bir zaman İslâmiyete büyük hizmetler edecekler' dedi. Ve ilaveten, 'Sungur, askeriyede bir ruh var. O ruh, benimle dosttur. Bilmiyorum, ya o bir kişidir veya cemaattir; sağdır ve ölüdür; velîdir veya kutubdur. Bilmiyorum, fakat bir ruh var ki; o ruh benimle dosttur' diye beyanda bulundular.