Mektubat-ı Rabbani (31. Mektup)
Bu mektûb, seyh Sofîye gönderilmisdir. Tevhîd-i vücûdînin hakîkati ve Allahü teâlâya yakin olmak ve berâber olmak ne demek oldugu bildirilmekdedir:
Allahü teâlâ hepimizi, Peygamberlerin seyyidinin ?aleyhimüsselâm" yolundan ayirmasin! Yaninizdan gelen bir zât dedi ki, seyh Nizâm-i Tehânîserînin talebesinden biri, sizin yaninizda, bu fakîr için vahdet-i vücûde inanmiyor demis. Bu zât, bunu bildirdikden sonra, bu sözün dogru olup olmadigini sordu ve talebenizin okuyup aydinlanmasi ve kötü düsüncelere saplanmamalari için, vahdet-i vücûd üzerindeki bilgimi yazmami istedi. Müslimâna karsi kötü zanda bulunmak, günâh oldugundan, talebenizi günâhdan korumak düsüncesi ile, birkaç kelime yazip, basinizi agritiyorum:
Muhterem yavrum! Bu fakîr, çocuklugumdan beri, vahdet-i vücûde inanmakdaydim. Babam ?kaddesallahü teâlâ sirreh" de, buna inandigini, her zemân bildirirdi. Mubârek kalbi, vahdet-i vücûddan ve herseyden uzak olan, hiçbir sûretle varilmayan varliga dogru oldugu hâlde, bu i'tikâddan hiç ayrilmamisdi. Âlimin oglu da, yarim âlim demekdir sözü geregince, bu fakîrin bu bilgiden büyük payi olmusdu. Çok lezzetler almisdim. Fekat, Allahü teâlâ, sonsuz ihsâni ile, büyük rehber, hakîkatlerin, ma'rifetlerin kaynagi, islâm dîninin hâmisi, hocam, önderim, kurtulus yoluna kavusdurucu, Muhammed Bâkî ?kuddise sirruh" hazretlerine kavusdurdu. Bu fakîre tarîkat-i aliyye-i Naksibendiyyeyi ta'lîm buyurdu. Hiçbirseye yaramiyan bu miskîni, mubârek kalblerinin isiklari altinda bulundurmakla sereflendirdi. Bu üstün yolda ilerlemege alisdirinca, az zemânda, vahdet-i vücûd bilgileri önüme çikdi. Bu makâmin çesidli ilmleri, ma'rifetleri kapladi. Bu mertebenin inceliklerinden, göstermedikleri hemen birsey kalmadi. Muhyiddîn-i Arabînin ?kuddise sirruh" bildirdigi ince bilgiler, oldugu gibi meydâna çikdi. (Füsûs) kitâbinda yazdigi ve urûcun, bu yolun sonu oldugunu sanip, bundan ötesi ademdir, yoklukdur dedigi, tecellî-i zâtî ile de, sereflendirdiler. Kendisine Evliyânin sonuncusu diyerek yalniz Evliyânin sonuncusuna mahsûs oldugunu yazdigi, bu tecellînin çesidli bilgilerini, ma'rifetlerini uzun uzadiya, bu fakîre bildirdiler. Bu ma'rifetlere, o kadar daldim, o kadar kapildim ki, vahdet-i vücûd hâli, herseyi unutdurdu. Bu bilgilerin serhosu oldum. O anlarda, hocamin yüksek huzûruna arz etdigim mektûblarimda, bu serhoslugumun derecesini gösteren çilginca yazilarim vardir. [Bu yolda yazili bir rübâ'înin tercemesini uygun görmeyip geçiyoruz.] Uzun zemân, bu hâlde kaldim. Seneler geçdi. Nihâyet, Cenâb-i Hakkin sonsuz lutf ve inâyeti, ânsizin, imdâdima yetisip, bîçûn, bî keyf olan [ya'nî anlasilmaz olan] cemâlden perdeler, birdenbire kaldirildi. [Sanki seller, felâketler yapan firtinali kara bulutlar, bir ânda siyrilip, mâvi semâ açildi. Günes heryeri aydinlatdi.] Önceden olan, vahdet-i vücûd, ittihâd, Allahü teâlânin herseyle birlesmis, berâber görünmesi gayb oldu. Ihâta, sereyân, kurb ve ma'iyyet, ya'nî Allahü teâlânin heryeri kaplamasi, doldurmasi, yakin olmasi gibi bilgiler, örtüldü, gitdi. Iyice anladim ki, yaratanin, yaratdiklari ile hiçbir benzerligi, hiçbir bagliligi yokdur. Ihâta, kurb gibi seyler, Ehl-i sünnet âlimlerinin ?Allahü teâlâ o büyük âlimlerin çalismalarina çok mükâfât versin" bildirdigi gibi, hep Allahü teâlânin, ilmi içindir. Kendisi için degildir. Allahü teâlâ hiçbirseyle birlesmis degildir. O, Odur, mahlûklar, mahlûkdur. O, bîçûndur, erisilmez, anlasilmaz, anlasilamaz. Bütün âlem ise, his olunan, anlasilabilen seylerdir. Anlasilamiyan anlasilan gibi olamaz. Vâcib, mümkin gibidir denemez. Kadîm olan, hâdis olana benzemez. Yoklugu mümkin olmiyan, yok olabilen gibi degildir. Hakîkatler degisemez. Birisi için olan, öteki için söylenemez. Ne kadar sasilacak seydir ki, seyh Muhyiddîn-i Arabî ?kuddise sirruh" ve onun yolunda giden büyükler [onlarin sözlerinden ezberleyip, ötede beride söyleyen, yazan, câhiller degil], (Allahü teâlâ, hiçbir sûretle anlasilmaz. Hiçbir seye benzemez) dedikleri hâlde, Zât-i ilâhî, herseyi ihâta etmis, kaplamisdir, herseye yakîndir, herseyle berâberdir diyorlar. Bunun dogrusu, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdigidir. Yakîn olan, ihâta eden, Allahü teâlânin kendisi degil, ilmidir.
Tevhîd-i vücûdî bilgileri yok olup da, baska ilmler, ma'rifetler hâsil oldugu zemân, çok üzülmüsdüm. Çünki, vahdet-i vücûd ma'rifetlerinden dahâ üstün seyler bulunacagini bilmiyordum. Bu ma'rifetlerin yok olmamasi için yalvariyor, çok düâ ediyordum. Fekat, perdeler, temâmen kalkip, hakîkat bütün açikligi ile bildirilince, anladim ki, âlemler, mahlûklar, Sifât-i ilâhiyyenin aynalari ve Esmâ-i ilâhiyyenin görünüsleri ise de, (Tevhîd-i vücûdî) var diyenlerin sandigi gibi, görünenler, gösterenin kendi degildir. Bir seyin gölgesi, o seyin kendisi degildir. Sözümüzü bir misâl ile dahâ açikliyalim: Büyük bir âlim, düsündüklerini bildirmek için, harfleri ve sesleri kullanir. Kafasindaki kiymetli bilgiyi, harflerin, seslerin içinde açiga çikarir. Bu harfler ve sesler, o bilgileri gösteren ayna gibidir. Fekat, harfler, sesler bu bilgilerin aynidir, bilgilerin kendisidir veyâ bu bilgilerin kendilerini kaplamisdir veyâ bunlarin kendilerine yakîndir veyâ bilgilerin kendileri ile berâberdir denemez. Ancak, harfler ve sesler, bu bilgileri meydâna çikaran isâretlerdir. Bilgilere delâlet etmekden, belli etmekden baska, birsey denemez. Bilgilerin, harf ve seslerle hiç benzerligi yokdur. Benzerlik, berâberlik, vehm ve hayâl ile söylenebilir. Hakîkatda, böyle seyler yokdur. Bu bilgiler ile, harfler ve sesler arasinda görünmek, göstermek ve belli olmak, belli etmek gibi baglilik oldugundan, ba'zi kimselerin vehminde, bu baglilikdan, birlesmek, berâberlik gibi seyler doguyor. Hakîkatde bunlarin hiçbiri yokdur.
Iste, Allahü teâlâ ile, bu âlem de böyledir. Göstermek ve gösterilmekden, belli etmek ve belli olmakdan baska, hiçbir baglilik yokdur. Mahlûklarin herbiri, yaratanin varligini gösteren birer alâmetdir. Onun ismlerinin, sifatlarinin büyüklügünü bildiren, birer ayna gibidir. Bu kadarcik baglilik ba'zi kimselerin hayâlinde büyüyerek, ba'zi seyler söylemelerine sebeb olmakdadir. Bu hâl, bilhassa, tevhîd üzerinde murâkabesi çok olanlarda görülüyor. Murâkabelerinin sûreti, hayâllerinde yerlesiyor. Ba'zilari da kelime-i tevhîdin ma'nâsini, kisaca düsünüp, çok söylediklerinde, bu hâle düsüyor. Bunlarin her ikisi de, ilm ile hâsil oluyor. Hâl ile ilgileri yokdur. Ba'zilari da, asiri sevgi ile, bu hâle düsüyor. Allahü teâlâdan baska, hiçbir seyin varligini görmiyorlar. Bunlarin böyle görmesi, herseyin yok olmasina sebeb olmaz. Çünki, hissimiz, aklimiz ve islâmiyyet, herseyin var oldugunu bildirmekdedir. Bu sevginin taskinligi zemâninda, ba'zan, Allahü teâlânin kendisi ihâta etmis, kendisi yakîndir saniyorlar. Sevgi ile hâsil olan tevhîd, önce bildirdigimiz iki tevhîdden dahâ yüksek olup, hâl ile hâsil olmakdadir. Fekat, bu da yanlisdir. Islâmiyyete uygun degildir. Bunu, islâmiyyete uydurmaga kalkismak, bosuna ugrasmakdir. Felsefecilerin zan ile, kisa akllari ile söyledikleri, bozuk sözler gibidir. Fennin ve islâmiyyetin isiklari altinda olmayip da, yalniz zan ile konusan felsefecileri, ilm adami sanan ba'zi müslimânlar, bunlarin bozuk sözlerini, yazilarini, islâmiyyete uydurmaga ugrasiyor. (Ihvân-us-safâ) gibi kitâblar, böyle çürük sözleri, âyet-i kerîme ve hadîs-i serîfler ile isbâta kalkisan câhiller tarafindan yazilmisdir.
[Simdi de, fikh kitâblarinda, harâm oldugu bildirilen birçok seyleri Avrupalilar, Amerikalilar yapdigi için, bunlarin harâm olmadigini, âyet ile, hadîs ile isbâta ugrasan Amerikan hayrânlarini görüyoruz. Islâmiyyeti, kâfirlerin âdetlerine, tapinmalarina çevirmege ugrasan, bozuk kitâblari okumamaliyiz. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarinda gösterilen, dogru yoldan ayrilmamaliyiz. Din düsmanlarinin, âyet-i kerîme ve hadîs-i serîfler ile süsledikleri, yaldizli yeni fetvâlara, kitâblara, mecmû'a ve gazetelere aldanmamaliyiz. Senenin onbir ayinda, din düsmanligi yapan, Ramezân gelince, para kazanmak için, müslimân imis gibi dinden bahs eden yazilari, din câhili gazeteleri okumamali, bunlara inanmamalidir!].
Evliyânin kesfinde hatâ etmesi, yanilmasi, müctehidlerin ictihâdda yanilmasi gibidir; kusûr sayilmaz. Bundan dolayi, Evliyâya dil uzatilmaz. Belki, hatâ edene de, bir derece sevâb verilir. Yalniz su kadar fark vardir ki, müctehidlere uyanlara, onlarin mezhebinde bulunanlara da, hatâli islerde sevâb verilir. Evliyânin yanlis kesflerine uyanlara, sevâb verilmez. Çünki ilhâm ve kesf, ancak sâhibi için seneddir. Baskalarina sened olamaz. Müctehidlerin sözü ise, mezhebinde bulunan herkes için seneddir. O hâlde, Evliyânin yanlis ilhâmlarina, kesflerine uymak câiz degildir. Müctehidlerin ?rahmetullahi aleyhim ecma'în" hatâ ihtimâli olan sözlerine de uymak câiz ve hattâ vâcibdir.
Tesavvuf yolunda ilerleyen sâliklerden ba'zisinin, bu mahlûklar aynasinda gördükleri de, böyledir. Ister (Sühûd-i vahdet) desinler, ister (Sühûd-i ehâdiyyet) desinler, Allahü teâlâda, mahlûk sifatlari yokdur ki, mahlûklarda görülebilsin. Mekâni, yeri olmiyan, bir yerde yerlesmez. Mahlûklara hiç benzemiyeni, mahlûklarin disinda aramak lâzimdir. Yeri olmiyani, madde ve mekânin disinda aramalidir. Âfâkda ve enfüsde, ya'nî insanin disinda ve kendisinde görülen hersey O degildir. Onun alâmetleridir. Evliyânin büyüklerinden Behâeddîn-i Naksibend ?kaddesallahü teâlâ sirreh" buyurdu ki, (Görülen, isitilen ve bilinen hersey, O degildir. Bunlari, lâ ilâhe derken yok etmelidir). Fârisî iki beyt tercemesi:
Her sekl dardir, ma'nâ, nasil sigar?
dilenci kulübesinde, sultânin ne isi var?
Sekle bakan gâfil, ma'nâdan ne anlar?
cemâli görmeyince, cânânla ne isi var?
Süâl: Naksibendiyye ve diger tesavvuf büyükleri ?rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma'în", vahdet-i vücûd, ihâta, kurb, ma'iyyet-i zâtiyye ve kesretde vahdeti görmek ve kesretde ehâdiyyeti görmek gibi seyler oldugunu açikça söylemislerdir. Bu sözlere ne dersiniz?
Cevâb: Bunlari, tesavvuf yolunun ortalarinda görmüslerdir. Sonra bu makâmlari geçmislerdir. Nitekim, bu fakîr kendi hâlimin de, böyle oldugunu yukarida yazmisdim. Sunu da bildirelim ki, ba'zi büyüklerin bâtini [kalbi ve rûhu], hiçbirseye benzemiyen bir mevcûdu ararken, zâhiri, bedeni mahlûklar arasinda oldugu için, vahdet-i vücûd bilgisi ile sereflendirirler. Bâtini, bir olan mevcûdu ararken, zâhiri, Onu mahlûklarin aynasinda görmekdedir. Nitekim, kiymetli babamin böyle oldugunu, yukarida bildirmisdim. Vahdet-i vücûd derecelerini bildirdigim uzun mektûbda, dahâ uzun anlatmisdim. Burada kisa kesmek uygundur.
Süâl: Hâlik baska, mahlûk baska olunca ve Zât-i ilâhî, mahlûklara yakin olamaz, ihâta etmez deyince ve Allahü teâlâ bu dünyâda görülemez ise, bu büyüklerin sözleri yanlis olmaz mi?
Cevâb: Bu büyükler, gördüklerini söylüyor. Meselâ, aynaya bakan bir kimse, seklimi, sûretimi aynada gördüm der. Bu söz de, yerinde degildir. Çünki, aynada sûretini görmemisdir. Çünki, aynada sûret, sekl yokdur ki görsün. Fekat bu kimseye, yalan söylüyorsun demeyiz. Bu sözünü ma'zûr görürüz.
Büyüklerin, saklamak gereken böyle hâllerini bildirmelerine sebeb, baskasini taklîd etmediklerinin anlasilmasi içindir. Vahdet-i vücûdu kabûl edenler de, inkâr edenler de, kendi kesf ve ilhâmlarini söylemislerdir. Kesf, ilhâm, baskalarina sened olamaz ise de, ilhâm olunan zât için, kiymeti inkâr olunamaz.
Ikinci cevâb olarak deriz ki, herhangi iki sey arasinda, ortak olan sifatlar ve ayri olan sifatlar vardir. Mahlûklar, Allahü teâlânin kendisinden her bakimdan ayri olduklari hâlde, görünüsde müsterek olan cihetler de vardir. Allahü teâlânin sevgisi, bir kimseyi kaplayinca, ayriliga sebeb olan noktalar, görünmeyip, müsterek olanlar kaliyor. Hâlik ile mahlûk, birbirinin aynidir diyerek gördüklerini dogru söyliyorlar. Sözleri yalan olmiyor. Zât-i ilâhînin yakîn olmasi, ihâta etmesi için olan sözleri de, böyle söylemislerdir, vesselâm.
Mektubat-ı Rabbani (32. Mektup)
Bu mektûb, mirzâ Hüsâmeddîn Ahmede yazilmisdir. Eshâb-i kirâmin ?aleyhimürridvân" kemâlâtini ve hazret-i Mehdîyi bildirmekdedir:
Lutf ederek gönderdiginiz mektûb geldi. Bu garîbleri hâtirladiginiza sükr eyledim. Büyük hocamizin senelerle hizmetinde hiç istifâde etmemis gibiyim diyor ve sebebini soruyorsunuz. Efendim! Böyle seylerin cevâbini yazmak, hattâ anlatmak uygun degildir. Çünki, okumakla, dinlemekle anlasilmaz. Sevgi ve i'timâd olmak sarti ile, uzun zemân berâber bulunmak lâzimdir. Baska yol ile ele geçemez. Fârisî beyt tercemesi:
Râhat gece, tatli mehtâb bul bana,
Her seyden anlatayim, o zemân sana.
Her süâle cevâb vermek lâzimdir buyurmuslar. Onun için kisaca bildireyim ki, tesavvuf yolculugunda, her makâmin, ayri bilgileri, ma'rifetleri, hâlleri vardir. Her makâm için ayri vazîfe, zikr ve teveccüh lâzimdir. Ba'zi makâmda zikr, baska makâmda Kur'ân-i kerîm okumak, nemâz kilmak, ba'zisinda cezbe, ba'zisinda sülûk, ba'zisinda ise bu ni'metin her ikisi vardir. Öyle makâmlar da vardir ki, cezbe ve sülûk oraya yanasamaz. Bu son makâmlar çok yüksek, pek kiymetlidir. Peygamberimizin ?sallallahü aleyhi ve sellem" eshâb-i kirâminin ?aleyhimürridvân" hepsi, bu makâmlara kavusmus, bu büyük ni'met ile sereflenmisdir. Bu makâmlarin sâhibleri, baska makâmlarin sâhiblerine benzemez. Baska makâmlarin sâhibleri ise, birbirlerine az çok benzer. Bu makâm, Eshâb-i kirâmdan sonra, hazret-i Mehdîde görünecekdir. Tesavvuf büyüklerinden pek az kimse, bu makâmdan haber vermisdir. Bu makâmin ilmlerinden, ma'rifetlerinden söyliyen ise, yok gibidir. Bu makâm, Allahü teâlânin, öyle büyük bir ni'metidir ki, diledigi, seçdigi bahtiyârlara nasîb olur. Eshâb-i kirâm ?aleyhimürridvân" bu pek yüksek mertebeye, dahâ ilk sohbetde ayak basardi ve zemânla bu mertebelerde yükselirlerdi. Sonra gelen Evliyâdan birini, bu ni'met ile sereflendirmek ve Eshâb-i kirâmin terbiyesi ile yetisdirmek isterlerse, cezbe ve sülûk mertebelerini geçirip ve bunlarin ilm ve ma'rifetlerini atlatdikdan sonra, bu devlete erisdirirler. Bu mertebelere yetisebilmek, insanlarin en üstününün ?aleyhi ve alâ âlihissalevât" sohbeti ile mümkin olabilir. Onun izinde gidenlerden pekaz kimseye de, bu bereketi ihsân edebilirler. Bunun sohbetine kavusan da, bu mertebelere ulasdiran nisbet ile, yol ile sereflenir. Fârisî beyt tercemesi:
Rûhul-kudsün feyzine kavusursan eger;
Mesîhin yapdiklari, senden de hâsil olur.
Cezbe, sülûkden önce oldugu zemânlarda yapdiklari gibi, bu yolda da, nihâyetin hâlleri, baslangiçda gösterilir, tatdirilir. Bundan fazla yazmaga imkân bulamiyorum. Eger bulusursak ve dinliyenlerin arzû ve hevesleri anlasilirsa, insâallahü teâlâ bu makâmlardan biraz bildirmek nasîb olur. Insanlari herseye kavusduran Allahü teâlâdir.
Sevdiklerimizden birkaçi için yazdiklariniz anlasildi. Bu fakîr, hepsinin kusûrunu bagisliyorum. Allahü teâlâ, merhametlilerin en merhametlisidir. O afv buyurur. Fekat sevdiklerimize nasîhat buyurunuz ki, bir arada bulunduklari veyâ uzakda olduklari zemân üzücü birsey yapmasinlar, hareketlerini degisdirmesinler! Ra'd sûresinin onikinci âyetinde meâlen, (Insanlar gidislerini bozmazlarsa, Allahü teâlâ da bunlara verdigi ni'metlerini degisdirmez. Allahü teâlâ bir millete cezâ vermek isteyince, bunu kimse durduramaz. Onlarin Allahü teâlâdan baska hâkimi yokdur) buyuruldu. Meyân Seyh Ilâhdâd için çok yazmissiniz. Bu yazi fakîre bir sikinti vermedi. Fekat, onun hâlini bozmasindan dolayi pismân olmasi lâzimdir. Hadîs-i serîfde, (Pismân olmak tevbedir) buyuruldu. Sefâ'atci aramak da, tevbenin bir parçasidir. Her ne olursa olsun, bu fakîr ?rahmetullahi aleyh" afv etmekdeyim. Fekat, ne yapacaginizi siz bilirsiniz.
Serhend sehrinde yerlesmelisiniz. Muhabbet baglari ve ask mektebindeki talebelik arkadasligi, ufak tefek seylerle kopacak kadar gevsek degildir. Dahâ ne yazayim? Allahü teâlâ hepimize selâmet versin! Yüksek hocamin ?rahmetullahi aleyh" kiymetli çocuklarina ve o serefli evde bulunanlarin hepsine düâlar ederim.
Bu mektûbu hâzirladikdan sonra, oradaki sevdiklerimizin yanildiklarini ve afv olunduklarini dahâ açiklamayi düsündüm. Kisa yazilinca, anlasilamayan yerleri kalabilir. Efendim! Yanlis islerin afv edilebilmesi için, isleyenlerce bunlarin suç oldugunun bilinmesi lâzimdir. Bu isleri yapanlarin pismân olmasi lâzimdir. Böyle olmazsa, afv etmek dogru olmaz.
Siginagimiz, kiymetli rehberimiz ?kuddise sirruhül'azîz" burada bulunanlarin gözü önünde, bu makâmi Seyh Ilâhdâda birakmis oldugunu yaziyorsunuz. Bu sözü incelemek lâzim gelmekdedir. Ona birakmak demek, orada bulunanlara ve gelip gidenlere hizmet etmek ve bunlarin yimelerinden, içmelerinden bilgisi olmak demek ise, biz de böyle söylemekdeyiz. Yok eger, orada bulunanlari yetisdirmek ve seyhlik makâminda oturmak demek ise, bu olamaz. Kendileri ile son bulusdugumda, bu fakîre dönerek, (Seyh Ilâhdâdin bizim tarafimizdan giderek, çalismak istiyenlere vazîfe vermesini ve oradakilerin hâllerini bize bildirmesini uygun görür müsün? Bizim artik talebe yanina çikacak ve onlara ders verecek ve hâllerini soracak gücümüz kalmadi) buyurmusdu. Fakîr ?rahmetullahi aleyh" bunun için bile duraklamisdim. Zarûret oldugu için, yalniz bu kadar yapmasi uygun görülmüsdü. Bu kadar bildirmek (Sefâret) vazîfesidir. Hele zarûret olunca, hiç bir üstünlük göstermez. Zarûret kadar izn verilir. Bu sefâret vazîfesi de, onlarin yasadigi zemânda idi. Vefâtindan sonra, tâliblere ders vermek ve hâllerini sormak hiyânet olur.
Süâl: Siginagimizin, yüksek rehberimizin nisbeti degismemisdir. Ya'nî artmamis ve azalmamis diyorsunuz.
Cevâb: Efendim! Tekmîl-i sinâ'at, telâhuk-i efkâr iledir. Ya'nî san'atlarin ilerlemesi, fikrlerin, düsüncelerin birbirlerine eklenmesi ile olur. Sibeveyh tarafindan kurulmus olan Nahv bilgisi, sonra gelenlerin düsünceleri ile binlerce kat çogalmisdir. Çogalmadan, oldugu gibi kalmasi, noksanlik olur. Hâce Behâeddîn-i Naksibend hazretlerinin nisbeti, hâce Abdülhâlik hazretleri zemâninda yok idi ?kaddesallahü sirrehümâ". Her zemân da böyle olmusdur. Bundan baska, yüksek hocamiz Bâkî-billah hazretleri ?rahmetullahi aleyh", bu nisbeti olgunlasdirmak istiyordu, temâm olmamis biliyordu. Eger dahâ yasasaydi, Allahü teâlânin irâdesi ile, bu nisbeti kim bilir nereye kadar yükseltecekdi. Bunun yükseltilmemesi için ugrasmak dogru degildir. Fakîr, bu nisbetin degismeden nasil kalacagini bilemiyorum. Sizdeki nisbet bile baskadir. Onlarin nisbetine hiç benzememekdedir. Bu sözümüz, onlarin yüksek huzûrunda çok söylenmisdi. Seyh Ilâhdâd fakîri, nisbetin ne oldugunu nereden bilmekdedir? Kalbinde bir parça huzûr vardir. Ne hâlde oldugunu baskalari da bilmekdedir. O nisbeti kendisine veren kimdir? Bunlari bana bildiriniz. Böylece bu fakîr de kendisine yardimda bulunayim. Rü'yâlara güvenmeyiniz! Çünki, çogu hayâl ile görülmekdedir, dogru olmazlar. Seytân, kuvvetli düsmandir. Onun aldatmasindan kurtulmak güçdür. Ancak, Allahü teâlânin korudugu seçilmis kimseler kurtulur.
Süâl: Kazanilmis olan nisbetlerin geri alinmasini soruyorsunuz?
Cevâb: Efendim! O nisbeti geri almakda rehberin ihtiyâri, irâdesi olmaz. Birlikde iken de söylemisdim. O hâl, simdi de öyledir, yok olmamisdir. Yok oldu sanmak dogru degildir. Kalbden isitdiginiz sesin de, bununla bir ilisigi yokdur. Atesin külü soguyunca ve içinde ates kalmayinca da, üzerine su dökülürse, atese dökmüs gibi ses çikarir. Sesi duyunca, külün içinde ates kalmisdir demek dogru olmaz. Yine söylüyorum, rü'yâlara kiymet vermeyiniz! Bu sözüm, bugün sizden gizli ise, yarin insâallahü teâlâ belli olacakdir. Mektûbunuzda üzerine çok düsmüs oldugunuz için, cevâbini bildirmege mecbûr kaldim. Yoksa, sebeb olmadan bir sey yazilamiyor
Mektubat-ı Rabbani (33. Mektup)
Bu mektûb, molla hâci Muhammed Lâhorîye yazilmisdir. Dünyâyi seven ve ilmi, dünyâyi kazanmaga harc eden kötü ilm adamlarinin zararini bildirmekde ve dünyâya düskün olmayan âlimleri medh etmekdedir:
Âlimlerin dünyâyi sevmesi ve ona düskün olmasi, güzel yüzlerine siyâh leke gibidir. Böyle olan ilm adamlarinin, insanlara fâidesi olur ise de, kendilerine olmaz. Dîni kuvvetlendirmek, islâmiyyeti yaymak serefi, bunlara âid ise de, ba'zan kâfir ve fâsik da, bu isi yapar. Nitekim, Peygamberlerin efendisi ?aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât" kötü kimselerin de, dîni kuvvetlendirecegini haber vermis ve (Allahü teâlâ bu dîni, fâcir kimselerle de, elbette kuvvetlendirir) buyurmusdur. Bunlar, çakmak tasina benzer. Çakmak tasinda enerji vardir. Insanlar bu tasdaki kudretden ates yapar, istifâde eder. Tasin ise, hiç istifâdesi olmaz. Bunlarin da ilmlerinden kendilerine fâide olmaz. Hattâ, bu ilmleri, kendilerine zararlidir. Çünki, kiyâmet günü, bilmiyorduk, günâh oldugunu bilseydik yapmazdik diyemezler. Hadîs-i serîfde buyuruldu ki, (Kiyâmet gününde, en siddetli azâb görecek kimse, Allahü teâlânin kendi ilminden, kendisini fâidelendirmedigi âlimdir). Allahü teâlânin kiymet verdigi ve herseyin en sereflisi olan ilmi, mal, mevki' kapmaga ve basa geçmege vesîle edenlere, bu ilm zararli olmaz mi? Hâlbuki, dünyâya düskün olmak, Allahü teâlânin hiç sevmedigi birseydir. O hâlde, Allahü teâlânin kiymet verdigi ilmi, Onun sevmedigi yolda harc etmek, çok çirkin bir isdir. Onun kiymet verdigini kötülemek, sevmedigini de kiymetlendirmek, yükseltmek demekdir. Açikçasi, Allahü teâlâya karsi durmak demekdir. Ders vermek, va'z etmek ve dînî yazi, kitâb, mecmû'a çikarmak, ancak, Allah rizâsi için oldugu vakt ve mevki', mal ve söhret kazanmak için olmadigi zemân fâideli olur. Böyle hâlis, temiz düsünmenin alâmeti de, dünyâya düskün olmamakdir. Bu belâya düsmüs, dünyâyi seven din adamlari, hakîkatda dünyâ adamlaridir. Kötü âlimler bunlardir. Insanlarin en alçagi bunlardir. Din, îmân hirsizlari bunlardir. Hâlbuki bunlar, kendilerini din adami, âhiret adami ve insanlarin en iyisi sanir ve tanitir. Sûre-i Mücâdelede, (Onlar, kendilerini müslimân saniyor. Onlar son derece yalancidir. Seytân onlara musallat olmusdur. Allahü teâlâyi hâtirlamaz ve ismini agizlarina almazlar. Seytâna uymuslar, seytân olmuslardir. Biliniz ki, seytâna uyanlar ziyân etdi. Ebedî se'âdeti birakip sonsuz azâba atildi) meâlindeki âyet-i kerîme bunlar içindir. Büyüklerden biri seytâni bos oturuyor, insanlari aldatmakla ugrasmiyor görüp, sebebini sorar. Seytân cevâb olarak, (Zemânin din adami geçinen, kötü âlimleri, insanlari yoldan çikarmakda, bana o kadar yardim ediyor ki, bu mühim isi yapmama lüzûm kalmiyor) demisdir. Dogrusu, zemânimizda islâmiyyetin emrlerini yapmakdaki gevseklikler ve insanlarin dinden yüz çevirmesi, hep din adami perdesi altinda söylenen sözlerden, yazilardan ve bu adamlarin bozuk niyyetlerinden dolayidir. [Din adamlari üç kismdir: Akl sâhibi, ilm sâhibi, din sâhibi. Bu üç sifati da birlikde tasiyan din adamina (Din âlimi) denir. Bir sifati noksân olursa, onun sözüne güvenilmez. Ilm sâhibi olmak için, akl ve nakl ilmlerinde mütehassis olmak lâzimdir.]
Dünyâya gönül kapdirmiyan, mal, mevki', söhret kazanmak, basa geçmek sevdâsinda olmiyan din âlimleri, âhiret adamlaridir. Peygamberlerin ?aleyhimüsselâm" vârisleri, vekîlleridir. Insanlarin en iyisi bunlardir. Kiyâmet günü, bunlarin mürekkebi, Allahü teâlâ için cânini veren sehîdlerin kani ile dartilacak ve mürekkeb, dahâ agir gelecekdir. (Âlimlerin uykusu ibâdetdir) hadîs-i serîfinde medh edilen, bunlardir. Âhiretdeki sonsuz ni'metlerin güzelligini anliyan, dünyânin çirkinligini ve kötülügünü gören, âhiretin ebedî, dünyânin ise fânî geçip tükenici oldugunu bilen onlardir. Bunun için kalici olmayan, çabuk degisen ve biten seylere bakmayip, bâkî olana, hiç bozulmiyan ve bitmiyen güzelliklere sarilmislardir. Âhiretin büyüklügünü anliyabilmek, Allahü teâlânin sonsuz büyüklügünü görebilmekle olur. Âhiretin büyüklügünü anliyan da, dünyâya hiç kiymet vermez. Çünki, dünyâ ile âhiret birbirinin ziddidir. Birini sevindirirsen öteki incinir. Dünyâya kiymet veren âhireti gücendirir. Dünyâyi begenmiyen de, âhirete kiymet vermis olur. Her ikisine birden kiymet vermek veyâ her ikisini asagilamak olamaz. Iki zid sey bir araya getirilemez. [Ates ile su bir arada bulundurulamaz.]
Tesavvuf büyüklerinden ba'zisi, kendilerini ve dünyâyi temâmen unutdukdan sonra, birçok sebebler, fâideler için, dünyâ adami seklinde görünürler. Dünyâyi seviyor, istiyorlar sanilir. Hâlbuki, içlerinde hiç dünyâ sevgisi, arzûsu yokdur. Sûre-i Nûrda, (Bunlarin ticâretleri, alis verisleri, Allahü teâlâyi hâtirlamalarina hiç mâni' olmaz) meâlindeki âyet-i kerîme bunlar içindir. Dünyâya bagli görünürler. Hâlbuki, hiç bagliliklari yokdur. Hâce Behâeddîn-i Naksibend Buhârî ?kuddise sirruh" buyuruyor ki, (Mekke-i mükerremede Minâ pazarinda, genç bir tâcir, asagi yukari, ellibin altin degerinde alis veris yapiyordu. O esnâda, kalbi, Allahü teâlâyi bir an unutmuyordu).
Mektubat-ı Rabbani (34. Mektup)
Bu mektûb, molla hâci Muhammed Lâhorîye yazilmisdir. Âlem-i emrdeki bes cevheri uzun ve açik bildirmekdedir:
Iki cihân se'âdetine kavusmak, ancak, dünyâ ve âhiretin en yüksegine uymakla ele geçebilir ?aleyhi ve alâ âlihî minessalevâti efdalühâ ve minetteslîmâti ekmelühâ". Felesoflar, islâmiyyetin sâhibine ?aleyhissalâtü vesselâm" uymadiklari, kalb gözlerini Ona uymak sürmesi ile parlatmadiklari için, âlem-i emrden haberleri bile yokdur. Nerede kaldi ki, Allahü teâlânin zâtina ve sifatlarina erisebilsinler. Onlarin kisa görüsleri, ancak âlem-i halka yetisebiliyor. Bunu bile iyi göremiyorlar.
[Allahü teâlânin yaratdigi seylerin hepsine birden (Âlem) denir. Çünki, hersey Onun varligini ve sifatlarini gösteren, birer alâmetdir, isâretdir. Âlem ikiye ayrilir: 1- (Âlem-i halk). Madde ve ölçü bulunan seylerdir. Arsin içinde bulunan hersey, canlilar, yer, gökler, Cennet, Cehennem, melekler, tabîat kuvvetleri, hep âlem-i halkdir. Bu âleme (Âlem-i sehâdet) ve (Âlem-i mülk) de denir. Halk, ölçmek de demekdir. 2- (Âlem-i emr). Ol emri ile, bir ânda yaratilan, Arsin disindaki seylerdir ki, maddesiz, zemânsiz, ölçüsüzdürler. Bu âleme (Âlem-i melekût) ve (Âlem-i ervâh) da denir].
Felsefecilerin bes cevher dedikleri seyin hepsi, âlem-i halkdandir.
[(Cevher), felsefe dilinde, mâhiyyet, asl, öz demekdir. Kendi kendine bulunan seydir. Bugünkü anlayisimizla madde, bir cevherdir. (Araz), sifat demekdir. Araz, cevher üzerinde bulunur. Yalniz basina bulunmaz. Çok sayida kitâblari bulunan, büyük islâm âlimi, seyyid serîf Alî bin Muhammed Cürcânî ?rahmetullahi aleyh" (Ta'rîfât) kitâbinda buyuruyor ki, (Felsefecilere göre, bes cevher: Heyûlâ, sûret, cism, nefs ve akldir. Çünki var olan sey, yâ maddedir veyâ madde degildir. Ya'nî, mücerreddir. Ya'nî, bir maddeye yer olmaz ve kendisi baska bir maddeye yerlesmez. Mücerred olan cevher, akl ve nefsdir. Mücerred olmiyan, madde dedikleri cevher, mürekkeb [bilesik] ise, cism denir. Mürekkeb degilse, baska cevhere yerlesmis ise sûret denir. Baska cevhere mahal olmus ise heyûlâ denir)].
Nefse ve akla mücerredâtdandir, demeleri, bunlari tanimadiklari içindir. Nefs veyâ nefs-i nâtika dedikleri cevher, nefs-i emmâredir. Nefs-i emmâreyi temizlemek lâzimdir. Çünki, hep kötülük, asagilik ister. Bunun âlem-i emrde ne isi var. Mücerred olmak nesine gerek. Akl da, ancak his uzvlari ile anlasilan seyleri ölçebilir. His edilmiyen ve his olunanlara benzemiyen seyleri kavrayamaz. Böyle seyler, akl ile anlasilamaz. Bundan dolayi, âlem-i emri anliyamaz. O hâlde akl da, âlem-i emrden degildir. Ya'nî mücerredâtdan olamaz.
Âlem-i emrin birinci basamagi (kalb)dir. [Kalb, gögüsdeki et parçasi degildir. Buna yürek denir. Kalb, bu yürege alâkasi, ilgisi bulunan, maddesiz, yersiz bir kuvvetdir. Kalbin, yürekde bulunmasi, elektrigin ampulde bulunmasina benzer. Elektrik ampulde bulunur. Fekat, görünmez, his olunmaz. Varligi, eseri ile meselâ ampuldeki ince teli isitarak, telin isik vermesi ile anlasilir.] Ikinci mertebesi (Rûh)dur. Rûhun üstü, (Sir) mertebesidir. Sirrin üstü, (Hafî), hafînin üstü (Ahfâ) mertebesidir. Bu besine, (Bes cevher) denirse, yeri vardir. Isin özünü göremediklerinden, saksi parçalarini cevher sanmislar.
Âlem-i emrin bu bes cevherini anlamak ve bunlar üzerinde bilgi edinmek ancak, Muhammed Resûlullahin ?sallallahü aleyhi ve sellem" izinde gidenlerin büyüklerine nasîb olmusdur.
Insana, (Âlem-i sagîr) [küçük âlem] denir. Insandan baska mahlûklarin hepsine, (Âlem-i kebîr) [büyük âlem] denir. Âlem-i kebîrde bulunan herseyin, Âlem-i sagîrde bir nümûnesi, benzeri vardir. Insandaki bes cevher de, birer nümûnedir. Bunlarin Âlem-i kebîrde asllari vardir. Âlem-i kebîrdeki o bes cevherin birincisi Arsdir. Ya'nî insandaki kalbin, Âlem-i kebîrdeki asli, Arsdir. Bunun için, kalbin bir ismi (Arsullah)dir. O bes cevherin, diger dördü, hep Arsin üstündedir. Kalb, Âlem-i sagîrdeki Âlem-i halk ile, Âlem-i emr arasinda ortak bir geçid oldugu gibi, Ars da, Âlem-i kebîrdeki, Âlem-i halk ile Âlem-i emr arasinda bir geçiddir. Kalb ile Ars, Âlem-i halkda bulunuyor ise de, Âlem-i emrdendirler. Bu bes cevheri iyice anlamak, ancak tesavvuf yolundaki mertebeleri [konaklari] etraflica ve temâmen geçip, nihâyete varan, Evliyânin büyüklerine nasîb olur. Beyt:
Her zevalli merd-i meydan olamaz;
Sivri sinek de Süleymân olamaz.
Allahü teâlânin lütfü, ihsâni, bahtiyâr bir insana yetisip de, kalb gözü açilip, vücûb mertebeleri gösterilirse, Âlem-i kebîrdeki, bu bes cevherin mukaddes asllarini da, orada görür ve Âlem-i sagîr ve kebîrdeki cevherlerin, bunlarin nümûneleri, sûretleri oldugunu anlar. Misra':
Bu büyük devleti bugün kime verirler.
Bu, öyle büyük bir ni'metdir ki, Allahü teâlâ, diledigi, seçdigi kimseye ihsân eder.
Âlem-i emr bilgilerini anlatmak yasak edilmisdir. Çünki, çok ince bilgilerdir. Dinleyenler yanlis anlar. Sûre-i Isrâ, seksenbesinci âyetinde meâlen, (Sizlere, ilmden pek az verildi) buyuruldu. Burada bildirilen ilm ile sereflenen, râsih âlimler, perde arkasini seyr etmekdedirler. Misra':
Ni'met sâhiblerine ni'metler âfiyet olsun.
Fârisî beyt tercemesi:
Perde ardindaki esrâri açmak, uygun degildir,
yoksa, rindler meclisinde, verilmiyecek haber yokdur.
Mukaddes cevherlerin birincisi, Allahü teâlânin izâfî sifatlarindandir. Bu sifatlar, vücûb ile imkân arasinda geçid gibidir. [(Vücûb), Allahü teâlânin ve sekiz hakîkî sifatinin mertebesidir. (Imkân) da mahlûklarin mertebesidir.] Ikinci cevher, hakîkî sifatlardir. Izâfî sifatlar, kalbe, hakîkî sifatlar, rûha tecellî eder. Hakîkî sifatlarin üstünde bulunan üç cevher, Zât-i ilâhî mertebesindedir. Bu üç mertebenin tecellîlerine, (Tecelliyât-i Zâtiyye) derler. Bundan fazla yazmak fâideli olmaz. Fârisî misra' tercemesi:
Kalem buraya gelince ucu kirildi.
Allahü teâlâ size ve hidâyete kavusanlara ve Muhammed Mustafâya ?aleyhisselâm" tâbi' olanlara selâmet versin!
Her ne varsa güzel, Onu anmakdan baska,
Hepsi câna zehrdir, seker dahî olsa!
Mektubat-ı Rabbani (35. Mektup)
Bu mektûb, meyân hâci Muhammed Lâhorîye yazilmisdir. Allahü teâlânin zâtini sevmek ve bu sevgide üzmenin ve sevindirmenin, berâber oldugu bildirilmekdedir:
Allahü teâlâ, insanlarin seyyidi ?aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât" hurmetine, hepimizi yanilmakdan, sasirmakdan korusun! Seyr ve sülûkdan maksad, nefs-i emmâreyi tezkiye etmek, ya'nî temizlemekdir. [(Seyr), gitmek, (Sülûk), bir yola, meslege girmekdir.] Böylece nefs, asagi, çirkin isteklerinin sebeb oldugu, Allahü teâlâdan baska seylere tapinmakdan kurtulur. Ondan baska, bir ma'bûdu, maksadi kalmaz. Dünyâdan birsey istemedigi gibi, âhiretden de, birsey istemez. Evet, âhireti istemek iyidir, sevâbdir. Fekat, ebrâr için [ya'nî nefslerinin sevgisinden kurtulmamis olup, nefslerini azâbdan korumak ve ni'metlere kavusdurmak için, ibâdet edene] sevâbdir. Mukarrebler âhireti istemegi de günâh bilir. Zât-i ilâhîden baska bir sey istemez. Mukarrebler derecesine yükselmek için, (Fenâ) hâsil olmak lâzimdir ve Zât-i ilâhînin sevgisi insani kaplamalidir. Bu sevgiye kavusan, elemlerden, sikintilardan da lezzet alir. Ni'metler ve musîbetler, müsâvî olur. Azâblar da, ni'metler gibi tatli olur. [Allahü teâlânin her isinden, Onun isi oldugu için râzidirlar. Fekat, günâhlardan, kulun kesbi olmak bakimindan râzi degildirler.] Cenneti, Allahü teâlânin râzi oldugu yer oldugundan ve Cenneti istiyenleri sevdigi için, isterler. Cehennemden sakinmalari da, Allahü teâlânin gazab etdigi yer oldugu içindir. Yoksa, Cenneti istemeleri, nefslerine tatli geldigi için degildir. Cehennemden kaçinmalari, orada azâb ve sikinti oldugu için degildir. Çünki, bu büyükler, sevgilinin yapdigi her seyi güzel görür. Bunlari kendilerinin matlûbu, maksadi bilirler. Sevgilinin her isi, sevgili olur. Iste, tâm ihlâs budur. Yalanci ma'bûdlardan kurtulus makâmi burasidir. Kelime-i tevhîdin ma'nâsi, ancak burada hâsil olur. Ismler ve sifatlar arada olmaksizin, yalniz Zât-i ilâhîyi sevmedikçe, bu ni'metler, hiç ele geçemez. Böyle sevgi olmadikça, tâm Fenâ nasîb olmaz. [Anasi çocugu ne kadar sögse, dögse, çocuk yine döner,anasina sarilir. Insan da, Rabbine karsi böyle olmalidir.] Fârisî beytler tercemesi:
Ask öyle bir atesdir ki, yanarsa eger,
ma'sûkdan baska herseyi yakar, kül eder.
Hakdan gayriyi katl için, (LÂ) kilinci çek,
(LÂ) dedikden sonra, birsey kaldi mi bir bak!
(ILLALLAH)dan baska ne varsa, hepsi gitdi,
Sevin ey ask! Hakka ortak kalmadi bitdi.
Mektubat-ı Rabbani (36. Mektup)
Bu mektûb, hâci Muhammed Lâhorîye yazilmisdir. Ahkâm-i islâmiyye, dünyâ ve âhiretin bütün se'âdetlerini tasimakdadir. Ahkâm-i islâmiyye disinda ele geçen hiçbir se'âdet yokdur. Tarîkat ve hakîkat, ahkâm-i islâmiyyenin yardimcilari oldugunu bildirmekdedir:
Allahü teâlâ, hepimize, Muhammed Mustafâ ?sallallahü aleyhi ve sellem" efendimizin dîninin hakîkatini bildirsin ve bu hakîkata kavusdursun! Âmîn.
Islâmiyyet üç kismdir: Ilm ve amel ve ihlâs [ya'nî islâmiyyetin emr ve yasak etdigi seyleri ögrenmek ve ögrendiklerini yapmak ve herseyi yalniz, Allahü teâlâ için yapmakdir]. Bu üçüne kavusmiyan kimse, islâmiyyete kavusmus olmaz. Bir kimse, islâmiyyete kavusunca, Allahü teâlâ, ondan râzi olur. Allahü teâlânin râzi olmasi, sevmesi de, bütün dünyâ ve âhiret se'âdetlerinin en üstünü ve kiymetlisi oldugunu, Âl-i Imrân sûresi onbesinci ve sûre-i Tevbenin yetmisüçüncü âyetleri bildirmekdedir. O hâlde, islâmiyyet, dünyâ ve âhiretdeki bütün se'âdetleri ele geçirten bir sermâyedir. Islâmiyyetin disinda aranilacak, imrenilecek hiçbir iyilik yokdur. Tesavvuf büyüklerinin kazandiklari, tarîkat ve hakîkat, ahkâm-i islâmiyyenin yardimcilari, hizmetcileri olup, islâmiyyetin üçüncü kismi olan ihlâsi elde etmege yarar. Tarîkata ve hakîkata bas vurmak, islâmiyyeti temâmlamak içindir. Yoksa, islâmiyyetden baska birseyler ele geçirmek için degildir. Tesavvuf yolcularinin, o yolculukda gördükleri, tatdiklari, ahvâl, mevâcîd, ulûm ve ma'rifetler, imrenilecek, istenilecek sey degildir. Hepsi, evhâm ve hayâlât gibi, geçici seylerdir. O yolculari terbiye için, ilerletmek için, vâsitadan baska birsey degildir. Bunlarin hepsini geçip arkada birakip, (Rizâ makâmi)na varmak lâzimdir. Sülûk ve cezbe yolculugundaki makâmlarin, konaklarin nihâyeti, rizâ makâmidir. Çünki, tarîkat ve hakîkat yolculugundan maksad, ihlâs elde etmekdir. Ihlâs da, rizâ makâminda hâsil olmakdadir. Tesavvuf yolcularinin onbinlerde birini, ancak, üç dürlü tecellîlerden ma'rifete dayanan müsâhedelerden kurtarip, ihlâsa ve makâm-i rizâya ulasdirmakla sereflendirirler. Hakîkati göremiyen zevallilar, ahvâl ve mevâcîdi, birsey sanir. Müsâhedeleri, tecellîleri arzû eder. Böylece, yolda kalip, vehm ve hayâlden kurtulamaz ve islâmiyyetin kemâline kavusamazlar. [Sûrâ sûresinin onüçüncü] âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ kullarindan diledigini, kendisine seçer. Baskasindan yüz çevirip, yalniz onu istiyenlere, kendine kavusduran yolu gösterir) buyuruldu.[1] Ihlâs makâmina ve rizâ mertebesine kavusmak için, bu ahvâl ve mevâcîdden geçmek ve bu ilm ve ma'rifetleri edinmek lâzimdir. Bunlar, gâyeye götüren yoldur. Maksadin baslangicidir. Böyle oldugu, bu fakîre, bu yolculukda, tâm on sene sonra bildirildi. Islâmiyyet güzeli, ancak bundan sonra, sevgili Peygamberinin ?sallallahü aleyhi ve sellem" sadakasi olarak, cemâlini gösterdi. Dahâ önce de, ahvâl ve mevâcîde tutulup kalmamisdim. Islâmiyyetin hakîkatina kavusmakdan baska, istedigim yokdu. Fekat ancak, on sene sonra, hakîkat günesi dogdu. Bu ihsânindan dolayi, Allahü teâlâya pek çok hamd ederim. [Allahü teâlânin emrlerine ve yasaklarina (Ahkâm-i islâmiyye) denir.]
Allahü teâlânin magfiretine kavusan, meyân seyh Cemâlin ?kuddise sirruh" ölümü, bütün müslimânlarin üzülmesine sebeb oldu. Bu fakîr tarafindan, çocuklarina ta'ziye buyurmanizi ve Fâtiha okumanizi diler, selâm ederim.
Mektubat-ı Rabbani (37. Mektup)
Bu mektûb, Muhammed Çetrîye yazilmisdir. Sünnete uymak lâzim oldugunu bildirmekde ve tesavvufu medh etmekdedir:
Ihsân etmis oldugunuz, latîf mektûbunuzu okumakla sereflendik. Büyüklerimize olan îmâninizi ve sevginizi yaziyorsunuz. Bunu okuyunca, cenâb-i Hakka hamd eyledim. Allahü teâlâ, bu yolun [ya'nî tarîkatin] büyüklerinin bereketi, fâidesi ile, size sonsuz yükselmeler nasîb eylesin! Bunlarin yolu, herseyden kiymetlidir. Sünnet-i seniyyeye uymakdir ?alâ sâhibihessalâtü vesselâm". Bu fakîre, bu yol sâyesinde, çok zemândan beri ilmleri, ma'rifetleri, hâlleri, makâmlari, nisan yagmuru gibi yagdirdilar. Allahü teâlânin ihsâni ile yapacaklarini, tam yapdilar. Simdi, bütün arzûm, Peygamberimizin ?sallallahü aleyhi ve sellem" unutulmus sünnetlerinden birini meydâna çikarmakdir. Tesavvufun hâlleri ve mevâcîdi [kendinden geçmek], heyecân ve zevk, istiyenlerin olsun! Yapilacak, en mühim is, bâtini [kalbi, rûhu] büyüklerin sevgisi ile yasatip, zâhiri [hisleri, hareketleri] sünnetlere uymakla süslemekdir. Fârisî misra' tercemesi:
Is budur, bundan baskasi hiçdir!
Bes vakt nemâzi, vaktleri girer girmez kilmalidir. Yalniz yatsi nemâzini kis aylarinda, gecenin, ilk üçde birine kadar gecikdirmek müstehabdir. Bu isde, bu fakîrin irâdesi elinde degildir. Nemâzlari, vakt girince kil kadar gecikdirmek istemiyorum. Insanlik îcâbi, âciz kalindigi zemânlar, tabî'î müstesnâdir.
Mektubat-ı Rabbani (38. Mektup)
Bu mektûb, Muhammed Çetrîye yazilmisdir. Zât-i teâlâya muhabbeti ve fenâ mertebelerini bildirmekdedir:
Mektûb-i serîfiniz gelerek, fakîri çok sevindirdi. Allahü teâlâ, her zemân kendi ile berâber bulundursun! Bir ân bile, baskasi ile birakmasin! Zât-i ilâhîden baska her seye gayr denir. Onun ismleri ve sifatlari da gayrdir. Ilm-i kelâm âlimleri, (Sifatlari, kendinin ayni da degildir, gayri da degildir) buyurmus ise de, gayri kelimesinin kelâm ilmindeki ma'nâsina göre, böyle demislerdir. Yoksa, lügat ma'nâsina göre dememislerdir. Sifatlar kelâm ilmindeki ma'nâsina göre (Gayri) degil ise de, umûmî ma'nâya göre, Onun gayridir.
Allahü teâlâ, ancak selb sifatlari ile anlatilabilir. Onu, herhangi bir sifat ile anlatmak, ilhâd olur [ya'nî, dogru yoldan çikmak olur]. Onu anlatan en iyi kelime, en genis ibâre, Sûrâ sûresinin (Ona benziyen birsey yokdur) meâlindeki, onbirinci âyetidir ki, buna fârisî dilinde (bîçûn ve bî-çigûne) denir. Hiçbir ilm, hiçbir sühûd, hiçbir ma'rifet, Allahü teâlâyi bulamaz. Bilinen, görülen ve taninan hersey O degildir. Bunlari ma'bûd bilmek, gayra tapinmak olur. (Lâ ilâhe) derken, bunlarin hepsini nefy etmek, yok bilmek, (Illallah) derken de; O, birseye benzemiyen, bir ma'bûdu var bilmek lâzimdir. Bu, önce taklîd ile, ya'nî ögrenip yapmakla olur. Sonralari, kendiliginden yapilir.
Sona varmamis olan tesavvuf yolculari, baska seyleri, O sanarak tanir, görür. Taklîd eden mü'minler, böyle tesavvufculardan, katkat iyidir. Çünki bunlar, Peygamberimizden ?sallallahü aleyhi ve sellem" gelen bilgilere uymakdadir. Bu bilgilerde hatâ, yanlislik olamaz. Yari yoldaki tesavvufcular ise, kendi gördüklerine, anladiklarina uymakdadir. Bu hareketleri ile, Zât-i ilâhîye inanmamis oluyorlar. Zât-i ilâhîyi görüyoruz, Onun sevgisi içinde yüzüyoruz diyorlarsa da, Zât-i ilâhîye olan böyle îmânlari, hakîkatde, inkâr demekdir.
Müslimânlarin büyük imâmi, imâm-i a'zam Ebû Hanîfe ?rahmetullahi aleyh", (Sana lâyik ibâdeti yapamadigimiz, fekat, iyi tanidigimiz, Allahimiz! Sende hiçbir kusûr, noksânlik yokdur!) buyurdu. Ona lâyik ibâdet yapilamiyacagini herkes bilir. Fekat, iyi tanidigimiz buyurmasi, (Hiçbirseye benzemedigini, hiçbir yoldan taninamiyacagini iyi anladik) demekdir. Allahü teâlâyi, herkes bu sûretle taniyamaz. Ma'rifet, ya'nî tanimak baskadir. Ilm, ya'nî bilmek baskadir. Herkes, ilm sâhibi olabilir. Ma'rifet ise, fenâ mertebesi ile sereflenenlerde bulunur. Fânî olmiyana nasîb olmaz. Mevlevî Câmî [Mevlânâ Nûreddîn-i Abdürrahmân Câmî] buyuruyor ki: Fârisî beyt tercemesi:
Fenâ makâmina varmiyan kimse,
oraya yol bulamaz, çok sey de bilse.
Ma'rifet, ilmden ayri oldugu için, ilm ile anlasilanlardan baska seyler de vardir. Bunlar ma'rifet ile anlasilir. Bu ma'rifete (Idrâk-i basît) de derler. Nitekim Hâfiz-i Sîrâzî ?rahmetullahi aleyh" diyor ki:
Feryâdi, bosuna degildir Hâfizin,
Sasilacak sey çok, dili altinda ânin._
Fârisî iki beyt tercemesi:
Insanlarin rabbinin, insanlarin rûhuyla,
Bir bagliligi vardir, söz ile anlatilmaz.
Insan için diyorum, isim yokdur maymunla.
Rûhsuz olan bir kimse, elbet rûhu tanimaz.
Fenâ makâminda çesidli dereceler bulundugundan, müntehîlerin [ya'nî sona erenlerin] de ma'rifetleri, baska baska olur. Fenâ derecesi yüksek olan bir velînin ma'rifeti dahâ olgun, fenâ mertebesi asagi olan velînin ma'rifeti de, o derece asagidir. Sübhânallah! Söz nereye vardi. Kendi câhilligimi, iflâsimi, sapikligimi ve sebâtsizligimi yazip dostlardan yardim, düâ istemekligim lâzim idi. Öyle bilgiler nerede, bu fakîr nerede? Fârisî beyt tercemesi:
Kendinden haberi olmiyan zevalliya,
yakisir mi, ince bilgileri diline ala?
Fekat yaradilisim, hamurum, asagilarda dolasmaga, alçak seylerle ugrasmaga, hattâ bakmaga râzi olmuyor. Hiç söyliyemese de, hep Onu söylemegi, birsey ele geçiremezse de, hep Onu aramagi, kavusamasa da, Onu özlemegi istiyor. Tesavvuf büyüklerinden birkaçi Zât-i ilâhîyi müsâhede ediyoruz, demislerse de, bununla, ne demek istediklerini, ancak, kendileri gibi yüksek olanlar anlar. O dereceye yetismiyen, anlayamaz. Fârisî beyt tercemesi:
Bilmiyenler, taniyamaz bileni,
o hâlde, sözü kisa kesmeli.
Mektûbunuzun basini (O zâhirdir, bâtindir) kelimeleri ile süslemissiniz. Yavrum! Bu sözler, elbette dogrudur. Fekat, uzun zemândan beri bu fakîr ?kaddesallahü teâlâ sirrehül'azîz", bu sözlerden, tevhîd-i vücûdî ma'nâsini anlamiyorum. Âlimlerin anladigi gibi anliyorum. Âlimlerin anladigini, tevhîd-i vücûdî sâhiblerinin anladigindan dahâ dogru görüyorum. Fârisî misra' tercemesi:
Herkesi, bir is için yaratmislardir.
Müslimânin önce yapacagi sey, hepimizden önce istenilen sey, emr olunanlari yapmak, yasak edilenlerden sakinmakdir. Nitekim, sûre-i Hasrin yedinci âyetinde meâlen, (Resûlümün ?sallallahü aleyhi ve sellem" getirdigi emrleri aliniz, yapiniz! Sizi nehy, men' etdigi seylerden kaçininiz!) buyuruldu. Ihlâs elde etmekle emr olunduk. Fenâ hâsil olmadan, ihlâs elde edilemez ve Zât-i ilâhîyi sevmedikçe, hâsil olmaz. O hâlde, Fenâ makâmini ve bunun baslangici olan (Makâmât-i asere)yi, ya'nî on seyi elde etmek lâzimdir. [Fenâya kavusmak için lâzim olan on sey, tevbe, zühd, tevekkül, kanâ'at, uzlet ya'nî dîni, ahlâki bozan kimselerden, kitâblardan, gazetelerden, filmlerden sakinmak, zikr ya'nî her hareketde, Allahü teâlâyi unutmamak, teveccüh, sabr, murâkabe ve rizâdir.] Fenâ makâmi, her ne kadar, Allahü teâlânin ihsâni ise de, fekat bu ihsâna lâyik olmaga hâzirlanmak, baslangiclarini elde etmek için çalismak lâzimdir. Evet ba'zi bahtiyârlari, çalismadan, sikinti çekip, kendini temizlemeden ve baslangiclari elde etmeden, fenâya kavusdururlar. Bu bahtiyârlar iki dürlüdür: Yâ, yükseldigi makâmda birakip geri döndürmezler veyâ tâlibleri, nâkislari yetisdirmesi için, bu âleme geri getirirler. Birinci seklde, bu inis makâmlarindan geçmemis olur. Bundan dolayi da Allahü teâlânin ismlerinin ve sifatlarinin çesid çesid tecellîlerinden [ya'nî husûsî te'sîrlerinden] haberi yokdur. Ikinci seklde ise, bu âleme geri dönerken, onu bu makâmlarin her birinin, her tarafindan geçirirler. Sonsuz tecellîlere kavusdururlar. Mücâhede edenlerin, sikinti çekenlerin geçdigi yollari, hâlleri hep görür. Fekat, onlar gibi derdli, üzüntülü degil, zevkli, lezzetlidir. Zâhiri sikintida, bâtini ni'metde ve lezzetdedir. Fârisî misra' tercemesi:
Bu büyük ni'meti, acabâ kime verirler?
Süâl: Ihlâs, islâmiyyetin bir parçasi olunca, bunu elde etmek, herkese vâcibdir. Hakîkî ihlâs, fenâ makâmina varmayinca hâsil olmaz ise, ebrârin âlimleri ve sâlih insanlardan fenâ derecesine varmiyanlar, ihlâsa kavusamiyacakdir. Islâmiyyetin üçüncü parçasi olan ihlâsi elde etmemeleri günâh olacak, degil mi?
Cevâb: Âlimlerde, sâlihlerde, ihlâsdan bir kism, bir parça hâsil olur. Fenâdan sonra ise ihlâs, temâm olur. Her parçasi hâsil olur. Demek ki, fenâ olmadan ihlâsin hakîkati, temâmi hâsil olmaz. Fekat, bir kismi hâsil olabilir.
Mektubat-ı Rabbani (39. Mektup)
Bu mektûb, Muhammed Çetrîye yazilmisdir. Is kalbdedir. Âdet olarak yapilan ibâdetlerin ise yaramiyacagi bildirilmekdedir:
Allahü teâlâ, kendinden baska seylerden yüz çevirip, kendisine dönmek nasîb eylesin! Isin temeli kalbdir. Kalb, Allahü teâlâdan baskasina tutulmus ise, yikilmis demekdir. Bir ise yaramaz. Niyyet dogru olmadikça, hayrli islerin, yardimlarin ve âdete uyarak yapilan ibâdetlerin, yalniz hiç fâidesi olmaz. Kalbin selâmet bulmasi da ve Allahü teâlâdan baska hiçbir seye düskün olmamasi da lâzimdir. [Ya'nî her yapilan sey, O emr etdigi, O begendigi için yapilmali. Onun râzi olmadigi her seyden kaçinmalidir. Hersey Onun için olmalidir.] Hem, kalbin selâmeti, hem de bedenin sâlih isler yapmasi, birlikde lâzimdir. Beden sâlih ameller yapmaksizin, kalbim selâmetdedir, [kalbim temizdir, sen kalbe bak] demek bâtildir, bosdur. Kendini aldatmakdir. Bu dünyâda, bedensiz rûh olmadigi gibi, beden ibâdet yapmadan ve günâhlardan kaçinmadan, kalb, temiz olmaz. Zemânimizin birçok dinsizleri, sapiklari, ibâdet yapmayip, kalblerinin selâmetde oldugunu, hattâ kesf sâhibi olduklarini söyleyip, saf müslimânlari aldatiyor. Allahü teâlâ, sevgili Peygamberinin sadakasi olarak ?aleyhissalâtü vesselâmü vettehiyye", hepimizi böyle sapiklara inanmakdan korusun! Âmîn.
[Islâmiyyetin yasak etdigi seyler, siddetli zehrdir. Allahü teâlâ, insanlari yaratdigi vakt onlara fâideli olan seyleri emr etmis, zararli olan seyleri yasak etmisdir. Fâidesi kat'î olanlarin yapilmasini, lüzûm-i zarûrî ile emr etmisdir. Bunlari yapmak, (Farz) olmusdur. Fâideli seylerden, yapilmasi, lüzûm-i gayr-i zarûrî olanlar da, (Sünnet) olmusdur. Zarari kat'î olanlari terk etmek, lüzûm-i zarûrî olup, bunlar (Harâm) olmusdur. Terk edilmesi, lüzûm-i gayr-i zarûrî olanlar, (Mekrûh) olmusdur. Ba'zi islerin yapilip yapilmamasi, kullarin ihtiyârina birakilmisdir ki, bunlara (Mubâh) denir. Mubâhlar, iyi niyyet ile yapilirsa, sevâb verilir. Iyi niyyet ile yapilmazsa, günâh olur].
Mektubat-ı Rabbani (40. Mektup)
Bu mektûb, yine Muhammed Çetrîye yazilmisdir. Ihlâsi bildirmekdedir:
Allahü teâlâya hamd ederiz. Onun Peygamberine ?sallallahü aleyhi ve sellem" düâ ve selâm ederiz. Oglum! Sülûk konaklarini ve cezbe makâmlarini geçdikden sonra, anlasildi ki, seyr ve sülûkdan maksad, ya'nî tesavvuf yolculugundan maksad, ihlâs makâmina varmakdir. Ihlâs makâmina kavusabilmek için, enfüsî ve âfâkî ma'bûdlara tapinmakdan kurtulmak lâzimdir. Ihlâs, islâmiyyetin üç kismindan birisidir. Çünki, islâmiyyet üç kismdir: Ilm, amel ve ihlâs. Görülüyor ki, tarîkat ve hakîkat, islâmiyyetin bir kismi olan, ihlâsi elde etmege yarar, ya'nî islâmiyyetin yardimcisidir. Sözün dogrusu da budur. Ne yazik ki herkes bunu anliyamiyor. Rü'yâlar ile, hayâller ile aldanarak kanâ'at ediyorlar. Çocuk gibi, ceviz meviz ile vakt geçiriyorlar. Böyle kimselerin, islâmiyyetin üstünlügünden, inceliginden ne haberi olur? Tarîkatin ve hakîkatin ne oldugunu nasil bilirler? Islâmiyyeti cevizin kabugu gibi bir örtü sanip, cevizin özü, tarîkatdir, hakîkatdir derler. Isin iç yüzünü görememisler, askdan, zevkden isitdikleri, ezberledikleri sözlerle avunurlar. Ahvâl ve makâmlara kavusmak için can atarlar. Bunlari birsey sanirlar. Allahü teâlâ bunlara, dogru yolu görmek nasîb etsin. Bize ve size ve bütün sâlih kullarina selâmet versin! Âmîn.
Niçin kilmazsin, farz-i sünneti?
Degil misin Muhammedin ümmeti? (Aleyhisselâm)
Anmazmisin, Cehennemi, Cenneti?
Îmân sâhibi kul böyle mi olur?