WA ALEYKUMUSSELAM RAHMERULLAHİ WA BEREKETUHÜ:
yorumlarınız için TeŞeKKüR ederimkomikk
Printable View
allah c.c razı olsun emeğine sağlık
ellerin dert görmesin kardeşim.
Abdülaziz ibn Ebü Revvâd anlatıyor: Duyduğuma göre bir gün Resülullâh (s.a.v.), aralarında yaşlı bir zâtın da bulunduğu Sahâbelerinden bazılarına : "Ey İmân edenler, gerek kendinizi, gerek âilenizi öyle bir ateşten koruyun ki onun yakıtı insanlarla taşlardır. O ateşin iri gövdeli, sert melekleri vardır ki onlar Allâh'ın kendilerine emrettiği şeylere aslâ isyân etmezler. Neye de me'mur edilirlerse yaparlar" (Tahrim s.6) âyetini okur. O yaşlı Zât:
- Yâ Resülallâh (s.a.v.)! Cehennemin taları dünyâ taşları gibi midir? diye sorar.
Resülullâh (s.a.v.):
- Rühumu elinde tutan Allâh'a yemin ederim ki cehennem kayalarının tek bir tanesi dünyâ dağlarının yekünundan daha büyüktür, buyurur.
İhtiyar bunları duyunca bayılarak düşer. Rasül-i Ekrem (s.a.v.) elini adamın kalbinin üzerine koyar, bakar ki yaşıyor. Hemen:
- İhtiyar, Lâ ilahe illallâh de! diye seslenir ve onu cennetle müjdeler. Sahâbeler (r.a.e.):
- Yâ Resülallâh (s.a.v.), aramızdan yalnız onu mu müjdeliyorsun? derler.
- Evet. Çünkü Allâh (c.c.): "Ve onlardan sonra sizi behemehal o yurda yerleştireceğiz. İşte bu (mükafaatım) benim makâmımdan korkanlara, benim tehdidimden korkanlara hastır" (İbrahim s. 14) buyuruyor. (H.Şerif, İbn Ebu Hâtim)
Ensâr'dan bir genci Allah korkusunu kapladığını, cehennemi hatırladıkça ağladığı, bu yüzden evine kapandığı, Resülullâh (s.a.v.)'e haber genci ziyârete gittiler. Genç, Resülullâh (s.a.v.)'i görünce boynuna sarılıp can verdi. Bunun üzerine efendimiz (s.a.v.): "Adamınızı kefenleyiniz, cehennem korkusu onun ciğerini parça parça etmiş" buyurmuştur. (H.Şerif, Hakim)
(M. Yüsuf Kandehlevi, Hayatü's Sahâbe, 3.c, 328. s.)
bu değerli paylasım için tşk. ederim
ALLAH (c.c) razı olsun kartal abi =))
"Ey baykuş, insanlar seni uğursuz sayarlar .Halbuki senin kadar insana merhamet eden ve nasihatte bulunan yokmuş."
Umuyorum bende bir şeyler aktarıp faydalı olduysam ne mutlu bana tekrar selamün aleyküm Allah! emanet olunuz
rabbim cümlemize hidayet versin inş
emeginize saglık
Dumanlar içinde hasıra sarılmış gencecik bir beden...
Adı: Zübeyr bin Avvam (ra)
Suçu: Müslüman olmak
Yaşı: Henüz onbeş
İşkence yapan: Öz bir amca
Kesik kesik öksürükler içinde zulüm kokan bir ses yayılıyor etrafa.
- Muhammed’in Rabbini inkar et! Seni bu işkenceden kurtarayım.
Cevap bir meydan okumadır sanki:
- Hayır. VALLAHi asla küfre dönmem.
Bir şehâdettir bu ölümü hiçe sayan.
Bu şehâdet, dumanla birlikte yükselirken semaya, ateş bir kez daha körüklenir zalimce.
Bir zülümdür bu, amca merhametinin de üstünde olan..
İdam sehpasında bir kahraman...
Adı: Hubeyb bin Adiy (ra)
Suçu: Müslüman olmak ALLAH Resûl’ü Kureyşle ilgili bilgi toplamak istiyor.
Âsım bin Sâbit (ra) başkanlığında on kişi toplanıyor.
İçlerinde O da var.
Hassan bin Sâbit (ra) şiirinde şöyle sesleniyor ona:“Ey ensarın ortasındaki şahin! Yumuşak huylulukta pırıl pırıl olan.”
Asım bin Sabit ve sekiz arkadaşı yolda yüz okçunun hedefi olup, şehit oluyorlar.Hubeyb bin Adiy ve arkadaşı Mekke de esir pazarında...
İntikam ateşleri içinde yanan el Haris oğulları bu isme hiç de yabancı değiller.
Karar: Ateşle işkence !
El Haris’in kızı telaş içinde Mekke sokaklarında bağırıyor.-VALLAHi O’nu elinde büyük bir salkımdan üzüm yerken gördüm.
Halbuki o zincirle bağlı hem Mekke’de bir üzüm tanesi bile yok.
Her şeye rağmen gözleri önünde i’dam sehpaları hazırlanıyor Hubeyb binAdiyy’in.
Mızraklar bilenmiş her şey hazır.
Dilinde bir duâ:“ALLAH’ım, biz peygamberin risaletini tebliğ ettik. Bize yapılanları O’na ulaştır.”
....Ve mızraklar Hubeyb’in vücudunda.........
Müslüman olacağını rüyasında gören bir genç...
Adı: Hâlid bin Said (ra)
Suçu: Müslüman olmak
Ay ışığının aydınlattığı karanlık bir oda...
Köşeye sinmiş, aç, susuz ve dövülerek işkence edilmiş bir beden.
İşkenceyi yapan: Bir baba
Üzerine kapatılan kapılar O’nu Rabbiyle baş başa bırakıyor.
Şimdi ne odanın karanlığı acıtıyor içini ne de yaralarından akan kanlar.
İmanın teselli etmediği yer mi var? !
Fakat bu kadar işkence kafi değil bu baba için. Mekke’nin kızgın kumlarına yatırıyor oğlunu. Yetmiyor ağır taşlar koyduruyor üzerine...
Habeşli siyahi bir köle...
Adı: Bilal-i Habeşi (ra)
Suçu: Müslüman olmak.
İşkenceyi yapan: Efendisi Umeyye bin Halef
Kölesinin Müslüman olması çileden çıkartıyor o’nu:
-Andolsun sen ölmedikçe yahut Muhammed’i ve onun dinini inkar etmedikçe bu azabı üstünden eksik etmeyeceğim.
Ücretle tutulmuş müşrik çocukları tarafından boynundaki iple aç, susuz Mekke sokaklarında gezdiriliyor. Önce kızgın kumlara yatırılmış olacak ki, izleri hala sırtında.
ALLAH ve Rasulünün aşkıyla yanan bir kalbe sahip bedeni kızgın kumlar ne kadar yakabilir ki_?!
Urganla direğe bağlanıp bayılana kadar dövülen edep ve haya timsalidir O…
Adı: Osman bin Affan (ra)
Suçu: Müslüman olmak.
İşkenceyi yapan: Amcası Hakem bin Ebu-l As
Melekler bile haya ediyor O’dan..
Yeryüzünde yürüyen bir şehit...
Adı: Talha bin Ubeydullah (ra)
Suçu: Müslüman olmak
İşkenceci: Nevfel bin Adviye
İple bağlanıp işkence edilen bir sahabi de O.
Ama ALLAH Rasul’ü O’ndan bahsederken “Yeryüzünde yürüyen bir şehide bakmak isteyen Talha’ya baksın” buyuruyor.
Ve Habbab bin Eret... (ra)
İşkencenin beklide en ağırı O’naydı.
Efendisi Ümmü Ammar O’nu ateşe yatırır, vücudu ateşi söndürmeden kaldırmazdı.
İşte...
Bir yanda cahiliye bataklığının tam ortasında bir devir ve kalplerindeki yaratanına sığınma arzusunu kendisine bile faydası olmayan taşlarda arayan zavallı bir beşeriyet...
Diğer yanda hidayet güneşinin aydınlığında asr-ı saadet denilen ve içlerinde daha dünyadayken cennetle müjdelenen nice hidayet erlerinin çıktığı bir insanlık.
Peki neydi onları karanlık kuyuların güzel Yusufları yapan_?
Yusuf’un güzelliğine bir sebep kuyunun karanlığıydı belki de...
Ya neydi onları secdelerin sultanı yapan_?
Sultanlığa sebep secdedeki zillet tacını giymekti belki de...
Atalarının dininden ayrılıp Hak’kı dolayısıyla işkenceyi zulmü kabul ve tasdik edenler.
İşte onlar...
işte biz....
Onların çektiklerini çekmeye hangimiz hazırız biz ?!
Onlar neler çekti, biz, neler gördük_?
Her birimiz cahiliye kuyularında boğulmayan Yusufların aksine ahir zaman kuyularında boğulmaya talip olmuş gibiyiz!
Düşünebildiği kadar insan olan insana Nebiy-yi Zişan’nın bu sözü kafi gelir herhalde:
“Sizden öncekiler âhiret işlerinden arta kalan vakitlerini dünyaya harcarlardı. Sizler
ise dünya işlerinden artan vakitlerinizi âhirete sarf ediyorsunuz.”
işkence edenler ve edilenler...
dünya lezzetlerini tercih edenler ve âhireti özleyenler...
büyük bir göç var, herkes gidiyor... zulmedenler de zulme uğrayanlar da zulme seyirci kalanlar da bu sevkiyata karşı koyamaz... göç muhakkak.... kaçınılmaz sonumuz...
bu göçte secdedeki zilleti tercih eden sultanların önderliğiyle ahir zaman kuyularında boğulmayan Yusuf’lar olmak duâsıyla...
alıntıdır
Allah CC razı olsun inşalalh
“Sizden öncekiler âhiret işlerinden arta kalan vakitlerini dünyaya harcarlardı. Sizlerbu göçte secdedeki zilleti tercih eden sultanların önderliğiyle ahir zaman kuyularında boğulmayan Yusuf’lar olmak duâsıyla...
ise dünya işlerinden artan vakitlerinizi âhirete sarf ediyorsunuz.”
AMİN. emeğine sağlık haceesma kardeşim...
Ey Ademoğlu yazıklar olsun sana . Arkanda bu kadar isyan ve günah, önünde de bu kadar keder ve bela varken nasıl dünya nimetlerinden lezzet alıp neşelendiğinize şaşarım."
emeğine sağlık ellerin dert görmesin BuRaK Başkan...
allah c.c şefaatlerinden mahrum eylemesin inşaALLAH.
allah c.c razı olsun SİLa ablacım. emeğine sağlık.
Asr-ı Saâdetten Sâliha Hanım Modeli
Muaz bin Cebel’in halasının kızı olan Esmâ -radıyallâhu anhâ-, Medîneli kıymetli hanım sahâbîlerdendir. Akıllı, ince düşünüşlü, yerinde ve zamanında söz söylemesini bilen, merâmını güzel ifâde eden bir hanım olduğu için kendisine “Hanımların Sözcüsü” mânâsında “Hatîbetü’n-Nisâ” adı verilmişti. Kendisinden 81 hadîs-i şerîf rivâyet edilmiştir.
Medîneli hanımlar, çok fasih ve beliğ hitâbeti olan Esmâ -radıyallâhu anhâ-’ya gelip mânevî dertlerini anlatarak, kendi durumlarını sorması için onu Peygamber Efendimiz’in huzuruna elçi olarak gönderdiler. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Esmâ -radıyallâhu anhâ-’yı görünce yanındakilere:
“–Esmâ kimsenin hatırına gelmeyen sorular sorar.”buyurdu.
Esmâ, huzûra çıkarak Efendimiz’e iyice yaklaştı ve ardından edeple:
“–Yâ Rasûlallah! Hanımların kabahati nedir?” dedi ve sözlerine şöyle devam etti:
“–Anam-babam Sana fedâ olsun, yâ Rasûlallah!.. Ben, Sana kadınların elçisi olarak geldim. Doğuda ve batıda bulunan bütün kadınlar, benim buraya çıktığımı işitsin veya işitmesin, hepsi de benimle aynı görüşü paylaşmaktadır ki, Allah Teâlâ, Sen’i bütün erkek ve kadınlara peygamber olarak göndermiştir. Biz, Sana ve Sen’in Rabbine îmân ettik. Kadın olduğumuz için, evlerimizin sınırları içinde yaşıyoruz. Beylerimize huzur ve sükûnet kaynağı oluyor, çocuklarımızı büyütüp terbiye ediyoruz. Lâkin Cenâb-ı Hakk’a yakınlaşabilmek için erkeklerden farklı olarak bizim bazı mahrûmiyetlerimiz var. Erkekler cuma namazı kılıyor, câmiye ve cemaate devam ediyor, hastaları bizden daha çok ziyâret ediyor, cenâzelerde bulunuyor, hacca da bizden fazla gidiyorlar. Bunların en mühimi de beylerimiz, düşmanla savaşmak için evlerinden çıkıyor ve Allah yolunda cihâd ediyorlar. Bizler ise, beylerimizin mallarını koruyor, iplik eğirip elbise yapıyor, çocuklarımızı besliyoruz. Buna göre bizler, beylerimizin kazandığı hayır ve sevaplarda onlara ortak olur muyuz?”
Hazret-i Esmâ’nın bu basîret ve firâset dolu sözleri, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in pek hoşuna gitti. Ashâbına dönerek:
"–Siz, hiç din husûsunda soru soran bir kadından, bundan daha güzel sözler işittiniz mi?” diye sordu. Onlar da:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Biz, bir kadının böyle güzel ifâdelere sâhip olabileceğine ihtimâl vermezdik!..” dediler.
Rasûl-i Ekrem, tekrar ona hitâb ederek:
“–Ey Esmâ! İyi anla ve seni buraya gönderen hanımlara da iyice anlat ki, bir kadının kocasıyla güzel geçinip onun memnûniyetini kazanması, sevap bakımından o saydığın üstünlüklerin hepsine müsâvîdir (denktir).”buyurdu.
Esmâ -radıyallâhu anhâ-, bu cevaptan çok memnun oldu. Dönüp giderken, sevincinden tehlîl ve tekbir getiriyordu. (İbn-i Asâkir, Târihu Dımaşk, VII, 363-364, XXIX, 65-67; Beyhakî, Şuab, VI, 421; Heysemî, IV, 305; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, VII, 19)
* * *
Buna benzer başka bir rivâyet de şöyledir:
Sahâbî hanımlardan Ümmü Ri’le -radıyallâhu anhâ-, Peygamber Efendimiz’in huzûruna gelerek, evlerini düzenli tutmak, kocalarına hizmet etmek, çocuklarını beslemek ve beşik düzeltmek gibi ev işleri ile meşgul olduklarını ifâde ettikten sonra:
“–Yâ Rasûlallah! Bizim için gazâya gidip büyük ecirlere nâil olmak mümkün olamıyor. Bize öyle bir şey öğretiniz ki, onunla Allâh’a yakınlaşabilelim!” demişti.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de ona:
“–Gece gündüz devamlı Allâh’ı zikrediniz, gözlerinizi yabancıya bakmaktan ve seslerinizi onlara işittirmekten muhâfaza ediniz!..”buyurdu. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, VIII, 204)
* * *
Bu iki rivâyetten de anlaşıldığı üzere hanım sahâbîlerin gönüllerini meşgul eden mesele, kadınların ev işleri ve çocukların bakımı sebebiyle Allah yolunda hizmet edip ecir kazanma imkânından mahrum kalma endişesiydi. Onlar, kocalarının daha fazla ibâdet, infak ve cihâd etmeleri sebebiyle kendilerini geçtiklerini, oysa kendilerinin ev işleri ve çocuk terbiyesiyle âdeta evde mahsur kaldıklarını, hiçbir sevâba nâil olamadıklarını düşünüyorlardı. Bu hayır ve hizmet heyecanı, onları Peygamber Efendimiz’e defaatle sözcüler göndermeye sevk etmişti.
Bu hâdiseler üzerinde biraz düşünecek olursak, içinde pek çok ibret ve hikmet bulunduğunu müşâhede edebiliriz. Şöyle ki:
Cenâb-ı Hak, insanları birbirine muhtaç olarak yaratmış ve her birine ayrı ayrı kâbiliyetler ihsân eylemiştir. Fakir bir kimse, dünya hayatında zengine muhtaçtır. Zengin ise, âhiret selâmeti için fakirin duâsına muhtaçtır. Hastalıktan muzdarip bir kimse, kendisine bakıp gözetecek sıhhatli bir insana muhtaçtır. Sıhhatli bir kimse de, duâsı ile Rabb’i arasında hiçbir perdenin bulunmadığı hastanın duâsına muhtaçtır. Evlât, dünyada anne-babanın vereceği terbiyeye muhtaçtır. Bu bakımdan anne-babanın evlâdını hayır-hasenat ile tezyin etmesi îcâb eder. Âhirette ise, anne-baba evlâdından gelecek her türlü sadaka-i câriyeye muhtaçtır. Dünya hayatında, zevc ile zevce birbirine muhtaçtır. İkisinin de fıtrî kâbiliyetleri farklıdır. Bu sûretle birbirlerinin tamamlayıcı unsurlarıdır. İki taraf da birbirlerini hakka ve hayra teşvik etmeli ve vazîfelerini Allah rızâsı için îfâ etmelidirler. Böyle olduğu takdirde birbirlerinin amel-i sâlihlerinden hissedâr olurlar.
Kadın, yaratılış özelliklerine uygun şartlar altında yaşadığında, toplumu cennet huzuru kaplar. Tarih sayfalarını karıştırdığımız zaman görürüz ki, toplumlar sâliha hanımlarla âbâd olmuş ve yine fâcire kadınlarla da berbâd olmuştur. Zîrâ toplumun çekirdeğini oluşturan âile müessesesindeki müstesnâ rolüyle kadın, toplumun billur bir âvizesi gibidir. Eğer kadınlara mutluluk için sokaklar gösterilirse, o billur âvize lâyık olduğu yüksek mevkiinden düşer ve hayat yolları cam kırıkları ile dolar.
Bir milleti, nasıl bir geleceğin beklediğini görmek kerâmet değildir. Gençliğin temayülleri bunun en bâriz alâmetidir. Bu itibarla bilhassa genç kızlarımız, toplumumuzda bir İslâm hanımının şahsiyet, karakter ve fazîletini sergileyerek etraflarına da güzel bir misâl olmalıdırlar. Hiç unutulmamalıdır ki, bütün evliyâullah ve fâtihler, ilk feyizlerini fazîletli bir anneden almışlardır.
Âile içinde erkek merhametli, hakşinas; kadın ise itaatkâr ve saygılı olmalıdır. Hanımın takvâ ve istikâmeti; kocasını, çocuklarını, akrabalarını ve hattâ komşularını hayır ve hasenâta teşvik edecek mâhiyette olmalıdır. Sâliha bir hanım, etrafına saâdet saçan, cennet kokulu bir çiçektir.
Sâliha anne ise, ilâhî kudretin insanoğluna lutfettiği bir rahmet kucağıdır. Âile ocağındaki fertlerin taşkınlıklarını, bilhassa çocukların usandırıcı hırçınlıklarını eritecek fazîlet cevheri, anne kalbidir. Saâdet çiçeklerinin tohumları, annelerin gönüllerine bırakılmıştır. Bu sebeple Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; “Cennet annelerin ayakları altındadır…” buyurmuş ve anne muhabbetini ısrarla telkin etmişlerdir. Nitekim kendisine, daha ziyâde kime hürmet ve hizmet edilmesi gerektiği sorulduğunda, üç kere “Annen!..”, sonra da “Baban!” buyurmuşlardır. (Buhârî, Edeb 2; Müslim, Birr 1, 2)
Fedâkâr ve sâliha bir anne, cidden engin bir sevgiye, derin bir saygıya ve ömürlük bir teşekküre lâyıktır.
Sevgi ve saygı, bir yuvayı huzur ve saâdet içinde devam ettiren yegâne kâidedir. Ecdâdımız; “Yuvayı dişi kuş yapar.” demişlerdir. Bu bakımdan yuvaya sahip çıkmak husûsunda kadın, daha tesirli bir rol üstlenmiştir. Dolayısıyla kadının bu noktada göstereceği firâset (seziş ve kavrayış), gayret ve fedâkârlık, erkeğinkinden daha fazla bir ehemmiyet arz eder.
Peygamber Efendimiz’in rûhâniyetinden feyz almış sâliha bir hanım modelini, Abdullah ibn-i Mesûd -radıyallâhu anh-’ın şu rivâyeti ne güzel ifâde eder:
“Ashâb-ı kirâmdan biri evine girdiğinde hanımı ona derhal şu iki suâli tevcih ederdi:
1- Bugün Kur’ân’dan kaç âyet nâzil oldu?
2- Allah Rasûlü’nün hadislerinden ne kadar ezberledin? Ezberlemiş olduğun kadarını hemen bana da aktarmanı istiyorum!
Sahâbî, evinden çıkacağı zaman da hanımı ona:
«–Allah’tan kork; haram kazanma! Zîrâ biz dünyada açlığa sabrederiz, fakat kıyâmet gününde cehennem azâbına sabredemeyiz!..» diye nasihatte bulunurdu.” (Abdülhamîd Keşk, Fî Rihâbi’t-Tefsîr, I, 26)
Bu vasıflarla müzeyyen sâliha bir hanımı, Peygamber Efendimiz şöyle tavsîf etmişlerdir:
“Sâliha kadın, kocası yüzüne baktığı zaman onu sevindirir, kocasının meşrû isteklerini yerine getirir ve onun olmadığı yerde hem malını, hem de nâmusunu muhafaza eder.” (İbn-i Mâce, Nikâh, 5/1857)
* * *
İlâhî kader programı çerçevesinde, imtihan edilmek üzere geldiğimiz dünya şartlarında, nasipler muhtelif olarak taksim edilmiştir. Bu sebepten birtakım yuvalar saâdet ve huzur içindedir. Onların ağır bir şükür imtihanı vardır.
Birtakım yuvalarda ise, hüzün ve bedbahtlıklar hüküm sürmektedir. Onlar da çok mücbir bir sebep olmadan boşanmaya tevessül etmeyerek Cenâb-ı Hakk’a sığınıp evliliklerini devam ettirme gayreti içinde olmalıdırlar. Çünkü onların da ağır bir sabır imtihanı vardır. Lâkin zamanımızda boşanmalar had safhaya ulaşmış ve ayrılan gönüllerin ardında da birçok yavru, mahzun kalmıştır. Yani bu boşanmalar, arkalarında ancak elem, ıztırap ve gözyaşı bırakmaktadır.
Bazı yuvalarda ise, ilâhî takdir îcabı eşlerin çocukları olmamaktadır. Onlar da Âişe vâlidemizin hâlini kendilerine örnek almalıdırlar. Zîrâ Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- vâlidemiz, kardeşinin yetim kızlarını terbiyesine almış ve onları güzelce himâye etmiştir. (Muvatta’, Zekât 10)
Ayrıca Peygamber Efendimiz, yetimi muhafaza edip hak yolda yetiştirenler için işaret ve orta parmağını yan yana getirmiş ve:
“Cennette böyle beraber bulunacağız.” (Buhârî, Edeb, 24)buyurmuşlardır.
Bazı mü’mine hanımlar da uygun bir kısmet çıkmadığı için evlenememektedir. Böyle hanımlar da bu hâlin kendileri için hayır olduğu inancına sahip olmalıdırlar. Zîrâ âyet-i kerîmede buyrulur:
“Evlenme imkânını bulamayanlar ise, Allah, lutfu ile kendilerini varlıklı kılıncaya kadar iffetlerini korusunlar.” (en-Nûr, 33)
Nitekim bir başka âyet-i kerîmede de:
“…Sizin için daha hayırlı olduğu hâlde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu hâlde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (el-Bakara, 216) buyrulmaktadır.
Kimileri için de evliliğe mâni bazı hâller ve imkânsızlıklar takdir edilmiştir.
Velhâsıl, hangi hâl ve şartlarda olursa olsun, bir insan, Cenâb-ı Hak’tan dâimâ râzı olup, İslâmî fazîletlerini zirveleştirmeye gayret etmeli, karşılaştığı her hadisede Allah rızâsını aramalıdır. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulmuştur:
“…Kim Allâh’a tevekkül ederse, O, ona yeter…” (et-Talâk, 3)
* * *
Yâ Rabbi!.. Asr-ı Saâdetin, gönülleri İslâm nûruyla tezyîn eden güzelliklerinden lâyıkıyla istifâde ederek bu güzelliklerle Sana kavuşabilmeyi cümlemize ihsan buyur…
Âmîn…
Îman, İspat İster
Rivâyete göre Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- ashâbından Hârise’ye:
“–Ey Hârise, nasıl sabahladın?” diye sordu.
Hârise -radıyallâhu anh-:
“–Hakîkî bir mü’min olarak!” cevâbını verdi.
Bu defâ Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“–Ey Hârise! Her hâl ve hakîkatin bir ispatı vardır. Senin îmânının hakîkatinin ispatı nedir?” buyurdu.
Hârise -radıyallâhu anh-:
“–Yâ Rasûlallâh! Dünyadan el-etek çekince, gündüzlerim susuz, gecelerim uykusuz hâle geldi. Rabbimin Arş’ını açıkça görür gibi oldum. Birbirlerini ziyâret eden cennet ehli ile, yekdiğerine düşman kesilen cehennem ehlini görür gibiyim.” dedi.
Bunun üzerine Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“–Tamam yâ Hârise! Bu hâlini muhâfaza et! Sen Allâh’ın, kalbini nurlandırdığı bir kimsesin.”buyurdu. (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, 57)
Başka bir rivâyette de Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- Hazret-i Hârise’nin bu hâlini ve kulluktaki samimiyetini şöyle tasdik etmiştir:
“Bir kimse, Allâh’ın kalbini nurlandırdığı bir şahsı görmek isterse Hârise’ye baksın.” (İbn-i Hacer, el-İsâbe, I, 289)
Bu rivâyetler gösteriyor ki, her iddiâ, ispata muhtaçtır; ispat ise delil ve şâhitlere... İnsanın Allâh’ın huzurundaki en büyük iddiâsı, O’na îman ettiğini söylemesidir. Bu iddiânın ispatı, hayat boyunca sergilenecek olan sâlih ameller ve istikâmet üzere bir yaşayıştır.
Îman; dil ile ikrarla birlikte zihinle değil, kalp ile tasdik olarak beyan edilmiştir. Kalp ile tasdik, kendini davranışlarda, yani amel-i sâlihlerde gösterir. Îman bir muhabbettir. Muhabbetin ölçüsü, fedâkârlıktır. Îmandaki samimiyet, Allah yolundaki fedâkârlık nisbetindedir.
Yani herkesin âyinesi, yapmış olduğu işlerdir, sadece sözde kalan laf kalabalığı değil... Bu sebeple şâir:
“Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz.” demiştir.
Yine îmânın kemâli, “takvâ” ile yaşanan bir kalbî hayata bağlıdır. Takvâ ise; Allah’tan uzaklaştırıcı her şeyden kalbi koruma, nefsânî arzuları dizginleyip rûhânî istîdatları yükselterek Hakk’a güzel bir kul ve dost olabilme sanatıdır. Yine takvâ, Allah’ın gazabından ve azâbından, rahmetinin gölgesine girmeye gayret etmektir. Dînin hükümlerini, heyecan, vecd ve istiğrak içinde îfâ etmektir.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“…Siz takvâ sahibi olun, Allah size (bilmediğinizi) öğretir.” (el-Bakara, 282)Yani Cenâb-ı Hak, kulunun takvâsı ölçüsünde ona ilim ve irfan bahşeder, kulunun gönül âleminden mârifetullah iklîmine ve ötelere pencereler açar.
Kulun îmandaki sadâkati, hayatı boyunca yaşadığı pek çok imtihan ile ortaya çıkar. Bu husûsu Cenâb-ı Hak, şöyle haber vermiştir:
“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece «Îmân ettik» demeleriyle bırakılacaklarını mı sandılar?”
“Andolsun ki, Biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.” (el-Ankebût, 2-3)
Nasıl ki, altının saflığı, çeşitli derecelerde harârete tâbî tutulmasıyla ortaya çıkarsa, îman da çeşitli musîbet ve felâketler karşısında sabır, tevekkül, rızâ ve teslîmiyet gösterip kalbî muvâzeneyi/dengeyi bozmamakla anlaşılır.
Bu yönüyle mü’min, mâdenler içinde altın gibidir. Çamura da düşse, kıymet ve sâfiyetinden bir şey kaybolmaz. Tıpkı Âsiye vâlidemiz gibi. O sâliha hanım, zâlim Firavun’nun zevcesi olduğu hâlde, kalbindeki ihlâs, sadâkat ve takvâsı, îmanını korudu. Canını fedâ etti, îmânından tâviz vermedi.
Gerçek mü’minler de, lutuf veya kahır sûretindeki her türlü ilâhî imtihan karşısında kulluk şuurunu ve mânevî istikrârını muhâfaza ederler. Kalplerindeki îman cevherinin temizliği nisbetinde, dâimâ sâlih ve sâdıklarla hemhâl olurlar.
Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- bu hakîkate şu teşbihlerle işâret buyurmuşlardır:
“Mü’min, bal arısına benzer. Temiz olanı yer (helâl yer), temiz olan şeyler ortaya koyar (Hakk’ın rızâsına uygun işler yapar), temiz yerlere konar (sâlih ve sâdık kişilerle görüşür) ve konduğu yeri ne kırar ne de bozar.” (Ahmed, II, 199; Hâkim, I, 147)
Yine îman, kimi zaman lutuf, kimi zamansa kahır tecellîleri ile imtihana tâbî tutulur. Kahır tecellîleri karşısında sabredip esbâba tevessül şartıyla tevekkül, teslimiyet ve rızâ göstermek, Allâh’ın rızâsına vesîle olur. Bunun zıddına, isyan etmek ise kulu mânen helâke götürür.
Lutuf tecellîleri ile imtihan da böyledir. Nâil olunan lutufları da Allah’tan bilip şükretmek, tevâzu ve mahfiyet göstermek îcâb ederken, bunun zıddına, Kârun gibi nîmetleri kendine izâfe ederek kibir ve gurura kapılmak, mânen helâk sebebidir. Bütün bunlar, kulun îmandaki sadâkatini yoklayan birer imtihandan ibârettir.
Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ilâhî imtihan tecellîleri karşısındaki hâli, bizler için en güzel örnektir.
İslâm’ın küfre karşı ilk büyük darbesi olan Bedir zaferinden sonra, mü’minlerin kalbine bir enâniyet duygusu gelmemesi için Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu:
“(Ey Rasûlüm! O gün) onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü. Attığın zaman da Sen atmadın, fakat Allah attı. Ve bunu, mü’minleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı). Şüphesiz Allah, işitendir, bilendir.” (el-Enfâl, 17)
Yine Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- fethettiği Mekke şehrine girerken, muzaffer bir kumandan olduğu hâlde, devesinin üzerinde secde vaziyetinde, tevâzu ve mahviyet içerisinde idi. O büyük zafer ânında mübârek dilinden; “Esas hayat, âhiret hayatıdır.” cümlesi işitiliyordu. Bu muvaffakıyetin Allâh’ın bir lutfu olduğunu telkîn ederek nefsânî bir iftihar meyline set çekiyordu.
İşte îman gibi, her türlü fazîlet ve meziyet de kendi cinsinden ispata muhtaçtır. Nitekim bir gün Nebiyy-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem- abdest almıştı. Ashâb-ı kirâm, O’nun abdest suyunu alıp yüzlerine gözlerine sürmeye başladılar. Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- onlara:
“–Niçin böyle yapıyorsunuz?”diye sordu. Onlar da:
“–Allah ve Rasûlü’nün muhabbeti sebebiyle!..” dediler.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- âdeta bu muhabbetin ispatını isteyerek şöyle buyurdu:
“–Allah ve Rasûlü’nü sevmeyi arzu eden veya Allah ve Rasûlü’nün kendisini sevmesini isteyen kişi, konuştuğunda doğru söylesin, kendisine bir emânet verildiğinde onu en güzel şekilde edâ etsin, yani kendisine güvenen insanların bu emniyetini boşa çıkarmasın ve civarındaki insanlara en güzel şekilde komşuluk yapsın!” (Beyhakî, Şuab, II, 201; Tebrîzî, Mişkât, III, 81)
Bu hadîs-i şerîfin temas ettiği husus, “Allah ve Rasûlü’nü sevmek iddiası”nın kuru bir sözden ibâret kalmaması lâzım geldiğidir. Bu muhabbet, ancak sevdiğine itaatle ortaya çıkar. Birisini sevdiğini ve ona hayran olduğunu iddia edip de ardından onun istediklerinin tersini yapmak, büyük bir tezattır. Böyle bir durumda insan ya sevdiğinde samimî değildir ya da yaptığında...
Aynı şekilde îmânın şâhitlerinden birisi de merhamet ve affetmeyi sevme husûsiyetidir. Buradaki merhamet, hemen hemen her insanda az-çok bulunan merhamet değildir. Bu husustaki nebevî ölçü, şu hadîs-i şerîfte ortaya konulmuştur:
Bir gün Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“–Nefsim kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz müddetçe cennete giremezsiniz!..” buyurmuşlardı.
Ashâb-ı kirâm:
“–Yâ Rasûlâllah! Hepimiz merhametliyiz.” dediler.
Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- şu îzâhatı yaptı:
“–Benim kastettiğim merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnızca birbirinize olan merhamet değildir. Bilakis bütün mahlûkâta şâmil olan merhamettir, evet, bütün mahlûkâta şâmil merhamet!..”(Hâkim, IV, 185/7310)
Yani kulun, gönlünün genişleyerek, bütün mahlûkâtın içinde huzur bulacağı bir şefkat ve merhamet sarayı hâline gelmesidir. Cenâb-ı Hakk’ın Rahmân ve Rahîm esmâsından bir nasîb almasıdır. Yaratılana, Yaratan’dan ötürü muhabbet, merhamet ve şefkat göstermesidir. Kulun kalbi, bu şekilde hassas ve rakik hâle gelince, Cenâb-ı Hakk’ın da o kuluna karşı merhamet ve lutufları ziyâdeleşir. Zira yeryüzündekilere merhamet edenlere, gökyüzündekiler de merhamet etmeye başlar.
İşte bu kalbî kıvâma ulaşınca, insan, kendisine yapılan haksızlık veya hatalardan da incinmemeye başlar. Allâh’ın rızâsına kavuşabilmek ümidiyle bu hataları affeder, onları gönül âleminde kin ve nefrete döndürmez.
Bunun yaşanmış en müstesnâ misallerinden biri, Hazret-i Ebû Bekir’in hâlidir. O, en sevdiği kızı, Peygamber Efendimiz’in mübârek zevcesi Hazret-i Âişe Annemizin iffetine iftirâ atanlardan birisi olan Mıstah’a, daha önceleri fakirliği sebebiyle yardımlarda bulunuyordu. Ancak onun da bu dedikodu ve iftira furyası içinde yer aldığını fark edince, ona yaptığı infak ve yardımlarını kesti. Üstelik bir daha yardımda bulunmayacağına dair de yemin etti. Nasıl olurdu da, ikram ve ihsanlara gark ettiği birisi, kendi âilesinden birine, öz kızına, Peygamber Efendimiz’in pâk zevcesine, böylesine ağır bir iftirâ ile ihânet edebilirdi?!
Fakat Cenâb-ı Hak, Hazret-i Ebû Bekir’in îman ve teslîmiyetini çok ciddî bir imtihandan geçirdi. Ona, kızına iftira atan bu şahsa olan ikram ve ihsânını kesmemesini emretti ve buyurdu ki:
“İçinizden fazîletli ve servet sahibi kimseler, akrabaya, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere(mallarından) vermeyeceklerine dair yemin etmesinler; affetsinler, bağışlasın geçsinler. Allâh’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” (en-Nûr, 22)
Âyet-i kerîmenin nüzûlünden sonra Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:
“–Ben elbette Allâh’ın beni bağışlamasını arzu ederim!” dedi. Ardından yemin keffâreti vererek, yapmış olduğu hayra devam etti. (Buhârî, Meğâzî, 34; Müslim, Tevbe, 56; Taberî, Tefsîr, II, 546)
Bu nasıl bir îman, nasıl bir muhabbet ve nasıl bir teslîmiyettir ki, âilesine, öz kızına karşı bu kadar ağır bir iftira atanı bile affetmeyi mümkün kılmaktadır. Öyle ki;
İftirâ atılan, ümmetin annesiydi.
İftirâ atılan, Âlemlere Rahmet Peygamber Efendimiz’in pâk zevcesiydi.
İftirâ atılan, üçüncüleri Allah olan ikinin ikincisi buyrulan Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk’ın kızı idi.
İftirâ atılan, ümmetin en iffetli âilesiydi.
Yani işlenen cürmün ağırlığını artıran böylesine muazzam gerekçeler vardı...
İşte o mübârek sahâbînin îmandaki sadâkat ve teslîmiyeti, böylesine ağır bir imtihan ile test edilmişti. O sadâkat âbidesi sahâbî de îmânını yüz akıyla ispatlamış, “Sıddîk” ünvânına liyâkatini tekrar taçlandırmıştı.
O hâlde her birimiz “Âmentü billâh” dediğimizde, onun îcaplarını da hayatımıza geçirmeliyiz. İlâhî imtihan tecellîlerine îman muktezâsı karşılıklar verebilmenin gayreti içinde olmalıyız. Fakat neticede gayretimizin de kâfî gelmeyeceğini bilerek, dâimâ Cenâb-ı Hakk’ın af, merhamet, lutuf ve yardımına sığınmalıyız.
Yâ Rabbi!.. Göğsünde îman taşımanın, elinde bir avuç kor taşımak kadar çetin bir hâle geldiği günümüzde, bizi, gücümüzü aşacak şeylerle imtihan eyleme!.. Bizi affet, bize merhamet ve lutfunla muâmele et! Sen bizim Mevlâmızsın. Sen ne güzel dost ve ne güzel yardımcısın!..
Âmîn!
Her Şey O'na Âşık
“−Bu, muhakkak Muhammed hakkındaki (edepsiz) konuşman sebebiyle oldu.” dedi. O ise:
“−Hayır, bilakis bu köpek izzet-i nefis sahibi bir hayvandır. Benim elimle işaret ettiğimi görünce kendisine zarar vereceğimi zannetti (ve o sebepten bana saldırdı.)” dedi.
Sonra tekrar Efendimiz hakkındaki yakışıksız sözlerine devam etti ve konuşmasını uzattı. Bunun üzerine bağını tekrar koparan köpek, çok kızgın ve hızlı bir şekilde adamın üzerine atladı ve adamın gırtlağını tuttuğu gibi koparıp attı. Adam da, hemen oracıkta ölüp gitti. (İbn-i Hacer, ed-Dürerü’l-kâmine, III, 202-203 [Ali bin Merzûk kısmı])
Yaklaşık kırk bin Moğol’un müslüman olmasına vesîle olan bu hâdise, en ufak bir emrine bile; “Anam-babam, malım ve canım Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” diyen mü’minlerin yanısıra, hayvanâtın dahî Âlemler Sultânı’na göstermiş olduğu engin muhabbetin bâriz bir misâlidir.
Aynen bu hâdise gibi sahih kaynaklarda zikredilen ve günümüze ulaşan pek çok hâdise vardır. Nitekim Ebû Ümâme şöyle anlatmaktadır:
“Uhud savaşında bedbaht müşrik İbn-i Kamie’nin attığı taş, Rasûlullah 'in gül yüzünü yaralamış ve mübârek dişini kırmıştı. İbn-i Kamie, elindeki taşı fırlatırken öfkeyle haykırarak; «−Al sana! Ben İbn-i Kamie’yim!» demişti. Rasûlullah mübârek yüzündeki kanı silerken o müşriğe:
«−Allah seni alçaltsın, parça parça etsin!» buyurdu.
Allah Teâlâ o mel’una bir dağ keçisini musallat etti. Keçi de onu boynuzlaya boynuzlaya paramparça etti. (Taberânî, Kebîr, VIII, 154; Heysemî, VI, 117)
Yine Abdullah bin Kurt hayvanâtın Rasûlullah Efendimiz’e gösterdiği muhabbet ve tâzîmi şöyle anlatır:
Rasûlullah Efendimiz’e beş veya altı tane kurbanlık deve getiril mişti. Develer, (Âlemler Sultânı ) acaba hangimizden başlayacak diye (kendi aralarında âdeta hâl lisânı ile konuşup, O mübârek elin keseceği ilk kurban olabilmek arzusuyla birbirlerini geçmeye çalışarak) Efendimiz’e yaklaşmaya başladılar. Develer kesilip yanları ve başları yere düşünce Rasûlullah hafif sesle bir şey söyledi, ancak anlayamadım. (Önümdeki şahsa):
“−Ne buyurdu?” diye sordum:
“−«İsteyen bu kurbandan kesip alabilir» buyuruyor.” dedi. (Ebû Dâvûd, Menâsık, 19/1765; Hâkim, IV, 246/7522)
Düşünmek îcâb eder ki, develerin, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in mübârek elleriyle kurban edilmek için yarış etmeleri, karşılığında dünyevî veya uhrevî bir mükâfata erişmeyecekleri hâlde Rasûl-i Ekrem’e itaat ve teslîmiyette birbirlerini geçmeye çalışmaları karşısında, iki cihan saâdetine O’nun gösterdiği yolda yürümekle kavuşacak olan insanların, Allah Rasûlü’ne karşı nasıl bir muhabbet ve teslîmiyet yarışında olmaları gerekir?
Nitekim O Gönüller Sultânı Efendimiz bir beyanlarında şöyle buyurmuşlardır:
“Cinlerin ve insanların âsîleri hâriç, yer ile gök arasında var olan her şey benim Allâh’ın Rasûlü olduğumu bilir.” (Ahmed bin Hanbel, III, 310)
Meselâ cansız zannedilen cemâdât içerisinde, Hazret-i Peygamber’e olan coşkun muhabbetiyle Uhud, ne harika bir misaldir:
Nitekim birgün Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, Hazret-i Ebû Bekir, Ömer ve Osman ile birlikte Uhud Dağı’na çıkmıştı. O sırada dağ sarsılmaya başladı. Âlemlerin Efendisi ayağıyla yere vurup şöyle buyurdu:
“–Sâkin ol ey Uhud! Senin üzerinde bir peygamber, bir sıddîk ve iki şehîd vardır.” (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 6; Tirmizî, Menâkıb, 18/3703; Nesâî, Ahbâs, 4)
Bu coşkun muhabbet sebebiyle, Efendimiz 'in Uhud hakkındaki şu iltifâtı, âşık gönüller için ne kadar değerlidir:
“–Uhud öyle bir dağdır ki, o bizi çok sever, biz de onu severiz.” (Buhârî, Cihâd, 71; Müslim, Hacc, 504)
Uhud’un Peygamber Efendimiz’i tanıması ve çok sevmesi, esâsen bütün mahlûkâtın Varlık Nûru’nu bilip tasdîk ettiğinin bir başka şâhididir. Nitekim cemâdât gibi nebâtât, yani bitkiler de O’nu tanırdı:
Hazret-i Ali ’ın:
“Biz Mekke’de Allah Rasûlü ile dolaşırken yanından geçtiğimiz dağların ve ağaçların dile gelerek; «–es-Selâmu aleyke yâ Rasûlâllah!» dediğini işitirdik.” ifâdeleri de, bu hâlin sayısız misallerinden biridir.(Bkz. Tirmizî, Menâkıb, 6)
Yine Allah Rasûlü rbir müşriği İslâm’a dâvet etmişti. Müşrik ise bir mûcize istedi. Peygamber Efendimiz biraz ilerideki bir ağaca işâret ettiğinde o, hemen köklerini sürüyerek önlerine kadar geldi ve; “es-Selâmu aleyke yâ Rasûlâllah!” deyip şehâdet getirdi. Daha sonra da Efendimiz’in işâretiyle tekrar yerine döndü. (Bkz. Heysemî, VIII, 292)
Bilhassa Hazret-i Peygamber’i tanıyan, duyan, hisseden ve O’na olan hasret ve muhabbetinden dolayı, ayrılığına dayanamayarak içli içli ağlayıp inleyen hurma kütüğü, bu hâlin müstesnâ tezâhürlerinden bir diğeridir. (Buhârî, Cuma, 26; Menâkıb, 25; Tirmizî, Menâkıb, 6/3627; Ahmed, III, 300)
Bu sayılanlar çerçevesinde şu da bir hakîkattir ki, bütün mahlûkâta göstermiş olduğumuz şefkat ve merhamet, bizlerin Efendimiz’e olan muhabbetimizin bir ölçüsü durumundadır.
Zira Cenâb-ı Hak’tan kendisine akan engin muhabbet, Rasûlullah Efendimiz’den bütün mü’minlere ve bütün mahlûkâta, aynen güneşin ışıklarını her zerreye yayması gibi aksetmiştir. Muhabbet semâsının güneşi olan Efendimiz r, kendisine yönelen her dertli varlığa çâre olmuş, karanlık gönüllerin hidâyet nûruyla aydınlanması için bütün gayretini sarf etmiştir.
Hattâ bu hususta öyle canhıraş bir gayret göstermiştir ki:
“(Rasûlüm!) Onlar îmân etmiyorlar diye neredeyse kendine kıyacaksın!” (eş- Şuarâ, 3)şeklinde bir îkâz-ı ilâhîye dahî muhâtap olmuştur.
Cenâb-ı Hak, İslâm ile murâd ettiği “kâmil insan” modelini, Hazret-i Peygamber r’in şahsında sergilemiş, O’nu bütün insanlık âlemi için emsalsiz bir örnek şahsiyet kılmıştır. Bundan dolayı bir gönül, hangi fazîlette zirve olmak istiyorsa, gönlünü Allah Rasûlü’nün gönül dünyasında ifnâ etmeli ve O’na olan muhabbetini ziyâdeleştirmeye gayret göstermelidir. Zira muhabbet, şiddeti nisbetinde, sevilenin husûsiyetlerini şaysiyete kazandırır.
Çünkü bütün mahlûkât, varlığını, Allah Teâlâ’nın O’na olan muhabbetine borçludur. Nitekim muhabbetin yegâne kaynağı olan Cenâb-ı Hak; O’nu sevmiş, «Habîbim» buyurmuş, varlığı Nûr-i Muhammedî ile başlatmış, nübüvvet takvimine O’nu hâtem kılmış, O’nu Fahr-i Âlem, Seyyidü’l-Beşer, Rasûl-i Ekrem ve Rahmeten li’l-âlemin eylemiş, hâsılı bambaşka bir mâhiyette sevmiş ve sevdirmiştir. Bu muhabbetten dolayı felekler ve melekler O’na âşık, dünyâ ve ukbâ O’na âşık, ilk insan ve bütün peygamberler O’na âşık, O’nu gönül gözüyle görebilen O’na âşık, Ashâb-ı kirâm O’na âşık, hâsılı Ümmet-i Muhammed O’na âşık olmuştur.
Bu sebeple, söz vâdisinde sultan, gönül dünyasında Lokman ve her derde derman olmak isteyen bir mü’min, gönlünü Hazret-i Peygamber’in engin muhabbetiyle doldurmaya gayret etmelidir.
Yâ Rabbi! O Emsâlsiz Örnek Şahsiyet’in gönül dokusundan bizlere de hisseler nasip ve ihsan buyurarak, Muhabbet-i Rasûlullâh’ı, gönüllerimizin bitmez-tükenmez hazînesi eyle!
Âmîn…
Hazret-i Peygamber’in engin muhabbetiyle dolmak ümidi ile
paylaşım için Allah CC razı olsun
Allâh’ın, kalbini nurlandırdığı kimselerden olmak ümidi ile
Allah CC razı olsun inş.
Yâ Rabbi!.. Asr-ı Saâdetin, gönülleri İslâm nûruyla tezyîn eden güzelliklerinden lâyıkıyla istifâde ederek bu güzelliklerle Sana kavuşabilmeyi cümlemize ihsan buyur…
Âmîn…
Allah razı olsun Abi.
O Gönüller Sultânı Efendimiz bir beyanlarında şöyle buyurmuşlardır:
“Cinlerin ve insanların âsîleri hâriç, yer ile gök arasında var olan her şey benim Allâh’ın Rasûlü olduğumu bilir.” (Ahmed bin Hanbel, III, 310)
Allah razı olsun Abi.
bİzİm İspatimiz amelİmİz olmasi olmasi sebebİyle İnŞallahÜr-rahİm....yÜreĞİne saĞlik paylaŞimin İÇİn...
bunun tersini söylemek mümkün mü elhamdülillah ki hayır ne güzel, hoş bir paylasım olmuş emeğine sağlık...
Kısacası Onlar herşeyin üstünde olan kimselerdir. Cenab-ı Hak Onlardan razı olsun....
amin cümlemizden inşallah nazgülüm, abdurrahman kardeşim okuyan gözlerinize sağlık...
amin cümlemizden inşallah mihrab, abdurrahman kardeşim okuyan gözlerinize sağlık...
Câbir radıyallahü anh anlatıyor: Arkadaşlarımla beraber sefere çıkmıştık. İçimizden birinin başına taş isabet etti ve başını yaralayıp kemiğini kırdı. Sonra aynı adam uykuda ihtilâm olduğu için, arkadaşlarına:
- Teyemmüm edebilir miyim, bu hususta benim için ruhsat buluyor musunuz? diye sordu.
...
Arkadaşları da:
- Hayır, su mevcut oldukça teyemmüme ruhsat yoktur, diye cevap verdiler. Bunun üzerine o şahıs gusül abdesti aldı ve açık vaziyetteki yaradan içeriye giren suyun tesiri ile vefat etti. Peygamber aleyhisselâmın huzuruna geldiğimiz zaman, kendisine hadiseyi naklettiler.
Bunun üzerine Resûlüllah aleyhisselâm:
- Adamı öldürmüşler, Allah onları öldürsün, buyurdu.
Ve «Bilmiyorlarsa sorsaydılar ya; cehaletin ilâcı sormaktır, o adama teyemmüm etmek kâfi gelirdi. Yarasına da bir bez parçası koyar, üzerine mesheder ve vücudunun diğer yerlerini de yıkardı» diye ilâve etti (Ebû Davud)
allah c.c razı olsun
Allah razı olsun reyhani abi emeğine sağlık
Allah c.c razı olsun DJ-Reyhani kardeşim emeğine sağlık...
Hazreti Esma radıyallahu anha
Hz. Muaz bin Cebel’in (ra) halasının kızı olan Esma radıyallahu anha, Medineli kıymetli hanım sahabelerdendir. Akıllı, ince düşünüşlü, yerinde ve zamanında söz söylemesini bilen, meramını güzel ifade eden bir hanım olduğu için kendisine “Hanımların Sözcüsü” manasında “Hatibetü’n-Nisa” adı verilmişti. Kendisinden 81 hadisi şerif rivayet edilmiştir.
Medineli hanımlar, çok fasih ve beliğ hitabeti olan Esma radıyallahu anhaya gelip manevi dertlerini anlatarak, kendi durumlarını sorması için onu Peygamber Efendimizin huzuruna elçi olarak gönderdiler.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, Esma radıyallahu anhayı görünce, yanındakilere:
– Esma kimsenin hatırına gelmeyen sorular sorar, buyurdu. Esma, huzura çıkarak, Efendimize iyice yaklaştı ve ardından edeple:
– Ya Rasulallah! Hanımların kabahati nedir? Dedi ve sözlerine şöyle devam etti:
– Anam-babam Sana feda olsun, ya Rasulallah! Ben, Sana kadınların elçisi olarak geldim. Doğuda ve batıda bulunan bütün kadınlar, benim buraya çıktığımı işitsin veya işitmesin, hepsi de benimle aynı görüşü paylaşmaktadır ki, Allah Teâlâ, Seni bütün erkek ve kadınlara peygamber olarak göndermiştir.
Biz, Sana ve Senin Rabbine iman ettik. Kadın olduğumuz için evlerimizin sınırları içinde yaşıyoruz. Beylerimize huzur ve sükûnet kaynağı oluyor, çocuklarımızı büyütüp terbiye ediyoruz. Lakin, Cenabı Hakk’a yakınlaşabilmek için erkeklerden farklı olarak, bizim bazı mahrumiyetlerimiz var. Erkekler cuma namazı kılıyor, camiye ve cemaate devam ediyor, hastaları bizden daha çok ziyaret ediyor, cenazelerde bulunuyor, hacca da bizden fazla gidiyorlar. Bunların en mühimi de beylerimiz, düşmanla savaşmak için evlerinden çıkıyor ve Allah yolunda cihad ediyorlar.
Bizler ise beylerimizin mallarını koruyor, iplik eğirip elbise yapıyor, çocuklarımızı besliyoruz. Buna göre bizler, beylerimizin kazandığı hayır ve sevaplarda onlara ortak olur muyuz?
Hazreti Esma’nın bu basiret ve firaset dolu sözleri, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin pek hoşuna gitti. Ashabına dönerek:
– Siz, hiç din hususunda soru soran bir kadından, bundan daha güzel sözler işittiniz mi? Diye sordu. Onlar da:
– Ey Allah’ın Rasulü! Biz, bir kadının böyle güzel ifadelere sahip olabileceğine ihtimal vermezdik! Dediler. Rasuli Ekrem, tekrar ona hitap ederek:
– Ey Esma! İyi anla ve seni buraya gönderen hanımlara da iyice anlat ki, bir kadının kocasıyla güzel geçinip onun memnuniyetini kazanması, sevap bakımından o saydığın üstünlüklerin hepsine müsavidir (denktir) buyurdu.
Esma radıyallahu anha, bu cevaptan çok memnun oldu. Dönüp giderken, sevincinden tehlil ve tekbir getiriyordu. (1)
Kadın için cihada denk ameller
Buna benzer başka bir rivayet de şöyledir: Sahabi hanımlardan Ümmü Ri’le radıyallahu anha, Peygamber Efendimizin huzuruna gelerek, evlerini düzenli tutmak, kocalarına hizmet etmek, çocuklarını beslemek ve beşik düzeltmek gibi ev işleri ile meşgul olduklarını ifade ettikten sonra:
– Ya Rasulallah! Bizim için gazaya gidip büyük ecirlere nail olmak mümkün olamıyor. Bize öyle bir şey öğretiniz ki, onunla Allah’a yakınlaşabilelim! Demişti. Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellem de ona:
– Gece gündüz, devamlı Allah’ı zikrediniz, gözlerinizi yabancıya bakmaktan ve seslerinizi onlara işittirmekten muhafaza ediniz! Buyurdu. (2)
Bu iki rivayetten de anlaşıldığı üzere, hanım sahabelerin gönüllerini meşgul eden mesele, kadınların ev işleri ve çocukların bakımı sebebiyle, Allah yolunda hizmet edip ecir kazanma imkânından mahrum kalma endişesiydi.
Onlar, kocalarının daha fazla ibadet, infak ve cihad etmeleri sebebiyle kendilerini geçtiklerini, oysa kendilerinin ev işleri ve çocuk terbiyesiyle adeta evde mahsur kaldıklarını, hiçbir sevaba nail olamadıklarını düşünüyorlardı. Bu hayır ve hizmet heyecanı, onları Peygamber Efendimize defaatle sözcüler göndermeye sevk etmişti.
Bu hadiseler üzerinde biraz düşünecek olursak…
Dünya hayatında, zevc ile zevce birbirine muhtaçtır. İkisinin de fıtri kabiliyetleri farklıdır. Bu suretle birbirlerinin tamamlayıcı unsurlarıdır. İki taraf da birbirlerini hakka ve hayra teşvik etmeli ve vazifelerini Allah rızası için ifa etmelidirler. Böyle olduğu takdirde, birbirlerinin ameli salihlerinden hissedar olurlar.
Toplumda mihenk taşıdır kadın
Kadın, yaratılış özelliklerine uygun şartlar altında yaşadığında, toplumu cennet huzuru kaplar. Tarih sayfalarını karıştırdığımız zaman görürüz ki, toplumlar saliha hanımlarla abad olmuş ve yine facire kadınlarla da berbad olmuştur. Zira toplumun çekirdeğini oluşturan aile müessesesindeki müstesna rolüyle kadın, toplumun billur bir avizesi gibidir. Eğer kadınlara mutluluk için sokaklar gösterilirse o billur avize layık olduğu yüksek mevkiinden düşer ve hayat yolları, cam kırıkları ile dolar.
Bir milleti, nasıl bir geleceğin beklediğini görmek keramet değildir. Gençliğin temayülleri bunun en bariz alametidir. Bu itibarla, bilhassa genç kızlarımız, toplumumuzda bir İslam hanımının şahsiyet, karakter ve faziletini sergileyerek etraflarına da güzel bir misal olmalıdırlar. Hiç unutulmamalıdır ki, bütün evliyaullah ve fatihler, ilk feyizlerini faziletli bir anneden almışlardır.
Aile içinde erkek merhametli, hakşinas; kadın ise itaatkâr ve saygılı olmalıdır. Hanımın takva ve istikameti; kocasını, çocuklarını, akrabalarını ve hatta komşularını hayır ve hasenata teşvik edecek mahiyette olmalıdır. Saliha bir hanım, etrafına saadet saçan, cennet kokulu bir çiçektir.
Saliha anne ise ilahi kudretin insanoğluna lütfettiği bir rahmet kucağıdır. Aile ocağındaki fertlerin taşkınlıklarını, bilhassa çocukların usandırıcı hırçınlıklarını eritecek fazilet cevheri, anne kalbidir. Saadet çiçeklerinin tohumları, annelerin gönüllerine bırakılmıştır. Bu sebeple Hazret-i Peygamber sallallahu aleyhi vesellem; “Cennet annelerin ayakları altındadır…” buyurmuş ve anne muhabbetini ısrarla telkin etmişlerdir.
Nitekim kendisine, daha ziyade kime hürmet ve hizmet edilmesi gerektiği sorulduğunda, üç kere “Annen!..”, sonra da “Baban!” buyurmuşlardır. (3)
Fedakâr ve saliha bir anne, cidden engin bir sevgiye, derin bir saygıya ve ömürlük bir teşekküre layıktır. Sevgi ve saygı, bir yuvayı huzur ve saadet içinde devam ettiren yegâne kaidedir.
Ecdadımız, “Yuvayı dişi kuş yapar” demişlerdir. Bu bakımdan yuvaya sahip çıkmak hususunda kadın, daha tesirli bir rol üstlenmiştir. Dolayısıyla kadının bu noktada göstereceği firaset (seziş ve kavrayış), gayret ve fedakârlık, erkeğinkinden daha fazla bir ehemmiyet arz eder.
Peygamber Efendimizin ruhaniyetinden feyz almış saliha bir hanım modelini, Abdullah İbni Mesud radıyallahu anhunun şu rivayeti ne güzel ifade eder: “Ashab-ı Kiram’dan biri, evine girdiğinde hanımı ona derhal şu iki suali tevcih ederdi:
1- Bugün Kur’an’dan kaç ayet nazil oldu?
2- Allah Rasulünün hadislerinden ne kadar ezberledin? Ezberlemiş olduğun kadarını hemen bana da aktarmanı istiyorum!
Sahabe, evinden çıkacağı zaman da hanımı ona: “Allah’tan kork; haram kazanma! Zira biz dünyada açlığa sabrederiz, fakat kıyamet gününde cehennem azabına sabredemeyiz!” diye nasihatte bulunurdu. (4)
Bu vasıflarla müzeyyen saliha bir hanımı, Peygamber Efendimiz şöyle tavsif etmişlerdir: “Saliha kadın, kocası yüzüne baktığı zaman onu sevindirir, kocasının meşru isteklerini yerine getirir ve onun olmadığı yerde hem malını hem de namusunu muhafaza eder.” (5)
Hanımların yaşadığı bazı imtihanlar
İlahi kader programı çerçevesinde, imtihan edilmek üzere geldiğimiz dünya şartlarında, nasipler muhtelif olarak taksim edilmiştir. Bu sebepten, birtakım yuvalar saadet ve huzur içindedir. Onların ağır bir şükür imtihanı vardır.
Birtakım yuvalarda ise hüzün ve bedbahtlıklar hüküm sürmektedir. Onlar da çok mücbir (zorlayıcı) bir sebep olmadan boşanmaya tevessül etmeyerek, Cenab-ı Hakk’a sığınıp evliliklerini devam ettirme gayreti içinde olmalıdırlar. Çünkü onların da ağır bir sabır imtihanı vardır.
Lakin zamanımızda boşanmalar had safhaya ulaşmış ve ayrılan gönüllerin ardında da birçok yavru, mahzun kalmıştır. Yani bu boşanmalar, arkalarında ancak elem, ıztırap ve gözyaşı bırakmaktadır.
Bazı yuvalarda ise ilahi takdir icabı eşlerin çocukları olmamaktadır. Onlar da Aişe validemizin halini kendilerine örnek almalıdırlar. Zira Hazreti Aişe radıyallahu anha validemiz, kardeşinin yetim kızlarını terbiyesine almış ve onları güzelce himaye etmiştir. (6)
Ayrıca Peygamber Efendimiz, yetimi muhafaza edip hak yolda yetiştirenler için işaret ve orta parmağını yan yana getirmiş ve: “Cennette böyle beraber bulunacağız”(7) buyurmuşlardır.
Bazı mümine hanımlar da uygun bir kısmet çıkmadığı için evlenememektedir. Böyle hanımlar da bu halin kendileri için hayır olduğu inancına sahip olmalıdırlar. Zira ayeti kerimede buyrulur: “Evlenme imkânını bulamayanlar ise Allah, lütfü ile kendilerini varlıklı kılıncaya kadar iffetlerini korusunlar.” (Nur; 33)
Nitekim bir başka ayet-i kerimede de: “… Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara, 216) buyrulmaktadır.
Kimileri için de evliliğe mani bazı haller ve imkânsızlıklar takdir edilmiştir. Velhasıl, hangi hal ve şartlarda olursa olsun, bir insan, Cenabı Hak’tan daima razı olup İslami faziletlerini zirveleştirmeye gayret etmeli, karşılaştığı her hadisede Allah rızasını aramalıdır.
Ayet-i kerimede şöyle buyrulmuştur: “… Kim Allah’a tevekkül ederse O, ona yeter…” (Talak; 3)
Kaynaklar: 1- İbn-i Asakir, Tarihu Dımaşk, VII, 363-364, XXIX, 65-67; Beyhaki, Şuab, VI, 421; Heysemi, IV, 305; İbnü’l-Esir, Üsdü’l-Ğabe, VII, 19. 2- İbn-i Hacer, el-İsabe, VIII, 204 3- Buhari, Edeb 2; Müslim, Birr 1, 2. 4- Abdülhamid Keşk, Fi Rihabi’t-Tefsir, I, 26. 5- İbn-i Mace, Nikâh, 5/1857. 6- Muvatta’, Zekat 10. 7- Buhari, Edeb, 24.
Not: Müellifin “Vakıf, İnfak, Hizmet” (Erkam Yayınları) adlı eserinden faydalanılmıştır.
MAHMUT TOPBAŞ
GÜLİSTAN DERGİSİ
Çok değerli bir paylaşım. Allah c.c razı olsun; Emeğine sağlık Kardeşim...
Rabbim amellerimizi salih eylesin
Allah cc ebeden razı olsun
Ashab-ı Suffa Medine’de Peygamber Efendimiz’in mescidinin sofasında oturan ve mutasavvıfların ilk temsilcileri kabul edilen fakir sahabelerdir.İbni Mesud,Bilal Habeşî,Selman-ı Farisî,Ebû Hüreyre ve Ebû Zer Suffa ehlindendir.
Cenâb-ı Hakk buyurdu ki:
“Ta ilk gününde temeli takva üzerine kurulan(Kuba) mescidi elbette içinde namaz kılmana daha layıktır.Onun içinde günahlarından arınmayı seven kişiler vardır.Allah da çokça temizlenenleri sever.”(Tevbe Sûresi,ayet 108)
“Biz onların kalplerindeki kinleri çıkarıp attık.Hepsi kardeşler olarak sevinç içinde karşılıklı oturur(sohbet ederler)” (Hicr Sûresi-ayet 47)
İster gizlice içlerinden,isterse açıkça dışlarından,birbirlerine karşı iyi davranmak Ashab-ı Suffa’nın özelliklerinin başında gelir.
Medine’ye gelen bir adam,eğer tanıdığı varsa onun,yoksa Suffa ehlinin yanına iner ve orada konaklardı.Hz. Talha(r.a):
“Ben de kendilerine has ribatta yaşayan Suffa ehlinin yanına inenlerdendim.Onlar birbirine benzer şekilde yaşayan,aynı gaye ve aynı maksat için çalışan kimseler idi.”diye onların hayatını tanıtmaktadır.
Sahabeden bir grup,Peygamber(s.a.v)’e gelerek:
“Biz yiyoruz,fakat doymuyoruz.”dediler.Efendimiz buyurdu ki:
“Herhalde siz yemeklerinizi ayrı ayrı yiyorsunuz.Bir arada ve topluca yiyin.Allah’ı zikredin.Öylece Allah sizin yemeklerinizi bereketlendirir.”(Ebû Dâvud,Ahmed b.Hanbel)
Hz. Peygamber(s.a.v)’in yemeğini onlarla birlikte yere serilen sofra üzerinde yedikleri vâkidir.(Buhari)
Hz.Peygamber(s.a.v),Tebük’ten ayrılıp da Medine’ye yaklaştığı zaman şöyle buyurmuştur:
“Medine’de öyle kimseler var ki,attığınız her adımda,geçtiğiniz her vadide onlar sizinle beraberdi.”
Ashab-ı Kiram:”Onlar Medine’de kaldıkları halde bizimle beraber miydiler?”deyince Rasûl-i Ekrem(s.a.v) buyurdu ki:
“Evet,Tebük Savaşı’na katılmalarına mazeretleri mani olmuştur.”(Müslim,Ebû Dâvud)
Suffa ehli,kardeşlerini malları ve bedenleriyle destekliyorlar,iyilik ve takva üzerine yardımlaşıyorlar,dini meseleler için toplanıyorlar ve beraberce Allah’ı zikrediyorlardı.Tasavvuf Ehli de onları örnek almış,onlar gibi yaşamaya gayret etmişlerdir.
Kaynak:Miftâhu’r-Rüşd
Bazı kesimlerde baykuşu uğursuz sayarlar oysa yazıyı okuyunca ne kadar takdir edilecek bir kuş olduğu anlaşılıyor.Baykuş kadar düşünemiyoruz ...
RABBİM cümlemizin yardımcısı olsun.cümlemize Hidayet versin...
Paylaşımın için teşekkürler kardeşim.ALLAH C.C Razı olsun...
emeğine sağlık rabbim bizleri affeylesin inşi
amin...
Ahir Zamanla ilgili hadislerin zaman içerisinde aynen gerçekleşiyor olması, kaynağı konusundaki kuşkuları giderir. Peygamberimiz (sav)’in Ahir Zamana dair söylediği hadislere baktığımızda tümünün bugün birebir gerçekleştiğini ve yaşandığını görmek mümkün. O halde Resulullah’ın söz ettiği o “zaman” gelmiştir.
“Bir zaman gelir; insanların dertleri-tasaları mideleri, şerefleri malları-mülkleri, kadınları kıbleleri, paraları dinleri olur. İşte onlar Cenab-ı Allah’ın nezdinde nasibi olmayan en kötü yaratıklardır.” [Sülemi]
Peygamber buyurur: “Obur kimselerin sofralarına üşüşmelerine benzer bir halde, diğer milletlerin sizin üzerinize üşüşmelerine az kaldı.” Dinleyenlerden biri; “Ey Allah’ın Resulü! Biz o gün az olduğumuzdan mı bu duruma düşeceğiz?” diye sorar. Peygamber efendimiz: “Aksine sizin o zaman sayılarınız çok olacak fakat selin üzerindeki çör-çöp gibi değeriniz olmayacaktır. Allah onların sizden duyduğu korkuyu kalplerinden çekip alacak, sizin kalbinize de “vehen” verecektir “ buyururlar. Dinleyenlerden biri: “Vehen”nedir?” diye sorunca Peygamber efendimiz: “Dünya sevgisi ve ölüm isteksizliğidir” buyururlar. [Buhari, İbni Mace, Ebu Davud]
http://www.nurnet.org/wp-content/upl...ka-300x197.jpgAhir Zaman’da ümmetinin durumuna dikkat çektiği diğer hadisler de ne kadar gerçekleri yansıtıyor.
“Ümmetimin son zamanlarında mescidlerini süsleyip kalplerini harap bırakan, elbisesini sakınıp koruduğu kadar dinini sakınıp korumayan, dünya işlerinin yolunda gitmesi uğruna dinini vasıta yapmaya aldırış etmeyen bir takım insanlar türeyecektir.” [Hakim]
“Şüphesiz ki benim ümmetime de nankörlük,azgınlık,şımarıklık, bollukla övünmek,dünya işlerinde birbirleriyle rekabet etmek,birbirlerinden yüz çevirmek,birbirine haset etme (çekememe) hastalığı sirayet edecektir.Sonunda hududu aşacaklar ve sıkıntılar baş gösterecektir.” [İbn-i Ebid-dünya]
“Ümmetimin zalim bir kimseye “sen zalimsin”demekten çekindiğini gördüğün zaman, onlara veda edilmiş demektir.” [Taberani, Hakim]
“İnsanlara bir zaman gelir ki; camilerinde toplanıp namaz kılarlar. Fakat aralarında mü’min bulunmaz.” [Hakim]
“Şüphesiz Allah kullardan ilmi çekip almaz. Fakat alimleri almasıyla ilmi de almış olur. Hiç alim kalmayınca da insanlar, bir takım cahilleri baş edinirler. Onlar da bilgileri olmadığı halde soruldukları şeylere fetva verirler. Bu durumda hem kendileri sapmış hem de başkalarını saptırmış olurlar.” [Ahmet b.Hanbel, Buhari, Müslim, Tirmizi]
“İnsanlara bir zaman gelir ki Kuran-ı Kerim bir vadide, insanlar başka bir vadide olurlar.” [Hakim,Tirmizi]
“İnsanlara öyle bir zaman gelecek ki, Kur’an-ı Kerim’in yalnız resmi, İslam’ın yalnız ismi kalacaktır. Onlar, İslam’dan en uzak insanlar oldukları halde, İslami isimlerle isimlenecekler, mescitleri görünüşte mamur olduğu halde, hidayet yönünden harap olacaktır. İşte o devrin alimleri gök kubbenin altındaki alimlerin en kötüleridir. Fitne (kargaşa) onlardan çıkmış, yine kendilerine dönecektir.” [Hakim, Deylemi]
Dinimiz, “… O, sizleri seçmiş ve din konusunda size bir güçlük yüklememiştir… [Hac Suresi, 78] ayetiyle de haber verildiği gibi kolaylık üzere kuruludur. Peygamberimiz de birçok hadisinde dinin kolay olduğunu belirtiyor.
“Allah beni ruhbaniyetle görevlendirmedi. Allah yanında dinin hayırlısı kolay tevhid yoludur.” [Ramuz-El Ehadis, 2/498]
Toplumda derin değil yüzeysel düşünen, dini hurafelerle karmakarışık hale getiren ve yepyeni din geliştiren, zorlaştırdıkça daha takva sahibi olunacağını zanneden müşrik kesime 1400 yıl öncesinden verilmiş bir cevaptır bu hadis-i şerif. Sevgi, şefkat, merhamet, akıl, kültür ve görgüden yoksun, bilim ve sanata adeta düşman olan bağnazlığın ilacı tevhidi yaşamaktır. Kısacası dini özüne döndürmektir.
Müslümanlar arasına sokulan fitneler ve ne yapılması gerektiği konusunda Resulullah: “Son zamanlarda bir takım fitneler olacaktır.” der. Dinleyenler: “Ey Allah’ın Rasulü, (o zaman) nasıl ederiz?” diye sorarlar. Peygamber efendimiz: “İlk durumunuza dönersiniz” buyururlar. [Taberani]
Bugünü ne güzel anlatıyor ve ne yapmamız gerektiğinin cevabını da veriyor Peygamberimiz (sav). “İlk durumumuza dönersiniz” buyuruyor. İlk durumumuza dönmek, Asr-ı Saadet’e dönmektir. Nasıl olacak bu dönüş? Peygamberimiz (sav) bunu da şöyle cevaplıyor:
“İnsanlara yalan söyleyip yemin ederek günaha girmeksizin hayatın (geçimin) çekilmez bir hale geleceği bir zaman gelecektir.O zaman gelince de kaçmak gerekir.” Dinleyenler; “Ey Allah’ın Resulü kaçış nereye olacaktır?” diye sorunca Peygamberimiz:
“Allah’a, Kitabına, ve Peygamberinin sünnetinedir“buyururlar. [Deylemi]
Allah’ın emrettiği gerçek dinin eksiksiz olarak yaşanacağı, dinin samimi Müslümanlar tarafından aslına döndürüleceği dönem yakındır. Asr-ı Saadet dönemini yaşamak her Müslümanın hayali, özlemi ve duasıdır. O halde zaman, Allah’a, Kur’an’a ve Peygamber(sav)’in sünnetine kaçma zamanıdır…
Öyleyse, Allah’a kaçın. Gerçekten Ben sizi, O’ndan yana açıkça uyarıyorum. (Zariyat Suresi, 50)
Fuat Türker
ALLAH C.C Razı olsun bir çok defa okudum ama yine yine de okurum.bu güzel konuyu bizimle paylaşrtığın için teşekkürler Nisa cım emeğine sağlık..
konu güncel
Allah razı olsun konu güncellenmiştir.